Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939
Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.
Browse
collection.page.browse.recent.head
Item Major batın cerrahisi planlanan 65-85 yaş arası hastalarda FRAIL ölçeği ile günlük yaşam aktivitesi değerlendirmelerinin postoperatif sonuçları belirlemedeki etkinlikleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Araz, Bengü; Bilgin, Hülya; Tıp Fakültesi; Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim DalıAmaç: Major batın cerrahisi planlanan 65-85 yaş arası hastalarda FRAIL Ölçeği ile kırılganlık ve Katz Günlük Yaşam Aktivitesi (GYA) indeksi ile bağımlılık değerlendirmelerinin postoperatif sonuçları belirlemedeki etkinliklerini, ikincil amaç bu sonuçların diğer prognostik faktörlerle olan ilişkisini belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu (25/05/2022, 2022-11/20) ve hastaların aydınlatılmış onamı alındıktan sonra Haziran 2022-Kasım 2023 tarihleri arasında elektif, majör batın cerrahisi planlanan 65-85 yaş arası 232 hasta çalışmaya alındı. Preoperatif dönemde hastaların kırılganlıkları FRAIL Ölçeği, bağımlılıkları ise Katz GYA indeksi ile değerlendirildi. Postoperatif ilk 30 günlük süreçleri takip edilerek, postoperatif komplikasyonlar, yoğun bakıma yatış gereksinimi, hastanede yatış süreleri ve 1 ay içinde tekrar hastaneye yatış, reoperasyon gereksinimleri ile 30 günlük mortalite durumları gözlendi. Bulgular: Kırılganlık düzeyi frail olan hastaların respiratuar, kardiyak, nörolojik, renal komplikasyonlar, postoperatif enfeksiyonlar ve diğer komplikasyonlar daha yüksek oranda, hastanede yatış süresi daha uzun, hastaneye yeniden yatış oranı daha yüksekti. Katz GYA indeksine göre yarı bağımlı hastalarda postoperatif komplikasyon görülme oranı daha yüksek, hastanede yatış süresi daha uzun, yeniden yatış gereksinimi daha yüksek bulundu. Sonuç: Bu çalışmada; elektif major batın cerrahisi planlanan yaşlı hastalarda ve preoperatif kırılganlık düzeyi frail olanlar ile Katz GYA açısından yarı bağımlı durumunda olanlarda postoperatif olumsuz sonuçların daha çok olabileceği tespit edilmiştir. Postoperatif komplikasyonları öngörme açısından FRAIL ölçeği ile ASA skoru birlikte değerlendirildiği zaman ASA skorunun kırılganlıkla birlikte değerlendirilmediği sürece komplikasyonları öngörmede yeterli olmadığı sonucuna varılmıştır. Düşük hematokrit ve albumin düzeylerinin hastanede uzun yatışı öngörmede, ayrıca düşük hematokrit seviyelerinin yeniden hastaneye yatışı öngörmede önemli birer parametre olduğu saptanmıştır.Item Glekaprevir/Pibrentasvir tedavisi alan kronik Hepatit C hastalarında kalıcı viral yanıtın retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özçelik, Selcan; Gürel, Selim; Tıp Fakültesi ; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; 0009-0004-7951-8001Hepatit C virüsü (HCV) enfeksiyonu, dekompanse siroz ve hepatoselüler karsinom (HCC) nedeniyle yılda yaklaşık 400 bin ölüme neden olan küresel bir sağlık tehdididir. Günümüzde oral direkt etkili antiviraller (DEA), HCV enfeksiyonu tedavisi için IFN içeren tedavinin yerini almıştır. DEA’ların 2016 yılında kullanılmaya başlanmasının ardından %95 oranında kalıcı viral yanıt oranı sağlanabilmiştir. Glekaprevir/Pibrentasvir (GLE/PİB) ülkemizde 2019’dan bu yana kronik HCV enfeksiyonu tedavisi için kullanılmaktadır. Çalışmamızda Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Glekaprevir/Pibrentasvir ile tedavi edilen hastalarda tedavi yanıtını retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. Tedavisine merkezimizde başlanan 130 hastadan, takipte veri kaybı yaşanan hastaları dışarıda bırakarak 106 hastanın demografik özelliklerini, genotiplerini, sirozu olup olmamasını, tedavi deneyimi olup olmamasını, tedavi öncesi ve sonrası laboratuvar değerleri gibi kalıcı viral yanıtı etkileyebilecek faktörlerini değerlendirdik. Hastalarımızın %66’sı genotip 1b ile, %12’si ise genotip 3 ile enfekteydi ve diğer genotipler daha az sıklıktaydı. 17 hastanın kompanse karaciğer sirozu vardı, siroz tanısı karaciğer görüntülemesi, elastografi, klinik ve laboratuvar bulguları ile konulmuştu. Karaciğer biyopsisi ile siroz tanısı konulan 1 hasta vardı. Hastaların 15’i tedavi deneyimli idi ve bunların da 9’unun daha önce DEA deneyimi vardı. 103 hastada kalıcı viral yanıt sağlandı ve kalıcı viral yanıt oranı %97,20 olarak belirlendi. Tedaviye yanıt alınamayan hastalar tedavi naif, sirozu olmayan ve genotip 1b ile enfekte hastalardı. Tedaviye yanıt ile hastaların özellikleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmadı. Çalışmamız; GLE/PİB tedavisinin tüm hasta gruplarında etkili olduğu ve yüksek oranda KVY elde edildiğini göstermektedir.Item Video yardımlı torakoskopik cerrahi’de (VATS) postoperatif analjezi amacıyla uygulanan rhomboid intercostal ve sub-serratus plan bloğu kombinasyonunun, rhomboid intercostal blok ile etkinliğinin karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Üstüner, Ferhat; Kaya, Fatma Nur; Tıp Fakültesi; Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı; 0009-0000-4830-1388Prospektif, randomize planlanan çalışmamızda, video yardımlı torakoskopik cerrahi (VATS) yaklaşımı ile “wedge” rezeksiyon planlanan hastalarda, rhomboid interkostal ve subserratus plan blok (RISS) kombinasyonu ile rhomboid interkostal bloğun (RIB) postoperatif analjezi üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. Etik kurul ve hastaların yazılı onamı sonrası, ASA (Amerikan Anestezistler Derneği) sınıflaması I-III, 18-80 yaş 60 hasta çalışmaya alındı. Cerrahi insizyon öncesi hastalar RISS (n=30) ve RIB (n=30) uygulanmak üzere randomize iki gruba ayrıldı. Tüm hastalara, Hasta Kontrollü Analjezi (HKA) uygulandı. Dönemsel hemodinamik veriler, intraoperatif opioid tüketimleri, postoperatif (0., 30., 60. dk., 2., 4., 8., 12., 24. ve 48. sa) istirahat ve öksürmekle Vizüel Analog Skala (VAS) skorları, ilk HKA gereksinim zamanı ve VAS skorları, postoperatif (0.,12., 24. ve 48. sa) HKA ile morfin tüketimleri, kurtarıcı analjezik (Tramadol) kullanımları, derlenme ünitesinde kalış, mobilizasyon ve taburculuk süreleri, gözlenen komplikasyonlar, hasta/cerrah memnuniyetleri değerlendirildi. RISS grubunda istirahatte ve öksürmekle VAS skorları 12. sa dışında tüm dönemlerde daha düşük (Her iki değişken için de sırasıyla p<0,05, p<0,01, p<0,01, p<0,01, p<0,01, p<0,01, p<0,01, p<0,01), ilk HKA gereksinim zamanı daha uzun bulundu (p=0,001). Postoperatif HKA ile morfin tüketimi RISS grubunda tüm dönemlerde daha düşüktü (p<0,05, p<0,01, p<0,01, p<0,01). Hastaların derlenme ünitesinde kalış ve mobilizasyon süreleri RISS grubunda daha kısa bulundu (p<0,05, p<0,05). Diğer parametreler ise benzerdi. Sonuç olarak; VATS yaklaşım ile “wedge” rezeksiyon uygulanan hastalarda RISS grubunda, postoperatif VAS skorları ve opioid tüketimi daha az, ayrıca ilk analjezik gereksinim zamanının daha uzun olması nedeniyle RISS’ın RIB’a göre daha etkin ve uzun süreli analjezi sağladığı kanısına varıldı.Item Tip 2 Diabetes Mellitus tanılı hastalardaki eğitim müdahelesiyle, hastaların metabolik ve antropometrik ölçümlerindeki değişimin incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Uçar, Yakup; Özçakır, Alis; Tıp Fakültesi ; Aile Hekimliği Ana Bilim DalıDiyabet, vücutta insülinin üretilmediği, az üretildiği veya üretilen insülinin etkili bir şekilde kullanılamadığı durumlarda ortaya çıkan hiperglisemi ile karakterize kronik metabolik bir hastalıktır. Diyabetin başarılı bir şekilde kontrol edilmesi sadece ilaçlara ve tıbbi tedavilere bağlı değildir; önleyici faaliyetler de hastalığın kontrolünde başarılı olmada önemli yer tutmaktadır. Önleyici faaliyetlerin başında, kişilerin sağlıklı yaşam davranışlarını nasıl elde edebileceğini anlatmak ve bunları uygulayabileceği ortamı hazırlamak gelmektedir. Çalışmamız, Ertuğrul 36 No'lu Eğitim Aile Sağlığı Merkezi’ne kayıtlı Tip 2 Diabetes Mellitus tanılı hastalar üzerinden yürütülmüştür. Dahil edilme kriterlerine uyan ve çalışmamıza katılmayı kabul eden 35 hastaya, 6-8 kişilik gruplar halinde Tip 2 Diabetes Mellitus hakkında tek oturumluk bir eğitim verilmiştir. Eğitimde anlatılanları içeren bir kitapçık hazırlanarak hastalara dağıtılmıştır. Ayrıca hastalara her ay, verilen eğitimi hatırlatıcı kısa mesaj (SMS) gönderilmiştir. Altı ayın sonunda hastalar rutin kontrollerinde bakılan kilo, vücut kitle indeksi, HbA1C ve açlık kan şekeri düzeyleriyle yeniden değerlendirilmiştir. 2 hasta kontrolüne gelmemiş ve bu hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Rutin kontrolüne gelen 33 hasta ile çalışma tamamlanmıştır. Hastaların kontrollerinde bakılan açlık kan şekeri, kilo ve vücut kitle indekslerinde anlamlı bir düşüş görülmüştür (p<0,05). HbA1C düzeylerinde ise anlamlı bir değişiklik bulunamamıştır. Bu çalışmada, aile sağlığı merkezinde kısa süreli bir diyabet eğitim programı uygulamasının tip 2 diabetes mellitus tanılı bireylerin metabolik ve antropometrik ölçümleri üzerine olan olumlu etkileri gözlemlenmiştir. Elde edilen veriler ışığında, hasta eğitiminin daha konforlu ve elverişli olabileceğini düşündüğümüz aile sağlığı merkezlerinde, diyabet eğitim programlarının standardize edilerek kişileri sürekli takip eden aile hekimleri tarafından verilmesiyle hastaların sağlıklarının gelişmesi ve korunması noktasında iyileşmeler olacağı görülmüştür.Item Prematüre retinopatisi risk faktörlerinin retrospektif olarak araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Efil, Nil Sena; Çakır, Salih Çağrı; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; 0009-0001-9985-0317Prematüre retinopatisi (ROP), prematüre bebeklerde retinanın anormal vaskülarizasyonu ile karakterize ciddi görme bozukluğu veya körlüğe yol açabilen bir hastalıktır. Yenidoğan yoğun bakım ünitelerindeki gelişmelere rağmen, ROP çocukluk çağındaki görme kaybının önemli nedenlerinden biri olmaya devam etmektedir. Düşük gebelik yaşı ve düşük doğum ağırlığı, düşük APGAR skoru, oksijen tedavisinin süresi ve konsantrasyonu, Bronkopulmoner displazi (BPD), Respiratuar Distres Sendromu (RDS), Patent Duktus Arteriozus (PDA), sepsis, intraventriküler kanama (İVK), nekrotizan enterokolit (NEK), kan transfüzyonu gibi çok sayıda risk faktörü ROP gelişiminden sorumlu tutulmaktadır. Bu çalışmada, prematüre bebeklerde ROP gelişimini öngörebilmek için risk faktörlerinin araştırılması amaçlandı. Bu retrospektif çalışmaya Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesine 01 Ocak 2020-01 Ocak 2023 tarihleri arasında yatırılan gestasyonel haftası 37 hafta altında olan 306 hasta dahil edildi. Çalışmamızdaki hastaların %53,3’ü (n=163) erkek, %46,7’si (n=143) kızdı. İstatistiksel analizde; gebelik haftasının ve doğum ağırlığının düşük olması, düşük APGAR skoru, doğumda resüsitasyon ihtiyacının olması, RDS, hemodinamik anlamlı PDA, İVK, NEK, BPD, kan transfüzyonu, solunum desteği almak, TPN süresinin uzun olması ve tam enteral beslenmeye geçiş gününün uzun olması ROP gelişimi için birer risk faktörü olarak sonuçlandı. Çalışmamızda gebelik haftası 32 hafta ve altındaki hastalar için tekrar istatistiksel analiz yapıldı. Buna göre; gebelik haftasının küçük olması, antenatal steroidin tamamlanmamış olması, eritrosit transfüzyon öyküsü ve kültür kanıtlı geç sepsis varlığı ROP gelişimi için bağımsız risk faktörü olarak bulundu. Sonuç olarak; gereksiz kan transfüzyonlarının önlenmesi, preterm doğum riski olanlarda antenatal steroidin tamamlanması ve geç sepsisin önlenmesi ROP gelişiminden korunmak için önemli birer önlenebilir risk faktörü olarak değerlendirilebilir.Item Neoadjuvan tedavi sonrası videotorakoskopik anatomik akciğer rezeksiyonu uygulanan küçük hücreli dışı akciğer kanserli hastaların retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Sevinç, Tolga Evrim; Melek, Hüseyin; Tıp Fakültesi; Göğüs Cerrahisi Ana Bilim DalıAmaç: Küçük hücreli dışı akciğer kanserinin (KHDAK) cerrahi