2022 Cilt 21 Sayı 1
Permanent URI for this collectionhttps://hdl.handle.net/11452/27539
Browse
Browsing by Language "tr"
Now showing 1 - 12 of 12
- Results Per Page
- Sort Options
Item A posteriori zorunlu doğruluklar var mıdır?(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-25) Çebi, Cengiz; Bursa Uludağ Üniversitesi/Fen-Edebiyat Fakültesi/Felsefe Bölümü.; 0000-0001-5720-6315Bilgi felsefesinde önermelerin zorunlu doğrulukları Kant'tan itibaren onların a priori bir zemine dayanmalarına bağlanmıştır. Diğer bir deyişle bu görüşe göre bir önerme zorunlu olarak doğruysa bu onun -özünde- a priori bir önerme olmasıyla ilgilidir. A posteriori bir önerme ise zorunlu değil, ancak olumsal bir doğruluğa sahip olabilir. Kısaca söyleyecek olursak a priori önermelerin doğruluğu zorunlu, a posteriori önermelerin doğruluğu ise olumsaldır. Dil felsefesinde oldukça etkili bir dil kuramı öne sürmüş olan Kripke ise Analitik Felsefe geleneğinde uzun bir süre neredeyse tartışmasız benimsenmiş olan bu a priorilik-zorunluluk ilişkisine önemli bir eleştiri getirmiş, bu ilişkinin bağlayıcı olmayan yanlış bir ilişki olduğunu öne sürmüştür. Öyle ki ona göre önermeler a priori oldukları halde olumsal, a posteriori oldukları halde de zorunlu olabilirler. Bu yazıda bu savın ilk bölümü bir kenara bırakılacak, a posteriori önermelerin ise neden zorunlu olamayacakları gösterilmeye çalışılacaktır.Item Çinli düşünür Zhuangzi’nın dil görüşü üzerine: Dilin ötesine geçerek yaratıcı doğaya dönmek(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-02-18) Chiang, Gonca Ünalİnsanlık için en önemli iletişim aracı olan dilin ortaya çıkışı, uygarlığın da en önemli atılımlarından biridir. Dilin insan hayatına girişiyle birlikte insan düşünceleri derinleşmeye başlamış, düşünce mantıkla birleşmiş ve fikirler hafızada daha kolay ve doğru sıralamayla yer edinir olmuştur. Felsefenin, estetiğin ve edebiyatın gelişmesiyle birlikte, insanlar dilin yazılı metinlerin oluşturulmasındaki etkili rolünü daha iyi idrak etmiş, böylece düşünceler ve iletişim içeriği kayıt altına alınarak nesillerce aktarılabilmiştir. Antik Çin’de ortaya çıkan düşünürler arasında dili etkin kullanarak felsefi görüşünü anekdotlar aracılığıyla aktaran ilk düşünür Zhuangzi’dır. Daoist düşüncenin en önemli temsilcilerinden olan Zhuangzi, danışanlarıyla girdiği diyalogları içeren kitabında; insanın evren ve varlığı tanıması, anlamlandırması ve ifade etmesi sürecini konu alan ontolojik ve epistemolojik görüşlerini de dilin kullanımı bağlamında dile getirmektedir. Zhuangzi, dile giden yol ile insan doğasına giden yolu birbirine zıt tasavvur eder; ideal insanı kendi yaratıcısı olan doğayla özdeşleştirdiği için de dili anlama ulaşmada bir tür sınırlandırma olarak tanımlar. Burada Zhuangzi’nın temel eleştirisi dile değil dilin yanlış kullanımınadır. Zhuangzi’da dil, anlama ulaşmada kullanılan önemli bir araçtır ama anlamın kendisi değildir. İnsanlar dilden anlam çıkartırken, anlamın dilden doğduğu gibi yanlış bir hisse kapılırlar. Bu noktada dil, amaç olarak algılanır; gerçek anlama ulaştığını sanan insan dilin güdümüne girer ve gerçek anlamın çok uzağında bir noktaya düşer. Bu sebeple Zhuangzi, evren ve varlığın yaratıcısı olan doğanın özüne dil aracılığıyla ulaşılamayacağının altını çizmektedir. Yaratıcı doğanın gerçek bilgisine sahip olmanın yöntemi; dili bir araç olarak kullandıktan sonra, dilin ötesine geçerek gerçek anlama ulaşmak olmalıdır. Zhuangzi gerçek anlama ulaşmayı, varlığın doğasına yani ideal insanın özüne yapılan bir tür “geri dönüş” olarak da ifade etmektedir.Item Farklı