Tıpta Uzmanlık / Specialization in Medicine

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/939

Yasal Uyarı ⚠️ Araştırmacılar, tezlerin tamamı veya bir bölümünü yazarın izni olmadan ticari veya mali kazanç amaçlı kullanamaz, yayınlayamaz, dağıtamaz ve kopyalayamaz. BUU Akademik Açık Erişim Web Sayfasını kullanan araştırmacılar, tezlerden bilimsel etik ve atıf kuralları çerçevesinde yararlanırlar.

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 20 of 2494
  • Item
    FMF ilişkili VE FMF dışı amiloidozların klinik ve demografik özelliklerinin retrospektif karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Özkan, Halil İbrahim; Coşkun, Belkıs Nihan; Bursa Uludağ Üniversitesi::Tıp Fakültesi::Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı / Romatoloji Bilim Dalı
    Ailevi Akdeniz Ateşi (FMF), ataklar halinde ortaya çıkan ve tekrarlayan ateş, serozit ve sinovit atakları ile karakterize genetik bir hastalıktır. FMF hastalarında hastalığın progresyonunda belirleyici etken sekonder amiloidoz gelişmesidir. Çalışmamızda Aralık 2010 ile Ocak 2023 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Sağlık Uygulama Eğitim ve Araştırma Merkezi Hastanesi’nde amiloidoz tanısı ile takip edilmiş 562 hasta dosyası taranmıştır ve dahiliye polikliniklerinde takip edilmiş 99 hastanın dosyaları incelenmiştir. Hastalar amiloidoz sebebine göre FMF tanısı olan 44 hasta ve FMF tanısı olmayan 55 hasta olarak iki gruba ayrılmıştır. Bu çalışmada FMF tanısı olan amiloidoz hastaları ile FMF tanısı olmayan amiloidoz hastalarında progresyona etkisi olan faktörlerin geriye dönük değerlendirilmesini amaçladık. Çalışmamızda incelediğimiz amiloidoz hastalarının medyan yaşı 55 yıl olup hastaların %39.40’ı kadın %60.60’ı erkekti. Aldıkları renal replasman tedavisine göre dağılımları incelendiğinde 42 hastada (%42) son dönem böbrek yetmezliği geliştiği, hastaların %22’sinin hemodiyaliz aldığı görüldü. Amiloidoz hastalarının 44 tanesinin FMF tanısı mevcutken FMF tanısı dışında amiloidoz nedeni 16 hastada (%29.10) malignite, 14 hastada (%25.50) KOAH ve bronşektazi idi. FMF tanılı amiloidoz hasta grubunda tanı anı GFR seviyesinin daha yüksek olduğu ve diyaliz ihtiyacının daha geç geliştiği saptanmıştır. Çalışmamızda yüksek dozda kolşisin kullanımıyla diyaliz ihtiyacı gelişen hasta sayısında sayısal olarak azalma gözlenmektedir. Kolşisin ve kolşisin ve anti İL-1 ilaç kullanan hastalarda diyaliz ihtiyacına kadar geçen süre de farklılık göstermezken proteinüri miktarında iki grupta da azalma saptandı. Sonuç olarak amiloidoz hastaları içerisinde en sık görülen altta yatan neden FMF idi. Amiloidoz hastalarında progresyonu önlemek adına yakın hasta takibi ve yüksek doz tedavilerin erken başlanmasını mantıklı bir yaklaşım olarak değerlendirilebiliriz.
  • Item
    Romatoid artrit tanısı almış ve monoterapi başlanmış ancak tedaviye yanıt alınamamış olan hastalarda kombine tedavilerin etkililik ve yan etki açısından değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Nergiz, Osman; Pehlivan, Yavuz; Bursa Uludağ Üniversitesi::Tıp Fakültesi::Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı / Romatoloji Bilim Dalı
    Çalışmamızın amacı Romatoid Artrit tanısı almış ve konveksiyonel monoterapi başlanmış ancak tedaviye yanıt alınamamış olan hastalarda kombine konveksiyonel tedavilerin etkinliğinin ve yan etkilerinin retrospektif değerlendirilmesidir. Çalışmada 2019-2023 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Hastanesi Romatoloji Bilim Dalı polikliniğinde RA tanısı ile takip edilen 18 yaşından büyük 61 kombine konveksiyonel tedaviye geçilen hastanın demografik ve klinik özellikleri, laboratuvar tetkikleri, kombine tedavi dozları, doz süreleri ve tedavi yan etkileri retrospektif olarak incelendi. Metoreksat (Mtx) ve Leflunomid (Lfn) kombine tedavisi başlanan hastalarda ölçüm periyotları DAS skoru düzeyinde anlamlı fark bulundu (p<0,001). Tedavi öncesi (TÖ) ile 3.ay arasında (p<0,001), 6.ay arasında (p<0,001) ve son vizitede ölçüm arasında (p<0,001) anlamlı fark saptandı. Mtx+Lfn kombine tedavisine başlanan 61 hastanın %49,2’i devam ederken, %50,8’i tedavi takibinde hastalık aktivasyonu ve yan etki nedeni ile bıraktığı tespit edildi. Hastaların kombine tedavi kullanım süreleri 3,87±3,29 yıl olarak saptandı. Kombine tedavi sonunda gözlenen yan etkiler içinde en sık görüleni karaciğer enzim yüksekliği olup oranı %18,0’dir. Hastaların kombine tedavi dozları dikkate alınarak yapılan gruplamada Mtx10mg + Lfn20mg kullanan oranı %34,4, Mtx15mg + Lfn20mg kullanan oranı %6,6, Mtx15mg + Lfn10mg kullanan oranı %47,5 ve Mtx10mg + Lfn10mg kullanan oranı %11,5 olarak 4 gruba ayrıldı. 4 gruba göre yan etki sıklıklarının dağılımı incelendiğinde, tüm yan etkilerin görülme sıklığı açısından 4 doz grubu arasında anlamlı fark olmadığı görülmüştür (p=0,821). Mtx+Lfn kombinasyonu, Mtx veya Lfn monoterapisine yanıt vermeyen hastalarda biyolojik tedaviye geçmeden önce bir tedavi seçeneği olabilir. Daha fazla hasta ve daha uzun takip sürelerini içeren çalışmalarla doğrulanması gerekmektedir.
