2024 Cilt 23 Sayı 1
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/40661
Browse
Browsing by Title
Now showing 1 - 14 of 14
- Results Per Page
- Sort Options
Publication Adam Smith’te etik-iktisat ilişkisi ya da Adam Smith’in iktisadî liberalizminin etik temelleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-03-20) Akdemir, FerhatHiç kuşkusuz Adam Smith önemli bir iktisat teorisyenidir ve literatürde genellikle iktisadi liberalizmin öncü ve kurucu ismi olarak anılır. Lakin o sadece bir iktisatçı değil, aynı zamanda bütünlüklü bir sosyal teorisyendir. Dolayısıyla onun iktisat teorisinin etik bir temele dayandığı yadsınamaz. Ne var ki, hayatta iken yayımladığı iki önemli eseri Ahlaki Duygular Kuramı ve Milletlerin Zenginliği’nde birbiriyle çelişen iki farklı insan doğası tasarımı geliştirdiği, bu nedenle sosyal teorisinde bir tutarsızlığa düştüğü sıklıkla ifade edilir. İddiaya göre Ahlakî Duygular Kuramı’nda sempati üzerine kurulu bir etik sistem inşa etmeyi amaçlarken, Milletlerin Zenginliği’nde iktisadi sistemini kişisel çıkarının peşinde koşan bencil insan tasarımı üzerine geliştirir. Bu ise Smith’in sisteminde bir çelişkiye düştüğünün açık bir ifadesi olarak yorumlanmaktadır. İşte bu makalenin konusu literatürde ‘Adam Smith Problemi’ olarak anılan bu sorunu çözümlemektir. Bu bağlamda ilkin filozofumuzun sempati üzerine kurulu etik tasarımı ardından kişisel çıkar üzerine inşâ ettiği iddia edilen politik-iktisadi sistemi incelenecek, daha sonrasında ileri sürülen tutarsızlık iddiası farklı perspektiflerden irdelenmeye çalışılacaktır.Publication Bilim tarihinin tarih-sosyoloji ve felsefe disiplinleri arasındaki konumu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-07) Timur, SerpilThomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinin yayınlanmasıyla birlikte tarih, felsefe ve sosyoloji disiplinleri bu eserden etkilenmiş ve bu eserin sonuçlarını değişik yönlerde takip etmişlerdi. Kuhn’un eserinde felsefeciler için en can alıcı nokta, paradigmaların “kıyaslanamaz” olduğu iddiasıyla ortaya çıkan “görelilik” meselesiydi. Felsefecilerin görelilik ve buna bağlı olarak hakikat ve rasyonellik gibi konularla meşgul olmaları, Kuhn’un felsefî çevrelerdeki yorumunu da belirlemiş oldu. Diğer taraftan tarihçiler daha çok tarihsel nedensellik, özellikle de bilimsel değişimin “içsel” ve “dışsal” nedenleriyle ilgileniyorlardı. İki grubun farklı tepkileri, farklı disiplinlere ait ilgi alanları açısından anlaşılabilir, fakat bu iki grup aynı zamanda bilimsel bilgi politikalarına ilişkin o dönemdeki tartışmalarda ortak bir entelektüel bağlamı paylaşıyorlardı. Kuhn’un söz konusu eseri, bilimin toplumsal boyutu kavramının oldukça siyasallaştığı bir Soğuk Savaş ortamında ortaya çıkmıştı. Yirminci yüzyılın başlarında, Hegelci ve Marksist insani ilerleme anlatıları geniş siyasi hareketlerle ilişkilendirilmişti. Ortaya çıkan ideolojik gerilimler çok geçmeden tarih ve bilim felsefecilerinin incelenme biçimine de yansımaya başlamıştı. İşte bu ortak bağlam hem filozofların hem de tarihçilerin Kuhn okumalarını şekillendirmişti; ancak bu okumalar birbirinden farklı şekilde anlaşılmıştı. Sosyologlar ise felsefecilerin reddettiği “görelilik” düşüncesini, kendi bilimsel bilgi sosyolojilerinin mihenk taşı yapmışlardı. Aynı süreçte hem dönemin siyasi koşulları hem de Thomas Kuhn’un tarih, sosyoloji