Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939
Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.
Browse
Browsing by Department "Biyokimya Ana Bilim Dalı"
Now showing 1 - 20 of 23
- Results Per Page
- Sort Options
Item Akciğer kanserlerinde dokudaki VEGFR-1 ve TRAILR-1 ekspresyonları ile serum solubl VEGFR-1 düzeylerinin tedaviye yanıtla ilişkilerinin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2004) Yılmaztepe, Arzu; Tokullugil, H. Asuman; Ulukaya, Engin; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıArtmış Vasküler Endotelyal Growth Faktör (VEGF) ekspresyonu akciğer kanseri dahil çeşitli kanserlerde gözlenmiştir. Vasküler Endotelyal Growth Faktör-Reseptör 1 (VEGF-R1) de bu etkilerine aracılık eden reseptörlerden biridir. Solubl Vasküler Endotelyal Growth Faktör-Reseptör 1 (sVEGF-R1) tümör anjiyogenezinde önemli endotelyal regülatörlerden biridir. VEGF'nin başlattığı sinyal iletimi yolunda tamamen zıt etki gösterir. Yani VEGF'nin etkisini inhibe eder. Tümör nekrozis Faktör (TNF) aracılı apoptozis indükleyici ligand (TRAIL), reseptörleri olan TRAIL-R1 ve TRAIL-R2 aracılığıyla selektif olarak kanser hücrelerini apoptozise götürerek metastazların önlenmesi ile ilişkili olabilir. Biz çalışmamızda malign akciğer kanserli hastaların serum sVEGF-R1 düzeyleri ile benign akciğer hastalıklı ve sağlıklı bireylerin sVEGF-R1 düzeylerini karşılaştırdık. sVEGF-RVin tedavi ve survi ile olası ilişkisini saptamaya çalıştık. Ayrıca çalışmamızda akciğer kanser dokusunda VEGF-R1 ve TRAIL-R1 ekspresyon düzeylerini inceleyerek tedavi ve survi ile ilişkisini saptamaya çalıştık. Malign olgular 42 kişiden oluşurken benign ve sağlıklı kontrol grubumuz toplam 55 kişiden oluşmaktaydı. Serum sVEGF-RI düzeyleri ELISA metodu ile ölçüldü. Doku VEGF-R1 ve TRAIL-R1 ekspresyon düzeyleri ise immunohistokimyasal olarak değerlendirildi.Serum sVEGF-RI düzeyleri bakımından malign ve nonmalign olgular arasında anlamlı bir fark gözlenmedi (p>0.05). Tedavi öncesi ve sonrası sVEGF-RI düzeyleri karşılaştırıldığında anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Fakat sVEGF-R1 düzeylerinin progresyon gösteren grupta anlamlı olarak daha az olduğu saptandı. Ayrıca tedavi yanıtı ile sVEGF-R1 düzeyleri karşılaştırıldığında, sVEGF-R1 düzeylerinin hastalığın progresif veya stabil olması durumu ile anlamlı bir korelasyon gösterdiği bulundu (p<0.05). Doku VEGF-R1 ekspresyon seviyeleri açısından progresif hastalar ile stabil hastalar arasında anlamlı bir fark saptandı. Doku sVEGF-R1 düzeyleri progresif grupta artmış olarak bulundu. Sonuç olarak serum sVEGF-RI düzeylerinin, tedaviye yanıtı tahmin etmede klinisyenlere yardımcı bir parametre olabileceği kanısına varıldı.Item Akut koroner sendromun erken tanısında glikojen fosforilaz BB izoenziminin rolü ile trombolitik tedavinin oksidan ve antioksidan parametrelerde yol açtığı değişimin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2008) Altın, Aysun; Serdar, Zehra; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıAkut koroner sendrom (AKS), anstabil angina pektoris (USAP) ve akut miyokard infarktüsünü (AMI) içeren koroner arter hastalıkları tablosudur. AKS tanısı için troponinler (cTnT ve cTnI), kreatin kinaz MB (CKMB) ve miyoglobin günümüzde tercih edilen biyokimyasal belirteçler olarak kabul edilmektedir. Son zamanlarda önerilen yeni belirteçler arasında glikojen fosforilaz BB izoenzimi (GPBB), AKS'un erken tanısı için en ümit verici olanıdır. Biyokimyasal belirteçler trombolitik tedavinin başarısını izlemede de önemli bir role sahiptir. Reperfüzyon, serbest oksijen radikallerinin aracılık ettiği geçici veya kalıcı miyokardiyal hasar (reperfüzyon hasarı) ile sonuçlanabilir. Serbest oksijen radikalleri membran lipid ve proteinlerinin peroksidasyonuna neden olur. Bu çalışmanın amacı, AKS'lu hastalarda miyokardiyal iskeminin tanısında GPBB'nin tanısal etkinliğini araştırmak ve trombolitik tedavinin oksidan ve antioksidan parametreler üzerindeki etkisini göstermektir.Çalışmamıza, AKS'u düşündüren göğüs ağrısı şikayeti ile acil servise başvuran 72 non?travmatize hasta alındı. Hastaların 45'ine AMI tanısı konulurken, 27 hastaya da USAP tanısı konuldu. AMI tanısı konulan hastaların 20'sine trombolitik tedavi uygulandı.cTnI, CKMB ve miyoglobin ölçümleri otoanalizörde yapıldı. Plazmada GPBB konsantrasyonunun tayini ELISA kiti kullanılarak yapıldı. Serum malondialdehid (MDA) ve vitamin E konsantrasyonları yüksek performanslı sıvı kromotografisi ile belirlenirken, diğer oksidan ve antioksidan göstergeler ile lipid parametreleri ise spektrofotometrik yöntemler ile ölçüldü.AKS'lu hastalarda GPBB, miyoglobin, CKMB ve cTnI'nın tanısal etkinliğini karşılaştırdığımızda, acil servise ilk gelişte özellikle GPBB diğer kardiyak belirteçlere göre en yüksek duyarlılık, negatif tahmin değeri ve ROC eğri altı alanı ile en düşük negatif olabilirlik oranı gösterdi. Fakat özgüllüğü daha düşüktü.Trombolitik tedavi alan AMI'lü hastalarda serum MDA, protein karbonilleri, total sialik asit ve GPBB konsantrasyonları anlamlı olarak artarken, antioksidan vitamin ve enzimler ise anlamlı olarak azaldı.Sonuç olarak, GPBB, AKS'un erken laboratuar tanısı için ümit verici bir enzimdir. Ayrıca, trombolitik tedavinin etkinliğinin non-invaziv olarak değerlendirilmesi için de kullanılabilir. Ancak GPBB rutin bir tanı aracı olarak önerilmeden önce özgüllüğü ve hızlı, otomatize ölçüm yöntemlerinin geliştirilmesi üzerine daha ileri araştırmalar gereklidir.Hem antioksidan parametrelerde azalma hem de oksidan parametrelerde artma trombolitik tedavi alan AMI'lü hastalarda reperfüzyon hasarının gelişiminde serbest radikal üreten sistemlerin önemini göstermektedir. Bu nedenle, bu hastalar iskemi-reperfüzyon hasarının önlenmesi için antioksidan vitaminlerin uygulanmasından yarar sağlayabilir.Item Anne kord ve bebek topuk serumlarında lipid profillerinin kıyaslanması(Uludağ Üniversitesi, 1989) Aydoğmuş, Erkan; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıDoğum esnasında anne, kord ve bebek topuk kanlarını toplayarak yaptığımız bu çalışmanın amacını kısaca özetlersek; anne, kord ve bebeklerin lipid metabolizmasındaki değişiklikleri ve familyal hiperlipideminin erken tanısında apolipoprotein B ölçüm değerinin incelenmesiydi. Lipid değerlerine göre anneler normolipidemik ve hiperlipidemik diye 2 gruba ayrıldı. Anne ve kord serumlarında şeker, üre, ürik asit, kreatinin, billurubin, SGOT, SGPT, alkalan fosfataz, Na, K, Cl gibi biyokimyasal parametreler ölçüldü. Anne ve kord serumlarında protein elektroforezi, total protein ve albumin miktar belirtimi yapıldı. Anne ve kord serumlarında kolesterol, trigliserit, total fosfolipid, HDL-fosfalipid, HDL-kolesterol parametreleri ölçüldü. LDL-kolesterol ve VLDL-kolesterol değerleri ve trigliserit değerlerinden ve lipid elektroforezi değerlerinde kantitatif olarak hesaplandı. Anne, kord ve