2012 Cilt 38 Sayı 3
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18381
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 12 of 12
- Results Per Page
- Sort Options
Item Datura stramonium alımına bağlı antikolinerjik intoksikasyon(Uludağ Üniversitesi, 2012-08-22) Köse, Ataman; Sert, Pınar Çınar; İnal, Taylan; Armağan, Erol; Akköse, Şule; Tıp Fakültesi; Acil Tıp Ana Bilim DalıDatura stramonium ülkemizde birçok isimle anılmakla birlikte en sık tatula kullanılmaktadır. Bu bitki atropin, hiyosiyamin ve skopolamin içerdiği için, uygunsuz ve bilinçsiz kullanıldığında ciddi antikolinerjik zehirlenmeye neden olabilmektedir. Bu çalışmada Tatula çayı içtikten sonra şuur bulanıklığı, ajitasyon şikayeti ile hastanemize başvuran 69 yaşında erkek hastada görülen antikolinejik zehirlenmeye yaklaşımı literatür eşliğinde sunmak istedik. Sonuç olarak acil servislere açıklanamayan antikolinerjik belirti ve şikayetlerle başvuran her hastada yabani bitki zehirlenmesi düşünülmeli, hasta bu açıdan sorgulanmalı ve değerlendirmelidir.Item Evans sendromlu olguda tekrarlayan derin ven trombozu atakları ve faktör V leiden heterozigot mutasyon birlikteliği: nadir bir olgu(Uludağ Üniversitesi, 2012-08-10) Keni, Nermin; Özkocaman, Vildan; Özkalemkaş, Fahir; Ali, Rıdvan; Irmak, Gönül; Esen, İrfan; Tıp Fakültesi; İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Hematoloji Bilim DalıKanamaya meyil oluşturan Evans sendromu ile tromboza meyil oluşturan trombofilik durum birlikteliği oldukça nadir görülmektedir. Olgumuz Mart 2009’ da İTP tanısı almış olup (trombosit: 5710), takiplerinde 3 ay sonra derin ven trombozu (DVT) gelişmesi üzerine incelenip; aile öyküsü ve edinsel risk faktörleri dışlandıktan sonra heterozigot faktör V leiden mutasyonu saptandı. Düşük molekül ağırlıklı heparin (DMAH) ile 1 yıl antikoagülan tedavi verildi. Olguya İTP nüksleri nedeni ile tanıdan 7 ay sonra ikinci basamak tedavi olarak splenektomi yapıldı. Splenektomiye yanıtlı olan olgunun takiplerinde anemi gelişmesi üzerine tetkik edilip Evans sendromu tanısı kondu. Splenektomiden 16 ay sonra ikinci DVT atağı gelişen olguya uzun süreli DMAH tedavisi planlandı. Olgu splenektomiden 19 ay sonra hemogramı normal olup, herhangi kanama diyatezi yokken muhtemel tromboza bağlı bir komplikasyon sonucu ani ölüm ile kaybedildi.Item Genç ani kardiyak ölümlerde adli tıbbi boyut: Bir olgu sunumu(Uludağ Üniversitesi, 2012-02-20) Baduroğlu, Erol; Saka, N.Esra; Aslanhan, Naciye; Fedakar, Recep; Gök, Ertuğrul; Çetin, Selçuk; Tıp Fakültesi; Adli Tıp Ana Bilim DalıBu olgu çalışmasında amaç, futbol oynarken ölen on altı yaşında askeri lise öğrencisini medikolegal açıdan tartışmaktı. Olgumuz topun göğsüne çarpması sonrası fenalaşarak yere yığılmıştır. Götürüldüğü hastanede öldüğü saptanmıştır. Otopsisinde, miyokard kesitlerinde sol ventrikül duvarında sedefi beyaz renk değişiklikleri, septumda hiperemi izlendi. Kalbin histopatolojik incelenmesinde; adale kesitlerinde sol ventrikülde olgun bağ dokusundan oluşmuş nedbe alanları ve septumda koagülasyon nekrozu saptandı. Ölüm nedeni, miyokard infarktüsü olarak rapor edildi. Genç yaşta ani kardiyak ölümlerde önlenebilir nedenlere karşı tedbirlerin alınması ve sağlık taramalarının