Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939
Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.
Browse
Browsing by Department "Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı"
Now showing 1 - 11 of 11
- Results Per Page
- Sort Options
Item Anterior kominikan arter anevrizmalı olgularda hipotalamik arterlerin varyasyonları ve bu bölge anevrizmaları ile ilişkilerinin incelenmesi: Kadaverik çalışma(Uludağ Üniversitesi, 2010) Kuytu, Turgut; Korfalı, Ender; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıAnterior kominikan arter (ACoA) anevrizmaları tüm anevrizmalar içerisinde en büyük sayısal çoğunluğa sahiptir. Bölgedeki vasküler anatomi oldukça karmaşıktır. Anomali ve varyasyonlara sık rastlanması ve anevrizma oluşumu bu anatomiyi daha da karmaşık hale sokar. ACoA anevrizmalı olgularda klipleme esnasında ACoA'den çıkan perforan arterlerin korunması postoperatif morbidite ve mortalite açısından çok önemlidir.Bu çalışmada ACoA anevrizmalı olgularda ACoA orijinli perforan arterlerin lokalizasyonunda değişiklik olup olmadığı, varsa ne yönde olduğu ortaya konularak klipleme esnasında perforan dalların ne şekilde korunabileceği araştırıldı.Çalışmamızda kadavralardan elde edilen 40 beyinden iki grup oluşturuldu. 1. grup (n=26) ACoA yerleşimli anevrizması olmayan olgulardan, 2. grup (n=14) ise ACoA yerleşimli anevrizması olan olgulardandı.Beyinler, hazırlık aşamasından sonra cerrahi mikroskop altında disseke edilip ilgili anatomik bölge incelenerek fotoğraflandı. Her disseksiyon ve fotoğraflama işlemi sonrasında bilateral A1, A2, ACoA ve ACoA orjinli perforan arterlerin çizimleri yapılarak her iki grupta ACoA kaynaklı perforan arterlerin çıkış lokalizasyonu, sayısı, ACoA ile ilişkileri, A1'lerden birinin hipoplazik olduğu olgularda perforanların kalın olan A1 tarafına yakın olup olmadığı, anevrizmalı olgularda (2. grupta) perforan arter-anevrizma ilişkisi, anomaliler ve varyasyonlar not edildi. Takip eden süreçte çekilen ölçekli fotoğraflarda Photo Shop CS2 programı kullanılarak A1 ve A2'lerin çapları, ACoA çapı ve uzunluğu, ACoA kaynaklı perforan arterlerin çıkış (orifis) çaplarının ölçümleri yapıldı. En son aşamada verilerin istatistiksel analizi yapılarak sonuçlar dökümante edildi.Anterior projeksiyonlu ACoA anevrizmalarında perforan dallarla anevrizma arasında ilişki görülmezken özellikle superior ve posterior projeksiyonlu anevrizmalarda bu perforanların inferiora doğru itildiği ve sıklıkla anevrizma boynunun anteroinferiorunda bulunduğu görüldü. İnferior projeksiyonlu anevrizmalı tek olguda ise perforanların anevrizma boynunun lateralinden çıktığı görüldü.A1'lerin bir tarafta kalın olduğu olguların büyük kısmında perforan arterler kalın A1 tarafında izlendi.Olgulara dominant A1 tarafından yaklaşılması ve özellikle superior ve posterior projeksiyonlu anevrizmalarda bu perforanların öncelikle anevrizma boynunun anteroinferiorunda aranması perforan hasarına bağlı mortalite ve morbiditeyi azaltabilir.Item Broca alanının topografik anatomisinin incelenmesi: Kadaverik anatomik çalışma(Uludağ Üniversitesi, 2013) Eser, Pınar; Kocaeli, Hasan; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıBroca alanında lisan yeteneğiyle ilgili yapısal asimetri tartışmalıdır. `Broca alanı olarak kabul