2012 Cilt 38 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18378
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 19 of 19
- Results Per Page
- Sort Options
Item Diyabetik ayak gelişmiş olgularda amputasyon gerekliliğini belirleyen faktörlerin retrospektif olarak incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2012-02-24) Durgun, Onur; Durgun, Ayla Gökmen; Ersoy, Canan Özyardımcı; Almacıoğlu, Serdar; Karadayı, Derya; Özkaya, Güven; Aydın, Taner; Özakın, Cüneyt; Tıp Fakültesi; Biyoistatistik Ana Bilim DalıDiyabetik ayak enfeksiyonu diyabetin kronik fakat önlenebilir komplikasyonlarından biridir. Kontrol altına alınamayan enfeksiyonlar ekstremite amputasyonuyla sonuçlanabildiği için çok önemli sosyoekonomik sorunlara yol açmaktadır. Bu çalışmada diyabetik ayak gelişen diabetes mellituslu hastalarda mikro ve makrovasküler komplikasyonlar, A1C düzeyi, osteomiyelit varlığı, üreyen mikroorganizma sayısı ve verilen antibiyoterapi gibi parametrelerle amputasyona gidiş arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. 2008-2011 tarihleri arasında diyabetik ayak enfeksiyonu nedeniyle tedavi gören ve yara kültürlerinde üreme olan 45 hastanın verileri retrospektif olarak incelendi. Oluşturulan hasta değerlendirme formuna bilgiler kaydedildi. Hastalarda amputasyona gidiş ile diyabet yaşı, A1C düzeyleri, cinsiyet, oral antidiyabetik ilaç ya da insülin kullanımı, mikrovasküler komplikasyonların varlığı, diyabetik ayak öyküsü, amputasyon öyküsü, üreyen mikroorganizma sayısı gibi parametreler arasında anlamlı istatistiksel fark görülmedi ancak ileri hasta yaşı, makrovasküler komplikasyon varlığı ve osteomiyelit varlığı ile anlamlı istatistiksel ilişki tespit edildi. İleri hasta yaşı, makrovasküler komplikasyon ve osteomiyelit varlığı diyabetik ayak ülserli hastalarda amputasyona gidiş için önemli risk faktörleri olarak gözükmektedir. Diyabetiklerde, ayak ülserlerine enfeksiyon eklenmeden ve osteomiyelit gelişmeden erken tanı konulup tedavisi gerçekleştirilmelidir. Klinisyenlerin diyabetik ayaklı hastalarda bu parametreleri değerlendirerek, erken ve agresif tedaviye başlamalarının amputasyon oranlarında azalma sağlayacağı düşünülmektedir.Item Böbrek biyopsisi ile reaktif amiloidoz tanısı alan hastaların retrospektif analizi(Uludağ Üniversitesi, 2012-03-13) Yıldız, Abdülmecit; Tekinalp, Atakan; Hoyrazlı, Ayşe; Gül, Bülent; Aktaş, Nimet; Oruç, Ayşegül; Aytaç, Berna; Ermurat, Selime; Yoğurt, İsmail; Güllülü, Mustafa; Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji Bilim DalıBu çalışmada böbrek biyopsisi sonucu AA amiloidozu tanısı alan 32 hastanın demografik,klinik ve laboratuar özellikleri retrospektif olarak incelendi. Yaş ortalaması 49,3±14,5, Cinsiyet dağılımı (E/K) 22/10, Biyopsi endikasyonu; 29 (%90,6) olguda nefrotik sendrom, 3 (%3,4) olguda açıklanamayan akut böbrek yetmezliği nedeniyle koyuldu. 14 (%43,8) olguda altta yatan hastalık saptanamadı. 11(%34) olguda romatolojik hastalık, 3 (%9,4) olguda malinite ve 3 (%9,4) olguda kronik bakteriyal enfeksiyon saptandı.1 (%3) olguda biyopsi sonrası kanama gelişti. AA amiloidozu düşünülen hastalarda böbrek biyopsisi güvenle tercih edilebilir. İdyopatik olguların oranı yüksek olup malign hastalıklar etyolojide düşünülmelidir.Item Tip 1 diyabet (T1D)’li türk hastalarda glutatyon-S-transferaz (GSTT1 ve GSTM1) gen polimorfizmlerinin araştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2012-03-22) Karkucak, Mutlu; Cander, Soner; Gül, Özen Öz; Deligönül, Adem; Ocakoğlu, Gökhan; Gülten, Tuna; Görükmez, Orhan; Öksüz, Mustafa