Atatürkçü Bakış
Permanent URI for this communityhttps://hdl.handle.net/11452/19994
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 20 of 42
- Results Per Page
- Sort Options
Item Uludağ Üniversitesi Bursa sözlü tarih arşivi (1919-1938)(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim DalıUludağ Üniversitesi Kent Tarihi ve Araştırma Merkezi bünyesinde Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Mustafa YURTKURAN’ın desteğinde oluşturduğumuz ve çalışmalarına 1 Temmuz 2002’de başladığımız “Uludağ Üniversitesi Bursa Sözlü Tarih Arşivi (1919-1938)” başlıklı projemizi, 4 Mart 2004’te sonuçlandırmayı planlamaktayız. Söz konusu projemizle, Bursa tarihinin 1919-1938 döneminin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutunu araştıracaklara, veri tabanı oluşturmayı amaçlamaktayız. Bizde yakın zamanlarda çalışmaların yoğunlaştığı sözlü tarih araştırmalarının, Batılı ülkelerde 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren başladığı bilinmektedir. Bu bağlamda Amerika’da 1929 Ekonomik bunalımı sonrasında işsiz kalan araştırmacılara ve gazetecilere bir iş alanı yaratmak için tasarlanan “Federal Yazarlar Projesi” ile oluşturulan “Sözlü Tarih Arşivi”nin, Amerika’nın 19. yüz yıl sosyal tarihine dair en önemli veri kaynaklarından biri olduğu bilinmektedir. Biz de bu çalışmamızla, Bursa tarihinin Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminin ilk evresini oluşturan 1919-1938 kesitinin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuna ilişkin anıları toplayarak bu dönemin karanlıkta kalmış olaylarını aydınlatacak yeni bilgileri araştırıcıların hizmetine sunmayı planlamaktayız. Bu çalışmamızın sonuçları Bursa tarihinin daha sonraki süreçleriyle ilgili çalışmalar için de yol gösterici olacaktır. Başka bir beklentimiz de bizim söz konusu projemizin, diğer üniversitelerin bulundukları şehirler ve bölgelerle ilgili oluşturacakları bu tür projelere örneklik etmesidir. Eğer böyle bir süreç başlayabilirse 20. yüz yıl Türkiye tarihinin veri tabanı çeşitlenecek ve canlı tarih kaynaklarının yaşamlarını yitirmesiyle birlikte artık ulaşılması mümkün olmayacak bilgiler de sonraki kuşaklara aktarılabilecektir.Item Dr. Hazma Bektaş, Ermeni soykırım iddiaları ve gerçekler(Uludağ Üniversitesi, 2002) Selimoğlu, İsmailHamza BEKTAŞ, Ermeni Soykırımı İddiaları ve Gerçekler, T.C. Uludağ Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi, Yayın No: 5, ISBN 975-6958-45-6, 181 s. Bursa, 2001. Dr. Hamza Bektaş’ın “Ermeni Sorunu”nun doğru ve açık bir şekilde anlaşılmasına katkıda bulunan kitabı, Giriş (s.1-14), 1. Ermenilerin Menşei (s. 15-26), 2. Osmanlı Yönetiminde Ermeniler (s. 27- 44), 3. Ermenilerin Örgütlenmeleri (s. 45- 50), 4. Ermeni İsyanları (s. 51-68), 5. I. Dünya Savaşında Ermeni İsyanları ve Ermenilerin Türkleri Katli (s. 69-108), 6. Ermenilerin Göç Ettirilmesi (Tehcir Kanunu) (s. 109-142), Sonuç, Ekler, Kronoloji ve Kaynaklar bölümlerinden oluşuyor. Ermeni Soykırımı İddiaları ve Gerçekler kitabının sunumunu yapan Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’ın belirttiği gibi “Tarihsel nitelikteki olayların objektif bir biçimde değerlendirilebilmesi, günlük siyasal yaklaşımlarla değil, tarih biliminin elde ettiği verilere dayalı yaklaşımlarla olanaklıdır. Nitekim bilim, amacına uygun olarak, olguları somut ve doğruluğu kanıtlanmış verilere dayalı bir biçimde analiz etmekte ve vardığı sonuçları yansızlık temel ilkesine göre ortaya koymaktadır”. Gerçekten Dr. Hamza Bektaş bu yaklaşımdan hareket ederek Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivinde bulunan konu ile ilgili verileri titiz ve yansız bir biçimde değerlendirerek, kütüphane malzemesini tarihin örgüsüyle inceleyip bu meseleyi okuyucuya sunmayı başarmıştır. Kitabın içinde özgün fotoğraflar ve belge örnekleri de bulunmaktadır. Ayrıca Ermeni Sorunu’nun tarihsel süreci kronolojik bir listeyle belirtilmiştir.Item Mahallinden gönderilen belgelere göre II. Meşrutiyet sonrasında gönen ve havalisinde asayiş(Uludağ Üniversitesi, 2002) Küpeli, Özer; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim Dalı; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü1908 Temmuzunda büyük umutlarla ilan edilen II. Meşrutiyet sonrasında bütün Osmanlı ülkesi, Müslim ve gayrimüslim halkın sergiledikleri kaynaşma, birleşme, kardeşlik, eşitlik ve hürriyet gösterilerine sahne olmuştur 1.Ne var ki oldukça abartılı ve samimiyetten çok defa uzak meşrutiyet sevinci kısa zamanda yerini yeniden ortaya çıkan ağır iç ve dış meselelere bırakmıştır. 1878'den beri Bosna-Hersek'i fiili olarak idare eden Avusturya Macaristan İmparatorluğu, buraları ilhak ettiğini açıklamış (5 Ekim 1908), aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş ve ertesi günse Girit Meclisi, Yunanistan'a katılma kararı almıştır (6 Ekim 1908). Dışarıda bu olaylar olurken ülke içinde de meşrutiyet sonrasında anayasal düzenle beraber ateşlenen particilik ve partizanlığın doğurduğu olumsuzluklar, nihayetinde muhalefet-iktidar çatışmalarını had safhaya çıkmıştır 2 . Özellikle 1908 yılı sonları ile 1909 yılının başları İttihat ve Terakki ile bir çok çevreden ona muhalif olanlar arasında şiddetli bir çekişme halinde geçmiştir 3 . Neticede meşrutiyetin ilanı üzerinden altı ay geçmiş olmasına rağmen İstanbul'da meşruti idareye karşı bir ayaklanma patlak vermiş 4 ve bu ayaklanma Abdülhamit'in tahtan indirilmesi ve İttihat ve Terakki'nin iktidarı ele geçirmesiyle son bulmuştur. Böylelikle imparatorluğun kaderine hükmetme şansını ellerine alan