2023 Cilt 49 Sayı 3
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/41022
Browse
Browsing by Title
Now showing 1 - 20 of 23
- Results Per Page
- Sort Options
Publication Anaplastik tiroid karsinomu tanısında morfolojik ve immünohistokimyasal bulguların yeri: 10 yıllık seri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-18) Saraydaroğlu, Özlem; Dölek, Rabia; Gül, Özen Öz; Gürlüler, Ercüment; Tıp Fakültesi; Tıbbi Patoloji Ana Bilim Dalı; Endokrinoloji Bilim Dalı; 0000-0002-4127-9656; 0000-0002-1751-7693; 0000-0002-1332-4165; 0000-0002-6008-5494Tüm tiroid kanserleri içinde en agresif ve mortal seyirli kanser türü olan anaplastik karsinom, andiferansiye follikül epitel hücrelerinden kaynaklanır. Genellikle ileri yaşta ortaya çıkar. Hızlı büyüyen boyun kitlesi, yutma güçlüğü, ses kısıklığı, solunum güçlüğü en sık görülen başvuru yakınmalarıdır. 2011-2022 yılları arasında merkezimizde anaplastik karsinom tanısı almış 18 olguda klinik, histopatolojik ve immünohistokimyasal bulguların tanıdaki yeri ve sağ kalım özellikleri literatür bilgileri ışığında tartışıldı. Klinik seyir ve görüntüleme yöntemleri anaplastik karsinom için kuşku uyandırır ancak kesin tanı patolojik olarak anaplastik morfolojinin görülmesi ve yardımcı bazı immünohistokimyasal ve/veya moleküler tetkiklerin yapılması ile konur. Farklı histopatolojik görünümlere sahip olabilen bu tümörlerde andiferansiye özellikler gösteren karsinomlar, sarkomlar ve lenfomalar ayırıcı tanı içine alınmalıdır.Publication Bası yarası bakımına ilişkin Google videoları önerilmeli mi?(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-18) Ertem, Aytül Coşar; Ertem, Uğur; Tıp Fakültesi; Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı; 0000-0003-2142-2264Bu çalışmada bası yarası bakımında Google videolarının kalitesini ve güvenilirliğini değerlendirmeyi amaçladık. 12 Ekim 2023'de Google videolar kısmında "bası yarası bakımı", "yatak yarası bakımı", "basınç ülseri bakımı", ve "basınç yaralanması bakımı" anahtar kelimelerini aradık. Her bir anahtar kelime ile arama sonucu ilk çıkan 25 video değerlendirildi. Videoların kalitesini ve güvenilirliğini değerlendirmek için Modifiye DISCERN (Mdiscern) ve Küresel Kalite Skoru (GQS) kullanıldı. Taranan 100 videodan 49'u (%49) istatistiksel analize dahil edildi. İstatistiksel analiz sonuçlarına göre videoların %42.86’sının orta kalitede ve %55.10’unun yüksek güvenilirliğe sahip olduğunu saptadık. Video yükleme kaynağı açısından bakıldığında kalitesi ve güvenilirliği yüksek videoların çoğunun sağlık profesyonelleri tarafından yüklendiği belirlendi (p=0.001). Mevcut çalışma sonuçlarına göre, Google'da yer alan bası yarası bakımı ile ilgili videoların çoğunun orta kalitede olduğu ve videoların yarısına yakınının düşük güvenilirliğe sahip olduğu tespit edilmiştir. Gelecekte sağlık profesyonellerinin video paylaşım platformlarında (YouTube, Google, Tiktok vb.) içerik üretmeleri, video kalitesinin ve güvenilirliğinin artmasında etkili olacaktır. Ayrıca hastalara sağlıkla ilgili bilgi kaynağı olarak Google videolar kısmındaki içeriklerin önerilmesinin belli seçici özelliklere göre ve hekimin değerlendirmesine göre uygun olabileceğini düşünüyoruz.Publication Böbrek nakli operasyonuyla ilişkili komplikasyonların erken dönem hasta ve graft sonuçları üzerine etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-05) Düğer, Hakan; Ersoy, Alparslan; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji Bilim Dalı; 0000-0001-5478-3192; 0000-0002-0710-0923Böbrek nakli sonrası erken dönem hasta ve graft sağkalımı, birbiriyle ilişkili birçok karmaşık faktöre bağlıdır. Bu çalışmada; canlı ve kadaverik vericiden böbrek nakli yapılan hastalarda intra- ve post-operatif gelişen medikal ve cerrahi komplikasyonların sıklığı ve bu komplikasyonların erken dönemde hasta ve graft sağkalımı üzerine olan etkileri araştırıldı. Tek merkezde on yıllık dönemde böbrek nakli yapılan 498 hasta verileri retrospektif olarak incelendi. Alıcıların demografik, diyaliz ve nakil bilgileriyle, intra- ve post-operatif komplikasyonlar tıbbi kayıtlardan elde edildi. Komplikasyon gelişimi ile hasta ve graft sağkalımını etkileyen risk faktörler değerlendirildi. Çalışmamızda, canlı vericili nakillerde intra-operatif cerrahi komplikasyon, kadaverik vericili nakillerde post-operatif medikal ile post-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon sıklığı anlamlı olarak yüksek saptandı. Gündüz çalışma saatleri dışında yapılan operasyonlarda post-operatif medikal komplikasyonlar daha sık görüldü. Post-operatif cerrahi komplikasyon ile