2020 Cilt 46 Sayı 2
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/18590
Browse
collection.page.browse.recent.head
Item Siborg teknolojisi ve uygulamalarının tıp etiği açısından değerlendirilmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-25) Bulut, Filiz; Özkan, Gülten; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Tarihi ve Etik Ana Bilim Dalı; 0000-0002-3674-8294; 0000-0002-1679-0380Sağlık hizmetlerinde kullanılan tıbbi teknolojinin olanakları giderek genişlemektedir. Tıbbi teknolojinin hızlı gelişimi sayesinde günümüz tıbbında, insan vücudunun hemen her yerini değiştirme ve geliştirme olanağından sıkça söz edilir olmuştur. Protez uzuvlardan beyin içine implante edilen protezlere, kalp pillerinden kusma yetisine sahip plastik mideye, koklear implantlardan giyenin ne yapmak istediğini anlayabilen biyonik kol ve bacaklara uzanan birçok gelişme bulunmaktadır. Günümüz tıbbındaki bu gelişim çağının en önemli örneğini Siborg teknolojisi oluşturmaktadır. Kişisel duyularını, yeteneklerini geliştirmek amacıyla insan vücuduna kalıcı olarak yerleştirilmiş veya kalıcı olarak tutturulmuş elektronik bir cihaza sahip insan biçiminde tanımlanan Siborg, birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu teknolojinin en büyük riski olarak gelişmiş motor ve hesaplama yeteneklerine sahip bir sınıfı ortaya çıkarması ve bu sınıfa ait kişilerin yeteneklerinin genel popülasyonun ötesine geçmesi gibi etik ve hukuki boyutları açısından kaygı verici sorun alanları bulunmaktadır. Bu sorunları Tıp Etiği açısından değerlendiren bu çalışmada, Siborg teknolojisinin tıpta kendini tedavi edici bir hizmet alanı olarak sunduğu saptaması yapılmıştır. Bu durum sağlık hizmetlerinin boyutlarının dönüşümüne işaret etmektedir. Bununla birlikte bir tedavi edici hizmet alanı olarak Siborg uygulamalarının modern tıbbın içinde yer alması Tıp Etiği açısından da daha kabul edilebilir görünmektedir. Bu saptamadan hareketle Siborg uygulamalarının sağlık hizmetlerinin dönüşümüne olası etkileri tartışılmaya açılmakta ve Siborg uygulamalarına yaklaşımın nasıl olması gerektiği Tıp Etiği açısından değerlendirilmektedir.Item Mukozal bağışıklığın anahtarı ‘’M’' hücreleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-12) Dağdeviren, Tuğba; Saraydın, Serpil ÜnverVücuttaki lenfoid dokunun büyük bir kısmı bağırsaklarda bulunur. Burası aynı zamanda yabancı antijenlerin vücuda giriş çıkış yaptığı yerdir. Gıdasal patojenler, komensal bağırsak florası ve istilacı patojenler sindirim sistemi lümeninden vücuda girebilir. Bu patojenlere karşı oluşturulan mukozal bir tabaka engeli vardır. Bu mukoza tabakası, mukoza hücreleri, mikroflora ve bağışıklık sistemine ait hücreler tarafından çevrilmiştir. Mukozal bariyer, immunolojik ya da patojenik potansiyeli yüksek olan faktörlere karşı en önemli savunma mekanizmasıdır. Mukozal epitel içerisine yerleşmiş bağışıklık sistemi hücreleri olan M hücreleri, mukozal bariyerin en önemli bileşenlerinden biridir. T ve B lenfositler, makrofajlar ve bağırsakta bulunan diğer bağışıklık hücreleri ile sürekli etkileşim içindedirler. Bağırsak ilişkili lenfoid doku (GALT) insan vücudunun en büyük lenfoid dokusudur ve neredeyse bağışıklık sistemi hücrelerinin çoğunu barındırır. GALT yapısını Peyer plakları oluşturur. Lenf foliküllerinden oluşan GALT, antijene spesifik IgA üretip, mukozal yüzeye salgılayarak indüktif ve efektör bir fonksiyonla bağışık yanıt oluşmasını gerçekleştirir. Peyer plaklarında M hücresi tarafından alınan antijen, subepitelyal dom bölgesindeki dendritik ya da makrofaj hücreleri gibi antijen sunan hücrelere verilir. M hücreleri, bağırsak epitel bariyeri boyunca bağırsak boşluğundaki partiküllerin, makro ve mikromoleküllerin, mikroorganizmaların aktarımını gerçekleştirir. M hücrelerinin folikül ilişkili epitel ve kript epitelinde bulunan Lgr5+ kök hücrelerden köken aldığı bilinmektedir. M hücrelerinin bilinen en önemli özelliği, mukoza altında yer alan mukoza ilişkili lenfoid dokuya antijen sunmalarıdır. Böylece hem sistemik hem de