bebek topuk serumlarında Laurell roket elektroforezi ile apolipoprotein B miktarı belirtimi yapıldı. Normolipidemik ve hiperlipidemik anne gruplarında a - Genel lipid parametreleri incelendiğinde; Trigliserit normolipidemik anne serumunda % 160.11 ±11.6 mg (x ±SH) ortalama değerinde iken, hiperlipidemik anne serumlarında daha yüksek değerde olduğu görüldü (% 270 ±9.7 mg). Kord serumlarmdaki trigliserit değerleri hiperlipidemik annelerde, normolipidemik annelere göre daha yüksekti. Normolipidemik anne serumunda %220±9.1 mg olan total kolesterol miktarı, hiperlipidemik anne serumlarında % 278.3 ±7.6 mg gibi bir değerde daha yüksek olarak gözlendi. Her iki anne grubundaki anne serumlarındaki total kolesterol, trigliserit, total fosfolipid değerleri, kord serumlarındaki değerlerden önemli derecede yüksek bulundu. b - Grupların kolesterol profilleri incelendiğinde; Normolipidemik anne serumunda saptanan % 75.4 ±11.6 mg HDL-K ortalama değeri, hiperlipidemik anne serumlarında % 67.1 ±3.2 mg idi. Bu hiperlipidemiklerde normolipidemiklere kıyasla istatiksel açıdan önemli derecede düşüktü. VLDL-Kolesterolün hiperlipidemik anne ve kord serumlarındaki ortalama değerlerinin normolipidemik anne serumlarındaki ortalama değerlerinden daha yüksek olduğu gözlendi. Hiperlipidemik anne serumlarmdaki LDL-kolesterol ortalama değerleri, normolipidemik annelerin değerlerinden yüksek olarak bulundu. Kord serumlarında da durum aynı idi. Hiperlipidemik anne ve kord serumunda oranı, HDL normolipidemik annelerin oranlarından yüksek olduğu HDL saptandı. c - Lipid elektroforezi incelendiğinde; Anne serumları arasında lipid elektroforezi ortalama değerleri birbirleri ile uyumluydu. Kord serumlarında da aynı uyum gözlendi. Oysa ki, normolipidemik anne serumunda ortalama %46.4 ±1.6 mg olan β-lipoprotein, kord serumundaki % 34.6 ±1.9 mg gibi bir ortalama değere göre daha yüksekti, pre 6 lipoprotein normolipidemik anne serumunda, kord serumundan daha düşük olarak bulundu. Her iki gruptadaki anne serumu ve kord serumundaki ortalama değerleri birbirine yakındı. Normolipidemik ve hiperlipidemik anne serumlarında β / α oranı, kord serumlarına göre daha yüksekti. d - HDL fraksiyonları incelendiğinde; HDL-kolesterol normolipidemik anne serumunda, hiperlipidemik anne serumundan daha yüksek olarak bulundu. HDL-fosfo- lipid'in ise hiperlipidemik anne serumunda daha yüksek olduğu görüldü. e - Apolipoprotein B normolipidemik anne serumunda % 97.71 ±2.14 mg (x +SH) ortalama değerde iken, hiperlipidemik anne serumunda % 101.27 ±1.97 mg bulundu. Kord serumları arasında da istatistiksel açıdan anlamlı bir fark olmamasına rağmen, hiperlipidemiklerde daha yüksek bulundu. Hiperlipidemik annelerin bebeklerine ait Apo B ortalama değerlerinin, normolipidemik annelerin bebeklerinin ortalama değerlerinden yüksek olduğu görüldü.Item Atomik absorpsiyon spektrofotometri yöntemi ile serumda bulunan ve kaplardan sıvıya geçen aluminyum miktarının saptanması(Uludağ Üniversitesi, 1992) Dirican, Melahat; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBu çalışma iki amaçla planlandı ve gerçekIeştirildi.Amaçlardan biri, serumda Al tayin yöntemlerinin incelenmesi ve olanaklara uygun, kolay yapılabilen ve güvenilir bir yöntem saptanmasıydı.Bu amaçla 20 adet sağlıklı erişkin kişiden elde edilen serumlar kullanıldı. Ayrıca , normal ve diyaliz tedavisi gören hastalardan elde edilen serumlardan hazırlanan serum havuzları kullanılarak da kalite kontrol çalışmaları yapıldı. 20 sağlıklı kişiden elde edilen serum örnekleri değişik şekillerde deneye hazırlanarak bu işlemlerin etkileri araş 11rıI dı.Ayrıca standart eğri grafiği ve standart ekleme yöntemleri de kullanılarak serumlarda Al miktar belirtimi yapıldı. Serumlar Uç değişik şekilde (Direkt olarak, magnezyum nitrat ve triton X-İOO İçeren matrlks değiştiriciyle sulandırılarak ve protein prespitasyonu uygulanarak) kullanıldı. Direkt serumun kullanıldığı standart eğri grafiği ve standart ekleme yöntemleriyle elde edilen serum ortalama Al düzeylerinin birbirlerinden anlamlı şekilde farklı ( p< 0.001) oldukları saptandı.Bu yöntemlerle elde edilen deney-içl % CV (Coefficient of variatlon) değerlerinin de oldukça yüksek oldukları, dolayısıyla bu yöntemlerle serumda Al tayininin istenen düzeyde güvenilir olmadığı sonucuna varıldı. Matriks değiştirici ile sulandırılan serum örneklerinde su ve matriks değiştirici İle hazırlanan StEG yöntemleriyle saptanan Al düzeylerinin de istatistik olarak anlamlı şekilde birbirlerinden farklı ( p< 0.05) oldukları görüldü.Yine bu yöntemlerin de de-ney-İçi % CV değerlerinin oldukça yüksek oldukları saptandı. Matriks değiştiriciyle sulandırılan serum örneklerinde standart ekleme yöntemiyle de serumların Al düzeyleri ölçüldü.Bu yöntemle elde edilen serum Al düzeyi diğer yöntemlerle elde edilen Al düzeylerinden anlamlı düzeyde farklı olarak bulundu.Yalnızca, protein prespitasyonu yöntemiyle saptanan Al düzeyleri arasında istatistik olarak fark olmadığı ( p>0.05) görüldü.MD’ 11 serum standart ekleme ve protein pres ipitasyonu yöntemleriyle elde edilen % "recovery" (sırasıyla ortalama 90.5 ve 102), deneyi % CV (sırasıyla ortalama 6.3 ve 4.0) ve deneylerarası % CV değerlerinin (sırasıyla 7.3 ve 6.3) istenen düzeylerde olduğu saptandı.Bu İki yöntemden biri (MD’li yöntem) standart ekleme (StE) ; diğeri ise (PP yöntemi) standart eğri grafiği (StEG) ile kullanıma uygundu. StEG yöntemi, uygulanması kolay bir yöntem olduğundan, PP yöntemiyle serumda Al tayininin şartlarımıza uygun, güvenilir ve ekonomik bir yöntem olduğu sonucuna varıldı. İkinci amaç, yemek kaplarından Al geçişinin incelenmesiydi.Bu amaçla, çelik ve Al yemek kapları kullanıldı.Bu kaplarda çeşme suyu, tuzlu, şekerli ve sirkeli sıvılar kaynatılarak Al düzeyleri ölçüldü. Çelik kaptan herhangi bir Al geçişinin olmadığı görüldü.Oysa Al yemek kabı kullanıldığında incelenen tüm çözeltilerde anlamlı bir Al artışı olduğu saptandı.Bu Al artışı zamanla paralellik gösteriyordu. Kullanılan çözeltilere Al geçiş miktarları birbirleriyle de karşıIaştırıldı. Çeşme suyuna göre tuzlu ve sirkeli sıvılarda Al geçişinin anlamlı olarak daha fazla olduğu saptandı.