2005 Cilt 3 Sayı 3
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/5556
Browse
collection.page.browse.recent.head
Item Epileptik olmayan paroksismal bozukluklar(Uludağ Üniversitesi, 2005) Ertuğrul, Sabahattin; Aydın, MustafaEpileptik konvülsiyonlarla sıklıkla karışır. Pediatrik acil servislerine yaklaşık olarak %1 oranında gelir. Senkop 10-12 yaşından önce sık değildir, ergen dönemde kızlarda oldukça sık görülür. Senkopta geçici serebral hipoperfüzyon, bilinç ve postural tonusun kaybı ve bunu takip eden spontan iyileşme vardır. Serebral kan akımında 8-10 saniye süren kesinti bilinç kaybına neden olur. Aynı zamanda yüksek merkezlerde iskeminin artması beyin sapında retiküler formasyonda inhibitör etkileri açığa çıkarır. Retiküler formasyonda nöronal deşarjlar olduğunda senkoplu hastaların yaklaşık %50’sinde yüz, gövde ve ekstremitelerde kısa tonik kasılmalar oluşur.Item Çocukluk çağında Kala-azar(Uludağ Üniversitesi, 2005) Günay, Ünsal; Baytan, Birol; Güneş, Adalet Meral; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim DalıVisseral leishmaniasis (VL) retikuloendotelial sistemi tutan yaygın bir enfeksiyon hastalığıdır. Hastalık dünyanın pek çok bölgesinde endemiktir. Uygun tedavi edilmediğinde, ilerleyici hastalık ölüme neden olur. Olguların %80’i beş yaş altındadır. Kuluçka döneminin uzun olması ve başlangıç bulgularının özgül olmaması nedeniyle çocuklarda tanı koymak güçtür ve çoğunlukla gecikir. Zoonotik bir enfeksiyon olan Kala-azar'ın ana rezervuarı köpek (tilki, çakal) ve kemiricilerdir. Etkenin insana geçişinde vektör enfekte dişi tatarcık sinekleridir (phlebotomus, yakarca). İnsanlarda Leishmania’ya bağlı üç ayrı klinik tip gelişebilmektedir; Visseral form (L.donovani, L.infantum, L.chagasi), Kutanöz form (L.tropica, L.donovani), Mukokutanöz form. İnfeksiyon etkeni ilk defa 1900 yılında Leishman tarafından bir hastanın dalağından ponksiyon yapılarak gösterilmiştir. Hastalığın bulguları 1903 yılında Donovan tanımlamış ve aynı yıl Ros, etkeni Leismania donovani olarak adlandırmıştır.Item Gastrointestinal sistem ve endokrinoloji(Uludağ Üniversitesi, 2005) Tarım, Ömer; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Çocuk Endokrinoloji Bilim DalıGastrointestinal traktusun normal çalışması birçok farklı hormon ve nöroendokrin maddenin uyumlu etkileşimine bağlıdır. Diğer taraftan karaciğer pek çok hormona yanıt veren bir organdır. Karaciğerin birçok metabolik işlevi hormonlarla kontrol edildiği gibi aynı zamanda birçok hormonun metabolizma ve klerens yeri de karaciğerdir. Bu nedenle gastrointestinal ve endokrin sistemlerin hastalıkları karşılıklı olarak birbirlerini etkiler. Ayrıca barsaklarda sentezlenen birçok hormon ve kimyasal haberci (messenger) gastrik boşalma, intestinal motilite, bilier ve pankreatik sekresyon, mukozal absorpsiyon ve sekresyon gibi olayların koordinasyonunda önemli rol oynarlar. Barsakların diffüz nöroendokrin sistemi olarak bilinen bu kimyasal haberciler, otonom sinir sistemi ile uyum içinde çalışan peptidler, prostaglandinler, lökotrienler, serotonin ve histamin gibi maddeleri içerir. Kolesistokinin gibi bazı gastrointestinal peptidlerin hem mukozadaki endokrin hücrelerde, hem de barsaklardaki sinir uçlarında bulunması hormonal ve nörolojik etkiler arasındaki ayırımı daha da güçleştirmektedir. Vazoaktif intestinal peptid (VİP) gibi bazı haberciler sinir uçlarında yerleşim gösterirler ve nörotransmitter olarak işlev yaparlar; fakat lokal dokulara veya kan dolaşımına salgılanarak parakrin ya da hemokrin fonksiyon da gösterebilirler.Item Anne sütünün immünolojik özellikleri(Uludağ Üniversitesi, 2005) Köksal, Nilgün; Aydoğdu, Handan; Şentürk, Ebru; Perçin, Kadriye; Özkan, Hilal; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim DalıAnne sütü tüm bebekler için özellikle prematüreler ve hasta yenidoğanlar için ideal bir besindir. Anne sütü içeriği bebeğin yaşına ve fizyolojik özelliklerine göre değişen en uygun besleyicidir. Anneler emzirme konusunda desteklenmelidir. Amerikan Pediatri Akademisi (AAP) term ve prematüre bebeklerin