Atatürkçü Bakış
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11452/19994
Browse
Browsing by Title
Now showing 1 - 20 of 42
- Results Per Page
- Sort Options
Item 25 Mayıs, Mustafa Kemal Havza’da(Uludağ Üniversitesi, 2002) Özeke, Turgut; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı16 Mayıs 1919’da 9. Ordu kıtaatı müfettişi ve yaveri şehriyari Mustafa Kemal Paşa, Cuma selamlığı merasiminden sonra, saat 16.00’da karargahı ile beraber İstanbul’dan ayrılmış, bindiği Bandırma vapuru, Kız Kulesi açıklarında aranmış, düşman zırhlıları arasından yoluna devam etmiştir. Güvertede arkadaşlarına Mustafa Kemal “Bunlar işte böyle; yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz. Biz ideali ve imanı götürüyoruz.” der. Bandırma vapuru 17 Mayısta şiddetli fırtına nedeni ile İnebolu’ya yanaşamaz Kemal Paşa, 18 Mayısta Sinop’tan, Samsun’daki tümen komutanlığına geldiğine dair telegraf çektirir. 19 Mayıs 1919’da sabah saat 06.00’da Samsun limanına girilmiş ve sandallar vasıtası ile karaya çıkılmıştır. Askeri bando eşliğinde halk ve yetkililer tarafından coşkun sevgi ile karşılanırlar. Kemal Paşa 20 Mayısta Damat Ferit Paşa’ya “İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali hadisesi yakından temas ettiğim millet ve orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek kadar üzmüştür. Millet ve ordu, mevcudiyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul etmeyecektir.” diye telegraf çeker. Yine aynı tarihte Kazım Karabekir Paşaya da “Umumi durumumuzun almakta olduğu vahim şekilden pek elemli ve müteessirim. Millet ve memleket borçlu olduğumuz en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi yerine getirmek mümkün olacağı kanaatiyle bu memuriyeti kabul ettim Bir an evvel zatıalinize kavuşmak arzusundayım.” diye telegraf çeker. Paşa 22 Mayısta Sadarete gönderdiği raporda “...millet birlik olup hakimiyet esasını Türklük duygusunu hedef almıştır” der. 23 Mayısta Ali Fuat Paşaya geldiğini bildirmiş, 24 Mayısta ise, “bazı şikayetleri yerinede tetkik etmek ve önlem almak üzere” karargahını Havzaya taşıyacağının İstanbula iletmiştir. Mustafa Kemal ve beraberindekiler 25 Mayıs 1919 günü sabahın erken saatlerinde, Samsun Mıntıka Palas otelinden eski bir araba ve yaşlı bir şoförle hareket ederler. Kırma taşlı yollarda araba çok yavaş hareket eder. Bozulduğu birkaç kere de arabayı itmek zorunda kalırlar. Dağ başını duman almış marşı orada söylenir, tarlasında çift süren köylü ile olan konuşması orada geçer ve bunları tarih kitapları yazmıştır. Samsun’la Havza arasında Kavak kasabası vardır. Saat 15 sularında Kavağa gelen Paşa halkı dinler, “Siz bir müdafaa cemiyeti kurun ve Havza’ya bana haber verin”der. Halk ve şehrin ileri gelenleri “Emrindeyiz Paşam!” diye sevgi gösterirler. Mustafa Kemal Havza’ya geleceğini kaymakama bildirir. Yaveri Muzaffer Bey tarafından Mesudiye oteli hazırlanır (bu otel halen müze yapılmıştır ve alt katında itfaiye vardır). Otelin o zamanki sahibi 50 yataklı otelde, kalan Pontusçu müşterilerini yalvara yakara çıkardığının anlatır. Oturduğu masada eski bir telegraf makinası ve kendi el yazısı ile kaymakamdan asayiş ve Rumlar’ın taşkınlıkları ile ilgili bilgileri istediği yazı durmaktadır. Paşa Çanakkale kahramanı olarak halk tarafından tanınır. Askerden dönenler onun kahramanlıklarını anlata anlata bitiremezler. Sivas’ta ve diğer şehirlerde bu durumu kendisine büyük avantaj sağlamış halk kendisine sahip çıkmıştır. Havza halkı da onu büyük bir merasimle karşılar. Külot pantolon, çizme ve kalpaklı paşanın omzunda padişah yaveri kordonlar vardır ve kendisi 38 yaşındadır. Burada Mustafa Kemal 18 gün kalır. Oteli daha çok çalışma yeri olarak kullanır, geceleri telegrafhaneye gidip telegraf başına çağırdıkları ile bağlantı kurar. Yerli halkın anlattıklarına göre çoğu kez eşraftan Osman Ağazadeler’in evinde barınmıştır.Item Atatürk bilim ve üniversite üzerine(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıÇağdaş bilimin öngörüsüne göre, gelecek geçmişteki malzemeler kullanılarak bugünün temsilcileri tarafından belirlenmektedir. Eksenine değişimin oturduğu bu yeni anlayışa göre, süreç içerisinde varlık her zaman oluşum halindedir. Akıl ve bilimi tek yol gösterici olarak kabul eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, düşünce sistemini oluştururken, demokratik ve pragmatik bir yaklaşım tarzını benimsemiştir. Bu nedenledir ki, Atatürkçü Düşünce Sistemi; akla, bilime ve millî hakimiyete dayalı pragmatik ve demokratik bir “Modernleşme İdeolojisidir.” Aklın, bilimin gözlem ve bulgularına dayanır; her türlü totaliter yaklaşım tarzını reddederek zaman içerisinde değişen gerçekleri peşinen kabul eder. Atatürkçü Düşünce Sistemi, bilimsel doğrular ve gelişmeler ışığında sürekli yenilenmeyi ve iyileşmeyi içerir. Atatürk Devrimciliğinde karamsarlık yoktur, sorunları zamana bırakmak