mukozal immun yanıt oluşturarak mukozal bağışıklığın ilk basamağını gerçekleştirirler. Bu derlemede M hücrelerinin gelişimi, yapısal özellikleri ve fonksiyonları hakkında bilgiler verilmiştir.Item Nörodejeneratif hastalık araştırmalarında drosophila melanogaster modeli(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-10) Hazır, Cem; Bora, Gamze; Yurter, Hayat ErdemDrosophila melanogaster yaşam döngüsünün kısa olması, nükleotit dizisi bilinen küçük bir genoma sahip olması, insan hastalıklarına neden olan genlerin birçoğunun ortoloğunu bulundurması, temel hücresel olayların/sinyal yolaklarının korunmuş olması ve etik problem yaratmaması gibi önemli avantajları olan omurgasız bir canlıdır. Bu avantajlar sayesinde insan hastalıklarının modellenmesi mümkün olmuş ve patofizyolojilerin araştırılması, yeni genlerin ve genetik düzenleyicilerin tanımlanması, klinik çeşitlilik nedenlerinin açıklanabilmesi ve yeni tanı/tedavi geliştirme çalışmaları hız kazanmıştır. Bu derlemede Drosophila melanogaster’in model organizma olarak avantajları ve nörodejeneratif hastalıklarla ilişkili araştırmalarda kullanılmasına ilişkin bilgiler özetlenmiştir.Item İmmunoterapi ve radyoterapi kombinasyonu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-06-17) Sarıhan, Süreyya; Tıp Fakültesi; Radyasyon Onkolojisi Ana Bilim Dalı; 0000-0003-4816-5798İmmunoterapi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi ile birçok kanser türünde yanıt, yanıt süresi ve sağkalım açısından etkinliği kanıtlanmış bir tedavidir. Yanıt oranları %20 olup dirençli hastalarda immunoterapi ile sinerjik etki yaratan yeni tedavilere gereksinim vardır. Radyoterapi ile tümör hücrelerinden salınan antijenik uyarı tümörün bağışıklık sistemi tarafından daha kolay tanınmasını sağlayarak immunoterapinin tamamlayıcısı olabilir. Radyoterapinin, ışınlanan hedef dışındaki metastazlar üzerindeki sistemik etkisi “abscopal” etki olarak tanımlanmış olup immuno-radyoterapinin temel amacı “abscopal” etkiyi uyandırmaktır. İmmuno-radyoterapinin yanıt ve sağkalıma anlamlı katkısı öncelikle malign melanom ve akciğer kanserlerinde gösterilmiş olup diğer solid tümörlerde de gelecek vaat eden önemli bir tedavi yöntemi olarak görülmektedir.Item 66 yaşında kadın hastada yeni tanı ALCAPA sendromu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-09-02) Kerkütlüoğlu, Murat; Çelik, Enes; Öztürk, Bayram; Güneş, HakanSol koroner arterin pulmoner arterden (ALCAPA) anormal kökeni, nadir görülen doğuştan kalp anomalisidir. Genellikle klinik seyir; ileri sol kalp yetmezliği ve yaşamın ilk aylarında ortaya çıkan mitral kapak yetersizliğidir. Bununla birlikte, bazı durumlarda sağ koroner arterden oluşan kollateraller miyokard perfüzyonu için yeterlidir. ALCAPA'lı hastalarda aritmi veya erişkin yaşamda ani kalp ölümü ilk klinik başvuru olabilir. Göğüs ağrısı ve çarpıntı şikayetleri ile acil servise başvuran ve sol koroner arterde anormal köken saptanan 66 yaşında kadın hastayı sunmaktayız.Item Yeni tanı akut myeloblastik lösemide femur başı avasküler nekrozu benzeri görünüm(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-11) Turgutkaya, Atakan; Yavaşoğlu, İrfanAvasküler nekroz kemiğin vasküler yapısına veya direkt olarak kemik ve kemik iliği yapılarına hasarlanma sonucu oluşan ve kemik ve kemik iliği hücrelerinin ölümüne yol açan; sonuç olarak kısa sürede eklem destruksiyonuna yol açan bir durumdur. Hematolojik veya hematolojik olmayan sebepleri mevcuttur. Özellikle hematolojik malignitelerden akut lenfoblastik lösemi gösterilse de geç dönemde özellikle tedavinin bir komplikasyonu olarak akut myeloblastik lösemide de gözlenebilmektedir. AML’li olguların femur başı avaskuler nekrozu ile prezente olması çok nadir bir durumdur ve septik artritten ayrımı zordur.Item Pediyatrik kaudal anestezi uygulamalarının değerlendirilmesi: ulusal anket çalışması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-25) Topal, Ümit Hüseyin; Akesen, Selcan Yerebakan; Yavaşcaoğlu, Belgin; Tıp Fakültesi; Anesteziyoloji ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı; 0000-0002-9518-541X; 0000-0002-3980-4415Kaudal blok pediyatrik rejyonal anestezi pratiğinde çok sık kullanılan bir tekniktir. Ancak klinik pratikte kaudal blok uygulamaları hakkında çok az bilgi mevcuttur. Bu çalışmada Türkiye’de anestezistler tarafından yaygın olarak kullanılan kaudal blok ile ilgili; anestezistin deneyimini, uygulanan teknikleri, kullanılan ilaçları ve kaudal epidural kateter tekniğinin kullanım sıklığını değerlendirmeyi amaçladık. Anket çalışmasına, etik kurul onayı sonrası, 553 Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanı ve araştırma görevlisi katıldı. Formlar ilgili kişilere posta yoluyla veya elden iletildi. Katılımcıların büyük kısmı uzman anestezi doktoru olarak görev yapmaktaydı ve genelde 5 yıldan az pediyatrik anestezi deneyimine sahiplerdi. Sıklıkla 22- veya 24-gauge mandrenli kaudal iğne kullandıkları, kaudal epidural boşluğa dermoid doku implantasyonu riskinin yüksek olduğunu düşündükleri, aynı zamanda epidural aralığa yerleşimin doğrulanması için klinik belirteçleri kullandıkları saptandı. Lokal anestezik olarak sıklıkla % 0,125-0,25’lik bupivakain ve additif ilaç olarak çoğunlukla opioid kullandıkları, kaudal kateter kullanım oranının çok düşük olduğu ve asepsi yöntemi olarak genelde yalnızca eldiven kullanıldığı görüldü. Genellikle kaudal bloğun indüksiyon sonrası yapıldığı ve anestezi idamesinde inhalasyon anestezisi kullanıldığı, aynı zamanda kaudal bloğun en sık ürogenital operasyonlarda tercih edildiği saptandı. Sonuç olarak, pediyatrik anestezide kaudal bloğun güvenli olarak uygulanması için kullanılan teknik ve ilaçların değerlendirileceği uluslararası katılımlı çok merkezli çalışmalara gereksinim olduğu kanısına vardık.Item Mide kanserinde pozitif lenf nodu oranının prognostik önemi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-19) Müsri, Fatma Yalçın; Bilici, Ahmet Erkan; Eryılmaz, Melek Karakurt; Müsri, Özgür Cem; Tazegül, Gökhan; Işık, Selver; Kaplan, Muhammed AliBu çalışmada, evre 1-3 gastrik karsinomda (GK) metastatik lenf nodlarının toplam çıkarılan lenf nodu sayısına oranının (LNO) prognostik önemini değerlendirmeyi amaçladık. 2012-2019 yılları arasında opere edilen evre 1-3 GK’lı toplam 233 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Sağkalım eğrileri Kaplan-Meier yöntemi kullanılarak oluşturuldu. Medyan metastatik ve disseke lenf nodu sayısı sırasıyla 5 ve 27 idi, ortalama LNO 0.1 idi. Hastalar LNO <0.1 ve ≥0.1 olanlar olmak üzere iki gruba ayrıldı. Medyan LNO <0.1 ve ≥0.1 olan hastalarda medyan genel sağkalım 26.9 ay ve 76 ay idi (p <0.001). Tek değişkenli analizde cinsiyet, lenfovasküler invazyon (LVİ) ve perinöral invazyon (PNİ) medyan genel sağkalımda anlamlı bulundu (sırasıyla p=0.043, <0.001 ve <0.001). LNO ve LVİ, çok değişkenli analizde genel sağkalımın bağımsız prediktörleri olarak saptandı (sırasıyla p<0.01 ve 0.02). GK hastalarında artan LNO, opere edilen hastalarda azalmış genel sağkalım açısından prognostik bir öneme sahiptir. Bu nedenle, LNO, yetersiz lenf nodu diseksiyonu veya D1 diseksiyonu olan hastalarda patolojik nodal sınıflandırma yerine kullanılabilir.Item Yetmiş beş yaş ve üstü hastalarda kemik iliği değerlendirmesinin klinik yaklaşıma katkısı var mıdır?(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-14) Aytan, Pelin; Yeral, Mahmut; Koçer, Emrah Nazım; Boğa, CanYaşlı hastalarda, özellikle de orta/ileri yaşlılık olarak tanımlanan ≥75 yaş grubunda kemik iliği değerlendirmenin klinik uygulamalardaki yeri net değildir. Bu çalışmada ≥75 yaşındaki hastalarda yapılan kemik iliği biyopsi ve aspirasyon endikasyonlarının, sonuçlarının ve yapılan kemik iliği incelemesinin klinik yaklaşıma ve sonuçlara katkısının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Ocak 2014- Aralık 2018 yılları arasında kliniğimizde kemik iliği incelemesi yapılan tüm ≥75 yaş hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların klinik özellikleri ve laboratuvar kan değerleri, periferik yayma, kemik iliği aspirasyon ve biyopsi sonuçları, aldıkları tedaviler ve sağ kalımları değerlendirildi. Çalışmaya dâhil edilen 81 hastanın ortalama yaşı 80,4±4 yıldı (75-95). İşleme bağlı komplikasyon görülmedi. Sitopeniler en sık endikasyondu. Anemi %87,6 oranında görülürken, lökopeni %25,9 ve trombositopeni %50,6 oranında görülmekteydi. En sık konulan tanı miyelodisplastik sendromdu (MDS). Yine multipl miyelom, miyeloproliferatif hastalıklar ve non-Hodgkin lenfoma MDS’yi takip ediyordu. Aspirasyon ve biyopsi yüksek oranda uyum göstermekteydiler. Genel olarak tedavi alan hastalarda ortanca sağ kalım süresi 69 ayken, almayan grupta 35 aydı. Yine 2 yıllık genel sağ kalım tedavi alan hastalarda %57 iken, almayan hastalarda %41,7 idi. Sonuç olarak ≥75 yaş hastalarda, ileri yaşa özgü hematolojik ve bazı non-hematolojik hastalıkların tanısının konulması için kemik iliği incelemesi güvenle yapılabilir. Kemik iliği incelemesinin endikasyonları çocuk ve genç erişkinlerinkinden farklıdır. Bu incelemeyle tanısı konulan hastalıklarda uygulanan tedaviler ile sağ kalım artmaktadır. Bu nedenle endikasyon varlığında, tanının konulması ve uygun tedavinin başlanması yolu ile sağ kalımı arttırmak için kemik iliği incelemesi bu yaş grubuna önerilmelidir.Item Hemodiyaliz tedavisi gören diyabetik hastalarda ölçülen HbA1c değerlerindeki değişkenliğin sağkalım ile ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-07) Uysal, Cihan; Kır, Seher; Arık, NurolHemodiyaliz hastalarının yaklaşık üçte birini oluşturan diyabetik grupta sağkalım diyabetik olmayanlara kıyasla daha kısadır. Diyabetik hastalarda glukoz ve HbA1c değişkenliğinin artmasının, sağkalımı olumsuz yönde etkilediği gözlenmiştir. Çalışmamızda hemodiyaliz yapılan diyabetik hastalarda HbA1c ölçümlerindeki değişkenlik ile sağkalım arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmamızda Ocak 2006 ile Aralık 2014 tarihleri arasında en az bir yıl süreyle merkezimizde hemodiyaliz yapılmış ve en az dört adet HbA1c ölçümü olan diyabetik böbrek yetmezliği hastaları retrospektif olarak değerlendirildi. Her hasta için değişkenlik ölçütü olarak hemodiyaliz yapıldığı süreçte ölçülen HbA1c, hemoglobin ve glukoz ölçümlerinin standart sapma (SD) ve varyasyon katsayısı (CV) kullanıldı. Çalışmaya dahil edilen 38 hastanın (21E, 17K) yaş ortalaması 62,1±11,86 (24-81) yıl ve ortalama sağkalım süresi 67,4±40,6 ay olup 20’si (%52,6) hayatını kaybetmişti. Hastalarda ortalama hemoglobin 10,8±1,0 mg/dl, glukoz 87±68 mg/dl ve HbA1c %7,1±1,4’tü. Değişkenlik en fazla glukozda (%31,7) sonra HbA1c’de (%12,4) ve en az hemoglobindeydi (%10,6). Cox regresyon analizinde sağkalım süresiyle yaş, kronik böbrek hastalığı süresi, ortalama hemoglobin ve HBA1c ilişkili bulundu (p=0,036, p=0,001, p=0,001, p=0,001, sırasıyla). Hastaların HbA1c, glukoz ve hemoglobin ölçümleri için hesaplanan SD ve CV değerleriyle sağkalım süreleri arasında ilişki saptanmadı (p>0,05, her biri için). Hastalar HbA1c’ye göre iki gruba ayırıldı (Grup 1: <%8,5 ve grup 2: ≥%8,5). Sağkalım hızları Kaplan-Meier yöntemi kullanılarak değerlendirildi ve gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0,021). Elde ettiğimiz veriler diyabetik hemodiyaliz hastalarında artmış HbA1c ve azalmış hemoglobin değerlerinin mortalite riskinde artış ile ilişkili olduğunu fakat normal böbrek fonksiyonuna sahip diyabetik hastalardakinden farklı olarak HbA1c değişkenliğinin sağkalım süresi ile ilişkili olmadığını desteklemektedir.Item Kisspeptin’in gelişimsel döneme bağlı olarak dişi sıçanlarda medial preoptik bölgede in vitro noradrenalin salıverilmesi üzerine etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-08-07) Gül, Zülfiye; Büyükuysal, Rıfat Levent; Tıp Fakültesi; Tıbbi Farmakoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0003-0749-2426Üçüncü ventrikülün rostral periventriküler bölgesinde lokalize olan kisspeptin nöronlarının, ovulasyon öncesi LH salıverilmesinden sorumlu olan GnRH nöronlarının major stimülatörü olduğu son yıllarda yapılan çalışmalar ile ortaya konmuştur. GnRH salıverilmesinin bir diğer