Şekerli sıvıya Al geçişi ise çeşme suyuna göre anlamlı olarak daha azdı. Sonuç olarak,.Al kaptan kullanılan sıvılara anlamlı şekilde Al geçişi oldu 2.Sıvıları Al kapta kaynatma suresi uzadıkça sıvılara Al geçişinin arttığı 3. Tuzlu ve asidik özellik gösteren sirkeli sıvıya Al geçişinin çeşme suyuna göre daha fazla olduğu ve 4. Şekerli sıvıya Al geçişinin çeşme suyundan daha az olduğu, şekerin Al geçişini azaltıcı yönde etki gösterdiği sonuçlarına varıldı.Item Böbrek nakli yapılan hastalarda, adiponektin, leptin, nitrik oksit, C-reaktif protein düzeyleri ve statin tedavisinin etkileri(Uludağ Üniversitesi, 2008) Ocak, Nihal; Dirican, Melahat; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBöbrek nakli (BN) hastalarında kardiyovasküler hastalıklar (KVH) en önemli mortalite ve morbidite nedenidir. BN hastalarında sekonder lipid metabolizma bozuklukları, endotelyal disfonksiyon ve inflamasyon KVH gelisme riskini arttırmaktadır. Bu yüzden bu hasta grubunda lipid düzeylerinin yanı sıra subklinik aterosklerozun erken belirteci olabilecek nitrik oksit (NO), yüksek duyarlılıklı C reaktif protein (hs-CRP), adiponektin ve leptin düzeylerinin incelenmesi yararlı olabilir. Statinlerin lipid düsürücü etkilerinin ötesinde, endotel disfonksiyonunu düzelttigi, inflamasyonu azalttıgı, adiponektin seviyelerini azaltıp leptin seviyelerini arttırdıgı gösterilmistir. Ancak statinlerin BN hastalarındaki etkilerine dair bilgiler sınırlıdır. Bu çalısmada, BN hastalarında takrolimus ve siklosporin‘in; NO, hs- CRP, adiponektin, leptin seviyelerine ve lipid profiline etkisi ve statin tedavisi ile bu parametrelerde görülebilecek degisikliklerin arastırılması planlandı. Ayrıca bu parametreler kronik böbrek yetmezlikli (KBY) hastalar, hemodiyaliz (HD) hastaları ve saglıklı kontroller (SK) ile karsılastırıldı. Her gruba 18 kisi alındı. BN hastaları siklosporin ve takrolimus kullananlar olmak üzere iki alt guruba ayrıldı. Lipid profili, NO, hs-CRP, adiponektin, leptin düzeyleri fluvastatin (80 mg/gün) tedavisi öncesi ve sonrası 6.ayda degerlendirildi. Nitrik oksit ve adiponektin seviyeleri KBY, HD ve BN hastalarında; hs- CRP, HD ve BN hastalarında; leptin düzeyleri, BN hastalarında SK’e göre yüksekti. BN hastalarında statin tedavisi sonrasında lipid profili düzelirken hs- CRP düzeyleri azaldı. Takrolimus tedavisi alan alt grupta adiponektin ve hs- CRP düzeyleri anlamlı olarak azaldı. iii Sonuç olarak, BN hastalarında statin tedavisi lipid profilini düzelterekve inflamatuar süreci baskılayarak KVH gelisimini azaltabilir.Item Bursa ilinde 18-45 yaş arası sağlıklı bireylerde vitaminlerin ve antioksidan parametrelerin referans aralıklarının belirlenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2006) Hızlı, Zafer Banu; Özarda, Yeşim; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıTıbbi kararda gerekli olan referans aralıklarının hesaplanması için çeşitli öneriler bulunmaktadır. Sağlıklı referans bireylerden elde edilen sonuçlardan “ABD Ulusal Klinik Laboratuvar Standartları Komitesi (NCCLS)” ve “Uluslararası Klinik Kimya ve Laboratuvar Tıbbı Federasyonu (IFCC)”nun önerilerine göre parametrik ve parametrik olmayan yöntem ile yapılan hesaplamalar yanında laboratuvara başvuran bireylerin sonuçlarından da hesaplama yapılabilmektedir. Populasyon, diyet, teknik ve referans grubun seçimine bağlı olarak laboratuvarlar ve bölgeler arası oluşan farklardan dolayı her laboratuvarın kendi referans aralıklarını belirlemesi son derece önemlidir. Oksidatif stres birçok hastalığın patogenezinde kritik rol oynamaktadır. Reaktif oksijen türlerinin biyolojik etkileri çeşitli antioksidan savunma sistemleri kontrol altında tutulmaktadır. Süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GPx), glutatyon redüktaz (GR) gibi antioksidan enzimler, A, E, C, B grubu vitaminler ile çeşitli biyolojik moleküllerden oluşmaktadır. Bu antioksidan savunma sistemleri birbiriyle ilişkili reaksiyonlarla oksidatif stres hasarını ortadan kaldırmaya çalışırlar. Antioksidan parametrelerin ve vitamin düzeylerinin, biyolojik değişkenliklerinin yüksek olması nedeniyle “topluma dayalı referans aralıklar” gözönüne alınarak değerlendirilmesi gereklidir. Bu çalışmada referans aralıklarını belirlemek amacıyla Bursa ilinde, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Tahliller, Eğitim ve Araştırma Merkez laboratuarında 18 – 45 yaşları arasındaki 407 bireyden 12 – 14 saatlik açlık sonrasında kanlar alındı. SOD, GPx, GR ve vitamin A, E, C, B1, B2, B6 düzeyleri analiz edildi. Referans değerler NCCLS’nin önerdiği C 28-A prosedürüne göre belirlendi. % 95 referans aralıkları parametrik olmayan yöntem ile hesaplandı. Üretici firmanın vermiş olduğu ve literatürlerden elde edilen referans aralıkları ile karşılaştırıldı. Çalışmamızın sonuçları Türkiye’de yapılan diğer çalışmaların sonuçları ile karşılaştırılabilir ve tüm bölgelerden elde edilen veriler ile birleştirilip Türkiye için ortak referans aralıkların belirlenmesi sağlanabilir.Item Diabetli olgularda atomik absorpsiyon spektrofotometri yöntemi ile serumda krom miktar belirtimi(Uludağ Üniversitesi, 1990) Özmen, Hacı; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBu çalışma Aralık 1989-Şubat 1990 tarihleri arasında Uludağ üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Poliklinik Laboratuarına başvuran ve İç Hastalıkları bölümünde yatan hastalarda yapıldı. Hasta grubunu, diabetes mellitus tanısı önceden konmuş, 45'i kadın ve 16'sı erkekten oluşan toplam 61 olgu oluşturdu. Kontrol grubunu ise sağlıklı ll erkek ve ll kadından meydana gelen toplam 22 kişi oluşturdu. Hastalar aldıkları diabetes mellitus tedavilerine göre üç gruba ayrıldılar:I.grup; kan şekeri diyet'le kontrol altında tutulanlar, II.grup; kan şekeri oral antidiabetik ilaçlarla kontrol altında tutulanlar, III.grup; kan şekeri insülin'le kontrol altında tutulanlar idi. Çalışmamızda önce laboratuarımızda mevcut olan Rank Hilger marka AA spektrofotometri cihazında en uygun ve güvenilir olarak serumda krom miktar belirtim yöntemi saptandı. Bu yöntem kaynaklarda da kullanılması önerilen standart ekleme yöntemi idi. Çalışmamızın ikinci kısmında, tedavi şekillerine göre 3 gruba ayrılan diabetes mellitus'lu olgularda bazı biyokimyasal parametreler ve serum krom düzeyleri saptanarak bunlar sağlıklı kontrol grupların değerleri ile kıyaslandı. III.grupta Hb ve Hct değeri kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük saptandı. I. ve II.grubun hemogram değerleri normal sınırlar içindeydi. Diabetes mellitus'lu olgularda AKŞ ve üre değeri kontrollerden yüksek bulunurken kreatinin değerlerinde anlamlı bir fark saptanmadı. Total protein ve albumin sadece III.grupta istatistiksel olarak kontrol grubuna göre düşük bulundu. Elektrolitlerden {Na + ,K+ ,Ca+ + ,Cl - ) sadece K+ 'un normal sınırlarda bulunmasına rağmen I. ve III.gruplarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak yüksek olduğu görüldü. Diabetlilerde lipid parametrelerini incelediğimizde üç grupta'da HDLK dışındaki parametreleri (total kolesterol ve trigliserit) kontrollere göre yüksek olduğu görüldü. Diabetes mellituslu olgulardaki serum krom düzeyleri her III grupta da kontrol grubuna göre önemli derecede düşük olduğu bulundu. Ayrıca serum krom düzeyi hasta gruplarında diet alan gruptan insülin alan gruba doğru anlamlı bir azalma gösteriyordu. Bu bize, hastalığın şiddeti arttıkça, serum krom düzeylerinin de azaldığını düşündürdü.Item Hemodiyaliz hastalarında C vitamini infüzyonunun lipit profili, apolipoprotein B içeren lipoproteinlerin oksidasyonu ve serum paraoksonaz-arilesteraz enzim aktiviteleri üzerine etkisi(Uludağ Üniversitesi, 2007) Erdinç, Selda; Sarandöl, Emre; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıHemodiyaliz hastalarında kardiyovasküler sistem hastalıkları en sık görülen komplikasyonlardır. Hemodiyaliz hastalarında eksikliği görülen C vitamininin yerine koyma tedavisi dışında anemi gibi çeşitli nedenlerle de kullanımı önerilmektedir. Önemli antioksidan moleküllerden biri olan C vitamini bazı koşullarda oksidasyonu kolaylaştırıcı etki de gösterebilmektedir. Ayrıca C vitamininin lipid profili üzerine etkili olduğunu gösteren çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmada C vitamini uygulamasının ateroskleroz gelişimi ile yakından ilişkili olan lipid profili ve oksidan-antioksidan sistem üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Nefroloji Bilim Dalı Hemodiyaliz Ünitesi’nde tedavi alan 29 hasta çalışmaya alınmıştır. 