2016 Sayı 27

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/13121

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 16 of 16
  • Item
    An antihumanist reinterpretation of the philosophy of singularity
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Bilgisel, Dilara
    This article takes a close look at the discussion of singularity in Jean-Luc Nancy’s The Inoperative Community and Being Singular Plural as an attempt to negate the subject/object dichotomy and create a new context for a re-evaluation of resistance. With its aim of refuting individualistic subjectivity, the philosophy of singularity puts forward that the humanist point of view unnecessarily polarizes individuality and community. By placing a challenging scenario of antihumanism against the humanist sense of responsibility, the philosophy of singularity questions whether it is possible to do philosophy without saying ‘I’. This antihumanist stance, which replaces the ‘I’/‘other’ differentiation with Nancy’s ‘the other of another,’ chooses to strengthen the link between ontology and resistance in the notion of coexistence, beyond traditional hypotheses on immanence or transcendence. In order to discover the manifestation of coexistence within the frame of an antihumanist philosophy of singularity, this article begins with digging deep under the notion of individualistic subjectivity to show that it embodies a hollow and plastic category. Following this, Nancy’s stress on the term ‘ecstasy’ will be grounded upon the Freudian theory of drives and the concept of coexistence will be situated in a dark realm that the humanist worldview would expect in the least. And finally, against the background of this theoretical structure, values such as modesty and responsibility will be highlighted as an attempt to uncover an alternative moral consciousness that weaves itself out of an indefinite possibility lurking under the skin of the individual/community enigma.
  • Item
    Can fiction offer moral truth beyond truisms?
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Keki, Başak
    This paper challenges Jerome Stolnitz’s view that art cannot teach us anything but merely offers truisms, which he asserts in his article “On the Cognitive Triviality of Art”. The current inquiry is limited to fiction and explores the relationship between aesthetics and morality and their cognitive and emotional implications. Employing the contemporary debates surrounding the literature, I defend the view that fiction can offer us moral truth beyond truisms through the reader’s interaction with the text as she employs her imaginative, moral and emotional faculties throughout the unique process of reading. Stolnitz’s first worry is that the cognitive value of fiction is superficial, and the “message” of a text hardly qualifies as knowledge. He bases his argument on the case that artistic truth doesn’t exist because there are no experts who could judge the epistemic status of knowledge on arts; hence there is no such thing as artistic knowledge – and without knowledge, art cannot teach us anything. Even if fiction offers certain conceptions which may evoke moral wisdom, they are already stale truisms devoid of cognitive worth. I respond to this criticism by proposing that works of fiction contain a different type of knowledge; the type of know-how rather than know-that which alludes to moral knowledge. Stolnitz’s second worry is that the moral themes contained in fiction can fit in a sentence or two, without us having to bother to read the whole text. My response is that the act of interaction with the text is an indispensable part of enhancing our emotional and moral education which helps us cultivate our moral imagination. Similar to any thought experiment in philosophical arguments, fiction helps us direct our moral attention and evaluate diverse (moral) possibilities. The process of reading allows us to acquire a moral space or distance from which we can formulate moral responses to what happens in the text. Cultivating moral judgment takes time; and it is this time consuming act of reading the text which enables us to critically engage with the text. Learning from fiction entails an internal change we undergo in our being; and the greater the literary work is, the more we can learn from it.