Ferhat; Yakut, Tahsin; Tıp Fakültesi; Biyoistatistik Ana Bilim DalıOksidatif stres, tip 1 diyabet (T1D) ve komplikasyonlarının gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır Oksidatif stresin zararlı etkilerine karşı savunma sistemlerinden biri de Glutatyon-S-Transferaz (GST)’dır. Çalışmamızda, GSTT1 ve GSTM1 gen polimorfizmleri ile T1D’li Türk hastalar arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. Çalışmamıza, T1D tanısı konmuş 71 hasta ile 62 kontrol birey dahil edildi. GSTM1 ve GSTT1 gen polimorfizmini değerlendirmek için multiplex PCR yöntemi kullanıldı. İstatistiksel analizde anlamlılık düzeyi p <0.05 olarak belirlendi. GSTT1 ve GSTM1 negatif(null) genotipleri istatistiksel olarak değerlendirildiğinde, gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Bu sonuçlar GSTT1 ve GSTM1 negatif(null) genotiplerinin T1D ve komplikasyonların gelişimi için katkısının olmadığını göstermektedir fakat daha geniş olgu sayılı çalışmalara ihtiyaç vardır.Item Tessier no: 7 lateral yüz yarığında cerrahi tedavi(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-02) Özbek, Serhat; Gökmen, Zeynep Gül; Şimşek, Muhammed Eren; Kahveci, Ramazan; Tıp Fakültesi; Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Ana Bilim DalıKraniyofasiyal yarıklar nadir konjenital deformitelerdendir. Tessier’ in geliştirdiği basit bir sisteme dayanan sınıflandırma, evrensel olarak kabul görmüştür. Yarık dudak ve damak hariç, iskelet anomalisi olmadan, makrostomi ile gözlenen transvers veya lateral yarık (Tessier no 7) en sık görülen kraniyofasiyal yarık tipidir. Cerrahi tedavisinde, temel olarak oral sfinkter fonksiyonunun sağlanması için orbicularis oris kasının uçları birleştirilir. Ek anomaliler için tedavi protokolü mevcuttur. Bu olgu sunumu ile, klinik olarak Tessier no 7 yarıklara yaklaşımımızı bir örnek üzerinden vurgulamayı amaçladık.Item Renal tutulum olan ve olmayan lupus hastalarının başvuru sırasındaki karakteristiklerinin karşılaştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-05) Koca, Nizameddin; Keni, Nermin; Ersoy, Alparslan; Tıp Fakültesi; Nefroloji Bilim DalıSistemik lupus eritematozus (SLE), heterojen karakterde olması nedeniyle farklı klinik bulgularla başlayabilir. Renal tutulum prognozu olumsuz olarak etkilemektedir. Bu çalışmada, merkezimizde yeni SLE tanısı konulan hastaların başvuru bilgileri retrospektif incelenerek renal tutulumu olan ve olmayan hasta gruplarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. 1986-1999 yılları arasında polikliniğimizde SLE tanısı konulan 70 hastanın başvuru sırasındaki yaş, cinsiyet, klinik ve laboratuvar bulguları kaydedildi. American Collage of Rheumatology kriterlerine göre renal tutulumu olanlardan histopatolojik evreleme için biyopsi alındı. Renal tutulumu olan ve olmayan SLE hastalarının semptom, bulgu ve laboratuvar verileri ayrıntılı olarak irdelenerek gruplar karşılaştırıldı. Renal tutulumu olan ve olmayan hastaların cinsiyet dağılımı ve hastalığın başlangıç yaşı benzerdi. Hastalarda en sık artralji (%67.1), halsizlik (%61.4), anemi (%54.3) ve fotosensitivite (%42.9) görüldü. 