4’er ay süre ile her diyaliz seansı sonrasında sırasıyla 100 ve 500 mg intravenöz C vitamini verilmiştir. Hastalarda 0. , 4. ve 8. ay sonunda lipid profili, serum paraoksonaz1/arilesteraz aktivitesi ve apolipoprotein B-içeren lipoproteinlerin oksidasyonu ve oksidasyona duyarlılıkları incelenmiştir. 4. ve 8. ay sonunda trigliserid düzeyi azalmış ve paraoksonaz aktivitesi giderek artmıştır. 8. ay sonunda total-kolesterol, HDL-kolesterol, LDL- kolesterol ve apolipoprotein B düzeyi ve apolipoprotein B-içeren lipoproteinlerin oksidasyona direncinde artış gözlenmiştir. Bu değişikliklerin C vitamini konsantrasyonları ile korelasyonu saptanmamıştır. Sonuçta 500 mg intravenöz C vitamini uygulamasının serum paraoksonaz1 aktivitesi ve apolipoprotein B-içeren lipoproteinlerin oksidasyona direncine olumlu etki göstererek kardiyovasküler sistem hastalıklarından korunmada rol oynayabileceği görüşüne varılmıştır.Item Hiperlipidemik olgularda A vitamini ve beta-karoten düzeyleri ile çeşitli plazma lipidleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 1995) Ulukaya, Engin; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBu çalışmada A vitamini ve P-karoten ile serum lipidleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi amaçlandı. Bunun için üçü farklı tip hiperlipidemik ve biri normolipidemik olmak üzere dört değişik grupta, A vitamini, p-karoten, apolipoproteinler (Apo Al ve B), insulin, serbest ve total testosteron hormonları, lipoprotein elektroforez fraksiyonları, çeşitli lipid parametreleri (trigliserit,. total kolesterol, HDL-kolesterol, LDL-kolesterol, VLDL- kolesterol, lipoprotein(a)), glukoz ve albumin düzeylerine bakıldı. Çalışmaya katılan denekler U: Ü. Tıp Fakültesi Hastanesinde çalışan çeşitli meslek gruplarından seçildiler. Çalışma, yaşlan 25-50 arasında değişen toplam 54 erkekte gerçekleştirildi. A vitamini, p-karoten, trigliserit ve total kolesterol spektrofotometrik; insulin ve testosteron hormonları radyoimmünassay (RIA); apolipoproteinler ve lipoprotein (a) nefelometrik yöntemle çalışıldılar. Bu çalışmada; a) Hiperlipidemik olgu gruplarındaki A vitamini düzeylerinin normolipidemik- kontrol grubuna göre anlamlı olarak arttığı, b) RBP düzeylerinin de A vitamini düzeylerine paralel olarak anlamlı şekilde arttığı, c) A vitamini ile RBP arasında tüm gruplarda pozitif yönde ve anlamlı korelasyonların olduğu, d) LDL-kolesteroPün en yüksek düzeyde olduğu hiperkolesterolemik grupta p- karoten düzeyinin kontrol grubuna kıyasla en fazla bulunduğu, e) A \dtamini ile trigliserit arasında hem hipertrigliseridemik hem de normolipidemik grupta pozitif yönde ve anlamlı korelasyonların olduğu, 79f) Normolipidemik grupta P-karoten ile HDL-kolesterol arastada negatif, total. kolesterol/HDL-kolesterol arasında pozitif anlamlı korelasyonlar olduğu saptandı. Bu bulgulara göre; a) Hiperlipidemik kişilerde A vitamini düzeylerinin normolipidemik sağlıklı kişilere göre arttığı, b) Hiperlipidemik olgularda RBP düzeylerinin de A vitamini düzeyleri ile birlikte arttığı, c) A vitamini ile RBP arasında sıkı bir ilişkinin olduğu, hiperlipidemi varlığında bu ilişkinin bir miktar azaldığı ama kaybolmadığı,. d) p-karotenin, sadece hiperkolesteroleminin görüldüğü hiperlipidemi olgula rında arttığı, e) A vitamininin plasma lipidlerinden özellikle trigliseritleri etkilediği, f) p-karotenin ters kolesterol taşınımını bozabileceği saptandı. Sonuç olarak; a) Hiperlipidemik kişilerde serum A vitamini düzeylerinin arttığı ve bu kişilere herhangi bir nedenle retinoid tedavisi uygulanırken dikkatli olunması gerektiği, b) p-karotenin gerek normolipidemik gerekse hiperlipidemik kişilerde aterojen nitelik taşıyabileceği kanısına varıldı.Item Hormon replasman tedavisinin lipid profili ve NON-HDL fraksiyonunun oksidasyona duyarlılığı üzerine etkileri(Uludağ Üniversitesi, 1997) Sarandöl, Emre; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBu çalışmada menopoz ile beraber lipid profili ve non-HDL fraksiyonunun oksidasyona duyarlılığında görülen değişiklikler ve HRT' nin bunlar üzerindeki etkilerininin incelenmesi amaçlandı. Doğurgan çağda (n:30), menopozda (n:33) ve HRT alan (n:33) toplam 96 olgu çalışmamıza katıldı. Lipid profilinin incelemesi amacıyla, trigliserit, total kolesterol, HDL- kolesterol, VLDL-kolesterol, apo A1, apo B ve Lp(a) düzeyleri ölçüldü; LDL- kolesterol, total kolesterol/HDL-K, LDL-K/HDL, apo A1/apo B oranları belirlendi. Doğurgan çağ grubunda, trigliserit, total kolesterol, VLDL-kolesterol, LDL-kolesterol düzeylerinin ve total kolesterol/HDL-kolesterol oranının diğer iki gruptan istatistiksel açıdan anlamlı derecede daha düşük olduğu saptandı. HDL-kolesterol, apo A1 düzeyleri ve apo A1/apo B oranı ise gene doğurgan çağda daha düşük olmak üzere HRT grubundan anlamlı derecede farklıydı. Lp(a) düzeyinin ise doğurgan çağ grubunda HRT-grubundan anlamlı derecede yüksek olduğu gözlendi. Menopoz ve HRT grupları arasında lipid profilleri arasında ise anlamlı bir fark saptanamadı. Menopozla beraber lipid profilinde atheroskleroz riski açısından olumsuz değişiklikler görülmekte, HRT ile bunlar düzeltilerek KVH' dan korunma sağlanmaktadır. Yapılan çalışmalarda lipid profilinde görülen olumlu değişiklliklerin, HRT' nin KVH' dan koruyucu etkisinin ancak % 30-40 kadarından sorumlu olabileceği; HRT' nin başka yollarla da atheroskleroz üzerinde etkili olduğu görüşüne varılmıştır. Karbonhidrat metabolizması bozuklukları ve atheoskleroz gelişimi arasında da yakın ilşki söz konusudur. Menopozla beraber, sıklıkla glukoz intoleransı ve insülin rezistansı görülmektedir. Östrojen ve progesteron insülin sekresyonunu arttırırlar, östrojen insülin rezistansını azaltır. Menopoz grubunda insülin düzeylerinin yüksek olmasına karşın, glukoz düzeylerinin diğer iki gruptan anlamlı derecede yüksek olması, yukarıdaki bilgilerle uyumludur. Çalışmada atherosklerozun iyi bir göstergesi olan, non-HDL fraksiyonunun oksidasyona duyarlılığı incelendi. Bunun için zamana karşı MDA konsantrasyonlarından elde edilen eğriden