  • Item
    Biyolojik tedavi alan hastalarda potansiyel ilaç-ilaç etkileşmelerinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Huseynov, Bayram; Demircan, Celaleddin; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/
    Biyolojik ajanlar immünomodülatör ilaçlar olup klinikte son 20 yıldır giderek artan şekilde kullanılmaktadırlar. Başlıca biyolojik ajanlar; Anti Tümör Nekrozis Faktör (TNF) ajanlar, İnterlökin (IL)-1, IL-6, IL-17, IL-12/23 inhibitörleri, B hücre hedefli ajanlar ve T hücre kostimülasyon blokajı yapan ajanlar olup romatoid artrit, spondiloartropatiler, psöriatik artrit, psöriazis, inflamatuar barsak hastalıkları, Behçet hastalığı, Takayasu hastalığı, üveit ve otoinflamatuar hastalıklar gibi birçok hastalıkta kullanılmaktadır. Bu çalışmada Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Dahiliye Polikliniğine başvuran ve biyolojik ajan tedavisi alan 407 hastada, eşlik eden kronik hastalıkları, kullandıkları biyolojik ajanlar, kullandıkları diğer ilaçlar ve potansiyel ilaç-ilaç etkileşme (PİİE) oranları araştırıldı. PİİE için Lexicomp ve Medscape ilaç etkileşimi tarama araçları kullanıldı. Ciddi PİİE olarak Lexicomp tarama aracı ile ‘X’ ve ‘D’ kategorileri, Medscape tarama aracı ile ‘Kontrendike’ ve ‘Ciddi etkileşme’ kategorileri kabul edildi. Çalışmamızda hastalarda en sık kullanılan biyolojik ajanlar adalimumab, infliksimab ve etanerserpt, en sık biyolojik ajan kullanılan hastalıklar ankilozan spondilit, psöriazis ve romatoid artrit, en sık eşlik eden kronik hastalıklar hipertansiyon ve diyabetes mellitus idi. Çalışmamızda ciddi PİİE oranları; Lexicomp tarama aracı ile %9,6 bulundu, Medscape tarama aracı ile %20,1 olarak daha yüksek saptandı. Ciddi PİİE riski kullanılan ilaç sayısı ≥ 5 ve kronik hastalık yükü (CCI puanı ≥ 3) yüksek olanlarda daha fazlaydı. Biyolojik ajanlarla en sık ciddi PİİE riski olan ilaçlar; leflunomid, hidroksiklorokin ve azatioprin idi. Sonuç olarak, bu çalışmada biyolojik ajan kullanan hastalarda farklı tarama araçlarıyla %10-20 oranlarında ciddi PİİE görüldü. Bu nedenle biyolojik ajanları seçerken hastaların kullandıkları diğer ilaçlar da göz önüne alınarak PİİE riskini azaltacak şekilde tedavi yönetilmelidir.
  • Item
    Primer hiperparatiroidizm operasyonu öncesi bisfosfanat tedavisi uygulanan hastalarda postoperatif dönemde aç kemik sendromu gelişme sıklığının retrospektif değerlendirmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kalkan, Öznur; Cander, Soner; Bursa Uludağ Üniversitesi::Tıp Fakültesi::Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı / Endokrinoloji Bilim Dalı
    Primer hiperparatiroidizm (PHPT), yüksek parathormon (PTH) düzeyi ve hiperkalsemiye özgü semptom ve bulgular ile karakterize, sık görülen bir endokrinolojik bozukluktur. Aç Kemik Sendromu (AKS) ise paratiroidektomi sonrası ortaya çıkabilen, hipokalsemi belirti ve bulguları ile karakterize, tanı konulması ve yönetilmesi zor klinik bir tablodur. Bu durumun tanımı, yaygınlığı, risk faktörleri, klinik seyri ve perioperatif dönemde yönetimi ile ilgili literatür verileri hala sınırlı ve tartışmalıdır. Operasyon öncesi Bisfosfanat tedavisi gibi AKS gelişmesini etkileyebilecek yaklaşımlar ve AKS’ye sebep olabilecek risk faktörleri tam anlamıyla ortaya konulamamıştır. Çalışmamızda PHPT nedeniyle opere edilen hastalarda AKS’yi önlemede Bisfosfanat ilaç grubundan Zoledronik Asit tedavisinin yeri ve AKS’ye sebep olabilecek olası risk faktörlerinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamıza Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Polikliniklerine başvuran preoperatif Zoledronik Asit tedavisi alarak opere edilmiş 26 hasta, preoperatif Zoledronik Asit tedavisi almayarak opere edilmiş 31 hasta dahil edildi. Hastaların çeşitli demografik, biyokimyasal, hormonal, radyolojik, patolojik tetkikleri retrospektif olarak incelendi. AKS gelişen hasta grubu, gelişmeyen gruba göre daha genç, daha zayıf saptandı. AKS gelişen grupta hospitalizasyon süresi daha uzundu. AKS gözlenen ve gözlenmeyen hasta grupları arasında Zoledronik Asit tedavisi alan hasta oranları benzerdi, anlamlı istatistiksel fark saptanmadı. Regresyon analizlerinde Yaş, VKİ, preoperatif PTH, preoperatif ALP, kemikte radyolojik bulgu varlığı, paratiroid bez ağırlığı ve hacmi AKS gelişimi üzerine etki eden faktörleri açısından anlamlı bulundu. Çoklu regresyon analizi sonucunda VKİ düzeyinde gözlenecek bir birimlik artışın hastada aç kemik sendromu görülme riskini %15 düzeyinde azalttığı belirlendi.
  • Item
    Metastatik kolorektal kanser nedenli Aflibercept tedavisi alan hastaların retrospektif incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Tak, Nevriye Gül Ada; Çubukçu, Erdem; Bursa Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/
    Kolorektal kanser, tarama programlarının artmasına rağmen hala dünya üzerinde en sık görülen kanserlerden birisidir ve kanser mortalitesinde üst sıralarda yer almaktadır. Değiştirilemez risk faktörlerinin yanı sıra değiştirilebilir risk faktörleri de içermekte ve yaşam tarzından da etkilenmektedir. Tanı ve tedavideki tüm gelişmelere rağmen henüz tanımlanmamış ve kesinleştirilememiş risk faktörleri ve gelişim mekanizmaları bulunmaktadır. Çalışmamızda 01/2014 – 12/2020 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde kolorektal kanser tanısı almış, tanı anında veya takiplerinde metastaz gelişen, Aflibercept tedavisi uygulanan 52 hasta alındı, 2 hasta takiplerinin düzensiz olması nedeni ile çalışmadan çıkartıldı. Çalışmaya dahil edilen tüm hastaların yaş, tanı yaşı, metastatik hastalık tarihi, komorbid hastalıkları, varsa operasyon ve metastazektomi öyküleri, Aflibercept öncesi ve sonrası tedavileri, tedavi protokollerinin hangi süre ile kaç kür uygulandığı, tedavi yan etki profili, genel sağkalım ve genetik mutasyon durumları değerlendirildi. Hastaların son poliklinik kontrol tarihleri ve exitus tarihleri üzerinden genel sağkalım süreleri hesaplandı. Hastaların %72’si erkek ve tanı yaşı aralığı 22-76 arasındaydı. Çalışmaya dahil edilen hastaların %74’ü tanı anında metastatik ve %70’i sol kolon yerleşimliydi. KRAS hastaların %56’sında mutant saptandı. Aflibercept ikinci seçimde hastaların %54’ünde uygulanarak en çok tercih edilen protokol saptandı. İkinci veya sonraki seçimlerde tedavi uygulamasının genel sağkalım üzerinde anlamlı bir farkı izlenmedi. Tedavi sonrası gelişen yan etkiler literatür ile benzer sıklıkta saptandı ve tedavi ilişkili anlamlı bir proteinüri izlendi. Aflibercept sonrası sağkalım literatürdeki placebo alan grupla karşılaştırıldığında benzerdi. Çalışmamızda metastatik kolorektal kanserli hastalarda Aflibercept tedavisi alan hastaları retrospektif inceledik. Literatür ile benzer yan etki profili ve benzer sağkalım süreleri saptanmasına rağmen karşılaştırma olanaklarımız kısıtlı oldu.
