Sağlık Bilimleri Yüksek Lisans Tezleri / Master Degree

Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/24

Browse

collection.page.browse.recent.head

Now showing 1 - 20 of 421
  • Item
    Meme kanserinde CRISPR/Cas9 yöntemi ile WWOX ve WBP2 genlerinin düzenlenmesinin tamoksifen direnci üzerine etkisinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-25) Bulut, Ebrucan; Çeçener, Gülşah; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıbbi Biyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0003-2520-1856
    Meme kanseri, farklı alt tipleri bulunan heterojen bir hastalıktır ve kadınlar arasında en sık görülen kanser türüdür. Tedaviye karşı gelişen direnç, etkin tedavi oluşturulmasında ciddi bir engeldir. Meme kanserlerinin yaklaşık %70'ini oluşturan östrojen reseptör pozitif (ER+) meme kanserli hastalarda, Tamoksifen tedavisi yaygın olarak kullanılır. Ancak, Tamoksifen'in yan etkileri ve gelişen ilaç direnci tedavideki önemli sorunlardır. Östrojen sinyalizasyonundaki düzensizliklerin tedavi başarısızlığına katkıda bulunduğu bilinmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda Hippo sinyal yolağındaki değişimlerin ilaç direnci gelişiminde rol oynadığı gösterilmiştir. Hippo yolağı, hücrenin kök hücre özelliklerini, apoptozu ve proliferasyonunu düzenler. WWOX geni, çeşitli kanserlerin ilerlemesinde rol oynayan bir tümör baskılayıcı gendir ve yüksek ekspresyonu etkin Tamoksifen tedavisi ile ilişkilidir. WWOX'un down regülasyonunun Hippo yolağıyla ilişkili Tamoksifen direncine neden olduğu düşünülse de WWOX'un ligandı WBP2’nin Tamoksifen direnciyle ilişkisi tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle mevcut çalışmada, WWOX ve WBP2 genlerinin Hippo sinyal yolağı ile ilişkisi incelendi. CRISPR/Cas9 gen düzenleme yöntemi kullanılarak MCF-7 ve tamoksifen dirençli MCF-7 hücre dizinlerinde bu genlerin Tamoksifen direncindeki potansiyel etkinliği araştırıldı. Ayrıca, WWOX ve WBP2'nin ER+ meme kanseri hastalarında Tamoksifen direnci için terapötik hedef ve prognostik biyobelirteç olma potansiyelleri değerlendirildi. Elde edilen bulguların, ER+ meme kanserinde Hippo yolağı ile ilişkili Tamoksifen direnç gelişim mekanizmasının anlaşılmasına ve etkin tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine katkı sağlayacağı öngörüldü.
  • Item
    Triple negatif meme kanseri hücre hattında immün hücre eşliğinde pantoprazol ve paklitaksel kombinasyonunun etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-09-03) Zorci, Tuba; Oral, Arzu Yılmaztepe; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; İmmünoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-4004-9437
    Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanser türüdür. Triple negatif meme kanseri (triple negative breast cancer, TNBC) agresif doğası gereği kemoterapiye direnç geliştirebilmektedir. Bunun altında yatan sebeplerden biri de tümör mikroçevre (tumor microenvironment, TME) asitliğidir. Bu engeli aşabilmek için V-ATPaz gibi asit salgılamada görevli pompaları inhibe eden proton pompası inhibitörleri (PPI) kullanılarak daha etkili bir tedavi seçeneği olabileceği düşünülmüştür. Bu tezde bir TNBC hücre hattı olan EMT6 ile splenosit (SPL) hücreleri ko-kültürüne, meme kanserinde en sık kullanılan kemoterapi ilaçlarından biri olan paklitaksel (PTX) ve bir PPI olan pantoprazol (PPZ) birlikte uygulanmıştır. Hücrelerin canlılığı 3- (4,5-dimethylthiazol-2-yl)-2,5-diphenyltetrazolium bromide (MTT) metodu ile değerlendirilmiştir. Çalışmamız sonucunda EMT6 hücreleri üzerine uygulanan PPZ’nin PTX’in toksik etkisini artırmadığı ancak SPL hücrelerine uygulandığında ise proliferasyonuna yol açtığı gözlenmiştir. Bunun yanısıra, PPZ ile PTX kombine olarak SPL’lere uygulandığında PPZ’nin, PTX’in SPL’ler üzerindeki toksisitesini azalttığı saptanmıştır.
  • Item
    Mikroglia ve T lenfosit etkileşimlerinin meme kanseri beyin metastazındaki rolü
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-08) Özalp, Elif; Ermiş, Diğdem Yöyen; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; İmmünoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-3324-7195
    Meme kanseri, akciğer kanserinden sonra beyin metastazının en sık görüldüğü birincil kanser tipidir. Deneysel metastaz modellerine bakıldığında dolaşımdaki meme tümörü hücreleri akciğer, karaciğer beyin ve kemiğe metastaz eğilimi gösterir. Bu metastatik yönelim faklı mekanizmalar ile açıklanmaya çalışılsa da halen belirsizliğini korumaktadır. Makrofajlar doğuştan gelen immünitedeki en önemli bileşenler olup, metastatik süreçlerde de direkt etkili hücre grubudur. M2 tip regülatör makrofajların tümörün gelişmesi, anjiyogenez ve metastazında direkt etkili olduğu raporlanmışolmala beraber, doku yerleşik makrofajların bu süreçteki rolleri halen bilinmemektedir. Bu tez çalışmasında beyindeki yerleşik makrofaj alt-grubu olan mikroglialar vemonosit kökenli makrofajların meme kanserindeki fenotipik ve fonksiyonel farklarını araştırdık. Bu kapsamda N9 ve BV-2 mikroglial hücre hatları; Raw 264.7 monositik kökenli makrofaj hücre hattı; primer fare mikroglia hücreleri EMT6 ve 4T1 meme kanseri hücre hatları kullanıldı. Meme kanseri ve makrofaj hücreleri farklı koşullar altında ko-kültür edilerek canlılık ve metabolizma (MTT yöntemi ve PI boyama), Thücre yanıtları (CFSE yöntemi), invazyon kapasiteleri (scratch assay), ko-stimülatör belirteç değişimleri (akım sitometri) değerlendirildi. Mikroglial hücrelerin bazal seviyede farklı düzeylerde ko-stimülatör belirteç düzeyine sahip olduğu ve özellikle monositik kökenli makrofajlara göre (Raw 264.7)oldukça yüksek düzeylerde ko-inhibitör belirteç düzeyine sahip olduğu görüldü. N9hücrelerinde PD-L2, BV-2 hücrelerinde ise PD-L1 düzeyinin daha baskın olduğu görüldü. BV-2 hücrelerinin hem T hücre yanıtlarını çok güçlü şekilde baskılayabildiği, hem de ilginç bir şekilde tümör hücre invazyon kapasitesini (EMT6) engellediğigörüldü. 4T1 hücrelerinden salgılanan faktörler ile (4T1 CM), N9 hücreleri PD-L2düzeylerini arttırırken, BV-2 hücreleri PD-L1 düzeyini azalttı. Raw 264.7 ise, PD-L2molekül ekspresyonu açısından N9; PD-L1 açısından ise BV-2 gibi bir davranış sergiledi. EMT6 CM ile ise, N9 hücrelerinde CD86 düzeyleri artarken, CD80 düzeyleri azaldı. Elde edilen sonuçlar doğrultusunda momositik makrofajların ve doku yerleşik makrofajlardan mikroglia hücrelerinin meme kanserinde farklı davranış sergiledikleri ve özellikle ko-stimülatör belirteçler üzerinden etki gösterebildikleri belirlenmiştir. İleri doğrulama deneyleri (primer mikroglia etkileşimi ve in vivo çalışmalar) yapılarak mikrogliaların meme kanseri beyin metastazındaki pro- ve/veya anti-kanser etkinlikleri ve mekanizması aydınlatılabilecektir.