ve felsefe disiplinleri arasındaki farklı algılanışı bilim tarihinin kendi konumu ve metodolojisini yeniden sorgulamaya ve savunmaya yönlendirmiştiPublication Bir direniş biçimi olarak sanat: Adorno’da sanatın toplum ve politikayla ilişkisi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-18) Erkek, FatmaAdorno’ya göre modern kapitalist dünyada kültür endüstrileşmiştir ve sanat eserleri meta haline gelmiştir. Kültür endüstrisi insanları tahakküm altına alarak seçimlerine ve eylemlerine yön verir. Bu endüstri düşünmeyi ve eleştirel bakışı ortadan kaldırarak var olan düzeni olumlar ve bu düzenin varlığını sürdürmesine katkı sağlar. Nitekim, kültürün endüstrileştiği modern kapitalist toplumda sanat özgürleşmeye imkân tanımaktansa bir tahakküm alanına dönüşmüştür. Adorno, sanatın özerk olması gerektiğini vurgulayarak onun “toplumun toplumsal antitezi” olduğunu söyler. Ona göre özerk sanat toplumla bağdaşmaz. Sanat, Ortodoks Marksistlerin savunduğu gibi mevcut toplumu yansıtarak ya da politik sorunları temsil ederek politik olamaz. Adorno’ya göre belli bir sınıfın amaçlarına hizmet eden, bu doğrultuda mesaj veren ve propaganda amacı güden sanatın politikliliğinden de bahsedilemez. Onun için, sanat insanların yabancılaştığı ve bir yanılsama içinde yaşadığı modern kapitalist topluma karşı bir direniş aracıdır. Çünkü özerk sanat, insanları düşünmeye, eleştirmeye yönlendirerek mevcut toplumu olumsuzlar ve alternatif bir topluma işaret eder. Ayrıca bu sanat insanların politik tutumlarını değiştirmeyi amaçlamasa da bunu gerçekleştirir.Publication Doğru düşünme, doğru karar verme ve mantık eğitimi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-02) Çiçekdağı, CanerDoğru düşünme ve doğru kararlar verme için mantık eğitimi önemlidir. Çünkü bazen gençlerin aldığı yanlış kararlar çok önemli sonuçlar doğurmaktadır. Yapılan akıl yürütmelerin sonuçları pratiğe, davranışa dönüştüğü için mantık sadece öğrenilmesi gereken teorik bir bilgi değildir. Bu nedenle mantık eğitiminde uygulamanın ağırlığı olmalıdır. Uygulamanın hayata yansıması da bireylerin iyi düşünmesi şeklinde olacaktır. Doğru düşünmenin akıl yürütmedeki karşılığı kurallara uygun oluşu, bilgideki karşılığı ise gerçeklere uygun oluşudur. Mantık yanlışlarının büyük kısmının bilgi, içerik ve gerçeklik yanlışlarından kaynaklanması nedeniyle mantık eğitiminde mantık yanlışlarına ağırlık verilmelidir. Bilhassa önemli problem durumlarında mantıksal düşünmeye başvurulduğu için mantık kurallarının iyi bilinmesi yanlışa düşmeyi önemli ölçüde engelleyecektir. Ancak yapılan önerilerden insanın saf bir akıl varlığı olması gerektiği anlamı çıkarılmamalıdır çünkü insan aynı zamanda duygu varlığıdır. Böyle olduğu için mantıksal akıl yürütmelerin içeriği ve alınan kararlar üzerinde duyguların önemli bir etkisi vardır. Duygular insanı doğruya ve iyiye götürebileceği gibi tam tersini de yapabileceğinden duygu yönetimi gereklidir. Bu çalışma aracılığıyla mantık eğitiminde doğru düşünmenin zemini olmak üzere öncelikle duygusal dengenin önemine dikkat çekilmesi, daha sonra mantık yanlışları konusuna ağırlık verilmesi ve çalışmadaki amaca yönelik olarak kıyas konusunun bütün derslere yayılmış biçimde işlenilmesi önerilmektedir.Publication Epifenomenalizme karşı epistemik argüman(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-27) Kaya, Aslı ÜnerBilinçli