  • Item
    Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (RPGN) olgularının retrospektif olarak incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Aydın, Melek; Yavuz, Mahmut; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Hızlı ilerleyen glomerülonefrit, glomerülde kresent oluşumuyla karakterize olup, böbrek fonksiyonun hızla kötüleştiği, tedavi verilmediğinde son dönem böbrek yetmezliğine (SDBY) ilerleyen klinik bir sendromdur. Çalışmamızda kresentrik glomerülonefrit tanılı hastaların başvuru anında demografik, klinik, laboratuvar ve patolojik belirteçlerin hastalığın prognozuna etkisini, plazmaferez uygulanmasının hastalığın prognozuna olan katkısını, immünsupresif tedavilerin hastalığın remisyona girme durumuna etkisini incelemek amaçlanmıştır. Çalışmamıza Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nefroloji Bölümünde 2011-2022 yılları arasında kresentrik glomerülonefrit tanısı alan 57 hasta dahil edilmiştir. Hastaların 26’sı (%45,6) erkek, yaş ortalaması 48,3± 16,5 yıl bulunmuştur.Hastaların 23’ünde (%40,4) hipertansiyon olduğu,17(%29,9)’sine plazmaferez, 32 (%56,1)’sine ise tanı anında hemodiyaliz yapıldığı görülmüştür. Hastaların 39’unda (%73,6) ANCA pozitifliği saptanmış ve yaş ortalaması daha yüksek (51,7 ± 14,8 yıl) bulunmuştur (p=0,046). ANCA pozitif hastaların %60,7’si hemodiyaliz aldığı görülmüştür (p=0,025). ANCA negatif hastalarda kresentik glomerül yüzdesi %53,5 olup daha yüsek bulunmuştur. (p=0,049). Plazmaferez uygulananlarda kresentrik glomerül sayısı (10,6± 6,8 (p=0,015)), kresentrik glomerül yüzdesi (%55,5±26,9 (p=0,013)), ortalama üre (139± 62,7mg/dl (p=0,009)) ve kreatinin (5,9± 3,9 mg/dl (p=0,011)) kreatinin değeri daha yüksek bulunmuştur. Remisyona girmeyen hastaların çoğunluğu (%62,5), hemodiyaliz alanlardan oluştuğu saptanmıştır (p=0,022). Sonuç olarak tüm kresentik glomerulonefrit hasta grubu için başvuru anındaki yüksek serum kreatinin düzeyi, acil diyaliz ihtiyacı olması ve biyopside %50’den fazla kresent olması renal sağkalım açısından prognostik faktörlerdir ve kresentrik glomerülonefritte diyaliz ihtiyacı olması hasta sağkalımı açısından kötüdür.
  • Item
    Postmenopozal osteoporoz tanılı hastalarda antirezorptif ajanların sarkopeni bulgularına etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Yetemen, Seda Karaaslan; Ertürk, Erdinç; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Giriş ve Amaç: İleri yaştaki osteoporoz tanılı hastalarda sarkopeni birlikteliğinin önemi son yıllarda daha iyi anlaşılmaktadır. Bu çalışmada bisfosfonatların ve denosumabın sarkopeni bulgularına etkilerinin değerlendirilmesi ve osteosarkopeni tedavisinde literatüre katkı sağlanması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu kesitsel vaka-kontrol çalışmasında bisfosfonat veya denosumab alan postmenopozal osteoporoz tanılı 65-80 yaş arası 50'şer kadın hastaya dinamik ve kantitatif sarkopeni tetkikleri uygulandı. Tedavi almayan osteoporozlu 50 hasta ve osteoporozu olmayan 50 katılımcı da değerlendirilerek bu dört grubun tetkikleri karşılaştırıldı. Diğer çalışmalardan farklı olarak kantitatif ölçümlerde biyoelektrik empedans analizi kullanıldı ve EWGSOP2 Kılavuzu’na göre sarkopeni evreleri değerlendirildi. Bulgular: Tedavisiz osteoporozlu grubun kontrol grubuna göre kas gücü ve fiziksel performans testlerinde daha düşük performans gösterdiği, kantitatif kas ölçümlerinin de daha düşük olduğu saptandı (p<0,05). Sarkopeni olasılığı 4,67 kat daha yüksek görüldü. Osteoporoz tanılı üç grupta ise dinamik sarkopeni testleri olan 4 metre yürüme, 5 kez oturup kalkma testleri açısından fark olmadığı ancak zamanlı kalk yürü testini denosumab kullanan hastaların bisfosfonat alanlara ve tedavisiz gruba göre daha hızlı yapabildikleri saptandı (p=0,03). El dinamometresi ve kantitatif kas ölçümlerinin osteoporoz tanılı hastalar arasında farklılık göstermediği saptandı. EWGSOP2 kriterlerine göre olası sarkopeni oranı bisfosfonat kullanan hastalarda %28 iken denosumab kullanan hastalarda %8 olarak saptandı. Tedavi süresi ile sarkopeni parametreleri arasında anlamlı korelasyon saptanmadı. Sonuç: Bulgularımız sarkopeninin osteoporozu olan hastalarda osteoporozu olmayan kişilere göre daha yüksek oranda olduğunu; osteoporozlu hastalar değerlendirildiğinde ise denosumab kullananlarda sarkopeni bulgularının hem tedavi almayanlardan hem de bisfosfonat tedavisi alanlardan daha iyi olduğunu göstermektedir. Bu konuda daha net sonuçlar için prospektif randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
  • Item