tedavisinde neoadjuvan tedavi (NT) varlığı videotorakoskopik (VATS) anatomik akciğer rezeksiyonu için göreceli bir kontrendikasyon olarak kabul edilmektedir. Ancak NT, tümör evresinde ve çapında küçülme yapması durumunda VATS sıklığını arttırabilir. Literatürde çok az sayıda çalışma NT sonrası VATS'ın sonuçlarını analiz etmiştir. Bu çalışmanın amacı NT alan KHDAK hastalarında VATS'ın uygulanabilirliğini, güvenliğini ve sonuçlarını değerlendirmektir. Gereç-Yöntemler: Ocak 2011 ile Aralık 2021 tarihleri arasında kliniğimizde KHDAK tanısıyla VATS anatomik akciğer rezeksiyonu (segmentektomi ve büyük rezeksiyonlar) ve lenf nodu diseksiyonu uygulanan hastaların verileri prospektif olarak kaydedilip, retrospektif olarak analiz edildi. Hastalar 2 gruba ayrıldı. Grup 1: Ameliyat öncesi onkolojik tedavi almayan hastalar (G1, VATS), Grup 2: Ameliyat öncesi NT alan hastalar (G2, VATS neo). Grupların demografik özellikleri, tedavi rejimleri, cerrahi detayları, morbidite/mortalite ve patolojik evreleri karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya 65 kadın 240 erkek, ortalama yaş 65 (26-83) olan toplam 305 hasta (G1 n=236, G2 n=69) dahil edildi. G2'de hastaların 22'sinde (%31,9) NT öncesi tümör çapı 5 cm'den büyüktü. Elli beş hastaya kemoterapi, altısına kemoradyoterapi, birine kemoradyoterapi ve immünoterapi, yedisine ise kemoterapi ve immünoterapi uygulandı. Torakotomiye geçiş G1'de n=42 (%17,8), G2'de n=18 (%26,1), p=0,128 idi. Postoperatif 100 hastada (%32,8) komplikasyon geliştiği görüldü (G1'de n= 75 (%31,9), G2'de n=25 (%36,2), p=0,5). Mortalite oranı G1'de n=5 (%2,1), G2'de n=1 (%1,4), p=1,0 idi. Uzak metastaz/lokal nüks G1'de n=49 (%21,2), G2'de n=20 (%29,4), p=0,16, idi. Beş yıllık sağkalım G1de %74,4, G2’de %68,1, p=0,134 olarak izlendi. Sonuç: Çalışmamız benzer onkolojik sonuçlarla NT uygulanan hastalarda VATS ile akciğer rezeksiyonunun güvenli bir şekilde yapılabileceğini ve ayrıca VATS sıklığını artırabileceğini de göstermektedir.Item Meme kanserinde neoadjuvan kemoterapi olarak siklofosfamid+dosetaksel alan hastaların retrospektif değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Bağrıyanık, Mertcan; Evrensel, Türkkan; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; 0009-0008-9319-7725NAKT olarak antrasiklin ve taksan bazlı rejimlerler (örn. AC-T) önerilmektedir. Antrasiklinler ve ilgili bileşikler kardiyotoksisitede rol oynayan kemoterapötik ajanlar arasındadır Birçok orta riskli HER2 negatif hasta için, özellikle de hormon reseptörü pozitif kanserli hastalar için ve antrasiklinlerin potansiyel kardiyotoksik etkilerinin büyük bir endişe kaynağı olduğu hastalarda, TC gibi antrasiklin içermeyen bir rejim makul bir seçenektir. Bursa Uludağ Üniversitesi Hastanesi’ne 2010 Ocak ile 2023 Aralık tarihleri arasında başvurmuş patolojik olarak meme kanseri tanısı alan, Her2(IHC) skoru 2’nin altında olan, neoadjuvan kemoterapi olarak siklofosfamid+dosetaksel verilen ve sonrasında operasyon planlanan 22 hastanın klinik, histopatolojik, demografik verilerinin incelenmesi ve sağ kalımlarını etkileyen faktörlerin retrospektif olarak araştırıldı. Kaplan - Meier analizi ile bakılan hastalıksız sağ kalımda medyan değer 101 ay olarak sonuçlandı. 4 hastada nüks gelişti. Kaplan - Meier analizi ile bakılan toplam sağ kalımda medyan değer medyan değer 109.90 ay olarak sonuçlandı 4 hastada exitus tespit edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların preoperatif dönemdeki özelliklerin Miler-Payne sistemine göre KT yanıt derecesine etkisi incelendiğinde hastaların KT yanıt skoru ile operasyon öncesi klinik T evresi arasında istatiksel olarak anlamlı bir ilişki olduğu tespit edildi (p=0,046). Çalışmamızda NAKT sonrası 2 hastada(%9,1) pCR elde edildi. pCR yanıtın DFS ve OS üzerine etkisi gösterilemedi. Çalışmamızda Ki-67 yüzdesine ait kesim noktasını belirleyebilmek için ROC) analizi gerçekleştirilmiştir. Ki-67 yüzdesinin >12 olması durumunda ROC eğrisi altında kalan alan 0,945 (p<0,001) olarak hesaplanmış olup Ki-67 yüzdesinin >12 olmasının hastalıksız sağkalımı istatiksel olarak anlamlı şekilde etkilediği görüldü.Item Plak psoriasis hastalarında IL-12/23 ve IL-17 inhibitör tedavilerinin klinik sonuçlarının retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Yastı, Selma; Aydoğan, Kenan; Tıp Fakültesi; Deri ve Zührevi Hastalıklar Ana Bilim Dalı; 0009-0007-2447-0815Psoriasis, sistemik inflamasyon ile karakterize, kronik bir deri hastalığıdır. Son yıllarda, IL-12/23 ve IL-17 inhibisyonu yapan biyolojik ajanlar, bu hastalığın yönetiminde önemli ilerlemeler sağlamıştır. Bu biyolojik ajanlar faz III ve gerçek yaşam çalışmalarında etkili ve güvenli olarak raporlanmasına rağmen, elde edilen veriler bu ajanların karşılaştırması için kısıtlı kalmaktadır. Bu çalışma, orta-şiddetli psoriasis için ülkemizde kullanılmakta olan IL-12/23 ve L-17 inhibisyonunda rol alan üç farklı biyolojik ajanın (ustekinumab, sekukinumab ve iksekizumab) etkinlik ve güvenlik profillerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bu retrospektif gözlemsel, tek merkezli çalışma, toplam 253 psoriasis hastasını kapsamaktadır. Hastalar, kullanılan biyolojik tedaviye göre üç gruba ayrılmıştır: ustekinumab (n=133), sekukinumab (n=60) ve iksekizumab (n=60). Veri toplama süreci; hastaların demografik bilgileri, hastalık özellikleri, PAŞİ (Psoriasis Alan Şiddet İndeksi) skor değişimleri ve yan etkiler üzerinden yapılmıştır. Ustekinumab için 9 yıllık, sekukinumab için 5 yıllık, iksekizumab için 4 yıllık gerçek yaşam verileri incelenmiştir. Etkinlik verileri;16. hafta, 28. hafta, 40. hafta, 52. hafta ve sonrasında yıllık olmak üzere üzere 4. yıla kadar zamanla karşılaştırmalı olarak analiz edilmiştir. Tedavinin 16. haftasında PAŞİ 75 yanıtına ulaşan hasta oranları açısından tedavi grupları arasında anlamlı bir fark bulunmazken (p=0,068), PAŞİ 90 ve PAŞİ 100 yanıtına ulaşan hasta oranı sekukinumab ve iksekizumab gruplarında, ustekinumab grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek gözlemlenmiştir (p<0,001). 