  • Item
    Yaşlılarda müzik uygulamalarının depresyon ve anksiyete üzerine etkileri: Sistematik derleme ve meta analiz çalışması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-17) Yüksek, Emine; Kafa, Sezer Erer; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Tıp Tarihi ve Etik Ana Bilim Dalı; 0009-0006-1351-9209
    Yaşam süresinin uzaması ve doğurganlığın azalmasıyla, nüfus içinde yaşlıların oranı artmakta ve dünya genelinde demografik olarak nüfus yaşlanmaktadır. Nüfus yaşlandıkça, yaşlı insanlar sağlık ve sosyal bakım bütçesinin daha büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Yaşlanmayla beraber depresyon ve anksiyete prevalansı artmakta ve bu yaşlıların yaşam kalitesini azaltmaktadır. Yaşlıların yaşam kalitesini arttırabilecek ve depresif belirtilerine azaltabilecek, maliyet etkin, güvenilir müdahalelere ihtiyaçvardır. Bu da tıp tarihi içinde önemli bir yeri olan müzik terapiyi akıllara getirmektedir. Bu çalışmanın amacı, yaşlılarda müzik uygulamalarının depresyon ve anksiyete üzerine etkinliğinin tıp tarihi içindeki değişimini, farklı ülke ve bölgelerde yayınlanmış araştırmalar özelinde inceleyerek analiz etmektir.Yapılan tez çalışması, sistematik derleme ve meta analiz çalışması olarak planlandı ve müzik terapinin, yaşlılıkta görülen depresyon ve anksiyete üzerindeki etkisini araştırmak için belirlenen anahtar kelimeler kullanılarak, EBSCOhost, PubMed, Proquest, Science-Direct, Ovid LWW- Medline, ULAKBİM TR Dizin, YÖK Tez Merkezi ve Wiley Online Library veri tabanları kullanılarak taramalar gerçekleştirildi. Taramalar sonucunda yedi çalışma sistematik derlemeye dahil edildi ve dahil edilen çalışmalardan uygun bulunan beş çalışmanın depresyon değişkeni üzerinden meta analizi yapıldı. Çalışmalarda kullanılan ölçeklerin farklılıklar teşkil etmesi sebebiyle, anksiyete değişkeni için meta analiz yapılamadı. Yapılan sistematik derlemede elde edilen çalışmalar, müzik terapinin, yaşlılarda görülen depresyon ve anksiyete düzeylerinde düşüşlere sebep olduğunu gösterdi. Yapılan meta analiz sonucunda ise müzik terapinin yaşlılarda görülen depresyon düzeylerindeki düşüşlere sebep olduğu bulundu.
  • Item
    Bursa bölgesinde yetiştirilen saanen keçilerin döl verimi özelliklerinin ve çevre faktörleriyle ilişkilerinin belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-06-28) Berthe, Mariam; Üstüner, Hakan; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Veterinerlik Zootekni Ana Bilim Dalı; Yok
    Bu araştırma, Bursa Bölgesinde yetiştirilen Saanen keçilerin döl verimi özelliklerinin ve çevre faktörleriyle ilişkilerinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır. Bursa Uludağ Üniversitesi Veteriner Fakültesi Hayvan Sağlığı, Hayvansal Üretim, Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde yetiştirilen keçilerin tohumlama, gebelik, doğum verileri (2018-2022) 5 yıl kaydedilmiştir. Sabah ve akşam arama tekeleriyle kızgınlıklar takip edilmiş ve kızgınlık gösteren keçiler bir bölmede damızlık tekelerle elde sıfat yöntemiyle tohumlanmaları sağlanmıştır. Tohumlama kayıtları olarak tohumlama tarihi, tohumlayan teke numarası ve tohumlanan keçi numarası kaydedilmiştir. Gebelikler yıllara göre değişmekle birlikte ultrason yardımı ya da diğer sikluslarda arama tekeleri yardımıyla kontrol edilmiştir. Doğum döneminde doğum kayıtları alınmıştır. Bu kayıtlar oğlağın numarası, anne ve baba numarası, cinsiyeti, doğum tipi ve doğum ağırlığıdır. Verilerin değerlendirilmesi SPSS istatistik programında Generel Linear Model (GLM) kullanılarak yapılmıştır. Bu araştırmada doğum ağırlığı tek doğan oğlaklarda 3.259,34 ±64,53 g, çoklu doğan oğlaklarda ise 3.011,97±25,75 g bulunmuştur. Ayrıca çalışmanın farklı yıllarında doğum ağırlıkları; I. yılında 3.176,17±60,04 g, II. Yılında 2.813,85±44,39 g. ve III. yılında ise3.353,40±50,02 g olarak bulunmuştur. Araştırmanın IV. ve V. yıllarında sırasıyla3.050,00± 53,98 g ve 2.971,34±51,52 g tespit edilmiştir. Bu çalışmada erkek oğlakların doğum ağırlığı 3.130,12±36,18 g, dişilerin ise 2.988,51±32,95 g tespit edilmiştir. Genel olarak doğum ağırlığı ortalaması Saanen oğlaklarda 3.063,01±24,82g bulunmuştur. Araştırmanın tek doğum oranı, çoklu doğum oranı, yaşama gücü, ölüm oranı ve bir batındaki yavru sayısı sırasıyla %39, %61, %72, %28 ve 1,7 olarak tespit edilmiştir. Saanen keçilerin döl verimi ve doğum ağırlığı özellikleri yönünden bu ırkın orijin aldığı yetiştirme bölgelerinde ve diğer ülkelerdeki döl verim özellikleri ile karşılaştırıldığında; ırkın Bursa bölgesinde de benzer performansı gösterdiği söylenebilir.