özneler olarak bizler davranışlarımızı kontrol edebildiğimize inanırız. Fakat epifenomenalizme göre istek, inanç, korku vb. gibi zihinsel durumlar davranışlarımıza bir etkide bulunmaz. Davranışlarımızın nedeni beyinde gerçekleşen nöral süreçlerdir ve zihinsel durumlar fiziksel durumların gölgeleri gibidir. Zihin felsefecileri, ahlaki ve epistemik olarak sorumluluk sahibi failler olduğumuz inancını korumak adına genellikle zihnin nedensel olarak etkili olduğu fikrini yani zihinsel nedenselliği kabul etmeye eğilimlidir ve bu sebeple de zihinsel nedenselliği destekleyen argümanlara başvururlar. Bu argümanlar sağduyu argümanı, ahlaki sorumluluk argümanı ve epistemik argümandır. Bunların içinde epifenomenalizme karşı literatürde en sık kullanılan argüman ahlaki sorumluluk argümanıdır. Bu makalede amacım epistemik argümanın epifenomealizmin iç tutarsızlığını, diğer argümanlara kıyasla, daha açık bir şekilde ortaya çıkardığını göstermektir. Şöyle ki çıkarımsal bilgi epifenomenalistlerin kendi görüşlerini desteklemek için başvurdukları bir bilgi türüdür. Epistemik argümana göre, çıkarımsal bilgi için zihinsel nedensellik gereklidir. Zihinsel nedenselliği reddederek epifenomenalizmi kabul ettiğimizde, çıkarımsal bilgiden bahsedemeyiz ve epifenomenalizmin doğruluğuna inanmak için hiçbir gerekçemiz kalmaz. Sonuç olarak, çıkarımsal bilgi olmadan epifenomenalistler ‘zihnin nedensel olarak etkisiz olduğu’ inancının doğruluğunu bilememek gibi bir pozisyonda kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.Publication Fodor’s asymmetric dependency theory(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-07) Uslu, Ahmet KadirFodor’s theory of intentionality can be interpreted as consisting of two parts: (1) theory about propositional attitudes and (2) theory of content or meaning. In this paper we will focus mainly on his theory of content, particularly his theory of asymmetric dependence on the problem of disjunction, since it is at the heart of Fodor’s theory of representation. Fodor’s theory of content is a well-known attempt to naturalize mental representation and one of the most important parts of his theory is the notion of asymmetric dependence. He offers it as a solution to the problem of disjunction. In this context, we will examine his theory of content, and particularly his notion of asymmetric dependence. After summarizing his theory, we will discuss that asymmetric dependence may have some weaknesses that require some revision. Fodor modified his theory considering objections to his earlier work. However, there may still be some problems that he needs to solve. Accordingly, we will identify three important challenges to the theory of asymmetric dependence, namely the problem of unjustified properties, the problem of pathologies, and the problem of wild causation. Finally, we will give some answers to these challenges on behalf of Fodor and discuss that Fodor’s theory may overcome all these problems.Publication Frank Sibley'de estetik kavramlar ve beğeni duyusu üzerine bir inceleme(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-03-14) Polat, Alper ElvanEstetik, 18. yüzyılda ilk defa Baumgarten tarafından felsefi bir terim olarak ele alındıktan sonra estetik alanının temel problemlerinden biri de güzellik kavramı ve beğeni duyusunun neliğini belirlemek olarak karşımıza