Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.

Gözat

Son Gönderiler

Şimdi gösteriliyor 1 - 20 / 2476
  • ÖgeAçık Erişim
    Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çocuk Endokrinoloj bölümüne başvuran 21 hidroksilaz eksikliği olan konjenital adrenal hiperplazi hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Baylan, Ceren; Eren, Erdal; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), adrenal steroidogenez yolağında enzim eksikliklerine bağlı, otozomal resesif, kalıtsal bir hastalıktır. KAH, en sık 21 hidroksilaz (21-OH) enzim eksikliğine bağlıdır. Bu çalışmada, hastaların klinik başvuru şekillerinin, klinik özelliklerinin ve tiplerinin dağılımınının, laboratuvar, tedavi ve uzun dönem verilerinin değerlendirilmesi ile literatüre katkı sağlanması amaçlanmıştır. Bu nedenle, 1991-2023 yılları arasında 21-OH enzim eksikliği tanısı almış 90 olgu retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastalar, klasik KAH (klasik tuz kaybettiren [TK] tip, klasik basit virilizan [BV] tip) ve non-klasik tip olarak ayrıldı. Hastaların %62,2'si kadın, %37,8'i erkek idi. Hastaların %88,9'u klasik KAH ( %72,5 TK-%27,5 BV) ve %11,1'i non-klasik KAH tanısı aldı. Klasik TK'de (%62 kadın-%38 erkek), BV'de (%50 kadın-%50 erkek) ve non klasikte (%90 kadın-%10 erkek) izlendi. Klasik TK'de ortanca yaş 18 gün, BV'de 3,76 yıl, non-klasik KAH'ta 8,55 yıl olarak belirlendi. Hastaların %44'ü yenidoğan döneminde tuz kaybı ile tanı aldı. Hastaların %21'inin kardeş, %30'unda ailede KAH ile akraba öyküsü, %29'unda anne baba arasında akraba evliliği olduğu görüldü. En sık başvuru şekli kadınlarda (%85,7) klitoromegali/kuşkulu genitalya, erkeklerde (%32) tuz kaybıydı. Olguların %98'i glukokortikoid, %64'ü mineralokortikoid (MK) alıyordu. MK alanların %17,2'sinin ilerleyen yaşlarda tedavi ihtiyacı olmadı. Kadın hastaların %91,6'sı kuşkulu genital düzeltici operasyon geçirdi. Tedavi sonrası hedef/final boyu bilinen hastalarda kadınların ortalama hedef boyu 157,47±5,78 cm, ortalama final boyları 151,71 cm±9,16; erkeklerde ortalama hedef boyu 168,9±6,47 cm, final boyları 165,4±8,3 ölçüldü. Sonuç olarak tuz kaybı, adrenal kriz gibi hayati tehdit oluşturması nedeniyle hastalığının iyi tanınması, erken dönemde tanı ve tedavisinin başlanması gerekmektedir. KAH, yakın takip ve izlemi gerektiren önemli bir hastalıktır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Alerjik rinitli olgularda alerjen duyarlılıklarının retrospektif olarak araştırılması ve diğer alerjik hastalıklarla olan ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Eryılmaz, Burcu; Canıtez, Yakup; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Alerjik rinit (AR), yaşam kalitesini, okul başarısını ve iş performansını olumsuz etkileyen, IgE aracılı inflamasyonla karakterize, insidansı ve prevalansı giderek artan kronik bir üst solunum yolu hastalığıdır. Çalışmamızda AR'li çocuklarda alerjen duyarlılıklarının görülme sıklığının ve diğer alerjik hastalıklarla olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Polikliniği'ne başvuran 12-18 yaş arası 138 alerjik rinit tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, deri prik testi (DPT) ve/veya alerjen spesifik immünglobulin E (SpIgE) ile belirlenen alerjen duyarlılıkları ve eşlik eden diğer alerjik hastalıkların varlığı retrospektif olarak incelendi. Çalışmamızda ortalama tanı yaşı 14,7±1,7 yıldı. Hastaların 86'sı (%62,3) erkekti. DPT ve/veya SpIgE ile hastaların %84,1'i atopik saptandı ve en sık saptanan alerjenler çimen polenleri (%54,3) ve akarlardı (%53,6). Alerjik rinite en sık eşlik eden hastalık %50,7 ile astım, ikinci sırada ise %35,5 ile alerjik konjonktivitti. Alerjik rinitli hastalarda tanı gruplarına göre alerjen duyarlılıkları incelendiğinde; sadece AR tanılı hastalarda en sık akar genel (%51,3), AR + astımlı olgularda en sık akar genel (%62,0), AR + alerjik konjonktivit tanılı hastalarda en sık polen genel (%65,5) ve AR + astım + alerjik konjonktivit tanılı hastalarda en sık polen genel (%75,0) duyarlılıkları saptandı. Alerjik rinitli hastalarda alerjen duyarlılıklarının ve eşlik eden komorbiditelerin bilinmesi, olguların tanı ve tedavisinde gereklidir. Çalışmamızdan elde ettiğimiz veriler sonucunda alerjik rinitli çocuklarda en sık polen ve akar duyarlılığı saptanmıştır. Alerjik rinite en sık astım ve alerjik konjonktivit hastalıklarının eşlik ettiği görülmüştür. Hastaların takiplerinde bu sonuçların göz önünde tutulmasının faydalı olacağı ve yapılacak daha kapsamlı çalışmalara ışık tutacağı düşünülmüştür.
  • ÖgeAçık Erişim
    Metastatik olmayan triple negatif meme kanseri hastalarının retrospektif değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Bozdağ, Büşra Güner; Evrensel, Türkkan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Triple negatif meme kanseri (TNMK), meme kanserleri alt grubunda sınıflandırılan ER, PR ve HER2 eksprese etmeyen biyolojik davranışları açısından önemli farklılıklar gösteren nadir, heterojen bir neoplazm grubudur. Kemoterapiye cevap verse de nüks ve kemorefrakter hastalık sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada, metastazı olmayan ve neoadjuvan kemoterapi almayan TNMK hastalarının klinik ve patolojik özelliklerini retrospektif olarak incelemeyi amaçladık. Çalışmamıza Ocak 2010-Ağustos 2018 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Kliniği'ne başvuran 104 triple nagatif meme kanseri hastası dahil edilmiştir. Çalışmamız retrospektif bir kohort çalışmasıdır. Hastaların yaş, cinsiyet, patolojik alt tipleri, tanı tarihleri, operasyon tarihleri, tedavileri, son takip ve/veya ölüm tarihleri belirlenmiş ve karşılaştırmalı analizler planlanmıştır. Çalışmamıza katılan 104 kadın hastanın; 96'sı (%92,3) invaziv duktal karsinom, beşi (%4,8) mikst metaplazik karsinoma, ikisi (%1,9) apokrin karsinom, biri (%1) glikojenden zengin karsinomaydı. 94 hasta (%90,4) adjuvan kematerapi almıştı, 10'u (%9,6) operasyon sonrası kemoterapi tedavisi almamıştı. 26 hasta (%25) nüks olmuştu. Bunların 17'si (%17) lokal, dokuzu (%8,7) uzak metastazdı. Nüks subtipi hastaların 18'inde (%17,3) triple negatif, sekizinde (%7,7) hormon pozitif, HER2 negatif olup luminal grup saptanmıştı. Çalışmamızda Evre-1 olan 33 hastadan kemoterapi tedavi verilmeden takip edilen beş hastada aksillar ve sentineal lenf nodu metastazı bulunmadı, hastalarda exitus veya nüks gelişmedi (p>0,05). Evre-2 olan 57 hastadan tedavi verilmeden takip edilen beş hastanın dördünde exitus veya nüks gelişmedi. Kemoterapi tedavisi uygulanan 52 hastanın 12'sinde nüks veya ex gelişti. Evre-2 hasta gurubunda kemoterapinin hastalıksız sağ kalım süresine etkisi istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p<0,001). Adjuvan kemoterapi tedavisi almadan takip edilen hasta grubunda HSS 70,6 ay saptandı. Kemoterapi tedavisi alan hasta grubunda median değere ulaşılamadı. Evre-1 ve Evre-2 olan (90 hasta); antrasiklin ve taksan bazlı kemoterapi içeren rejim tercih edilen hastalarda HSS, istatistik olarak anlamlı daha uzun saptandı (p=0,029). Çalışmamızda hastalıksız sağ kalım analizi sonuçları kapsamında; evre yükseldikçe HSS azalmıştır. Evre-1 ve Evre-2 hasta grubunda median değere ulaşılamamıştır. Evrenin, hastalıksız sağkalıma istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi gözlenmiştir (p=0,02).