önemi ile birlikte bu olgularda adli tıbbi açıdan yapılması gereken incelemelerin hekimlik, bilirkişilik sınırları, adli tahkikat açısından tartışılması gerekmektedir.Item İntraserebroventriküler yolla enjekte edilen adrenomedüllin’in kan basıncı ve kalp hızına etkisinde sempatoadrenal sistem ve nitrik oksitin rolü(Uludağ Üniversitesi, 2012-10-22) Etöz, Betül Çam; Büyükcoşkun, Naciye İşbil; Özlük, Kasım; Tıp Fakültesi; Fizyoloji Ana Bilim Dalıİntraserebroventriküler olarak uygulanan adrenomedüllinin (ADM) arteriyel kan basıncı ve kalp hızını yükseltici etkisinde sempatoadrenal sistemin ve santral nitrik oksit (NO)’nun rolü araştırıldı. Sıçanlara eter anestezisi altında, kan basıncı ölçümleri için sıçanların sağ femoral arterleri ve intraserebroventriküler enjeksiyonlar için sağ lateral ventrikülleri kanüle edildi. ADM’nin arteriyel kan basıncı ve kalp hızını yükseltici etkisinde sempatoadrenal sistemin rolünü belirlemek amacıyla, ADM verilmeden önce intravenöz α-adrenoseptör antagonisti fentolamin veya intravenöz β-adrenoseptör antagonisti propranolol; otonom ganglion blokajının rolünü belirlemek amacıyla ADM enjeksiyonundan önce intraperitoneal hekzametonyum enjekte edildi. ADM’nin etkisinde santral NO’nun rolünü belirlemek amacıyla, ADM verilmeden önce nitrik oksit sentaz inhibitörü L-NAME uygulandı. Fentolamin ve propranolol ADM’nin kardiyovasküler etkilerini önledi. Hekzametonyum ile oluşan hipotansiyon ADM enjeksiyonundan sonra kısmen düzeldi. L-NAME ise, ADM’nin sadece kan basıncına etkisini önledi. Sonuçlarımıza göre santral uygulanan ADM, α ve ß adrenerjik reseptörler aracılığıyla sempatik sistem stümülasyonu oluşturarak kan basıncı ve kalp hızını arttırmaktadır. ADM’nin santral kardiyovasküler etkisinde santral NO’nun rolü olabileceği düşünülmektedir.Item Kandan izole edilen enterokok suşlarında linezolid ve daptomisin duyarlılığının tedavi seçeneğinde yer alan diğer antibiyotikler ile birlikte değerlendirilmesi(Uludağ Üniversitesi, 2012-09-20) Cilo, Burcu Dalyan; Geçgel, Saliha Sanem; Kazak, Esra; Sınırtaş, Melda; Özakın, Cüneyt; Tıp Fakültesi; Tıbbi Mikrobiyoloji Ana Bilim DalıEnterokoklar’da artan direnç tüm dünyada ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaya başlarken, tedavide linezolid ve daptomisin gibi antibiyotikler kullanıma girmiştir. Çalışmamızda enterokok suşlarında ampisilin, moksifloksasin, gentamisin, vankomisin, teikoplanin, linezolid ve daptomisinin in-vitro etkinliklerini değerlendirmek amaçlanmıştır. Çalışmaya, kandan izole edilen 100 enterokok (57 E. faecalis, 40 E. faecium, 1’er E. hirae, E. avium, E.raffinosus) suşu dahil edildi. Linezolid ve daptomisin duyarlılığı E-test yöntemi ile diğer antibiyotikler ise Phoenix otomatize test sistemi ile değerlendirildi. Çalışmamızda E. faecalis suşlarının %100’ü, E. faecium suşlarının ise %8’i ampisiline duyarlı bulundu. İzolatların %51’inde yüksek düzey gentamisin direnci, %60’ında yüksek düzey streptomisin direnci saptandı. Bir E. faecium izolatında vankomisin direnci saptandı. Suşların %91’i linezolide duyarlı, %1’i dirençli olarak belirlendi. İzolatların tamamının daptomisine duyarlı olduğu saptandı. Linezolid ve daptomisinin enterokok enfeksiyonlarının tedavisinde