42 renal tutulumlu hastada en sık evre 3 ve evre 4 lupus nefriti saptandı. Bulantı ve göz tutulumu olan hasta oranı renal tutulumu olan grupta daha yüksekti. Çalışmamızda sonuç olarak; istatistiksel anlamlılığa ulaşamasa da klinik olarak renal tutulumu olan hastalarda cilt, iskelet-kas sistemi ve konstitüsyonel semptomların daha az olduğu gözlenirken hematolojik ve gastrointestinal sistem tutulumunun daha fazla olduğu gözlendi. Dolayısıyla renal tutulumun diğer semptom ve bulgularla bağlantılı olup olmadığı konusunda daha fazla sayıda hastayı içeren çok merkezli prospektif çalışmalar yapılmasının gerekli olduğu kanaatindeyiz.Item Oral antidiyabetik tedavi ile kan şekeri regüle edilememiş tip 2 diyabetli hastalarda tedaviye insülin glargin ve tek doz insülin glulisin eklenmesinin etkinliğinin retrospektif olarak değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-10) Ersoy, Canan; Ünal, Oğuz Kaan; Yoğurt, İsmail; Hoyrazlı, Ayşe; Özışık, Seçil; Tekinalp, Atakan; Sığırlı, Deniz; İmamoğlu, Şazi; Tıp Fakültesi; Biyoistatistik Ana Bilim Dalı; Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim DalıBiri metformin olmak kaydıyla en az iki oral antidiyabetik ilaç (OAD=Oral Anti-diabetic Drug) ile kan şekeri regüle olmayıp (Hemoglobin A1c= HbA1c= %7-10) bazal-plus insülin tedavisi alan tip 2 diabetes mellitus (T2DM) tanılı hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. İncelenen 78 hasta dosyasından 15 hastanın bazal-plus tedavi aldığı ve devam ettiği belirlendi. Sabah açlık kan şekeri değerlerine göre insülin glargin (17:00’de) başlanıp titre edildiği, takiplerinde en yüksek postprandiyal kan şekeri değerlerine göre akşam öğününe insülin glulisin eklenip titre edildiği görüldü. İnsülin glargin sonrası sabah açlık, tokluk, gece 23:00 ve 02:00 kan şekeri değerlerinde, insülin glulisin sonrası akşam tokluk ve gece 23:00 kan şekeri değerlerinde anlamlı düşüş saptandı. HbA1c’de %8.3’ten %6.8’e anlamlı düşüş saptanırken (p<0.001), hipoglisemi ve kilo artışında anlamlı değişiklik saptanmadı. Sonuçta OAD ile kan şekeri regülasyonu sağlanamayan hastalarda bazal-plus insülin tedavisinin yan etki artışı yapmadan etkili kan şekeri regülasyonu ve HbA1c düşüşü sağladığı belirlendi. Bu sonuçlarla bazal-plus tedavisinin intensif insülin tedavisine geçişte uygun bir basamak olduğu kanaatine varıldı.Item Akut pankreatit tanılı hastaların etyolojik ve prognostik faktörlerinin retrospektif incelenmesi(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-10) Coşkun, Belkıs Nihan; Tandoğan, Gülen; Eroğlu, Ayça; Karadayı, Derya; Irak, Kader; Cangür, Şengül; Kıyıcı, Murat; Tıp Fakültesi; Biyoistatistik Ana Bilim Dalı; Gastroenteroloji Bilim DalıBu çalışmada akut pankreatit (AP) tanısı ile takip edilen hastaları etiyoloji ve komplikasyonlar açısından değerlendirmeyi amaçladık. 2005- 2010 tarihleri arasında hastanemizde AP tanısı alan 184 hasta geriye dönük olarak incelendi. Olguların demografik özellikleri, laboratuvar bulguları, görüntüleme sonuçları, hastalık şiddeti, prognoz ve hastanede yatış süresi kaydedildi. Hastalık şiddeti ile etyolojik faktörler, yaş, cinsiyet, yatış süresi ve prognoz arasındaki ilişki incelendi. Erkek hastaların sayısı 79 (%42,9), kadın hastaların sayısı 105 (%57,1) ve ortalama yaş 55,5±17,01 idi. Yüz on iki olguda (% 60,9) akut biliyer pankreatit saptandı. Şiddetli pankreatit 50 olguda (%27,2) gözlendi. Mortalite oranı % 3,8 (7 olgu) bulundu. Hastalık şiddeti ile demografik özellikler ve laboratuar bulgular arasında ilişki saptanmadı. Mortalite ve yatış süresi şiddetli grupta daha yüksekti (p< 0,001). AP ölümcül seyredebilen önemli bir klinik sorundur. Etyolojisi çok çeşitli olup en sık neden safra kesesi taşıdır. Şiddet ve prognozun belirlenmesinde bilgisayarlı tomografi şiddet indexi uygun bir göstergedir.Item Uterin serviksteki rastlantısal plasental site nodül olgusu(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-11) Özgün, Gonca; Baykara, Sema; Atalay, Fatma Öz; Özerkan, Kemal; Tıp