İttihatçıların, çeşitli din ve ırklara mensup olan halkı “Türklük” duygusu etrafında birleştirme politikası ve ülkenin her yerinde kesin bir şekilde duruma hakim olma çabası, ülke içindeki hoşnutsuzluğun büsbütün artmasına sebep olmuştur. Asayişsizlik ortamı süratle ülkenin her yanını sarmıştır. II. Meşrutiyet sonrası Osmanlı ülkesini baştan başa saran asayiş sorunları, bu dönemde ortaya çıkmış yeni bir mesele değildir. Aslında bir taraftan Osmanlı düzeninin bozulması, diğer taraftan da idarecilerin Türk olmayan unsurlara verdiği tavizler, XIX. asrın başlarından itibaren Adalar Denizi'nden İç Anadolu'ya kadar olan geniş bölgede asayişin önceki döneme göre daha fazla bozulmasına sebep olmuştur 5 . Keza XX. yüzyıl başlarında Rumeli'de, Arap vilayetlerinde ve Anadolu'da eşkiyalık olayları devam etmekte, bazı şehirlerde toplu isyanlar bile çıkabilmektedir 6 . Bu genel görünümden başka Hüdavendigar Vilayeti'nin Karesi Sancağına bağlı mütevazı bir Anadolu kasabası olan Gönen’de de; 1908 ve sonrasında asayişsizliğin hüküm sürdüğü görülmektedir 7 . Bu makalede II. Meşrutiyetten hemen sonra Gönen ve çevresindeki asayiş sorunları, sebepleri ve çözüm arayışları inceleme konusu yapılmıştır.Item İmparatorluktan Cumhuriyete(Uludağ Üniversitesi, 2002) Arıkan, ZekiDeğerli meslektaşlarım, Öncelikle bana burada sözleşme fırsatı veren Uludağ Üniversitesi Rektörlüğüne ve değerli meslektaşım Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu’na teşekkürlerimi sunarım. Amacım burada zaten sizin bildiğiniz konuları yinelemek, aktarmak değildir. Belirli bir konu üzerinde düşüncelerimi dile getirmektir. Öncelikle şunu belirteyim: Türk Devrim Tarihi dersleri bugün her üniversitede bir öğretim üyesine bağlı olmaktan kurtulmuştur. Bizim öğrenciliğimizde sözgelimi Prof. Ömer Lütfi Barkan bütün İstanbul Üniversitesi’nin devrim tarihi derslerini yüklenmişti. Sınavlar da bir kompozisyonla sınırlıydı. YÖK’ten sonra bu derslerin saatleri artırıldı. Yeni kadrolar ihdas edildi. Bir ara bu dersler dört yıla yayıldı. Elbette bunun öğrenci üzerinde bıktırıcı bir etki yaptığı görüldü. Nitekim daha sonra bu saatler azaltıldı. Her üniversitede rektörlüğe bağlı Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Dersleri bölümü açıldı. Enstitülerin sayısı arttırıldı. Bu arada konuyla ilgili birçok kitap yazıldıysa da bunları aynı kefeye koymaya olanak yoktur. Kimi öğretim üyeleri kendilerinin sözde resmi tarihe bağlı olmadıklarını kanıtlamak için insanı şaşırtacak devrim tarihine ters görüş ve düşünceler ileri sürdüler. Acaba resmi tarih yalan mı yazıyordu? Bu sormak ve bu sorunun yanıtını almak gereğini bile duymadılar. Yazılan kitaplar içinde Prof. Ergün Aybars’ın Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ile Prof. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi başlıklı kitaplarının önemine özellikle işaret etmek gerekir. Yalnız Aybars’ın kitabının ikinci cildi henüz yazılmamıştır. Bu çerçeveyi çizdikten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı içinde üzerinde kurulduğunu belirtmek gerekir. XIX. Yüzyılda sömürgecilik hızla gelişmiş, büyük devletler arasında büyük bir rekabet ve hızlı bir silahlanma yarışı başlamıştı. Bununla birlikte Avrupa devletleri arasında 1870-71’den 1914’e kadar barış az çok korunabildi. 1914’te patlak veren savaşta milyonlarca insan silah altına alındı. Teknolojinin geliştirdiği silahlar savaş alanlarına sokuldu. Tank ilk kez bu savaşta kullanılmıştır. Savaş milyonlarca insanın ölümüne, aç ve sefil kalmasına yol açtı. 1917 İhtilali ile çarlık devrildi. Savaştan sonra toplanan Paris Konferansı adil bir barış kuramadı. Çünkü galip devletler adil bir barıştan çok kendi çıkarlarını ön planda tuttular. Bu yüzdendir ki insanlık çok geçmeden kendini daha büyük bir savaşın içinde buldu. Savaş sonunda imparatorluklar dağıldı, yeni ulusal devletler kuruldu. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte temel değişikliğin İslami bir imparatorluktan milli bir Türk devletine, bir ortaçağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye geçiş süreci olduğu öteden beri vurgulanmış ve dile getirilmiştir. Bunun toptan bir uygarlık değişimi olduğuna şüphe yoktur. Yani Doğu uygarlığından Batı uygarlığına bütün olarak geçişi anlatmaktadır. Bu bakımdan öncelikle Doğu uygarlığı nedir, Batı uygarlığı nedir? Sorularını açıklamaya çalışalım. Batı insanın kendi varlığı ve yaşamı üzerine özel bir düşünceye sahip olmasıdır. Batı uygarlığı bu anlamda her zaman var olmamış, zamanla yavaş yavaş oluşmuştur. Onu besleyen kaynaklar ise çeşitli yollardan gelmiştir. Batı uygarlığının kendinden önce gelip geçmiş uygarlıkların bir bireşimi olduğu yolundaki tarihsel görüş yaygınlık kazanmıştır. Çağdaş Batı uygarlığının temeli Dekartt’ın “Düşünüyorum o halde varım” sözü üstüne yükselmiştir. Dekartt’an önce insanlık ortaçağ kalıpları içinde inanmakla yetinmiştir. Ancak ondan önce insanlık, Hümanizma, Renaissance ve Reform gibi büyük tarihsel dönemeçlerden geçmiştir.Item Mustafa Kemal Paşanın silah arkadaşı Kazım Karabekir Paşa'nın siyasî hayatı(Uludağ Üniversitesi, 2002) Özkaya, Yücel1882’de İstanbul’da doğan Kazım Karabekir Paşa, 1905 yılında yüzbaşı olarak Manastır’da askerlik hayatına atılmış, Rumeli’deki Rum, Bulgar, Sırp çeteleriyle savaşmış, 31 Mart Olayının bastırılmasında görev almış, Arnavutluk ve Balkan Savaşlarında önemli hizmetler vermiş ve 1914’te yarbay, Çanakkale Savaşlarındaki başarısından sonra da 1915’te albay olmuştur. Daha sonra Irak Cephesinde çarpışmış ve 2. Kolordu