etkin ve güvenilir birer seçenek olduğu ancak vankomisine dirençli suşlarda nadir de olsa linezolid direncine rastlanabileceği unutulmamalıdır.Item Koroner arter hastalarında koroner kollateral gelişiminin risk faktörleri ile arasındaki ilişki(Uludağ Üniversitesi, 2012-08-24) Keçebaş, Mesut; Beşli, Feyzullah; Alişir, Mehmet Fethi; Aydınlar, Ali; Tıp Fakültesi; Kardiyoloji Ana Bilim DalıBu çalışmada Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı'nda koroner anjiografisi yapılıp, koroner arter hastalığı olup kollateral gelişimi gözlenen ve gözlenmeyen hastalarda klinik ve laboratuvar parametrelerinin kollateral dolaşım gelişimi ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. 01.01.2010- 31.03.2011 tarihleri arasında Koroner anjiografisi yapılıp %95 ve üzeri darlık saptanan 50 kollateral gelişimi olan ve 50 kollateral gelişimi olmayan hasta grubunun kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların %84’ü erkek olup; yaş, diyabet, hipertansiyon, obezite, sigara kullanımı, aile öyküsü ile ortalama kalp hızı, kan LDL, HDL, trigliserid, hemoglobin değerleri, sistolik ,diyastolik kan basınçları, asetilsalisilik asit, klopidogrel, ACE inhibitör kullanımı arasında her iki grupta anlamlı fark izlenmedi (p>0,05). Yine kollateral gelişimi olan grupta statin ve β-bloker tedavi kullanımı daha fazla idi (p<0,05). En çok kollateral alan damar 26 hastada RCA olup istatiksel olarak belirgindi (p<0,05). En çok kollaterali veren damar ise yine RCA olup istatiksel farklılık mevcuttu (p<0,05). Sonuç olarak statin ve β-bloker kullananlarda kollateral gelişimi daha sık olarak tespit edilmiştir.Item Mikroarray teknolojisi(Uludağ Üniversitesi, 2012-10-31) Bal, Salih Haldun; Budak, Ferah; Tıp Fakültesi; Kan Merkezi; İmmünoloji Bilim DalıMikroarray teknolojisi, mikroskop lamı gibi cam, plastik veya silikondan yapılmış katı bir yüzey üzerine cDNA, protein gibi yapıların sabitlenmesi ile elde edilen mikroarraylerin kullanıldığı bir yöntemdir. Yüzeye sabitlenen yapının türüne göre DNA mikroarray ve protein mikroarray isimlerini alır. Yüksek verimli teknoloji olarak kabul edilen bu yöntem ile bir deneyde çok büyük miktarda veri elde edilebilir. Örneğin DNA mikroarray ile tek bir deneyde insan genomunun tamamı analiz edilebilir. Elde edilen büyük miktardaki verinin değerlendirilebilmesi için biyoinformatik desteğe ve yüksek istatistiksel yöntemlere gerek duyulur. Bugün bazı kısıtlılıkları bulunsa da, gelecekte paha biçilmez bir değere sahip olacaktır. Bu derlemenin amacı gelişmekte olan bu yönteme dikkat çekmektir.Item Nüks veya metastatik hastalık şüphesi olan I-131 tarama sintigrafisi negatif papiller tiroid kanseri hastalarında F-18 FDG PET/BT’nin klinik önemi(Uludağ Üniversitesi, 2012-10-09) Duman, Gani; Şen, Feyza; Kumtepe, Dudu; Sevilmiş, Burcu; Güler, Erkan; Karnal, İlknur; Alper, Eray; Tıp Fakültesi; Nükleer Tıp Ana Bilim DalıÇalışmamızın amacı tiroglobulin (Tg) değeri yüksek, iyot (I)-131 tüm vücut tarama sintigrafisi (TVİTS) veya radyolojik görüntülemelerin rekürrens/metastaz açısından negatif veya yetersiz olduğu papiller tiroid kanseri (PTK) hastalarında flor-18-florodeoksiglukoz pozitron emisyon tomografi/bilgisayarlı tomografinin (F18-FDG-PET/BT) değerinin