  • ÖgeAçık Erişim
    Kalkaneal spurda radial şok dalga tedavisinin uygulanma sıklığının tedaviye etkileri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Çakı, Emre; Şekir, Ufuk; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Spor Hekimliği Anabilim Dalı.
    Bu çalışmada kalkaneal spurda şok dalga tedavisinin uygulanma sıklığının etkinliğini ve güvenilirliğini değerlendirmek ve tedavi süresini kısaltmak amaçlanmıştır. Yaşları 40-75 arasında olan, en az 6 aydır topuk plantar yüzde ağrı yaşayan, kalkaneal röntgenle spur tanısı konmuş 68 gönüllü, hızlandırılmış ESWT (n=34) ve klasik ESWT (n=34) gruplarına randomize edilmiştir. Tüm gönüllülere ayrıca plantar fasyaya yönelik egzersiz programı verilmiştir. Klasik ESWT grubundaki gönüllülere haftada bir, maksimum tolere edilebilen dozda, 3 seans, 8 Hz, 2000'er atım tedavi uygulanmış; hızlandırılmış ESWT grubundakilere ise doz, seans sayısı, frekans ve atım sayısı değiştirilmeden iki günde bir tedavi uygulanmıştır. Gönüllülerin tedavi öncesi ve sonrası fiziksel durum değişiklikleri vücut kitle indeksi (VKİ) ile, ağrı durumu görsel analog skala (VAS) ile, fonksiyonel durumu Roles-Maudsley (RM) skoru ve Ayak Fonksiyon İndeksi (AFİ) ile, kalkaneal spur uzunluk değişimleri lateral kalkaneal röntgenogram ile veplantar fasya kalınlığı değişimleri ultrason ile değerlendirilmiştir. Her iki grupta tedavi sonrası VAS skorlarında, RM skorlarında ve AFİ skorlarında tedavi öncesine göre istatistiksel anlamlı iyileşmeler saptanmış olup; tedavi sonuçlarının gruplar arası kıyaslamasında istatistiksel anlamlı fark saptanmamıştır. Tedavi öncesi ile tedavi sonrası kalkaneal spur uzunlukları grup içinde istatistiksel olarak anlamlı oranda azalmasına rağmen, plantar fasya kalınlıklarında grup içi ve gruplar arası istatistiksel anlamlı farklılık saptanmamıştır. Bu çalışmanın sonucunda, kalkaneal spur tedavisinde ESWT'nin ağrıyı azaltmada ve fonksiyonel kapasiteyi arttırmada etkili olduğu gözlemlenmiş olup; seans sıklığını arttırmanın tedavi sonucuna etki etmediği gösterilmiştir. Bununla birlikte seans sıklığını arttırmanın herhangi bir yan etki göstermemesi; güvenilir ve etkili bir tedavi yöntemi olduğunu göstermiştir. Ayrıca hızlandırılmış protokolde hastanın ve hekimin zaman yönetimi açısından olumlu etkiler gözlemlenmiştir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Anestezi polikliğine başvuran, ortopedi ve travmatoloji hastalarının sosyodemografik özelliklerine göre anksiyete düzeylerinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Baydur, Abdülvahit; Moğol, Elif Başağan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı.
    Amaç: Elektif şartlarda ortopedi ve travmatoloji tarafından operasyonu planlanan hastaların anksiyete düzeylerini, nedenlerini; yaş, eğitim durumu, cinsiyet, medeni durum, meslek gibi demografik özelliklerin anksiyete düzeyine etkisini belirlemektir. Gereç-Yöntem: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim dalının anestezi polikliniği'nde, elektif şartlarda operasyon planlanan, 18-75 yaş arası 300 yetişkin hasta ankete alındı. American Society of Anesthesiologists (ASA) sınıflamasına göre I-III grubu, okuma yazma bilen, onkolojik dışı cerrahi planlanan, psikiyatrik ve nörolojik herhangi bir hastalığı olmayan, psikiyatrik ilaç ve kronik alkol kullanmayan hastalar çalışmaya dahil edildi. Preoperatif anestezi muayenesi öncesi, çalışmaya dahil edilen tüm hastalardan; demografik bilgi formunu ve BECK anksiyete ölçek formunu doldurmaları istendi. Bulgular: Elektif operasyon planlanan 300 hastanın anket sonuçlarını değerlendirdiğimiz bu çalışmamızda; kadınların preoperatif dönemde anksiyete düzeylerinin erkeklere göre daha yüksek olduğu, 18-39 yaş grubunun BECK-A değerlerinin daha düşük bulunduğu, evlilerde ölçek puanının evli olmayanlara göre daha yüksek olduğu, yapılan birçok çalışmaya zıt olarak bizim çalışamızda eğitim düzeyi ile anksiyete hali arasında ters yönde anlamlı ilişki olduğu, meslek grupları arasında ise emekli grubun ölçek puanı ev hanımları hariç diğer meslek gruplarından daha yüksek olduğu görülmüştür. Sonuç: Preoperatif anksiyete cerrahiyi, anesteziyi ve postoperatif iyileşmeyi olumsuz etkileyen önemli bir sağlık sorunudur. Ameliyat öncesi hastaların çoğu anksiyete içinde olup, anksiyete düzeylerini düşürmeye yönelik preopertif bilgilendirme ve farmakolojik premedikasyona ihtiyaç vardır, bu yüzden preoperatif anksiyete konusu daha dikkatle ele alınmalı ve hastaların anksiyetelerini azaltmaya yönelik daha çok araştırmalar yapılmalıdır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Veteriner Fakültesi ve Çevre Mühendisliği Fakültesi birinci ve son sınıf öğrencilerinde ekolojik zekâ ve sağlıklı yaşam farkındalığı ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kantar, Afra; Özçakır, Alis; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Aile Hekimliği Anabilim Dalı.