duyarlılığın göstergesi olan "lag time (gecikme zamanı)" dakika olarak belirlendi. Bu süre ne kadar uzunsa non-HDL fraksiyonu oksidasyona, kişi de atheroskleroz gelişimine o kadar dirençlidir. Fakat beklenenin aksine bu çalışmada "lag time" menopoz grubunda diğer iki gruptan da anlamlı derecede uzun bulundu. Diğer tüm zamanlarda (30. dakikada doğurgan çağ- menopoz grupları arasındaki fark dışında) gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Plazma MDA düzeyleri ise olasılıkla yaşa bağlı olarak doğurgan çağ grubunda diğer gruplardan anlamlı derecede düşük bulundu. Antioksidanlar lipoproteinleri oksidasyondan koruyarak atheroskleroz gelişimini önlerler. Antioksidan etkileri olan moleküllerden E vitamini, p-karoten, albümin.bilirubin, ürik asit, transferrin, glukoz düzeyleri ölçüldü. E vitamini vücutta ve lipoproteinlerde bulunan başlıca antioksidandır. E vitamini, ürik asit ve glukoz düzeylerinin menopoz grubunda diğer iki gruptan da anlamlı derecede yüksek olduğu saptandı. Ayrıca ürik asit düzeyleri HRT grubunda doğurgan çağ grubuna göre anlamlı derecede yüksek idi. Transferrin düzeyi doğurgan çağ grubunda en yüksek, menopoz grubunda en düşük olmak üzere 3 grup arasıda da anlamlı derecede farklıydı. Albümin ve bilirubin düzeyleri ise doğurgan çağ grubunda daha yüksek olmak üzere, albümin iki gruptan da, bilirubin ise sadece menopoz grubundan anlamlı derecedeyüksekti. Menopoz ve HRT grupları arasındaki farklar ise anlamlı değildi, p-karoten düzeyleri arasında da gruplar incelendiğinde anlamlı fark görülmedi. "Lag time'" ın menopoz grubunda beklenenin aksine uzun olması E vitamini başta olmak üzere diğer bazı antioksidanların bu grupta daha yüksek düzeylerde olmasına bağlanabilir. Ayrıca HRT' nin verilme süresi, HRT' siz geçen süre, kişinin atheroskleroz açısından sahip olduğu diğer risk faktörleri, HRT' nin KVH' dan koruyucu etkisinde rol oynayanfaktörlerdir. Sonuçta, HRT' nin lipoproteinleri oksidasyondan koruyabileceği, fakat bunun tek başına yeterli olmadığı, E vitamini başta olmak üzere antioksidanların da önemli etkileri olabileceği görüşüne varılmıştır.Item İki değişik anestezik ajan kullanılan hastalarda perioperatif stres ve metabolik yanıtların incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 1997) Serdar, Zehra; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıBu çalışma, çeşitli cerrahi girişim uygulanan 18-60 yaş arasındaki toplam 30 olguda gerçekleştirildi. Bu olgular, kullanılan anestezi tekniğine göre balans anestezi (isofloran ) ve total intravenöz anestezi ( propofol ) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Her iki grup da 15 hastadan oluşuyordu ve her iki anestezi tekniğinde de isofloran ve propofol dışında kulanılan diğer anestezik maddeler ortaktı (fentanil, süksinil kolin, pankuronyum, tiyopental). Çalışmaya alınan hiç bir olguya premedikasyon uygulanmadı. Tüm olgulardan; ameliyattan 24 saat önce ( AI, AI'), hemen önce ( AII, AII'), hemen sonra ( BI, BI') ve 24 saat sonra ( BII, BII') olmak üzere dört ayrı dönemde kan alındı. Alınan kan örneklerinden hormonlar ( total T3, total T4, serbest T3, serbest T4, TSH, ACTH, kortizol, estradiol, testosteron, insülin, plazma renin aktivitesi, aldosteron ), çeşitli biyokimyasal parametreler ( glukoz, üre, total protein, albumin, globulin, total kolesterol, HDL - K, trigliserit ), elektrolit ve eser element ( sodyum, potasyum, klor, magnezyum, bakır, çinko ) ölçümleri yapıldı. Her iki grup için dört ayrı dönemde bulunan değerlerin, grup içi ve gruplar arası karşılaştırmaları "student - t" testi ile yapılarak, istatistiksel olarak değerlendirildi. Çalışmamızın sonunda; strese yanıt açısından bakıldığında en önemli bulgunun, propofol grubunda saptanan hiperglisemi olduğu görüldü. Bu nedenle, diabetik hastalarda bu yanıtın daha fazla olabileceği düşünülerek, bu tip hastalarda isofloran anestezisinin tercih edilmesinin daha uygun olacağı kanısına varıldı.Item İnsüline bağımlı ve insüline bağımlı olmayan Diabetes mellituslu hastalarda lipit metabolizmasının incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 1984) Dinler, Neşe; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıDiabetes mellituslu hastalarda lipit metabolizmasını incelemek amacıyla, insüline bağımlı 15, insüline bağımlı olmayan 24 hasta olmak üzere toplam 29 diabetli ve 30 sağlıklı kişi üzerinde çalışıldı. Oral glükoz tolerans testi sonuçlarına göre, kontrol grubu ola rak seçilen sağlıklıların ve diabetli olguların açlık kan serumunda ş kan şekeri, öre azotu, sodyum, potasyum, total protein, albumin, glo bulin, total lipit, total kolesterol, fosfolipit, serbest yağ asitleri, trigliserit tayinler^, yapıldı» Lipoprotein elektroforezi ve ince taba ka kromatografisi yöntemi ile fosfolipitler incelendi. Yüksek dansi- teli lipoproteinlerin (HDL) ayrılması, HDL-kolesterolu düzeyleri, ana litik poliakriİamid jel elektroforezi yöntemiyle HDL-apoproteinlerinin incelenmesi amacıyla plazma kullanıldı. Diabetes mellituslu olgulardan elde edilen sonuçlar, kontrol grubu ile istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bu sonuçlara göre, insüline bağımlı ve bağımlı olmayan gruplarda, açlık kan şekerlerinin, insulin kallananlarda potasyumun yükseldiği, diyetle diabetini kontrol eden grupta ise, total protein, albumin ve globulin değerlerinin art tığı görüldü. Diabetli olgularda, lipit metabolizmasını yansıtan genel- 64 - parametrelerden, total lipit, total kolesterol, trigliserit, fosfolipit ve serbest yağ asitlerinin yüksek olduğu gözlendi» HDL-kolesterol de ğerlerinin insüline bağımlı grupta azaldığı, kadın ve erkekler ayrı ayrı değerlendirildiğinde ise, kadınlar, arasında bir fark olmadığı halde, erkeklerde HDL-kolesterol düşük bulundu. Lipoprotein elektro forezi sonuçlarına göre, diabetlilerde Tip II a, Tip II b ve Tip IV© uyan hiperlipidemiler görüldü* ^-lipoprotein- ler, insüline bağımlı grupta azalmış bulundu. İnce tabaka kromotografisi yöntemi ile fosfolipitlerin incelen mesi çalışmalarında, diabetli olgularda, lesitin (fosfgtidil kolin) in arttığı kalitatif olarak gözlendi. HDL apoproteinleri, analitik poliakrilamid jel elektroforezi yöntemi ile ayrıldığı zaman, kontrol grubunda ve diabetli olgularda genel olarak dört bant görüldü* Bu bantlar en koyudan başlayarak A-I, A-II ve C apoproteinleri olarak değerlendirildi. Apoprotein elektroforezinin dansitoroetrik olarak incelenmesinde ise, oral entidi- yabetik kullanan grupta, A-IÎ apoprotein bantının azaldığı, cinsiyete göre değerlendirildiğinde, yine bu gruptaki erkeklerde, A-I apoprotei- nin yüksek, A-II'ninde düşük olduğu gözlendi. Çalışmamızda elde ettiğimiz veriler, bazı parametreler yönünden kaynak verileriyle uyum gösterdiği halde, bazı yönlerden farklı sonuçlara varıldı.Item Koroner arter hastalarında lipid ve protein oksidasyonu ile antioksidan savunma