28. haftada PAŞİ 75, PAŞİ 90 ve PAŞİ 100 yanıtı elde edilen hasta yüzdeleri, sekukinumab ve iksekizumab gruplarında, ustekinumab grubundan anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p<0,001, p<0,05). 52. haftada ise PAŞİ 75 ve PAŞİ 90 yanıtı gösteren hasta oranları üç tedavi grubunda da benzer iken (p>0,05), PAŞİ 100 yanıtı sekukinumab ve iksekizumab gruplarında, ustekinumab grubuna göre anlamlı biçimde daha yüksek gözlenmiştir (p=0,006). Yan etkiler açısından incelendiğinde, iksekizumab grubunda enjeksiyon yerinde reaksiyonlar daha sık gözlenirken, ustekinumab ve sekukinumab grubunda üst solunum yolu enfeksiyonları (ÜSYE) veya nazofarenjit daha sık rapor edilmiştir.Item Kromolin sodyumun lokal olarak silikon port implant etrafına uygulanarak, implanta bağlı kapsül kontraktürü gelişmesini önlemedeki etkisinin sıçan modelinde incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Uçar, Muhammed Hüseyin; Özgenel, Güzin Yeşim; Tıp Fakültesi; Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Ana Bilim Dalı; YokAmaç: Meme kanserinde mastektomi sonrası meme rekonstrüksiyonu amacıyla ve estetik amaçlı meme büyütme operasyonlarında silikon implantlar çok sık kullanılmaktadır. Kapsül kontraktürü meme implantının çevresinde aşırı fibrozis gelişmesiyle oluşan patolojik bir durumdur. Mast hücreleri vücuttaki aşırı fibrozis gelişen durumlarda ve fibröz kapsül oluşumunda etkili hücrelerden biridir. Bu deneysel çalışmada kromolin sodyumun mast hücresi membran stabilizasyonu etkisi nedeniyle implant çevresi kapsül kontraktürü gelişimi üzerine etkisinin araştırılması amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışma sıçan modeli olarak tasarlandı. Çalışmada 16 adet Sprague-Dawley cinsi dişi sıçan kullanıldı. Her grup rastgele 8 sıçan içerecek şekilde planlanarak 2 grup oluşturuldu. Sıçanların sırt bölgesine panniculus carnosus altına silikon port mini implantlar yerleştirildi. Kontrol grubuna enjeksiyon uygulanmadı. Diğer gruba Kromolin sodyum 10mg/kg dozunda silikon port mini implant yerleştirilmesini takiben 1 hafta boyunca her gün port yoluyla enjekte edildi. Sıçanlara 4 hafta takip sonrası ötenazi yapıldı. Histopatolojik olarak akut inflamasyon, sinovyal metaplazi, ortalama mast hücre sayısı ve ortalama kapsül kalınlığı incelendi. Bulgular: İki grupta da sinovyal metaplaziye rastlanmadı. Apse gelişen bir sıçan dışında akut inflamasyona rastlanmadı. Ortalama mast hücre sayısı kontrol grubunda fibrotik doku içinde 3.00±4.00, anjiyogenezis alan 1’ de 19.14±17.6, anjiyogenezis alan 2’de 17.14±8.93 olarak saptandı. Kromolin grubunda ise fibrotik doku içindeki ortalama mast hücre sayısı 9.00±8.68, anjiyogenezis alan 1’de 19.29±8.4, anjiyogenezis alan 2’de 14.71±9.12 olarak saptanmıştır. Ortalama kapsül kalınlığı kontrol grubunda 224.975±147.405, kromolin grubunda 254.533±136.000 olduğu görüldü. Kontrol ve kromolin grupları karşılaştırıldığında anlamlı bir fark saptanmadı (p=0.15). Sonuç: Bu çalışmanın sonucunda akut inflamasyon, sinovyal metaplazi, ortalama mast hücre sayısı, ortalama kapsül kalınlığı incelendiğinde iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı.Item Gelişimsel kalça displazisinin erişkin yaş tedavisinde total kalça protezi uyguladığımız; Asetabulum kalça rotasyon merkezinin anatomik yerinde ve yüksekte tutulduğu hastaların radyolojik ve klinik olarak karşılaştırılması: Retrospektif çalışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Tekin, Mehmet Emin; Bilgen, M. Sadık; Tıp Fakültesi; Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim DalıAmaç: Total kalça protezi (TKP) uyguladığımız, gelişimsel kalça displazili (GKD) hastalarda; kalça rotasyon merkezinin (KRM) anatomik yerinde ve yüksekte tutulmasının klinik ve radyolojik olarak sonuçlarının karşılaştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: 2012-2022 yılları arasında, 18 yaş üzeri GKD tanısıyla TKP uygulanan 79 hastanın 94 ameliyatı değerlendirildi. KRM’si yerinde ve yüksekte uygulanan hastalar olarak iki gruba (45 yerinde, 49 yüksekte) ayrıldı. Bu hastalar demografik veriler, Harris Kalça Skoru (HKS), Oxford Kalça Skoru (OKS), Vizüel Analog Skala (VAS), bacak boy eşitsizlikleri (BBE), siyatik araz, yatış süresi, kanama miktarı, eritrosit süspansiyon (ES) ihtiyacı, enfeksiyon, debridman, revizyon, dislokasyon, fraktür, osteoliz, gevşeme, heterotopik ossifikasyon (HO) ve pelvik oblisite açısından gruplar arasında kıyaslandı. Bulgular: Demografik verilerde; iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Radyolojik verilerde; Crowe tip 1, tip 4’te KRM yüksek oranda yerinde; tip 2, tip 3’te yüksekte uygulandı. Dorr tip A’da %73, tip B’de %62,5 oranında konik, Tip C’de %58,8 oranında kare ve silindirik kesit stem uygulandı. Pelvik oblisite değişiminde, migrasyon, gevşeme ve osteolizde anlamlı fark saptanmadı. Klinik verilerde; iki grupta da HKS, OKS ve VAS skorlarında anlamlı iyileşme gözlendi, ancak gruplar arasında anlamlı fark saptanmadı. Yatış, ameliyat sürelerinde fark görülmedi. Yüksekte olan grubun kanama miktarı ve ES ihtiyacı fazlaydı, ancak anlamlı fark yoktu. Her iki grupta anatomik ve klinik BBE’lerde azalma görüldü, ancak gruplar arasında anlamlı fark saptanmadı. Komplikasyonlar açısından gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı. Sonuç: Kemik stoğu yetersiz olan GKD hastalarında yeterli kemik stoğunun sağlanabilmesi amacıyla, yüksekte KRM belirlenmesi ve konumlandırılması uygun bir yöntemdir ve komplikasyon oranları yerinde KRM uygulamasıyla benzerdir.Item Meme cerrahisi planlanan hastalarda serratus anterior plan bloğuna pektointerkostal fasyal plan bloğunun eklenmesinin postoperatif ağrı yönetimine etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kök, Özlem; Yavaşcaoğlu, Belgin; Akesen, Selcan; Tıp Fakültesi; Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim DalıÇalışmamızda meme cerrahisi planlanan hastalarda serratus anterior plan bloğuna (SAPB), pektointerkostal fasyal plan bloğunun (PİFPB) eklenmesinin postoperatif ağrı yönetimine etkisini prospektif ve randomize kontrollü olarak karşılaştırmayı amaçladık. Çalışma, etik kurul onayı ve hastalardan alınan yazılı onam sonrası, meme cerrahisi planlanan, Amerikan Anestezistler Derneği (ASA) sınıflaması I-III olan, 18-75 yaş grubu 60 hastada gerçekleştirildi. Hastalar randomizasyon sonrası demografik verileri kaydedilerek, rutin monitorizasyon ve genel anestezi indüksiyonu sonrası, SAPB ve SAPB+PİFPB uygulanan gruplar olarak ikiye ayrıldı. Tüm hastaların hemodinamik verileri indüksiyon öncesi, sonrası ve intraoperatif 30 dakikalık periyotlarla kaydedildi. Hastaların intraoperatif hemodinamik verileri ve opioid tüketimleri, istirahat ve hareket halinde Vizüel Analog Skala (VAS) skorları, ilk analjezik gereksinim zamanı, kurtarıcı analjezik gereksinimi ve tüketim miktarı, postoperatif bulantı ve kusma (POBK), mobilizasyon zamanı, hasta ve cerrahi ekibin memnuniyeti değerlendirildi. Gruplar arasında, hastaların demografik ve intraoperatif hemodinamik verileri, intraoperatif fentanil tüketimi, istirahat ve hareket halinde VAS skorları, ilk analjezik gereksinim zamanı ve dozu, ilk kurtarıcı analjezik gereksinim zamanı, POBK insidansı verilerinde anlamlı bir fark saptanmadı. SAPB+PİFPB grubunda, kurtarıcı analjezik gereksinimi olan hasta sayısında (p<0,05, p=0,002) ve kurtarıcı analjezik tüketim miktarında (p<0,05, p=0,001) istatistiksel olarak anlamlı bir azalma bulundu. Mobilizasyon zamanı SAPB+PİFPB grubunda SAPB grubuna göre daha kısa bulundu (p<0,05, p<0,001). Sonuç olarak, meme cerrahisinde postoperatif ağrı yönetiminde SAPB+PİFPB kombinasyonunun, tek başına uygulanan SAPB’ye benzer postoperatif analjezi sağladığı, ancak daha büyük örneklem sayısı olan çalışmalara gereksinim olduğu sonucuna varıldı.Item Preterm doğumda plasental Mycoplasma hominis ve Ureaplasma urealyticum kültür sonuçlarının prospektif olarak değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Zadran, Sofia; Demir, Bilge Çetinkaya; Tıp Fakültesi; Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı; 0000-0001-8819-7212Amaç: Bu çalışmada, preterm doğumda plasental kültürden Mycoplasma hominis ve Ureaplasma urealyticum görülme sıklıklarının araştırılması, bu sayede preterm doğum ile enfeksiyon arasındaki ilişkinin incelenmesi, enfeksiyona sekonder maternal komplikasyon ve olumsuz gebelik sonuçlarının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mart 2023 - Mart 2024 tarihleri arasında U.Ü.T.F. Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’na erken doğum tehdidi ile başvurmuş, 18-45 yaş grubunda, gebelik dönemi 24+0 ile 36+6 hafta aralığında olan, spontan, preterm prematür membran rüptürü (PPROM) veya iatrojenik nedenlere bağlı preterm doğumu gerçekleşmiş olan 117 hasta dahil edilmiştir. Kontrol grubu olarak ise yine 18-45 yaş grubunda, gebelik dönemi 24+0 ile 36+6 hafta aralığında bulunan, polikliniğe rutin kontrol amaçlı başvurmuş olup aktif yakınması bulunmayan 99 hasta dahil edilmiştir. Çalışma tek merkezli ve prospektif olarak yürütülmüştür. Rutin klinik tetkiklere ek olarak, hastalardan alınan idrar örnekleri üzerinde Mycoplasma hominis ve Ureaplasma urealyticum idrar kültürü çalışılmıştır. Preterm doğum yapan hastalarda, idrar örnekleri ile eş zamanlı olarak plasental kültürde de Mycoplasma hominis ve Ureaplasma urealyticum varlığı araştırılmıştır. Bulgular: Hastaların %18,8’inde, kontrol grubunun %11,7’sinde piyüri saptanmıştır. Hasta ve kontrol gruplarında piyüri oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p>0,05). Hasta grubunun %10,3’ünde, kontrol grubunun %18,9’unda idrarda üreme belirlenmiştir. Hasta ve kontrol gruplarında idrar kültüründe üreme oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır (p>0,05).Hasta grubunun %10,5’inde vajinal kültürde üreme, %5,1’inde (n=6) ise plasental kültürde Ureaplasma urealyticum üremesi belirlenmiştir. Hastaların plasental patoloji sonuçları arasında en yüksek sıklıkta görünen sonuçlar perivillöz fibrin birikimi (%59,0), sinsityal knot artışı (%53,0), koriyoamnionitis (%9.4) (n=11), apse (%5,1) (n=6), funnistis (%4,3) (n=5) saptanmıştır.Erken preterm dönemde (<34.hafta) bulunan hastaların geç preterm dönemde (34- 36.haftalar)) olan hastalara göre koriyoamnionitis tanısı alma oranları istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p=0,002). Doğum haftası dönemine göre plasental apse ve funnistis tanısı alma sıklıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmemiştir. Erken preterm dönemde (<34.hafta) olan hastaların geç preterm dönemde olan hastalara göre piyüri tanısı alma ile idrar ve plasental kültürde üreme varlığı oranlarının daha yüksek olduğu gözlenmiş; ancak doğum haftasına göre bu gözlenme sıklıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık belirlenmemiştir (p>0,05).Erken preterm dönemde (<34.hafta) olan hastaların CRP düzeyi ortalamasının (11.6) geç preterm dönemde (34-36.haftalar) olan hastalara (8.4) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır (p=0,045). Sonuç: Çalışmamızda, histolojik ve mikrobiyolojik kriterlere dayanarak intrauterin enfeksiyon sıklığı erken preterm dönemde (<34.hafta) , geç preterm dönemde (34-36.haftalar) olan hastalara göre daha yüksek olarak saptanmıştır.Ancak çalışmamızın primer sonucu olan plasental kültürde Mycoplasma ve üreaplasma üreme sıklıklarına ilişkin elde ettiğimiz bulgular düşük üreme frekanslarına tekabül ettiği söylenebilir.Item Evre 4 oligometastatik küçük hücreli dışı akciğer kanserli hastalarda cerrahi tedavinin rolü, tek merkezde 26 yıllık deneyimin retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Pirim, Gizem Gedikoğlu; Melek, Hüseyin; Tıp Fakültesi; Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı; 0009-0004-7224-4167Giriş ve Amaç: Metastatik küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) hastaları düşük sağkalım ve kötü prognoza sahiptir. Bu evredeki hastalara cerrahi tedavi önerilmez. Ancak özel bir grup olan oligometastik KHDAK’li hastaların agresif tedavi seçenekleri ile sağkalımları artırılabilmektedir. Çalışmamızda cerrahi tedavi uygulanmış oligometastatik KHDAK’li hastalarda cerrahi, onkolojik sonuçlar ve sağkalımı etkileyen prognostik faktörler araştırıldı. Yöntem: Çalışmaya 1996-2023 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Kliniğinde oligometastik KHDAK nedeniyle anatomik akciğer rezeksiyonu yapılan ve metastazına yönelik lokal ablatif tedavi alan 80 hasta dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, yapılan cerrahi, cerrahi sonuçları, metastaz organları ve organdaki metastaz sayıları, metastaza yönelik tedavileri, patolojik T (pT) evresi, patolojik N (pN) evresi, tümörün histolojik tipine göre sağkalım analizleri yapıldı. Bulgular: Hastaların 7’si (%8,75) kadın, 73’ü erkek (%91,25) ortalama yaş 60,21’di. En sık görülen metastaz organı beyin (%41,2), ardından akciğerdi (%25). Histopatolojik en sık görülen alt tip adenokarsinomdu. Genel sağkalım bir yıllık %67,5; iki yıllık %48,5 ve beş yıllık %28,7 olarak hesaplandı. Hastalıksız sağkalım medyan 19±9,2 aydı. En iyi sağkalıma sahip metastaz organı akciğerdi. Sağkalımda anlamlı fark yaratan faktörler, mediastinal lenf nodu pozitifliği, metastaz organı sayısı ve organdaki metastaz sayısıdıydı (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmamız metastatik KHDAK’li hastaların seçilmiş bir grubu olan oligometastatik hastaların tedavisinde akciğer rezeksiyonu ve metastaza yönelik lokal ablatif tedavinin sağkalımı artırabileceğini göstermektedir.Item Nefrotik sendrom oluşturulan sıçanlarda resveratrol ve metformin tedavilerinin böbrek dokusundaki nukleoporin ve endoplazmik retikulum stres proteinlerine etkileri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Meteris, Tanju; Yıldız, Bilal; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; YokNükleoporinlerin ve endoplazmik retikulum stresinin nefrotik sendromun patogenezinde kritik rol oynadığı iddia edilmiştir. Ancak nefrotik sendromda nükleoporinler ve endoplazmik retikulum stres proteinlerinin böbrek dokusundaki düzeyleri, ilişkileri ve bunları hedef alan tedaviler hakkında yeterli veri yoktur. İntraperitoneal adriamisin uygulanan ve nefrotik sendrom gelişen sıçanlara oral metformin ve resveratrol tedavisi uygulandı. Böbrek dokusu NUP-93, NUP-107, IRE-1, ATF-6, kaspaz-12 ve kaspaz-3 düzeyleri ve bunların resveratrol ve metformin tedavisine yanıtları ELISA ile ölçüldü. Nefrotik sıçanlarda tedavi edilmemiş ve resveratrol ve metformin ile tedavi edilmiş böbrek dokusu NUP-93, NUP-107, IRE-1 ve kaspaz-12 seviyeleri, kontrollere kıyasla arttı. Tedavi edilmemiş ve resveratrol ile tedavi edilen nefrotik sıçanlarda böbrek dokusu NUP-93 ve IRE-1 seviyeleri artarken, metformin ile tedavi edilenlerde kontrollerle benzerdi. Serum albumin ile NUP 107, NUP-93, IRE-1, kaspaz-12 ve hasar skorları arasında negatif korelasyonlar vardı. Deneyde NUP107, NUP93, IRE-1 ve kaspaz 12 seviyeleri arttıkça hasar skorları kötüleşti. Resveratrol ve metformin, glomerüler hasarı azaltmada etkili olurken, tübüler hasarı azaltamadı. İnterstisyel hasar ise sadece metformin ile azaldı. Sonuç olarak, böbrek kaspaz 12 ve IRE-1 seviyeleri yüksek olmasına rağmen kaspaz-3 seviyelerinin kontrollerle benzer bulunması, nefrotik sendromda endoplazmik retikulum stresi kaynaklı apoptozun meydana gelmediğini düşündürmektedir. Metformin, IRE1 ve NUP-93 yoluyla ERS ve nükleoporinleri azaltarak, bu iki mekanizmanın nefrotik sendrom üzerindeki olumsuz etkilerini azaltabilir ve böylece serum albümin düzeylerinin artmasına katkıda bulunabilir. Metformin ile glomerüler ve interstisyel hasarın düzeltilmesi, böbrek NUP-93 ve IRE-1 seviyelerinin azaltılması yoluyla gerçekleşmiş olabilir. Nükleoporinleri ve endoplazmik retikulum stresini kontrol etmek ve/veya hedef almak suretiyle nefrotik sendromdaki değişiklikleri göstermek için yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.Item Acil servise geçici iskemik atak ile gelen hastaların tekrarlayan başvurularının retrospektif olarak incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Yontar, Ömer; Çıkrıklar, Halil İbrahim; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim Dalı; 0009-0007-0239-783XAmaç: Bu çalışmada amacımız geçici iskemik atak tanısı alıp tekrarlayan inme tanısı ile başvurusu olan hastaların analizini yaparak, tekrarlayan başvurulara sebep olabilecek faktörleri incelemek ve geçici iskemik atak sonrası inme nüksünün azaltılabilmesi konusunda literatüre katkıda bulunmaktır. Metod: Kesitsel tipte olan bu çalışma 01.01.2013 - 12.12.2023 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi erişkin acil servisine geçici iskemik atak tanısı ile başvuran ve sonrasında nüks inme ile tekrarlayan başvurusu olan hasta dosyalarının, retrospektif olarak değerlendirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Bulgular: Araştırmada değerlendirilen vakaların %49’u erkekti ve yaş ortalamaları birinci başvuruda 66,50, ikinci başvuruda 68,33 olarak bulundu. Vakaların iki başvurusu arasında geçen süre ortalaması 21.33 ay olarak bulundu. İlk başvurusunda konuşma bozukluğu olan hastaların, ABCD3-I skoru yüksek olan hastaların ve kronik böbrek yetmezliği olan hastaların nüks inme geçirme süreleri daha kısaydı. İkinci başvurulardaki glaskow koma skoru ortalamaları daha düşük, hastaneye yatış oranları daha yüksek bulundu. Sonuç: Çalışmamızda geçici iskemik atak sonrası nüks inmelerde klinik tablo ağırlaştığı görülmektedir. Geçici iskemik atak sonrası inme nüksünün önlenmesi için risk faktörleri, risk skorlama sistemleri, görüntüleme ve tedavi yöntemleri hekimler tarafından iyi anlaşılmalı ve konu ile ilgili literatüre katkı sunan çalışmaları sayıları arttırılmalıdır.Item Legg Calve Perthes hastalığında asetabulum