post-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon görülmesi ise istatistiksel olarak graft sağkalım süresini ve hasta sağkalım süresini anlamlı olarak kısalttı. İntra-operatif medikal ve cerrahi komplikasyon gelişiminde; verici yaşındaki 1 birimlik artış komplikasyon riskini 1.027 kat arttırdı. Nakil öncesi diyaliz modalitesinin hemodiyaliz olması, periton diyalizi olmasına kıyasla intraoperatif medikal ve cerrahi komplikasyon gelişme riskini 3.816 kat arttırdı. Sonuç olarak, gözlemlerimiz erken dönemde medikal ve cerrahi komplikasyonların sık görüldüğünü ve bu komplikasyonların hasta ve graft sağkalımını etkileyebileceğini düşündürmektedir.Publication COVID-19 olan çocuklarda immunoglobulin seviyeleri ve hastane başvuruları üzerine etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-28) Kasap, Nurhan; İncealtın, OnurKoronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) salgını tüm dünyada bir sağlık krizine dönüşmüştür. Çocukların da erişkinler kadar Şiddetli Akut Solunum Sendromu Coronavirüs 2 (SARS-CoV-2) ile enfekte olabildikleri belirlenmiştir. Bu çalışmada, COVID-19 saptanan çocuklarda bakılan immunoglobulin seviyelerini ve hastane başvurularındaki etkisini araştırmayı amaçladık. Ocak 2020 ve Aralık 2022 tarihleri arasında hastaneye başvuran COVID-19 saptanan, immunoglobulin seviyeleri bakılan 138 çocuk hastanın; demografik özellikleri, klinik belirtileri ve laboratuvar sonuçları retrospektif olarak tıbbi kayıtlardan elde edilerek analiz edildi. Olguların %53’ü kız, %47’si erkekti ve yaş ortancaları 9 yıl (0,6–17,8) idi. En sık başvuru semptomları ateş (%52), öksürük (%45) ve gastrointestinal belirtilerdi (%9). IgG %34.5’inde, IgA %14’ünde ve IgM %21.6’sında düşük seviyelerde bulundu. Düşük IgG bulunan hastalarda; IgA, IgM ve IgE seviyelerinde de azalma olduğu saptandı (p<0.001). Düşük IgG olanlarda hemoglobin, total kolesterol ve LDL seviyelerininde de düşüklük görüldü (p=0.015, p=0.036 ve p=0.006, sırasıyla). IgM düşüklüğü olan grupta, normal olan gruba kıyasla hastane yatış gereksinimi daha fazlaydı (p=0.045). Yatış durumu ile cinsiyet, IgG, IgA ve IgE arasında anlamlı ilişki yoktu (p>0,05). Düşük IgA ve IgM seviyeleri olanlarda anlamlı oranda çocuk yoğun bakım ihtiyacı oldugu saptandı (p=0.049, p=0.011, sırasıyla). Uzayan yatış durumu (>15 gün) ile cinsiyet, IgG, IgA, IgM ve IgE arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki yoktu (p>0,05). Hipogammaglobulinemi olan COVID-19 tanılı çocuk hastalarda, genel popülasyona göre mortalite ve yoğun bakım yatış oranlarının daha yüksek olduğu bilinmektedir. Bulgularımız, COVID-19 ile başvuran, hastane yatış gereksinimi olan çocuk hastaların rutin değerlendirmesinde immunoglobulin seviyelerinin değerlendirilmesinin önemini vurgulamaktadır.Publication D vitamininin fingolimod tedavisi alan multipl skleroz hastaları üzerine etkisinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Sarıdaş, Furkan; Lazrak, Sarah Hamide; Koç, Emine Rabia; Turan, Ömer Faruk; Tıp Fakültesi; Nöroloji Ana Bilim Dalı; 0000-0001-5945-2317; 0000-0001-5596-5246; 0000-0002-0264-7284; 0000-0002-6752-1519Multipl skleroz (MS), genç erişkin yaşta başlayan merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve nörodejeneratif bir hastalığıdır. MS genç yetişkinlerde travmatik olmayan sakatlığın önde gelen nedenidir. D vitamininin immünomodülatör özelliklere sahip olduğu bilinmektedir. Eksikliği MS gelişimi için çevresel bir risk faktörü olarak tanımlanmakta ve hastalık aktivasyonu ile ilişkilendirilmektedir. Bu çalışmanın amacı fingolimod tedavisi alan MS tanılı hastalarda başlangıç vitamin D düzeyleri ve replasman tedavisi ile hastalığın klinik ve radyolojik sonlanımı arasındaki ilişkiyi belirlemektir. 2015-2023 tarihleri arasında merkezimizde takip ettiğimiz 214 hastanın tıbbi kayıtları retrospektif değerlendirildi. Vitamin D düzeyi verileri tedavi öncesi için 132 ve replasman tedavisi için 98 hastada analiz edildi. Sonlanım parametreleri; radyolojik aktivasyon, yıllık atak oranı, yeni atak gelişmesi, Genişletilmiş Özürlülük Durum Ölçeği (EDSS)’nde progresyon ve hastalık aktivitesine dair kanıtın olmaması-3 (NEDA-3) olarak belirlendi. Fingolimod tedavisi başlangıcında vitamin D düzeyleri ile hastalığın klinik veya radyolojik aktivasyonu veya progresyonu ile herhangi bir ilişki saptanmadı. Vitamin düzeyi düşük olan hastalarda replasman tedavisi ile >30 μg/L sağlanamayan hastalarda belirlenen sonlanım parametlerinde farklılık saptanmadı. Yüksek hastalık aktivasyonu olan alt grup değerlendirildiğinde de olumlu yönde herhangi bir fark ve değişim gözlemlenmedi. Sonuç olarak başlangıçtaki