sistemlerinin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2005) Aslan, Kemal; Serdar, Zehra; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıSüperoksid anyonu, hidrojen peroksit ve hidroksil radikalleri gibi reaktif oksijen türleri normal hücresel fonksiyon sırasında üretilirler ve yüksek kimyasal reaktiviteleri nedeniyle lipidlerin, proteinlerin ve DNA'nın oksidasyonuna yol açarlar. Paraoksonaz (PON), süperoksit dismutaz (SOD), katalaz, glutatyon peroksidaz (GPx), glutatyon redüktaz (GR), glukoz 6 fosfat dehidrojenaz (G6PD), vitamin E, vitamin C ve total karotenoidler reaktif oksijen türlerinin neden olduğu moleküler ve hücresel hasara karşı koruyucu rol oynayan primer antioksidan enzim ve vitaminlerdir. Ortaya çıkan kanıtlar, eğer antioksidan sistem bozulmuşsa reaktif oksijen türlerinin birçok hastalığın patogenezinde rol oynayan önemli risk faktörleri olduğunu göstermektedir. Bu çalışmanın amacı; koroner anjiyografi yapılarak koroner arter hastalığı (KAH) olduğu gösterilen hastalar ile KAH saptanmayan olgularda lipid peroksidasyonu ve protein oksidasyonu ile antioksidan sistemler arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Ayrıca, hasta grubunda oksidan ve antioksidan göstergeler ile tıkalı damar sayısına göre belirlenen KAH' nın şiddeti arasındaki ilişki de değerlendirilmiştir. Çalışmaya klinik olarak koroner anjiyografi endikasyonu konulan 208 hasta alındı. Koroner anjiogramı normal olan olgular (n= 54) kontrol olarak değerlendirilirken, KAH saptanan hastalar da (n= 154) tıkalı koroner damarların sayısına göre üç sınıfa ayrıldılar; bir damar (n= 50), iki damar (n= 51) ve üç damar (n= 53). Plazma malondialdehid (MDA) ve vitamin E konsantrasyonları yüksek performanslı sıvı kromatografisi (HPLC) ile belirlenirken, diğer oksidan ve antioksidan göstergeler ile lipid parametreleri ise spektrofotometrik yöntemler ile ölçüldü. Çalışmanın bulgularına göre, KAH grubunda geleneksel risk faktörleri daha fazlaydı. LDL- kolesterol (K), trigliserid, apolipoprotein (apo) B ve lipoprotein (a) düzeyleri daralmış damar sayısındaki artışla beraber yükselirken, HDL-K ve apo Al düzeyleri ise az bulundu. Ayrıca, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında KAH' da oksidatif stres göstergeleri de daha fazlaydı. Plazma malondialdehid (MDA) ve serum protein karbonilleri tıkalı damar sayısı arttıkça kontrol grubuna göre anlamlı olarak yükseldi. Hastaların apo-B MDA ve eritrosit lipid peroksidasyonu değerleri de özellikle üç damar hasta grubunda diğer gruplara göre anlamlı olarak daha yüksekti. Eritrosit GPx ve G6PD ile serum katalaz aktiviteleri KAH grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak azalırken, eritrosit GR aktivitesi sadece üç damar hasta grubunda diğer gruplara göre anlamlı olarak az bulundu. KAH' nın eritrosit SOD aktivitelerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu gözlenmesine karşın, bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Bazal-PON ve arilesteraz aktiviteleri özellikle iki ve üç damar hastalarında anlamlı olarak az bulundu. Serum PON/HDL-K ve PON/Apo Al oranlan tıkalı damar sayısı arttıkça az bulundu, fakat gruplar arasında anlamlı bir fark gözlenmedi. Plazma vitamin E ve C düzeyleri ile serum total karotenoidleri KAH gruplarında kontrol grubuna göre anlamlı olarak az bulundu. Ayrıca KAH gruplarında oksidan ve antioksidan parametreler ile lipid parametreleri arasında da anlamlı korelasyonlar saptandı. Sonuç olarak; bulgularımız koroner arter hastalığında oksidan ve antioksidan sistemler arasındaki dengenin oksidanlar lehine bozularak oksidatif stres gelişimine yol açtığı ve oksidatif stresin hastalığın patogenezinde önemli rol oynadığını destekler niteliktedir.Item Lokal, ileri ve metastatik meme kanseri olan hastalarda bir apoptozis göstergesi olan serum kırılmış sitokeratin 18 düzeylerinin, tedaviye yanıta ilişkisinin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2006) Karaağaç, Esra; Tokullugil, H. Asuman; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıSitokeratin 18, basit epitel hücreleri, intermediate filamanlarının major kompenentidir ve basit epitelin tümörlerinden kaynaklanır. CK-18, en fazla meme, prostat, akciğer, kolon ve over kanserlerinden eksprese edilir. CK 18 apoptozis esnasında kaspazlarla kırılarak, proteolitik parçalarına ayrılır. Bir monoklonal antikor olan, M30, CK18’in Asp396’da kırılan parçalarını tanır. Bu çalışmada malign meme kanserli hastalarda (n:37) serum M30 düzeyleri incelendi. Bu düzeyler ile benign meme hastalıklı (n:35) ve sağlıklı bireylerin (n:34) serum M 30 düzeyleri karşılaştırıldı. Malign meme kanserli hastalardan yalnızca 11’i neoadjuvan kemoterapi almıştı. Kemoterapi tedavisinin öncesinde ve sonrasında saptanan serum M30 düzeyleri karşılaştırılarak kemoterapinin olası etkileri değerlendirildi. Malign olgular 37 kişiden oluşurken benign ve sağlıklı kontrol grubu toplam 69 kişiden oluşmaktaydı. Serum M30 düzeyleri ELISA metodu ile ölçüldü. Kemoterapinin apoptozis indüksiyonundaki etkisini değerlendirmek için serum M30 düzeyleri ilk kemoterapiden önce ve 24 ve 48 saat sonra ölçüldü. Hem 24 hemde 48.saatlerde elde edilen M30 düzeylerinin, tedavi öncesi düzeylerden daha yüksek bulunmasına rağmen, sadece 24.saatte elde edilen M30 düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmışdı (p:0,05). Metastatik meme kanserli hastaların serum M30 düzeyleri, sağlıklı, benign meme hastalığı olan ve primer meme kanserli hastalarınkinden anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0,05). Bununla birlikte primer meme kanserli hastalar ile benign meme hastalığı olanlar ve sağlıklı kişiler arasında serum M30 düzeylerinde anlamlı bir fark bulunmadı (p>0,05). Östrojen reseptörü (ER) ve progesteron (PgR) reseptörü (-) malign meme kanserli hastaların serum M30 düzeyleri ER ve PgR (+) hastalarla karşılaştırıldığında anlamlı olarak daha yüksekti (p:0,03, p:0,01). Kemoterapetik ajanlarla tedavi, apoptozise neden olur. M 30 bir apoptozis markırıdır ve tedavinin başlangıcından sonra düzeyleri hasta serumunda artar. Bu çalışma sonucunda M30 düzeylerinin, tedavinin izlenmesinde , tümör progresyonunun ve rekürrens belirtilerinin erken saptanmasında, klinisyenlere yardımcı olacağı kanısına varıldı.Item Malnütrisyonlu çocuklarda lipid profillerinin incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 1987) Tunçbilek, Sevgi; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıÇalışmamız 26 normal, 57 malnütrisyonlu çocukla yapılmış olup, malnütrisyonlu çocuklarda lipid metabolizmasını incelemeyi amaçlamıştır. PEM'lu çocuklar, hafif malnütrisyonlular, marasmus ve kwas hiorkor olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Bütün gruplarda kan şekeri, üre, elektrolitler, karaciğer fonksiyon testi olarak alanin amino transferaz; protein metaboliz ması parametrelerinden total protein, albumin, globulin, A/G, pro tein elektroforezi; lipid metabolizması parametreleri olarak da total lipid, total kolesterol, HDL-kolesterol, VLDL-kolesterol, LDL-Kolesterol, trigliserit, lipid elektroforezi, apolipoprotein A, apolipoprotein B çalışılmıştır. Ülkemizde yaygın olan hafif malnütrisyon ve marasmus tip lerinde olduğu gibi kwashiorkorda da değerlerimiz daha önceki araştırmalara uygun olarak normal veya minumum değişiklikler gös termiştir. Özellikle apolipoprotein A değerlerimiz her üç- 75 - malnütrisyon grubunda da yarı yarıya düşük, apolipoprotein B değerlerimiz normale göre düşük bulunmuştur. Bu durumda endojen lipidlerin VLDL halinde dolaşıma verilemediği veya daha az veril diğini göstermektedir. Ayrıca kwashiorkorla karaciğer yağlanması arasındaki ilişkide gözden geçirilmiştir.Item MDA-MB-231 ve MCF-7 insan meme kanseri hücre dizilerinde dosetaksol, karboplatin, gemsitabin'in yaptığı sitotoksisite üzerine, verapamil'in etkilerinin araştırılması.