    Tek sağlık ve gezegen sağlığı kavramları, günümüzde sağlık anlayışını derinden etkileyen önemli perspektifler arasında öne çıkmaktadır. Bu kapsayıcı yaklaşımlar, sağlığı bireysel düzeyde ele almanın yanı sıra, çevresel faktörlerle bütünleşik bir bakış açısını benimseyerek daha kapsamlı bir sağlık anlayışını ortaya koyar. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp, Veteriner ve Çevre Mühendisliği Fakültelerinden 350 öğrenci üzerinde yapılan çalışma, katılımcıların ekolojik zekâ seviyeleri, sağlıklı yaşam farkındalıkları ve bunları etkileyen faktörlerin incelenmesi ve aralarındaki ilişkinin değerlendirilmesini hedeflenmiştir. Bu bağlamda tüm katılımcılara sosyodemografik özellikleri, Yetişkinlere Yönelik Ekolojik Zekâ Ölçeği ve Sağlıklı Yaşam Farkındalığı Ölçeği uygulanmıştır. Katılımcıların ekolojik zekâ seviyeleri ile kadın cinsiyet, sigara kullanımını bırakmış olma ve çevre dostu ürün kullanımı arasında anlamlı ilişkiler bulunmuştur. Fakülte, sınıf, yaş, medeni durum, fiziksel aktivite düzeyi ve doğada geçirilen süre gibi değişkenler ile anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir. Sağlıklı yaşam farkındalığı ile evli katılımcılar, sigarayı bırakan katılımcılar, sağlık durumunu mükemmel olarak ifade edenler ve çevre dostu ürünleri tercih edenler arasında olumlu bir ilişki belirlenmiştir (p<0,05). Cinsiyet, fakülte, sınıf, yaş, fiziksel aktivite, doğada geçirilen süre gibi faktörler ile sağlıklı yaşam farkındalığı arasında bir ilişki tespit edilememiştir. Çalışma sonuçlarına göre, ekolojik zekâ ile sağlıklı yaşam farkındalığı arasında anlamlı ve olumlu bir ilişki tespit edilmiştir (p<0,05). Sonuç olarak, bu çalışma, Tek Sağlık perspektifi çerçevesinde yürütülen bir araştırma olup, bütüncül bir yaklaşımın gerekliliğini vurgulayarak, çevresel bilincin artırılmasının bireylerin sağlığı üzerinde olumlu etkiler yaratabileceğini ve gelecekteki sağlık stratejileri için önemli bir rehber olabileceğini göstermektedir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Böbrek biyopsisi yapılmış diyabetik hastaların biyopsi bulguları ile böbrek sağ kalımına etkilerinin retrospektif değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Teymur, Ahmet; Oruç, Ayşegül; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Diyabet hastalarında gelişen böbrek patolojilerinin diyabetik nefropati (DNP) veya non-diyabetik böbrek hastalıkları (NDBH) nedenli olduğunun ayrıcı tanısı için sıklıkla böbrek biyopsisi gerekmektedir. Çalışmamızda diyabetik hastalarda yapılan biyopsi bulgularını ve bulguların renal sağ kalıma etkilerini inceleyerek, hastalardaki böbrek patolojilerinin erken tanınması, uygun tedavi ve takibinin belirlenmesi, ayrıcı tanı için biyopsi gereken hastaların ayırt edilmesi için yol gösterici belirteçleri saptamayı hedefledik. Çalışmaya Ocak 2005-Mayıs 2023 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nefroloji Polikliniği'ne başvuran, diyabet tanısı olan ve böbrek biyopsisi yapılan 132 hasta seçildi. Çalışmamız retrospektif kohort çalışmasıdır. Hastaların demografik, klinik, patolojik ve laboratuvar verileri, tanı ve ölüm tarihleri kayıt edilerek analiz edildi. Hastalar DNP, NDBH ve DNP+NDBH olarak üç gruba ayrıldı. Çalışmamızda DNP sıklığı %43,2, NDBH sıklığı %47,2, DNP+NDBH sıklığı %9,6 saptandı. Çalışmamızda yüksek HbA1c düzeyi, 5 yıldan uzun diyabet varlığı, insülin ihtiyacının olması, diyabetik retinopati varlığı ve biyopside arteryal hiyalinizasyon bulgusu DNP ile ilişkili saptanırken (p<0,05); akut böbrek hasarı, retinopati yokluğu ve 5 yıldan kısa diyabet varlığı NDBH ile ilişkili saptandı (p<0,05). Çalışmamızda renal sağ kalım açısından DNP, NDBH ve DNP+NDBH tanı grupları arasında anlamlı farklılık saptandı (p=0,048). Renal sonlanıma ulaşmayan hastaların oranı DNP grubunda %56, NDBH grubunda %75, DNP+NDBH grubunda %83 olarak saptandı. Renal sağ kalım süreleri gruplar arasında anlamlı farklılık göstermiş olup; NDBH grubunda 69,12 ay, DNP grubunda 48,52 ay saptandı (p=0,011). DNP prognozunun NDBH grubundan daha kötü seyrettiği gösterilmiştir. Diyabet hastalarında spesifik hastalık düşündürür bulgu varlığında böbrek biyopsisinin yapılarak NDBH erken saptanması uzun renal sağkalım ile ilişkili saptanmıştır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Benign tiroid nodüllerinde radyofrekans ablasyon tedavisinin etkinliğinin ve işlemle ilgili parametrelerin birbiriyle ilişkisinin radyolojik açıdan retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023) Gökçe, Serhat; İnecikli, Mehmet Fatih; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Radyoloji Anabilim Dalı.