Kumandanı olarak Ruslara başarı ile karşı koymuş, 1918’de Erzincan ve Erzurum'un Ruslardan geri aldığı gibi; Kars ve Gümrü kalelerinin ele geçirilmesindeki hizmetlerinden dolayı tuğgeneralliğe; Doğudaki Ermeni Savaşı'nı başarıyla sonuçlandırdıktan sonra, 1920’de tümgeneralliğe yükseltilmiştir. Kazım Karabekir Paşa, Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında, Erzurum Kongresi öncesinde Mustafa Kemal Paşayı tutuklama emrini yerine getirmediği gibi; Ulusal Bağımsızlık Savaşı boyunca hep O’nun yanında çalışmış ve O’na yardımcı olmuştur. Kazım Karabekir Paşanın ilk siyasî hareketi, 1905’de Enver Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyetinin Manastır Şubesini kurması şeklinde görülür. İttihatçılardan Ali Fuat (Cebesoy), Kazım Karabekir (Ali Fuat Paşa'nın akrabası), Cafer Tayyar (Eğilmez), Mustafa Kemal (Atatürk), Halil (Kut), İsmet (İnönü), Kazım Özalp; aynı okuldan mezun olan ve İttihat ve Terakki’yi kuran kişiler olup, birbirlerini şahsen tanıyorlardı ve bu tanışıklığın on beş yada yirmi yıllık bir geçmişi vardı 1 . Her ne kadar Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ittihatçılık peşinde olmadıkları vurgulansa bile; bu kişiler, Hürriyet ve İtilaf Fırkasının düşmanıdırlar. Edirne Milletvekili Kazım Karabekir Paşa, askerî yönünün dışında, siyaset alanında da Türkiye’ye önemli katkılarda bulunmuştur. Kazım Karabekir Paşa, Rus ve Kafkas Hükûmetleriyle yapılan Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) görüşmelerinde, Ankara Hükûmetinin delege heyeti başkanı olarak başarılı olmuştur.Item Dünya politikasında küreselleşme ve Atatürk(Uludağ Üniversitesi, 2002) Ucuzsatar, Necati UlunayKüreselleşmeden Ne Anlıyoruz? Tüm dünyada olduğu gibi; Türkiye'de, üçüncü bin yıl başında, iletişim devrimi ve teknolojinin akıl almaz boyutlara varması nedeniyle, adına ‘küreselleşme’ denilen Batı kaynaklı yeni tür bir gelişimin etkileriyle çalkalanmaktadır. Böyle bir ortamda, 1990’lı yıllardan sonra ortaya çıkan soğuk savaş sonrası dünyanın, haklı olarak, önceki dönemlere kıyasla kayda değer bir şekilde değişik ve farklı olduğunu düşünenler bulunduğu gibi; bunu, Batı kapitalizminin ve modernleşmesinin yükselişi ya da dünya politikalarının, kökten değişikliklerle global esaslara dönüşümü olarak algılayan aydınlar da var. Konuya, yakın tarihten küreselleşmeye ışık tutan bir kısım gelişmelerle girelim. Anımsanacağı üzere; 1980’li yıllardan itibaren, Doğal Bilimler Uzmanı Thomas Kutın’den sonra, dünya politikasının şekillenmesinde ve yürütülmesinde ‘paradigms-örnek listeler” olarak bilinen ‘realizm gerçekçilik’, ‘liberalizm-özgürlükçülük’ ve ‘world-system-dünya sistemi’ adlı üç teorinin etken olduğu tartışılmaya ve gerçeklerin, bu tartışmalarda öne sürülen fikirlerde yattığı söylenmeye başlandı. Dikkati çeken nokta, bu üç teorinin, küreselleşmeyi farklı açılardan görmesiydi . Realistler: “Dünya politikasının asıl aktörleri, bağımsızlıkları yasal olarak onaylanmış devletlerdir. Bu devletler, ulusal çıkarlarını elde etmek için kazanımlarını sürekli biçimde artırma çabası içindedirler. Bu, yeryüzünde başka bir devletin egemen olmasını önleyici askerî güçlere dayanan dış politikaların uygulanmasına ve güç dengelerinin doğmasına yol açar. Küreselleşme, dünya politikasının coğrafi bölümlenme esasıyla ulus devletlerine ve onların bağımsızlığına dayandırılan en seçkin özelliğini ortadan kaldıran bir alternatif değildir. Küreselleşme, bizim sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamımızı etkileyebilir; fakat devletlerin bireysel olarak kendi değerleriyle katıldığı uluslararası politik sistemine üstün olamaz.Item Felsefe ve aydınlanma(Uludağ Üniversitesi, 2002) Çotuksöken, Betül“Felsefe, kendisine tam hakkı verilmezse, orada tehlikeli olur. Bu hakkı da ona, ancak bir ulusun sağlığı (hem de her ulusun değil) verebilir.” “Bu başlık neyi ya da neleri ele almayı gerektirir? Bu başlığa mantıksal olarak yaklaştığımızda, olanaklı açıklama biçimleri ya da açıklama doğrultuları neler olabilir?” soruları üzerinde düşünerek konumuza/ konularımıza yaklaşabiliriz. Bu bağlamda şöyle bir yol izleyebiliriz: Burada ilkin, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını açıklarız; başka bir deyişle, "aydınlatırız" ve ardından bu aydınlatmanın, aydınlatma çabasına giren öznenin, ne türden değişikliklere uğradığını belirtebiliriz. Böyle bir girişimden sonra, felsefe tarihinde "felsefe" ve "aydınlanma" kavram ikilisinin, ne türden düşünme biçimlerinde bir araya geldiği konusunu ele alabiliriz. Öyle ise ilk ödevimiz, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını "aydınlatmak" olacaktır. Bu da bizi, ister istemez, felsefenin ne olduğu, ne türden bir işlevinin ya da işlevlerinin olduğu sorusuna götürecektir. Felsefe, kavramları aydınlatır; kavramların anlamına/anlamlarına yönelir. Felsefe, varolanlar arasındaki ilişkileri inceler. Daha açık, aydınlık bir anlatımla felsefe, dış dünya, düşünme ve dil arasındaki ilişkileri inceler. Tam da bu noktada felsefe, hem düşünsel; hem de dilsel olanı içeren "yaşama dünyası"nı açıklamaya, aydınlatmaya çalışır. Burada, yalın, sıradan ya da yansız bir dış dünya tasarımı yerine; kavramsal (düşünsel) ve dilsel (söylemsel) olanı, somut olanı da içeren ve her birimizin "kendi" oluşumuzu ya da "özne" oluşumu sağlayan dünya (yaşama dünyası) konulmuştur. Gerçekten de, her birimizin; kavramlarımızla, dil kullanımımızla dokuduğumuz bir dünyamız, "yaşama dünyamız" vardır. İşte felsefe, bu dünyayı açıklama, aydınlatma çabasını; somut, düşünsel ve dilsel nesneler bağlamında çözümlemeyi, aydınlatmayı amaçlayan bir etkinliktir.Item Atatürk ve demokrasi(Uludağ Üniversitesi, 2002) Güneş, İhsanKonuşmama, bize demokratik ve lâik bir Cumhuriyet armağan eden Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm arkadaşlarına şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum. Konferans konusu olarak, “Atatürk ve Demokrasi” konusunu seçtim. Niçin böyle bir konu seçtim diye düşünebilirsiniz. Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, demokratik, lâik ve çağdaş devlet ve toplum düzenine karşı, zaman zaman açıktan açığa; zaman zaman da örtülü bir şekilde büyük bir saldırının varlığı dikkatimizi çekmektedir. Bu saldırının ivmesi, dünya ve Türkiye konjonktürüne göre sürekli olarak değişmektedir. Günümüzde, teokratik faşizm olarak adlandırabileceğimiz dine dayalı devlet kurarak Türkiye’yi aydınlık yolundan karanlığa saptırmak isteyenler; egemen olduğu toplumlar üzerindeki halklara fakirlikten, yoksulluktan ve ızdıraptan başka bir şey bırakmamış sınıf diktatörlüğü yanlıları; devletin tekliğini, ulusun birliğini ve milletin bütünlüğünü parçalamaya yönelik düşünce taraftarları; kendi ütopyalarını Türkiye’ye uygulamak isteyenler el ele kol kola girerek, bir avuç Türk’ün yaşadığı Ata yurdunda ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni Türk Devletine karşı savaş açmış durumdadırlar. Bu yerli işbirlikçilerin yanında; bunları destekleyen Ermeni, Rum, Süryanî gibi unsurları ve onların da birlikte olduğu, bizim de ittifak içinde bulunduğumuz kimi dost devletleri düşünecek olursak tehlikenin boyutları daha da artmaktadır.Item Dr. M. Altun, H. Ünlü, F. Kesrikoğlu,Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Bursa ve Merinos(Uludağ Üniversitesi, 2002) Abacı, ZeynepUlusal Kurtuluş Savaşı’nda elde edilen büyük zaferin ardından “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi doğrultusunda, askeri ve siyasi alandaki galibiyetin ekonomik ve sosyal alandaki başarı ve gelişmelerle tamamlanmasının zorunluluğu fikri, cumhuriyet yöneticileri tarafından kabul edilmiş ve bu çerçevede gerekli uygulamaları hayata geçirmek için ard arda önemli kararlar alınmıştır. Bu bağlamda, dünya kapitalizminin sömürgesi haline gelmiş Osmanlı Devleti’nden miras alınan ülkedeki, yok denilecek kadar az sanayii geliştirmek için çalışmalara başlanmıştır. 17 Şubat 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde ulusal sanayinin devletin uygun bir ortam sağlaması koşuluyla özel sektör tarafından gerçekleştirilmesi öngörülmüş, ancak kısa bir süre sonra 1929 Dünya Ekonomik Krizinin etkisiyle devletinde ekonomide yer alması yatırımlar yapması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Kabul edilen bu ılımlı devletçilik politikası sonrasında yapılandırılan ilk kuruluşlardan biri de 2 Şubat 1938 yılında Atatürk tarafından açılan Merinos Yünlü Sanayi İşletmesi olmuştur. Merinos Fabrikası cumhuriyet döneminin ilk sanayi kuruluşlarından biri olmasının yanı sıra Bursa kentinin sosyo-ekonomik ve mekansal gelişimini etkilemesi açısından da incelenmesi gereken önemli bir kurumdur. Bu açıdan Merinos, kuruluşundan itibaren Bursa’da yaşayan insanlara istihdam olanakları sağlamasının yanı sıra günümüzde kentte gelişen tekstil sektörünün de nüvesini oluşturmuştur.Item Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi alanında Uludağ Üniversitesi “onur doktoru” unvanı veriliş töreni(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıSayın Cumhurbaşkanım, Sayın Valim, Değerli Konuklar, Bursa Uludağ Üniversitesi’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’a, “Onur Doktoru” unvan ve belgesi takdim törenine hoş geldiniz. Bugün “Onur Doktoru” belgesi takdim edeceğimiz konuğumuz bir Cumhurbaşkanıdır. Dünyada ender yetişen bir devlet adamıdır, Türk büyüğüdür, Kıbrıs Türk ulusunun lideridir ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’da Ulu Önder Atatürk’ün başlattığı, Türk ulusunun bağımsızlık ve aydınlanma mücadelesinin günümüzdeki önderlerinden biridir. Sayın Cumhurbaşkanı bugün Kıbrıs’tan yola çıkarak sadece bu tören için şehrimize geldiler ve törenimizden sonra tekrar Kıbrıs’a dönecekler. Yoğun işleri içerisinde Üniversitemize gösterdikleri bu ilgi, verdikleri önem ve bağışladıkları büyük onur için Üniversitem adına teşekkürlerimi saygılarımla arz ederim. Değerli Konuklar, Bugün burada Uludağ Üniversitesi olarak; Kıbrıs Türk Ulusunun haklı davasına olan desteğimizi ifade etmek için bu töreni düzenledik. Belki bu salondaki pek çok kişinin doğumundan önce başlayan ve bugün de devam eden ‘Kıbrıs Türkünün “Ulusal Onur” ve “Yaşam Hakkı” savaşına olan inancımızı göstermek için bu töreni düzenledik. 27 Ocak 1924'te başlayan “Kıbrıs ve Kıbrıs Türküne” adanmış bir ömre duyduğumuz saygıyı ifade edebilmek için bu töreni düzenledik. Müftülük, Evkafın Türk Halkına Devri gibi konularda etkili görevler, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyon Başkanlığı, Türk Mukavemet Teşkilat Kuruculuğu, Zürih Antlaşması, Atina ve Londra Konferansları, 1964’te ‘İstenmeyen Şahıs’ ilanı, 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı ve 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruluşu ile devam eden “tarih kitabı” gibi bir yaşama olan hayranlığımızı göstermek için bu töreni düzenledik.Item Müdâfaa-i hukuk cemiyeti Tokat şubesi(Uludağ Üniversitesi, 2002) İlgazi, AbdullahTokat, Anadolu coğrafyasında eski çağlardan günümüze önemli yerleşim merkezlerinden biridir 1 . Birinci Dünya Savaşı sonunda Sivas vilayetine