edilen pars triangularis ve pars operkularis yapısına katılan sulkuslar, bireyler hatta aynı beynin farklı hemisferleri arasında oldukça yaygın anatomik ve morfolojik varyasyonlar gösterir. Bu çalışmada, pars triangularis ve pars operkularis arasındaki morfolojik asimetriyi oluşturan sulkal yapıların varlığı, devamlılığı ve bağlantıları incelendi. Broca alanı ve sağ hemisferdeki homolog bölgenin yüzey alanı ölçümü yapılarak; cinsiyet farkının, pars triangularis şekli ve diagonal sulkus varlığı gibi anatomik varyasyonların yüzey alanı üzerindeki etkilerini analiz etmek amaçlandı. Çalışmamızda, kadavralardan elde edilen 50 beyin, 100 hemisfer kullanıldı. Beyinler, hazırlık aşamasından sonra cerrahi mikroskop altında incelenerek ilgili anatomik bölge fotoğraflandı. Photoscape 3.5.6 programı kullanılarak ilgili sulkal ve giral yapılar işaretlendi. Çekilen ölçekli fotoğraflarda Adobe Acrobat XI Pro programı kullanılarak yüzey alanı ölçümü yapıldı ve veriler istatistiksel olarak analiz edildi. İnferior frontal girus, ilgili sulkal ve giral yapılarda yaygın bireysel anatomik ve morfolojik varyasyon saptandı. Sol hemisferde diagonal sulkus varlığı anlamlı olarak yüzey alanını arttırdı. Taraf, pars triangularis şekli ve cinsiyet farklılığı yüzey alanına anlamlı oranda etki etmedi. Bu bölge ve komşu yapıların anatomi ve varyasyonlarının bilinmesi güvenli cerrahi için zorunludur. Bu çalışmada sağ ve sol taraf arasında yüzey alanı açısından fark saptanmadı. Diagonal sulkus varlığının yüzey alanını arttırdığı tespit edildi. Ancak, hemisferler arasında diagonal sulkus varlığı açısından anlamlı fark olmadığından; bu bulgu Broca alanı için yapısal asimetriyi desteklememektedir.Item Deneysel siyatik sinir hasarı modelinde üridin tedavisinin sinir rejenerasyonu ve skar dokusu oluşumu üzerine etkinliğinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020) Khezri, Marzieh Karimi; Bekar, Ahmet; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıPeriferik sinir rejenerasyonu, günümüzde hala çözülemeyen bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Üridin majör pirimidin nükleozididir ve Kennedy yolağı aracılığıyla membran fosfolipid sentezinin bir prekürsörüdür. Çalışmamızın amacı; tek taraflı siyatik sinir hasarı sonrasında sistemik verilen üridin’in rejenerasyon ve skar dokusu oluşumu üzerine etkisinin araştırılmasıdır. Çalışmada 96 adet Sprague Dawley erişkin erkek sıçan kullanıldı. Denekler erken (4 grup) ve geç dönem (4 grup) olarak ayrıldı. Birinci grup hariç tüm gruplarda sağ siyatik sinir transeksiyon ve sütürasyon uygulandı. Birinci ve ikinci grupta salin (Sham ve Kontrol), üçüncüde Üridin 100mg/kg (U100), dördüncüde ise Üridin 500mg/kg (U500) intraperitoneal yolla 1 hafta boyunca günde bir kez enjeksiyonu yapıldı. Erken gruplar 1., geç ise 12. haftada sakrifiye edildi. Erken gruplarda apoptotik belirteç, oksidasyon hasarı ve antioksidatif savunma mekanizmaları incelendi. Geç dönemde ise siyatik fonksiyonel (SFI) ve elektrofizyolojik (EMG) testlerinden sonra siyatik sinirleri çıkarılarak akson iyileşmesi incelendi. U500 sıçanlarda anti-apoptoz etkisi kontrole göre anlamlı görüldü (p<0,05). U100 ve U500 gruplarında oksidasyon parametreleri kontrol gruba göre anlamlı düzeyde azalmış (p<0,001) ve anti-oksidasyon parametreleri yükselmiştir (p<0,001). U500 grubunda, kontrol gruba göre sinir ayrılabilirliği açısından anlamlı olarak daha iyi sonuçlar saptandı (p=0,002). 