emzirilmesini teşvik eden bir politika izlemektedir. Bebeğe ilk besin olarak kolostrum verilmesi çok önemlidir. Bebeklere ilk 6 ay sadece anne sütü verilmeli, altıncı ayda ek gı- dalara geçilmelidir. Anne sütü verilmesine yaşamın ilk bir yılı boyunca devam edilmelidir. Anne sütünün temiz bir besin olması ve verilirken biberon gibi bir araç gerektirmemesi nedeniyle de kontaminasyon riski yoktur, yalnız anne sütü ile beslenen bebeklerde enfeksiyon görülme riski azdır. Term bebekler ve bazı preterm bebekler de doğumdan sonra emebilecek düzeydedir. Çoğu yüksek riskli, çok düşük doğum ağırlıklı bebek anne sütü alamaz. Bebek oral alabilecek düzeye gelene kadar anne sütü sağılarak verilmelidir. Bazı merkezlerde donör anne sütü bankaları, eğer anne sütü verilemeyecekse kullanılmaktadır. Anne sütünün içeriği; gestasyon yaşına, laktasyon sırasında ve annenin diyetine bağlı olarak değişir. Anne sütü, interlökin, laktoferrin, lizozim ve yüksek IgA içeriğine bağlı antienfektif özelliklere sahiptir. Anne sütü diarenin insidansını ve ağırlığını azaltır. Ayrıca antiinşamatuar ajanlar içerir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, anne sütü ile beslenen çocuklarda anne sütü almayanlara göre solunum yolları enfeksiyonları, orta kulak iltihabı, üriner sistem enfeksiyonu, menenjit gibi enfeksiyon hastalıkları daha az görülmektedir. Bir yenidoğanın matür bir immün sistemi yoktur ve efektif bir immün cevap oluşturamaz. Yenidoğanlar doğumdan önce plasenta yoluyla ve doğumdan sonra anne sütüyle aldıkları antikorlar vası- tasıyla kendi immün sistemleri gelişene kadar enfeksiyonlardan korunurlar. Bu antikorlar annenin dolaşımındaki antikorlar ile benzerdir ve annenin maruz kaldığı çevresel antijenlere karşı gelişmiştir. Bu nedenle anne dışındaki kişiler bebeğe mümkün olduğunca az dokunmalıdır. Yenidoğanlar özellikle solunum ve GIS mukozası yoluyla elde edilen enfeksiyonlara karşı hassastır, enfeksiyonların lokalizasyonu zayıftır ve basit enfeksiyonlar kolaylıkla yayılabilir.Item Çocuklarda dilate kardiyomiyopati(Uludağ Üniversitesi, 2005) Köse, Hülya; Çil, Ergün; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Kardiyoloji Bilim DalıDilate kardiyomiyopati, en sık görülen kardiyomiyopati tipi olup; günümüzde kalp nakli uygulanan hastaların önemli bir kısmını oluşturması açısından önemli bir sağlık sorunudur. Dilate kardiyomiyopati, sol veya her iki ventrikülün dilatasyonu ve azalmış kontraksiyonu ile karakterizedir. İdiopatik, genetik, viral, immün, toksik nedenli olabileceği gibi, mevcut miyokardiyal yüklenme veya iskemi bulguları ile açıklanamayacak düzeyde miyokardiyal disfonksiyon gösteren diğer kardiyovasküler hastalıklarda da görülebilir. İdiopatik dilate kardiyomiyopati vakaların %50’sini oluşturur ve 100.000’de 36,5 görülür. Çocuklarda yapılan bir çalışmada en sık dilate kardiyomiyopati yapan sebepler arasında %47 idiopatik, %12 miyokardit, %11 koroner arter hastalığı, %30 oranında diğer sebepler bulunmuştur. Başka bir çalışmada ise 2 yaşından önce tanı konan 24 hastanın %45’inde miyokardit, %25’inde endokardiyal fibroelastozis saptanmış, %20-30 arasında familyal olabileceği rapor edilmiştir. Çocuklarda görülen miyokardit epidemilerinin en sık nedeni koksaki B virüsüdür. Yapılan bir çalışmada koksaki B virüs antikorları dilate kardiyomiyopatili olgularda kontrollere göre daha yüksek bulunmuş, ancak bunların çoğunda endomiyokardiyal biyopsi ile aktif ya da geçirilmiş miyokardite ait bulgu saptanamamıştır.Item Pediatrik kanser hastalarında oral mukozit ve ağız sağlığı(Uludağ Üniversitesi, 2005) Çubukçu, Çiğdem Elbek; Tıp Fakültesi; Çocuk Diş PolikliniğiSitotoksik kemoterapi görecek veya kemoterapi almakta olan pediatrik kanser hastalarının ağız-diş sağlıklarının korunması, özel bir yaklaşım gerektirir. Pediatrik hastaların ağız-diş sağlığı, kemoterapinin sonuçlarını etkileyen önemli bir belirleyicidir. Pediatrik kanser hastalarında gelişen tüm septisemilerin üçte birinin oral enfeksiyonlara bağlı geliştiği bildirilmiştir. Bu nedenle, kemoterapiden önce ağız dokularının muayenesinin