    Alkolik olmayan yağlı karaciğer hastalığı ilişkili hepatoselüler karsinom hastalarının geriye dönük incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Taşyenen, Ramazan; Dolar, Mahmut Enver; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Primer karaciğer kanserinin en sık sebebi olan hepatoselüler karsinom (HCC) etyolojisinde, hem ülkemizde hem dünyada alkolik olmayan yağlı karaciğer hastalığı (NAFLD) ilişkili oran artmaktadır. Bu nedenle NAFLD ilişkili HCC'nin özelliklerini anlamak önemlidir. Çalışmamızda 2010-2023 arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Hastanesi Gastroenteroloji Bilim Dalı’na başvurmuş 448 HCC hastası geriye dönük incelendi. Bunlardan 39 (%8,71)’u NAFLD ilişkili HCC olarak değerlendirildi. NAFLD ilişkili HCC hastalarımız, dünyada ve Türkiye’de yapılan çalışmalardaki HCC hastalarının özellikleri ile karşılaştırıldı. Hastalarımızda diyabet, obezite, hipertansiyon, hiperlipidemi gibi metabolik hastalıklar ve bazı kronik hastalıklar daha sık bulundu. Hastalarımızda sirotik zeminde gelişme oranı daha az, tanı yaşı daha ileri, tümör çapı daha büyüktü. 39 NAFLD ilişkili HCC hastasının kendi içlerinde hangi durum ve özellikler bakımından farklılaştığı ve hangi açıdan gruplandırılabileceklerini anlamak açısından kümeleme analizi yapıldı. Siroz sıklığı ile sağkalım süresi arasında istatistiksel olarak anlamlı ölçüde negatif ilişki bulundu. Lokal yayılan, tanıda daha büyük tümör çapı ve tekli lezyon olarak bulunan kitleler daha iyi prognoz ile karakterize iken, daha küçük ama çoklu lezyonlarla agresif yayılma davranışı gösteren kitleler kötü prognoz ile karakterize bulundu. Fib-4, NAFLD Fibrozis, ALBI, BARD skorları ve AST/ALT, AST/PLT oranları ile sağkalım süresi arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif ilişki bulundu. Bu sonuçların çoğu, önceki birçok çalışmanın sonuçları ile birçok noktada uyumludur. Birçok ülkede şimdiden HCC'nin en önemli sebebi haline gelen NAFLD ilişkili HCC'nin daha iyi tanımlanabilmesi ve çalışmamızdaki sonuçların doğrulanabilmesi için daha geniş hasta gruplarıyla daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Item
    Hematolojik maligniteli hastalarda kan dolaşım yolu enfeksiyonlarının geriye dönük değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Akyüz, Ulaş; Özkalemtaş, Fahir; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Hematolojik maligniteli hastalarda enfeksiyonlar en sık mortalite ve morbidite sebebidir. Enfeksiyonlar arasında kan dolaşım yolu enfeksiyonları da oldukça önemli yer tutmaktadır. Her ne kadar gram pozitif bakteriler daha sık kan dolaşımı enfeksiyonuna yol açsa da virülansları nedeniyle gram negatif bakteriler mortalite üzerine daha fazla etkilidir. Araştırmamızda kan dolaşımında gram negatif bakteri üreyen hastalarda mortalite üzerine etki eden faktörleri ve antibiyotik direncinin yıllara göre değişimini tespit etmeyi amaçladık. Çalışmamızda 2008 ile 2022 yılları arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Hematoloji Bilim Dalı servisinde interne edimiş ve kan kültüründe gram negatif bakteri üremesi saptanmış 358 hastada 446 kan kültürünü inceledik. Hastaların %41,3 ü kadın, %58,7 si erkekti. Yaş ortalaması 50 idi (18- 78). Hastaların %48,6’sı akut myeloid lösemi, %24’ü akut lenfoblastik lösemi %15,4’ü non-Hodgkin lenfoma hastasıydı. Kültürlerde en çok üreyen bakteriler %39,7 ile E. coli ve % 30 ile klebsiella suşlarıydı. Çalışmamızda 2010-2012 yılları arasında karbapenem direnci oranını %7,1 saptarken bu oranın 2020-2022 yılları arasında %40’a kadar yükseldiğini ve karbapenem direncinin mortalite ile doğrudan ilişkili olduğunu tespit ettik. Güncel pratikte hematolojik maligniteli hastalarda kinolon profilaksisi tartışılan bir konudur. Çalışmamızda profilaktik kinolon kullanımının genişlteilmiş spektrumlu beta laktamaz pozitif suş üreme ihtimalini arttırdığını ancak bu üreyen ESBL pozitif suşların mortaliteye etki etmediğini tespit ettik. Çalışmamız yıllar içinde dramatik olarak artan antibiyotik direncinin mortalite üzerine etkisini gösteren literatür çalışmalarına katkı sağlayabilir ve antibiyotik direnci hakkında farkındalık yaratabilir.
  • Item
    Hiperemezis gravidarum tanısı alan hastalara uygulanan tedavi yöntemlerinin gebelik sonuçlarına etkisinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Ataman, Furkan N.; Özerkan, Kemal; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı
    Dünya genelindeki kadınların %70’i en az bir kere bulantı ve kusma yaşamakta, hiperemezis gravidarum (HEG) ise kadınların %0,5 ile %14’ünü etnisite ve sosyoekonomik düzeye göre etkilemektedir. Hiperemezis gravidarum tipik olarak 4-6. gebelik haftalarında başlar, 10-13. gebelik haftalarında pik yaparak 20. gebelik haftalarında biter, ama bazı kadınlarda doğuma kadar devam edebilir. Bu çalışmada hiperemezis gravidarum hastalarında uygulanan tedavinin fetal sonuçlara etkisi araştırılacaktır. Mia-Med sistemi üzerinden 1 Ocak 2000 - 14 Şubat 2023 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine hiperemezis gravidarum şikayetleriyle başvurmuş ve tanısı hiperemezis gravidarum kabul edilerek yatışı gerçekleşmiş olan hastalar taranmıştır. Hastanemizde HEG nedenli yatmış ve doğum yapmış olan 248 hasta çalışmaya dahil edildi, hastanemizde doğum yapmamış olan hastalar ise telefon aracılığı ile arandı. Netice olarak çalışmaya 201 hasta dahil edildi. Kullanılan ilaç kombinasyonları ile elektif sezaryen ile doğum açısından antihistaminik, metoklopramid ve vitamin kombinasyonunun uygulanması metoklopramid, ondansetron, vitamin (p=0,019); ondansetron, proton pompa inhibitörü, vitamin ile metoklopramid, vitamin kombinasyonlarının uygulanmasına kıyasla daha az elektif sezaryen olduğu ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak hiperemezis gravidarum nedenleri ve sonuçları ile beraber incelendiğinde öncelikle fetal sonuçlar, bunu takiben sekonder sonuçlar açısından değerlendirilmeye devam edilecek ve güncelliğini yitirmeyecek bir hastalıktır.