  • Item
    Requiem for the ones experiencing the tragedy of farewells: The ballad of narayama
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Sam, Rıza; Fen Edebiyat Fakültesi; Sosyoloji Bölümü
    The movie 'The Ballad of Narayama' is considered as one of the masterpieces of traditional cinema and of the famous director Shohei Imamura. The movie depicts a very cruel tradition to which people striving to survive in a mountain village of Japan are strictly attached. Tradition, as a founding past, is carried in the movie to the present and the future, with rituals, ceremonies and rites. Thus the community achieves a knowledge through tradition, allowing it to reproduce itself each time. However, this knowledge also manifests itself as a law-maker in the communitylife. In the examined film this law is most succulently expressed as "rule is rule, mercy is useless". In particular, persons who reach 70 years of age, are taken by their sons or close relatives to the summit of the 'Narayama Mountain' and abandoned to die. In the cultural codes of the community, such as act is one of the most important tasks and obligations to be fulfilled. Thus, abstaining from such task and obligation is considered as the greatest sin, crime and shame. At this point, the tradition serves the function as a reminder to each member of the community, of the tasks and obligations, to prevent their sins, crimes and shames. For example, in the film, although the character ‘Mother Orin’ has healthy teeth, she is continuously told by both her grandchildren and other members of the community, that she has turned 70 and must go to the summit of the 'Narayama Mountain'. In short, each member of the community exerts pressure on those who turn 70. Against this pressure, healthy persons who turn 70 "break their front teeth with stone" to give the message to their sons or close relatives, who shall carry them to the summit of the Narayama Mountain, that the time has come for the tragic task and obligation they have to fulfill. In this context, the film 'The Ballad of Narayama' can be considered as a requiem for the ones experiencing the tragedy of farewells. This study is a content analysis and evaluation of the film 'The Ballad of Narayama', specific to the tradition, making use of qualitative research methodology and using the document analysis technique.
  • Item
    Anlam arayışında Derrida’nın yinelenebirlik ve différance söylemi
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Can, Eren
    Bu makalenin amacı, Derrida’nın anlam sorunsalını nasıl ele aldığını, Saussure ve Austin özelinde geleneksel sözmerkezci düşünceye yaptığı eleştirilerle birlikte anlam arayışında öne çıkan “yinelenebilirlik” ve “différance” söylemini göstermektir. Derrida, bu söylem geleneksel Batı metafiziğinin temeli olarak değerlendirdiği “mevcudiyet” ve “temsil” kavramları etrafında tartışır. Geleneksel Batı metafiziğinin içindeki sözmerkezci yapının tüm iletişimi söze indirgeyen ve iletişim içinde aktarılan anlamı “kesinleştirme” çabalarına karşı radikal bir eleştiri getiren Derrida, bu çabayı da beyhude bir çaba olarak nitelendirir. Çünkü anlamını bulan her ifade saçılım ve yenilenebilirlik kavramı yoluyla, başka bir anlama gönderme yapar ve göstergeler zaman içinde bir bağlamdan diğer bağlama geçerek, tarihsellik içinde anlamları farklılaşarak bugüne kadar gelirler. Üstelik orijinal anlam’a ise hiçbir zaman ulaşamayız, çünkü göstergeler, geçmişte, şimdide ve gelecekte olan, bağlamdan bağlama ifade ettikleri anlamı farklılaşan bir zincir şeklindedir. Bu zincir içinde değişen anlamların izi sürülebilir ancak. Bu zincir içinde durmadan değişen anlamın kesinliğini sağlama çabası, Derrida’nın felsefesinde dile sabit sınırlar çizmek yerine göstergelerin değişen anlamlarını ortaya çıkaran, belirlenimsizliğin hüküm sürdüğü bir oyuna dönüşmüştür. Bu oyun içinde her anlam, bir yorum olur ve orijinal anlam da bu yinelenebilirlik devinimi içinde yitip gitmiş, kendi izini silen bir iz olmuştur.
  • Item
    Noam Chomsky’de üretici dilbilgisi: Derin yapı ve yüzey yapı ayrımı
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Müldür, Fatih
    Temelleri Descartes felsefesine dayanan ve 17.yy.’da Port-Royal düşünürlerinin ilk varsayımlarını ortaya attığı dil kuramı, Noam Chomsky tarafından geliştirilerek formüle edilmiştir. Bu kurama göre, insanda dil yetisi doğuştan gelen ve diğer bilişsel yetilerden bağımsız bir yetidir. Bu yetiye bağlı olarak bir dil kullanımında, sınırlı sayıda sözcükle sınırsız sayıda cümlenin biçimini ve özgül anlamını olanaklı kılan kuralların oluşturduğu bir sistem söz konusudur. Chomsky’e göre bu “üretici dilbilgisi”dir. Bu kurama göre her cümlenin sesletime çıkmamış olsa bile anlamsal temelini oluşturan bir “derin yapı”sı, sözdizimsel ve sesçil biçimini oluşturan somut bir “yüzey yapı”sı vardır. İlkinin ikinciye dönüşümü, dönüşüm kuralları aracılığıyla gerçekleşir. Ancak derin yapılar, hiçbir zaman yüzey yapılara tamamıyla çıkmazlar.