Fakültesi; Patoloji Ana Bilim DalıPlasental site nodül, genelde üreme çağındaki kadınlarda, uterin küretaj materyallerinde, serviks biyopsilerinde ve histerektomi materyallerinde, rastlantısal bir bulgu olarak karşımıza çıkabilen, intermediate trofoblastlara benzer hücrelerin oluşturduğu, epitelyal veya mezenkimal bir lezyon ile karışabilen bir trofoblastik lezyondur. Endoservikste, endometriumda ve nadiren de fallop tüplerinde görülebilir. Menometroraji nedeniyle histerektomi yapılan 42 yaşındaki kadın hastanın, bölümümüze gönderilen materyalinde endoservikal kanal-alt uterin segment arka duvar yerleşimli 0,8x0,5 cm çapında kanamalı görünümde hafif erozyone görünümde kahverenkli bir alan dikkati çekti. Kesitlerde stromada bol miktarda camsı eozinofilik sitoplazma içeren, yer yer bizar görünümde ve sınırları düzensiz nükleusları olan, büyük hücrelerden oluşan iyi sınırlı lezyon alanı izlendi. İmmünhistokimyasal çalışmada lezyona ait hücreler sitokeratin ile yaygın ve kuvvetli pozitif iken hPL ve PLAP boyaları ile fokal pozitiflik izlendi. Plasental site nodül, lezyonu oluşturan intermediate trofoblastlar benzeri hücreler nedeniyle, epitelyal bir neoplazi ile karışabilecek bir lezyondur. Özellikle endoservikal küretaj materyallerinde görülmesi halinde ve immünhistokimyasal olarak sitokeratin pozitifliği nedeniyle serviksin skuamöz hücreli karsinomu ile karışabileceği için, her zaman akılda tutulması gereken lezyonlardan biridir.Item Altı aylık dönemde endokrinoloji polikliniği’ne başvuran adrenal insidentaloma hastalarının retrospektif değerlendirilmesi: tek merkez sonuçları(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-30) Peynirci, Hande; İrteş, Nurten; Ermurat, Selime; Sığırlı, Deniz; Ersoy, Canan; İmamoğlu, Şazi; Tıp Fakültesi; Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bilim DalıGörüntüleme yöntemlerinin ilerlemesi ve yaygın kullanılması, tesadüfen saptanan adrenal insidentalomalarla daha sık karşılaşılmasına neden olmuştur. Endokrinoloji Bölümüne 6 aylık dönemde başvuran ve başka şikayetler nedeniyle yapılan görüntülemeler ile adrenal kitle saptanan 182 hastanın dosya verileri retrospektif olarak incelendi. Bu çalışmada, adrenal insidentalomaların sıklığını, hormonal durumunu, görüntüleme yöntemlerindeki özelliklerini, tedavilerini ve histolojik tanılarını gözden geçirmeyi amaçladık. Başvuran hastaların 128’i (%70.3) kadın, 54’ü (%29.7) erkek, yaşlarının medyan değeri 54 yıl (18-85) idi. Bilgisayarlı tomografi ile belirlenen kitle boyutları medyan 26 mm (5-160) olarak saptandı. Endokrinolojik değerlendirme sonucunda 46 kitlenin (%25.3) fonksiyonel, 136 kitlenin (%74.7) nonfonksiyonel olduğu bulundu. 46 fonksiyonel adenom vakasının 24’ü (%52.2) Cushing sendromu, 16’sı (% 34.8) feokromositoma ve 6’sı (%13) aldosteron üreten adenom idi. Fonksiyonel olarak değerlendirilen 46 hastanın 38’i ve nonfonksiyonel olarak değerlendirilen 136 hastanın 22’si kitle boyutları 4 cm’in üstünde olduğu için operasyona yönlendirildi. Bu çalışmamızın sonuçları da göstermiştir ki, tesadüfen saptanan adrenal kitleler hormon aktif hatta malign olabilmektedir. Bu nedenle bu tür kitlelerin tanı, tedavi ve takipleri dikkatli yapılmalıdır.Item Uludağ üniversitesi tıp fakültesi öğrencilerinin beslenme alışkanlıkları ve bunları etkileyen faktörler(Uludağ Üniversitesi, 2012-05-11) Ayhan, Demet Ekin; Günaydın, Elif; Gönlüaçık, Erhan; Arslan, Umut; Çetinkaya, Ferit; Asımı, Hakima; Uncu, Yeşim; Tıp Fakültesi; Aile Hekimliği Ana Bilim DalıBu çalışma; Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğrenim görmekte olan öğrencilerin beslenme alışkanlıkları ve bunları etkileyebilecek faktörleri araştırmak, beslenme durumlarını incelemek amacıyla yapılmıştır. Çalışma Aralık 2011-Ocak 2012 tarihleri arasında yapılmış olup, araştırmaya katılan öğrencilere, sosyodemografik özellikleri, beslenme alışkanlıkları, beslenme durumları ile ilgili 51 sorudan oluşan anket uygulanmıştır. Araştırmaya 298’i kız (%53,5) 259’u erkek (%46,5) toplam 557 öğrenci dâhil edilmiştir. Araştırmaya katılan öğrencilerden günde üç ana öğün ile beslenenler %29,6 oranında iken, günde üç ana öğün ile birlikte en az bir ara öğünle beslenenler %41,3, günde üç ana öğün üç ara öğün ile beslenenler ise %4,7 oranındaydı. Öğrencilerin en çok önem verdikleri ana öğünün akşam yemeği (%44,6) olduğu görülmüştür (p<0,05). En çok atladıkları ana öğün ise kahvaltı (%58,2) olarak gözlenmiştir. Çalışma grubunda, günde üç ana öğün ve üç ana öğünle beraber en az bir ara öğünle beslenenleri düzenli beslenen grup (%70,9) olarak ayrı değerlendirdiğimizde bu grupta da benzer sonuçlar çıkmıştır. Bu çalışmada, kızların erkeklere göre daha düzenli beslendiği gözlenmiştir (p<0,05). Vücut kitle indeksleri ortalaması kızlarda 20.98±2.87 kg/m2 , erkeklerde 24.01±3.17 kg/m2 bulunmuştur. Tıp Fakültesi öğrencilerinin çoğunun düzenli beslendiği ve vücut kitle indeksleri açısından normal olduğu görülmüştür.Item Osteosarkom: Olgu sunumu(Uludağ Üniversitesi, 2012-05-15) Aydınlı, Ufuk; Akesen, Burak; Küçükalp, Abdullah; Yalçınkaya, Ulviye; Tıp Fakültesi; Patoloji Ana Bilim DalıOsteosarkom 20 yaş altı görülen en sık malign kemik tümörüdür. Ergenlik döneminde görülme sıklığı pik yapar. Cerrahi ve kemoterapi ile tedavi edilir. Preoperatif kemoterapi sonrası eksize edilen tümör yerine genelde bio-uyumlu metal protezler kullanılmaktadır. Bazen kemik greftleri veya hastanın kendi kemiği de, dış ortamda yüksek doz radyasyon uygulanıp, otoklavize edilip veya pastorize edilip tekrar kullanılabilmektedir. Bu yazıda sunulan olgu 24 yaşında erkek hastadır. Hastanın temel şikayetleri sağ uylukta ağrı ve kitle olup yapılan biyopsi sonrası hastaya osteosarkom tanısı konuldu. Hastaya ameliyat öncesi kemoterapi uygulandı ve daha sonra total olarak rezeke edilen femur diafizinde önce kabaca tümör dokularından mekanik olarak temizlendi daha sonra pastörisazyona tabi tutuldu ve tekrar yerine konan parça intramedüller çivi ile tespit edildi. Kaynama sağlanması için hastada proksimal ve distal osteotomi hatlarına damar pediküllü kot grefti kullanıldı. Postoperatif üçüncü yılında lokal yada sistemik nükse rastlanmadı. Pastorizasyon ile rezeke edilen kemiğin otogreft olarak kullanıldığı; amputasyona ve tümör protezine ihtiyaç duyulmadan osteosarkom tedavisinde rutin uygulamanın dışında olan olgumuzu sunuyoruz.Item Uludağ üniversitesi tıp fakültesi kardiyoloji anabilim dalı'na bayılma şikayeti ile başvuran hastalarda etiyoloji(Uludağ Üniversitesi, 2012-05-15) Alişir, Mehmet Fethi; Keçebaş, Mesut; Beşli, Feyzullah; Baran, İbrahim; Şentürk, Tunay; Özdemir, Bülent; Aydınlar, Ali; Tıp Fakültesi; Kardiyoloji Ana Bilim DalıBu çalışmada, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı'na bayılma şikayeti ile başvuran hastalarda geçici bilinç kaybı nedenlerini ve senkop etiyolojisini araştırmak amaçlanmıştır. Uludağ Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji Anabilim Dalı'na Ocak 2010- Mayıs 2011 tarihleri arasında bayılma şikayeti ile başvuran 167 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. 