  • Item
    Adenomı̇yozı̇sı̇n eşlı̇k ettı̇ğı̇ endometrı̇ozı̇s tanılı ı̇nfertı̇l hastalarda serum HE4 (Human Epididymis Protein-4) sevı̇yelerı̇nı̇n embrı̇yo transferı̇ sı̇kluslarında ı̇mplantasyon başarısına etkı̇sı̇nı̇n değerlendı̇rı̇lmesı̇
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Dinçer, Emine; Kasapoğlu, Işıl; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı
    Amaç: Adenomiyozis, endometriumun ektopik olarak miyometriumda yerleşmesi olarak tanımlanır. Reprodüktif çağdaki kadınlarda infertilite ile prezente olmaktadır. İnfertilite patogenezi, implantasyonu olumsuz etkilenmesi olarak bilinmektedir. Günümüzde ultrasonografi ile belirlenmiş kriterlerle tanı konabilmektedir. Human Epididymis Protein 4 (HE4) belirteci, jinekolojide malignite potansiyelinin, miyometrial invazyon derecesinin belirlenmesinde yardımcı olan bir invazyon biyomarkerı olarak öne çıkmaktadır. Çalışmadaki amacımız merkezimize infertilite ile başvuran adenomiyozis tanılı hastaların, adenomiyozisin ultrasonografik bulgularının ve embriyo transferi uygulananların implantasyon başarısının değerlendirilmesinde HE4 belirtecinin etkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 1 Aralık 2022 – 31 Ağustos 2023 tarihleri arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Kadın Hastalıkları ve Doğum (BUÜTF-KHD) İnfertilite Polikliniği ve Üremeye Yardımcı Tedaviler (ÜYTE) Merkezine infertilite ile başvuran, ultrasonografide adenomiyozisi olan toplam 82 hasta dahil edilmiştir. Hastalarla ilgili veriler prospektif olarak toplanmıştır. Ultrasonografi kriterleri Uluslararası Morfolojik Uterus Sonografik Değerlendirme (MUSA) konsensüsünde belirlenen bulgulara göre değerlendirilmiş ve foliküler fazda hastalardan alınan serumdan HE4 testi çalışılmıştır. Embriyo transferi uygulananların implantasyon ve gebelik sonuçları değerlendirilmiştir. Bulgular: Ultrasonografi bulgularından subendometrial lineer çizgi oluşumunda HE4 ile korelasyon saptanmış, ROC analizinde 37.4 pmol/L cut-off değer bulunmuştur. MUSA konsensüsünde belirtilen diğer ultrasonografi bulguları ile HE4’ün korelasyonu saptanmamıştır. Embriyo transferi yapılan hastaların transfer sonuçlarına bakıldığında implantasyon başarısı ile HE4 ilişkilendirilememiştir. Bu hastaların gebelik sonuçlarında abortus yaşayan hastalarda HE4 anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p=0,038). Sonuç: HE4’ün invazyon markerı olması dolayısıyla bu hipotez kurulmuştur. Çalışmamızda endo-miyometrial invazyonun göstergelerinden biri olan subendometrial lineer çizgilenmede HE4 ile istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Diğer belirteçler ve embriyo transferlerinde implantasyon ilişkisi için daha geniş örneklem büyüklüğüne sahip prospektif çalışmaların yapılması faydalı olacaktır.
  • Item
    İnfertil hastalarda tubal geçiş ve uterin kavite anomalilerinin değerlendirilmesinde suprapubik ultrason eşliğinde ofis histeroskopinin histerosalpingografi ile karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Durak, İbrahim Halil; Uncu, Gürkan; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı
    Giriş ve Amaç: İnfertilite tedavi yöntemleri geliştikçe, infertil çiftlerin çocuk sahibi olma olasılığı da artmakta ve bu bağlamda tedavinin en önemli basamağı olan etiyolojinin doğru olarak saptanması amacıyla kullanılan görüntüleme tekniklerinin güçlü ve zayıf yönleri tartışılmaktadır. Özellikle uterin kavite ve tubal geçişin gözlenmesi için daha az invaziv ve daha az maliyetli yöntem arayışları devam etmektedir. Bu noktadan hareketle planlanan çalışmada, infertil hastalarda uterin kavite ve tubal geçişi değerlendirmek için çekilen HSG (Histerosalpingografi) ve USG (Ultrasonografi) eşliğinde uygulanan ofis histeroskopi sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Haziran 2021- Ağustos 2023 tarihleri arasında infertilite tedavisi için Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum ABD infertilite polikliniğine başvuran ve çekilen HSG’sinde şüpheli tubal oklüzyon saptanan 60 hastanın dahil edildiği prospektif bir kohort çalışmasıdır. Hasta grubuna suprapubik USG eşliğinde ofis histeroskopi (H/S) uygulanmış, uterin kavite ve tubal geçiş parryscope tekniği ile değerlendirilmiştir. Kavitede %0,9 NaCl distansiyon medyumu ile yeterli basınç elde edildikten sonra kaviteye giden sıvının olduğu serum setinde boş enjektörle oluşturulan hava kabarcıklarının tubal ostiumlardan geçişi izlenmiş ve suprapubik USG ile gözlemlenmiştir. İşlem bittikten sonra TvUSG (Tranvajinal Ultrasonografi) ile douglasta sıvı olup olmadığına bakılıp tubal geçiş verifiye edilmiştir. Bununla birlikte her iki yöntem için de hastaların pelvik ağrı skorları kaydedilmiştir. HSG ve H/S sonuçları karşılaştırılmıştır. Bulgular: Toplam 60 hastanın dahil edildiği bu çalışmada, HSG ve H/S tubal geçiş tanısında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar gösteren sonuçlar bulundu. HSG’de bilateral geçiş olmayan hastaların %52,60’ının H/S sonuçlarında bilateral, %10,50’sinde ise unilateral geçiş gözlenmedi. HSG’de unilateral geçiş olan hastaların %58,30’unda H/S’de de unilateral geçiş vardı. HSG sonuçlarına göre bilateral geçiş olan hastaların %70’inde H/S’de de bilateral geçiş vardı. Bununla birlikte HSG sonuçlarına göre proksimal geçiş olmayan tubaların %50’sinde H/S sonuçlarına göre geçiş vardı. Diğer taraftan HSG sonuçlarına göre distal geçiş olmayan tubaların %34,60’ında H/S sonuçlarına göre geçiş belirlendi. Hastaların HSG sırasındaki pelvik ağrı skorları, H/S’den anlamlı şekilde yüksekti. Ancak, HSG ve H/S tubal geçiş tanılarının aynı ya da farklı olmasına göre pelvik ağrı skorları arasında anlamlı farklılık yoktu. Yapılan regresyon analizinde BMI arttıkça HSG ile yapılan işlemlerde tubal geçiş için yanlış tanı koyma ihtimali de artmaktaydı. Sonuç: BMI arttıkça HSG tubal geçişi değerlendirmede yanılabilir. İnfertilite rutininde HSG’de tubal geçişi olmayan hastaların tanısının doğrulanmasında ve hastaların yönetiminde ofis H/S avantaj sağlayabilir.