6. ve 12. haftadaki SFI U100 ve U500 gruplarında kontrole göre belirgin iyileşme saptandı (p<0,001). 12.haftada EMG analizlerinde U500 ile tedavi edilen grupta kontrol ve U100 gruplarına göre yüksek amplitüd değerleri saptandı (p<0,001). Akson sayısı açısından; U100 ve U500 gruplarında kontrole göre anlamlı istatistiksel artış görüldü (p<0,05). Sonuçlarımız, sistemik uygulanan üridinin doza bağımlı olarak anti-apoptotik ve anti-oksidatif etkinliğe sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca SFI iyileşme, sinir dokusu rejenerasyonunda artış, perinöral skar dokusunda iii azalma, EMG latansında kısalma, sinir adhezyon ve seperabilite skorlarında iyileşme ve miyelinli akson sayısında anlamlı artışlar tespit edilmiştir. Bulgularımıza göre üridin periferik sinir hasarında iyileşmeyi artırıcı etkinlik göstermektedir.Item Derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asid'in spinal epidural fibrozis üzerine etkisi: Deneysel çalışma(Uludağ Üniversitesi, 2013) Işık, Semra; Doğan, Şeref; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıEpidural fibrozis; epidural mesafe ile birlikte sinir köklerinin fibroblastik invazyona uğramasıdır. Bu yoğun fibröz doku, cerrahi sonrası bel ağrısı, radiküler ağrı semptomlarına neden olmasının yanı sıra, sonradan gerekebilecek bir operasyonda intraspinal yapıların diseksiyonunu da zorlaştırmaktadır.Epidural fibrozis gelişimini önlemek için, cerrahi teknikler ve çeşitli tıbbı tedaviler uygulanmıştır. Bir glikozaminoglikan olan hiyalüronik asid oligomerlerinin oto-çapraz bağlanması ile elde edilen derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asidin; obstetrik, jinekolojik ve abdominal cerrahide yapışıklık ve sikatris oluşumunun engellenmesi ile yara iyileşmesinin erken fazlarında rolü olduğu gösterilmiştir.Oluşturduğumuz deneysel laminektomi - diskektomi modeli ile derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asidin epidural fibrozisi önlemede histopatolojik ve biyokimyasal etkilerinin incelenmesi ve araştırılması amaçlandı.Çalışmamıza 60 adet, Sprague-Dawley dişi sıçan alındı. Ancak cerrahi sırasında dural yaralanma meydana gelen 3 denek ile hematom gelişen 1 denek çalışma dışı bırakıldı. Son değerlendirme 56 denek ile yapıldı. Denekler; 1. grup (Sham grubu, n=14); laminektomi ve diskektomi yapılıp mesafeye herhangi bir madde uygulanmayan, 2. grup (Kontrol grubu, n=14); laminektomi ve diskektomi yapılıp mesafeye topikal % 0,9 NaCl uygulanan, 3. grup [Hiyalüronik asid (HA) deney grubu, n=14 ], laminektomi ve diskektomi yapılıp operasyon sahasına topikal hiyalüronik asid uygulanan ile 4. grup [Derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asid (HA gel) deney grubu, n=14]; laminektomi ve diskektomi yapılıp operasyon sahasına topikal derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asid uygulanan grup olarak dört gruba ayrıldı. Tüm denekler 4. haftanın sonunda dekapite edilip epidural fibröz dokunun biyokimyasal ve histopatolojik incelemeleri yapıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.iiiDerive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asidin