ana modülatörü ise noradrenerjik sistemdir. Kisspeptinerjik ve noradrenerjik nöronların medial preoptik bölgedeki (MPB) yerleşimleri çok yakınlık göstermekle birlikte, bu iki sistem arasındaki ilişkinin yapılacak çalışmalar ile aydınlatılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Yapılan bu çalışma gelişim dönemi farklı dişi Sprague Dawley sıçanların MPB’sinden hazırlanan beyin dilimleri kullanılarak kisspeptinin noradrenalin (NA) salıverilmesi üzerine direk etkisinin olup olmadığını ortaya koymak amacı ile yapılmıştır. Oksijenlenmiş Krebs solüsyonu içeren inkübasyon kuyucuklarına yerleştirilen dilimler preinkübasyon dönemi ardından 60 dakika boyunca kisspeptin (40 ve 400 μM) ile inkübe edildi. İnkübasyon periyodu sonrasında inkübasyon ortamı salınan NA düzeylerinin belirlenmesi amacıyla kullanıldı. Salıverilmenin Ca2+ ile ilişkisini incelemek amacıyla Ca2+’suz Krebs solüsyonu ve hücre dışı Ca2+ şelasyonu için 400 μM BAPTA kullanıldı. Prepubertal, adölesan ve yetişkin dişi sıçanların MPB’den elde edilen dilimlerin 40 ve 400 μM kisspeptin ile inkübasyonu prepubertal dönemdeki dilimlerden NA salıverilmesini etkilemezken, adölesan ve yetişkin sıçanlarda ise salıverilmenin anlamlı olarak arttığı gözlendi. Ca2+’un ortamdan uzaklaştırılmasının kisspeptin kaynaklı NA salıverilmesinde anlamlı bir düşüşe (p‹0.05) neden olması veziküler salım mekanizmasının ekstrasellüler Ca+2 iyonlarına bağımlı olduğunu göstermiştir. Kisspeptinin NA salıverilmesini direkt olarak uyarabildiğini gösteren bu bulgular, söz konusu peptidin NA salıverilmesi üzerinden GnRH salıverilmesini indirekt olarak modüle edebileceğini düşündürmektedir.Item Luteal fazda vajinal laktobasil desteğinin IVF/ICSI sikluslarında taze embriyo transferi uygulanan hastalarda implantasyon oranlarına etkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-07-09) Aslan, Kiper; Kasapoğlu, Işıl; Kuşpınar, Göktan; Avcı, Berrin; Uncu, Gürkan; Tıp Fakültesi; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-9277-7735; 0000-0002-1953-2475; 0000-0002-0338-8368; 0000-0001-8135-5468; 0000-0001-7660-8344Bu prospektif çalışmanın amacı IVF/ICSI sikluslarında taze embriyo transferi uygulanan infertil hastalarda luteal fazda vajinal laktobasil desteğinin implantasyon oranlarına etkisini araştırmaktır. Vajinal mikrobiyota ve infertilite ilişkisi günümüzde oldukça popüler bir araştırma konusudur ve yapılan çalışmalarda bozulmuş vajinal mikrobiyotanın infertil hastalarda gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkilediği bilinmektedir. Biz de bu sebeple çalışmamızda 88 infertil hastaya kontrollü ovaryan hiperstimülasyon sonrası oosit toplandığı gün vajinal 1x4 tablet vajinal laktobasil desteği sağlayarak, gebelik sonuçlarını laktobasil desteği uygulanmayan 88 kontrol hastası ile karşılaştırdık. Sonuçlarda grupların demografik verileri birbirine benzerdi. Ve çalışmanın birincil sonucu olan implantasyon oranları çalışma grubunda %38,6 kontrol grubunda %32,9 olarak bulundu. Sonuçlar kontrol grubunda daha yüksek olmasına rağmen istatistiksel olarak benzerdi. Çalışmanın sonucu olarak taze embriyo transferi yapılan infertil hastalarda luteal fazda laktobasil desteği sağlanmasının gebelik sonuçlarına etkisi gözlenmedi.Item Relapsing remitting multipl skleroz hastalarında ekstrakraniyal ve intrakraniyal venöz yapıların doopler sonografi, kraniyal mr venografi ve selektif venografi ile değerlendirilmesi ve sağlıklı kontroller ile karşılaştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-07-08) Öksüz, Emine Kaygılı; Taşkapılıoğlu, Özlem; Turan, Ömer Faruk; Hakyemez, Bahattin; Demir, Aylin Bican; Tıp Fakültesi; Radyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-6752-1519; 0000-0002-3425-0740; 0000-0001-6739-8605Son yıllarda Multipl skleroz (MS) etyolojisinde, internal juguler ven (IJV) ve/veya azigos venlerde venöz drenaj bozukluğu olarak tanımlanan kronik serebrospinal venöz yetmezliğin (KSSVY) etkili olduğu ileri sürülmektedir. Bu teori, MS etyopatogenezinde etkili olduğu düşünülen otoimmün teoriyi toptan yadsıması nedeni ile ciddi tartışmalar başlatmıştır. Bu teori ile, MS etyopatogenezine farklı açılardan bakılması nedeniyle ilgi çekmiş ve bununla ilgili birçok çalışma başlatılmıştır. Çalışmamızda Doppler sonografi (DS), kranial MR venografi (MRV) ve selektif venografi (SV) ile MS hastalarında KSSVY’nin varlığının tespiti, ekstrakraniyal-intrakraniyal venöz yapıların yapısal- fonksiyonel açıdan incelenmesi, sağlıklı kişilerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. 