  • Item
    Bilimsel gelişme teorileri açısından I. Lakatos ve L. Laudan’ın düşüncelerinin karşılaştırılması
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Gürdal, Gökhan
    Amacımız, bilim felsefesindeki bilimsel gelişme teorileri konusunda, I. Lakatos ve L. Laudan’ın katkılarını ortaya koymak ve felsefenin bilimsel gelişmeye getirdiği yeni bakış açılarını karşılaştırmalı bir şekilde incelemektir. Bilimsel gelişme teorileri, bilimin ilerleyiş sürecindeki, eğer varsa, mantıksal yapıyı gözler önünde sermek ve bilimsel gelişmenin yapısını ortaya koymayı denemektedir. İlk soru ise bilimin her daim gelişme halinde olup olmadığı problemidir. Yani bilim ilerlemekte midir? Bize göre, bilimin ilerlediği ve geliştiğine dair ortak kanı kuşkusuz geçerlidir. Ancak burada bilimin ilerlemesinin nasıl olduğu problemi ortaya çıkar. Bilim felsefesi ile ilgilenen birçok filozof bu soruya değişik yanıtlar vermiştir. Bunun sonucunda ortaya, sonraki öncekinin eleştirisi olan, iki temel yaklaşım çıkmıştır. Bunlar; Klasik bilim anlayışı ve Çağdaş bilim anlayışı olarak adlandırılırlar. Klasik bilim anlayışı kısaca, temellerini A. Comte’un fikirlerinde bulan Pozitivist bilim anlayışı iken Çağdaş bilim anlayışı, Klasik bilim anlayışına karşı bir tepki olarak doğan ve bu yaklaşımın eleştirisi üzerinden ilerleyip gelişen bilim anlayışı olarak çıkar karşımıza. Klasik bilim anlayışı 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yetersiz olarak görülmüş, bilimsel gelişimin sanılanın aksine hiç de düzgün, birikimli ve rasyonel olmadığı düşüncesine de dayanarak terk edilmeye başlanmıştır. Bilim felsefesi içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan I. Lakatos ve L. Laudan’ın görüşleri de Klasik bilim anlayışının bir eleştirisi ve ona getirilen çözüm önerileridir.
  • Item
    Kültürün felsefi eleştirisi olarak kültür eleştirisi
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Keskin, Mesut
    Elinizdeki çalışma, “kültür” ve “eleştiri” kavramlarının ışığında kültür eleştirisinin felsefi temellerini ve fenomenolojik zıtlıklarını araştırır. Bu araştırmada hedef, kültür eleştirisinin tarihsel semantiği ve sorunlar tarihinin bilhassa Konersmann, Bollenbeck ve Waldenfels’in geliştirdiği eleştirel kültür teorilerini nasıl birleştirip ayırdığını göstermektir.
  • Item
    Michael Walzer ve komüniteryen bireycilik
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Karademir, Aret
    Liberal siyaset felsefesi, toplumundan ve kültüründen bağımsız seçimler yapabilen, toplumsal çoğunluk veya kültürel miras karşısında korunması gereken, toplumsal çoğunluğun refahı veya kültürel mirasın sürekliliği için feda edilmesi söz konusu olmayan haklara sahip, atomik ve izole birey anlayışı üzerine inşa edildiğinden, komüniteryen felsefenin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır. Bu yazıda, komüniteryen siyaset felsefesinin çoğulcu ve demokratik çağdaş toplumlar için liberal teoriye alternatif sunma gücüne sahip olup olmadığı Michael Walzer felsefesi üzerinden tartışmaya açılacak; bu da, Walzercı komüniteryenizmin, çağdaş siyaset felsefesi literatüründe komüniteryen eleştirilerden en çok pay alan John Rawls ve onun “hakkaniyet olarak adalet” anlayışı ile karşılaştırılması aracılığıyla yapılacaktır. Sonuç olarak Walzercı komüniteryenizmin, özellikle söz konusu kültürel çoğulculuk temelli adalet sorunları olduğunda, Rawlsçu liberal bireyciliğin ötesine geçemediği iddia edilecektir. Bu iddianın amacı, modern dünyanın çoğulcu yapısına uygun olmayı amaçlayan herhangi bir siyaset teorisinin liberalizm/komüniteryenizm ikiliğine hapsolmaması gerektiğinin gösterilmesidir.