    Semptomatik tiroid nodülleri bulunan olgularda, radyofrekans ablasyon (RFA) tedavisi, kullanımı gün geçtikçe artan, hacim azaltmada etkili cerrahiye alternatif bir termal ablasyon yöntemidir. Bununla birlikte, hangi teknik parametrelerin RFA'ya verilen yanıtı etkileyebileceği konusunda yapılan çalışmalar sınırlıdır. Bu çalışmanın asıl amacı RFA tedavisinin etkinliğini ve güvenilirliğini değerlendirmektir, ayrıca hangi teknik parametrelerin RFA'ya verilen yanıtı etkileyebileceğini belirlemektir. Bu çalışmaya, benign tiroid nodülü bulunan, yaş aralığı 23-84 (ortalama:54,26) toplam 42 olgu (28 kadın, 14 erkek) dahil edildi. Tüm işlemler lokal anesteziyle, ultrasonografi (USG) kılavuzluğunda ve içten soğutmalı elektrod kullanılarak yapıldı. RFA işlemi sonrasında 1, 2, 3, 5 8 ve 12. aylarda USG ile volüm takibi yapıldı. İşlem sonrası 8/42 olguda (%19) minör komplikasyon izlendi. 4 'ünde işlem yerinde geçici ağrı, 1 hastada seste geçici çatallanma, 1 hastada az miktarda kendini sınırlayan kanama, 1 hastada geçici boyun ağrısı, 1 hastada kulağa vuran geçici ağrı oluştu. Volüm küçülme 1. ay sonunda daha fazla olup takip eden süreçte her ay bir öncekisinden daha az olmak üzere artarak devam etmiştir (p<0,05). Takip süresince volümdeki azalma, bası bulgularını ortadan kaldırdığı, semptomatik rahatlama ve kozmetik açıdan yarar sağladığı memnuniyet indeksinin yüksek olmasından anlaşılmaktadır (ortalama indeks 4,52±0,67). Cihaz kaynaklı teknik parametrelerden güç (watt) ve aktif uç uzunluğun birbiriyle pozitif korelasyonu ve bu parametrelerin artmasıyla nodülde daha fazla volüm küçülmesi izlenmiştir (p<0,05). Benign semptomatik tiroid nodüllerinde RFA, semptomatik ve kozmetik açıdan iyileştirme sonuçlarıyla etkin, güvenli ve uygulaması kolay bir ablasyon yöntemidir. Deneyimli ellerde, doğru hasta seçimi ve doğru teknik parametreler kullanılarak RFA ile çok daha başarılı sonuçlar elde edilebilir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Gastroenteroloji bölümünde karaciğer biyopsisi yapılan hastaların klinik verilerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Arabacı, Sema Keser; Özkan, Tanju Başarır; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Karaciğer biyopsisi birçok karaciğer hastalığı için güvenli ve yararlı bir tanı aracıdır. Çeşitli teknikler kullanılarak gerçekleştirilebilir. Pediatrik yaş grubunda karaciğer biyopsilerinin endikasyonlarını, tekniklerini, sonuçlarını ve komplikasyonlarını analiz etmeyi amaçladık. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Gastroenteroloji Bilim Dalı'nda 1 Aralık 2010 ile 31 Aralık 2020 tarihleri arasında karaciğer biyopsisi yapılan 247 çocuk hastanın tıbbi kayıtlarını retrospektif olarak inceledik. 247 hastaya toplam 265 işlem uygulandı. Veriler istatistiksel olarak analiz edildi. Ortanca yaş 7,7 yıl (aralık: 1 ay-18 yıl) olup hastaların %52,8'i erkekti. İşlemin en sık endikasyonları serum aminotransferaz yüksekliğinin etiyolojisi (%21,9), kolestaz etiyolojisi (%17), Wilson hastalığı (%13,2) ve viral hepatit takibi/tanısının (%12,1) araştırılmasıydı. Yapılan biyopsilerin 11'inin (%4,2) transplante karaciğer dokusuna ait olduğu görüldü. En sık uygulanan biyopsi türü ultrason eşliğinde tru-cut biyopsiydi (%97,7). En sık görülen histopatolojik tanılar arasında kronik hepatit (%27,9), siroz (%17), kolestatik hepatit (%8,7), otoimmün hepatit (%5,7), intrahepatik safra kanalı eksikliği (%4,9), steatoz (%4,2), Wilson Hastalığı (%3,8) ve neonatal hepatit (%3) yer almaktadır. Yirmi altı (%9,8) biyopsi tanısal değildi. Altı hastada (%2,3) komplikasyon gelişti; bunların tamamı kanamaya bağlı olup biri (%0,4) transfüzyon gerektirdi. Karaciğer biyopsisi, doku örneği almak için kullanılan teknik ne olursa olsun güvenli bir prosedürdür. Perkütan karaciğer biyopsisi, düşük kanamaya bağlı komplikasyon oranı nedeniyle güvenlidir. Bu nedenle hem tanı hem de tedavi takibinde endike olduğu durumlarda tercih edilmelidir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Atopik dermatitli hastaların alerjen duyarlılıklarının araştırılması ve diğer alerjik hastalıklarla ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Topu, Tuğba; Canıtez, Yakup; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Atopik dermatit (AD); özellikle çocuklarda görülen akut alevlenmeler ve remisyonlarla seyreden, kronik, kaşıntılı inflamatuvar bir deri hastalığıdır. Tanı; öykü ve klinik özelliklere dayanarak konulmaktadır. Tedavi; hasta ve aile eğitimi ve tetikleyici faktörlerden kaçınmak, nemlendiriciler, topikal anti-enflamatuar ilaçlar, antimikrobiyal ve anti-prüritik tedavi gibi yaklaşımları içerir. Bu çalışmada Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Allerji Bilim Dalı Polikliniği'ne 1 Ocak 2020 ile 1 Aralık 2022 tarihleri arasında başvuran AD tanısı almış 0-2 yaş aralığındaki 252 olgu retrospektif olarak incelendi. Olguların klinik özellikleri, deri prik testleri ve spesifik immunglobulin E sonuçları değerlendirildi. Çalışmamızdaki hastaların 149'u (%59,1) erkekti. İlk başvuru yaşı medyan 10 aydı. Tüm olguların %34,1'i (n=86) deri prik testi ve/veya Sp IgE test sonuçlarına göre en az bir alerjene duyarlı bulundu ve atopik olarak saptandı. Atopik hastalarda alerjen duyarlılıkları sırasıyla besinler (n=64, %25,4), akarlar (n=6, %2,4), çimen polenleri (n=4, %1,6 ) olarak saptandı. Besin duyarlılıkları ise sırasıyla yumurta beyazı (n=51, %20,2), yumurta sarısı (n=39, %15,5), inek sütü (n=31, %12,3), buğday unu (n=8, %3,2) olarak görüldü. AD'de alerjen duyarlılığı önemli rol oynamaktadır. Çalışmamızda AD'li çocuklarda sıklık sırasına göre en yüksek oranda besin duyarlılığının saptanması alerjen duyarlılığı araştırılırken buna öncelik verilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Ayrıca 0-2 yaş grubunda inhalan alerjenlere karşı duyarlılığının düşük saptanması ve alerjen duyarlılığının yaşa göre değişiklik göstermesi, takiplerde yeniden bu açılardan test edilmesi gerektirdiğini düşündürmüştür. Bu çalışmada elde edilen verilerin, AD'li hastaların takiplerinde göz önünde bulundurulmasının faydalı olacağı düşünülmüştür.