yoktur; bunların yerinde yurtseverlik vardır, çağdaşlaşma yolunda inanç ve kararlılık vardır. Bir ulusun çağdaşlaşmasında öncü rol oynayan kurumların başında, üniversiteler gelir. Türk Ulusu için de bu böyledir. Mustafa Kemal Atatürk, üniversitelerin Türk çağdaşlaşmasında temel faktör olduğuna inanmıştır. O, bu konuda: “Üniversite kurmaya verdiğimiz önemi söylemek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve kurulan Üniversitede de (İstanbul Üniversitesi) radikal tedbirlerle yürümek kat’i kararımızdır” demektedir. Ulu Önder, yine aynı konuda: “Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesinde başlamış olan düzenleme programını daha köklü bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.” “Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine kazandıracağı verim, Cumhuriyet Hükumeti için ne mutlu bir eser olacaktır.”Item Atatürk devrimleri ve yeni Türkiye’nin kuruluşu(Uludağ Üniversitesi, 2002) Akşin, SinaSizlere Atatürk Devriminden bahsedeceğim. Biz, Atatürk’ü yeni anlıyoruz. Çünkü tarihteki büyük olaylar, zamanla anlaşılır. Meselâ, Rönesans Hareketi. Rönesans Hareketini gerçekleştirenler, Rönesans yapıyoruz demediler. Sonradan bir takım insanlar geriye bakınca, geçmişteki bu dönem, Rönesanstır dediler. Yine Aydınlanma Hareketine de, bu hareket büyük ölçüde yolunu aldıktan sonra, İmanuel Kant isimli filozof tarafından anlam verilmiştir. Aynı şekilde biz, Atatürk’ü sonradan anlar olduk, tabi Atatürk’ü hep sevdik, hep saydık; fakat bu sevgi ve saygı, anlamakla bir değildi. Biliyorsunuz anlamak başka şeydir. Hatta sevgi, anlamaya da engeldir. “Aşkın gözü kördür” derler, aşık olduğunuz insanı anlayamazsınız. Çünkü aşkınız sizi kör etmiştir. Kusurlarını göremezsiniz. Zaten aşkın da güzelliği buradadır. Ama anlamak başka bir şeydir. Şimdi demek ki biz, Atatürk’ü sonradan anladık. Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesi ise, göreceli olarak yeni bir kavramdır. Atatürkçülük, zamanla billurlaşma ve bir ideoloji oldu. 1989 yılında da, Muammer Aksoy ve arkadaşları, Atatürkçü Düşünce Derneğini kurdular. Bu, Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesinin bir işareti idi. 12 Eylül Darbesi, bütün çarpıklıkları ile Atatürk’ün anlaşılmasını kolaylaştırdı. Aslında Atatürkçülüğe aykırı olarak yapılan her şeye, Atatürkçülük dendi. Buna karşılık olarak herkes, “bu ne biçim şey” diye tepki gösterdi. Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdı. Bu kitap; yapılanlar Atatürkçülükse ben yokum, ben böyle Atatürkçü değilim anlamında idi. Bu da, Atatürkçülüğün anlaşılmasını hızlandıran bir etken oldu.Item Atatürk Türkiyesi ve yeni dünya düzeni(Uludağ Üniversitesi, 2002) Köni, HasanEfendim, ilk önce günümüzdeki uluslararası çerçeveyi çizeceğim ve Türkiye’nin bu çerçeve içindeki yerini belirlemeye çalışacağım. 1990’larda Sovyetler Birliği çöktükten sonra, değişik bir uluslararası ortamda kendimizi bulduk. Nasıl bir yapı içinde bulduğumuzu, 5 dakika içinde özetleyeyim. Serbest piyasalarla ve demokrasilerle bütünleşmiş bir dünya düzeni öngörüyorlardı. Tek süper güç kalmıştı. Artık, uluslararası alanda başka çatışmanın olmayacağı düşünülüyordu. Bu yüzden Türkiye gibi bir ülkeye pek fazla ihtiyaçları yoktu. Yeni Türkiye, 1995-1996’lara kadar marjinalleşmişti ve dış ilişkilerinde bir takım ekonomik zorluklara girmeye başlamıştı. Zaten hemen 1987-1988’lerde, bu ekonomik zorluklar kendini gösteriyordu. 1994’te, gerçekten bir büyük kriz yaşadık. Fakat uluslararası yapı, Türkiye’nin lehine dönmeye başladı. Şu tarzda dönmeye başladı: Balkanlar’da etnik çatışmalar çıktı; Yugoslavya bölünüp parçalandı; Kafkaslarda etnik çatışmalar çıktı; Orta Doğu’da barış beklenirken barış olmadı ve Türkiye, devamlı bu alanlara müdahale eden, süper güce destek veren bir boyuta geçti. 1996’dan sonra, yine bir stratejik güce sahip olduk. Biliyorsunuz bu dönem içinde Avrupa Birliğine müracaat ettiğimizde, Avrupa Birliği bizi katiyetle reddetti. 1999’da, yine adaylık için Avrupa Birliğine bir müracaatımız oldu. Bu sefer, İsveç bizim karşımızdaydı ve iki öğretim üyesi, iki diplomat, şimdi kendisi artık yok olan bir partiden 5 tane de milletvekili, İsveç’e gittik. İsveç Parlamentosunda 4 gün, Türkiye’nin Kıbrıs sorununu çözeceğini, Avrupa Birliğinin kurallarına uymaya çalışacağını, demokratik lâik bir ülke olarak Orta Doğu’da çok önemli bir yer tuttuğunu anlatmaya çalıştık. O sırada Amerikan elçisi geldi ve Avrupalılara dönerek dedi ki: “Türkiye çok önemli stratejik ortağımızdır, dünyada barış ve düzen kurulmamıştır, eğer bu kadar stratejik olan bir ülkeyi içinize almazsanız kendi aptallığınızla baş başa kalırsınız.” Büyük elçi de bana dönerek dedi ki: “Hasan bey ne oldu?” Ben, her hâlde adaylığımız kabul oldu zan ettim. Niye? Çünkü Amerika ağırlığını ortaya koyuyor. Dışarı çıktığımızda kendisine teşekkür ettik ve dedik ki: “Efendim çok