çıkmıştır. Bu doğrultuda bu problemin kökleri Platon'a kadar dayandırılabilirken 20. yüzyıl, sanat akımlarının ve sanatsal faaliyetlerin çeşitlendiği bir dönem olması yönüyle estetik alanındaki çalışmalar açısından pek çok farklı fikrin de öne çıktığı bir dönem olmuştur. Bu yüzyılda Frank Noel Sibley, “Estetik Kavramlar (Aesthetic Concepts)” adı altında birleştirdiği çalışmalarıyla felsefe çevrelerinde yeni bir tartışma başlatmış ve estetiğin sınırlarının belirlenmesi için estetik kavramlar ile estetik-dışı kavramlar ayrımı yapmış; bu ayrımın temeline de her insanda doğuştan bir potansiyel olarak bulunduğunu iddia ettiği beğeni duyusu kavramını yerleştirmiştir. Bu çalışmada Sibley'in adı geçen eseri temele alınarak estetik tartışmalarında sıkça atıfta bulunulan ve Sibley tarafından özgün bir biçimde ele alınan “estetik kavramlar” ve “beğeni duyusu” kavramları incelenerek serimlenmeye çalışılmıştır.Publication İmgelerin eleştirel gücü ve tarih imgesi üzerine bir inceleme(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-03-11) Mutluer, Kenanİmgelerin hakiki bilgi edinme yolundaki statüsü felsefe tarihi boyunca çeşitli biçimlerde tartışılagelmiştir. Geleneksel metafizikten Kant’ın transendental felsefesine kadar epistemolojik ve ontolojik olarak yanılsamalara, sanı ve kanaatlere yol açtığı ileri sürülmüştür. Duyum ile algıya dayanan duyusal ya da hissedilir dünyanın nesneleri, kavram ve fikirlere göre çok daha düşük bir mertebede yer almıştır. Kant’ın transendental felsefesiyle birlikte hayal-gücü ile imgeler, zihinde üretimi ve canlandırılması bakımından asli bir konuma yerleştirilmiştir. Günümüzdeyse imgeler, bilişsel kapasitelerin yanında, kişisel ve toplumsal yaşımı yeniden kurma ve temsil etme bağlamında oldukça kurucu bir role sahiplerdir. Toplumsal yaşamı yeniden kurma gücü, kültür inşasındaki merkezi konumu ve toplumsal bellek yaratımındaki etkin rolü, imgeleri tarih ve gelenek kavramlarıyla birlikte yeniden düşünmenin önüne açmıştır; böylelikle imgeler aracılığıyla zaman-dışı ya da tarih-dışı bir noktada konumlanmanın felsefi olanakları etik ve politik bir eksende tartışılabilir. Bu çalışmada öncelikle, imgelerin ele alınış biçiminin felsefe tarihindeki serüvenini betimledikten sonra, Erwin Panofskyci ikonoloji geleneği ve William Mitchell ile Gottfried Boehm gibi “resimsel dönüş” temsilcileri ekseninde, imgelerin çağdaş tartışmalarındaki konumu ele alıyoruz. Ardından imge ve tarih ilişkisini, tarih felsefesinin temel tartışmaları ekseninde tartışıp “tarih imgesi” kavramını derinleştiriyoruz. Daha sonra, imge ile tarih imgesi kavramını, Walter Benjamin’in “diyalektik imge” ve “aura” kavramıyla ilişkilendiriyoruz. Böylelikle tarih, gelenek, kültür, kavramlarını imgelerin eleştirel gücü ekseninde değerlendirmeyi, imgelerin eleştirel gücünü ise “hümanite” kavramıyla birlikte ele almayı öneriyoruz.Publication Nietzsche’nin perspektivizmi ve Heidegger’in “Dünya” kavramı: Kurosava’nın Raşomon’u üzerinden bir birlikte okuma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-02) Yıldız, NecdetBu yazıda Nietzsche’nin özellilke Türkçe literatürde sıklıkla ihmal edilen “perspektivizm” düşüncesini Heidegger’in felsefesinde son derece önemli bir yer tutan “dünya” kavramı ile birlikte Akira Kurosava’nın Raşomon adlı sinema filmi üzerinden okuyacağız. Böylelikle, hem Nietzsche felsefesinin