morfolojisinin radyolojik olarak değerlendirilmesi: Retrospektif çalışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Çakar, Arif; Sarısözen, Mehmet Bartu; Tıp Fakültesi; Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim DalıAmaç: Legg Calve Perthes (LCP) hastalığı hem femur baş-boyun hem de asetabulum morfolojisinde değişikliklerle seyreden idiopatik avasküler nekroz hastalığı olarak tanımlanmıştır. Bu çalışmada amacımız LCP hastalığında asetabular morfolojinin değişimini radyolojik olarak değerlendirmektir. Gereç ve yöntem: LCP hastalığı nedeniyle takip ettiğimiz 58 hasta (66 kalça) retrospektif olarak incelendi. Hastalarda başlangıç yaşı, cinsiyet, tedavi şekli, hastalığın evresi ve sınıflandırmalara göre Pelvis AP ve Pelvis kurbağa pozisyonu radyografilerinde Asetabulum çatı uzunluğu, Asetabulum çapı, Asetabulum açılma açısı, Pelvik genişlik indeksi, İlioiskiyal açı; Pelvik bilgisayarlı tomografi (BT) kesitlerinde LCEA (Lateral merkez kenar açısı), Asetabular inklinasyon açısı (IA), Asetabular derinlik-genişlik oranı (ADR), Kranial ve Merkezi asetabular versiyonlar ve Anterior ve Posterior asetabular sektör açı değerleri (AASA, PASA) kontrol grubu ile kıyaslanarak değerlendirildi. Bulgular: Konservatif takip edilen Perthes tutulumlu kalçalar hastalığın doğal gelişimi açısından değerlendirildiğinde, Asetabulum çapı, Asetabulum açılma açısı, Pelvik genişlik indeksi, LCEA, IA, ADR, AASA ve PASA değerlerinin normal kalçalardan farklı olduğu; pelvik osteotomi yapılan kalçalar değerlendirildiğinde, konservatif tedavi uygulanan kalçalarda değişmediği saptanan İlioiskiyal açı ve Asetabulum çatı uzunluğunun değiştiği, Kranial ve Merkezi asetabular versiyon açılarına ek olarak ayrıca AASA açısında da önemli bir farklılık gelişmediği saptandı. Başvuru yaşına göre Perthes tutulumlu kalçalar 3-6 ve 7-9 olarak iki yaş grubu kontrol grubu ile karşılaştırıldığında PASA açısı dışında aralarında farklılık olmadığı belirlendi. Kadınlarda Perthes tutulumlu kalçalarda erkeklerden farklı olarak kontrol grubuna göre LCEA, IA ve AASA’nın değişmediği bulunmuştur. Hastalığın tutulumunu gösteren Herring ve Catterall sınıflandırmalarında Perthes tutulumlu kalçalar normal grupla karşılaştırıldığında tutulumun şiddeti arrtıkça değişen parametrelerin sayısı atmakta ve en şiddetli tutulumun olduğu Herring Grup C ve Catterall Grup IV’de Kranial asetabular versiyonun değiştiği görüldü. Pelvik osteotomi sırasında bakılan evrelemede Evre 1B ve 2A olan kalçalar erken cerrahi uygulanan; Evre 2B, 3A ve 3B olan kalçalar geç cerrahi uygulanan şeklinde gruplara ayrılıp, gruplardaki Perthes hastalığı geçirmiş kalçalar kontrol değerleri ile karşılaştırıldığında Asetabulum çatı uzunluğu, AASA ve PASA dışında aralarında bir fark olmadığı belirlendi. Pelvik osteotomi uygulanan Stulberg 2 ve 3 grubundaki Perthes hastalığı geçirmiş kalçalar, Stulberg 4 ve 5 grubuna göre değerlendirildiğinde AASA değerinin normal kalçalara göre değişmediği saptandı. Sonuç: Perthes hastalığında asetabulum yapısal olarak değişime uğramaktadır. Genel olarak asetabuler versiyonda önemli değişiklik olmazken, anterior, posterior ve lateral örtümde azalma, asetabulum küreselliğinde bozulma ve asetabulum derinlik-genişlik oranında azalma gelişmektedir. Asetabulum çapı demografik özellikler, evre, tutulum ve tedavi biçiminden bağımsız olarak tüm hastalarda büyümektedir. Pelvik osteotomi uygulanması, beklendiği üzere asetabulumun doğal gelişimini değiştirmekte ve bu kalçalarda anterior örtüm, konservatif tedavi edilen kalçalardan farklı olarak korunmaktadır.Item Atriyal fibrilasyon tanısı ile acil serviste değerlendirilen 65 yaş üzeri hastaların demografik özelliklerinin retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Hazıyev, Tabriz; Aslan, Şahin; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim Dalı; 0009-0000-9246-2074Atriyal fibrilasyon (AF); kalpte ritim bozukluğu ile karakterize edilen, atriyumların hızlı ve düzensiz bir biçimde kasılma hareketi göstermesi olarak tanımlanmaktadır. Çalışmamızın amacı acil servise AF tanısı ile başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların demografik özelliklerini, altta yatan ek hastalıkları incelemek ve ülkemiz verilerine katkıda bulunmaktır. Çalışmamıza acil servise 01.01.2018 – 01.01.2023 tarihleri arasında başvuran, 65 yaş ve üzeri olan atriyal fibrilasyon tanısı olan ve yeni tanı alan hastalar dahil edilmiştir. Hastaların ad-soyad, yaş, cinsiyet, protokol numarası, başvuru saati, sistolik ve diastolik kan basıncı değerleri, satürasyon değeri, vücut sıcaklıkları, kalp atım sayısı, alkol ve sigara kullanım öyküsü, ek hastalıkları, antikoagülan ilaç kullanımı, atriyal fibrilasyon türü ve sonlanma şekli (taburcu, yatış) kaydedilmiştir. Çalışmaya alınan 335 hastanın 200 (%59,7)’ü kadın, 135 (%40,7)’i ise erkek idi. Hastaların yaş dağılımı ise 110 hasta 65-74 (%32,8), 136 hasta 75- 84 (%40,6) 89 hasta 85+ (%26,6) idi. Hastaların acil servise en sık başvuru şikayeti-çarpıntı, dispne, göğüs ağrısı, senkop şeklinde rastlanmıştır. Hastaların 9 (%2,7)’unda yeni tanı AF, 326 (%97,3)’sında ise kronik AF bulunmuştur. Risk faktörleri arasında en sık görülen hastalıklar hipertansiyon, kalp yetmezliği, koroner arter hastalığı, kronik böbrek yetmezliği ve diabet olarak izlendi. Sigara kullanımında ise 231 (%69) hasta non-smoker, 102 (%30,4) hasta kronik smoker, 2 (%0,6) hasta ise sigarayı bırakanlar olarak bulundu. Acil servise AF tanısı ile başvuran hastalarda kadın cinsiyet daha fazlaydı. Hipertansiyon, AF’de en sık rastlanan risk faktörüydü ve kalıcı AF’de görülme oranı daha yüksekti.Item Metastatik olmayan larenks kanseri tanılı hastalarda postoperatif tedavi modalitelerinin etkinliklerinin retrospektif karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Gökmen, Ayşe; Çubukçu, Erdem; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim DalıLarenks kanseri, baş ve boyun kanserleri içinde en yaygın