(Uludağ Üniversitesi, 2009) Yeğin, Dilek Abi; Ulukaya, Engin; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıKanser tedavisinde çok sayıdaki kemoterapötik ilaçlara direnç en yaygın klinik problemdir. Bu direnç primer tedavi sırasında yada tedavi sonrası kazanılmış olabilmektedir. Çoklu ilaç direnci denilen bu durum, başarılı kanser tedavisinde en büyük engeli teşkil etmektedir. Çoklu ilaç direncinin en sık sebebi p-glikoprotein'in intrensek yada ekstrensek olarak gelişen aşırı ekspresyonudur.Kalsiyum kanal blokörü olup hipertansiyon, supraventriküler taşikardi, hipertrofik kardiyomiyopati tedavisinde kullanılan verapamil, p-glikoprotein ekspresyonunu azaltmaktadır. Ayrıca verapamilin kanser hücrelerindeki ilaç direncini düzelttiği düşünülmektedir.Bu çalışmada MDA-MB-231 ve MCF-7 meme kanser hücre dizilerinde verapamili tedavide kullanılan ajanların değişik dozları ile kombine ederek, düşük tedavi dozlarının etkinliğinin arttırılıp arttırılamadığı araştırıldı. Böylece meme kanserinde yeni tedavi yaklaşımlarının bulunması planlandı.Bu nedenle dosetaksol, gemsitabin ve karboplatin kanser ilaçları seçildi. Dosetaksol, gemsitabin ve karboplatin hem tek başlarına hem de verapamil ile kombine edilerek kullanıldı. Diğer bir nedende bu ilaçlarla ilgili mevcut literatürlerde çok az sayıda bilginin mevcut olmasıydı.Çalışmamızda verapamilin, hem MDA-MB-231 hemde MCF-7 hücre dizilerinde dosetaksolün ve karboplatinin sitotoksisitelerini arttırdığı bulundu. Aynı zamanda verapamilin, gemsitabinin etkinliğini hücre tipine bağlı olarak modifiye ettiği görüldü. Aynı zamanda verapamil tüm ilaç gruplarında ve her iki hücre dizisinde kaspazla kırılmış sitokeratin 18'i (M30 antijeni) arttırdığı saptandı. Fakat bu etkinin MCF-7 hücre dizilerinde çok daha belirgin ve şiddetli olduğu görüldü.iiSonuç olarak bu bulgulara dayanarak ileri araştırmaların (hayvan ve insan deneyleri) planlanmasının uygun olabileceği sonucuna varıldı.Item Obstrüktif uyku apne sendromlu hastalarda bazı oksidatif stres belirteçleri ve adiponektin düzeylerinin değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2007) Vatansever, Ebru; Gür, Esma; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıObstruktif uyku apne sendromlu (OSA) hastalarda adiponektin ve oksidatif stresin birlikte değerlendirildiği çalışma sayısı oldukça azdır. Çalışmamızda OSA’lı ve basit horlamalı kişilerde adiponektin ve oksidatif stres belirteçlerini birlikte değerlendirmeyi ve bu parametrelerin kan lipitleri, insülin ve açlık glukoz düzeyleri ile olan korelasyonlarını incelemeyi amaçladık. Diyabeti olmayan erkek gönüllülerden gece boyunca yapılan polisomnografi sonrası kan örnekleri alındı. Olgular apne-hipopne indekslerine (AHİ) göre gruplandırıldı. Kontrol grubunu oluşturan basit horlama grubu 24, hafif OSA grubu 9, ağır OSA grubu 17 kişiden oluşmaktaydı. Tüm olguların serum lipit profili (total kolesterol, trigliserit, HDL-kolesterol, VLDL-kolesterol, LDL-kolesterol), serum glukoz düzeyleri, adiponektin, serum MDA (sMDA), protein karbonillenmesi düzeyleri ve paraoksonaz (PON) aktiviteleri ölçüldü. Sonuçlarımıza göre OSA hastalarının serum adiponektin düzeylerinin basit horlamalı kişilere göre anlamlı olarak azaldığı, sMDA ve protein karbonil düzeylerinin ise ağır OSA’lı kişilerde basit horlamalı kişilere göre anlamlı olarak arttığı gösterildi. Korelasyon analizi sonuçlarına göre AHİ ile protein karbonili ve sMDA düzeyleri arasında anlamlı pozitif korelasyon, adiponektin ile ise anlamlı negatif korelasyon saptandı. Adiponektin seviyeleri sMDA ile anlamlı negatif korelasyon gösterdi. Özet olarak, OSA’lı hastalarda serum protein karbonillenmesini araştıran ve değerlendiren ilk insan çalışması olan bu çalışma, OSA’nın oksidatif hasarda artışa, adiponektin seviyelerinde düşüşe neden olduğunu göstermektedir. Obstrüktif uyku apne sendromlu hastalardaki, tekrarlayan hipoksi-reoksijenasyon atakları, sempatik aktiviteyi arttırarak adiponektinin azalmasına yol açabilir ve bu da OSA hastalarında oksidatif stres belirteçlerindeki artışı hızlandırabilir.Item Preeklampside oksidatif stres: Lipoprotein oksidasyonu ve paraoksonaz enzim aktivitesi ilişkisi(Uludağ Üniversitesi, 2003) Şafak, Özlem; Dirican, Melahat; Sarandöl, Emre; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıPreeklampsi; gebeliğin 20. haftasından sonra görülen proteinüri ve/veya ödemin eşlik ettiği arteriyel kan basıncında yükselmeyle karakterize multi sistemik bir bozukluktur, oluşum mekanizması açıklığa kavuşmamıştır. Bu çalışmaya 29 sağlıklı gebe, 24 hafif preeklampsi ve 24 ağır preeklampsi vakası alındı. Hafif preeklampsili gebelerin 13' ü ve ağır preeklampsili gebelerin 17' sinde doğum sonrasında da ölçümler tekrarlandı. Her iki preeklampsi grubunda serum ürik asit, trigliserit, apolipoprotein B, malondialdehit ve ağır preeklampsi grubunda lipoprotein (a) düzeylerinin sağlıklı gebelere göre yüksek olduğu bulundu. Ayrıca, preeklampsili gruplarda eritrositlerin ve apolipoprotein B-içeren lipoproteinlerin oksidasyona duyarlılıklarında artış olduğu gözlendi. Hafif ve ağır preeklampsili grupların, eritrosit glutatyon peroksidaz, süperoksit dismutaz aktivitelerinin ve serum total antoksidan kapasitelerinin sağlıklı gebelere göre anlamlı derecede düşük; serum katalaz aktivitesinin ise yüksek olduğu bulundu. Serum paraoksonaz ve arilesteraz aktivitelerinin anlamlı farklılık göstermediği saptandı. Serum total karoten düzeylerinin her iki preeklampsili grupta sağlıklı gebelere göre daha düşük olduğu bulundu. Preeklampsili grupların doğum sonrası verileri incelendiğinde, her iki grupta da doğum sonrası ürik asit, total kolesterol, trigliserit, apolipoprotein Al, apolipoprotein B düzeylerinde anlamlı azalma olduğu; total protein ve albümin düzeylerinde ise artış olduğu saptandı. Doğum sonrası dönemde serum malondialdehit ve eritrositlerin oksidasyona duyarlılıklarında anlamlı azalma saptandı, apolipoprotein B-içeren lipoproteinlerin oksidasyona