  • Item
    Aristoteles’in siyaset felsefesinde anayasal yönetim
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Urhan, Veli
    Aristoteles’in siyasetle ilgili düşüncelerinin, Politika, Nikomakhos’a Etik, Eudemos’a Etik, Atinalıların Devleti ve Retorik adlı eserlerinde yer aldığı söylenebilir. Politika’nın ikinci kitabında sözlerine “sırada devletin biçimini tartışmak ve hangisinin daha iyi olduğunu anlayabilecek durumda olduğumuzu varsayarak bunu anlamaya çalışmak var” diyerek başlayan Aristoteles, bunun için iyi yönetilen bazı devletlerin anayasalarına bakmaya ve, hiç kuşkusuz Platon’u kast ederek, bazı yazarların ütopyalarına bakmaya ihtiyaç duyulacağına işaret eder. Platon’da olduğu gibi, devletten hep site devletini anlayan Aristoteles’e göre, devlet adamıyla devlet, kralla uyrukları, aile reisiyle ev halkı, efendiyle köleleri arasındaki ilişkilerin hep aynı türden ilişkiler olduğunu sanmak yanlıştır. Aristoteles, ne zengin azınlığın ne de yoksul çoğunluğun değil de, ancak ortak çıkarın gözetilmesiyle oluşabilecek orta tabakanın güçlü olduğu ve adaletin kendisiyle tecelli ettiği bir yönetim biçimi olan politeianın oligarşi ile demokrasinin uzlaştırılması sonucunda ortaya çıkabileceğini öne sürer. Demokratik anayasanın oligarşik anayasaya göre isyana ve devrime daha az açık olması nedeniyle ötekine göre daha sürdürülebilir bir nitelik taşıdığı kanısında olan Aristoteles, hem etik hem siyaset anlayışının merkezinde yer alan altın orta ilkesi gereği, güçlü bir orta tabakaya yaslanan anayasanın en güvenli ve en sürdürülebilir bir anayasa olacağından kuşku duymamaktadır.
  • Item
    Kierkegaard ve Heidegger’de ölümün eksistensiyal-ontolojik çözümlemesi
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Aydoğdu, Hüseyin
    Bu çalışmamızda hayat ve varlıkla iç içe olan ölüm fenomeninin bilim ve dinde olduğu kadar felsefede de temel bir problem olduğunu egzistansiyalist felsefenin iki farklı kanadını temsil eden Kierkegaard ve Heidegger felsefelerinden hareketle göstermeyi ve tartışmayı amaçladık. Felsefede ölümün idealist, realist, materyalist, fenomenalist ve düalist sorgulamaları olduğu kadar eksistensiyal sorgulaması da vardır. Hatta eksistensiyal sorgulamalar diğerlerinden daha dikkat çekici ve daha geniş yer tutmaktadır. Egzistansiyalist filozoflar “Ölüm nedir?” sorusuna farklı yanıtlar verseler de hepsi için insan her an ölmekte olan varlıktır. İnsan bu durumu hayatın bir gerçeği olarak görüp hangi durumda ve koşulda olursa olsun onu fark etmesi ve her kavramı ve sorunu ölümle birlikte düşünmesi gerekir. Kierkegaard, ölüm kavramı başta olmak üzere özgürlük, seçim, endişe, kaygı, korku, umutsuzluk, ironi, etik, estetik gibi birçok kavramı eksistensiyal eksende yorumlayan ilk filozoftur. Ona göre ölüm, önceden hissedilebilen ve hayatı değiştirebilen bir fenomendir. Ancak ölüm bir son değil hayata bir geçiştir. Heidegger’de de ölüm varlıkla iç içedir. Varlığın temelini açığa vuran ölümdür. Ölüm insan varlığının bütün olanakları içinde en gerçek olanıdır. İnsan doğumdan itibaren kaçınılmaz olarak ölüme doğru ilerleyen bir varlıktır. Bundan dolayı ölüm insan varlığının en belirgin özelliği olup Dasein’ın varoluşunun sonunu hazırlayan bir fenomendir. Kısaca Kierkegaard ve Heidegger’e göre ölüm insanın en kişisel olanağı olup bedensel fonksiyonların durması değil bir varoluşsal süreçtir, hayatın ve başkalarının varlığından haberdar olmaktır. Başka bir deyişle ölüm ne hayatın sona ermesidir, ne de yok oluştur, aksine ölüm bireysel varoluşun ve hayatın anlamının farkına varılıp anlamlandırıldığı eksistensiyal-ontolojik bir fenomendir. Varlık ve varoluş ancak hayat ve ölümle anlam ve değer kazanmaktadır. Böylelikle filozoflarımızın felsefelerinde ölüm, varlığı ve varoluşu açığa vuran temel fenomen olup hayatı tamamlayıcı bir yöndür.