  • Item
    Gıda güvenliği tutumu ve mikroplastik farkındalığının sosyal medya kullanımı ile ilişkisinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-19) Bilici, Hatice; Yıbar, Artun; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Veterinerlik Fakültesi; Besin Hijyeni ve Teknolojisi Ana Bilim Dalı; 0009-0005-0599-9786
    Bu çalışmanın amacı, gıda güvenliği tutumu ve mikroplastik farkındalığının sosyal medya kullanımı ile ilişkisini incelemektir. Bu bağlamda, dijitalleşme çağında gıda güvenliği ve mikroplastik konularına daha fazla dikkat çekmek ve doğru bilgiye erişimi sağlamak hedeflenmiştir. Bu çalışmada, Marmara bölgesinde yaşayan ve 18-65 yaş aralığındaki sosyal medya kullanıcıları üzerinde yapılan bir araştırma kullanılmıştır. Veri toplama süreci, çeşitli sosyal medya platformları üzerinden duyurularak çevrim içi anketler aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Anket formu, gönüllü bireylerin genel durumunu değerlendirmek amacıyla dört sorudan oluşan "Kişisel Bilgi Formu", sosyal medyakullanımını incelemek için dokuz sorudan oluşan "Kısa Sosyal Medya Kullanım Bozukluğu Ölçeği Erişkin Formu", mikroplastik farkındalık durumunu değerlendirmek için 14 sorudan oluşan "Mikroplastik Kirliliği Farkındalık Ölçeği", gıda güvenliği tutumunu değerlendirmek için 12 sorudan oluşan "Gıda Güvenliği Tutum Ölçeği" içermiştir. Veri analizi sürecinde, tanımlayıcı değerler ve normal dağılım göstermeyen değişkenlerin karşılaştırılmasında Mann-Whitney U testi, üç veya daha fazla kategorisi bulunan değişkenlerin analizinde ise Kruskal-Wallis testitercih edildi. Gıda güvenliği, mikroplastik farkındalığı ve sosyal medya kullanımı arasındaki ilişkilerin derinlemesine analizi için ise spearman korelasyon analizi, Mann Whitney U Testi ve Kruskall Wallis H Testi gibi non-parametrik testler uygulanmıştır. Kadın katılımcılar, gıda güvenliği konusundaki algılarında erkeklere göre anlamlı derecede daha yüksek bir seviyede bulunmuştur (Z = -3,792, p < 0,001).Eğitim seviyesi açısından, gıda güvenliği algısında anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Ancak ilkokul, ortaokul ve lise mezunlarının gıda güvenliği algısı, lisans ve lisansüstü mezunlarından anlamlı derecede daha düşük bulunmuştur. Yaş grupları açısından, mikroplastik algısı ve sosyal medya kullanımında anlamlı farklılıklar tespit edilmiştir. Özellikle 46-55 yaş grubunda sosyal medya kullanımında anlamlı bir artış gözlemlenmiştir (Z = -2,858, p = 0,005). Bu çalışmanın sonucunda, gıda güvenliği, mikroplastik algısı ve sosyal medya kullanımı arasındaki ilişkileri incelemiştir. Elde edilen bulgular, gıda güvenliği politikalarının ve mikroplastikle mücadele stratejilerine destek olacaktır. Ayrıcasosyal medyanın bu konulardaki rolünün daha detaylı şekilde incelenmesi ve anlaşılması için yeni araştırma alanları açabilir. Bu bilgiler, gelecekteki araştırmaları ve politika oluşturma süreçlerini yönetmede rehberlik edecektir.
  • Item
    Kasaplık sığırlarda Campylobacter varlığının ISO 10272-1: 2017 ile belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-23) Gürler, Fatma; Eyigör, Ayşe Gül; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Veterinerlik Besin Hijyeni ve Teknolojisi Ana Bilim Dalı; 0009-0008-0215-7016
    Kasaplık sığırlarda güncel termofilik Campylobacter prevalansının belirlenmesinin hedeflendiği bu çalışmada, Bursa’da faaliyet gösteren 2 yüksek kapasiteli kombina ve 1 belediye mezbahasından Kasım 2023 - Mart 2024 tarihleri arasında, 5 aylık dönemde, 4 parti halinde örnekleme yapıldı. Alınan 61 adet karkas svap ve 61 adet sekal içerik olmak üzere toplam 122 örnek, termofilik Campylobacter varlığı yönünden ISO 10272-1:2017 standart metodu gerekliliklerine uyularak analiz edildi. Örnek tipi göz önünde bulundurulmaksızın genel prevalansın %40,16 (49/122) olduğu, örnek tipine göre değerlendirildiğinde ise sığır karkaslarının %42,62(26/61)’sinin, sekal içeriklerin %37,70 (23/61)’inin bu patojeni taşıdığı belirlendi. Biyokimyasal identifikasyon sonucunda, izolatların %67,35 ’inin C. jejuni,%14,29’unun C. coli, %4,08’inin C. jejuni subsp. doylei ve %2,04’ünün C.hyointestinalis olduğu bulundu. İzolatların %10,20’sine canlandırılamaması nedeniyle identifikasyon yapılamazken, %2,04’ü ise identifiye edilemedi. Karkas izolatlarının%57,69’u C. jejuni, %26,92’si C. coli, %3,85’i C. jejuni subsp. doylei ve %3,85’i C.hyointestinalis olarak identifiye edildi. Sekal içerik izolatlarının ise %78,26’sı C.jejuni, %4,35’i C. jejuni subsp. doylei olduğu belirlendi. Sonuç olarak, kasaplık sığırlarda termofilik campylobacterlerin oldukça yüksek oranda bulunması, kanatlı hayvan etleri yanı sıra kırmızı etin de bu etken yönünden önemli bir kaynak oluşturabileceğini göstermektedir. Zoonotik potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda, güncel Campylobacter prevalans bulgularımızın, özellikle kırmızı et endüstrisi olmak üzere ulusal/uluslararası literatüre tarafsız veri oluşturacağı düşünülmektedir.