uygulandığı grupta sham ve kontrol grubuna oranla epidural fibrozis, dural adezyon, fibroblast hücre yoğunluğu ile doku hidroksiprolin düzeylerinin belirgin olarak az olduğu izlendi (p < 0,05). Grup 3 ve 4 arasında ise histopatolojik skorlara ve biyokimyasal değerlere bakıldığında anlamlı bir farklılık saptanmadı (p > 0,05).Sonuç olarak; derive edilmiş yüksek viskoziteli hiyalüronik asidin laminektomi sonrası gelişen epidural fibrozis ile oluşan fibrotik doku yoğunluğunun azaltılmasında olumlu etkileri gözlenmiştir. Bu çalışmanın öncülüğünde yapılacak daha ileri deneysel ve klinik çalışmalar ile elde edilecek sonuçların klinik pratikte uygulama alanları bulması ile epidural fibrozisin önlenmesinde önemli yol alınacağı kanaatindeyiz.Item Medulloblastoma tümör olgularımızda klinik ve moleküler olarak WNT ve SHH alt gruplarının retrospektif olarak belirlenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020) Kaya, İsmail Seçkin; Taşkapılıoğlu, Mevlüt Özgür; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıMedulloblastoma (MB), çocukluk çağında görülen en yaygın malign beyin tümörüdür. Bu tümörlerde tedavi; cerrahiye ek olarak radyoterapi ve kemoterapidir. Ancak uygulanan kemoterapi, MB’lara özgü olmayıp diğer pediatrik glial tümörlerde kullanılan ilaçlarla sınırlı kalmaktadır. Son dönemde yapılan çalışmalarda her MB’nın aynı özellikte olmadığı, moleküler düzeyde farklı alt gruplarının bulunduğu, farklı hastalarda değişik prognoz gösterdiği belirtilmiştir ve Wingless (WNT), Sonic Hedgehog (SHH), Grup 3 ve Grup 4 olmak üzere dört alt gruba ayrılmıştır. MB’ların biyolojik alt tiplerine dayanan bu grup ayrımları genellikle klinik olarak yapılabilmektedir. Klinik olarak belirlenen alt grupların, moleküler olarak da belirlenmesi ve desteklenmesi, hasta gruplarının net ayrımının yapılması ve tedavi protokollerinin bu doğrultuda şekillenmesi için önemli olabileceği düşünülmektedir. Mevcut tez çalışmasında hasta seçim kritelerine göre belirlenen Türk popülasyonuna ait MB’larda, CTNNB1, AXIN, PTCH1, SMO, SUFU ve GLI1 mRNA ekspresyon değişimleri incelenerek WNT-MB ve SHH-MB alt tiplerinin moleküler düzeyde belirlenmesi ve klinik olarak karşılaştırılması amaçlanmıştır. Bu kapsamda klinik olarak WNT-MB ve SHH-MB gruplarının ayrımı; hastaların yaşı, cinsiyeti, sağ kalım süresi, lezyonun yerleşim yeri ve radyolojik özellikleri dikkate alınarak gerçekleştirilmiştir. Moleküler ayrımı ise CTNNB1, AXIN, PTCH1, SMO, SUFU ve GLI1 mRNA ekspresyon değişimlerinin gerçek zamanlı PCR (RT-PCR) analizi ile incelenerek gerçekleşmiştir. Sonuç olarak olguların moleküler anlamda %17,8’inin WNT-MB, %22,2’sinin SHH-MB grubuna dahil olduğu belirlenmiştir. Klinik ve moleküler verilere göre yapılan grup ayrımları karşılaştırıldığında WNT-MB grubunda %72,7, SHH-MB grubunda ise %66,6 oranında eşleşme gözlemlenmiştir. iv Bu tez, WNT-MB ve SHH-MB gruplarına dahil olmayan tümörlerin klinik, patolojik ve demografik özelliklerine ve MYC, MYCN, GFLB1, OTX-2, KDM6A, SNCAIP genlerinin mRNA düzeylerine göre Grup 3-MB ve Grup 4-MB olarak ayrılabilmesine zemin hazırlayacaktır.Item Periferik sinir cerrahisi sonrası derive edilmiş yüksek molekül ağırlıklı hiyaluronik asidin perinöral skar formasyonuna olan etkisi:Deneysel çalışma(Uludağ Üniversitesi, 