  • Item
    A discourse on the ontology of violence
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Shıtta-Bey, Olanrewaju Abdul
    The sophistication and reoccurrence of violence has continued to gain increasing attention in contemporary discourse. Scholars that take interest in the study of violence have made efforts only in understanding and addressing the causes, forms, and the management mechanism. Such intellectual efforts have proved not to be sufficiently adequate as evident by the recurring decimal of violence in limitless proportion, even in places where it has been under-studied. This inadequacy has made the need for renewed interest in the study of the nature and dynamics of violence imperative. Concerned about the lack of consideration for the ontological root of violence in previous studies, this paper seeks to critically explore the ontology of violence. It aims at examining classical philosophical texts on human nature with a view to expose the ontological origin of violence and shows how such consideration is apt in the understanding, addressing, and management of violence; that is, this paper makes a case for the study of the ontology of violence as a way of addressing the lacuna currently existing in the studies on violence. Thus, it argues that this ontological study entails as a matter of necessity an understanding of human nature in relation to the subject-matter of violence. The methodology used in achieving the aim of this paper is the analytic and phenomenological approaches, that is, analysis and phenomenological examination of textual materials are employed by the study.
  • Item
    Metafiziğin sonunda dostluk: Heidegger üzerine bir inceleme
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Tiryaki, Işıltan Ataman
    Heidegger’ felsefesi, kökensel bir metafizik eleştirisidir. Heidegger’e göre metafizik, varlık sorusunu unutmuş olması bakımından düşünceyi doğruluk sorunu açısından ele alan yetersiz bir düşünme biçimidir. Felsefe, özne ve nesne ilişkisinin ötesinde Dasein’ın varlık açısından imkanı sorgulandığında ancak hakikat ile ilgili söz söyleyebilir. Bu makalede Heidegger’in metafizik eleştirisi, tartışmaya Nietzsche, Derrida ve Aristoteles dahil edilerek, dostluk kavramı üzerinden analiz edilmektedir.
  • Item
    Radikal demokraside siyasal temsil sorununu Carl Schmitt üzerinden düşünmek
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Türk, H. Bahadır
    Çalışmanın başlığının da işaret ettiği gibi, bu çalışma radikal demokrasideki haliyle siyasal temsil sorununu ele almaktadır. Bunu yaparken öncelikle radikal demokrasinin önerdiği siyasal modelin teorik kalkış noktalarından biri olarak Carl Schmitt’in siyasal düşüncesine dair düşünürün siyasal kavramına, egemenlik sorununa ve parlamenter demokrasiye dair görüşleri üzerinden genel bir çerçeve çizilmektedir. Ardından çalışma Chantal Mouffe çizgisindeki radikal demokrasi yorumunun temel argümanlarına kısaca bakmakta ve Mouffe’un yaklaşımının siyasal temsil sorununu yeniden düşünmemize imkân verip vermediğini ele almaktadır. Nihayetinde çalışma, radikal demokrasinin temsil sorununu ele alış biçiminden kaynaklanan bazı sorunlara işaret etmektedir. Tüm bu temelde söz konusu çalışmanın ana argümanı; radikal demokrasideki haliyle siyasal temsil sorununun bazı teorik müphemliklerle malul olduğu ve radikal demokrasinin, temsil sorununun özüne dair yaslandığı Schmitt’ci çerçeveyi göz ardı etme eğilimi taşıdığıdır.