  • Item
    Depresyon tanısı olan ve depresyon tanısı olmayan bireylerde kişilerarası duyarlılık ve ilişkilerle ilgili bilişsel çarpıtmaların ilişkisi: Erken dönem uyumsuz şemalar ve psikolojik sağlamlık aracı rolü
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Topalalioğlu, Sabriye; Akkaya, Cengiz; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi Psikiyatri (Klinik Psikoloji Erişkin) Ana Bilim Dalı; 0009-0003-7164-8621
    Bu çalışma depresyonun kişilerarası duyarlılık ve ilişkilerle ilgili bilişsel çarpıtmalar arasındaki ilişkisini incelemektedir. Ayrıca kişilerarası duyarlılığın ve ilişkilerle ilgili bilişsel çarpıtmaların depresyon üzerindeki etkisinde erken dönem uyumsuz şemaların ve psikolojik sağlamlığın aracı rolünü araştırmaktadır. Bu kapsamda araştırmanın örneklemini depresyon tanısı almış ve depresyon tanısı almamış kişiler oluşturmaktadır. Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğine ayaktan başvuran, 18-65 yaş aralığında, depresyon tanısı almış 112 kişi araştırmanın klinik grubunu oluşturmaktadır. Daha önce herhangi bir psikiyatrik tanı almamış, 18-65 yaş aralığındaki 109 kişi çalışmanın sağlıklı grubunu oluşturmaktadır. Çalışma kapsamında sağlıklı gruptaki katılımcılara sağlıklı grup demografik bilgi formu, Beck Depresyon Envanteri, İlişkilerle İlgili Bilişsel Çarpıtmalar Ölçeği, Young Şema Ölçeği Kısa Form-3 ve Kısa Psikolojik Sağlamlık Ölçeği çevrimiçi form aracılığıyla uygulanmıştır. Klinik gruptaki katılımcılara klinik grup demografik bilgi formu ve aynı ölçekler hastanede yüz yüze uygulanmıştır. Analiz sonuçlarına göre tüm ölçek toplam puanları iki grup arasında anlamlı bir şekilde farklılaşmaktadır. Klinik ve sağlıklı grupta kişilerarası duyarlılığın ve ilişkilerle ilgili bilişsel çarpıtmaların depresyon üzerindeki etkisine bazı erken dönem uyumsuz şema alanlarının aracılık ettiği bulunmuştur. Psikolojik sağlamlık, kişilerarası duyarlılığın ve ilişkilerle ilgili bilişsel çarpıtmaların depresyon üzerindeki etkisine sağlıklı grupta aracılık etmezken klinik grupta aracılık etmiştir. Bu sonuçlara göre düşünce sisteminin, olayları algılama ve yorumlama biçimlerinin kişinin psikolojik sağlığını etkilediği görülmektedir. Ayrıca erken dönem yaşantılarının psikopatoloji gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu da görülmektedir. Klinik grupta psikolojik sağlamlığın aracı rolünün bulunması, psikopatolojilerde bu kavramın önemine dikkat çekmektedir.
  • Item
    Algılanan helikopter ebeveynlik tutumu ile anksiyete düzeyi ve depresif belirtiler arasındaki ilişki: Öz yeterlik ve duygu düzenlemenin aracı rolü
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Bannayeva, Almaz; Sarandöl, Aslı; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi Psikiyatri (Klinik Psikoloji Erişkin) Ana Bilim Dalı; 0009-0003-0109-9428
    Bu çalışmanın amacı, algılanan helikopter ebeveynlik tutumu ile anksiyete ve depresyon düzeyi arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkide öz yeterlik ve duygu düzenleme becerilerinin aracı rolünü incelemektir. Çalışma örneklemini 18-30 yaş aralığında 212 öğrenci oluşturmaktadır. Katılımcılara “Kişisel Bilgi Formu”, “Algılanan Helikopter Ebeveyn Tutum Ölçeği”, “Genel Öz Yeterlilik Ölçeği’, “Duygu Düzenleme Becerileri Ölçeği” ve “Depresyon, Anksiyete ve Stres Ölçeği” çevrimiçi form aracılığıyla sunulmuştur. Elde edilen verilerin analizinde SPSS 25,0 ve AMOS 24,0programlarından yararlanılmıştır. Analizlerin sonucunda, algılanan helikopter ebeveyn tutumları ve bazı alt boyutları ile anksiyete ve depresyon düzeyleri arasında olumlu yönde anlamlı ilişkiolduğu saptanmıştır. Aracılık analizi sonuçları, algılanan helikopter anne tutumu ve etik ve ahlaki konularda helikopterlik alt boyutu ile anksiyete ve depresyon arasındaki ilişkiye öz yeterlik, duygu düzenleme becerileri ve duygu düzenleme becerilerinin bazı alt boyutlarının aracılık ettiğini göstermektedir. Korelasyon bulguları incelendiğinde, helikopter ebeveynlik tutumları arttıkçaanksiyete ve depresyon düzeyinin arttığı gözlemlense de, aracılık analizi sonuçları, öz yeterlik ve duygu düzenleme becerilerinin geliştirilebildiği durumlarda bu psikopatolojilerin ortaya çıkma riskinin azaltılabileceğini düşündürmektedir.
  • Item
    Mononükleer lökositlerin trombosit fonksiyonları ve hemostaz üzerine etkilerinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-19) Gürel, Öznur; Sağdilek, Engin; Ermiş, Diğdem Yöyen; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Fizyoloji Ana Bilim Dalı; 0009-0008-9427-311X
    Hemostaz, dokuda meydana gelen hasarı onarma sürecinde meydana gelen ilk tepki olmakla beraber öncelikle trombositlerin, ardından diğer hücre gruplarının etkileşimiyle ve çeşitli moleküllerin aracılığıyla ilerleyen kompleks bir olaydır. Bu süreçte trombositler, birçok görev üstlenir. Trombositlerin, dolaşımdan zedelenen doku alanına adezyonu, granül içeriklerinin salınımı, agregasyonu, fibrin ağının ve hemostatik tıkacın oluşumu, yara iyileşmesi ve immün hücrelerin zedelenen dokuyagöçünü sağlamak gibi önemli görevleri vardır. Trombositler hemostaz sürecinde mononükleer hücreler ile heterotipik etkileşimler kurmaktadır. Çalışmamızda mononükleer hücrelerin hemostaz sürecine etkisini değerlendirmek amacıyla, tüm hemostaz sisteminin gözlemlendiği tromboelastogram ve trombosit agregasyonunun hücre düzeyinde izlendiği optikagregometre cihazları kullanılmıştır. Mononükleer hücrelerin kandan ayrıştırıldıktan hemen sonra (0. saat) ve LPS ile uyarılmadan ve uyarılarak bekletildiği 22 saat sonrası değerlendirmeler yapılmıştır. Trombositten zengin plazma (TZP) üzerine eklenen mononükleer hücre gruplarının ADP ve kolajen ile uyarılan trombosit agregasyonunaetkisi ve kalsiyum eklenerek normal koagülan durumun yeniden sağlandığı tromboelastogram parametrelerine etkisi araştırılmıştır. Tromboelastogram deneyleri, LPS ile uyarılarak ve uyarılmadan, 22 saat inkübe edilen mononükleer hücre gruplarının hiperkoagülan etki gösterdiğini ortaya koymuştur. Trombosit agregasyonunun hücre düzeyinde değerlendirildiği optik agregometrede, LPS ile uyarılarak ve uyarılmadan, 22 saat inkübe edilen mononükleer hücre gruplarının agregasyonu inhibe ettiği gözlemlenmiştir. Agregometrede trombositlerin inhibe olması, tromboelastogramda ise hemostazınaktive olması birbirine tezat sonuçlar olarak görünmektedir. Bu etkinin agregasyon çalışmalarındaki antikoagülan ortamdan kaynaklanabileceği, tromboelastogramda iseortama kalsiyum eklenmesinin normal fizyolojik koşulları daha iyi yansıttığı düşünülebilir.