2015) Karaoğlu, Ahmet; Doğan, Şeref; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıPeriferik sinir kesisi sonrası iyileşmede fonsiyonel geri kazanım nadiren tam olmaktadır. Fonksiyonel geri kazanımı etkileyen bilinen birçok faktör vardır. Bunlardan da en önemlisi skar formasyonudur. Bu çalışmada derive edilmiş yüksek molekül ağırlıklı hiyalüronik asidin (HA gel) periferik sinir cerrahisi sonrası perinöral skar formasyonuna olan etkinliğini incelendi., Çalışmada 200-270 gram arasında değişen 40 adet erişkin Spraque Dawley cinsi dişi sıçan kullanıldı.Tüm sıçanlarda sağ siyatik sinire mikromakas ile kesi yapılarak 8/0 prolen ile hemen primer anastomoz yapıldı. Takiben sıçanlar; Grup 1 (n=10) Sham grubu; Oluşturulan sinir hasarını ve tamirini takiben mesafeye herhangi bir madde uygulanmayan, Grup 2 (n=10) Kontrol grubu; mesafeye topikal % 0,9 NaCl uygulanan, Grup 3 (n=10 ), Hiyalüronik asid (HA) deney grubu, Grup 4 (n=10) Derive edilmiş yüksek molekül ağırlıklı hiyalüronik asid (HA gel) deney grubu,şeklinde 4 gruba ayrıldı. 6. hafta sonunda incelemeye alınan deneklerin tamamı sakrifiye edilmeden önce Siyatik Fonksiyon İndeksi (SFİ) çalışmaları yapıldı. Sakrifiye edildikten sonra histopatolojik değerlendirmeye alındı. Sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Sinir yapışıklığı, sinir ayrılabilirliği, SFİ değerleri, Skar Formasyon İndeksi'nin, fibrozisin Grup 4'te diğer gruplarla kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı olduğu (p<0.05), fibroblast ve iltihabi hücre sayısının Grup 3'te daha az olduğu saptanmıştır.Ancak adezyon ve aksonal organizasyon değerleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05) . Sonuç olarak; HA gel'in periferik sinir kesisi ve primer anastomoz modelinde gelişen skar dokusunun, fibrozisin azaltılmasında olumlu etkileri olduğu gösterilmiştir. Daha ileri çalışmalar ile klinik pratikte uygulama alanı bulacağı kanaatindeyiz.Item Primer glioblastoma tümörlerinde long non coding RNA MALAT1’in prognostik öneminin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Argadal, Ömer Gökay; Kocaeli, Hasan; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı11. kromozomda bulunan kodlama yapmayan uzun RNA (long-noncoding RNA (lncRNA) MALAT1 (Metastasis associated in lung adenocarcinoma transcript 1) geni, çeşitli moleküler sinyal yolaklarının modülasyonunda yer aldığı, hücre göçü ve invazyonu, bağışıklık, anjiyogenez ve tümörijenitede etkili olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda tümör yerleşimi, tümör büyüklüğü, farklılaşması ve kanser evresi gibi klinikopatolojik özelliklerle de ilişkilidir. Ayrıca, artan kanıtlar MALAT1'in tümör dokularında veya vücut sıvılarında anormal eksprensyonunun, tümör tanısı ve prognozu için bir biyobelirteç olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Onkogen olarak işlev gören MALAT1‟in, glioma dokularında aşırı ekspresyonunun, tümörün derecesi ve büyüklüğü ile pozitif ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bununla birlikte, MALAT1'in özellikle homojen primer Glioblastoma (GB) hastalarının prognozundaki önemi belirsizdir. MALAT1'in anormal ekspresyonu için mevcut kanıtlara dayanarak, MALAT1'in düzensizliğinin primer GB patogenezinde kritik bir rol oynayabileceğini varsaydık. MALAT1 