  • ÖgeAçık Erişim
    Böbrek nakli olan çocuklarda anemi ve dislipidemi risk faktörlerinin belirlenmesi ve greft üzerine etkilerinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Öndeş, Tansu; Dönmez, Osman; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Anemi ve dislipideminin böbrek nakli olan çocuklarda greft üzerine etkisini ve bu faktörlerin gelişimine neden olan risk faktörlerinin araştırılması amaçlanılmıştır. Çalışmamız 81 hasta ile tamamlanmıştır. Hastaların demografik verileri tıbbi özellikler, verici bilgileri ve laboratuvar verileri kaydedilmiştir. Bu veriler böbrek nakli sonrası anemisi bulunan/bulunmayan ve dislipidemisi bulunan/bulunmayan gruplar arasında karşılaştırılmıştır. Greft fonksiyonlarını etkileyebilen faktörlere risk analizi yapılmıştır. Böbrek nakli sonrası anemi bulunan hastaların, bulunmayan hastalara göre demir değerlerinin daha düşük ve demir bağlama kapasitesi değerlerinin daha yüksek olduğu saptanmıştır (p<0,05). Böbrek nakli sonrası dislipidemi gelişen hastaların, gelişmeyen hastalara göre hemoglobin, yüksek yoğunluklu lipoprotein ve glomerül filtrasyon hızı daha düşük, total kolesterol, trigliserit, düşük yoğunluklu lipoprotein, ortalama hücresel hacim, üre ve kreatinin değerlerinin daha yüksek olduğu saptanmıştır (p<0,05). Tek değişkenli analizde anemi, nakli öncesi periton diyaliz uygulanmasıyla 5,60 kat, hemodiyaliz uygulanmasıyla 8,89 kat arttığı saptanmıştır (p<0,05). Çok değişkenli analizde ise posttransplantasyonal anemi gelişimi hemodiyaliz uygulanmasıyla 3,99 kat artmaktadır (p<0,05). Tek değişkenli analizde dislipidemi, hemoglobin değerindeki 1mg/dl artışıyla 7,75 kat, glomerül filtrasyon hızındaki 1 ml/dk artışıyla 3,97 kat ve donörün canlı olmasıyla 3,96 kat artmaktadır (p<0,05).Böbrek nakli sonrası anemi ve dislipidemi gelişiminin greft üzerine anlamlı bir etkisi bulunmamaktadır (p>0,05). Transplantasyon öncesi kullanılan diyaliz modalitelerinden özellikle hemodiyaliz uygulamaları posttransplantasyonal anemi ile ilişkilidir. Posttransplantasyonal dislipidemi için serum hemoglobinin ve GFH düzeyleri bir risk faktörü olarak bulunmuş olsa da çok değişkenli analizlere göre bu parametrelerden etkilenmemektedir. Nakli sonrası gelişen anemi ve dislipideminin greft fonksiyonları üzerine bir etkisi bulunmamaktadır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Endometriozisin medikal tedavisinde kronik ağrı semptomları ve rekürrensin değerlendirilmesinde kliniğimizde rutin uygulanmakta olan iki progesteron preparatı noretindron asetat ve dienogestin karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Gürbüz, Tansu Bahar; Uncu, Gürkan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı.
    Amaç: Bu çalışmada tanısı radyolojik ya da cerrahi olarak konulmuş endometriozisli hastalarda iki progestin türevi NETA (Noretindron asetat) ve dienogestin birincil olarak ağrı semptomları üzerine etkinliğini ve ikincil olarak yan etki profili ve tolerabilitesini karşılaştırdık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2022 – Nisan 2023 yılları arasında Endometriozis polikliniğine başvuran 18-40 yaş arası, gebelik istemi olmayan, medikal tedavi başlanan 70 hasta dahil edilmiştir. Progesteron kullanımının kontraendike olduğu, özgeçmişinde pelvik inflamatuar hastalık olan ve saptanmış uterin anomalili hastalar çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışma tek merkezli prospektif, randomize olarak tasarlanmış ve yürütülmüştür. Hastalar protokol numaralarının son rakamına göre tek rakam 'NETA' (Primolut-N, 5 mg,1x1 Bayer, Almanya) çift 'dienogest' (Visanne, 2mg, 1x1 Bayer, Almanya) olacak şekilde iki tedavi protokolünden birine rastgele dağıtılmıştır. Kişisel ve demografik verileri, medikal ve cerrahi tedavi geçmişleri kaydedilmiştir. Hastalar jinekolojik muayene ve yardımcı tanı yöntemleriyle değerlendirilmiştir. Kronik ağrı semptomları tedavi öncesi, 6. ve 12. aylarda vizüel analog ağrı skorlaması ile yapılmıştır. Her değerlendirmede tedavi bırakma oranları, nedenleri ve yan etkiler sorgulanmış, çalışma protokolündeki yardımcı tanı yöntemleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmamızın birincil sonucu olarak her 2 grupta tüm ağrı skorlarında istatistiksel anlamlı azalma saptanmış ve ağrı skorlarının azalması açısından 2 grup arasında anlamlı fark bulunmamıştır. Dismenore için NETA grubunda başlangıç değeri 7,43 ± 2,9, dienogest grubunda 7,23 ± 2,87, disparoni için NETA grubunda 4,00 ± 4, dienogest grubunda 3,90 ± 3,55, diskezi için NETA grubunda 1,97 ± 3,11, dienogest grubunda 1,85 ± 2,99, kronik pelvik ağrı için NETA grubunda 4,97 ± 3,80, dienogest grubunda 4,18 ± 3,15 bulunmuştur. 6. ay pelvik ağrı skorları NETA grubunda dismenore için 0,00 ± 0,00, dienogest grubunda 0,00±0,00, disparoni için NETA grubunda 0,95±2,52, dienogest grubunda 0,50±1,48, diskezi için NETA grubunda 0,59±2,06, dienogest grubunda 0,00±0,00, kronik pelvik ağrı için NETA grubunda 1,41±2,54 dienogest grubunda 0,81±1,66 olarak bulunmuştur. 12. ay pelvik ağrı skorları dismenore için NETA grubunda 0,00±0,00, dienogest grubunda 0,00±0,00, disparoni için NETA grubunda 0,38±1,50, dienogest grubunda 0,33±1,41, diskezi için NETA grubunda 0,00±0,00, dienogest grubunda 0,00±0,00, kronik pelvik ağrı için NETA grubunda 1,06±2,43, dienogest grubunda 0,00±0,00 bulunmuştur. Endometrioma boyutlarının tedavi sürecinde her iki grupta azaldığı saptanırken NETA grubunda azalma Dienogest grubuna göre istatistiksel olarak daha fazla bulunmuştur (p=0.037). İkincil sonuç olarak değerlendirilen yan etki profili iki grupta da literatürle uyumlu olmakla birlikte, iki grup arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmamıştır. Çalışmamızın önemli sonucu olarak ikincil sonuç parametrelerinden tedaviyi bırakma oranı ilk 6 ay içinde dienogest grubunda, ikinci altı ay içinde NETA grubunda daha yüksek bulunmuştur (İlk 6 ay NETA %23,3, dienogest %47,5, ikinci 6 ay NETA %23,3, dienogest %7,5, p=0.026). Sonuç: Endometriozis tedavisinde medikal baskılama olarak kullanılan iki progestinin de literatürden farklı olarak ağrı skorlarını benzer etkinlikte düşürdüğü, bu farklılığın bizim çalışmamızda kullanılan NETA dozunun literatürdeki çalışmalarda kullanılandan yüksek olması ile açıklanabileceği, tedavi etkinlik ve güvenlik profilleri açılarından ise aralarında fark bulunmadığı, tedavi yönetiminde ilacı bırakma oranlarının da bir tercih nedeni olabileceği sonucuna varılmıştır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Akut solunum sıkıntısı sendromlu yoğun bakım hastalarında akut böbrek hasarı ile ilişkili faktörler: Retrospektif çalışma
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özoğlu, Şeyda Demir; İşçimen, Remzi; Kaya, Pınar Küçükdemirci; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı.