incelenmesidir. Ocak 2008-Haziran 2011 tarihlerinde PET/BT ünitemizde görüntülenen 28 PTK hastasının imajları retrospektif olarak incelendi. BT karşılığında anormal yumuşak doku lezyonu olan fokal artmış F18-FDG tutulumları patolojik olarak değerlendirildi ve tutulum ölçütü olarak standardize tutulum değeri (SUVmax) hesaplandı. PET/BT bulguları, Tg düzeyleri, TVİTS veya radyolojik görüntülemeler ve cerrahi/biyopsi sonrası histopatoloji sonuçları ile karşılaştırıldı. Tg ve SUVmax değerleri ile PET/BT bulguları arasındaki ilişki istatistiksel olarak analiz edildi. 28 F18-FDG-PET/BT çalışmasının 16’sı gerçek pozitif (GP), 7’si gerçek negatif, 4’ü yalancı pozitif (YP), 1’i yalancı negatifti. F18-FDG-PET/BT’nin rekürrens veya metastaz odağını saptamadaki duyarlılığı %94.1, özgüllüğü %63.6, pozitif tahmin edici değeri (PTD) %80.0, negatif tahmin edici değeri %87.5, doğruluğu %82.1 olarak bulundu. Tg değerleri ile F18-FDG-PET/BT pozitif ve negatif olan gruplar karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p>0.05). SUVmax değerleri açısından GP-YP gruplar arasında anlamlı istatistiksel fark bulundu (p=0,048). F18-FDGPET/BT, Tg değeri yüksek, TVİTS’i negatif rekürrens veya metastaz şüpheli tiroid kanser hastalarında oldukça duyarlı bir görüntüleme metodudur.Item Ondokuzuncu gebelik haftasında prenatal tanı alan fetal şizensefali olgusu(Uludağ Üniversitesi, 2012-10-09) Demir, Bilge Çetinkaya; Topal, Naile Bolca; Tıp Fakültesi; Radyoloji Ana Bilim DalıŞizensefali serebral kortikal gelişim patolojisi olup ventriküllerden korteks yüzeyine kadar derin bir yarığın tek ya da çift taraflı olarak oluşması ile karakterizedir. Olgumuzda 19’uncu gebelik haftasında korpus kallosum yokluğunun eşlik ettiği bilateral açık dudak şizensefali tespit edilmiştir. Literatürde intrauterin hayatta en erken haftada tanı alan olgu olması nedeni ile önem taşımaktadır. Şizensefali tanısı alan çocuklar çok değişken nörolojik sekellere sahiptirler. Ciddi konuşma ve zeka geriliği, spastik kuadriparezi ve gelişme geriliğine neden olmaktadır. Bu sebeple şizensefalinin prenatal tanısının nörogörüntüleme yöntemleri ile konulması aileye bebekte beklenen olası sekelleri anlatmak ve konsulte etmek açısından yardımcı olacaktır.Item Opu işlemi ve komplikasyonları(Uludağ Üniversitesi, 2012-10-02) Sakıncı, Mehmet; Ercan, Cihangir Mutlu; Çetinkaya, Mehmet BilgeIn-vitro fertilizasyon (IVF) tedavisi ana hatları ile eksojen gonadotropinler kullanılarak yapılan kontrollü ovaryan hiperstimulasyon, ardından transvajinal ultrason eşliğinde overlerden oositlerin toplanması (OPU), embryoloji laboratuarında gerçekleştirilen fertilizasyon ve embryoların uterusa transservikal olarak transferi aşamalarından oluşmaktadır. OPU işlemi bu sürecin kısa bir dilimini oluştursa da, işlem sonrasında yeterli sayıda oosit elde edilebilmesi direkt olarak tedavi başarısı ile ilişkilidir. İşlemin uygun teknikle yapılması toplanan oosit sayılarının arttırılması ve hayatı tehdit edebilecek komplikasyonların önlenmesinde büyük öneme sahiptir. Biz bu derlememizde uygulayıcılar tarafından OPU tekniğinin optimize edilebilmesi için güncel literatürü gözden geçirerek en doğru tekniğin belirlenmesini hedefledik.Item Pompalı