ve gerekli tedavilerinin, kanser hastalarında bakım protokollerinin bir parçası olması gerektiği ifade edilmektedir. Diş çürükleri, kötü ağız hijyeni, yaş, kendi kendine bakım becerilerinin yetersizliği ve beslenme durumu gibi faktörler, kemoterapinin ağız dokularındaki yan etkilerinin şiddetini değiştirebilmektedir. Diş ve diş eti hastalıklarının ve oral mukozitin varlığı, iletişim, beslenme, sosyal etkileşim, tad alma ve nefes alma gibi en temel yaşam aktivitelerini etkilemektedir. Gelişen yan etkilerin şiddeti, kemoterapinin kesilmesine veya ertelenmesine ve hastanede kalma süresinin uzamasına neden olmaktadır. Oral komplikasyonların insidansının ve ağız bakım yöntemlerinin pediatrik kanser hastaları üzerine etkisi, yeterince algılanmamaktadır. Bu hastalarda, oral mukozitin klinik bakım yöntemleri optimum değildir . Onkolojik tedavi ekiplerinde diş hekimlerinin katkıları olacaktır. Makalenin amacı, pediatrik kanser hastalarında, kemoterapiye bağlı oral mukozitin etiyolojisi, klinik bulguları ve insidansını azaltacak koruyucu ağız bakımı konusunda bilgi vermektir.Item Çocuklarda mental retardasyon(Uludağ Üniversitesi, 2005) Okan, Mehmet; Özdemir, Özlem; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Çocuk Nörolojisi Bilim DalıMental retardasyon; gelişim dönemlerinde ortaya çıkan, çevreye uyum ve davranışlardaki bozulma ile birlikte olan, genel zihinsel fonksiyonların ortalamanın anlamlı derecede altında olması şeklinde tanımlanabilir. Mental retardasyon zihinsel yeteneklerin yetersiz gelişimidir. Zihinsel yetenekler bir toplumda en yüksekten en düşüğe kadar bir devamlılık gösterdiğinden mental gerilikli grubu, normal gruptan kesin sınırlarla ayırt etmek güçtür. Yine de belirli alanları kapsayan testlerle, sayısal ölçülerle ayırım yapılmaya çalışılmaktadır. Bu sayede kişilerin kapasiteleri oranında eğitilmesini, kendisine, ailesine ve topluma yük olmadan verimli bir yaşam sürdürebilmesini sağlamak mümkündür. Çocuk hekimi, aileden sonra mental retardasyonu tanımak, önlemek, yol göstermek konumundadır. Mental retardasyon tıbbi, sosyal, eğitsel ve ekonomik olmak üzere çok yönlü bir problemdir. Bunlardan elde edilen sonuçlar akademik başarı konusunda ipucu vermekte, iş yaşamına yönelik yetenekleri göstermemektedir. Akademik başarı; görme, duyma, akılda tutma, soyut düşünce düzenleme, eğitim ve sözlü yetenek gibi özellikler gerektirirken, iş yaşamındaki başarı, el, göz koordinasyonu, sebep-sonuç ilişkileri ve kişilik özellikleriyle ilgilidir.Item Akut romatizmal ateş(Uludağ Üniversitesi, 2005) Semizel, Evren; Bostan, Özlem M.; Çil, Ergün; Tıp Fakültesi; Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı; Çocuk Kardiyoloji Bilim DalıAkut romatizmal ateş (ARA), grup A beta hemolitik streptokokal (GAS) farenjit sonrası ortaya çıkan sistemik bir hastalıktır. ARA, kalp ve kalp kapakcıkları üzerinde kronik ilerleyici hasara neden olabilir. Akut romatizmal ateş, 1960’lara kadar çocukluk çağı ölümlerinin ve yapısal kalp hastalıklarının başlıca nedeni olarak gösterilmekteydi. Hastalık yüzyıllardır bilinmektedir. Baillou (1538-1616), ilk kez artriti tanımlamış, Syndenham (1624-1668) ise koreyi tarişemiş, ancak bu bulguyu ARA ile ilişkilendirememişti. Charles Wells, 1812’de romatizma ile artriti ilişkilendirmiş ve ilk olarak subkutan nodülleri tanımlamıştır. Hastalığın tanısında önemli bir yeri olan Jones kriterleri ise 1944’te belirlenmiştir. Gelişmiş ülkelerde, antibiyotik kullanımı ile birlikte, ARA insidansında belirgin düşüş gözlenirken; gelişmekte olan ülkelerde, ARA’nın komplikasyonlarından olan, kronik romatizmal kalp hastalığı, halen, önemli bir halk sağlığı problemi olma özelliğini korumaktadır. Hastalığın prevalansı, gelişmekte olan ülkelerde, 24:1000 gibi yüksek değerlere ulaşmaktadır. ARA, multisistem bir hastalık olup, streptokokal enfeksiyonların en sık görüldüğü, 5 ila 15 yaş arasındaki çocuk ve adolesanlarda sıklıkla rastlanılmaktadır. Burada akut romatizmal ateşin etiopatogenezi, klinik bulguları, tanı yöntemleri, ayırıcı tanısı ve tedavisi gözden geçirildi.