    Amaç: Çalışmamızda, yoğun bakıma kabulünde Akut Solunum Sıkıntısı Sendromu (ARDS) tanısı alan hastalarda, Akut Böbrek Hasarı (ABH) gelişme insidansını ve risk faktörlerini; prognoz ve mortaliteyi etkileyen faktörleri değerlendirmeyi amaçladık. Metod: Etik kurul onayı alındıktan sonra Ocak 2016 - Ocak 2023 tarihleri arasında Reanimasyon ünitesine kabul edilen ve ARDS tanı kriterlerini karşılayan hastalar retrospektif olarak incelendi. ABH tanısı için Böbrek Hastalıkları: Küresel Sonuçların İyileştirilmesi (KDIGO) tanı kriterleri kullanıldı. ABH ile ilgili risk faktörleri tek değişkenli analiz kullanılarak belirlendi. Çok değişkenli Cox-regresyon analiziyle sağkalıma etkili faktörler saptandı. Bulgular: Yoğun bakıma kabul edilen 2136 hastanın 122'sine ARDS tanısı konuldu. Bu hastaların 89'unda ABH gelişti. İleri yaş, hipertansiyon ve Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı, akut fizyoloji ve kronik sağlık değerlendirmesi (APACHE-II) ve ardışık organ yetmezliği skorlarının (SOFA) yüksek olması, vazoaktif ajan kullanımı ve sayısı ABH gelişimi ile ilişkili bulundu (p=0,024, p=0,014, p=0,034, p<0,001, p=0,001, p=0,020, p=0,001). ABH gelişenlerde mortalite yüksek olarak saptandı (HR=3.16, %95 CI: [1.50- 6.66]; p= 0.002). ARDS hastalarında ileri yaş, koroner arter hastalığı ve malignite varlığı mortalite artışına neden olduğu saptandı. Hafif ARDS tanısı alanların ve hipertansiyon öyküsü olanların mortalitesi daha düşük olduğu belirlendi. Sonuç: ARDS hastalarında mortaliteye etkili en önemli faktörler ABH gelişimi ve koroner arter hastalığı olarak tespit edilmiştir. ARDS tanılı hastalarda ileri yaş, komorbiditeler, yüksek yoğun bakım risk skorları ve vazoaktif ajan kullanımında ABH gelişimi açısından dikkatli olunması önerilir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Üst klivüs bölgesine orbitozigomatik-subtemporal yaklaşımda kavernöz sinüs, parasellar bölge ve dorsum sellanın anatomisi (kadaverik çalışma)
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kasab, Reyhan; Yılmazlar, Selçuk; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim Dalı.
    Çalışmamızda sellar/ parasellar bölgelerin, anatomik özellikleri ve içinde bulunan kritik yapıların birbiriyle olan ilişkileri incelenmiştir. 20 adet erişkin kadaverik spesimen üzerinde yapılan çalışmada, aşağıdaki bulgular elde edilmiştir. Anterior klinoid çıkıntılar, bu bölgeye yaklaşımda önemli rol oynamaktadır. Uzunlukları ortalama sağda 11.51 mm (8.14 mm - 14.64 mm) ve solda 11.59 mm (8.57 mm - 14.21 mm) olarak saptanmıştır. Optik sinirler, dikkat edilmesi gereken önemli yapılardır. Uzunlukları ortalama sağda 10.25 mm (6.95 mm - 13.83 mm) ve solda 10.40 mm (7.25 mm - 12.51 mm) olarak saptanmıştır. Optik sinirler arasındaki açının ortalama değeri 81.03° ( 53.01° - 124.76°) olarak saptanmıştır. Hipofizer stalk açısı, hipofiz bezinin diafragma sella ile birleştiği açıyı ifade eder. Bu açının ortalama değeri 80.46° (54.59° - 120.75°) olarak saptanmıştır. Lamina terminalis, cerrahi yaklaşımda önemi olan yapıdır. Uzunluğu ortalama 10.26 mm (7.27 mm - 18.75 mm) ve genişliği ortalama 6.12 mm (4.01 mm - 8.77 mm) olarak saptanmıştır. Prefiks kiazma yaklaşım koridorunu daralttığı için, postfiks kiazma da hipofiz bezi ve stalk arasını kapattığından zorluk arz eder. Optik sinir uzunluğunun 8 mm altında olması prefiks kiazmayı, 8-10 mm arası normofiks kiazmayı ve 10 mm üzerinde olması anatomik olarak postfiks kiazmayı gösterdi. Benzer şekilde, hipofiz açısı 80°'den küçükse postfiks, 80°-100° arası ise normofiks, 100°'den büyükse prefiks yerleşimli kiazma olduğu görüldü. Çalışmamızda sunulan bulgular ve bilgiler, kafa tabanı ve parasellar bölgede cerrahların karmaşık anatomiyi daha iyi anlamalarına ve ameliyat planlarını optimize etmelerine yardımcı olabilir ve hasta yönetiminde kolaylık sağlayabilir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Astım tanılı çocuklarda alerjen duyarlılıklarının araştırılması ve diğer alerjik hastalıklarla ilişkisinin retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Karaağaç, Emre; Canıtez, Yakup; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Astım, alevlenmelerle seyreden, bronkokonstrüksiyonla sonuçlanan, kronik, inflamatuar bir hastalıktır. Genetik ve çevresel faktörlerin karşılıklı etkileşimiyle oluştuğu düşünülmektedir. Bireylerde en az bir alerjene duyarlılık saptanmasına atopi denir. Atopik bireylerde birden fazla alerjik hastalık aynı anda veya yaşamının farklı dönemlerinde ortaya çıkabilir. Bu çalışmada astım tanısı almış çocuklarda alerjen duyarlılıklarının ve diğer alerjik hastalıklarla ilişkisinin retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Polikiniği'ne 01.05.2020-01.10.2022 tarihleri arasında ilk kez başvurmuş olan astım tanısını alan 3-6 yaş arası 239 olgunun verileri değerlendirilmiştir. Astımlı çocuklarda alerjenlerle deri prick testi ve/veya serum alerjen SpIgE testleri ile en az bir alerjene duyarlılık oranı %46,4 (n=111) oranında saptandı. Eşlik eden en sık alerjik hastalık %44,4 (n=106) oranında alerjik rinit, ikinci sırada %25,1 (n=60) oranında atopik dermatit olarak saptandı. Hastaların %60'ında astım tanısı almadan daha önceki dönemlerde birden fazla bronşiyolit tanısı alma öyküsü, %38'inde sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçirme öyküsü varlığı saptandı. Çalışmamızda en sık %29,7 oranında akar duyarlılığı ve %23 oranında en az bir polene karşı duyarlılık olduğu görüldü. Çalışmamızda non atopik olguların total IgE değeri ortalama 46,4±37,42 IU/mL iken, atopik olgularda ortalama 299,7±140,64IU/mL düzeyinde istatistiksel anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (p=0,002). Çalışmamızda elde edilen verilerin bölgemizdeki astımlı çocukların klinik değerlendirilmelerinde göz önünde tutulmasının faydalı olacağı düşünülmüştür. Astımlı çocuklarda akar ve polen duyarlılığının yüksek olması, eşlik eden alerjik ve alerjik olmayan hastalıkların varlığı, astımlı hastalarda bu noktaların araştırılması gerektiğini