25 Relapsing Remitting MS hastasına DS, SV ve kraniyal MRV yapılırken, 20 sağlıklı kişiye kraniyal MR venografi ve Doppler sonografi yapıldı. Hastalarda DS’ de reflü varlığı açısından kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı idi (p<0,05 P=0,001). Kraniyal MRV’ de intrakraniyal venlerde morfolojik açıdan hasta ve sağlıklı grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Selektif venografide hastaların %72’sinde sağ IJV’de, %76’sında sol IJV’de, %12’sinde azigos vende %50 ve üzeri darlık saptanırken; hastaların %60 da sağ IJV de, %48 inde sol IJV de ve %16 sında ise azigos vende %75 ve üzeri darlık izlendi. Hastaların %44’ünde azigos vende anomali izlendi. Çalışmamızdaki MS hastalarında KSSVY görülme oranı %76 idi. Saptamış olduğumuz yüksek orandaki kolateral dolaşım varlığı, hastalarda saptadığımız reflünün bir göstergesi olabilir. Kontrol grubuna etik kurul selekktif selektif venografiye izin vermediği için normalde nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bu çalışmada sınırlı sayıda hasta grubunda bu teoriyi destekleyecek darlık bazı hastalarda gösterilmiştir. KSSVY’liğin MS hastasına özgü bir patoloji mi yoksa herkeste olabilecek fizyolojik bir varyasyon olup olmadığını söylemek mümkün değildir. Buna karar vermek için incelemeleri ilerletmek MS ve KSSVY arasındaki ilişkiyi ve/veya bunun MS belirtileri üzerindeki etkilerini saptamak için daha çok sayıda hastada yapılacak geniş çalışmalara ihtiyaç olduğu düşüncesindeyiz. Bu konuda daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.Item Geç başlangıçlı alzheimer hastalığı ve hepatosellüler karsinom ile ilişkili ortak moleküler yolakların ve anahtar biyobelirteçlerin biyoinformatik analizlerle araştırılması(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-07-08) Pirim, Dilek; Yılmaz, Ecem Buse; Fen Edebiyat Fakültesi; Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü; 0000-0002-0522-9432; 0000-0002-3486-7994Son zamanlardaki çalışmalarda Alzheimer hastalığı (AH) ve kanser arasında bir bağlantı olduğu ortaya konmuş fakat ortak mekanizmayı açıklayacak yeterince kanıt mevcut değildir. Bu bağlantıyı araştıran birçok çalışmada özellikle meme, prostat ve akciğer gibi kanser türleri ile AH arasında ters ilişki olduğu gösterilmekle beraber hepatosellüler karsinom (HCC) ve AH arasındaki ilişki henüz aydınlatılmamıştır. Bu çalışmada, geç başlangıçlı AH (LOAD) ve HCC ile ilişkili RNA dizileme (RNA-seq) verilerini biyoinformatik araçlarla analiz ederek iki hastalığın patogenezinde etkin olması muhtemel ortak moleküler yolakları, ortak diferansiyel olarak ifade olan genleri (DEG) ve aday anahtar miRNA’ları tespit etmeyi amaçladık. RNA-seq veri setleri NCBI-GEO veri tabanından alınarak GREIN web uygulaması ile analiz edildi. Ortak DEG’ler tespit edilerek, fonksiyon zenginleştirme analizleri NetworkAnalyst ile yapıldı. Network görselleştirme ve hub gen tespiti Cytoscape programı ile gerçekleştirildi. Hub genleri hedef alan miRNA’lar mirDIP veri tabanı ile belirlendi. Analiz sonucunda iki veri setinde ortak disregüle olan 33 DEG tespit edildi ve network analizinde iki hastalığın moleküler etiyolojisinde olası rolü olan ortak 5 hub gen (HLA-A, HLA-C, TRIM31, HLA-DQB2, HLA-DRB) belirlendi. Ortak DEG'lerin immun sistemle ilişkili moleküler yolaklarda ve biyolojik süreçlerde etkin olduğunu gözlemlendi. Ortak hub genlerin koregülasyonunda potansiyel düzenleyici rolleri olabilecek iki hastalıkla da ilişkili olduğu tahmin edilen birçok miRNA bulundu. Sonuçlarımız, her iki hastalık için risk