  • Item
    Granülositlerin hemostaza etkilerinin optik agregometre ve tromboelastogram ile incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-19) Özer, Fatma; Sağdilek, Engin; Ermiş, Diğdem Yöyen; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Fizyoloji Ana Bilim Dalı; 0009-0009-9936-0703
    Doğal bağışıklık sistemi hücrelerinden olan granülositler, sitoplazmalarındaki granül tiplerine ve çekirdek yapılarına göre diğer lökositlerden ayrılırlar. Sitoplazmalarındaki granüllerin boya alma özelliğine göre nötrofil, eozinofil ve bazofil olarak 3 gruba ayrılırlar. Hemostaz; damar duvarında bir hasar meydana geldiğinde kan akışını engellemeden kanın damar dışına çıkmasını engelleyerek damar bütünlüğünü sağlayan fizyolojik bir süreçtir. İmmünotromboz terimi ile pıhtılaşma aktivasyonunun doğuştan gelen bağışıklık sisteminin fonksiyonuna yardımcı olduğu, bağışıklık sistemi bileşenlerinin detromboza katkıda bulunduğu belirtilmektedir. Bu çalışmada lökosit alt gruplarındangranülositlerin hemostaz üzerine etkileri optik agregometre ve tromboelastogram ileçalışılmıştır. Tam kandan elde edilen granülositler ayrıştırıldıktan hemen sonra (0. saat [G-0]) ve 4 saat boyunca uyarılmadan (G-4) ve lipopolisakkarit ile uyarılarak [G(+)-4] inkübeedildikten sonra deneyler gerçekleştirildi. Agregometrede trombositten zengin plazmaüzerine granülosit eklendi. ADP, kolajen ve epinefrin ile agregasyon uyarılarak trombosit agregasyonu gözlemlendi. Maksimum agregasyon değerleri kontrol grubuna göre değerlendirildi. Tromboelastogram deneylerinde ise trombositten zengin plazmaya granülositeklenerek, Ca+2 varlığında hemostaz süreci gözlemlendi. Değerler kontrol grubunagöre değerlendirildi. 0. saat agregometre deneylerinde granülositler, kontrol grubuna göre ADP ve kolajen ile uyarılan agregasyonlarda maksimum agregasyon değerlerini anlamlı olarak azalttı. Ne granülositlerin 4 saat inkübasyonu ne de LPS ile uyarılmaları, ADP, kollajen ve epinefrin ile uyarılan agregasyonlar üzerinde fark göstermedi. Tromboelastogram deneylerinde 0. saat ve uyarılmayan granülositler hemostaz parametrelerine etki etmezken uyarılan granülositler hemostazı aktive etmiş vehiperkoagülan bir durum oluşturdu. Granülositlerin trombosit agregasyonunu inhibe ederken, uyarıldıklarında hemostazı arttırmaları yöntemler arası farklılıkları ön plana çıkarmanın yanısıra granülositlerin aktivasyon durumlarının da önemli olduğunu göstermektedir.
  • Item
    Üridinin analjezik etkisinde kolinerjik reseptörlerin rolü
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-07-07) Şehzade, Sevda; Kahveci, Nevzat; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Fizyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0003-2452-790X
    Ağrı, günlük hayatı olumsuz etkileyen ve vücutta yolunda gitmeyen bir durum olduğunu bildiren sağlık sorunudur. Ağrı eşiğinin kişiden kişiye değişmesi, teknolojinin sürekli gelişim içerisinde olması, analjeziklerin yan etkileri standart bir ağrı tedavisine engeldir. Bu nedenle, çalışmamızda üridinin akut termal ve mekanik nosisepsiyon üzerinde olası analjezik etkisi ve kolinerjik sistemin bu etkideki rolünün incelenmesi amaçlanmıştır. Sprague Dawley erkek sıçanlar kullanılarak çalışma; doz ve deneysel olmak üzere iki aşamada gerçekleştirilmiştir. Doz çalışmasında; intraperitoneal (i.p.) olarak salin ya da 0,1; 0,5; 1 veya 2 mmol/kg üridin uygulamasını takiben 1., 2., 3. ve 4. saatlerde termal ağrı eşiği Tail Flick, Hot Plate ve Plantar Testleri ile, mekanik eşik von Frey Testi ile değerlendirilmiştir. Etkin doz ve zamanın belirlenmesinin ardından deneysel çalışmada; salin veya üridin uygulanmasını takiben 2 saat sonra atropin (5 mg/kg; i.p.) veya mekamilamin (1 mg/kg; i.p.) uygulanmış ve 30 dk sonra termal ve mekanik testler yapılmıştır. Sonuçlar, sıçanlar arasındaki farklılıkları gözeten maksimum olası etkinin yüzdesi (%MPE) cinsinden verilmiştir. Üridinin 1 mmol/kg dozunda verildiği sıçanların en yüksek %MPE değerlerine sahip olduğu, bu dozun özellikle 2. saatte anlamlı antinosiseptif etki sağladığı gözlenmiştir. Kolinerjik sistemin belirlenen analjezideki rolü değerlendirildiğinde hem nikotinik (nAChR'leri) hem de muskarinik (mAChR'leri) asetilkolin reseptörleri inhibisyonunun %MPE değerlerini anlamlı olarak düşürdüğü, dolayısıyla analjezik aktivitede rolü olduğu belirlenmiştir. Ancak nAChR'lerine nazaran mAChR'lerinin, bu analjezide daha etkili olduğu saptanmıştır. Üridinin i.p. uygulamasının akut ağrıda doza bağlı bir analjezik etkiye neden olduğu görülmüştür. Üridinin endojen bir madde olması dolayısıyla minimum düzeyde yan etkiye sahip olabileceği düşünüldüğünden akut ağrının tedavisi için alternatif bir yaklaşım olabileceği öngörülmektedir.