lehimize konuştunuz, sağ olun. Yalnız, insan haklarında ve ekonomide bir değişiklik yok; hele öğretim üyesi olarak biz hiç mutlu değiliz.” O da dedi ki: “Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Doğu Türkistan Bölgesi, Rusya içindeki Türkler, bütün bu bölgelerde bir numaralı aktörsünüz, korkacak bir şey yok, gidip direnişinizi sürdürün.” Biz de içeriye girdiğimizde İsveçlilere dedik ki: “Bizi şimdi almazsanız, 5 sene sonra dizlerinizin üzerine çökerek yalvaracaksınız. Çünkü şöyleyiz, böyleyiz filan.” Amerika’nın itelemesiyle böyle bir coşkuya gelmiştik. Fakat 2000 yılında, aslında 1998’den başlayarak Güney Doğu Asya’dan gelen kriz; Rusya’yı ve dolar bölgesinde olan Türkiye’yi iki defa vurdu. Bankalar, bir günde bu para kaçmasın diye % 5000; Sayın Ecevit ile Cumhurbaşkanı arasında bir anayasa gidip gelme olayının yaşandığı ikincisinde, %7500 faiz verince, zaten sallantılı olan Türkiye’nin sermayesi dibe vurdu. Bu sırada dışarıda yeni yapılanma oluşuyor ve bize karşı da, “siz Avrupa Birliği kriterlerini yerine getirmiyorsunuz”; “üye Türkiye için başka bir boyut düşünelim. Türkiye Cumhuriyeti lâiktir, demokratiktir; fakat 70 milyon, bu kadar kalabalık bir aç grubunu, Avrupa sistemi içine almak çok tehlikeli olabilir” gibi söylentiler ortaya çıkmaya başladı. Üzüntü ve çöküntü içindeyken bir olay daha oluyor ve 11 Eylül’de, Usame Bin Ladin’in Newyork’taki kulelere saldırısı gerçekleşiyor. Ertesi gün, stratejik ortak olarak, 35 milyar dolar destek borç sağlanıyor.Item Atatürk ve demokrasi(Uludağ Üniversitesi, 2002) Güneş, İhsanKonuşmama, bize demokratik ve lâik bir Cumhuriyet armağan eden Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm arkadaşlarına şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum. Konferans konusu olarak, “Atatürk ve Demokrasi” konusunu seçtim. Niçin böyle bir konu seçtim diye düşünebilirsiniz. Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, demokratik, lâik ve çağdaş devlet ve toplum düzenine karşı, zaman zaman açıktan açığa; zaman zaman da örtülü bir şekilde büyük bir saldırının varlığı dikkatimizi çekmektedir. Bu saldırının ivmesi, dünya ve Türkiye konjonktürüne göre sürekli olarak değişmektedir. Günümüzde, teokratik faşizm olarak adlandırabileceğimiz dine dayalı devlet kurarak Türkiye’yi aydınlık yolundan karanlığa saptırmak isteyenler; egemen olduğu toplumlar üzerindeki halklara fakirlikten, yoksulluktan ve ızdıraptan başka bir şey bırakmamış sınıf diktatörlüğü yanlıları; devletin tekliğini, ulusun birliğini ve milletin bütünlüğünü parçalamaya yönelik düşünce taraftarları; kendi ütopyalarını Türkiye’ye uygulamak isteyenler el ele kol kola girerek, bir avuç Türk’ün yaşadığı Ata yurdunda ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni Türk Devletine karşı savaş açmış durumdadırlar. Bu yerli işbirlikçilerin yanında; bunları destekleyen Ermeni, Rum, Süryanî gibi unsurları ve onların da birlikte olduğu, bizim de ittifak içinde bulunduğumuz kimi dost devletleri düşünecek olursak tehlikenin boyutları daha da artmaktadır.Item Atatürk ve Türk gençliği(Uludağ Üniversitesi, 2003) Türkmen, ZekeriyaGençlik, tanımlaması güç bir kavramdır. Gençlik; bedensel, zihinsel, ruhsal ve toplumsal anlamda bir gelişme, ergenleşme, olgunlaşma çağıdır. Millet hayatında gençliğin durumuna bakılacak olursa, gençlik dün ile bugün arasında köprü kurarak, istikbalde millet ve devletin geleceğini elinde bulunduracak olan kesimdir. Gençlik, ülkelerin aynı zamanda rejimlerinin ve geleceklerinin de teminat unsurunu oluşturur. Milletlerin yarınları, gençlerin müspet rolleriyle aydınlanır ve olumsuz tesirleriyle kararır, parlar yahut söner. ATATÜRK, Türk gençliğine büyük değer veren, gençliğin çağın en son eğitim teknik ve bilgileriyle donatılması gerçeğini ön planda tutan bir önderdir. Kurtuluş Savaşının başlangıç döneminden itibaren, Türk Gençliğine duyduğu güveni her zaman tekrarlamış; Türk Milletinin kaderini teslim alacak gençlerin yetiştirilmesinde özellikle öğretmenlere büyük görevler düştüğünü söylev ve demeçlerinde ifade etmiştir. ATATÜRK’ün fikir ve düşünceleri ışığında, akıl ve bilimi esas alarak çağın en gelişmiş teknik ve bilgileriyle donanarak eğitimini tamamlayan Türk gençliğinin omuzlarında, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacaktır.Item Atatürk ve yurtseverlik üzerine(Uludağ Üniversitesi, 2003) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıMustafa Kemal Atatürk, bütün yaşamını ulusuna adamış bir önder ve büyük bir yurtsever olarak tarihin kaydettiği liderler arasında ön plana çıkmaktadır. O’nda var olan ulus ve yurt sevgisi Emperyalistlere karşı verdiği mücadelenin ve çağdaşlaşma ülküsünün itici gücünü oluşturmuştur. Yurtseverlik, pragmatik bir ideoloji ve bir kalkınma modeli olan “Atatürkçü Düşünce Sistemi”nin zemininde önemli bir yere sahiptir. Çünkü yurtseverlik olmadan Kurtuluş