  • Item
    Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Serviste iskemik serebrovasküler olay tanısı alan 80 yaş ve üzeri hastaların prognozunu öngörmede sistemik immün-inflamasyon indeksinin yeri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Kar, Yemliha; Durak, Vahide Aslıhan; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Acil Tıp Anabilim Dalı
    Amaç: Acil serviste iskemik inme tanısı alan hastalarda hastalık şiddetini ve prognozunu belirlemede Sistemik İmmün-inflamasyon İndeksi(SII) değerinin skorlama sistemleri arasında yer edinme potansiyelini araştırmaktır. Metod: Çalışma, 1 Ocak 2020 ile 1 Ocak 2024 arasında Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi’nde iskemik inme tanısı alan 130 hastanın retrospektif olarak incelenmiştir. MiA-MED üzerinde hastane başvurusundaki hemogram, biyokimyasal testlere ve vital bulgulara bakılmıştır. SII değerleri platelet x nötrofil / lenfosit formülüne göre hesap edilmiştir. Bulgular: Hastaların 78’i kadın, 52’si erkektir. Çalışmadaki hastaların yaş ortalaması 84,63±4 (min:80; maks:98) olarak hesaplanmıştır. Hastaların 51(%39,2) tanesi kliniğe, 36(%27,7) tanesi yoğun bakım ünitesine yatırılmış ve 43(%33,1) taburcu edilmiştir. Çalışmaya katılan hastalardan 37’si(%28,5) 1 aylık zaman içerisinde, 25’i(%19,2) 6 ay içerisinde vefat etmiştir. Bir ay içinde vefat eden hastaların SII değeri 1607,06±1630,07, sağ kalan hastalarda ise 836,33±1105,52 olarak hesaplanmış anlamlı bir fark saptanmıştır (p=0,016). Taburcu olan hastaların Sİİ değeri ile YBÜ’ye yatan hastaların Sİİ değeri arasında istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır. Sonuç: Sİİ değerinin iskemik inme hastalarında mortalite ve prognostik değerlendirilmesinde yeri olabileceği ortaya konmuştur. İskemik inmeden sonra başlangıçta Sİİ değeri yüksek olan hastalarda 1 aylık süreçte kötü sonuçlanma ve yüksek mortaliteyi göstermiştir. Sİİ’nin mortalite ve prognoz tahmininde yararlı olabileceğini göztermektedir.
  • Item
    ANCA ilişkili vaskülit tanılı hastalarda vitamin D düzeyleri ve hastalık aktivite ilişkisinin retrospektif incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Akyüz, Lalenur; Güllülü, Mustafa; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Antinötrofil sitoplazmik antikor (ANCA) ile ilişkili vaskülitler(AAV), ağırlıklı olarak küçük çaplı damarları etkileyen az veya immün birikimin bulunmadığı nekrotizan bir vaskülit olup sistemik otoimmün bir hastalıktır. Granülomatöz polianjiitis (GPA), mikroskobik polianjiiitis (MPA) ve eozinofilik granülomatöz polianjiitis (EGPA) olmak üzere üç farklı hastalık fenotipinden oluşur. D vitamininin otoimmün hastalıklarda immünmodülatör etkilerine dair mevcut kanıtlara rağmen, AAV’de D vitamini ile ilgili birkaç çalışma mevcuttur. Çalışmamız 2010-2023 yılları arasında tanı anı vitamin D düzeyleri mevcut olan AAV tanısı ile takip edilen hastaların retrospektif olarak incelenmesiyle yapıldı. Çalışmaya dahil edilen 70 hastanın ortalama yaşı 53,94, %55,70’ i kadın ve %44,30’ u erkek idi. AAV hastalarının alt tanı tiplerine göre dağılımı incelendiğinde GPA’nın oranı %54,30 , MPA’nın oranı %35,70 ve EGPA’nın oranı %10 olarak belirlenmiştir. En sık gözlenen organ tutulumu böbrek ve sonrasında akciğer olarak belirlendi, MPA tanılı hastaların %100’ünde böbrek tutulumu mevcuttu. Hastaların tanı anı 25(OH)D düzeyleri ile sedimantasyon ve CRP düzeyleri negatif korelasyon gösterdi. Ayrıca D vitamini düşük hastalarda serum albümin düzeyi de düşüktü. AAV tanılı hastaların tanı anındaki D vitamini düzeyleri ile organ tutulumları arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. Tanı anı Birmingham Vaskülit Aktivite Skoru (BVAS) ile D vitamini düzeyi arasında da bir ilişki gösterilemedi. En sık hastalık aktivasyonu gözlenen mevsim sonbahar (%44,90) olarak belirlendi. Çalışmamızda AAV hastalarında D vitamini eksikliği ile hastalık aktivitesiyle ilişkilendirilen CRP ve ESH düzeyleri arasında negatif bir korelasyon olduğu yönündeki bulgularımız, bu alandaki araştırmalara katkı sağlayabilir. Daha fazla veriye dayanan geniş ölçekli çalışmalar, hastalığın yönetiminde D vitamini seviyelerinin takibinin hastalık seyrini değiştirip değiştiremeyeceğini belirlemeye yardımcı olabilir.
  • Item
    Endometrioma tanısı olan infertil hastaların granüloza hücrelerindeki endoplazmik retikulum stresinin değerlendirilmesi ve oosit kalitesi üzerine etkisinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Bilgiç, Kübra Özlem; Kasapoğlu, Işıl; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı
    Endometriozis, üreme çağındaki kadınlarda endometrial dokunun uterus dışında implantasyonu ve büyümesi ile karakterize bir hastalıktır ve etiyo-patogenezi halen belirsizliğini korumaktadır. En sık overlerde (endometrioma) görülür. Overde değişik mekanizmalar ile endoplazmik retikulum (ER) stresine neden olarak folikülogenezi, ovulasyonu, embriyogenezi olumsuz yönde etkilediği ve infertilite sebebi olduğu tahmin edilmektedir. ER stresi, katlanmamış veya hatalı katlanmış proteinlerin birikmesi sonucu hücre homeostazinin bozulmasıyla oluşur. Hücre bu durumda ilk olarak homeostazı geri kazanmayı ve hücreyi canlı tutmayı amaçlayarak ER stres cevap yolaklarını aktifler. Eğer ER stresiyle baş edilemezse de hücre apoptoza yönlendirilir. Çalışmamızda amacımız endometriozisin overde oluşturduğu lokal ve/veya sistemik olumsuz etkileri, bu etkiler sonucunda overlerde yarattığı endoplazmik retikulum stresini, stres durumunda hangi yolak veya yolakların aktive olduğunu belirleyebilmektir. Bu amaç doğrultusunda unilateral endometrioma tanısı olan infertil hastalardan ve erkek faktör tanılı sağlıklı kadın hastalardan in vitro fertilizasyon (IVF) tedavisi sonrası yapılan oosit toplama işleminde toplanan ve IVF tedavisinde kullanılmayacak, atık hücreler olan granüloza hücrelerinde ELISA yöntemi kullanılarak ER stres parametreleri (GADD34, Kaspaz12, Kaspaz3, BİP, CHOP, XBP1, ATF4) araştırıldı. Çalışma dizaynı 3 grup şeklinde planlandı; Grup 1: unilateral endometrioma tanılı endometrioma olan over (n=23), Grup 2: unilateral endometrioma tanılı endometrioma olmayan over (n=23), Grup 3: kontrol grubu erkek faktör (n=20). Sonuç olarak endometrioma olan ve olmayan iki grup arasında ovaryan ve embriyolojik parametrelerde anlamlı fark izlenmemiş olmasına rağmen kontrol grubuyla kıyaslandığında daha düşük toplam antral folikül sayısı, AMH, toplanan oosit sayısı, oosit matürasyonunda ve embriyo kalitesinde anlamlı fark tespit edildi. Endometrioma boyutu arttıkça eşik değer olarak 4 cm ve üzerine çıktığında PERK; ER stres yolağının hatta kaspaz apoptotik süreci aktiflenmektedir. Endometrioma grubunda ve boyutlandırılarak bakılan ER stres yolaklarından PERK yolağının öncelikle tercih edildiğini söyleyebiliriz. Ortaya çıkan sonuçlar daha geniş kapsamlı çalışmalar ile desteklenebilir.