görülen türlerden biridir. Larenks kanserinin tedavisi yıllar içinde gelişmeler göstermesine rağmen sağkalımda artış sınırlıdır. Bu çalışmada; tanı anında metastatik olmayan larenks kanseri tanılı hastalarda postoperatif tedavi modalitelerinin etkinliklerinin retrospektif olarak karşılaştırılmasını incelemeyi amaçladık. Çalışmamıza Ocak 2012 ile Ocak 2022 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine başvuran ve larenks kanseri tanısı alan, primer cerrahi uygulanan ve postoperatif Kemoradyoterapi (KRT) veya Radyoterapi (RT) uygulanan 118 hasta dahil edilmiştir. Çalışmamız retrospektif bir kohort çalışmasıdır. Hastaların klinikopatolojik özellikleri, tanı tarihi, operasyon tarihi, tedavileri, son başvuru veya ölüm tarihleri belirlenerek karşılaştırmalı analizleri planlanmıştır. Çalışmamıza 114’ü (%96,6) erkek olmak üzere 118 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 62,7±8,2 idi. Hastaların 18’i (%15,3) Evre III ve 100’ü (%84,7) Evre IV’tü. Hastaların 56’sına (%47,5) adjuvan RT, 62’sine (%52,5) adjuvan KRT uygulandı. KRT grubunda 52 hastaya (%83,9) haftalık sisplatin ile eş zamanlı RT uygulandı. Sisplatin doz ortalaması 164,3±46,8 mg/m2 idi. Sisplatin total doz olarak 30 hastaya (%60) 200 mg/m2 ’nin altında verilirken, 20 hastaya (%40) ise 200 mg/m2 ve üzerinde verilmişti. Takipte 20 hasta nüks etti. Bunların 5’i (%25) lokal nüks, 15’i (%75) uzak metastazdı. N evresine (p<0,001), tümör diferansiasyonuna (p=0,038) ve evreye (p<0,001) göre, tedavi grupları arasında farklılık saptandı. Çalışmamızda adjuvan RT’ye, KT eklenmesinin istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi gösterilememiştir. Tanı yaşı, cerrahi sınır ve evrenin hastalıksız sağkalıma istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi gözlenmiştir. Bu bulgularımızın daha büyük, prospektif, çok merkezli bir kohortta daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.Item Hipertiroidi ile takipli hastaların etiyolojik, klinik ve laboratuvar özellikleri ile izlem sonuçlarının değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Gündoğdu, Meltem Eryılmaz; Sağlam, Halil; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim DalıHipertiroidizmin en yaygın nedeni, tiroid stimüle edici hormonun (TSH) TSH reseptör otoantikoru (TRAb) tarafından TSH reseptörünün uyarılmasından kaynaklanan bir otoimmün bozukluk olan Graves Hastalığı’dır (GH) ve pediatrik hipertiroidizmin %96'sını oluşturur. GH’ı olan çocukların çoğunluğu, taşikardi, guatr, ishal veya kilo kaybıyla birlikte veya kilo kaybı olmadan iştah artışı gibi karakteristik hipertiroidizm tabloları gösterir. Ocak 2020 ve Aralık 2023 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran, hipertiroidi tanılı 35 hastanın çalışmaya dahil edildi. Hastalar hipertiroidi etiyolojisine göre kategorize edildi. Hipertiroidi sebepleri; 14 hasta GH, 14 hasta HT, 3 hasta subakut tiroidit, 3 hasta subklinik hipertiroidi, 1 hasta toksik multinodüler guatr tanılıydı. Hastaların 10’u (%28,6) prepubertal, 25’i (%71,4) puberte dönemindedir. Hastaların %28,6’sında ek hastalık mevcuttu. Aile öyküsü olan hasta sayısı 20 olarak bulundu (%57,1). Hipertiroidi etiyolojisine göre sınıflandırma yapıldığında GH ve HT olan hasta sayısı aynıydı. GH ve HT’li hastalar arasında TRAb hariç anlamlı değer bulunmadı. Medikal tedavi alan hastalarda gelişen yan etkiler kendiliğinden geriledi. Opere olan 1 hastanın patolojisi Hurthle hücreli adenom olarak geldi.Item Çölyak hastalarında yaşam kalitesi ölçeklendirmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Öztürk, Ayşe; Özkan, Tanju Başarır; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; 0009-0009-7688-706XÇölyak hastalarının tedavisinde psikososyal ve toplumsal destek önemli rol oynamaktadır. Hastalar yaşam kalitelerini aile üyeleri veya doktorundan farklı olarak kötü veya iyi algılayabilir. Bu çalışmada Çölyak hastalığı tanısı almış 2-18 yaş arası çocuk ve ergenlerde yaşam kalitesini değerlendirmek, sosyodemografik ve antropometrik özelliklerini incelemek ve glutensiz diyete uyumlarının hastaların sağlıkla ilişkili yaşam kaliteleri üzerine etkisini belirlemek amaçlanmıştır. Çalışmaya Uludağ Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu tarafından 21/02/2023 tarih ve 2023-4/1 sayılı kararı ile onay alındı. Hastalar rutin poliklinik muayenesi sonrasında ebeveynleri eşliğinde bir kez kişisel veri formu (15 soru) ve çocuklar için yaşam kalitesi ölçeği (5-18 yaş arasında 23 soru, 2-4 yaş arasında 21 soru) soruları soruldu. Ayrıca katılımcıların anne ve babalarından çocuklar için yaşam kalitesi ölçeği (2-4 yaş aralığı için 21, 5-18 yaş aralığı için 23 soru) sorularını cevaplamaları istendi. Başvuran tüm hastalardan ve ebeveynlerinden yazılı aydınlatılmış onam formu ve detaylı tıbbi öykü alınıp, fizik muayene yapıldı, antropometrik ölçümleri NEYZİ verilerine göre hesaplandı. Çalışmamızda tanı yaşı ortalaması 6,27 ± 4,33, medyan tanı yaşı 6 olarak saptandı. Katılımcıların %56,9’u kız, %43,1’i erkekti, cinsiyet dağılımı literatürle benzerdi. Çalışmamızda hastaların çoğunluğu (%54,2) genellikle glutensiz diyete uyduklarını ifade ederken, %12,5'i daima uyguladıklarını belirtmiştir. %8,3'ü ise çoğu zaman glutensiz diyete uymadıklarını, %25'i ise bazen uyguladıklarını belirtmiştir. Çalışmamızda da hasta grubunun cinsiyet ile ilişkili olmaksızın yaşam kalitesi toplam puanları da kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu gösterilmiştir(p<0,05). Bu çalışmada Bursa'da yaşayan çölyak hastalarının yaşam kalitelerini değerlendirmek; yaşam şekilleri, diyet uyumları ve sosyodemografik verileri ile sağlıkla ilişkili yaşam kaliteleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amaçlanmıştır. Çölyak hastalığı, şüphelenilmesi, tanı konması ve tedavisi zor olan bir hastalıktır. Hekimler tarafından bu hastaların yaşam kalitelerini önemsemek; kişilerin iyilik halinin, aile refahının ve iş gücünün artmasına katkıda bulunabilir.