değerlendirmesi ve ilaç geliştirme yaklaşımları için kullanılabilecek ortak moleküler mekanizmayı in silico kanıtlarla vurgulamaktadır.Item Birinci düzey travma merkezinde pediyatrik servikal travmaların tedavisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-07-02) Taşkapılıoğlu, M. Özgür; Ocak, Pınar Eser; Altınyuva, Oğuz; Doğan, Şeref; Tıp Fakültesi; Beyin ve Sinir Cerrahisi Ana Bilim Dalı; 0000-0001-5472-9065; 0000-0003-0132-9927; 0000-0002-3450-0471; 0000-0002-9733-241XPediatrik spinal yaralanmalar nadir görülen bir durumdur ancak bu hastaların tedavileri ile ilgili kesinleşmiş kriterler ortaya konulamamıştır. Bu çalışmada kliniğimizde Ocak 2010- Aralık 2019 tarihleri arasında takip ve tedavi edilen pediatrik hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışmamıza 23 hasta dahil edilmiştir. Hastaların 15 (%65.2) tanesi erkek, 8’i (%34.7) kadındı. Olguların büyük çoğunluğunun etiyolojisinde düşme ve trafik kazası (%73.9) vardı. 8 hastada fraktür, 11 hastada subluksasyon saptandı. Hastaların 17 tanesi konservatif olarak tedavi edilirken, 6 hasta cerrahi olarak tedavi edildi. Servikal spinal yaralanmalar çocukluk çağında tanı ve tedavi açısından özellik ve dikkat gerektiren bir durumdur. Bu durumun yönetiminde çocukluklar ile erişkinlerin arasındaki anatomik farkların iyi bilinmesi hayati önem taşır.Item Vücut geliştirme sporu yapan bireylerde alt ve üst ekstremite işlevsel performans düzeyi ile beden algısı arasındaki ilişkinin incelenmesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-06-10) Sevgili, Yener Emre; Sayaca, Çetin; Sağlık Bilimleri Fakültesi; Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü; 0000-0002-6731-1677Bu çalışma, vücut geliştirme sporu yapan bireylerde alt ve üst ekstremite işlevsel performans düzeyi ile beden algısı arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla planlandı. Çalışmaya vücut geliştirme sporu yapan, yaş ortalaması 25,00±3,18 yıl olan 30 sağlıklı erkek dâhil edildi. Çalışmaya katılan bireylerin demografik özellikleri kaydedildikten sonra alt ve üst ekstremite işlevsel performans düzeyleri ile beden algıları değerlendirildi. Üst ekstremite işlevsel performans düzeyi ile beden algısı değerleri arasında pozitif yönlü orta şiddette ilişki bulundu (r:0,489; p:0,006). Vücut geliştirme sporu yapan bireylerin üst ekstremite işlevsel performans düzeyi arttıkça beden algıları da artmaktadır. Üst ekstremite işlevsel performans düzeyi ile alt ekstremite işlevsel performans düzeyi ve vücut kütle indeksi (VKİ) değerleri arasında, alt ekstremite işlevsel performans düzeyi ile beden algısı ve VKİ değerleri arasında ise ilişki bulunamadı (p>0,05). Üst ekstremite işlevsel performans düzeyindeki artış beden algısını olumlu etkilerken alt ekstremite işlevsel performans düzeyi ile beden algısı arasında herhangi bir ilişki bulunamadı. Vücut geliştirme sporu yapan bireylerin beden algıları ayrıntılı değerlendirilmeli ancak vücut kısımları arasındaki dengeyi beden sağlığını ön planda tutulacak şekilde eğitim programları düzenlenmelidir.Item Behçet hastalarının uyku kalitesi, depresyon düzeyi ve etkileyen faktörler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-06-10) Araz, Can; Güner, Altuğ; Pehlivan, Seda; Pehlivan, Yavuz; Tıp Fakültesi; Romatoloji Bilim Dalı; İç Hastalıkları Hemşireliği Ana Bilim Dalı; 0000-0001-7220-0288; 0000-0002-1670-0672; 0000-0002-7054-5351Çalışma, Behçet hastalarının uyku kalitesi, depresyon düzeyleri ve etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla tanımlayıcı olarak yapıldı. Çalışmaya katılmayı kabul eden 44 Behçet hastası çalışmaya dahil edildi. Çalışmanın verileri, araştırmacılar tarafından hazırlanan “Hasta Bilgi Formu”, “Pitsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ)”, “Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ)”, Behçet Hastalığı Yaşam Kalitesi Ölçeği (BHYKÖ)” ve “Behçet Hastalığı Güncel Aktivite Formu” ile toplandı. Verilerin değerlendirilmesinde, Mann Whitney U ve Spearman korelasyon analizleri yapıldı. Hastaların yaş