113 hastada senkop saptanmıştır. Senkop tanısı alan olguların %53,4'ü kadın, %43'ü 50 yaş üzeri olgulardan oluşmaktadır. Senkop tanısı alan hastalarda refleks senkop (%43,4) ilk sırada, kardiyak senkop (%39,8) ikinci sırada yer almaktadır. Senkop tanısı alan erkeklerin %50'sinde kardiyak senkop, kadınların %47,5'inde refleks senkop en sık neden olarak saptanmıştır. 50 yaş altı hastalarda en sık senkop nedeni refleks senkop iken 50 yaş üzeri hastalarda en sık neden kardiyak senkop olarak bulunmuştur. Tüm yaş gruplarında ise refleks senkobun en sık nedeni vazovagal senkop olarak belirlenmiştir. Senkop popülasyonda sık görülmekle birlikte altta yüksek mortaliteye sahip kardiyak nedenler bulunabileceğinden hastalar ayrıntılı incelenmeli ve senkop etyolojisi ortaya koyulmalıdır.Item Interlökin-6: inflamasyonda başrol oyuncularından(Uludağ Üniversitesi, 2012-05-22) Dalkılıç, Ediz; Gül, Cuma Bülent; Alkış, Nihan; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Romatoloji Bilim DalıSon 10 yılda özellikle romatoloji alanında büyük yenilikler yaşanmaktadır. İnflamatuar hastalıkların patogenezinin daha iyi anlaşılması beraberinde yeni tedavi ajanlarının gelişimine neden olmuştur. İnterlökin-6 (IL-6) ve reseptör sistemi 1980’lerde keşfedilmiştir. IL-6 T hücrelerin, B hücrelerin farklılaşması, antikor yapımı ve akut faz cevabında önemli bir rol oynar. IL-6 aynı zamanda romatoid artritteki halsizlik, anemi, kemik resorbsiyonu ve lipit metabolizma değişiklikleri gibi sistemik bulgulardan da büyük ölçüde sorumludur. IL-6 aktivasyonunun inhibisyonu, bazı immun inflammatuar hastalıkların tedavisinde yeni bir hedef olarak karşımızda durmaktadır.Item Tip II diyabetes mellituslu kardiyak otonom nöropatili olgularda arteriyel sertlik(Uludağ Üniversitesi, 2012-05-24) Kaderli, Aysel Aydın; Özbay, Sinem; Keçebaş, Mesut; Baran, İbrahim; Aydınlar, Ali; Tıp Fakültesi; Kardiyoloji Ana Bilim DalıÇalışmada kardiyak otonom nöropati (KON) pozitif diyabetes mellitus (DM)’lu olgular ile sağlıklı kontrol grubunda arteriyel sertlik ölçülerek karşılaştırıldı. Çalışmaya 26 tip II DM’li hasta ve 12 sağlıklı gönüllü alındı. Tip II DM’li olgulara Ewing testi uygulanarak ≥1 puan alanlar KON pozitif kabul edildi. Radiyal arter nabız dalga hızı (NDH) “Pulse Wave Sensor HDI system” ile ölçüldü. Büyük arter (BAEİ) ve küçük arter elastisite indeksleri (KAEİ) nabız dalgasının otomatik analizi ile hesaplandı. KON tip II DM’li olguların 21’inde pozitifti. KON pozitif tip II DM’li olgularda sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında hem BAEİ (sırasıyla 7.72±2.77, 14.8±3.31 ml/mmHgx10, p<0.001) ve hem de KAEİ (3.4±1.55, 5.9±2.99 ml/mmHgx100, p=0.033) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktü. Bu bulgular girişimsel olmayan ve kolay uygulanabilir bir tetkik yöntemi olan NDH ölçülmesinin, DM seyrindeki kardiyovasküler olayların ön görülmesinde faydalı bir yöntem olabileceğine işaret etmektedir.Item Migren hastalarının yaşamlarındaki önemli değişikliklerin kronikleşme sürecine etkisi(Uludağ Üniversitesi, 2012-06-07) Seferoğlu, Meral; Kaygılı, Emine; Özkaya, Güven; Kırlı, Necdet; Zarifoğlu, Mehmet; Tıp Fakültesi; Nöroloji Ana Bilim DalıMigrenin progresyonu kronik günlük başağrısı (KGB) ile sonuçlanabilir. Toplum tabanlı çalışma verileri az olmasına rağmen, boşanma, taşınma, iş değişikliği, çocuklar ile ilişkili problemler gibi yakın zamanda yaşanmış önemli yaşam olayları ve psikiyatrik komorbidite kronik başağrısının bir presipitanı olarak kabul edilmektedir. Çalışmamızda migrenin kronikleşme sürecinde hastaların yaşantılarındaki önemli değişikliklerin etkisini incelemeyi