bağlı bir sancak konumunda olan Tokat’ın 2 , merkez kazası dışında Niksar, Zile ve Erbaa olmak üzere üç kazası bulunmaktadır. Aynı dönemde, kasaba ve köylerle birlikte sancak merkezinin nüfusu, yaklaşık olarak 90.000 Müslüman ve 15.000 gayrimüslim olmak üzere 100.000’i aşmaktadır 3 . Osmanlı Devleti, 29 Ekim 1914’te girdiği Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması’nı 4 imzalamıştır 5 . İtilaf Devletleri, bu anlaşmanın 7.maddesine 6 dayanarak Osmanlı Devleti’nin Asya’daki topraklarını aralarında yaptıkları gizli antlaşmalar doğrultusunda paylaşmaya başlamışlardır. Tokat ve civarı, Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında işgal görmemiştir. Fakat, İngilizlerin 9 Mart 1919’da 200 kişilik bir müfreze ile Samsun’u, 30 Martta ise Merzifon’u işgal etmelerinden sonra yöreye Samsun yoluyla birkaç müfreze gönderilmiştir 8 . Bu müfrezelerin daha çok gözlem yapmakla yetindikleri ve bölgenin asayişinden sorumlu olan Üçüncü Kolordu birlikleriyle çatışmaya girmekten kaçındıkları anlaşılmaktadır. İtilaf Devletleri’nin kısa süre içinde Türk topraklarını paylaşmaya başlamaları, Türklerin anavatanları Anadolu’da bağımsız bir devlet olarak yaşamalarına da izin verilmeyeceği şüphelerinin doğmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında Osmanlı Hükümetleri’nin yapabildikleri tek şey, İtilaf Devletleri ile herhangi bir çatışmaya girmeden uyum içinde görünmektir9 .İşte bu nedenle Türk halkı ve özellikle Türk aydınları, yaşadıkları toprakların ellerinden alınarak başkalarına verilmek istendiğini görmeye başlayarak bazı önlemler almaya başlamışlardır. Artık bir araya gelmek, belirli bir görüş etrafında örgütlenmek akla en uygun çaredir. Düzenli bir askeri kuvvetin henüz kurulmadığı işgallerin başladığı ilk günlerde, çeşitli isimler altında bazı cemiyetlerin kurulmuş olması bu ihtiyacın doğal bir sonucudur.Item Atatürk bilim ve üniversite üzerine(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yurtkuran, Mustafa; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Nefroloji ve Romatoloji Bilim DalıÇağdaş bilimin öngörüsüne göre, gelecek geçmişteki malzemeler kullanılarak bugünün temsilcileri tarafından belirlenmektedir. Eksenine değişimin oturduğu bu yeni anlayışa göre, süreç içerisinde varlık her zaman oluşum halindedir. Akıl ve bilimi tek yol gösterici olarak kabul eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, düşünce sistemini oluştururken, demokratik ve pragmatik bir yaklaşım tarzını benimsemiştir. Bu nedenledir ki, Atatürkçü Düşünce Sistemi; akla, bilime ve millî hakimiyete dayalı pragmatik ve demokratik bir “Modernleşme İdeolojisidir.” Aklın, bilimin gözlem ve bulgularına dayanır; her türlü totaliter yaklaşım tarzını reddederek zaman içerisinde değişen gerçekleri peşinen kabul eder. Atatürkçü Düşünce Sistemi, bilimsel doğrular ve gelişmeler ışığında sürekli yenilenmeyi ve iyileşmeyi içerir. Atatürk Devrimciliğinde karamsarlık yoktur, sorunları zamana bırakmak yoktur; bunların yerinde yurtseverlik vardır, çağdaşlaşma yolunda inanç ve kararlılık vardır. Bir ulusun çağdaşlaşmasında öncü rol oynayan kurumların başında, üniversiteler gelir. Türk Ulusu için de bu böyledir. Mustafa Kemal Atatürk, üniversitelerin Türk çağdaşlaşmasında temel faktör olduğuna inanmıştır. O, bu konuda: “Üniversite kurmaya verdiğimiz önemi söylemek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve kurulan Üniversitede de (İstanbul Üniversitesi) radikal tedbirlerle yürümek kat’i kararımızdır” demektedir. Ulu Önder, yine aynı konuda: “Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesinde başlamış olan düzenleme programını daha köklü bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.” “Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine kazandıracağı verim, Cumhuriyet Hükumeti için ne mutlu bir eser olacaktır.”Item Tarihsel perspektif içinde Türkiye’nin Nato’ya girişi ve meclisteki yankıları(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim Dalı1930’lardan itibaren Avrupa’da bloklaşma hareketleri hızlandı. Birinci Dünya Savaşı sonrası düzenini korumak isteyen Anti Revizyonist ve statükoyu değiştirmek isteyen Revizyonist ülkeler iki karşıt blok oluşturdu. Türkiye, büyük uğraşlarla gerçekleştirdiği Lozan dengesinin devamından yanaydı ve Anti Revizyonist tarafta yerini aldı. 19 Ekim 1939 tarihli Türk İngiliz-Fransız İttifakı İle bu eğilimi hukuki bir boyut kazandı. Yine de savaş içinde bütün devletlere eşit mesafede kalarak savaş dışı kalmayı başarabildi. Ancak bu tutumu kısa süreli de olsa kendisini endişeli bir yalnızlığa itecekti. Bu endişe, Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye yönelik isteklerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye savaşın başladığı günlerde Eylül 1939’da Sovyet Rusya ile anlaşmak için girişimlerde bulunmuştur 1 . Ancak bu yoldaki görüşmeler, Sovyetler Birliğinin Türk Boğazlarının ortak savunulması gibi aşırı istekleri nedeniyle sonuç vermedi. Rusların söz konusu tutumu Türkiye’yi Sovyet Rusya’dan uzaklaştıran sürecin de başlamasına neden oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki süper güç olarak ortaya çıkan Amerika ve Rusya dünya politikasını kendi eksenleri etrafında yönlendirmeye başladılar ve iki kutuplu bir dünya oluştu. Bu süreçte Sovyet Rusya isteklerini daha ileriye götürdü ve 19 Mart 1945’te Türkiye’ye verdiği notada 7 Kasım 1945’te bitecek olan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşmasını yenilemek istediğini bildirdi. Bundan sonra Türkiye Sovyetlerle uygun