  • Item
    Laparoskopik donör nefrektomi hastalarının bir yıllık sonuçlarını etkileyen faktörlerin retrospektif değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Bakırov, Javanshir; Günseren, Kadir Ömür; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Üroloji Anabilim Dalı
    Son dönem böbrek yetmezliği gelişen hastalarda en uygun tedavi seçeneği böbrek transplantasyonudur. Ülkemizde böbrek transplantasyonların büyük çoğunluğunu canlı vericiler oluşturmaktadır. Bazı çalışmalarda, donör nefrektomi sonrası vericilerde birinci yılında ortalama glomerüler filtrasyon hızı (GFH) düşüşünün %30-35 arasında olabileceği bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı kliniğimizin geniş laparoskopik donör nefrektomi serisini değerlendirmek ve vericilerdeki GFH değişimini predikte eden faktörlerin retrospektif analiz edilmesidir. Çalışmaya 259 laparoskopik donör nefrektomi hastası dahil edildi. Vericilerin 153’ü (%59.1) kadın, 106’sı (%40.9) erkekti ve nakil zamanındaki ortanca yaş 52 (22 - 78) yıl olarak bulundu. 1. senenin sonunda toplamda 259 vericiden 65’inde (%25.1) evre 3 ve üzeri kronik böbrek hastalığı (KBH) geliştiği görüldü. Çok değişkenli analiz sonucunda nakil yaşı, nakil sonrası erken postoperatif GFH’ın nakil öncesi GFH‘ya göre yüzdelik değişimi ve nakil öncesi LDL düzeyi ile böbrek fonksiyonlarının kötüleşmesi arasında anlamlı ilişki saptandı. (sırasıyla p=0.041, p=0.033, p=0.025) Bu faktörlere ait kesim noktası belirleyebilmek amacıyla ROC (Receiver Operator Characteristics Curve) analizi yapıldı. Analiz sonucunda ; yaş>52 yıl ve preop LDL>130 mg/dL olan hastalarda birinci yıl sonunda KBH gelişme riskinde artış olduğu belirlendi. Donör nefrektomi öncesi ve sonrası GFH değerleri karşılaştırıldığında, GFH düzeyindeki azalmanın %36 dan fazla olması durumunda bu vericilerde birinci yıl sonunda KBH riskinin arttığı belirlendi. Buna karşın vericilerin postop ve preop GFH değerindeki yüzdelik bir birim artışın KBH gelişim riskini %4 düzeyinde azalttığı belirlendi. Sonuç olarak donör nefrektomi yapılan hastanın yaşı, ameliyat öncesi değerine göre postop GFH değerindeki değişim ve preoperatif LDL değerinin bir senelik takip sonunda KBH gelişme riski ile ilişkili olduğu tespit edildi.
  • Item
    Jinekolojik laparoskopik cerrahi uygulanan hastalarda Oblik Subkostal Transversus Abdominis Plan bloğu ve Transmuskuler Quadratus Lumborum bloğunun postoperatif analjezi ve derlenme kalitesi üzerine etkilerinin karşılaştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Cebeci, Kübra; Gurbet, Alp; Akesen, Selcan; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı
    Çalışmamızda, jinekolojik laparoskopik cerrahi uygulanan hastalarda, Oblik Subkostal Transversus Abdominis Plan (OSTAP) bloğu ve Transmuskuler Quadratus Lumborum (TQL) bloğunun postoperatif analjezi ve derlenme kalitesi üzerine etkilerini prospektif, randomize kontrollü, çift kör karşılaştırmayı amaçladık. Jinekolojik laparoskopik cerrahilerde TQL bloğun etkin analjezi sağlayarak analjezik ihtiyacını azalttığı hipotezini araştırdık. Çalışma, 18-65 yaş arası, Amerikan Anestezistler Derneği (ASA) sınıflaması I-III, Vücut Kitle İndeksi (VKİ) 18-25 kg/m2 olan ve 3-4 trokar kullanılarak 45-120 dakika jinekolojik laparoskopik cerrahi uygulanan 68 hastada gerçekleştirildi. Demografik veriler, cerrahi prosedürler, preoperatif Derlenme Kalitesi-15 (Quality of Recovery, QoR-15) skorları kaydedildi. Hastalar OSTAP grup (n=34) ve TQL grup (n=34) olarak iki gruba randomize edildi. Blok uygulamasını takiben anestezi indüksiyonu verildi. Preoperatif bazal ve intraoperatif hemodinamik veriler, fentanil gereksinimi, anestezi ve cerrahi süreleri kaydedildi. Postoperatif istirahatte ve hareketle Vizüel Analog Skala (VAS) skorları, postoperatif 24 saat içindeki parasetamol ve tramadol kullanımları, ilk analjezik gereksinimleri, bulantı-kusma durumları, mobilizasyon ve taburculuk zamanlarıyla postoperatif 24.saat QoR-15 skorları, hasta, cerrah memnuniyetleri değerlendirildi. TQL grupta 6.saat istirahat ve hareketle, taburculuk öncesi hareketle VAS skoru anlamlı düşük saptanırken (sırasıyla p=0,019, p=0,004, p=0,023), diğer zaman aralıklarında gruplar arasında fark saptanmadı. Parasetamol gereksinimi olan hasta sayısı, ilk analjezik gereksinim zamanları, tramadol ilk uygulama zamanları ve toplam tramadol dozları gruplar arasında benzerdi. Toplam parasetamol dozu ve tramadol gereksinimi olan hasta sayısıysa OSTAP grupta anlamlı yüksek saptandı (sırasıyla p=0,002, p=0,006). Bulantı-kusma, antiemetik ihtiyacı, preoperatif ve postoperatif QoR-15 skorları, taburculuk zamanları, hasta, cerrah memnuniyetinde ise fark saptanmadı. Sonuç olarak TQL blok, OSTAP bloğa kıyasla postoperatif analjezik gereksinimini azaltır.