ortalamasının 37,38±8,33 yıl, %90,9'unun erkek ve hastalık süresi ortalamasının 7,54±4,72 yıl olduğu belirlendi. Genital ülseri olan hastaların PUKİ puanının anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı (p<0,05). Diğer tanımlayıcı özellikler açısından PUKİ, BDÖ, BHYKÖ puanları arasında anlamlı bir fark bulunmadı (p>0,05). Hastalık aktivite skoru ile PUKİ, BDÖ, BHYKÖ puanları arasında anlamlı ilişki olduğu belirlendi (p<0,05). Ayrıca üç ölçek arasında da anlamlı pozitif korelasyon olduğu görüldü (p<0,05). Behçet hastalarında hastalık aktivitesinin uyku kalitesi, depresyon düzeyi ve yaşam kalitesi açısından önemli bir belirleyici olduğu sonucuna varıldı. Hastalık aktivitesi kontrol altında tutularak Behçet hastalarının uyku kalitesi, depresyon düzeyi ve yaşam kalitesinin iyileştirilebileceği düşünülmektedir.Item Acil Serviste Yapılan Kan Transfüzyonları Acil Servis İşleyişini Etkiliyor mu?(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-06-03) Yüksel, Melih; Kaya, Halil; Atmaca, Suna Eraybar; Aygün, Hüseyin; Bulut, MehtapBu çalışmanın amacı acil serviste yapılan kan ve kan ürünleri transfüzyonlarının acil servis işleyişini etkileyip etkilemediğini araştırmaktır. 01.08.2019 ile 31.12.2019 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servisi’nde kan ve kan ürünü transfüzyonu yapılan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya alınan hastaların yaş, cinsiyet, yapılan transfüzyon türü ve sayısı, kan grubu, kan bekleme süresi, transfüzyon işlem süresi ve acil servisteki toplam kalış süresi değişkenleri kaydedildi. Toplam 227 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların %54,6’sı erkek olup ortalama yaş 63,86±17,81, ortalama hemoglobin (Hg) düzeyi 7,12±2,42 g/dL, ortalama kan bekleme süresi 6,44±3,02 saat, ortalama transfüzyon işlem süresi 3,54±3,45 saat, ortalama toplam acil serviste kalış süresi 10,13 ±4,00 saat olarak saptandı. Hastaların %74,0’ ünde anemi tanısı mevcut idi. Oneway Anova testi ile yapılan analizde acil serviste toplam kalış süresi ile hasta tanıları arasında anlamlı fark olduğu görüldü (F=4,235; p=0.001). Post hoc tukey testi ile farkın koagülasyon bozuklukları ile anemi (p=0.001) ve koagülasyon bozuklukları ile gastrointestinal sistem kanamalarından (p=0.013) kaynaklandığı saptandı. Acil endikasyonu olmayan kan ve kan ürünleri transfüzyonlarının acil servislerde yapılması acil servis yoğunluğuna ve hastaların bekleme sürelerinin uzamasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu işlemlerin acil servislerde yapılması acil servis işleyişini olumsuz yönde etkilemektedir.Item Psödosarkomatöz bir antite olarak sellüler schwannoma: ayırıcı tanıda potansiyel bir tuzak(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2020-05-28) Coşkun, Sinem Kantarcıoğlu; Sayar, Ayşe; Avcı, Özlem; Sungur, Mehmet Ali; Yalçınkaya, Ülviye; Tıp Fakültesi; Tıbbi Patoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-2097-7842Klasik schwannomalar periferik sinir kılıfından köken alan iyi sınırlı benign tümörlerdir. Tüm schwannomaların yaklaşık %5 kadarını sellüler schwannomlar (SS) oluşturur. Fasiküler patern, yüksek sellülarite ve mitotik aktivite varlığı bazı vakalarda yanlış değerlendirme sonucu malign olarak tanı alabilir. Bursa Uludağ Üniversitesi ve Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Laboratuarı arşivlerindeki 16 SS olgusu yeniden değerlendirildi. En sık görülen yerleşim yeri paravertebral/paraspinöz bölge olup bunu mediasten, ekstremiteler, gövde, adrenal bez ve dil takip ediyordu. İmmünohistokimyasal boyama uygulanan 15 vakanın tamamında S100 ile kuvvetli pozitivite görüldü. Ki 67 ile boyanma düşük-orta seviyelerde olup sellüler alanlarda %25’e varan ki 67 proliferasyon indeksi mevcuttu. SS tanısı bazen zorlayıcı olabilir ve histopatolojik özelliklerinin bilinmesi olası yanlış tanı ve gereksiz tedavileri önlemek açısından önemlidir. Bu çalışmada iki merkezin arşivlerindeki SS olgularının klinikopatolojik özelliklerinin incelenmesi ve literatür ile karşılaştırılması amaçlanmıştır.