bir antlaşma zemini aramaya başladı. Bu çerçevede uzlaşma çabaları sürerken Rusya, 7 Haziran 1945’te Türkiye’nin aşağıdaki istekleri yerine getirmesi halinde antlaşmanın gerçekleşeceğini bildirdi. Bunlar:Item 25 Mayıs, Mustafa Kemal Havza’da(Uludağ Üniversitesi, 2002) Özeke, Turgut; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı16 Mayıs 1919’da 9. Ordu kıtaatı müfettişi ve yaveri şehriyari Mustafa Kemal Paşa, Cuma selamlığı merasiminden sonra, saat 16.00’da karargahı ile beraber İstanbul’dan ayrılmış, bindiği Bandırma vapuru, Kız Kulesi açıklarında aranmış, düşman zırhlıları arasından yoluna devam etmiştir. Güvertede arkadaşlarına Mustafa Kemal “Bunlar işte böyle; yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz. Biz ideali ve imanı götürüyoruz.” der. Bandırma vapuru 17 Mayısta şiddetli fırtına nedeni ile İnebolu’ya yanaşamaz Kemal Paşa, 18 Mayısta Sinop’tan, Samsun’daki tümen komutanlığına geldiğine dair telegraf çektirir. 19 Mayıs 1919’da sabah saat 06.00’da Samsun limanına girilmiş ve sandallar vasıtası ile karaya çıkılmıştır. Askeri bando eşliğinde halk ve yetkililer tarafından coşkun sevgi ile karşılanırlar. Kemal Paşa 20 Mayısta Damat Ferit Paşa’ya “İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali hadisesi yakından temas ettiğim millet ve orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek kadar üzmüştür. Millet ve ordu, mevcudiyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul etmeyecektir.” diye telegraf çeker. Yine aynı tarihte Kazım Karabekir Paşaya da “Umumi durumumuzun almakta olduğu vahim şekilden pek elemli ve müteessirim. Millet ve memleket borçlu olduğumuz en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi yerine getirmek mümkün olacağı kanaatiyle bu memuriyeti kabul ettim Bir an evvel zatıalinize kavuşmak arzusundayım.” diye telegraf çeker. Paşa 22 Mayısta Sadarete gönderdiği raporda “...millet birlik olup hakimiyet esasını Türklük duygusunu hedef almıştır” der. 23 Mayısta Ali Fuat Paşaya geldiğini bildirmiş, 24 Mayısta ise, “bazı şikayetleri yerinede tetkik etmek ve önlem almak üzere” karargahını Havzaya taşıyacağının İstanbula iletmiştir. Mustafa Kemal ve beraberindekiler 25 Mayıs 1919 günü sabahın erken saatlerinde, Samsun Mıntıka Palas otelinden eski bir araba ve yaşlı bir şoförle hareket ederler. Kırma taşlı yollarda araba çok yavaş hareket eder. Bozulduğu birkaç kere de arabayı itmek zorunda kalırlar. Dağ başını duman almış marşı orada söylenir, tarlasında çift süren köylü ile olan konuşması orada geçer ve bunları tarih kitapları yazmıştır. Samsun’la Havza arasında Kavak kasabası vardır. Saat 15 sularında Kavağa gelen Paşa halkı dinler, “Siz bir müdafaa cemiyeti kurun ve Havza’ya bana haber verin”der. Halk ve şehrin ileri gelenleri “Emrindeyiz Paşam!” diye sevgi gösterirler. Mustafa Kemal Havza’ya geleceğini kaymakama bildirir. Yaveri Muzaffer Bey tarafından Mesudiye oteli hazırlanır (bu otel halen müze yapılmıştır ve alt katında itfaiye vardır). Otelin o zamanki sahibi 50 yataklı otelde, kalan Pontusçu müşterilerini yalvara yakara çıkardığının anlatır. Oturduğu masada eski bir telegraf makinası ve kendi el yazısı ile kaymakamdan asayiş ve Rumlar’ın taşkınlıkları ile ilgili bilgileri istediği yazı durmaktadır. Paşa Çanakkale kahramanı olarak halk tarafından tanınır. Askerden dönenler onun kahramanlıklarını anlata anlata bitiremezler. Sivas’ta ve diğer şehirlerde bu durumu kendisine büyük avantaj sağlamış halk kendisine sahip çıkmıştır. Havza halkı da onu büyük bir merasimle karşılar. Külot pantolon, çizme ve kalpaklı paşanın omzunda padişah yaveri kordonlar vardır ve kendisi 38 yaşındadır. Burada Mustafa Kemal 18 gün kalır. Oteli daha çok çalışma yeri olarak kullanır, geceleri telegrafhaneye gidip telegraf başına çağırdıkları ile bağlantı kurar. Yerli halkın anlattıklarına göre çoğu kez eşraftan Osman Ağazadeler’in evinde barınmıştır.Item Bursa’nın işgal ve kurtuluş süreci (8 Temmuz 1920-11 Eylül 1922)(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim DalıGünümüzde tarih alanında yapılan araştırmalarda, yerel tarih çalışmaları büyük önem kazanmış bulunmaktadır. İnsan ve mekân ilişkisi bağlamında ele alındığında, sınırları belli bir coğrafî bölgede yaşayan insanların, tarihsel süreç içerisinde yaşadıkları çevreye etki eden olaylara, o çevrenin tarihsel geçmişine ve geçmişten günümüze aktardığı sosyokültürel, siyasî, iktisadî değerlere olan ilgi ve merakı, bu çalışmaların yoğunluk kazanmasında birinci derecede etkili olmuştur. Yerel düzeyde yapılan bu tür çalışmalar, hem araştırmacıya çoğu zaman kaynak eserlerde bile rastlanmayan orijinal bilgilere, üzerinde çalışılan döneme bizzat tanıklık etmiş kişilerle birebir görüşmek suretiyle ulaşma olanağı sağlayan sözlü tarih yönteminin kullanılmasına elverişli bir alan yaratmakta; hem de makro düzeyde yapılan çalışmalarda temas edilmeyen birçok noktaları ortaya çıkarmaktadır. İşte bu doğrultuda Bursa yereli bağlamında yapılmış çalışmaların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Sayın Saime Yüceer’in yazdığı “Bursa’nın İşgal ve Kurtuluş Süreci (8 Temmuz 1920-11 Eylül 1922)” isimli çalışma da, Bursa’nın, Milli Mücadele dönemine ilişkin tarihsel gerçeklerinin aydınlatılmasına yönelik bir yerel tarih çalışmasıdır. Tarihimize Milli Mücadele, Türk İstiklâl Harbi gibi adlarla damgasını vurmuş olan Kurtuluş Savaşı, Türk tarihinin, 1919-1923 kesitinde askerî ve siyasî alanda yoğun gelişmelerin yaşandığı bir dönemini oluşturmaktadır. Türk milletinin, Mustafa Kemal