Savaşı kazanılamaz, Türk devrimi gerçekleştirilemez ve cumhuriyet devrimleri bu güne kadar taşınıp, dipdiri ayakta duramazdı. Bu nedenle yurtseverlik, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” zeminindeki en önemli öğelerden biridir ve bunun kuvvetle vurgulanması gerekir. Bu bağlamda yurtseverliğin tarifini şu şekilde yapabiliriz: Yurtseverlik: Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin geleceği ve gelişimi için hiçbir karşılık beklemeden koşulsuz ve kısıtlamasız çaba sarf etmek ve bunu yaşam biçimi haline getirmektir. Yurtseverlik bir yaşam biçimidir. Atatürk büyük bir yurtsever olarak ulusuna hizmeti yaşam tarzı olarak kabul etmiş ve bunu en zor koşullarda dahi uygulamakta bir an olsun tereddüt göstermemiştir. Yukarıda da vurgulandığı gibi yurtseverlik, “Atatürkçü Düşünce Sisteminde önemli bir yere sahiptir. “Atatürkçü Düşünce Sistemi”ni, eğer bir bina gibi kabul edersek, temeli de laikliktir; bugünkü güncel deyimiyle radya temeldir. Onun için de günümüze kadar bu sistem, sağdan, soldan, içerden, dışardan gelen her nevi depremlere karşı dayanıklıdır ve dimdik ayakta durmaktadır.Item Atatürk’ün güvenlik politikasına bir örnek: Türk Tayyare Cemiyeti - Bursa örgütü(Uludağ Üniversitesi, 2003) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim DalıTürkler, 1911’den itibaren yaşadıkları kesintisiz savaş sürecinde yeni bir olguyla karşı karşıya kaldılar. Trablusgarb Savaşında İtalya’nın, Türklere karşı uçağı savaş aracı olarak kullanması, savaşta uçağın, kullanan tarafa önemli bir avantaj sağladığını ortaya çıkarttı. Söz konusu durum, 18. ve 19. yüzyıllarda yoğun bir güvenlik endişesi duymasına neden olan olaylar içinde yaşayan Türkiye’nin, bu alanda kendisini geliştirmesi için itici bir faktör oldu. Üstelik 20. yüzyıl Türkler için güvenlik sorununun çok daha ağır koşullarda yaşanacağı bir dönemle başlayacaktı. Tarihi sürece baktığımızda: Türklerin astronomiye olan ilgileri, tarihte başardıkları ve özgürlüğe olan tutkuları havacılık alanında başarılı olduklarının bir göstergesiydi. Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Türklerde astronomi çok gelişmişti. Yön tayini, hava durumu, ay ve güneş tutulmaları, Türklerin bilimsel olarak değerlendirip açıklayabildiği olaylardandı. Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi Türklerin havacılıkta başarılı olduklarının tarihî sembolleridir. Günümüzden yaklaşık 350 yıl önce XVII. yüzyılın ilk yarısında Hezarfen Ahmet Çelebi planör benzeri bir araçla İstanbul Boğazı üzerinde uçarak Türk ve Dünya havacılık tarihinde önemle vurgulanması gereken tarihî bir olayı gerçekleştirdi. Lagari Hasan Çelebi'nin ise uçuşla ilgili denemeleri kayda değerdi. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün kuvvetle vurguladığı üzere diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da Türk ulusunun yetenekleri köreltilmişti 1 .Item Atatürkçü düşünce sistemi(Uludağ Üniversitesi, 2003) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıAnkara’da yapılan “Hilafetin İlgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 80. Yılı ile Günümüz Türkiye’si” konulu Panel: Atatürkçü Düşünce Derneği’nin, 40’a yakın demokratik kitle örgütü ve üniversitenin desteğiyle Ankara Ticaret Odasında düzenlediği “Hilafetin İlgası ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 80. Yılı ile Günümüz Türkiye’si” konulu Panel 3 Mart 2004 tarihinde Ankara’da yapıldı. Panelde, Ulu Önder Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk Devriminin tehlikelerle karşı karşıya kala bileceği vurgulanarak ulusal uyanış çağrısı yapıldı. Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Sekreteri Avukat Kutlay ALPUĞAN’ın yönettiği panele, konuşmacı olarak Uludağ Üniversitesi Rek törü Prof. Dr. Mustafa YURTKURAN, İstanbul Üniversitesi Rektör Yar dımcısı Prof. Dr. Nur SERTER, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğre tim Üyesi Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN ve Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çetin YETKİN konuşmacı olarak katıldı. Panele Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç YALMAN ve eşi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden ÖRNEK ve eşi, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener ERUYGUR ve eşi, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker BAŞBUĞ, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Şükrü SARIIŞIK, Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Metin Yavuz YALÇIN, CHP Grup Başkanvekili Haluk KOÇ, eski TBMM Başkanı Ömer İZGİ, Türk-İş Genel Başkanı Salih KILIÇ, emekli Orgeneraller Tuncer KILINÇ, Tamer AKBAŞ, ATO Başkanı Sinan AYGÜN, katıldı. Panelin açılış konuşmasını yapan Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Ertuğrul KAZANCI, Kemalist aydınlanma devriminin ve Atatürkçü Düşünce Sisteminin “Çok açık ve doğrudan doğruya hedef