ile çalışan kalpte yapılan koroner baypas cerrahisi sonrasında akut böbrek hasarı gelişiminin karşılaştırılması(Uludağ Üniversitesi, 2012-04-30) Sevingil, Tolunay; Saba, Davit; Türkücüoğlu, İbrahim; Gürcü, Engin; Tecimer, Ergun; Özgöz, Haluk M.; Özkaya, Güven; Tıp Fakültesi; Kalp ve Damar Cerrahisi Ana Bilim DalıÇalışan kalpte koroner baypas tekniğiyle pompalı koroner baypas tekniğinin postoperatif akut böbrek hasarı gelişimine etkisini karşılaştırdık. Kliniğimizde elektif koroner baypas yapılmak üzere 40 olgu, eşit iki gruba ayrılarak çalışmaya alındı. Birinci gruba çalışan kalpte koroner baypas (grup 1), ikinci gruba pompalı koroner baypas (grup 2) uygulandı. Preoperatif ve postoperatif en yüksek serum kreatinin değerleri alındı. İki grup arasında preoperatif ve intraoperatif değerler operasyon süresi (p=0.001) ve distal anastomoz sayıları (p=0.02) hariç benzerdi. Postoperatif akut böbrek hasarı gelişimi açısından iki grup arasında istatistiksel fark bulunmadı. İki grupta da sadece evre 1 akut böbrek hasarı gelişti (grup 1’de %10, grup 2’de %25) (p=0.204). Akut böbrek hasarı gelişen 7 hastanın 2’sinde sol ana koroner arter lezyonu saptandı. Grup 2’de yoğunbakımda kalış süresi 2.40±0.25 gün, grup 1’de 1.45±0.15 gün olarak bulundu (p=0.006). Postoperatif akut böbrek hasarı gelişimi açısından çalışan kalpte ve pompalı koroner baypas tekniklerinin birbirlerine üstünlük sağlamadığı, sol ana koroner arter lezyonunun akut böbrek hasarı gelişiminde önemli bir etken olduğu görüldü.Item Post lumber ponksiyon baş ağrısının prognozunu etkileyen sebepler üzerine bir çalışma(Uludağ Üniversitesi, 2012-07-05) Güneş, Aygül; Yurtoğulları, Şükran Çevik; Kırlı, Necdet; Sığırlı, Deniz; Tıp Fakültesi; Biyoistatistik Ana Bilim DalıLumber ponksiyon (LP), vazgeçilmez invazif tanı yöntemlerinden olup; sonrasında sık görülen klinik sorun post lumber ponksiyon baş ağrısı (PLPB)’dır. Literatürde PLPB, yapılan iğne ucunun çapı ile ilişkilendirildiğinden, çalışmamızda PLPB’nın multifaktöriyel sebeplerinin araştırılmasını amaçladık. Bu çalışma Haziran-Aralık 2010 tarihleri arasında UÜTF-Nöroloji Kliniğinde LP yapılan 101 hastanın verilerinin retrospektif olarak analiz edilmesiyle yapılmıştır. LP yapılanların ön tanıları sıklıkla MS (Multipl Skleroz), GBS (Guillain Barre Sendromu) ve T.Myelit (Transvers Myelit)’ti. Çalışmaya alınanların %41.7’sinde PLPB gelişti. Psikiyatrik komorbidite (p=0.798), LP’nun yapıldığı pozisyon (p=0.766), BOS’nın alındığı intervertebral aralık (p=1.00), BOS (Beyin omurilik sıvısı)’nın boşaltılma miktarı (p=0.419), LP sonrasında yatış pozisyonu (p=0.132) alt grupları ile PLPB gelişimi karşılaştırıldığında, PLPB gelişimi için hiçbiri risk faktörü olarak değerlendirilmemişlerdir. LP girişim sayısı arttıkça (p=0.042) ve post-lumber mobilize olma (p<0.001) süresi kısaldıkça PLPB gelişme oranı artmaktaydı. LP iğnesinin, intervertebral aralıkta kalış süresi kısaldıkça PLPB gelişimi azalmaktaydı (p=0.047). PLPB gelişme oranı LP öncesi baş ağrısı öyküsü olanlarda baş ağrısı öyküsü olmayanlara göre daha yüksek saptandı (p=0.020). Sonuç olarak bu çalışmada iğne ucu çapı dışında PLPB’nı etkileyen faktörlerin neler olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır.