2019 Cilt 17 Sayı 3
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/9602
Browse
Browsing by Issue Date
Now showing 1 - 10 of 10
- Results Per Page
- Sort Options
Item Sezeryan doğumun yenidoğan genel hareketleri üzerine etkisinin incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Yazıcı, Meltem; Livanelioglu, AyşeGİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Sezaryen (S) doğum sırasında kullanılan anestezik maddelerin doğum sonrası ilk 48 saat içinde sağlıklı, tam zamanlı doğan bebeklerin genel hareket (GMs) kaliteleri üzerine olan etkisini araştırmaktır. Ayrıca doğum şekline göre anne ve bebeğe ait peri-prenatal koşulları, bu koşullarla GMs motor Optimalite Skorları arasındaki ilişkiyi incelemektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya herhangi bir risk içermeyen gebelik ve intrauterin sürecinin ardından 37- 40 haftayı tamamlayarak komplikasyonsuz bir doğum sonucunda doğan 60 tam zamanlı doğan bebek ve anneleri dahil edildi. Bebekler doğum şekillerine göre 30 Normal Spontan Vajinal Yol (NSVY) ve 30 elektif S ile doğan bebekler olarak sınıflandırıldı. GMs motor Optimalite Skorları bebeklerin video görüntüleri üzerinden spontan hareketlerinin GMs Detaylandırılmış Motor Optimalite Analizi ile puanlandırılmasıyla belirlendi. Ayrıca, doğum şekline göre bebeklerin GMs motor optimalite skorları ile gebelik, doğum ve yeni doğana ait optimalite değerlendirmeleri arasındaki ilişki incelendi. Pre-perinatal koşullar doğum şekline göre karşılaştırıldı. BULGULAR: NSVY ile doğan bebeklerin ilk 48 saat içindeki motor optimalite skorlarının S ile doğan bebeklerden daha yüksek olduğu bulundu (p<0.05). NSVY ve S grubundaki annelerin gebelik koşulları ve yenidoğanın fizyolojik sağlık hali açısından optimaliteleri arasında fark olmadığı görüldü (p>0.05). Doğum optimalitesi NSVY ile doğumda S dan daha yüksek bulundu (p<0.05). Doğum şekline göre bebeklerin motor optimaliteleri ile peri-prenatal koşulları arasında ilişki görülmedi. TARTIŞMA ve SONUÇ: Sezeryan doğum sırasında kullanılan anestezik maddeler doğumdan sonraki ilk 48 saatte yeni doğanın nörodavranışsal durumunu etkilemektedir.Item Annelerin çocuklarına yönelik istismarihmal davranışları ve etkileyen faktörler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Çalışkan, Zehra; Evgin, Derya; Musalli, Emine; Akşit, Betül; Durgun, Özlem Nur; Türe, NazlıGİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, annelerin çocuklarına yönelik istismar ihmal davranışları ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi amacıyla kesitsel-tanımlayıcı olarak yapılmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmanın örneklemini, Kapadokya bölgesinde bulunan bir il merkezinde, Aile Sağlığı Merkezlerine herhangi bir nedenle başvuran, en az bir çocuğu olan 400 anne oluşturmuştur. Etik kurul, kurum, katılımcı onamı alınarak yapılan çalışmada; veriler anket formu ile toplanmış, tanımlayıcı istatistikler ve ki-kare testleri ile değerlendirilmiştir. BULGULAR: Annelerin %23.8’inin 3 ve üzeri çocuğa sahip olduğu, %17’sinin çocuklarını istemeden dünyaya getirdiği, eşlerinden ve çocukluklarında annebabalarından, fiziksel ve sözel şiddet gördüğü (sırasıyla; %2.5, %25.8; %30.8, %60.5) belirlenmiştir. Annelerin son altı ayda çocuklarına uyguladıkları cezalar gözönüne alındığında çocukların; bağırma, onu terk etmekle korkutma, tehdit etme azarlama (sırasıyla; %76.5, %30.8, %13.3) şeklinde duygusal istismara; poposuna vurma, eline vurma, sarsma silkme (sırasıyla; %47.8, %33.0, %10.5) şeklinde de fiziksel istismara maruz kaldığı saptanmıştır. Çocukların istismar ve ihmale maruz kalmalarında, anne eğitimi, çocuk sayısı, annelerin eşinden sözel şiddet, çocukluklarında da anne-babalarından fiziksel ve sözel şiddet görme durumunun etkili olduğu (p<0.05) belirlenmiştir. Bununla birlikte, eş veya anne/babalarından herhangi bir şiddet görmediğini ifade eden annelerin, çocuklarına bir veya birden fazla istismar eylemi (fiziksel / duygusal) uygulamış olmaları dikkat çekici bir bulgu olarak görülmektedir. TARTIŞMA ve SONUÇ: Annelere, çocuğa yönelik yapılan istismar ve ihmal davranışlarının neler olduğu ve sonuçları hakkında bilgi verilmesi, riskli çocuk ve ailelerinin belirlenmesi, sorunların çözümü için danışmanlık hizmetlerinin verilerek destek sistemlerinin sağlanması önerilmektedir.Item Konjenital hipotiroidi tanısıyla takip edilen hastaların klinik ve laboratuvar özellikleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Yanmaz, Sercan Yücel; Ünal, Edip; Taş, Funda Feryal; Yıldırım, Ruken; Haspolat, Yusuf KenanGİRİŞ: Konjenital hipotiroidi (KH) günümüzde hala çocuklarda önlenebilir mental retardasyonun en sık sebeplerindendir. Bu çalışmada kalıcı ve geçici konjenital hipotiroidili vakaların etyolojileri, laboratuvar bulguları, tedavi dozları ve süreleri karşılaştırılmıştır. GEREÇ ve YÖNTEM: Konjenital hipotiroidi tanısı ile en az 3 yıl takip edilen 106 hasta (42 kız, 64 erkek) çalışmaya alındı. Hastaların dosyaları retrospektrif olarak tarandı. Tanı anında, tedavinin birinci, ikinci ve üçüncü yılında ve tedavi kesildikten 4-6 hafta sonra bakılan TSH, FT4, FT3, boy SDS, kilo SDS ve tedavi dozları not edildi. BULGULAR: Hastaların %41.5’inde kalıcı KH, %58.5’inde ise geçici KH saptandı. Kalıcı hipotiroidilerin en sık sebebi tiroid disgenezileri (%34) iken, geçici KH’li hastalarda en sık sebep dishormonogenezis (%38,7) idi. En sık saptanan semptomlar uzamış sarılık ve kabızlıktı. Hastaların büyük çoğunluğunu tarama testi sonucuyla polikliniğe yönlendirilen (%27.4) ve tarama testi sonucunu beklemeden rutin muayene amaçlı polikliniğimize başvuran (%27.4) hastalar oluşturmaktaydı. Gruplar arasında tanı esnasındaki serum TSH, sT4 ve sT3 seviyeleri açısından anlamlı fark yoktu (sırası ile p=0.955, p=0.532, p=0.23). Geçici KH grubunda tiroglobulin düzeyi anlamlı olarak yüksekti (p=0.026). Takiplerde kalıcı KH’li hastaların FT3 düzeyleri anlamlı ölçüde daha düşük idi. (sırasıyla p=0.003, p=0.017, p=0.032). SONUÇ: Çalışmamızda geçici KH oranının daha yüksek olduğu ve geçiçi KH’lilerin büyük çoğunluğunun dishormonogenezise bağlı olduğu görülmüştür. Tanı anındaki tiroid hormonu seviyelerinin kalıcı ve geçici KH ayırımında belirleyici olmadığı gösterilmiştir. Ancak takiplerde ihtiyaç duyulan ilaç dozunun ve TSH düzeyinin yüksek olması ve FT3 seviyesinin düşük seyretmesi kalıcı KH’yi ayırt etmede kullanılabileceği sonucuna varılmıştır.Item Epidermodisplazia verrusiformis tanısı konulan iki kardeş: Olgu sunumu epidermodisplazia verrusiformis(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Karapınar, Tekden; Erdoğan, Hilal Kaya; Bulur, Işıl; Saraçoğlu, Zeynep Nurhan; Dündar, EmineEpidermodisplazis verrusiformis (Lewandowsky Lutz sendromu) nadir görülen, otozomal resesif geçen, hücresel immunitedeki defekt ile karakterize ve Human Papillomavirüs enfeksiyonuna duyarlılığın arttığı bir genodermatozdur. Tipik klinik bulgular arasında pitriyazis versikolora benzer maküller, düz siğil benzeri papüller, psöriaziform kırmızı papüller ve seboreik keratoza benzeyen pigmente keratotik lezyonlar bulunur. Güneş gören bölgelerde kütanöz maligniteler gelişebilmektedir. Burada Epidermodisplazis verrusiformis tanısı konulan iki kardeş olgu sunulmaktadır. Kardeşlerden biri 13 yaşında kız, diğeri ise 15 yaşında erkekti. El, yüz ve boyunlarında beş yıldan beri olan cilt lezyonları mevcuttu. Epidermodispazia verrusiformis hastalarında özellikle güneş gören bölgelerde, erken yaşlarda kütanöz maliniteler gelişebilmektedir. Bu nedenle hastaların güneşten korunmasının ve dermatologlar tarafından yakın takibinin uygun olduğunu düşünmekteyiz.Item Toplum sağlığı için giderek artan tehlike aşı reddi önlenebilir mi?(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Düzgün, Mustafa Volkan; Dalgıç, Ayşegül İşlerAşılama çeşitli hastalıkların mortalite ve morbiditesini azaltmada etkili, uygun maliyetli ve kabul edilmiş bir yöntem olarak toplum sağlığının en önemli başarıları arasında gösterilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü‘nün Mart 2018 raporunda küresel bağışıklamanın yılda 2–3 milyon ölümü engellediği açıklaması aşılamanın toplum sağlığı için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir. Son yıllarda aşılamanın kanıtlanmış faydaları iyi bilinmesine rağmen çocukluk çağındaki aşılanma oranlarında global bir düşüş yaşanmaktadır. Avrupa‘da 2017 verilerine göre kızamık vaka sayısı bir önceki yıla göre yaklaşık üç kat arttığı ve tanı alan vakaların %87‘sinin aşılanmayı reddettiği tespit edilmiştir. Yine Avrupa‘da boğmaca, tetanoz ve difteri aşısı ile bağışıklama oranı %92‘ye, Amerika‘da %91‘e kadar düşmüştür. Türkiye‘de ise genel aşılanma oranlarında düşüş yaşandığı belirlenmiştir. Kızamık, kızamıkçık, kabakulak, difteri, aselüler boğmaca, tetanoz, konjuge pnömokok ve hepatit B aşıları ile bağışıklama oranları 2016 yılında %98 iken sonraki yılda %96‘ya gerilemiştir. Bu nedenle DSÖ 2019 yılı için belirlediği 10 küresel sorun içerisinde aşı reddine de yer vermiştir. Bu bağlamda aşı karşıtlığını önlemek toplumsal bir sorumluluk olup sağlık personelinden, medya çalışanlarına hatta politikacılara önemli görevler düşmektedir. Literatürde aşı reddinin nedenlerine yönelik çalışmalar olmakla birlikte önlemeye yönelik herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu derlemenin amacı aşı ret ve tereddüt nedenleri doğrultusunda aşı karşıtlığını önlemeye yönelik girişimlerin sunulmasıdır. Derlemede verilen öneriler doğrultusunda yapılacak girişimsel çalışmalarla aşı ret ve tereddütlerinin önlenebileceği düşünülmektedir.Item İmmun trombositopenik purpura tanılı çocuklarda intravenöz immunoglobulin tedavisini etkileyen prognostik faktörler ve tedavinin kronikleşme üzerine etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Kaptan, Kadriye Nil; Türkkan, EmineGİRİŞ ve AMAÇ: İmmun Trombositopeni (İTP) tanılı çocuklarda intravenöz immunoglobulin tedavisini etkileyen prognostik faktörler ve tedavinin kronikleşme üzerine etkisi belirlenmek istenmiştir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya; 2010-2016 yılları arasında başvuran, 3 ay- 16 yaş aralığındaki 80 hasta alınmıştır. Her hastanın cinsiyeti, yaşı, tanı öncesin varsa enfeksiyon ve aşılanma öyküsü, kanama bulguları, tanı anındaki laboratuvar değeri, IVIG tedavisine yanıt süresi, tanıdan 1 yıl sonraki trombosit değeri incelenmiştir. Akut ve kronik İTP tanısı alan gruplar arasında veriler karşılaştırılmıştır. BULGULAR: İTP tanısı alan ve IVIG tedavisi verilen 80 olgunun sosyodemografik ve laboratuvar özellikleri değerlendirildi. Yaş ortalaması 71,40±46,18 ay idi. Olgularımızda erkek/kız oranı 1,0 olarak tespit edildi. 32 olguda başvurudan önceki 6 hafta içerisinde, viral enfeksiyon geçirme öyküsü vardı. Akut İTP’ lerin %11 inde trompositopeni gelişmeden önceki 6 hafta içinde aşı olma öyküsü varken kronik İTP ‘lerde son 6 hafta içinde aşı öyküsü saptanmadı. Akut İTP olgularının en çok sonbahar aylarında, kronik İTP olgularının ön planda kış ve yaz aylarında tanı aldığı görüldü. Tüm hastaların ortalama trombosit sayıları,WBC, MPV, PDW, PCT, CRP, PT, aPTT değerleri değerlendirildiğinde benzer sonuçlar elde edildi (p>0.05). TARTIŞMA ve SONUÇ: İmmun Trombositopeni’de kronikleşmeyi ön görebilmek için demografik özellikler, klinik bulgular, laboratuvar bulguları ve tedavi şekillerinden ziyade otoantikorlar ve immun trompositopeninin genetik mekanizmalarına yönelik ileri çalışmalara ihtiyaç olduğunu saptadık.Item Prematüre bebeklerde erken agresif total parenteral nütrisyonun biyokimyasal parametreler üzerine etkileri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Özkan, Hilal; Başak, Mehmet Fatih; Köksal, Nilgün; Dorum, Bayram; Çakır, Salih Çağrı; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Neonatoloji Bilim Dalı; 0000-0001-5454-5119; 0000-0002- 3778-6567; 0000-0002-6067-3886; 0000- 0002-2823-8454; 0000-0001-5761-4757GİRİŞ ve AMAÇ: Prematüre bebeklerde yüksek miktarda proteinin ilk gün başlanması ile büyüme ve nöromotor gelişimin olumlu etkilendiği bildirilmiştir. Ancak yüksek protein miktarının biyokimyasal parametreler üzerine etkisi tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada prematüre bebeklerde düşük ve yüksek doz protein uygulamasının biyokimyasal parametreler üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmaya 34 hafta ve altında doğan prematüre bebekler dahil edildi. Olgular düşük (DP; ilk gün 1 g/kg/gün, günlük 1 g arttırarak maksimum 3 g/kg/gün) ve yüksek protein (YP; ilk gün 3 g/kg/gün, maksimum 3,5-4 g/kg/gün) alımlarına göre iki gruba ayrılarak antenatal ve postanatal özellikler, biyokimyasal sonuçlar ve büyüme gelişmeleri bakımından karşılaştırıldı. BULGULAR: YP grubunda 264, DP grubunda 100 olmak üzere çalışmaya toplam 364 hasta alındı. Biyokimyasal belirteçler bakımından gruplar karşılaştırıldığında; YP grubundaki olgularda kan üre azotu değerlerinin, protein alımı ile korele olarak arttığı görüldü, ancak böbrek fonksiyonlarında bozulma saptanmadı. Her iki grupta elektrolit bozukluğu açısından anlamlı farklılık gözlenmedi. YP grubu ile karşılaştırıldığında, DP grubunda ki olguların taburculuktaki ağırlık, boy ve baş çevresi persentillerinin daha fazla oranda 3 persentilin altında olduğu saptandı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma ile yüksek protein uygulamasının güvenli ve etkin olduğu gösterildi. Ayrıca postnatal büyüme üzerine olan olumlu etkileri dikkate alındığında, beslenmenin ana hedefinin sağlandığı gözlemlendi.Item Romatizmal kalp hastalığı olan çocuk ve ergenlerde psikiyatrik problemler ve bunları etkileyen faktörler: Bir ön çalışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Uytun, Merve Cikili; Çelik, Serkan Fazlı; Çetin, Fatih Hilmi; Babadağı, Zehra; Uytun, SalihGİRİŞ: Romatizmal kalp hastalığı olan çocuk ve ergenlerde psikiyatrik belirtilerin yanı sıra yaşam kalitesini ve hangi faktörlerin bu psikiyatrik sorunlara katkıda bulunduğunu belirlemeyi amaçladık. GEREÇ ve YÖNTEM: Romatizmal kalp hastalığı olan toplam 25 çocuk ve ergen, ayrıca, 6-16 yaş arası 25 çocuk ve ergen kontrol grubu olarak dahil edildi. Okul Çağı Çocukları ç n Duygulanım Bozuklukları ve zofren Gör şme Ç zelges - imdi ve Yaşamboyu ekli (ÇD G- Y) t m çocuk ve ergenlerin ebeveynlerine uygulandı ve Çocuklarda Depresyon Envanteri, Spielberger Durumluluk ve S reklilik Kaygı Envanteri ve KINDLR Anketi Çocuk ve Ergenlerde Sağlığa lişkin Yaşam Kalitesinin Ölç lmesi için t m çocuk ve ergenlere uygulanmıştır. Anneleri değerlendirmek için, Beck Depresyon Envanteri, Beck Anksiyete Envanteri ve Beş Faktör Kişilik Envanteri kullanılmıştır. BULGULAR: Romatizmal kalp hastalığı olan çocuk ve ergenlerde anksiyete puanlarının ve anksiyete bozukluğu tanısının y ksek olduğunu bulduk (p <0.05). Annelerin kaygı puanları, depresyon puanları ve kişilik özellikleri KINDL alt ölçekleri ile ilişkili idi ve kişilik özelliklerinden nevrotiklik puanları da Çocuk Depresyon Ölçeği puanları ile ilişkili olarak bulundu. Ayrıca, psikiyatrik bozukluk varlığının, Beck anksiyete skorları ile tahmin edilebildiğini bulduk. SONUÇ: Sonuçlarımız, psikiyatrik değerlendirmenin, romatizmal kalp hastalığı olan çocukların ve ergenlerin ve ebeveynlerinin tedavisinde önemli olduğunu göstermektedir.Item Ergen gebeliklere genel bir bakış, tek merkez deneyimi: Amasya eğitim ve araştırma hastanesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Celep, Gökçe; Gürçağlar, Atiye Aysemin; Erdoğan, Yalçıner; Kara, Fadıl OsmanGİRİŞ ve AMAÇ: Ergen gebelikler tıbbi ve sosyal olarak riskli kabul edilen durumlardır. Bu çalışmada amaç ilimizde ergen gebelerin tıbbi ve sosyodemografik özelliklerini tanımlamak, doğan bebeklerin yenidoğan döneminden itibaren sağlık sorunlarını gözden geçirmektir. YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’ne 1 Ocak 2014-1 Ocak 2018 tarihleri arasında başvuran 10-19 yaş aralığında “gebelik” tanısı almış tüm olgular ile onların Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’nde izlenen bebekler katıldı. Kayıtlar hasta dosyalarından ve hastanenin elektronik sisteminden retrospektif olarak incelendi. Yüz sekiz gebelik ve 99 bebek değerlendirildi. Veriler tanımlayıcı istatistikler eşliğinde sunuldu. BULGULAR: Çalışmaya katılan gebelerin evlilik yaşı ortalama 17.01±0.90 idi. Tama yakın kısmı sekiz yıllık ve üzerinde eğitim düzeyine sahip olmasına rağmen hiç biri çalışmıyordu. Hiperemesis, anemi, sefalopelvik uygunsuzluk önemli tıbbi ve obstetrik sorunlardı, gebeliklerin %96’sı sezeryanla sonuçlanmıştı. Ergen gebelik oranı Türkiye ortalamasının altında saptandı. Bebeklerde yenidoğan döneminde solunum sıkıntısı ve sarılık; bebeklik döneminde solunum yolu enfeksiyonları ve anemi sık sağlık sorunları olarak karşımıza çıktı. TARTIŞMA ve SONUÇ: Ergen gebeliklerde antenatal bakım kalitesinin artmış olması tıbbi komplikasyonları azaltabilmektedir. Ancak okullaşma oranı yüksek olsa bile çalışma hayatına aktif katılımı engeller görünmektedir. Bu konuda toplumun tüm kesimlerinin duyarlılığı arttırılmalıdır. Bireysel yetkinlik kazanıldıktan sonraki yaşlarda evlilik ve gebelik süreçlerinin yaşanması sağlanmalıdır. Bu sayede sosyal komplikasyonlar da azalabilir.Item Annelerin dönor süt ve süt bankalarına ilişkin görüşleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2019) Pekyiğit, Aylin; Yıldız, Dilek; Fidancı, Berna Eren; Çalık, Burcu; Dehmen, Özgenur; Koçak, Tuğba; Altıntaş, SemaGİRİŞ ve AMAÇ: Birçok ülkede anne sütü bankacılığı yaygınlaşmaktadır. Türkiye’de ise geleneksel ve dini inançlar gibi nedenler ile tartışmalı bir konudur. Bu çalışmanın amacı annelerin donör süt ve süt bankacılığı konusundaki bilgi ve görüşlerini incelemektir. GEREÇ ve YÖNTEM: Bu çalışma kesitsel, tanımlayıcı ve karşılaştırmalı bir çalışma olup 01.10.2018-30.12.2018 tarihleri arasında, bir devlet hastanesinin kadın doğum polikliniklerine başvuran, araştırmaya katılmaya gönüllü toplam 252 anne ile yürütülmüştür. Veriler, anket formu aracılığı ile yüz yüze görüşülerek toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde IBM SPSS Statistics 21 paket programından yararlanılmıştır. Çalışma için etik kurul izni ve gerekli izinler alınmıştır. BULGULAR: Araştırmaya katılan annelerin yaş ortalaması 33±7,233 olup %47,6’sı daha önce anne sütü bankasını duymuştur. Katılımcıların %49,2’si başka annelere süt bankasından süt almaları konusunda öneride bulunabileceğini belirtmişlerdir. Fakat %43,7’si ihtiyacı olduğunda kendi bebeği için süt bankasından süt almak istemediğini bildirmiştir. Süt bankasından yararlanmak istememe nedeni olarak %67,9 oranında hastalık bulaşma endişesini göstermiştir. Annelerin %66,3’ü ise sütü veren ve sütü alan aile kayıt altına alınıp birbirlerini tanırlarsa süt bankalarının mantıklı olacağını düşünmektedirler. TARTIġMA ve SONUÇ: Çalışma sonuçları araştırmamızla benzerlik göstermekle birlikte annelerin çoğunluğunun donör süt ve süt bankaları konusunda bilgi eksikliğinin dini ve kültürel inançların öneminden daha fazla olduğunu göstermektedir.