durumunda” olduğunu belirterek, “Karşı devrim yol, yöntem buldu, mevziler ele geçirdi. Şimdi yeniden toparlanma vaktidir.” dedi. Panelistlerden Uludağ Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Mustafa YURTKURAN,Item Atatürkçü düşünce’nin matematiği(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıÇağdaş bilimin öngörüsüne göre, gelecek geçmişteki malzemeler kullanılarak bugünün temsilcileri tarafından belirlenmektedir. Eksenine değişimin oturduğu bu yeni anlayışa göre, süreç içerisinde varlık her zaman oluşum halindedir. Günümüzde, kişilerin “Analiz ve çözüm üretme yeteneklerinin önem kazanması” matematik eğitiminin sadece fen ve mühendislik alanlarında değil tüm bilim dallarında yer almasına sebep olmuştur. Matematik kalıcıdır, matematik karmaşık sorunları net ve anlaşılır hale getirir. Matematik çarpıtılamaz, matematik sömürülemez, matematik formülünden çıkar sağlanamaz; çünkü açık, net ve anlaşılırdır. Bu olağanüstü özellikleri nedeniyle bilimin temeli matematiktir. Gerçeklere ve yaşam pratiğine dayalı “Atatürkçü Düşünce” hiçbir tartışmaya müsaade etmeyecek şekilde matematik formüllerle anlatılabilir ve anlatılmalıdır noktasından hareketle Cumhuriyet Kanunlarımızı düzenleyen Atatürkçü Düşüncenin niteliklerine formüler bir bütünlük kazandıracak Matematiksel anlatımı gerçekleştirmeye çalıştım.Item Aydın’da Cumhuriyetin onuncu yılı kutlamaları(Uludağ Üniversitesi, 2003) Güneş, Günver29 Ekim 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yılı bütün yurtta düzenlenen ve üç gün süren törenlerle kutlanmıştır. Onuncu yıl kutlamalarına büyük önem verilmesi, onun görülmemiş derecede renkli ve görkemli geçmesi, kendisinden sonra gelecek onuncu yıllara da örnek olması amaçlanmıştır. Bu çerçevede Aydın Kenti de Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarına kentlisi, köylüsü büyük coşku ile katılmıştır. Aydın Kenti’nin 1923-1933 yılları arasında geçen Cumhuriyetin ilk on yılı eski yaraların sarıldığı ve yeni heyecanlarla kalkınma atılımlarının başlatıldığı bir dönem olmuştur. Kent sosyal ve ekonomik alanda gösterdiği modernleşme çabalarıyla düzensiz bir kasaba görünümünden kurtularak, çağdaş bir gelişme çizgisi izlemiştir. Yaşayarak öğrenilen cumhuriyet kazanımları Onuncu yılda bu nedenle yüksek heyecana ve büyük kutlamalara dönüşmüştür. Onuncu yıl kutlamaları ulusça duyulan onurun, gururun paylaşılması şeklinde olmuş, merkezden gönderilen yönergelerle etkinliklerin programlı bir biçimde yapılması sağlanmıştır. Bu çalışma Türkiye Cumhuriyeti için büyük önem taşıyan Cumhuriyetin ilk on yılının heyecanının ve coşkusunun Onuncu yıl kutlamaları adıyla tanımlanan törenlerin Aydın Kent merkezi ve köylerindeki etkileri ile halkın gösterdiği davranış biçimi üzerine yoğunlaşmıştır.Item Batı Anadolu Bölgesi ve yerel bir örnek olarak Tire’de Yunan işgal dönemi(Uludağ Üniversitesi, 2002) Başaran, MehmetBu konu içerisinde Yunanlıların Batı Anadolu ve lokal olarak Tire’de yaptıkları eylemleri görmeye çalıştık. “Hepimizin de bildiği gibi, şu son on yıldır büyük Osmanlı devletimizin uğradığı dert ve belâlar, kanunların ve şeriatın hükümlerine aykırı davranmış olan birtakım devlet adamlarının eseridir. Velinimetimiz şevketmeâb efendimiz hazretlerinin şahâne ülkesinin bugünkü gerçek çehresini bizzat gözleriyle görmek, halkın en başta gelen ihtiyaçlarını inceleyip bunun sonucunu kendilerinin yüce katına arz eylemek üzere bir heyet kurulmuştur...Yüce halifemiz ve padişahımız adına sizlere şu tavsiyede bulunmaktayız; Hakkınıza kanaat, yurttaşlarımızın haklarına riayet ve kanunlara itaat ediniz.” içeriğini taşıyan bir bildiri ile 16 Nisanda Şehzâde Abdurrahim Efendi Anadolu’ya, 29 Nisanda Şehzâde Cemâlettin Efendi Edirne’ye Heyet-i Nâsiha’larla gönderilmiştir. Çünkü İstanbul Hükümetinin âcizliği, iş bilmezliği ve itilâf devletlerine duyduğu güven ve teslimiyetçi tavır ülke halkının tedirginleşmesine yol açmaya başlamıştı. Her tarafta gizli ve/veya açık örgütlenmeler başlamıştı 1 .Bu da gösteriyor ki Yunan işgalinden önce halkın sessiz kalmasını öğütleyen bu kurul işlevsel bir özellik göstermemektedir. Anadolu’nun dört bir yanında bölgesel amaçlı dernekler oluşmaktaydı. Bu örgütlenmelerden biri Yunan Hükümetinin Paris Barış Konferansındaki girişimleri ve Müttefiklerin Yunan isteklerini destekleyici demeçleri sonucu Rumların taşkınlıklarının artmasına neden olarak kurulan Redd-i İlhak idi.Item Bursa kapalı çarşı yangını (1958)(Uludağ Üniversitesi, 2003) Budakoğlu, Salih24 Ağustos 1958 tarihinde Bursa Kapalı Çarşısı'nda Cavit Çemrek adlı sahafçının ihmal ve dikkatsizliğinin sebep olduğu yangın, Bursa kent tarihinin 1854 depreminden sonra yaşadığı en büyük doğal afettir. Zira sanayinin henüz yeni yeni gelişmeye başladığı bu dönemde, Tarihi Bursa Kapalı Çarşısı kentteki binlerce ailenin geçim kapısı ve kent ekonomisinin kalbinin attığı yer