düşük serum vitamin D düzeyi veya yetersiz replasmanı ile klinik ve radyolojik kötüleşme arasında ilişki saptanmadı. Ancak sonuçları etkileyebilecek diğer risk faktörlerinin ve türk popülasyonuna özgü genetik polimorfizmlerin de değerlendirildiği daha geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication Deneysel şizofreni modelinde bilişsel fonksiyonlar ve hipokampal sinaptofizin düzeylerinin incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Makinecioğlu , İbrahim; Vural , Ayşe Pınar; Ermiş, Erkan; Koç, Cansu; Mergen, Hilmiye Şule; Cansev, Mehmet; Göktalay , Gökhan; Çamlı, Şafak Eray; Tıp Fakültesi; Tıbbi Farmakoloji Ana Bilim Dal; 0000-0001-5359-3477; 0000-0002-6097-5585; 0000-0001-7589-2013; 0000-0003-2918-5064; 0000-0001-6261-4233; 0000-0002-4847-7751Şizofreni pozitif, negatif ve bilişsel belirtiler ile seyreden kronik bir beyin hastalığıdır. Bilişsel belirtiler hastalığın prodromal döneminden itibaren gözlenebilmektedir. Bu çalışmanın amacı irkilme refleksininin ön uyaran aracılı inhibisyonu (ÖUAİ) ile oluşturulan deneysel şizofreni modelinde sıçanların bilişsel fonksiyonlarını ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin düzeylerini araştırmaktır. Çalışmada 30 adet erkek Wistar türü sıçanlar bazal ÖUAİ ölçümüne tabi tutulmuş ve bu değerlere göre düşükten yükseğe sıralanmıştır. İlk 10 sıçan “düşük” ve son 10 sıçan “yüksek” inhibisyonlu grup olarak ayrıldıktan sonra 5 gün boyunca Morris Su Tankı (MST) testine tabi tutulmuştur. Testin bitiminde sıçanlar sakrifiye edilerek hipokampus bölgeleri eksize edilmiş ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin Western Blot yöntemiyle analiz edilmiştir. Sonuçlara göre her iki grubun öğrenme düzeyleri arasında fark bulunmaz iken ve hafıza fonksiyonlarının platform alanından geçme sıklığı (p<0,05) ve platform alanında geçirilen süre parametreleri (p<0,05) düşük ÖUAİ gruptaki sıçanlarda anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. Sinaptofizin düzeyleri de benzer şekilde düşük ÖUAİ grubundaki sıçanlarda anlamlı olarak (p<0,01) düşük tespit edilmiştir. Çalışmamızın sonuçları yüksek ÖUAİ değerine sahip sıçanlarla kıyaslandığında ÖUAİ değerleri düşük olan sıçanların bazı bilişsel fonksiyonlarının ve hipokampal presinaptik proteinlerden sinaptofizin düzeylerinin anlamlı olarak daha düşük olduğunu göstermektedir. Bu sonuçlar aynı zamanda uzun zamandır şizofreni çalışmalarında güvenilir bir yöntem olarak kullanılan ÖUAİ testinin insan ve hayvan çalışmalarındaki benzer sonuçlarına vurgu yaparak şizofreni araştırmalarındaki önemini desteklemiştir.Publication Enfeksiyon hastalıklarında ferroptozun rolü(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-28) İskin, Ali Eren; Budak, Ferah; Tıp Fakültesi; İmmünoloji Ana Bilim Dalı; 0009-0005-2987-3475; 0000-0001-7625-9148Glutatyon (GSH) ve glutatyon peroksidaz 4 (Glutathione peroxidase 4; GPX4) gibi lipid onarım sistemleriyle kontrol edilen ve çoklu doymamış yağ asidi (polyunsaturated fatty acids; PUFA) biyosentezini de kapsayan, bir dizi enzimatik reaksiyon ile korele olan ölüm tipine ferroptoz adı verilir. Ferroptoz aynı zamanda, ferröz (Fe+2) demire bağımlı hücre ölüm tipi olarak tanımlanmıştır. Apoptoz, piroptoz, otofaji gibi diğer hücre ölüm yollarından farklı özellikler gösterir. Ferroptoz sırasında gözlemlenen en önemli morfolojik özellikler; mitokondride gözlenen küçülme ve membran yoğunluğudur. Biyokimyasal özellikler ise, hücre içi serbest demir miktarındaki artış ve lipid peroksidasyonudur. Ferroptoz, nörodejeneratif hastalıklar ve kanser gibi hastalıkların ortaya çıkmasında ve gelişiminde önemli rol oynaması nedeniyle çok sayıda araştırmanın odak noktası haline gelmiştir. Bu hastalıkların yanı sıra; GPX4, GSH aktivitesinde azalma ve ortamda reaktif oksijen türlerinin (ROT) birikimi gibi olaylar ile birçok enfeksiyon hastalığında da ferroptoz süreci görülebilmektedir.Publication Erken evre triple negatif meme kanserinde sağkalım sonuçları ve prognostik faktörler: Tek merkez deneyimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-29) Kutlu, Yasin; Aydın, Sabin Goktas; Bilici, Ahmet; Ölmez, Ömer; Açikgöz, Özgür; Hamdard, Jamshid; Yıldız, Özcan; Karcı, Ebru; Muğlu, HarunÇalışmamız, erken evre triple negatif meme kanseri (TNMK) hastalarının sonuçlarını etkileyen faktörleri araştırmayı amaçlamaktadır. 2012-2022 yılları arasında Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji kliniğine başvuran 101 TNMK hastasının verileri retrospektif olarak analiz edildi. Hastaların yaş, menopoz durumu, tedavi rejimleri, klinik ve patolojik evreleri, cerrahi müdahaleleri, yardımcı tedavileri ve genetik mutasyonları gibi özellikleri kaydedildi. Patolojik tam yanıt (pCR), neoadjuvan tedavi(NAT) sonrası patolojide kanser hücrelerinin bulunmaması olarak tanımlandı. Medyan yaş 45.3 yıldı, 55 hasta premenopoz ve 46 hasta postmenopoz idi. Hastaların çoğunda (%70.3) T2 tümörü vardı, hastaların %35.6'sı klinik evre N0, %52.5'i ise N1'di. Hastaların %63.4' üne NAT, %36.6'sına adjuvan tedavi uygulandı. NAT alan hastaların %32.8'inde pCR elde edildi. T evresi, N evresi, doz yoğun kemoterapi, NAT'e karboplatin eklenmesi ve BRCA mutasyon durumu gibi faktörler, pCR elde edilen hastalar ile edilmeyen hastalar arasında anlamlı bir fark göstermedi. Yüksek ki-67 ifadesi, daha yüksek pCR oranları ile ilişkilendirildi. 24 aylık hastalıksız sağkalım(DFS) ve genel sağkalım(OS) oranları sırasıyla %78.5 ve %83.6 idi. Adjuvan kapesitabin kullanımı, menopoz durumu, düşük ki-67 ifadesi ve pCR elde etme gibi faktörler, daha uzun DFS ile ilişkilendirildi. Çoklu değişken analizinde, başlangıç N evresi ve pCR elde etme, DFS için bağımsız prognostik faktörlerdi. OS için başlangıç N evresi ve pCR durumu anlamlı prognostik faktörlerdi. Bu çalışma, erken evre TNMK'de pCR elde etmenin önemini ve adjuvan kapesitabinin DFS faydalarını vurgulamaktadır.Publication Hidrojen sulfid donörü sodyum hidrojen sülfür’ün ın vitro yara iyileşmesi üzerine etkisinin araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-13) Önal, Aysun Özbay; Önal, MustafaYara iyileşmesi sürecinde büyüme faktörlerinin hücre proliferasyonu, hücre farklılaşması ve hücre ölümü gibi çeşitli biyolojik aktiviteleri mevcuttur. Gazotransmitterler yara iyileşme sürecinde etkinliği gösterilmiş sinyal molekülleridir. Gazotransmitter ailesinin bir üyesi olan H₂S’in in vivo çalışmalarda yara iyileşmesinde düzenleyici bir molekül olarak görev aldığı bildirilmektedir. H₂S’in yara iyileşme sürecinde çeşitli sinyal yolaklarının aktivasyonu aracılığıyla indirekt etkisinin olduğu görülmektedir. Bu çalışmada H₂S’in indirekt etkisinden ziyade direkt etkisinin olup olmadığı araştırılmıştır. Bu bağlamda H₂S donörü olan NaHS’in in vitro yara iyileşmesinde fonksiyon gösteren çeşitli genlerin ekspresyon düzeylerine olan etkisi değerlendirilmiştir. İmmortalize insan keratinosit hücreleri 50μg, 25μg, 10μg, 5μg, 1μg konsantrasyonda NaHS ile 24, 48 ve 72 saat boyunca inkübe edilmiş ve MTS analizi ile hücre canlığı belirlenmiştir. TGF-β1, TGF-β3, VEGF ve K17 gen ifadelerindeki değişimler qRT-PCR yöntemiyle belirlenerek elde edilen veriler ΔΔCT metodu ile hesaplanmıştır. Hücre canlılığı açısından farklı konsantrasyonlarda uygulanan NaHS’in 1μg’lık dozunun toksik olmayan doz olduğu belirlenmiştir. NaHS uygulamasının K17 mRNA ekspresyonunu anlamlı düzeyde arttırırken TGF-β1, TGF-β3 ve VEGF ekspresyonunda anlamlı değişikliğe yol açmadığı saptanmıştır. NaHS’in in vitro yara iyileşmesi üzerine direkt etkisinin olmadığı sonucuna varılmıştır.Publication İmmünglobülin G4 ilişkili hastalık: 30 vakalık tek merkez deneyimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-05) Mısırcı, Salim; Ekin, Ali; Coşkun, Belkıs Nihan; Yağız, Burcu; Dalkılıç, Hüseyin Ediz; Pehlivan, Yavuz; Tıp Fakültesi; Romatoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-9362-1855; 0000-0003-3692-1293; 0000-0003-0298-4157; 0000-0002-0624-1986; 0000-0001-8645-2670; 0000-0002-7054-5351İmmünglobülin G4 ilişkili hastalık (IgG4-İH) tanısıyla takip ettiğimiz hastaların klinik, demografik ve laboratuvar özelliklerini, tutulum yerlerini, medikal tedavileri ve nüksle ilişkili faktörleri değerlendirmeyi planladık. Üçüncü basamak romatoloji kliniğinde Ağustos 2013-Ağustos 2023 tarihleri arasında IgG4-İH tanısıyla takip edilen, 30 hasta restrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş ortalaması 49,5±13,2 olup, çoğunluğunu (n=16, %53,3) erkek hastalar oluşturmaktaydı. Takip süresi ortalama 25 aydı. Eritrosit sedimentasyon hızı hastaların %73,3 (n=22)’ünde, C-reaktif protein ise %66,7 (n=20)’sinde yüksekti. İmmünglobülin G4 (IgG4) düzeyleri sadece 10 (%33,3) hastada yüksek olarak saptandı. En sık retroperitoneal tutulum (n=12,%40) olup, lakrimal veya tükürük bezi tutulumu (n=11,% 36,7) ise ikinci en sık tutulan bölgeydi. Testis tutulumu olup tedavisiz takip edilen bir hasta dışında diğer 29 (%96,7) hastanın tamamında glukokortikoid (GK) kullanımı mevcuttu. En sık kullanılan immünsupresif tedavi ajanı azatiyoprin (n=13, %43,3) olup, rituksimab (n=10, %33,3) ise en sık kullanılan biyolojik hastalık modifiye edici antiromatizmal ilaçtı. On bir (%36,7) hastamızda nüks nedeniyle tedavi değişikliği yapılmıştı. Takip