gibi LncRNA'ların GB'deki genetik mekanizmalarla birlikte değerlendirilmesindeki eksiklik, bu alandaki mevcut bilgiyi sınırlamaktadır. Bu nedenle, bu tez çalışmasında, IDH-wild tipte primer GB topluluğunda MALAT1 ekspresyon profillerini analiz etmeyi amaçladık. Çalışmamızda MALAT1 ekspresyonunun anlamlı derecede yukarı doğru regüle olduğunu ve IDH wild tipi primer GB'lerde kısa genel sağkalım ile ilişkili olduğunu gösterdik. Ayrıca, MALAT1 ekspresyonunun yüksek seviyesinin bu kohortta daha genç yaş ve sol hemisferde GB lokalizasyonu ile ilişkili olduğunu bulduk. Özellikle, MALAT1 ekspresyonu, insüler lobda diğerlerine kıyasla anlamlı ölçüde artmıştı. iv Sonuç olarak, primer GB'de patogenez mekanizması tam olarak anlaşılamamıştır. Ek olarak, şu anda GB'nin bu alt grubu için iyileştirici bir tedavi mevcut değildir. Bu nedenle, bu hastalık için yeni moleküler biyobelirteçleri veya terapötik hedefleri belirlemek önemlidir. MALAT1 ekspresyonunun çeşitli kanserlerde hayatta kalmak için bağımsız bir prognostik parametre olduğu bildirilmiştir. Çalışmamızda, çok değişkenli cox regresyon analizine göre, yüksek MALAT1 ekspresyon seviyesi IDH mutasyonları olmayan primer GB hastaları için bağımsız bir zayıf prognostik faktördür. Bu nedenle, MALAT1 primer GB hastalarında potansiyel bir prognostik belirteç ve terapötik hedef olabilir.Item Sıçanlarda deneysel siyatik sinir hasarı modelinde lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu üzerine etkinliğinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Ünal, Hanside Setenay; Bekar, Ahmet; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıPeriferik sinir hasarı günümüzde hala tedavisi kesinleştirilememiş bir hastalıktır. Hasar sonrası greft ve primer cerrahi onarım uygulanmakta fakat sinir iyileşmesi ve fonksiyonu eski haline döndürülememektedir. Bu çalışma hasar sonrası direkt primer cerrahi onarımın ardından uygulanan lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu ve fonksiyonel iyileşme üzerine olan etkilerini araştırmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla 64 adet sıçan erken ve geç gruplara ayrıldı. Gruplar kendi içinde her grupta 8 sıçan olacak şekilde sham, kontrol, lityum 20 mg/kg uygulanan grup ve lityum 50 mg/kg uygulanan grup olarak belirlendi. Sham grubunda hasar oluşturulmadı, diğer gruplarda transeksiyon hasarı sonrası primer sütürasyon uygulandı. Sonrasında 7 gün boyunca intraperitoneal yolla sham ve kontrol grubuna salin, ilaç gruplarına belirtilen dozlarda lityum uygulandı. Erken dönem sıçanlar 8. gün sakrifiye edildi, geç dönem sıçanlar 6. ve 12. haftada elektrofizyolojik ve fonksiyonel testlerin uygulanması sonrası sakrifiye edildi. Erken dönem sıçanlardan alınan sinir dokularından antioksidan enzimler çalışıldı, geç dönem sıçanlardan alınan sinir dokularından akson sayımı çalışıldı. Sonuçlarda mortalite görülmedi. Bir sıçanda hasarlı ayakta otoampütasyon, bir sıçanda cerrahi sonrası gelişen ataksi görüldü. Uygulanan testler sonrasında lityum uygulanan sıçanlarda kontrol grubuna göre antioksidan enzim düzeylerinde artış, elektromyelografide sinir ileti hızında artış, yürüme testinde siyatik fonksiyon indeksinde iyileşme ve akson sayısında artış olduğu görüldü. Bu sonuçlar siyatik sinir transeksiyon hasarında