konumundaydı. Ayrıca kentin ana tarihi yapılarının toplandığı bölge olan Kapalı Çarşıdaki Osmanlı döneminin mimari zevkini yansıtan han, hamam, cami ve çarşılar 1958 yangınında harabe haline gelmişti.Item Bursa’nın işgal ve kurtuluş süreci (8 Temmuz 1920-11 Eylül 1922)(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim DalıGünümüzde tarih alanında yapılan araştırmalarda, yerel tarih çalışmaları büyük önem kazanmış bulunmaktadır. İnsan ve mekân ilişkisi bağlamında ele alındığında, sınırları belli bir coğrafî bölgede yaşayan insanların, tarihsel süreç içerisinde yaşadıkları çevreye etki eden olaylara, o çevrenin tarihsel geçmişine ve geçmişten günümüze aktardığı sosyokültürel, siyasî, iktisadî değerlere olan ilgi ve merakı, bu çalışmaların yoğunluk kazanmasında birinci derecede etkili olmuştur. Yerel düzeyde yapılan bu tür çalışmalar, hem araştırmacıya çoğu zaman kaynak eserlerde bile rastlanmayan orijinal bilgilere, üzerinde çalışılan döneme bizzat tanıklık etmiş kişilerle birebir görüşmek suretiyle ulaşma olanağı sağlayan sözlü tarih yönteminin kullanılmasına elverişli bir alan yaratmakta; hem de makro düzeyde yapılan çalışmalarda temas edilmeyen birçok noktaları ortaya çıkarmaktadır. İşte bu doğrultuda Bursa yereli bağlamında yapılmış çalışmaların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Sayın Saime Yüceer’in yazdığı “Bursa’nın İşgal ve Kurtuluş Süreci (8 Temmuz 1920-11 Eylül 1922)” isimli çalışma da, Bursa’nın, Milli Mücadele dönemine ilişkin tarihsel gerçeklerinin aydınlatılmasına yönelik bir yerel tarih çalışmasıdır. Tarihimize Milli Mücadele, Türk İstiklâl Harbi gibi adlarla damgasını vurmuş olan Kurtuluş Savaşı, Türk tarihinin, 1919-1923 kesitinde askerî ve siyasî alanda yoğun gelişmelerin yaşandığı bir dönemini oluşturmaktadır. Türk milletinin, Mustafa Kemal ile onun yakın çevresindeki askerî kadronun önderliğinde gerçekleştirdiği esaret ve sömürü düzenine son darbeyi indiren ve tam bağımsız bir Türk Devleti’nin temellerini atan bu yeniden varoluş mücadelesi üzerine yapılmış çok fazla çalışma bulunmaktadır. Askerî ve siyasî tarih ağırlıklı olan bu çalışmaların bir kısmında Kurtuluş Savaşı, genel olarak bir bütünsellik içerisinde ele alınırken; bir kısmında da Milli Mücadele sürecinde aktif olarak yer alan Anadolu şehirlerinde, bu süreçte yaşanan gelişmeler çerçevesinde belli bir bölge ile sınırlandırılmış olarak incelenmiştir. Mondros Mütarekesini takiben Anadolu’nun birçok yeri işgal edilmiş ve bu işgal sürecinde Anadolu halkı büyük yokluk ve sıkıntılar içinde kurtuluş yolunda çetin bir mücadeleye girişmiştir. Anadolu’da yaşanan bu işgal sürecinde Bursa da, 8 Temmuz 1920’de resmen işgale uğrayarak Milli Mücadele sürecinde yaşanan gelişmelere bizzat tanıklık etmiş olması itibariyle önemli bir konuma sahip bulunmaktadır. Bu nedenle Bursa’nın bu dönemine ilişkin çalışmaların yapılması büyük önem kazanmaktadır. İşte birazdan tanıtacağımız “Bursa’nın İşgal ve Kurtuluş Süreci (8 Temmuz 1920- 11 Eylül 1922)” isimli çalışma, Bursa’nın bu sürecinde yaşanan tarihsel olayları tüm gerçekliğiyle ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, Bursa’da Mütareke döneminde yaşanan gelişmeler, 8 Temmuz 1920’de başlayarak 11 Eylül 1922’ye kadar devam eden işgal ve bu işgalden kurtuluş süreci, belli bir tarihsel perspektif içerisinde okuyucuya sunulmaktadır. Sunuş yazısını Üniversitemiz Rektörü Sayın Mustafa Yurtkuran’ın yazdığı bu çalışma bütün olarak, bir önsöz, dört bölüm, sonuç ve ekler kısmından oluşmaktadır.Item Cumhuriyet sürecinde Türk sanatı(Uludağ Üniversitesi, 2002) Renda, GünselÇağdaşlaşmayı hedefleyen yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok kapsamlı bir kültür devrimi gerçekleştirmiştir. Atatürk, çağdaş bir Türkiye'- nin yaratılması için hızla uygulanacak bir kültür politikasının gerektiğini daha ilk yıllarda söylemiştir. Cumhuriyet ideolojisinin biçimlendirdiği kültür devrimi, ivedilikle topluma mal edilecek ve çağdaşlaşmanın göstergesi olacaktır. Bilime dayalı batı uygarlığını örnek alan bu çağdaşlaşma, Osmanlı'nın son dönemlerinde gözlemlenen batılılaşma ya da yenileşmeden farklıdır. İmparatorluk döneminde gerçekleştirilen seçmeci batılılaşma, daha çok saray çevresi ve elit zümreyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet döneminde sürdürülen kültür politikaları ise, öncelikle halkın eğitilmesini öngörüyor; çağdaşlaşmanın gereği gerçekleştirilecek devrimlerin yayılmasını bu eğitim seferberliğine bağlıyordu. Devletin hedeflediği kültür devriminde, güzel sanatlar önemli bir yer alıyordu. Kültür ve sanatta çağdaşlaşmanın iki önemli yolu vardı. Birisi, ülkenin tarihiyle bağlantılı kültür mirasını araştırmak ve sergileyerek halka mal etmek; ötekisi ise, batının çağdaş sanat kuramları ve yöntemlerini izleyen, ama kökünü geleneklere dayanan bir Türk sanatı var etmek.. Nitekim Cumhuriyetin ilk on yılında izlenen kültür politikası sonucunda devlet, sanatın her dalında yönlendirici, özendirici ve koruyucu rolünü korudu. Atatürk, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, yurdun çeşitli yörelerinde yaptığı konuşmalarda; bir ulusun gelişmesinde sanatın önemli yeri olduğunu vurgulamıştır. 