süresinin (Odds oranı=1,040; %95 güven aralığı=1,006-1,075; p<0,05) artmasının nüksle ilişkili olduğu saptandı. Serum IgG4 düzeylerinin normal olabilmesi, hastalığa özgü laboratuvar belirteçlerinin olmaması ve ilgili organ tutulumundan her zaman biyopsi ile patoloji sonuçlarının elde edilememesi gibi nedenlerle hala IgG4-İH tanısında zorluklar yaşanabilmektedir. Nüksü etkileyen faktörlerin daha net olarak belirlenebilmesi için ise daha fazla prospektif randomize çalışmalara ihtiyaç vardır.Publication İskemik inmeli ve diyabeti olan hastaların demografik, klinik ve radyolojik özelliklerinin değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Kocaeli, Ayşen Akkurt; Dinç, Yasemin; Tıp Fakültesi; Nöroloji Ana Bilim Dalı; 0000-0003-0342-5939İskemik inme, dünya çapında sakatlık ve mortalitenin yaygın nedenlerinden biridir ve gelişmekte olan ülkelerde görülme sıklığı artmaktadır. Tip 2 diyabet, akut iskemik inme için iyi tanımlanmış bir risk faktörüdür. Diyabetin iskemik inme sonrası mortalite ve kötü klinik sonuçla ilişkili olduğu tahmin edilmektedir. Diyabet ve iskemik inme halk sağlığı sorunlarıdır. Bu çalışmanın amacı toplumumuzdaki diyabetli akut iskemik inme hastalarının demografik klinik ve radyolojik özelliklerini belirlemek ve diyabetli hastalarda iskemik inme rekürrensini etkileyen faktörleri belirlemektir. Bu çalışmada 2019-2021yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde iskemik inme tanısı alan 862 hasta değerlendirildi. Hastaların demografik, klinik ve radyolojik özellikleri kaydedildi. Diyabetik olan ve olmayan hastaların iskemik inme rekürrensine etki eden faktörler sorgulandı. Bu çalışmada diyabetli akut iskemik inme hastalarında koroner arter hastalığı (p<0.01), hipertansiyon (p<0.01) gibi risk faktörlerinin daha sık görüldüğü, diyabeti olan iskemik inme hastalarda diyabeti olmayanlara göre daha sık iskemik inme rekürrensi (p=0.003) görüldüğü belirlendi. Diyabetli iskemik inme hastalarında iskemik inme rekürrensi olan ve olmayan hastalar kıyaslandığında, iskemik inme rekürrensi ile internal karotid arterde semptomatik aterosklerotik stenoz (p=0.002), anterior sirkülasyon inmesi (p<0.01), büyük damar aterosklerozuna bağlı iskemik inme (p=0.029) ve kötü klinik sonlanım (p=0.016) arasında anlamlı istatistiksel ilişki saptandı. Diyabetli hastalarda glisemik kontrolün prognoza ve iskemik inme rekürrensine etkisi belirlenmedi. Diyabetik hastalarda glisemik kontrolün inme rekürrensi ile ilişkisini belirlemek için çok merkezli prospektif çalışmaların yapılmasını öneriyoruz.Publication Klinikoradyolojik olarak maligniteleri taklit eden santral sinir sistemi enfeksiyöz hastalıkları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-03) Özşen, Mine; Tolunay, Sahsine; Dinç, Havva Merve; Doğan, Şeref; Kocaeli , Hasan; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı; 0000-0002-5771-7649; 0000-0002-9038-0515; 0009-0007-4491-2297; 0000-0002-8706-1994; 0000-0003-4140-5955Santral sinir sistemi (SSS) enfeksiyonları gelişen tanı ve tedavi yöntemlerine rağmen hala önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gözlenen şikayetlerin nonspesifik olması özellikle intrakranial tüberküloma ve beyin absesi başta olmak üzere çeşitli SSS enfeksiyon hastalığının klinikoradyolojik olarak malignitelerle karışabilmesine neden olmaktadır. Bu durum göz önünde bulundurularak çalışmamızda klinikoradyolojik olarak maligniteleri taklit eden SSS enfeksiyöz hastalıklarının klinikoradyolojik ve histomorfolojik özelliklerini olgularımız üzerinden paylaşarak bilimsel literatüre katkıda bulunmak amaçlanmıştır. Bu retrospektif çalışmada patoloji arşivi taranarak, 2010-2023 yılları arasında klinikoradyolojik bulgular doğrultusunda malignite ön tanısı ile opere edilen ancak histopatolojik değerlendirme sonucu santral sinir sisteminin enfeksiyon hastalıkları ile uyumlu tanı alan 19 olgu dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen 19 olgunun 8’i kadın, 11’i erkekti. Olguların ortalama yaş değeri 51+15,68 iken yaş dağılımı 21 ile 72 arasında değişmekteydi. Klinikoradyolojik bulgular doğrultusunda 6 olguya glial tümör, 3 olguya tümöral lezyon, 3 olguya neoplaziye bağlı patolojik kırık, 2 olguya meningioma, 2 olguya metastaz, 2 olguya sinir kılıfı tümörü ve 1 olguya hipofiz adenomu ön tanısı ile eksizyon planlandı. Histomorfolojik değerlendirmede olguların %52,6’sında nekrotizan granülomatöz iltihap, %15,8’inde süpüratif inflamasyon ve %10,5’inde kist hidatik ile uyumlu bulgular saptandı. SSS enfeksiyonları farklı predispozan durumlarda farklı etkenlerin neden olduğu, doğru ve etkin tedavi edilmediği takdirde