ile onun yakın çevresindeki askerî kadronun önderliğinde gerçekleştirdiği esaret ve sömürü düzenine son darbeyi indiren ve tam bağımsız bir Türk Devleti’nin temellerini atan bu yeniden varoluş mücadelesi üzerine yapılmış çok fazla çalışma bulunmaktadır. Askerî ve siyasî tarih ağırlıklı olan bu çalışmaların bir kısmında Kurtuluş Savaşı, genel olarak bir bütünsellik içerisinde ele alınırken; bir kısmında da Milli Mücadele sürecinde aktif olarak yer alan Anadolu şehirlerinde, bu süreçte yaşanan gelişmeler çerçevesinde belli bir bölge ile sınırlandırılmış olarak incelenmiştir. Mondros Mütarekesini takiben Anadolu’nun birçok yeri işgal edilmiş ve bu işgal sürecinde Anadolu halkı büyük yokluk ve sıkıntılar içinde kurtuluş yolunda çetin bir mücadeleye girişmiştir. Anadolu’da yaşanan bu işgal sürecinde Bursa da, 8 Temmuz 1920’de resmen işgale uğrayarak Milli Mücadele sürecinde yaşanan gelişmelere bizzat tanıklık etmiş olması itibariyle önemli bir konuma sahip bulunmaktadır. Bu nedenle Bursa’nın bu dönemine ilişkin çalışmaların yapılması büyük önem kazanmaktadır. İşte birazdan tanıtacağımız “Bursa’nın İşgal ve Kurtuluş Süreci (8 Temmuz 1920- 11 Eylül 1922)” isimli çalışma, Bursa’nın bu sürecinde yaşanan tarihsel olayları tüm gerçekliğiyle ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, Bursa’da Mütareke döneminde yaşanan gelişmeler, 8 Temmuz 1920’de başlayarak 11 Eylül 1922’ye kadar devam eden işgal ve bu işgalden kurtuluş süreci, belli bir tarihsel perspektif içerisinde okuyucuya sunulmaktadır. Sunuş yazısını Üniversitemiz Rektörü Sayın Mustafa Yurtkuran’ın yazdığı bu çalışma bütün olarak, bir önsöz, dört bölüm, sonuç ve ekler kısmından oluşmaktadır.Item Türkiye’nin aydınlanma sürecinde bir kültür devrimi millet mektepleri(Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Fen Edebiyat Fakültesi; Tarih Ana Bilim DalıOsmanlı Devleti’nin geriye gidiş sürecini başlatan etkenlerden biri de eğitimin çağın koşullarına entegre edilememesiydi. Skolâstik düşüncenin egemen olduğu eğitim kurumları bilgi üretememekteydi. Bu geriliği gidermek için eğitim alanında önemli girişimler Tanzimat Döneminde gerçekleştirildi. İmparatorluk çağdaş eğitim kurumlarına kavuştu. Bunun yanında geleneksel eğitim kurumları da varlığını sürdürdü. Ancak bu dönemde oluşturulan çağdaş eğitim kurumları, İmparatorluğun geneline yaygınlaştırılamadığı gibi devletin yetişmiş insan gücüne olan ihtiyacını da karşılayacak boyutlarda değildi. Yine de eğitim alanında gerçekleştirilen yenilikler, Osmanlı modernizasyonunda başarılı sonuçların elde edildiği bir alan oldu. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere devleti yok olma noktasından kurtaran ve tam bağımsız saygın bir devlet konumuna getiren kadroyu, söz konusu edilen çağdaş eğitim kurumlarında yetişen insanlar oluşturdu. Bu kısmî iyileştirmeler, daha geniş boyutlara ulaştırılamadı. Diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da radikal değişimler Cumhuriyet döneminde gerçekleştirildi. Mustafa Kemal daha 1918’de eğitim alanında saptadığı hedefi: “Halkı eğiterek bilgili kılmak, ve aydınları halk seviyesine indirmekten ziyade, bütün halkı eğitimde aydın olarak yetiştirmek gerekir.”1 diyerek ortaya koymaktaydı. Bu düsturdan hareketle eğitim sorununa Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren çözümler aranmaya başlanıldı. Ama köklü değişimler, Cumhuriyetin ilanından sonra yaşandı. Bu bağlamda en radikal değişim, Tanzimat Döneminden itibaren tartışılmaya başlanan İkinci Meşrutiyet Döneminde daha da canlanan Lâtin esasına dayalı Türk alfabesinin 1 Kasım 1928’de kabul edilmesiyle gerçekleştirildi. İşte bu makalede incelenecek olan Millet Mektepleri, Harf Devriminin uygulama alanını oluşturan bir boyutudur.Item Batı Anadolu Bölgesi ve yerel bir örnek olarak Tire’de Yunan işgal dönemi(Uludağ Üniversitesi, 2002) Başaran, MehmetBu konu içerisinde Yunanlıların Batı Anadolu ve lokal olarak Tire’de yaptıkları eylemleri görmeye çalıştık. “Hepimizin de bildiği gibi, şu son on yıldır büyük Osmanlı devletimizin uğradığı dert ve belâlar, kanunların ve şeriatın hükümlerine aykırı davranmış olan birtakım devlet adamlarının eseridir. Velinimetimiz şevketmeâb efendimiz hazretlerinin şahâne ülkesinin bugünkü gerçek çehresini bizzat gözleriyle görmek, halkın en başta gelen ihtiyaçlarını inceleyip bunun sonucunu kendilerinin yüce katına arz eylemek üzere bir heyet kurulmuştur...Yüce halifemiz ve padişahımız adına sizlere şu tavsiyede bulunmaktayız; Hakkınıza kanaat, yurttaşlarımızın haklarına riayet ve kanunlara itaat ediniz.” içeriğini taşıyan bir bildiri ile 16 Nisanda Şehzâde Abdurrahim Efendi Anadolu’ya, 29 Nisanda Şehzâde Cemâlettin Efendi Edirne’ye Heyet-i Nâsiha’larla gönderilmiştir. Çünkü İstanbul Hükümetinin âcizliği, iş bilmezliği ve itilâf devletlerine duyduğu güven ve teslimiyetçi tavır ülke halkının tedirginleşmesine yol açmaya başlamıştı. Her tarafta gizli ve/veya açık örgütlenmeler başlamıştı 1 .Bu da gösteriyor ki Yunan işgalinden önce halkın sessiz kalmasını öğütleyen bu kurul işlevsel bir özellik göstermemektedir. Anadolu’nun dört bir yanında bölgesel amaçlı dernekler oluşmaktaydı. Bu örgütlenmelerden biri Yunan Hükümetinin Paris Barış Konferansındaki girişimleri ve Müttefiklerin Yunan isteklerini destekleyici demeçleri sonucu Rumların taşkınlıklarının artmasına neden olarak kurulan Redd-i İlhak idi.Item Atatürk devrimleri ve yeni Türkiye’nin kuruluşu(Uludağ Üniversitesi, 2002) Akşin, SinaSizlere Atatürk Devriminden bahsedeceğim. Biz, Atatürk’ü