1923'te Adana esnafıyla konuşurken; "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfıda güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir" demiştir. Aynı yıl Bursa'da Şark Sinemasında, halka hitap ederken söyledikleri şunlardır.Item Dr. Hazma Bektaş, Ermeni soykırım iddiaları ve gerçekler(Uludağ Üniversitesi, 2002) Selimoğlu, İsmailHamza BEKTAŞ, Ermeni Soykırımı İddiaları ve Gerçekler, T.C. Uludağ Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi, Yayın No: 5, ISBN 975-6958-45-6, 181 s. Bursa, 2001. Dr. Hamza Bektaş’ın “Ermeni Sorunu”nun doğru ve açık bir şekilde anlaşılmasına katkıda bulunan kitabı, Giriş (s.1-14), 1. Ermenilerin Menşei (s. 15-26), 2. Osmanlı Yönetiminde Ermeniler (s. 27- 44), 3. Ermenilerin Örgütlenmeleri (s. 45- 50), 4. Ermeni İsyanları (s. 51-68), 5. I. Dünya Savaşında Ermeni İsyanları ve Ermenilerin Türkleri Katli (s. 69-108), 6. Ermenilerin Göç Ettirilmesi (Tehcir Kanunu) (s. 109-142), Sonuç, Ekler, Kronoloji ve Kaynaklar bölümlerinden oluşuyor. Ermeni Soykırımı İddiaları ve Gerçekler kitabının sunumunu yapan Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın belirttiği gibi “Tarihsel nitelikteki olayların objektif bir biçimde değerlendirilebilmesi, günlük siyasal yaklaşımlarla değil, tarih biliminin elde ettiği verilere dayalı yaklaşımlarla olanaklıdır. Nitekim bilim, amacına uygun olarak, olguları somut ve doğruluğu kanıtlanmış verilere dayalı bir biçimde analiz etmekte ve vardığı sonuçları yansızlık temel ilkesine göre ortaya koymaktadır”. Gerçekten Dr. Hamza Bektaş bu yaklaşımdan hareket ederek Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivinde bulunan konu ile ilgili verileri titiz ve yansız bir biçimde değerlendirerek, kütüphane malzemesini tarihin örgüsüyle inceleyip bu meseleyi okuyucuya sunmayı başarmıştır. Kitabın içinde özgün fotoğraflar ve belge örnekleri de bulunmaktadır. Ayrıca Ermeni Sorunu’nun tarihsel süreci kronolojik bir listeyle belirtilmiştir.Item Dr. M. Altun, H. Ünlü, F. Kesrikoğlu,Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Bursa ve Merinos(Uludağ Üniversitesi, 2002) Abacı, ZeynepUlusal Kurtuluş Savaşı’nda elde edilen büyük zaferin ardından “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi doğrultusunda, askeri ve siyasi alandaki galibiyetin ekonomik ve sosyal alandaki başarı ve gelişmelerle tamamlanmasının zorunluluğu fikri, cumhuriyet yöneticileri tarafından kabul edilmiş ve bu çerçevede gerekli uygulamaları hayata geçirmek için ard arda önemli kararlar alınmıştır. Bu bağlamda, dünya kapitalizminin sömürgesi haline gelmiş Osmanlı Devleti’nden miras alınan ülkedeki, yok denilecek kadar az sanayii geliştirmek için çalışmalara başlanmıştır. 17 Şubat 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde ulusal sanayinin devletin uygun bir ortam sağlaması koşuluyla özel sektör tarafından gerçekleştirilmesi öngörülmüş, ancak kısa bir süre sonra 1929 Dünya Ekonomik Krizinin etkisiyle devletinde ekonomide yer alması yatırımlar yapması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Kabul edilen bu ılımlı devletçilik politikası sonrasında yapılandırılan ilk kuruluşlardan biri de 2 Şubat 1938 yılında Atatürk tarafından açılan Merinos Yünlü Sanayi İşletmesi olmuştur. Merinos Fabrikası cumhuriyet döneminin ilk sanayi kuruluşlarından biri olmasının yanı sıra Bursa kentinin sosyo-ekonomik ve mekansal gelişimini etkilemesi açısından da incelenmesi gereken önemli bir kurumdur. Bu açıdan Merinos, kuruluşundan itibaren Bursa’da yaşayan insanlara istihdam olanakları sağlamasının yanı sıra günümüzde kentte gelişen tekstil sektörünün de nüvesini oluşturmuştur.Item Dünya politikasında küreselleşme ve Atatürk(Uludağ Üniversitesi, 2002) Ucuzsatar, Necati UlunayKüreselleşmeden Ne Anlıyoruz? Tüm dünyada olduğu gibi; Türkiye'de, üçüncü bin yıl başında, iletişim devrimi ve teknolojinin akıl almaz boyutlara varması nedeniyle, adına ‘küreselleşme’ denilen Batı kaynaklı yeni tür bir gelişimin etkileriyle çalkalanmaktadır. Böyle bir ortamda, 1990’lı yıllardan sonra ortaya çıkan soğuk savaş sonrası dünyanın, haklı olarak, önceki dönemlere kıyasla kayda değer bir şekilde değişik ve farklı olduğunu düşünenler bulunduğu gibi; bunu, Batı kapitalizminin ve modernleşmesinin yükselişi ya da dünya politikalarının, kökten değişikliklerle global esaslara dönüşümü olarak algılayan aydınlar da var. Konuya, yakın tarihten küreselleşmeye ışık tutan bir kısım gelişmelerle girelim. Anımsanacağı üzere; 1980’li yıllardan itibaren, Doğal Bilimler Uzmanı Thomas Kutın’den sonra, dünya