terapötik aralıktaki düşük ve yüksek dozlarda lityum tedavisinin sinir rejenerasyonu ve fonksiyonel iyileşme üzerine tedavi edici etkisi olduğunu gösterdi.Item Sıçanlarda epidural fibrozisin önlenmesinde, sitikolinin sistemik ve lokal etkinliğinin laminotomi / diskektomi modelinde araştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2010) Savran, Mehmet; Bekar, Ahmet; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıEpidural fibrozis lomber disk cerrahisi sonrası ortaya çıkan bel ağrısı ve kök basısı bulgularının nedenlerinden biri ve en önemlisi olarak kabul edilmektedir. Epidural fibrozis aşırı yapışık / fibrotik skar dokusu oluşumu sonucu sinir köküne bası ve sinir kökünün çevre kas ve kemik yapıya yapışması nedeniyle ağrı oluşumuna neden olmaktadır. Epidural fibrozisin muhtemel mekanizmalarını araştırmak ve oluşumunun önlenmesi amacıyla birçok yöntem kullanılmış, fakat epidural fibrozisi önleyen geçerli bir cerrahi teknik veya tedavi henüz bulunamamıştır. Bu tez çalışmasında, lokal ve sistemik uygulanan sitikolinin epidural fibrozis oluşumuna etkisinin araştırılması amaçlandı.Çalışmamızda 64 adet Spraque-Dawley cinsi, 200-250 gr. ağırlığında, dişi sıçan kullanıldı. Sıçanlar üç gruba ayrıldı. 1. grup (kontrol grubu, n=20) da, L4-5 sağ hemilaminotomi ve anuler fenestrasyon yapılan sıçanlara lokal serum fizyolojik, 2. grup (topikal deney grubu, n=20) da aynı cerrahi işlem sonrası topikal sitikolin uygulandı. 3. grup (sistemik deney grubu, n=20) da aynı cerrahi işlem sonrası sistemik (peritoneal) sitikolin uygulandı. Anestezik komplikasyonlara bağlı olarak ölen veya cerrahi işlem sırasında dural yaralanma gelişen 4 sıçan çalışma dışı bırakıldı. Tüm sıçanlar 4. haftanın sonunda dekapite edilip ilgili vertebral kolonlar blok olarak çıkarıldı. Gruplar histopatolojik olarak değerlendirildi ve sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.Hem topikal hemde sistemik olarak sitikolin uygulanan gruplarda kontrol grubuna oranla epidural fibrozis, dural adezyon, fibroblast hücre yoğunluğu, yabancı cisim reaksiyonu ve medulla spinalis retraksiyonunun belirgin olarak az olduğu izlendi (p<0,001). İki tedavi grubu (grup 2 ve 3) arasında incelenen parametrelerde ise belirgin bir farklılık görülmedi (p>0,05).Bu çalışma, sitikolin'in, operasyon sonrası hem topikal hemde sistemik verimesinin epidural fibrozisin önlenmesinde etkili olabileceğini göstermiştir. Fakat, sitikolin'in etkinliğinin, aynı zamanda klinik çalışmalar ile de desteklenmesi gerekmektedir.Item Transkraniyal ve transsfenoidal yaklaşımda optik sinir dekompresyonunun anatomik ilkeleri (Kadeverik çalışma)(Uludağ Üniversitesi, 2013) Güler, Tuğba Moralı; Yılmazlar, Selçuk; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıOptik sinirin proksimal kısmı, optik foramen girişinde tümöral ve travmatik patolojiler ile zedelenmeye oldukça yatkındır. Böyle bir durumda, optik sinir proksimal kesimini dekomprese etmek gerekir. Bu nedenle, optik kanal bölge anatomisinin öğrenilmesi önem taşımaktadır. Optik kanalın proksimal kesiminin dekompresyonu esnasında karşılaşılabilecek problemleri ve anatomik sınırları vurgulayan bu çalışmada, optikokarotid bölgenin detaylı anatomisi ve histopatolojik yapısı araştırıldı. Otuz adet sellar ve parasellar örnek