  • Item
    Sıçan in vivo prematür ovaryan yetmezliği modelinde ovaryan mekanik uyarılmanın foliküler aktivasyona etkisi; intraovaryan iğne ve plateletten zengin plazma (PRP) enjeksiyonunun karşılaştırmalı analizi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-17) Kurt, Gizem; Avcı, Berrin; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0001-5828-610X
    Tez çalışmasının amacı, infertilite nedenlerinden biri olan prematür ovaryan yetmezlik (POI) olgularında, kontrollü ovaryan hiperstimülasyon (KOH) protokolü öncesi intraovaryan mekanik uyarma ve intraovaryan PRP enjeksiyonu uygulamasının hippo sinyal yolağı üzerinden ovaryan foliküllerin gelişimi üzerindeki etkisinin ve mekanizmasının karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesidir. Deneysel POI modeli oluşturmak, intraovaryan enjeksiyonlar ve KOH protokolü uygulamak amacıyla 45 adet dişi Sprague-Dawley cinsi sıçan 7 farklı gruba ayrıldı. Denekler üzerinde 15 gün boyunca subkutan olarak tek doz 4-VinilsikloheksenDiepoksit (VCD, 160 mg/kg/gün) enjeksiyonu ile POI modeli oluşturuldu. VCD enjeksiyonları ardından intraovaryan olarak; cerrahi yolla açma kapama, boş iğne ile mekanik uyarma, PRP ve SF enjeksiyonları yapıldı ve sonrasında KOH protokolü uygulandı. Deneklerin sakrifikasyonu ile eksize edilen ovaryum dokularında, H&E boyaması ile histomorfolojik değerlendirmeler; ELISA yöntemi ile serum AMH ve TAZ, NAIP, CTGF konsantrasyon tayinleri gerçekleştirildi. VCD enjeksiyonları sonucunda deney gruplarında, ovaryan foliküllerden primordiyal folikül ve primer folikül sayılarında azalma, atretik folikül sayılarında artma, AMH konsantrasyonunda azalma, hippo sinyal yolağı proteinlerinin ekspresyonlarında istatistiksel olarak anlamlı farklar görüldü. Bu çalışmada, sıçan deneysel POI modelinde KOH protokolü öncesi uygulanan intraovaryan PRP enjeksiyonu hippo sinyal yolağının bozulmasında serum fizyolojik enjeksiyonuyla benzer etki gösterdi. Primordiyal foliküllerin aktivasyonunda dokuiçine mekanik uyarılma ile PRP enjeksiyonunun etkilerinin benzer olması ve hipposinyal yolağı proteinleriyle folikül aktivasyon düzeylerindeki uyumsuzluk mekanik uyarılmaya bağlı folikül artışında farklı mekanizmaların araştırılması gerekliliğini gösterdi.
  • Item
    Dehidroepiandrosteron ile indüklenen sıçan polikistik over sendromu modelinde Phoenixin-14 peptidinin ovaryum morfolojisi üzerine etkileri
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-12) Berber, Miray; Yurtseven, Duygu Gök; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0003-3017-7352
    Polikistik Over Sendromu (PKOS), üreme çağındaki kadınların üreme ve endokrinsistemlerini etkileyen heterojen metabolik bozukluklardan biridir. Phoenixin (PNX),hipotalamusta üretilen ve hipofiz gonadotropları üzerinde doğrudan etki göstererek üremenin regülasyonunda görev alan bir nöropeptiddir. Çalışmamızda dehidroepiandrosteron (DHEA) ile indüklenen polikistik over sendromu (PKOS) sıçanmodelinde, Phoenixin-14 peptidinin PKOS kaynaklı olası fertilite değişikliklerine karşı ovaryum dokusu üzerindeki iyileştirici etkinliğinin gösterilmesi amaçlandı.30 adet yetişkin dişi sıçan; kontrol, sham, PKOS, PNX-14 (2,5 nmol), PNX-14 (5nmol) ve PNX-14 (30 nmol) şeklinde 6 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna herhangi birişlem uygulanmadı. Sham grubuna 0,01 ml %95 etanol ve 0,09 ml susam yağı karışımı subkutan olarak verildi. PKOS modeli, 6 mg/100 g vücut ağırlığı dozunda 21 gün boyunca subkutan DHEA uygulamasıyla oluşturuldu. PNX-14 dozları iseintraperitoneal olarak uygulandı. Deneklere ait doku ve kan örnekleri biyokimyasal, moleküler, histolojik ve immünohistokimyasal açıdan incelendi. PKOS grubu deneklerin östrus siklusu döngülerinin bozulduğu ve vücut ağırlıklarının istatistiksel olarak arttığı belirlendi. Biyokimyasal parametrelerden serum folikül stimülan hormon (FSH), estradiol (E2) ve progesteron (PRG)düzeylerinin azaldığı, luteinizan hormon (LH) : FSH oranları ile testosteron (T)seviyelerinin arttığı tespit edildi. Tedavi gruplarının, deneklerin östrus sikluslarınıdüzelterek, serum seviyelerini kontrole yaklaştırdığı gözlendi. PCNA proteinekspresyonları bakımından tüm gruplar değerlendirildiğinde, PKOS grubundaki ekspresyon seviyelerinin kontrol ve sham gruplarına göre azaldığı, sadece 5 nmol’lükPNX-14 doz grubundaki etkinin anlamlı olduğu bulundu. İmmünohistokimyasal veriler de bu bulguyu destekledi. Histomorfolojik analizler sonucunda, DHEA etkisiyle bozulan folikülogenezin PNX-14 peptidinin farklı dozları ile düzelebileceği saptandı. Sonuç olarak, DHEA kaynaklı PKOS sıçan modelinde ovaryum dokusunda meydana gelen histopatolojik değişikliklerin, PNX-14 peptidinin teröpatik etkisi ileiyileştirilebileceği bulundu. PKOS kaynaklı anormal folikülogenez ve anovulasyonda, PNX-14 peptidinin gelecekte PKOS tedavisi için kullanılabilecek potansiyel bir hedef olabileceğini düşünmekteyiz.
  • Item
    Anoreksijenik peptit sentezleyen nöronlarda östrojen reseptör ekspresyonunun immünohistokimyasal olarak belirlenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-08) Coşkan, Nergis; Eyigör, Özhan; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0001-9129-3352
    Dişilerde üreme fonksiyonu besin alımı ile yakından ilişkilidir çünkü dişilerde üreme fonksiyonu yüksek enerji kullanımı gerektirir. Phoeniksin (PNX), R-Spondin1 (RSPO-1) ve R-Spondin 3 (RSPO-3) besin alımını baskılayan anoreksijenik peptitlerdir ve hipotalamusta yerleşik nöronlar tarafından sentezlenir ve salgılanır. Östrojen ise metabolizma ve enerji homeostazında rol oynayan, ovaryumdan salgılanan önemli bir hormondur. Nükleer reseptör protein ailesine ait ER-α, ER-βve GPER olmak üzere üç tip reseptörü vardır. Bu çalışma anoreksijenik peptitsentezleyen nöronların periferik östrojen sinyalini almak için ER-α ve/veya ER-βreseptörlerini eksprese edip etmediğini ve östrojenin miktarına göre reseptör miktarındaki değişiklikleri saptamayı amaçlamıştır. Bu amaçla, Phoeniksin, RSPO-1 ve RSPO-3 nöronları ile ER-⍺, ER-β kolokalizasyonu, yüzen kesitlerde ikiliimmünohistokimyasal tekniği kullanılarak araştırılmıştır. Çalışmada erişkin 200-250g Wistar türü sıçanlar kullanılmıştır. ER-⍺, ER-β içeren Phoeniksin, RSPO-1 veRSPO-3 nöronlarının tüm Phoeniksin, RSPO-1 ve RSPO-3 nöronları içerisindeki oranı hesaplanmıştır. Ventromedial çekirdekte Phoeniksin nöronlarındaki ER-⍺ için proöstrus ve ovariektomi grupları arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Supraoptik çekirdekte RSPO-3 nöronlarındaki ER-β için proöstrus ve ovariektomi grupları arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Ayrıca hipotalamusta östrojen reseptörlerini eksprese eden Phoeniksin, RSPO-1 ve RSPO-3 nöronların yüzdesi proöstrus ve ovariektomi grupları arasında karşılaştırıldığında ovariektomi grubunda ER-⍺ ve ER-β arasında istatiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Ancak proöstrus grubunda bulunamamıştır. Sonuç olarak Phoeniksin, RSPO-1 ve RSPO-3 nöronlarında ER-⍺ ve ER-β literatürde ilk defa gösterilmiş olup bu nöronların aktivitesini ER-⍺ ve ER-β üzerinden etkileyebileceği düşünülmüştür.