morbidite ve mortalite oranları yüksek hastalıklardır. Bu hastalıkların santral sinir sisteminin primer ve metastatik maligniteleri ile örtüşen şikayet, semptom ve radyolojik bulguya sahip olması doğru tanı koymayı zorlaştıran durumlardır. Olguyu değerlendirirken ihtimaller akılda bulundurulmalı ve olgu klinik öyküsü ile birlikte bir bütün halinde değerlendirilmelidir.Publication Kolorektal kanserde rapamisin ve vemurafenib’in apoptotik etkilerinin karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-21) Nakkaş, Hilal; Sancı, Tuba Özdemir; Bedir, Beyza Ecem Öz; Terzi, EmineKolorektal kanser (KRK), dünyada en sık görülen üçüncü kanser türüdür. KRK’de ilk tedavi seçeneği cerrahi ve kemoterapidir. Ancak, kullanılan ilaçlara karşı gelişen direnç, uygulanan kemoterapinin başarısız olmasına yol açmaktadır. Son yıllarda yeni teröpatik ajan arayışları, KRK gelişimi ve ilerlemesinde rol oynayan farklı moleküler mekanizmalar üzerinde yoğunlaşmaktadır. mTOR ve MAPK sinyal yolaklarının KRK gelişiminde anahtar rol oynadığı bilinmektedir. Bu çalışmada, KRK hücrelerinde mTOR yolağı inhibitörü Rapamisin (RAPA) ve MAPK yolağı inhibitörü Vemurafenib (VMF)’in apoptoz üzerine olan etkilerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamızda, insan KRK hücrelerinde üretilen HT29 hücre hattı kültüre edilmiştir. RAPA ve VMF’nin HT29 KRK hücreleri üzerindeki uygun dozunun belirlenmesi için WST-1 testi ve apoptotik etkilerinin belirlenmesi amacıyla da akım sitometrisi yöntemi kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p≤0.05 olarak kabul edilmiştir. Elde ettiğimiz verilere göre, HT29 hücrelerine uygulanacak olan RAPA ve VMF dozu 24. saatte sırasıyla 46,97 μM ve 35,84 μM olarak bulunmuştur. HT29 hücrelerinde RAPA’nın apoptotik süreç üzerinde VMF’den daha etkin olduğu bulunmuştur (RAPA için; p<0.0001, VMF için; p<0.01). Sonuç olarak, çalışmamızda RAPA ve VMF’nin HT29 kolorektal kanser hücrelerinin canlılığını azalttığı ve apoptozu kaspaz 3/7 yolu ile indüklediği görülmüştür.Publication Makale hakkında görüş: [Kemoterapi alan meme kanserli kadınların ağrı distresi şiddeti ve yorgunluk düzeyleri arasındaki ilişki: Tanımlayıcı kesitsel bir çalışma](Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-05) Ertem, Uğur; Tıp Fakültesi; Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı; 0000-0003-2142-2264Bu yazıda “Kemoterapi Alan Meme Kanserli Kadınların Ağrı Distresi Şiddeti ve Yorgunluk Düzeyleri Arasındaki İlişki: Tanımlayıcı Kesitsel Bir Çalışma” isimli araştırma makalesine fiziyatrist bakış açısıyla katkı sunmak ve bilgilerimi paylaşmak istiyorum.Publication Milan sınıflandırma sistemi’ne göre değerlendirilen tükürük bezi ince iğne aspirasyon sitolojilerinin histopatolojik tanı uyumu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-09-27) Yirmibeş, Selin; Saraydaroğlu, Özlem; Tıp Fakültesi; Tıbbi Patoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-4127-9656Tükürük bezi ince iğne aspirasyon sitolojisi (İİAS) raporlamasında, lezyonların malignite riskinin gruplandırılması ve standart terminolojinin kullanımı hedeflenerek Milan Sınıflandırma Sistemi ortaya çıkmıştır. Çalışmada, tükürük bezi lezyonlarında İİAS’nin tanı uyumluluğunun değerlendirilmesi ve Milan Sistemi kullanılarak sitolojik değerlendirmenin doğruluk oranının saptanması amaçlanmıştır. Ocak 2011- Şubat 2023 yılları arasında, merkezimizde tükürük bezi İİAS ve eksizyonel biyopsi uygulanmış olup histopatolojik tanısına ulaşılabilen 270 hastadan oluşan çalışma grubu oluşturuldu. İİAS tanıları biyopsi sonuçları ile karşılaştırıldı. Testin neoplaziyi ve maligniteyi saptamadaki duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif/negatif belirleyicilik değerleri ve doğruluk oranı hesaplandı. Her tanı kategorisi için malignite riski değerleri yüzde olarak saptandı. 270 olgunun İİAS tanıları %9,6 tanısal olmayan, %21,1 non-neoplastik, %2,2 önemi belirsiz atipi, %48,5 benign, %2,6 malignite potansiyeli belirsiz, %10,4 malignite şüphesi ve %5,6 malign şeklindeydi. Non-neoplastik tanısı alan olguların histopatolojik tanı uyum oranı %40,4’tü. Non-neoplastik tanısı alan olguların en sık karıştığı antite Warthin tümörü olarak belirlendi. Benign olgularda tanı uyumu %87,8, tümör alt tip uyum oranı ise %94,4’tü. Benign grupta en sık saptanan tanı pleomorfik adenomdu. Malignitenin saptanmasında İİAS duyarlılığı %64, özgüllüğü %94,2, pozitif ve negatif belirleyicilik değerleri sırasıyla %74,4 ve %90,8, yöntemin doğruluk oranı ise %87,8 bulundu. Neoplazi saptanmasında ise duyarlılık %83,3, özgüllük %67,6, pozitif ve negatif belirleyicilik değerleri sırasıyla %93,9 ve %40,3, yöntemin doğruluk oranı %81,1 olarak saptandı. Tükürük bezi lezyonlarında İİAS’nin Milan Sistemi kullanılarak raporlanmasının, klasik morfolojik özellikler gösteren lezyonlarda yüksek tanısal doğruluk gösterdiği gösterilmiştir. Bu sınıflama, özellikle ara tanılarda ve şüpheli lezyonlarda, tanı standardizasyonunu sağlamanın yanı sıra her kategori için malignite riskini de belirttiğinden tüm merkezler tarafından kullanılmalıdır.Publication Nervus musculocutaneus’un oluşum varyasyonları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-01) Ertürk, Hanife; Şanlı , Onur Can; Öztürk , Kenan; Kastamoni, YadigarPlexus brachialis’in fasciculus lateralis’inden ayrılan bir dal olan n. musculocutaneus’un oluşumu çeşitli varyasyonlar göstermektedir. Çalışmamızda n. musculocutaneus’un kök varyasyonlarının tespit edilmesi ve sınıflandırılması amaçlanmıştır. Çalışmamız yaşları 17-40 gebelik haftası yaşı arasında değişen, eksternal patolojisi ve anomalisi olmayan, 51 adet insan fetusu (25 erkek, 26 dişi)’na ait 102 üst ekstremite üzerinde gerçekleştirildi. Plexus brachialis, anatomik diseksiyon yöntemi ile ortaya çıkarıldı. Daha sonra, n. musculocutaneus’un varyasyonları belirlenerek sınıflandırıldı. Yaptığımız sınıflandırmada Tip 1 normal anatomik yapıyı ifade ederken tip 2A ve tip 2B’de n. musculocutaneus ile n. medianus arasında sırasıyla bir ve iki adet bağlantı dalı vardır. Tip 3’te radix lateralis nervi mediani ve radix medialis nervi mediani’nin birleşmesiyle ortak kök şeklinde oluşan n. musculocutaneus ve n. medianus belli bir mesafeden sonra ayrılmaktadır. Örneklerin %91,1’i (n=93) tip 1, %6,9’u (n=7) tip2A, %1’i (n=1) tip 2B ve %1’i (n=1) tip 3 olarak bulundu. Nervus musculocutaneus’un varyasyonlarının bilinmesi ve toplumsal prevalansın ortaya çıkarılması doğumsal plexus brachialis paralizisi, ateşli silah yaralanmaları, laserasyonlar, sinirin nörotizasyon amaçlı kullanımları ve post operatif komplikasyonların önlenmesi açısından önemlidir.Publication Parkinson hastalarında yaşam kalitesi hemşire ve bakım vericilerin rolleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-26) Şen, Aylin; Azizoğlu, Fatma; İlhan, Sibel ErkalParkinson Hastalığı toplumda yaygın görülen nörodejeneratif bir hastalık olup, prevalansı yaşın ilerlemesiyle birlikte artmaktadır. Hastalığın ilerleyen dönemlerinde bireylerin yaşam kalitesi düşmekte, hastaların bakım gereksinimleri ve bakım vericilere olan bağımlılıkları giderek artmaktadır. Tedavi yöntemlerinin sürekli gelişmesiyle birlikte Parkinson Hastalığı sürecinde hemşire ve bakım vericilerin rolleri daha önemli hale gelmektedir. Parkinson hastalığı sürekli izlem, eğitim ve sosyal destek gerektirmektedir. Hasta ve hastaya bakım verenlerin Parkinson Hastalığına uyumlarının sağlanması, toplumsal farkındalığın desteklenmesi için doğru hemşirelik yaklaşımlarının belirlenmesi, alana yönelik araştırmalar yapılması gerekmektedir. Bu alanda uzman hemşireye gereksinim sürekli artmaktadır. Bu makalede, Parkinson hastalığı, tedavi yöntemleri ve Parkinson tanısı almış hastaların yaşam kalitesini yükseltmek için hemşire ve hasta bakım verici rollerinin incelenmesi amaçlanmıştır.Publication Pediatrik spinal kitlelerin retrospektif analizi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-10-03) Altunyuva, Oğuz; Ocak, Pınar Eser; Doğan, Şeref; Taşkapılıoğlu, M. Özgür; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı; 0000-0003-0132-9927; 0000-0002-8706-1994; 0000-0001-5472-9065Pediatrik spinal tümörler tüm pediatrik santral sinir sistemi tümörlerinin %10’undan azını oluşturmaktadır. Sıklıkla metastatik vasıfta olan bu tümörler spinal korda bası yaparak nörolojik defisite ve dolayısı ile morbiditeye neden olmaktadırlar. Erken tanı ve tedavi hasta sağ kalımını önemli oranda etkilemektedir. Çalışmamızda kliniğimizde Mayıs 2010– Kasım 2021 tarihleri arasında opere edilen pediatrik yaş grubundaki spinal kitleli olgular retrospektif incelendi. 47 pediatrik spinal kitle olgusu (26 E, 21 K) değerlendirildi. 