  • Item
    Sjögren sendromunda akciğer tutulum paternlerinin retrospektif incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Çakır, Yağmur; Dalkılıç, H. Ediz; Bursa Uludağ Üniversitesi / Tıp Fakültesi / İç Hastalıkları Anabilim Dalı
    Çalışmamızın amacı primer Sjögren sendromu tanısıyla takip edilen hastalarda İAH gelişim prevalansını saptamak, akciğer tutulumu açısından risk faktörlerini ve hastaların demografik ve klinik özelliklerini tespit etmek, laboratuvar bulgularını kıyaslamak ve akciğer tutulum paternlerini incelemektir. Çalışmada 2010 – 2023 yılları arasında Romatoloji Bilim Dalı polikliniğinde primer Sjögren tanısı ile takip edilen 151 hastanın dosyası taranarak hastaların klinik ve demografik özellikleri, laboratuvar ve görüntüleme tetkikleri, patoloji raporları retrospektif olarak incelendi. Hastaların %91’i (n=138) kadın cinsiyetteydi. İAH prevalansı %33,11 (n=50) olarak saptandı. İleri yaşta (p<0,001), ileri yaşta tanı alanlarda (p<0,001) ve erkek cinsiyette (p=0,010) akciğer tutulumu daha sık olduğu tespit edildi. pSS-İAH tanısı olan hastaların mortalitesinin arttığı (p=<0,001) ve sağ kalım süresinin akciğer tutulumu olmayanlara göre belirgin kısaldığı (p<0,001) görüldü. İAH tespit edilen hastalarda öksürük, nefes darlığı ve efor dispnesi gibi şikayetlerin akciğer tutulumu olmayan hastalara göre daha sık bulunduğu tespit edildi. Tanıda önemli bir yeri olan anti-SSA ve anti-SSB otoantikorlarının pozitiflik oranı akciğer tutulumu olmayan grupta anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001 ve p=0,003). pSS-İAH tanılı hastaların görüntülemelerinde HRCT’de en sık UİP (%48,94 ve n=23), sonrasında NSİP (%38,30 ve n=18) paterni görüldü. Akciğer tutulumu açısından ileri yaş, ileri yaşta tanı almak ve erkek cinsiyet risk faktörleri olarak bulundu. En sık görülen paternler ise UİP ve NSİP oldu. Bu bulguların pSS tanılı hastaların takibinde, mortaliteyi artıran ve prevalansı yüksek saptanan akciğer tutulumunun tanı ve tedavi sürecinde yarar sağlayabileceği düşünülmektedir.
  • Item
    Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çocuk Endokrinoloj bölümüne başvuran 21 hidroksilaz eksikliği olan konjenital adrenal hiperplazi hastaların retrospektif olarak değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Baylan, Ceren; Eren, Erdal; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), adrenal steroidogenez yolağında enzim eksikliklerine bağlı, otozomal resesif, kalıtsal bir hastalıktır. KAH, en sık 21 hidroksilaz (21-OH) enzim eksikliğine bağlıdır. Bu çalışmada, hastaların klinik başvuru şekillerinin, klinik özelliklerinin ve tiplerinin dağılımınının, laboratuvar, tedavi ve uzun dönem verilerinin değerlendirilmesi ile literatüre katkı sağlanması amaçlanmıştır. Bu nedenle, 1991-2023 yılları arasında 21-OH enzim eksikliği tanısı almış 90 olgu retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Hastalar, klasik KAH (klasik tuz kaybettiren [TK] tip, klasik basit virilizan [BV] tip) ve non-klasik tip olarak ayrıldı. Hastaların %62,2'si kadın, %37,8'i erkek idi. Hastaların %88,9'u klasik KAH ( %72,5 TK-%27,5 BV) ve %11,1'i non-klasik KAH tanısı aldı. Klasik TK'de (%62 kadın-%38 erkek), BV'de (%50 kadın-%50 erkek) ve non klasikte (%90 kadın-%10 erkek) izlendi. Klasik TK'de ortanca yaş 18 gün, BV'de 3,76 yıl, non-klasik KAH'ta 8,55 yıl olarak belirlendi. Hastaların %44'ü yenidoğan döneminde tuz kaybı ile tanı aldı. Hastaların %21'inin kardeş, %30'unda ailede KAH ile akraba öyküsü, %29'unda anne baba arasında akraba evliliği olduğu görüldü. En sık başvuru şekli kadınlarda (%85,7) klitoromegali/kuşkulu genitalya, erkeklerde (%32) tuz kaybıydı. Olguların %98'i glukokortikoid, %64'ü mineralokortikoid (MK) alıyordu. MK alanların %17,2'sinin ilerleyen yaşlarda tedavi ihtiyacı olmadı. Kadın hastaların %91,6'sı kuşkulu genital düzeltici operasyon geçirdi. Tedavi sonrası hedef/final boyu bilinen hastalarda kadınların ortalama hedef boyu 157,47±5,78 cm, ortalama final boyları 151,71 cm±9,16; erkeklerde ortalama hedef boyu 168,9±6,47 cm, final boyları 165,4±8,3 ölçüldü. Sonuç olarak tuz kaybı, adrenal kriz gibi hayati tehdit oluşturması nedeniyle hastalığının iyi tanınması, erken dönemde tanı ve tedavisinin başlanması gerekmektedir. KAH, yakın takip ve izlemi gerektiren önemli bir hastalıktır.
  • Item
    Alerjik rinitli olgularda alerjen duyarlılıklarının retrospektif olarak araştırılması ve diğer alerjik hastalıklarla olan ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024) Eryılmaz, Burcu; Canıtez, Yakup; Bursa Uludağ Üniversitesi/Sağlık Bilimleri Enstitüsü/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.
    Alerjik rinit (AR), yaşam kalitesini, okul başarısını ve iş performansını olumsuz etkileyen, IgE aracılı inflamasyonla karakterize, insidansı ve prevalansı giderek artan kronik bir üst solunum yolu hastalığıdır. Çalışmamızda AR'li çocuklarda alerjen duyarlılıklarının görülme sıklığının ve diğer alerjik hastalıklarla olan ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Polikliniği'ne başvuran 12-18 yaş arası 138 alerjik rinit tanılı hasta dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, deri prik testi (DPT) ve/veya alerjen spesifik immünglobulin E (SpIgE) ile belirlenen alerjen duyarlılıkları ve eşlik eden diğer alerjik hastalıkların varlığı retrospektif olarak incelendi. Çalışmamızda ortalama tanı yaşı 14,7±1,7 yıldı. Hastaların 86'sı (%62,3) erkekti. DPT ve/veya SpIgE ile hastaların %84,1'i atopik saptandı ve en sık saptanan alerjenler çimen polenleri (%54,3) ve akarlardı (%53,6). Alerjik rinite en sık eşlik eden hastalık %50,7 ile astım, ikinci sırada ise %35,5 ile alerjik konjonktivitti. Alerjik rinitli hastalarda tanı gruplarına göre alerjen duyarlılıkları incelendiğinde; sadece AR tanılı hastalarda en sık akar genel (%51,3), AR + astımlı olgularda en sık akar genel (%62,0), AR + alerjik konjonktivit tanılı hastalarda en sık polen genel (%65,5) ve AR + astım + alerjik konjonktivit tanılı hastalarda en sık polen genel (%75,0) duyarlılıkları saptandı. Alerjik rinitli hastalarda alerjen duyarlılıklarının ve eşlik eden komorbiditelerin bilinmesi, olguların tanı ve tedavisinde gereklidir. Çalışmamızdan elde ettiğimiz veriler sonucunda alerjik rinitli çocuklarda en sık polen ve akar duyarlılığı saptanmıştır. Alerjik rinite en sık astım ve alerjik konjonktivit hastalıklarının eşlik ettiği görülmüştür. Hastaların takiplerinde bu sonuçların göz önünde tutulmasının faydalı olacağı ve yapılacak daha kapsamlı çalışmalara ışık tutacağı düşünülmüştür.