bugün bile geçerliliğini koruduğu söylenebilecek özünü —yani, perspektivizm düşüncesini— açıklayıp yorumlayacağız; hem Heidegger’in “dünya” kavramının Nietzsche’nin perspektivizmi üzerinden nasıl okunabileceğini gösterecek ve onu Nietzsche’nin perspektivist diliyle yeniden anlatacağız; hem de Akira Kurosava’nın Raşomon adlı filminde bu felsefi temaların nasıl görünür kılınıp yeni sorularla derinleştirerek bir “video-felsefe” yaptığını ortaya koyacağız. Bu amaçlar doğrultusunda, ilk bölümde Nietzsche’nin perspektivizm düşüncesinin ne olduğunu anlatıp onu “ne olsa gider” türündeki rölativist anlayışlardan ayıracağız. İkinci bölümde Heidegger’in “dünya” kavramını nasıl incelediğini ve “dünya-içinde-varlık” fikrinin neden Nietzsche’deki perspektivizm düşüncesine paralel bir anlayış olduğunu ortaya koyacağız. Son olarak, bu iki düşünceye dair örnekleri Raşomon filminde sergilenen “tanıklık fenomenolojisi” ve bu fenomenolojinin akla getirdiği bazı felsefi pozisyonlar üzerinden birlikte okuyup, filmin bu felsefi tartışmayı nerelere doğru yönelttiğini soruşturacağız.Publication Nussbaum’un nesneleştirme kavramı üzerine(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-03-15) Aydın, AysunFelsefi zeminde nesneleştirme kavramı bir insanın kendi amaç ve çıkarları için başka bir insanı araç edinmesi ya da bir insana araçsal değer atfedilmesi şeklindeki ahlaki probleme dayanarak ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu bağlamda, nesneleştirmenin ve araçsallaştırmanın ne olduğu ve hangi koşullarda ahlaki bir problem teşkil ettiği soruları Kant’dan günümüze pek çok düşünürün cevap aradığı sorular olmuştur. Öte yandan, çağdaş yaklaşımlar, nesneleştirme kavramı ile bireylerarası tahakküm ilişkisine ve bir bireyin başka bir birey tarafından “bir şey” olarak ele alınıp “nesneye dönüştürülmesi ya da nesneleştirilmesi” durumuna farklı bir bakış açısı getirmişlerdir. Özellikle çağdaş feminist teoriler, nesneleştirme kavramını nesneleştirici bir birey olarak erkeğin nesneleştirilen bir birey olarak kadın üzerindeki tahakkümü zemininde tanımlarlar. Bu durum hem ahlaki bağlamda yanlış hem de psikolojik, sosyal ve kültürel açıdan kadının varlığına zarar veren bir durum olarak açıklanmaktadır. Martha Nussbaum, Nesneleştirme (1995 – Objectification) adlı makalesinde, yedi ayrı tür nesneleştirme biçimi tanımlayarak kapsayıcı bir nesneleştirme kavramı sunmuştur. Nussbaum’un farklı ve tartışmalı kabul edilen bu yaklaşımı, feminist teoriler tarafından cinsel nesneleştirme kavramı çerçevesinde ele alınmış ve sıklıkla tartışılmıştır. Bu bağlamda, kadının nesneleştirilmesinin ahlaki boyutu ve bu boyutun Nussbaum’un nesneleştirme biçimleri ile karşılaştırılarak açıklanması önemli bir kavramsal zemin sunmakta ve bu tartışmaya katkı sağlamaktadır. Bu çalışmanın amacı da nesneleştirme kavramını ve nesneleştirme türlerini hem ahlaki hem de feminist bağlamda felsefi bir problem olarak ele almak ve Nussbaum’un yaklaşımının yerini ve önemini değerlendirmek ve tartışmaktır.Publication Parmenides’in peri Phuseus şiiri üzerine bazı mülahazalar(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2023-12-28) Celilzade, HayyamBiz bu çalışmamızda batı fikriyatının kurucu metinlerinden olan Parmenides’in Peri Phuseus’unu ele aldık. Parmenides’in bu metnini doğuran etkenler üzerinde durarak Antik Yunan felsefesinin başlangıç