24 (%51) olguda kitle ekstradural, 13 (%27,7) olguda intradural ekstramedüller, 10 (%21,3) olguda ise intramedüller yerleşimliydi. En sık başvuru semptomu 41 (%87,2) olgu ile ağrı idi. 4 (%8,5) olguda biyopsi, 12 (%25,5) olguda subtotal eksizyon, 31 (%66) olguda total eksizyon yapıldı. En sık patolojiler; intradural ekstramedüller yerleşimli (n=8; %17) dermoid-epidermoid tümör, ekstradural yerleşimli (n=7; %14,9) Ewing sarkomu ve intramedüller yerleşimli (n=6; %12,8) astrositoma olarak izlendi. Toplamda 7 (%14,9) olguya adjuvan kemoterapi; 1 (%2,1) olguya ise radyoterapi; 12 (%25,6) olguya ise kombine kemoradyoterapi prosedürü uygulandı. Ortalama 37,3± 32,7 ay olan takip süresi boyunca 7 (%14,9) olgu nüks/rezidü tümör, 3 (%6,4) olgu ise yara yeri enfeksiyonu sebebiyle tekrar opere edildi. Pediatrik spinal tümörler neden olduğu morbiditeler, geç tanı konması ve dolayısıyla da erken ve etkili tedavi gerekliliği açısından nöroşirürji pratiğinde önemli bir yere sahiptir. Tedavi şekli tümörün patolojik tanısına göre yapılır ancak cerrahi rezeksiyon esastır. Etkin tedavi modalitelerinde cerrahinin yanı sıra adjuvan kemoterapi ve radyoterapi birlikte kullanılmalıdır.Publication Pineal bölge tümörleri: Tek merkez deneyimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-24) Özşen, Mine; Tolunay, Sahsine; Yılmazlar, Selçuk; Bekar, Ahmet; Tıp Fakültesi; Tıbbi Patoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-5771-7649; 0000-0002-9038-0515; 0000-0003-3633-7919; 0000-0002-2716-1985Yetişkinlerde tüm intrakraniyal tümörlerin %1'inden azını, pediatrik grupta ise %3-11'ini oluşturan pineal bölge tümörleri oldukça heterojen bir gruptur. Bölgenin tümör ve lezyonlarını genel bir başlık altında toplayarak dört gruba ayırmak mümkündür. Bunlar germ hücreleri tümörler, pineal parankimal tümörler ve glioma gibi komşu yapılardan kaynaklanan tümörler ve diğerleri şeklindedir. Çalışmamıza merkezimizde 2005-2020 yılları arasında opere edilmiş tüm pineal bölge tümörleri dahil edildi. Olguların demografik bilgileri, ön tanı, tümör çapı, klinik ve radyolojik bilgileri, sağkalım durumu, nüks varlığı ve son kontrol tarihleri hastane veritabanından ve patoloji raporlarından elde edildi. Çalışmaya dahil edilen olgulara ait hematoksilen eozin boyalı preparatlar ile mevcutsa immünohistokimyasal ve histokimyasal çalışma yapılan preparatlar histopatolojik tanı ve grade açısından yeniden değerlendirildi. Olguların histopatolojik değerlendirmesinde 6 (%22,2) olgu menengioma, 5 (%18,5) olgu pineoblastoma, 4 (%14,8) olgu pineositoma, 2 (%7,4) olgu pineal bölgenin papiller tümörü, 2 (%7,4) olgu orta derecede farklılaşma gösteren pineal parankimal tümör, 2 (%7,4) olgu glioblastoma, 2 (%7,4) olgu germ hücreli tümör (germinoma ve matür kistik teratoma), 1 (%3,7) olgu oligodenrioglioma, 1 (%3,7) olgu pilositik astrositoma, 1 (%3,7) olgu metastatik karsinoma ve 1 (%3,7) olgu gliozis ve hemosiderin pigment birikimi şeklinde tanı aldı. Pineal bölge çeşitli benign ve malign natürde tümörlerin gözlenebildiği özel bir lokalizasyondur. Histopatolojik değerlendirme yapılmadan önce mutlaka olgunun klinik, laboratuvar ve radyolojik verilerine hakim olunmalıdır. Mikroskobik değerlendirme bölgenin sahip olduğu geniş tanı yelpazesi göz önünde bulundurularak, yapılmalı ve gerekli durumlarda immünohistokimyasal ve histokimyasal çalışmalardan yardım alınmalıdır.Publication Romatolojik hastalığı olan bireylerin sigaraya yönelik bilgi, tutum ve davranışları(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-11-22) Doğan, Akif; Pehlivan, Yavuz; Tıp Fakültesi; Romatoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-7054-5351İnflamatuvar romatizmal hastalıklar (İRH) kronik hastalıklardır ve etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Etiyolojisinde genetik, otoimmünite ve çevrenin rol oynadığı düşünülmektedir. Sigara, İRH'nin etyopatogenezinde suçlanan ve prognozu kötüleştiren iyi bilinen çevresel faktörlerden biridir. Sigarayı bırakmak İRH'nin yönetiminde en önemli değiştirilebilir yaşam tarzı faktörüdür. Gereç ve yöntem: Romatoloji polikliniğine başvuran İRH'li hastalara 38 soruluk bir anket uygulandı. Çalışmaya 252'si (%74,6) kadın olmak üzere toplam 338 hasta dahil edildi. Hastaların 96'sı (%28,4) sigara içiyordu; 56'sı (%16,6) sigarayı bırakmıştı. Hastaların 186'sı (%55) sigaranın eklemlere zararlı olduğunu düşünürken, 136'sı (%40,5) hastalık belirtilerini artıracağını düşünüyordu. Ortalama Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT) puanı 2,67±2,6 idi. Sigara içenlerin 57'si (%66,3) eklem ağrısı olduğunda sigara içiyordu; 45'i (%51,7) sigarayı iyi bir arkadaş olarak tanımladı; 69'u (%90,8) benzer hastalıklara sahip kişilerin sigarayı bırakması gerektiğini düşünüyordu; 49'unun (%56,3) sigarayı bırakma konusunda aile hekimi, romatolog ve romatoloji hemşiresinden tavsiye aldığı belirlendi. İRH'li hastalarda sigara içme oranı yüksek olup, hastalığa bağlı bazı faktörler hastaların sigarayı bırakmasını engellemektedir. Eğitim, etkili ağrı tedavisi, stresle mücadelede yardım, sigarayı bırakma ve tekrar başlamama konusunda destek ve özel bırakma yöntemlerinin geliştirilmesi sigarayı bırakmayı kolaylaştırabilir.