amaçladık. Kasım 2008-2009 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı başağrısı polikliniğine başvuran ve/veya takipte olan migren tanısı konulan hastaların yaşamlarındaki değişiklikler 1 yıl retrospektif, 1 yıl da prospektif olarak sorgulanmış ve kronikleşme üzerine etkisi incelenmiştir. Sonuç olarak kronik günlük başağrısı grubunda (Grup 2) yeni yaşam değişiklikleri arttıkça olguların ilaç aşırı kullanımının arttığı yönünde ilişki bulundu (r=0,604, p=0,029). Bulguların lojistik regresyon analizi sonucunda olguların 24 aylık toplam sağlık puanı değişiklikleri grup 2’de grup 1’e göre daha fazla idi (p=0,049). Grup 2’de ilaç aşrı kullanımı grup 1’e göre anlamlı olarak daha yüksek idi (p=0,001).Item Kliniğimizde 2000- 2010 yılları arasında sezaryen oranları ve değişen endikasyonlar(Uludağ Üniversitesi, 2012-06-11) Demir, Bilge Çetinkaya; Ocakoğlu, Gökhan; Özerkan, Kemal; Orhan, Adnan; Cengiz, Candan; Tıp Fakültesi; Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim DalıÇalışmamızda 2000-2010 yılları arasında kliniğimizde yaptırılan doğumlar içerisinde sezaryen sıklığını belirlemek ve yıllar içerisinde değişen endikasyon ve sıklıklara vurgu yapmak amaçlanmıştır. Ocak 2000- Aralık 2010 tarihleri arasında kliniğimizde meydana gelen tüm doğum olguları retrospektif olarak tarandı. On yıllık süre içerisinde yaptırılan 10239 doğumun 5135’i normal doğum ile (%50.10), 5104’ü ise sezaryen ile (%49.90) gerçekleştirildi. Sezaryen sıklığı 2000 yılında %41.88 iken anlamlı bir artış göstererek 2010 yılında %54.12’e ulaştı (p= 0.021). Yıllar içerisinde eski sezaryen nedeni ile yapılan sezaryen sıklığı %25.06’dan % 39.50’ye yükseldi (p<0.001). İsteğe bağlı sezaryen oranının ise %5.78’den %0.58’e gerilediği izlendi. Kliniğimizde sezaryen sıklığı yıllar içerisinde anlamlı bir şekilde artmıştır. Bu artış özellikle eski sezaryenlı hasta oranının artması nedeniyledir ve beraberinde plasentasyon anomalilerinin sıklığında artışa neden olmuştur. Sezaryen sıklığının düşürülmesi için isteğe bağlı yapılan operasyonların azaltılması, ilk gebelikte endikasyonların dikkatli değerlendirilmesi, doğumhanelerde ebelerin rolünün arttırılması gibi önlemler uygulamaya konulmalıdır.Item Akut invaziv fungal rinosinüzit: 18 vakanın klinik analizi(Uludağ Üniversitesi, 2012-06-12) Demir, Uygar Levent; Öztosun, Ege; Tecimer, Sevilay Hançer; Kasapoğlu, Fikret; Tıp Fakültesi; Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Ana Bilim DalıBu çalışmanın amacı kliniğimizde akut invaziv fungal rinosinüzit (AİFR) tanısıyla cerrahi debridman uyguladığımız hastaların klinik verilerinin retrospektif olarak değerlendirilmesidir. Çalışmaya Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi KBB Anabilimdalı'nda Mart 2010 ile Mayıs 2012 tarihleri arasında AİFR nedeniyle opere edilen 18 hasta dahil edilmiştir. Bu hastaların primer hastalıkları, nötropeni durumu, izole edilen patojen mantarlar, invaze olan bölgeler, uygulanan cerrahi modaliteler ve sağkalım oranları kayıtlardan tespit edilerek incelendi. Hastaların 11'inde (%61,1) hematolojik malignite, 4'ünde diabetes mellitus (%22,2), 2'sinde (%11,1) aplastik anemi ve birinde (%5,5) nefrotik sendrom tanısı bulunmaktaydı. İnvaziv fungal patojenlerin dağılımı ise; 4 (% 22,2) hastada mukor ve 14 (%77,7) hastada ise aspergillus şeklinde olup, aspergillus flavus 9/18 (%50) oranı ile en sık izole edilen patojendir. En sık etkilenen anatomik yapı ise septal mukoza ve septal kartilajdır (%88,8). Hastaların genel sağkalım oranı %33,3 (6/18) olarak tespit edilmiştir. AİFR, immünosüprese