duyarlılıklarında ise anlamlı farklılık olmadığı gözlendi. Her iki preeklampsili grubun total antioksidan aktiviteleri ve hafif preeklampsili grubun eritrosit süperoksit dismutaz aktivitesi doğum sonrası dönemde anlamlı artış gösterdi, paraoksonaz ve arilesteraz aktivitelerinde ise anlamlı bir farklılık saptanmadı. Sonuç olarak bu çalışmanın verileri preeklampside oksidan - antioksidan sistem arasındaki dengenin bozularak oksidatif stres tablosunun açığa çıktığını ve oksidatif stresin patogenezde önemli rolü olduğunu destekler niteliktedir.Item Sigara içenlerde egzersizle oluşturulan oksidatif hasar ve antioksidan savunmaya E vitaminin etkisi(Uludağ Üniversitesi, 1997) Öztürk, Ercan; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıDoku hasarı oluşumundaki rolleri ile SOR son yıllarda tıbbın ilgi çekici konularından biri haline gelmiştir. Yaşam için gerekli olan oksijen, SOR 'ne yol açtığı için toksik de olabilmektedir. SOR organizmada normal olarak meydana gelen biyokimyasal olaylarla oluştuğu gibi ısı, ışık, radyasyon, egzersiz, sigara ve stres gibi çeşitli dış kaynakların etkisi ile de meydana gelir. Günlük hayatımız sırasında ya da sportif faaliyetler içinde çeşitli fiziksel aktiviteler yapmaktayız. Şiddetli egzersizin SOR oluşumunu ve LPO'nu uyardığı bilinmektedir. Sigara dumanındaki peroksillerin de LPO'nu başlattığı ve oksidatif doku hasarına yol açtığı bilinmektedir. Oksidatif doku hasarını önlemede antioksidan defans sistemleri rol oynar ve bilindiği gibi Vit E dışarıdan alınan antioksidanlardan birisi hatta en önemlisidir. Bu çalışmada, sigara içenler ve içmeyenlerde egzersize bağlı gelişebilecek oksidatif hasarın karşılaştırılmasını ve Vit E'nin olası koruyucu etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamıza Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde ve Sağlık Meslek Yüksek Okulu'nda okuyan ve yapılan fizik muaynelerinde sağlıklı bulunan 18 ila 24 yaşlarındaki 36 erkek öğrenci gönüllü olarak katıldı. Gönüllüler kontrol grubu (K; n=9), sigara içen grup (S; n=8), Vit E alan grup (E; n=9) ve sigara içen ve Vit E alan grup (SE; n=8) olmak üzere dört gruba ayrıldı. Vit E takviyesi yapılan E ve SE grupları Vit E preparatı olarak Bilim İlaç firmasının ürettiği 200 mg' lık çiğneme drajelerinden (EVON drj.) dört hafta boyunca 400 mg/gün (1x2 sabahları) kullandı. Deneklere maksimal efor testini takiben konsentrik ve eksentrik tipte kasılmaları içeren tüketici egzersiz modeli uygulandı ve her gruptaki denekten egzersiz öncesi (I) ve egzersiz sonrası (II) olmak üzere ikişer defa kan alındı. Alınan kan örnekleri bekletilmeden otomatik kan sayım aletinde Hct, Hgb düzeyleri ile Lök ve Nötr sayıları belirlendi. LA, MDA, GPx, SOD, Ser ve Vit E düzeyleri ise spektrofotometrik yöntemlerle çalışıldı. Yaptığımız araştırmanın sonuçlarını kısaca şu şekilde özetleyebiliriz; 28 gün süre ile 400 mg/gün Vit E takviyesinin ve/veya sigaranın istirahat halinde MDA, SOD, GPx ve SER üzerine etkisi yoktur. Tüketici egzersizle birlikte dokulara ciddi bir sıvı kayması olmakta ve plazma volümünde önemli bir değişiklik gözlenmektedir. Bu nedenle egzersiz sonrası plazma parametreleri hemokonsantrasyona göre düzeltilmelidir. MDA düzeylerini yukarıda açıkladığımız gibi düzelttiğimizde, egzersiz sonrası (ll-D) MDA düzeylerinin gerçekte artmadığı ve bunun hemokonsantrasyona bağlı göreceli bir artış olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca sigara ve/veya Vit E'nin egzersiz sonrası plazma MDA düzeylerine etkisinin olmadığı saptanmıştır. Böylece, egzersizin LPO ve antioksidan savunma sistemleri üzerine etkisini araştırırken hemokonsantrasyonu mutlaka göz önüne almak gerekmektedir. Serum Vit E düzeyi tüketici egzersizle anlamlı bir şekilde azalmaktadır. Tavsiye edilen günlük dozda Vit E takviyesi ile, sadece sigara içmeyenlerde egzersize bağlı Lök göçü önlenmekte ve SOD aktivitesi egzersizin etkilerinden korunmaktadır. Bu da, günlük Vit E takviye dozunun tekrar belirlenmesine yönelik ileri çalışmalara gerek olduğunu düşündürmektedir.Item Tirozin, triiodotironin ve tiroksinin antioksidan etkinliğinin in vitro ve in vivo ortamlarda araştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2003) Çolakoğulları, Mukaddes; Gür, Esma; Serdar, Zehra; Tıp Fakültesi; Biyokimya Ana Bilim DalıTez projemizde tirozin amino asidinin ve tiroid hormonlarının olası antioksidan etkinliklerinin in vitro ve in vivo ortamlarda incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmanın birinci basamağında, in vitro ortamda, tirozinin, triiodotironin, tiroksin, östradiol ve alfa-tokoferolün serumda bakırla indüklenen lipid peroksidasyonu ve serum protein karbonillenmesi üzerine olan olası antioksidan etkileri incelendi. Bu moleküllerin bakırla indüklenen serum lipid peroksidasyonunu sınırlamada etkinlik sırası 17β-östradiol > T3 > α-tokoferol > T4 > tirozin olarak saptandı. Aynı moleküllerin serumda protein karbonil oluşumu üzerine istatistiksel olarak anlamlı etkisi bulunmadı. İkinci basamakta, in vitro ortamda antioksidan etkinlikleri gösterilen tiroid hormonlarının ve tirozin amino asidinin oksidan-antioksidan denge ile ilişkisinin araştırılması hedeflendi. Hipertiroidi tanısı alan 19 erkek hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların hipertiroidik ve ötiroidik durumda iken eritrosit Süperoksit dismütaz (SOD) ve Glutatyon peroksidaz (GPx) aktiviteleri, plazma non-HDL fraksiyonunun oksidasyona duyarlılığı, serum amino asit, protein karbonil (PK) ve malondialdehit (MDA) miktarlarının yanısıra kolesterol ve protein profilleri belirlendi. Tedavi takibi tamamlanan 15 hastanın tedavi öncesinde ve sonrasında elde edilen verileri eşleştirilmiş t-testi ile, verilerin grup içi istatistiksel analizi Pearson'un korelasyon analizi ile değerlendirildi. Buna göre tiroid hormonları tedavi sonrasında anlamlı olarak düşerken, TSH anlamlı olarak yükselmiştir. Protein profili üzerine hipertiroidizmin etkisi görülmezken, total kolesterol ve HDL kolesterol miktarları tedavi sonrasında artmıştır. Hem antioksidan savunma sisteminde yer alan SOD ve GPx aktivitelerinde, hem de oksidasyon göstergeleri olan MDA ve PK düzeylerinde ve non-HDL fraksiyonunun oksidasyona olan duyarlılığında hipertiroidik durumun tedavisi sonrasında azalma saptanmıştır. Ayrıca tedavi sonrasında tirozinin yanı sıra diğer serum amino asit düzeylerinde de azalma olduğu gösterilmiştir. In vitro ve in vivo basamaklardan oluşan bu çalışmanın sonuçlarına göre, hem tiroid hormonları hem de tirozin in vitro koşullarda konsantrasyona bağımlı olarak lipid peroksidasyonunu durdurarak lipidleri oksidasyondan koruyucu etkiye sahiptir. Diğer taraftan tiroid hormonları sahip oldukları hormonal etki ile oksijenli solunumu uyarıp, oksidasyonu indüklemektedir ve in vitro şartlarda antioksidan etkinlikleri gösterilen bu moleküller, fizyolojik koşullarda oluşan oksidasyonu engeleyememektedir.