düşündürmektedir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Nazolakrimal kanal tıkanıklığı olan hastaların dakriyosistorinostomi cerrahisinde alınan lakrimal kese ve burun mukozası preparatlarının incelenmesi ve klinik grupların birbiri ile karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) İşleker, Sevde; Kıvanç, Sertaç Argun; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Göz Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Amaç: Nazolakrimal kanal tıkanıklığı (NLKT) nedeni ile eksternal dakriyosistorinostomi (DSR) cerrahisi yapılan hastaların cerrahi sırasında alınan preparatlarının ileri araştırmalar için immünhistokimyasal boyama yöntemleri ile boyanarak incelenmesi ve klinik grupların birbiri ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Nazolakrimal kanal tıkanıklığı nedeniyle eksternal DSR cerrahisi sırasında hastalardan alınan lakrimal kese ve nazal mukoza örnekleri Patoloji Anabilim Dalı'ndan elde edilerek incelendi. Dakriyosistit geçirmiş NLKT'ler, dakriyosistit geçirmemiş NLKT'ler, travmatik NLKT'ler, kese içerisinde cerrahi esnasında membran geliştiği tespit edilen NLKT'ler olmak üzere 4 gruba ayrıldı. Lakrimal kese ve nazal mukoza preparatları, hematoksilen ve eosin (HE), Periyodik Asit-Schiff (PAS) ile boyandı. Bununla birlikte immünhistokimyasal olarak sürfaktan proteinleri SP-A, SP-B ve SP-D; müsin proteinleri muc-2, muc-5ac, muc 5-b; makrofaj yüzey antijeni olarak CD68, B lenfosit yüzey antijeni olarak CD20, T lenfosit yüzey antijeni olarak CD3 ve IgG4 boyama yapıldı. Daha sonrasında preparatların boya tutma özellikleri skorlandı. Bulgular: Karşılaştırılan 4 grup arasında yaş, cinsiyet ve cerrahi taraf dağılımı birbirleri ile benzer bulundu. Lakrimal kese preparatlarının PAS, SP-A, SP-B, SP-D, muc-5b, CD20 ve CD68 boyamalarında gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark bulundu. (sırasıyla, p<0,001, p=0,002, p<0,001, p<0,001, p<0,001, p=0,007, p<0,001). Nazal mukoza preparatlarında ise HE, PAS, SP-D, muc-2, muc-5b, CD3, CD20, CD68 boyama skorları açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık bulundu (sırası ile p=0,025, p=0,003, p=0,009, p<0,001, p=0,02, p=0,002, p=0,002, p<0,001). Sonuç: Gruplar arasında anlamlı boyama skor farklılıkları olması incelenen proteinlerin NLKT patofizyolojisinde rol aldığını düşündürtmek ile beraber, dakriyosistit etiyolojisinde de görev aldıkları yönünde fikir oluşturmuştur.
  • ÖgeAçık Erişim
    Yeme bozukluğu (anoreksiya nervoza - bulimia nervoza -tıkanırcasına yeme bozukluğu) tanılı ergenlerin sosyal biliş ve nörobilişsel özelliklerinin birbirleriyle ve sağlıklı kontroller ile karşılaştırılması.
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Araz, Rece; Çamlı, Şafak Eray; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Yeme bozuklukları (YB), çocukların ve ergenlerin hem fiziksel hem de psikolojik gelişimi üzerinde özel bir etkisi olan, potansiyel olarak yaşamı tehdit eden hastalıklardır. Nörobilişsel işlevlerin standardize nöropsikolojik değerlendirme kullanılarak değerlendirilmesi, YB'lerdeki tanı kategorileri ve klinik alt tipler arasındaki farkları ve benzerlikleri daha iyi anlamak ve böylece YB spektrumunun patofizyolojisi hakkındaki bilgimizi geliştirmek için faydalı bir yaklaşım olacaktır. Bu çalışma Anoreksiya Nervoza (AN) Bulimia Nervoza (BN) ve Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu (TYB) olan hastaları ve sağlıklı kontrol grubunu (SK) nörobilişsel işlevler ve sosyal biliş açısından karşılaştırmıştır. Analiz edilen nörobiliş ve sosyal bilişsel işlevler için sırasıyla PENN-CNB bataryası ve bu bataryadaki duygu tanıma görevi, empati ölçeği ve ASSQ uygulanmıştır. Çalışma sonuçlarımızda gruplar arasında nörobilişsel görevler sırasında doğruluk açısından anlamlı fark bulunamamıştır ancak sensörimotor ve motor hız, yüz hafızası ve görsel uzamsal bellek tepki hızı ,dikkat testlerinde doğru yanıt verme hızının AN grubunda diğer gruplara göre anlamlı düzeyde yavaş olduğu bulunmuştur.Duygu tanıma görevinde gruplar arasında farklılık saptanmazken, sosyal iletişimsel kısıtlılıklar açısından AN grubu diğer gruplardan daha yüksek puan almıştır Sonuç olarak bu çalışmamız yeme bozukluğu olan ergenlerden oluşan bir örneklemde her üç YB subtipi için nörobilişsel ve sosyal bilişsel işleyişi değerlendirmektedir. Yeme bozukluklarının erken döneminde nörobilişsel ve sosyal bilişsel profili için destek sağlamaktadır. Bu özelliklerin yeme bozukluğundan önce gelip gelmediğini belirlemek ve böylelikle bu yetersizliklerin gerçek bir endofenotip mi, hastalığın bir skarı mı yoksa daha uzun bir hastalık seyrinin bir belirteci mi olduğunu belirlemek için boylamsal çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • ÖgeAçık Erişim
    Esansiyel trombositozlu hastaların kemik iliği biyopsisi ve myelofibrosize transformasyonun retrospektif incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Akduman, Resul; Özkocaman, Vildan; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Esansiyel trombositoz (ET); periferik kanda trombosit sayısının artışı ile seyreden kronik myeloproliferatif hastalıktır (KMPH). ET tanılı 201 hastadan oluşan rektrospektif çalışmamızda; hastalığın komplikasyonlarını, kemik iliği biyopsi sonuçlarını, myelofibrozise(MF) dönüşümünü değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmaya, Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı 2012 Aralık ile 2022 Aralık tarihleri arasında başvurmuş ET tanısı olan 201 erişkin hasta dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri, kemik iliği biyopsi fibrozis dereceleri, sitogenetik JAK2 sonuçları, The Endothelial Activation and Stress Index (EASIX) skoru retrospektif olarak tarandı. ET tanılı hastaların medyan tanı yaşı 51 yıldı. Hastaların %66,7' si (n=134) kadındı. Hastaların %7,50'sinde (n=15) tanı anında tromboz mevcuttu. Bir hastada tedavi altında tromboz, iki hastada kanama gelişti. MF dönüşüm oranı %6,10 (n=12) olarak saptandı. MF dönüşüm yılı için medyan süre değeri 7,5 yıl olarak hesaplandı. MF