yeni anlıyoruz. Çünkü tarihteki büyük olaylar, zamanla anlaşılır. Meselâ, Rönesans Hareketi. Rönesans Hareketini gerçekleştirenler, Rönesans yapıyoruz demediler. Sonradan bir takım insanlar geriye bakınca, geçmişteki bu dönem, Rönesanstır dediler. Yine Aydınlanma Hareketine de, bu hareket büyük ölçüde yolunu aldıktan sonra, İmanuel Kant isimli filozof tarafından anlam verilmiştir. Aynı şekilde biz, Atatürk’ü sonradan anlar olduk, tabi Atatürk’ü hep sevdik, hep saydık; fakat bu sevgi ve saygı, anlamakla bir değildi. Biliyorsunuz anlamak başka şeydir. Hatta sevgi, anlamaya da engeldir. “Aşkın gözü kördür” derler, aşık olduğunuz insanı anlayamazsınız. Çünkü aşkınız sizi kör etmiştir. Kusurlarını göremezsiniz. Zaten aşkın da güzelliği buradadır. Ama anlamak başka bir şeydir. Şimdi demek ki biz, Atatürk’ü sonradan anladık. Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesi ise, göreceli olarak yeni bir kavramdır. Atatürkçülük, zamanla billurlaşma ve bir ideoloji oldu. 1989 yılında da, Muammer Aksoy ve arkadaşları, Atatürkçü Düşünce Derneğini kurdular. Bu, Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesinin bir işareti idi. 12 Eylül Darbesi, bütün çarpıklıkları ile Atatürk’ün anlaşılmasını kolaylaştırdı. Aslında Atatürkçülüğe aykırı olarak yapılan her şeye, Atatürkçülük dendi. Buna karşılık olarak herkes, “bu ne biçim şey” diye tepki gösterdi. Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdı. Bu kitap; yapılanlar Atatürkçülükse ben yokum, ben böyle Atatürkçü değilim anlamında idi. Bu da, Atatürkçülüğün anlaşılmasını hızlandıran bir etken oldu.Item Cumhuriyet sürecinde Türk sanatı(Uludağ Üniversitesi, 2002) Renda, GünselÇağdaşlaşmayı hedefleyen yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok kapsamlı bir kültür devrimi gerçekleştirmiştir. Atatürk, çağdaş bir Türkiye'- nin yaratılması için hızla uygulanacak bir kültür politikasının gerektiğini daha ilk yıllarda söylemiştir. Cumhuriyet ideolojisinin biçimlendirdiği kültür devrimi, ivedilikle topluma mal edilecek ve çağdaşlaşmanın göstergesi olacaktır. Bilime dayalı batı uygarlığını örnek alan bu çağdaşlaşma, Osmanlı'nın son dönemlerinde gözlemlenen batılılaşma ya da yenileşmeden farklıdır. İmparatorluk döneminde gerçekleştirilen seçmeci batılılaşma, daha çok saray çevresi ve elit zümreyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet döneminde sürdürülen kültür politikaları ise, öncelikle halkın eğitilmesini öngörüyor; çağdaşlaşmanın gereği gerçekleştirilecek devrimlerin yayılmasını bu eğitim seferberliğine bağlıyordu. Devletin hedeflediği kültür devriminde, güzel sanatlar önemli bir yer alıyordu. Kültür ve sanatta çağdaşlaşmanın iki önemli yolu vardı. Birisi, ülkenin tarihiyle bağlantılı kültür mirasını araştırmak ve sergileyerek halka mal etmek; ötekisi ise, batının çağdaş sanat kuramları ve yöntemlerini izleyen, ama kökünü geleneklere dayanan bir Türk sanatı var etmek.. Nitekim Cumhuriyetin ilk on yılında izlenen kültür politikası sonucunda devlet, sanatın her dalında yönlendirici, özendirici ve koruyucu rolünü korudu. Atatürk, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, yurdun çeşitli yörelerinde yaptığı konuşmalarda; bir ulusun gelişmesinde sanatın önemli yeri olduğunu vurgulamıştır. 1923'te Adana esnafıyla konuşurken; "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfıda güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir" demiştir. Aynı yıl Bursa'da Şark Sinemasında, halka hitap ederken söyledikleri şunlardır.Item Türk demokrasisi küresel yelpazenin neresinde?(Uludağ Üniversitesi, 2002) Şimşek, Sefa; Fen Edebiyat Fakültesi; Sosyal BilimlerYirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyada ve Türkiye’de, demokrasi ile ilgili pek çok yeni kavramsal / düşünsel açılımlar ve aynı zamanda somut gelişmeler oldu. Bunların başında, Huntington’ın “Üçüncü Dalga” adını verdiği, demokrasinin daha önce görülmedik bir hızda tüm dünyaya yayılması gelmektedir. Yetmişli ve seksenli yıllarda, önce Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi Avrupa’nın askerî rejimlerle yönetilen ülkelerine; ardından da Uzak Doğu, Afrika, Latin Amerika ve eski Sosyalist Blok ülkelerine demokrasi dalgası hızla yayıldı. İkinci olarak, Hegel’den esinlenerek Fukuyama’nın ileri sürdüğü, liberal demokrasinin, başta sosyalizm olmak üzere tüm rakiplerine karşı kesin ve nihaî bir zafer kazandığı şeklindeki tez geniş kabul görmüş ve demokrasinin geleceği konusunda aşırı bir iyimserliğe yol açmıştır. Ken Jowitt gibi bazı düşünürler ise, tam tersine, “yeni bir ideolojinin -büyük ulusları peşinden sürükleme gücü, Katolikliğin, liberal demokrasinin, faşizmin ya da Leninizmin gücüne benzer bir ideoloji- doğuşunu öngörmektedir.”1 Üçüncüsü, Avrupa Parlamentosu, ABD Kongresi, Birleşmiş Milletler, UNESCO gibi birçok kuruluş; hemen hemen her yıl düzenli olarak dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkeleri hakkında, demokrasi, insan hakları, terör ve şiddet gibi konularda raporlar hazırlayarak, hem stratejik öngörülerde bulunmaya çalışmakta; hem de bu yolla, bir tür “hakem” ve “referans grubu” rolü oynamaktadırlar. Dördüncüsü, demokrasiyle ilgili söylemler ve tartışmalar; siyasetçiler, akademisyenler, aydınlar ve gazeteciler gibi seçkin grupların ve dar çevrelerin dışına taşarak tüm toplumsal kesimlere yayılan yükselen bir değer haline geldi. Bu şekilde popüler bilince ve söyleme yerleşen demokrasi, adeta kutsallaştırılarak her derde deva olarak görülmeye başlandı.
- «
- 1 (current)
- 2
- 3
- »