hastalarda hızlı ilerleyerek mortal seyredebilen bir enfeksiyon olduğundan, erken tanı konması ve sonrasında zaman kaybedilmeden yapılacak cerrahi ile birlikte agresif antifungal tedavi verilmesi prognoz açısından oldukça önemlidir.Item Granülomatöz servisit: Servikovajinal sitoloji ile tanı konan iki olgu(Uludağ Üniversitesi, 2012-06-18) Küçük, Şirin; Dağlı, A. Ferda; Cihangiroğlu, Gülçin; Akpolat, NusretGranülomatöz servisitler serviksi ender tutan, hem enfektif hem de enfeksiyöz etkenler dışında nedenlerle oluşabilen lezyonlardır. Granülomatöz servisitlerin dünyada bildirilen en sık sebebi tüberkülozdur. Enfeksiyon etkenlerinin çoğu antimikrobiyal ajanlara duyarlı olduğundan genellikle tanı için servikal biyopsi yapılmaz. Bu nedenle granülomatöz servisitin hem histolojik hem de sitolojik bulgularıyla ilgili bilgilerimiz kısıtlıdır. Birinci olgu; karın ağrısı, dispepsi ve vajinal akıntı şikayetleriyle kliniğe başvuran 52 yaşında kadın hasta. İkinci olgu; sekonder infertilite, adet düzensizliği ve dismenore şikayetleriyle kliniğe başvuran 29 yaşında kadın hasta. Her iki olgunun jinekolojik muaynesinde servikal erozyon görülerek servikal smear alındı. Servikal yaymaların sitopatolojik incelemesinde çok sayıda yer yer multinükleer dev hücre oluşturmuş histiyosit gruplarına rastlandı. Bazı alanlarda ise epiteloid histiyositlerden meydana gelen granülom yapıları dikkati çekti. Bu bulgular ışığında her iki olguya da granülomatöz servisit tanısı verildi. Serviksin granülomatöz enfeksiyonlarının ender görülmesi ve bu konuyla ilgili bilgilerimizin kısıtlılığı yanlış pozitif ve negatif sonuçlar vermemize neden olabilir. Bu nedenle, özellikle multinükleer dev hücrelerin varlığı granülomatöz servisit için uyarıcı olmalıdır.Item Özofagus benign darlıklarına yönelik yapılan dilatasyon işlem verilerimiz ve literatürün gözden geçirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2012-06-20) Ayyıldız, Talat; Nak, Selim Giray; Nizamoğlu, Ali; Eminler, Ahmet Tarık; İrak, Kader; Eroğlu, Ayça; Kıyıcı, Murat; Gürel, Selim; Gülten, Macit; Dolar, Enver; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Gastroenteroloji Bilim DalıGastrointestinal sistem benign darlıkları endoskopik tedavisi mümkün olabilen patolojilerdir. Bu makale ile Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi (UÜTF) Gastroenteroloji Bilim Dalı Endoskopi Ünitesinde Özofagus benign darlıklarında yapılmış olan dilatasyon işlemleri ile ilgili verilerin paylaşılması amaçlanmıştır. Ocak 2006 ve Eylül 2010 tarihleri arasında disfaji, bulantı,kusma gibi semptomlarla polikliniğimize başvuran ve özofageal benign darlık tespit edilen 76 hastanın demografik bilgileri ve yapılan dilatasyon işlemleri ile ilgili verileri retrospektif olarak incelenerek istatistiksel analizleri yapıldı. Olguların 25’i (%33) erkek, 51’i (%67) kadındı. Yaş ortalaması 51.05 ± 15.543 idi. Darlıkların etiyolojiye göre dağılımı, Web-halka grubunda 41 (%54), Peptik striktür grubunda 26 (%34), Cerrahi,radyoterapi ve kostik madde kullanımına bağlı darlıklarda ise 9 (%12) idi. Gruplar arasında yaş açısından farklılık yoktu (p=0.550), cinsiyet açısından web-halka grubunda diğer gruplara göre kadın lehine anlamlı farklılık izlendi (p=0.0046 ve p=0.017). Darlıkların 62’sinde (%82) buji, 14’ünde (%18) balon dilatasyon yapılmıştı, ancak dilatasyon etkinliği açısından anlamlı bir fark bulunmadı (p=0.185). Bu çalışma benign özofagus darlıklarında buji ve balon dilatasyon işleminin güvenle ve seçilmiş vakalarda başarı ile sonuçlanabileceğini göstermektedir.