  • Item
    Sıçanlarda sistemik inflamasyon modelinde A vitamini ve balık yağından zengin beslenmenin ovaryum dokusu üzerine etkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-03) Usta, Çiğdem; Ersoy, Semiha; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-3923-2875
    Ovaryumlarda farklı yolaklar üzerinden gelişen inflamatuar olgularda nutrisyonel desteklerin araştırıldığı çalışmalar bulunmakla birlikte literatürde A vitamini ve balıkyağı kombinasyonuna rastlanmamıştır. Bu çalışmada lipopolisakkarit (LPS) ile indüklenen inflamatuar hasar sonrasında A vitamini ve omega-3 kaynağı olan balıkyağından zenginleştirilmiş beslenme şartlarının sıçan ovaryum dokusu üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlandı. Çalışmada kullanılan Wistar albino dişi sıçanlar: (1) A Vitamini + LPS Grubu, (2) Omega 3 + LPS Grubu, (3) Kombine Yem + LPS Grubu, (4) LPS Grubu ve (5) Kontrol Grubu olarak beş gruba ayrıldı. Sıçanlara 7 gün 0,5 mg/kg/gün LPS intraperitoneal olarak uygulandı. Sonrasında 28 gün süre ile zenginleştirilmiş içerikli beslenmeler uygulandı. Deneklerden alınan ovaryum dokularının hematoksilen-eozin ile boyanmış parafin kesitlerinde histopatolojik ve morfometrik değerlendirmeler gerçekleştirildi. Kan örneklerinde ELISA ile serum TNF-α düzeyleri çalışıldı. Uygulanan LPS’nin sıçan ovaryumunda kronik inflamasyona neden olduğu histolojik ve biyokimyasal olarak gösterildi. Ayrıca folikül gelişimini olumsuz yönde etkilediği, atrezik ve kistik folikül oluşumuna neden olduğu görüldü. A vitamini veomega-3’ten zengin kombine diyetin tekli kullanımlarına göre inflamasyonu baskılamada, atrezik ve kistik folikül gelişimini azaltmada daha etkili olduğu saptandı. Sonuç olarak; nutrisyonel A vitamini ile balık yağının kombinasyon formunda kullanımının ovaryumların inflamatuar olgularında destek tedavi seçeneği olarak kullanılabileceği düşünüldü.
  • Item
    Prematür ovaryan yetmezliği modelinde asprosinin folikül gelişimine etkisinin araştırılması
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-12) Adalı, Bahar Pomak; Minbay, F. Zehra; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Histoloji ve Embriyoloji Ana Bilim Dalı; 0000-0002-0338-8368
    Prematüre over yetmezliği (POI), hipoöstrojenik ve hipergonadotropik amenore ile karakterize, 40 yaşından önce bireylerin normal yumurtalı kfonksiyonlarını kaybettiği, subfertilite/infertilite ile sonuçlanan patolojik birdurumdur. Günümüzde kullanılan hormon replasman tedavisinin, ovaryum fonksiyonlarını normale döndürmede yetersiz kalması ve kanser riski gibi yan etkileri nedeniyle alternative tedavi arayışları sürmektedir. Beyaz yağ dokusunda eksprese edilen adipokinlerin dişi ve/veya erkek bireylerde fertilite üzerinde etkilerinin olduğu bilinmektedir. Asprosin, glukojenik ve oreksijenik etkili bir adipokindir. “Asprosin, dişifertilitesini olumsuz etkileyen POI’de azalmış ovaryan rezervini, ovaryum folükülllerinin gelişimi uyararak arttırır” hipotezinin test edilebilmesi için planlanan bu çalışmada, asprosinin POI’de azalan ovaryum rezervini ve bozulan ovaryan folükül gelişimini etkileyip etkilemediğinin gösterilmesi amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda 4-vinilsikloheksen diepoksit (VCD) ile oluşturulan POI sıçan modelinde asprosinin etkisi, histolojik, immünohistokimyasal ve biyokimyasal yöntemlerle değerlendirildi. 60 günlük deneklere, 8 hafta boyunca intraperitonealyolla asprosin (500 ng/kg/gün) ya da serum fizyolojik verildi. 1. ,15. ve 71. Günlerde alınan kan örneklerinde serum AMH ve östrojen konsantrasyonları ölçüldü. Deneklerin ovaryumlarından hazırlanan ve hematoksilen-eosin ile PCNA ile boyanan kesitlerde ovaryan foliküller sayıldı, granülosa hücre proliferasyonu değerlendirildi. Biyokimyasal bulgular, POI oluşturulan deneklere göre AMH ve östrojen konsantrasyonlarının asprosin uygulanması ile anlamlı olarak yükseldiğini; histolojikve immünohistokimyasal bulgular ise asprosinin, primordial foliküllerin yanı sıragelişmekte olan folikül sayılarında ve granülosa hücrelerinin proliferasyonunda anlamlı artışa neden olduğunu gösterdi.Sonuç olarak çalışmamız, asprosinin, primordial foliküllerin aktivasyonuna neden olarak over rezervini ve folikül gelişimini olumlu yönde etkilediğini gösterdi. Bu bağlamda çalışmamızın asprosinin, primordial foliküllerin aktivasyonunu vefolikül gelişmini etkileyen çeşitli faktörlerin ve mekanizmalar üzerindeki araştırılacağı yeni çalışmalara öncülük edeceğini düşünmekteyiz.