politikasının şekillenmesinde ve yürütülmesinde ‘paradigms-örnek listeler” olarak bilinen ‘realizm gerçekçilik’, ‘liberalizm-özgürlükçülük’ ve ‘world-system-dünya sistemi’ adlı üç teorinin etken olduğu tartışılmaya ve gerçeklerin, bu tartışmalarda öne sürülen fikirlerde yattığı söylenmeye başlandı. Dikkati çeken nokta, bu üç teorinin, küreselleşmeyi farklı açılardan görmesiydi . Realistler: “Dünya politikasının asıl aktörleri, bağımsızlıkları yasal olarak onaylanmış devletlerdir. Bu devletler, ulusal çıkarlarını elde etmek için kazanımlarını sürekli biçimde artırma çabası içindedirler. Bu, yeryüzünde başka bir devletin egemen olmasını önleyici askerî güçlere dayanan dış politikaların uygulanmasına ve güç dengelerinin doğmasına yol açar. Küreselleşme, dünya politikasının coğrafi bölümlenme esasıyla ulus devletlerine ve onların bağımsızlığına dayandırılan en seçkin özelliğini ortadan kaldıran bir alternatif değildir. Küreselleşme, bizim sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamımızı etkileyebilir; fakat devletlerin bireysel olarak kendi değerleriyle katıldığı uluslararası politik sistemine üstün olamaz.Item Eric R. Wolf, Köylüler(Uludağ Üniversitesi, 2002) Türközü, ErdemBu makaledeki amacım Eric R. Wolf’un Köylüler başlığını taşıyan kitabını ele almaktır. Bununla birlikte, bir kitap tanıtımının/eleştirisinin sınırlarının ötesine çıkmayı göze alarak, konu çerçevesinde yapmış olduğum okumaların esinlendirdiği bir dizi düşünceyi de dile getirmeye çalışacağım. Söz konusu düşüncelere burada yer vererek, Wolf’un çalışmasının neden üzerinde durulmaya değer olduğunu gösterebileceğimi umuyorum. Ardından Wolf’un çalışmasının ayrıntılarına gireceğim. Son olarak da, Köylüler kitabının çevirisi üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Öncelikle, sosyal bilimler ile bir toplumsal kategori olarak köylülüğün ilişkisinin belli başlı iki sorunu içerdiğini öne süreceğim. İlk olarak Dünya çapında ve özellikle Türkiye’de, sosyal bilimlerde, köylülük konusunda bir belirsizlik ve ihmalin söz konusu olduğu ileri sürülebilir. Bu belirsizlik ilgili sözlüklerde de gözlemlenebilir. Sosyal antropologlar, köylüleri kültürel alışkanlık ver normlarıyla vizyonlarının darlığıyla 1 ve geleneğe sıkıca sarılmalarıyla tanımlarken; Marxist kuramcılar, köylülük kavramını, ücretli işçi sınıfından, kapitalist çiftçi sınıfından ve bir toprak sahipleri sınıfından farklılaştırarak, kapitalist ya da sosyalist olmayan tarımsal üretimin çok çeşitli biçimleri için kullanmışlardır.2 Köylülüğün ihmal edildiğini düşünmemin nedeni ise, köylülüğü konu alan çalışmaların göreceli olarak az sayıda olmasıdır. Her ne kadar, 1950’li yıllar ve sonrasında sosyal bilimlere damgasını vuran modernleşme/kalkınma paradigması köylülüğe yönelik çalışmaları arttırdıysa da, son on yılda yine bir düşüş yaşanmaktadır.Item Felsefe ve aydınlanma(Uludağ Üniversitesi, 2002) Çotuksöken, Betül“Felsefe, kendisine tam hakkı verilmezse, orada tehlikeli olur. Bu hakkı da ona, ancak bir ulusun sağlığı (hem de her ulusun değil) verebilir.” “Bu başlık neyi ya da neleri ele almayı gerektirir? Bu başlığa mantıksal olarak yaklaştığımızda, olanaklı açıklama biçimleri ya da açıklama doğrultuları neler olabilir?” soruları üzerinde düşünerek konumuza/ konularımıza yaklaşabiliriz. Bu bağlamda şöyle bir yol izleyebiliriz: Burada ilkin, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını açıklarız; başka bir deyişle, "aydınlatırız" ve ardından bu aydınlatmanın, aydınlatma çabasına giren öznenin, ne türden değişikliklere uğradığını belirtebiliriz. Böyle bir girişimden sonra, felsefe tarihinde "felsefe" ve "aydınlanma" kavram ikilisinin, ne türden düşünme biçimlerinde bir araya geldiği konusunu ele alabiliriz. Öyle ise ilk ödevimiz, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını "aydınlatmak" olacaktır. Bu da bizi, ister istemez, felsefenin ne olduğu, ne türden bir işlevinin ya da işlevlerinin olduğu sorusuna götürecektir. Felsefe, kavramları aydınlatır; kavramların anlamına/anlamlarına yönelir. Felsefe, varolanlar arasındaki ilişkileri inceler. Daha açık, aydınlık bir anlatımla felsefe, dış dünya, düşünme ve dil arasındaki ilişkileri inceler. Tam da bu noktada felsefe, hem düşünsel; hem de dilsel olanı içeren "yaşama dünyası"nı açıklamaya, aydınlatmaya çalışır. Burada, yalın, sıradan ya da yansız bir dış dünya tasarımı yerine; kavramsal (düşünsel) ve dilsel (söylemsel) olanı, somut olanı da içeren ve her birimizin "kendi" oluşumuzu ya da "özne" oluşumu sağlayan dünya (yaşama dünyası) konulmuştur. Gerçekten de, her birimizin; kavramlarımızla, dil kullanımımızla dokuduğumuz bir dünyamız, "yaşama dünyamız" vardır. İşte felsefe, bu dünyayı açıklama, aydınlatma çabasını; somut, düşünsel ve dilsel nesneler bağlamında çözümlemeyi, aydınlatmayı amaçlayan bir etkinliktir.
- «
- 1 (current)
- 2
- 3
- »