  • Item
    John Rawls’un siyasal liberalizmi ve hoşgörü üzerine
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Çelik, Raşit
    Bu çalışma John Rawls’un siyasal liberalizmi içerisinde ortaya çıkan hoşgörü anlayışının bir analizini ve çağdaş çoğulcu demokrasiler açısından önemini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu doğrultuda bu yazıda, öncelikle hoşgörünün kavramsal analizlerinde ortaya çıkan bazı önemli görüşler ve hoşgörünün liberal düşünce geleneği içerisindeki yeri incelenmektedir. Ardından, siyasal liberalizminin özellikle muhakeme zorlukları, makullük ve siyasal adalet gibi temel kavramlarına odaklanarak, siyasal liberal hoşgörü düşüncesi tartışılmaktadır.
  • Item
    Levinas’ta aşkınlık düşüncesine giriş
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Acar, Sengün Meltem
    Bu çalışma, Levinas’ın etiği ilk felsefe olarak konumlandırmasıyla sonuçlanan düşünsel serüveninin nasıl başladığını ve hangi aşamalardan geçerek geliştiğini ana hatlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. Haklı bir adlandırmayla “etiğin filozofu” olarak tanınan Levinas’ın sorumluluk çerçevesinde somutlaştırdığı düşüncelerinin arka planında, bu adlandırmayı ortaya çıkaran ve Heidegger ontolojisine yönelik eleştirilerine temel oluşturan aşkınlık anlayışı yer almaktadır. Aşkınlık düşüncesinin doğrudan ilgili olduğu varlık incelemesinden hareket eden ilk bölüm, Levinas’ın varoluşu varolanla ilgisinde nasıl ele aldığını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bir varolan olarak Ben’in varoluşundan kurtulma doğrultusunda Başkası aracılığıyla tanıştığı başkalığı ve Ben-Başkası ilişkisinin prototipini ele alan ikinci bölüm, aşkınlığın olanağını sağladığı ileri sürülen ilk yanıt üzerine yoğunlaşmaktadır. Çalışmanın son bölümü ise, Levinas’ın aşkınlık düşüncesini yüz yüze bir sorumluluk ilişkisinde somutlaştırmasını ve aşkınlığı sağlayabilecek tek gerçek olanak olarak ortaya konan etik ilişkinin Levinasçı dayanaklarını ele almaktadır.
  • Item
    Giorgio Agamben: Mesihçi bir siyaset felsefesinde kutsal insan ve istisna
    (Uludağ Üniversitesi, 2016) Aksoy, Mete Ulaş
    Bu çalışmada Agamben’in siayaset felsefesinin önemli bir yere sahip olan istisna, egemenlik ve olağanüstü hal kavramları üzerinde durulacaktır. Agamben bu kavramlar aracılığıyla, gerek Antik Yunan’dan beri süregelen Batı siyaset yapış tarzının tarihi seyrini açıklamış gerekse de modern dönemde ortaya çıkan teknikbilimsel bürokratik iktidarın açmazlarına ve sıkıntılarına işaret etmiştir. Günümüz iktidar ilişkilerinin tarihi arka planını anlamak ve liberal demokrasilerin karşılaştığı sorunları açıklamak için Agamben’in okumaları önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bu noktaların altını çizen çalışma, daha sonra Agamben’in egemenlik ve istisna kuramındaki teorik ve felsefi sıkıntıların üzerinde durmuştur. Modern siyaseti ve bu siyasete vücut veren siyasal ontolojiyi okurken, Agamben homo sacer kavramına merkezi bir önem vermektedir. Bu kavramsallaştırmaya göre, hukuk ile hayat arasında mutlak bir kopuş vardır ve iki unsur arasındaki ilişki, insanları homo sacer durumuna düşüren bir istisna ile sağlanabilmektedir. Agamben’in çelişkisi de burada yatmaktadır; homo sacer’i kurtarmak için yapılacak her türlü girişim hukuki mahiyeti itibariyle daha baştan yeni homo sacer’ler üretmekle suçlanacaktır. Bu tür bir yaklaşımın neticesi olarak, alternatif bir siyaset üretmek için geriye sadece mesihçi bir tarih felsefesi kalmaktadır.