  • Item
    Üniversite öğrencilerinde yeme davranışının bilinçli farkındalık ve anksiyete ile ilişkisi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-29) Mutlu, Sezen Tunca; Eker, Salih Saygın; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Psikiyatri (Klinik Psikoloji Erişkin) Ana Bilim Dalı; 0000-0003-4629-8669
    Bu çalışmanın amacı; üniversite öğrencilerinin yeme davranışının, bilinçli farkındalığa yatkınlık ve anksiyete düzeyi ile aralarındaki ilişkiyi incelemektir. Bunun yanı sıra, katılımcıların yeme davranışları, bilinçli farkındalığa yatkınlıkları ve anksiyete düzeylerinin, sosyodemografik değişkenlere bağlı olarak farklılaşıp farklılaşmadığını saptamaktır. Araştırma örneklemi, psikoloji lisansı 2. ve 3. sınıfta okuyan toplam 87 katılımcıdan oluşmaktadır. Araştırmada katılımcıların demografik bilgilerini edinebilmek amacıyla ‘Demografik Bilgi Formu’, yeme davranışlarının belirlenmesi için ‘Yeme Alışkanlıkları Anketi (DEBQ)’, bilinçli farkındalık düzeylerinin saptanması için ‘Bilinçli Farkındalık Ölçeği (BİFÖ)’, anksiyete düzeylerinin belirlenebilmesi için ise ‘Beck Anksiyete Envanteri (BAE)’ uygulanmıştır. Araştırmada elde edilen sonuçlara göre, Yeme Alışkanlıkları Anketi’nin duygusal ve dışsal yeme alt boyutu ile Bilinçli Farkındalık Ölçeği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardır. Ayrıca Yeme Alışkanlıkları Anketi ile Beck Anksiyete Envanteri arasında pozitif yönlü anlamlı bir ilişki bulunurken Bilinçli Farkındalık Ölçeği ile Beck Anksiyete Envanteri arasında negatif yönlü anlamlı bir ilişki bulunmaktadır.
  • Item
    Anksiyete ve yaşantısal kaçınma arasındaki ilişkide duygusal öz yeterlik ve öz eleştirel ruminasyonun aracılık rollerinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-07-09) Turan, Şevval Beyza; Kırlı, Selçuk; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Tıp Fakültesi; Psikiyatri Ana Bilim Dalı; 0009-0002-6539-6651
    Bu çalışma, anksiyete ve yaşantısal kaçınma arasındaki ilişkiye duygusal özyeterlik ve öz eleştirel ruminasyon faktörlerinin aracılık etkisi olup olmadığını araştırmak amacıyla yapılmıştır. Anksiyete ve yaşantısal kaçınma arasındaki ilişkiyi ortaya koyan birçok çalışma mevcuttur ve alan yazında bu iki değişkenin birbirinden etkilenebildiği ifade edilmiştir. Anksiyete ve yaşantısal kaçınma arasındaki ilişkininaraştırılması anksiyete bozukluklarının tedavisi için önemlidir. Bu araştırmada, bu iki değişken arasındaki ilişkiye duygusal öz yeterlik ve öz eleştirel ruminasyonun aracılık etkileri incelenmiştir. Araştırmaya, Türkiye’de yaşayan ve yaş ortalaması 34,03 olan (SS=12,108)165’i kadın 103’ü erkek olmak üzere toplam 268 kişi katılmıştır. Katılımcılar, araştırmaya gönüllü olarak katıldıklarını beyan ettikten sonra Demografik bilgi formunu doldurmuşlardır. Katılımcılara sırasıyla Beck Anksiyete Ölçeği, Çok Boyutlu Yaşantısal Kaçınma Ölçeği – 30, Öz Eleştirel Ruminasyon Ölçeği ve Duygusal Öz Yeterlik Ölçeği uygulanmıştır. Verilerin analizi için SPSS paket programı ve PROCESS macro eklentisi kullanılmıştır. Yapılan analizlerde duygusal öz yeterliğin anksiyete ile inkar/baskılama arasında kısmi aracı ve anksiyete ile sıkıntıya katlanma arasında tam aracı rolü olduğu görülmüştür. Öz eleştirel ruminasyonun ise anksiyete ile erteleme arasında tam aracı, anksiyete ile sıkıntıdan hoşlanmama arasında tam aracı ve anksiyete ileinkar/baskılama arasında kısmi aracı rölü olduğu bulunmuştur. Elde edilen sonuçların anksiyeteyle ilgili literatüre ve pratiğe katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Bu sonuçlar, anksiyete ve yaşantısal kaçınma arasındaki ilişkiyi duygusal öz yeterlik ve öz eleştirel ruminasyon aracılığıyla açıklamaya katkı sağlamaktadır. Araştırmadan çıkarılan sonuçlar ifade edilmiş ve alan yazın ışığında tartışılmıştır.
  • Item
    Periferik intravenöz kateter uygulamasında kullanılan farklı nonfarmakolojik yöntemlerin işlem süresi, ven görünürlüğü ve ağrı şiddetine etkisinin incelenmesi
    (Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-05-29) Yılmaz, Esra; Yılmaz, Dilek; Sağlık Bilimleri Enstitüsü; Hemşirelik Ana Bilim Dalı; 0009-0001-6862-9601
    Bu araştırmanın amacı, yetişkin bireylerde periferik intravenöz kateterizasyon uygulaması öncesinde girişim bölgesine yapılan lokal sıcak, soğuk ve vibrasyon uygulamalarının ven dolgunluğu, uygulama süresi ve ağrı şiddeti üzerine etkisiniincelemektir. Araştırma randomize kontrollü tek kör bir araştırmadır. Mart- Ağustos 2023tarihi arasında 120 birey randomize edilerek çalışma gruplarına atandı. Periferikintravenöz katerizasyon bölgesine 1 dakika boyunca bir uygulama grubuna (n=30) lokal sıcak uygulama, bir uygulama grubuna (n=30) lokal soğuk uygulama, bir uygulama grubuna (n=30) ise Buzzy® cihazı aracılığıyla soğuk uygulama yapılmadan sadece lokal vibrasyon uygulandı. Kontrol grubuna (n=30) standart periferik intravenöz katerizasyon uygulaması yapıldı. Grupların ven dolgunluğu Ven Derecelendirme Skalası ile katerizasyon sırasında hissedilen ağrı düzeyi ise Görsel Kıyaslama Ölçeği üzerinde değerlendirildi. Soğuk uygulama grubunun, sıcak ve vibrasyon uygulama gruplarına göre ven dolgunluğunun anlamlı derecede yüksek ve uygulama süresinin kısa olduğu, kontrol grubu, sıcak ve vibrasyon uygulama gruplarına göre ise ağrı şiddetinin anlamlı derecede düşük olduğu bulundu (p<0.05). Sıcak uygulama, vibrasyon uygulama ve kontrol grupları arasında ven dolgunluğu, uygulama süresi ve ağrı şiddeti bakımından herhangi anlamlı bir farkın olmadığı görüldü (p>0.05). Periferik intravenöz kateterizasyon bölgesine 1 dakika boyunca uygulanan lokal soğuk uygulamanın, ven dolgunluğunu arttırdığı, uygulama süresini kısalttığı ve işlem ağrısını azalttığı belirlendi. Hemşireler, acil servis ünitelerinde periferikintravenöz kateterizasyon uygulamasında kısa süreli lokal soğuk uygulamayı kullanabilirler.