evresini Parmenides’in kendisinden önce gelen düşünürlerle organik bağını göstermesi cihetinden irdeledik. Antik Yunan felsefesinin kozmogonik ve mitolojik evreden tamamen ayrı ve onlardan sonra gelen bir düşünme faaliyetine denk gelip gelmediği sorusunu da yanıtladık. Parmenides’in düşüncesine konu edindiği meselelerin mitolojik ve kozmogonik evreyle olan bağı üzerinde durarak, Peri Phuseus’un mitolojik ve kozmogonik evrenin sebep olduğu hangi sorulara yanıt verdiğini anlattık. Parmenides’ten sonra Peri Phuseus eserine yapılmış olan yorumların bazılarını değerlendirerek, Peri Phuseus’un zaman içerisinde nasıl farklı şekillerde alımlandığını ortaya çıkardık. Bu yorumların değerli olmakla birlikte Peri Phuseus’un yazılmasıyla amaçlanan şeyi yakalayamadıklarına değindik. Parmenides’in Peri Phuseus’u zihinsel idman olsun diye yazmadığı veya varlık üzerine yeni bir tartışma açmayı hedeflemediği üzerinde durarak somut çözüm önerileriyle muhatabının karşısına çıktığına işaret ettik. Bu bağlamda Peri Phuseus’un polis yaşamına temel oluşturacak tezler içeren metin olduğunu savunduk.Publication Sartre’da özgürlük tasarımının çöküşü(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-27) Gülen, A. KadirSartre’ın ilk eserlerine bakıldığında, öznel özgürlük ile nesnel ilişkiler arasında hareket hâlinde bir gerilim olduğu fark edilir. Sartre felsefi bir akım olarak fenomenolojiyi ve estetik bir paradigma olarak modernizmi aynı anda benimsemiştir. Fenomenoloji öznelliğin ve yaşam dünyasının kavramsal düşünceden önce geldiğini ileri süren bir perspektife yaslanır. Oysa modernist estetik gerçekliğin birebir temsilinden vazgeçilmesini ve öznelliğin özerk bir dil sistemi içerisinde kurulmasını amaçlar. Bu bakış açıları arasındaki karşıtlığın aslında özne ile nesne arasındaki karşıtlığın bir tezahürü olduğu söylenebilir. Bu karşıtlık belli bir olumsuzlama mantığına dayanan etkin bir karşıtlıktır. Kapitalizm geliştikçe Sartrecı öznellik ve onun özgürlüğe ilişkin iddiaları nesnel dünyanın kontrol edilemez güçleri karşısında gerçekçi bir alternatif olmaktan çıkacaktır. Bunun en önemli nedenlerinden biri toplumsal bireyler arasında kurulan ilişkilerin düşmanca doğasıdır. Bir diğeri ise “savaş” ve “bakış” gibi kolektif olarak varlık kazanan güçlerin yarattığı yoğun ve çeşitli duygulanımlar nedeniyle bedensel ve zihinsel varoluşun geri alınamaz bir krize girmesidir.Publication Ein vorschlag zur auslegung Herbarts versuch einer begründung der pädagogik(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-01-23) Demir, AliHerbart gehört zu den wichtigsten Gründern der Sozialpädagogik. Angelehnt an Kant stellt er zwei Fragen; was wissen wir und was sollen wir tun. Im Gegensatz zum Kants Idealismus vertritt Herbarts eine realistische Pädagogik. Seine Handlungsanweisungen leitet er nicht aus der Logik des Kategorischen Imperativs, aber aus einem Grundmodel, das eine pädagogisch durchführbare Ermächtigung der Kinder zur Sittlichkeit begünstigen soll. Ausgehend von diesem Grundmodel werden im Beitrag Herbarts Grundbegriffe in Zentrum und Peripherie eigeteilt. Zur Peripherie werden einerseits die philosophischen Begriffe wie die Autonomie, Vielseitigkeit und anderseits seine soziologischen Lebensordnungen wie die Kinderregierung, Unterricht und Zucht zugeordnet. Im Zentrum stehen Charakter und Sittlichkeit. Sittlichkeit