dönüşümü gözlenen 12 hastada 2 tanesine allojeneik kemik iliği nakli yapıldı. Akut myeloid lösemiye dönüşüm gözlenen 2 hasta saptandı. MF'ye dönüşen ve dönüşmeyen hasta grupları karşılaştırıldığında laktat dehidrogenaz (LDH) değeri dönüşen grupta yüksek bulundu (p<0,001). Bundan dolayı ET ve post ET MF tanılı hastalarda EASIX ve türevleri hesaplandı, MF'ye dönüşen hastalarda anlamlı yükseklik görüldü. Yine MF'ye dönüşüm için risk analizi sonucunda hemoglobin <12,5 g/DL olan hasta grubunda MF dönüşüm riski 11,33 kat (p<0,028), tedaviye yanıt kaybı gelişen grupta 39.06 kat (p<0,001) ve modifiye simple EASIX skoru >0,43 üstünde olan grupta MF dönüşüm riski 30,77 kat (p<0,001) daha fazla olduğu belirlendi. Sonuç olarak çalışmamız ET'nin myelofibrozise dönüşümü için, LDH yüksekliği ve EASIX skorunun ön gördürücü olabileceğini düşündürmektedir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Küçük hücre dışı akciğer kanseri evrelemesinde EBUS-TBNA duyarlılığının retrospektif değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Terzi, Orkun Eray; Demirdöğen, Ezgi; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Endobronşial ultrasonografi (EBUS), mediastinal yapıları değerlendirmek için ultrasonun kullanıldığı bronkoskopik bir teknik olup küçük hücre dışı akciğer kanserinin (KHDAK) mediastinal evrelemesi için en uygun yöntemdir. Çalışmamızda amacımız; merkezimizdeki multidisipliner değerlendirmeye (MDD) göre KHDAK'inde N2/N3 hastalık için EBUS işleminin duyarlılığı, özgüllüğü, negatif prediktif değerini (NPD) ve pozitif prediktif değerini (PPD) belirlemektir. Ayrıca malignite ile ilişkili olabilecek ultrasonografik (US) özelliklerin, MDD ve EBUS evrelerinde farklılıklara yol açan faktörlerin belirlenmesini amaçladık. Çalışmamıza akciğeri tanı ve evreleme endikasyonu ile EBUS yapılan ve KHDAK tanısı olan 114 hasta dahil edildi. Hastaların klinik ve demografik özellikleri, PET/BT özellikleri ve evreleri, EBUS ile elden edilen US özellikleri, patolojik sonuçları, EBUS evreleri ve nihai MDD evreleri tespit edildi. MDD evre N2/N3'e göre EBUS-TBİA duyarlılığı %82, özgüllüğü %93, NPD %65, PPD %97 ve tanı doğruluk oranı %85 olarak bulundu. US özelliklerine göre maligniteyi öngörmede ise sadece lenf nodunun kısa aksının boyutu anlamlı olarak bulundu. MDD sonrası nihai evrelerine göre hastalar iki gruba ayrılmıştır. (Grup 1: MDD evre N0/N1, Grup 2: MDD evre N2/N3). Grup 2'yi öngörmek için hastaların klinik, demografik ve görüntüleme bulguları tek ve çok değişkenli analizde incelendi ve tek öngörücü faktörün PET/BT'deki N2/N3 hastalık olduğu görüldü. EBUS ve MDD evreleri uyumlu ve uyumsuz olan hastalar iki gruba ayrılarak tekrardan değerlendirilmiştir. Uyumsuz grubun primer tümör boyutu ve PET/BT'ye göre N evreleri daha yüksek bulunmuştur. Çalışmamız sonuçlarına göre EBUS, mediastinal evreleme için en uygun yöntem olarak görünmektedir ve KHDAK'de operabilite kararının verilmesinde anahtar role sahiptir. EBUS'un yanlış pozitiflik ve yanlış negatifliklerinin olması sebebiyle yüksek şüphe olduğu durumlarda cerrahi veya MDD ile hastaların tekrardan değerlendirilmesi gerekebilir.
  • ÖgeAçık Erişim
    Klinik olarak pterjiyum tanısı alan hastaların demografik özellikleri ve pterjiyum cerrahisi geçiren hastaların patoloji sonuçlarının retrospektif olarak incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Abdullayeva, Nigar; Akova, Berna; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Göz Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Amaç: Üçüncü basamak olarak hizmet veren hastanemizde ameliyat edilmiş pterjiyum olgularının biyopsi sonuçlarının incelenmesi, beklenmedik oküler yüzey yassı hücreli neoplazi ( OYYHN) prevalansının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bursa Uludağ Üniversitesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı’nda Ocak 2017-Nisan 2023 tarihleri arasında pterjiyum ameliyatı uygulanan veya patoloji sonucu pterjiyum olan 190 hastanın 205 gözünün dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların demografik verileri, biyopsi materyallerinin histopatoloji sonuçları incelenmiştir, patolojik incelemede şüpheli olgularda immunohistokimyasal ve histokimyasal boyalar kullanıldığı izlenmiştir. Patolojik inceleme sonucu pterjiyum olan 89 hasta ile pterjiyum zemininde neoplazi olan 8 hastanın verileri kıyaslanmıştır. Pterjiyum ameliyatı yapılmış, fakat biyopsi alınmamış 100 göz istatistiksel kıyaslama dışında tutulmuştur. Bulgular: Biyopsisi alınan 105 olgunun patoloji sonucu 97 (%92,4)gözde pterjiyum (grup P), 8 (%7,6) gözde pterjiyum zemininde neoplazi (grupN) olarak raporlanmıştı. Grup P’de 33 (%37,0) kadın, 56 (%64,9) erkek olguvardı, ortalama yaş 55,7 yıl, ortalama takip süresi 7,6 hafta idi. Çoğunluk (%66,2) Akdeniz ikliminde yaşıyor, 46’sı (%51,7) sigara içmiyor idi. Dış ortamla ilintili mesleği olanların oranı % 46,2 idi. Grup N’de 1’i (%12,5) kadın, 7’si (%87,5) erkek toplam 8 olgu mevcuttu. Ortalama yaş 51,9 yıl, ortalama takip süresi 12,4 hafta idi. Patolojik incelemede 6’sında (%75) konjonktival intraepiteliyal neoplazi, 2’sinde (%25) karsinoma in situ görülmüş, bütün olgular pterjiyum zemininde gelişmişti. Çoğunluk (%75,0) Akdeniz ikliminde yaşıyor, %50,0’si sigara içmiyor idi. En sık meslek sanayicilik (%37,5) idi.Sonuç: Çalışmada Grup P ile Grup N arasında demografik verilerde istatistiksel fark bulunmamıştır. Beklenmedik OYYHN ile karşılaşılmamıştır. OYYHN sadece klinik olarak şüphelenilen olgularda görülmüştür. Çalışmamızdaki düşük OYYHN oranının ülkemizde yüksek olmayan ultraviole (UV) maruziyetine bağlı olduğu düşünülmektedir. Klinik tecrübe ve yüksek çözünürlüklü oküler koherens tomografi’nin (YÇ-OKT) kullanımı ile, ameliyattan önce pterjiyum ve OYYHN ayırt edilerek uygun tedavi yöntemi seçilmesi sağlanmıştır. Klinisyenin lezyon içerisindeki potansiyel maligniteyi tanımlayacak kadar yeterli tecrübesinin olmadığı veya YÇ-OKT'nin bulunmadığı kliniklerde, pterjiyum örneklerinin rutin histopatolojik incelenmesi tavsiye edilir.