yetişkin insan kadavralarından çıkarıldı. Örneklere anatomik diseksiyon ve histopatolojik inceleme yapıldı. Proksimal optik kanalın superior ve lateral duvarı, mikrocerrahi teknik kullanılarak transkraniyal yaklaşım ile; inferior ve medial duvarı ise, endoskopik ve mikroskobik teknik kullanılarak, transsfenoidal yaklaşım ile incelendi. Histopatolojik incelemede optik kanal, internal karotid arter ve optik sinir arasındaki ilişkiler kalitatif ve kantitatif olarak değerlendirildi. Transkraniyal ve transsfenoidal yaklaşım ile benzer oranlarda optik kanal çevresel dekompresyonu yapılabilmesine karşılık, transkraniyal yaklaşımın optik sinirin superiorunun ve lateralinin dekompresyonunda, transsfenoidal yaklaşımın ise optik sinirin inferiorunun ve medialinin dekompresyonunda daha üstün olduğu görüldü. Transkraniyal yaklaşımın optik sinirin daha fazla mobilize edilebilmesi açısından daha uygun olduğu saptandı. Histopatolojik olarak optik sinirin medialde ve inferiorda traksiyon veya basıdan kaynaklanabilecek zedelenmeye daha yatkın olduğu görüldü. Optik sinir dekompresyonuna karar verirken, patolojinin yerleşimine ve bölgenin anatomik-histolojik özelliklerine göre trankraniyal veya transsfenoidal yaklaşımlardan birini seçmek uygun olacaktır.Item Üst klivüs bölgesine orbitozigomatik-subtemporal yaklaşımda kavernöz sinüs, parasellar bölge ve dorsum sellanın anatomisi (kadaverik çalışma)(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kasab, Reyhan; Yılmazlar, Selçuk; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim DalıÇalışmamızda sellar/ parasellar bölgelerin, anatomik özellikleri ve içinde bulunan kritik yapıların birbiriyle olan ilişkileri incelenmiştir. 20 adet erişkin kadaverik spesimen üzerinde yapılan çalışmada, aşağıdaki bulgular elde edilmiştir. Anterior klinoid çıkıntılar, bu bölgeye yaklaşımda önemli rol oynamaktadır. Uzunlukları ortalama sağda 11.51 mm (8.14 mm - 14.64 mm) ve solda 11.59 mm (8.57 mm - 14.21 mm) olarak saptanmıştır. Optik sinirler, dikkat edilmesi gereken önemli yapılardır. Uzunlukları ortalama sağda 10.25 mm (6.95 mm - 13.83 mm) ve solda 10.40 mm (7.25 mm - 12.51 mm) olarak saptanmıştır. Optik sinirler arasındaki açının ortalama değeri 81.03° ( 53.01° - 124.76°) olarak saptanmıştır. Hipofizer stalk açısı, hipofiz bezinin diafragma sella ile birleştiği açıyı ifade eder. Bu açının ortalama değeri 80.46° (54.59° - 120.75°) olarak saptanmıştır. Lamina terminalis, cerrahi yaklaşımda önemi olan yapıdır. Uzunluğu ortalama 10.26 mm (7.27 mm - 18.75 mm) ve genişliği ortalama 6.12 mm (4.01 mm - 8.77 mm) olarak saptanmıştır. Prefiks kiazma yaklaşım koridorunu daralttığı için, postfiks kiazma da hipofiz bezi ve stalk arasını kapattığından zorluk arz eder. Optik sinir uzunluğunun 8 mm altında olması prefiks kiazmayı, 8-10 mm arası normofiks kiazmayı ve 10 mm üzerinde olması anatomik olarak postfiks kiazmayı gösterdi. Benzer şekilde, hipofiz açısı 80°'den küçükse postfiks, 80°-100° arası ise normofiks, 100°'den büyükse prefiks yerleşimli kiazma olduğu görüldü. Çalışmamızda sunulan bulgular ve bilgiler, kafa tabanı ve parasellar bölgede cerrahların karmaşık anatomiyi daha iyi anlamalarına ve ameliyat planlarını optimize etmelerine yardımcı olabilir ve hasta yönetiminde kolaylık sağlayabilir.