als das Ziel der Pädagogik kann durch die Geschmackbildung als die individuelle Besonderheit des Charakters erreicht werden. Zu diesem Zweck will Herbart die Pädagogik als das Fach der Autonomiegewinnung, der Sicherstellung der persönlichen Vielseitigkeit und als Beruf der Vermittlung des Charakters mit Willen und der Sittlichkeit begründen. Unter dieser Voraussetzung will er eine Kinderregierung gründen. Diese Regierung soll sich unter dem Prinzip der Sittlichkeit im Unterricht und Zucht bemerkbar machen. Im Model erscheint die Sittlichkeit bestehend aus Vielseitigkeit und Mannigfaltigkeit als das allgemeine Gesetz und der Charakter bestehend aus dem Willen und der Individualität als besondere Geschmack. Beide sind Gegenstände des Unterrichts und der Zucht. Im Beitrag geht es um die Stadien dieses Models, aus dem dann die Schussfolgerungen gezogen werden.Publication Zarar ilkesi üzerine: Üç temel eleştiriyi tartışmak(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2024-02-06) Ataş, UtkuBu makalede bireylerin eylemlerine müdahale etmenin tek haklı gerekçesinin başkalarına zarar gelmesini önlemek olduğunu ifade eden ‘‘zarar ilkesine (Zİ)’’ getirilen üç eleştiriyi tartıştım. Öncelikle ilkeyi anlamlı kılabilecek bir zarar tarifinin bulunmadığı eleştirisini ele alarak bu eleştirinin, ilkenin ancak problemsiz bir zarar tanımı ile birlikte makul kabul edilebileceği varsayımına dayandığını tespit ettim. Zarar kavramına ilişkin var olan bilgi dağarcığımızı görmezden gelmesi ve zarara başvuran ilkeler haricindeki diğer birçok ilkeyi de kapsayan genel bir şüpheciliğin önünü açması nedeniyle ilgili varsayımı reddetmemiz gerektiğini savundum. İkinci olarak, zarar vermenin yanlışlığının halihazırda yaygın olarak kabul ediliyor olmasından ötürü Zİ’nin bize yeni bir şey söylemediği, zararın türü/miktarı gibi güncel tartışmaların yoğunlaştığı noktalarda suskun kaldığı ve dolayısıyla artık işlevsiz olduğu eleştirisini değerlendirdim. Buna karşın hangi zarar tarifinin benimsendiğinden bağımsız olarak Zİ’nin, zararın varlığı kanıtlanmadıkça bireylerin eylemlerinde serbest bırakılmaları gerektiğini vurgulayan bir özgürlük karinesini temsil etme ve bazı eylemlerin zarar içermese dahi yasaklanabileceğini düşünen hukuki ahlakçılara yasak taleplerini gerekçelendirme yükümlülüklerini hatırlatma şeklinde iki önemli işleve halen sahip olduğunu iddia ettim. Son olarak Zİ'nin potansiyel kötüye kullanımlarına dair endişelere değindim. Bu endişelerin giderilmesi için yapılması gerekenin, zarar içeren eylemleri belirlemeye çalışmak değil, her eylemin bir miktar zarar içerme olasılığına sahip olduğunu kabul ederek hangi tür zararların hukuken düzenlenmesi gerektiği özelinde makul bir seçenek ortaya koymak olduğunu iddia ettim. Zİ’nin suiistimallerinin genellikle zarar kavramının geniş yorumlanmasının ürünü olduğunu düşünerek, cebir ve hile eylemlerinin neden olduğu birinci derece zararları esas alan, hukuki öngörülebilirliği artıracak bir hukuki çerçeve benimsemeyi tercih ettim. Kuşkusuz bu tercih yasaklanması gereken bazı zararlı eylemlere karşı hukuki koruma sağlayamama riskini içermektedir; ancak bu, özgürlüğü korumayı taahhüt eden genel bir ilke ortaya koymak için ödenmesi gereken bir bedeldir. Buradan hareketle, ele aldığım üç eleştiriden hiçbirinin Zİ’nin reddedilmesini gerektirmediği sonucuna vardım.