ve sürekli: Uexküll’ün Umwelt’ine gezintiler(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-02-17) Özyer, Eylül Tuğçe AlnıaçıkSon dönemlerde sosyal bilimlerde insandışı varlıklara yönelik ilginin artması ile bu varlıkların nasıl ele alınabileceğine dair önemli soru ve sorunlar öne çıkmaya başlamıştır. İnsanı muhtelif özellikleri ile ayrıcalıklı bir pozisyona yerleştirip, diğer varlıkları insana nispetle değerlendirmek kapsamlı ve derinlemesine analizlerin ihtimalini düşürürken, (var) oluşlar arasındaki farklılıkları da göz ardı eder. Bu bağlamda dikkat çeken öncelikli hususlardan biri insandan farklı olan canlılar dünyasına dair tasavvur ve tefekkürde kopukluklar ve süreksizlikler olmayan bir zemin tesis edebilmektir. Geçtiğimiz on yıllarda (Türkçe yazın da dâhil) karşımıza yeniden çıkmaya başlayan biyolog Jakob von Uexküll’ün canlıları kendi öznel koşulları dolayımıyla yarattıkları anlam, etkileşim ve birliktelik ile değerlendiren çalışmaları söz konusu ihtiyaçlara teorik ve kavramsal çerçevede karşılık verebilir. Bu çalışmada Uexküll’ün umwelt (ortam, çevre, çevreleyen dünya) kavramı etrafında şekillendirdiği yaklaşımına, kavramları kullanım biçim ve yerlerine yer verilmiş, daha açıklayıcı olması amacıyla Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin Uexküll’e dair yorum ve temaslarına değinilmiştir. Ayrıca Deleuze ve Guattari’nin etolojiyi yeni bir tür etik olarak yorumlamaları, Uexküll’ün etolojiyi mümkün kılan isimlerden biri olarak anılması ile paralel olarak ayrı bir katman daha eklemektedir. Bu bağlamda çalışmanın öncelikli amacı canlıların farklılıklarını gözeterek, bu farkları herhangi bir normatif veçheye büründürmeyen yaklaşım edinebilmektir. Bu sayede insanın diğer canlılar ile birlikteliğine dair yöntemsel tutarsızlık veya süreksizliklerin önüne geçilebilir.Item Humboldt’un bildung kuramında birey-toplum ilişkisi üzerine kavramsal bir analiz ve tartışma(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-02-02) Çelik, RaşitBildung kavramı teoloji, felsefe, eğitim ve siyaset gibi birçok alanda kendine özgü yeri olan önemli bir kavramdır. Wilhelm von Humboldt bildung kavramı üzerinden hem bir toplum kuramı hem de bir eğitim kuramı oluşturacak şekilde genişlettiği görüşleriyle bu kavram odağındaki tartışmalara önemli bir katkı yapmıştır. Bu çalışma öncelikle bildung kavramına dair bir analizi sunmakla beraber, özellikle Humboldt’un bildung kuramına dair görüşleri çerçevesinde kavramın bireysel, toplumsal ve toplumlararası boyutlarını inceleyerek hem bazı kavramsal analizler ortaya koyar hem de bir bildung anlayışı üzerinden kişisel ve toplumsal biçimlenme süreçlerinin ortaya koyduğu insanlık idealini siyaset felsefesi ve eğitim felsefesi sınırlarında tartışır.Item Jürgen Habermas’ın müzakereci demokrasi teorisi ve toplumsal cinsiyet eşitliği talepleri(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-02-17) Dumlu, HediyeBatılı demokrasilerde etnik, din, ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim temelli gruplara mensup bireyler, kolektif farklılıklarının kamusal alanda tanınması yönündeki taleplerini dile getirmektedirler. Biz bu çalışmada, toplumsal cinsiyet temelli grupların ileri sürdüğü toplumsal cinsiyet eşitliği taleplerini odağımıza alıyoruz ve Jürgen Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışının bu talepler için uygun bir tartışma zemini sunduğu argümanını geliştirmeye çalışıyoruz. Bu amaçla, tartışmamızın ilk bölümünde, demokratik tanınma taleplerinin kamusal müzakere süreçlerinde içerilmesi ve kamusal meseleler haline gelmesi için gerekli olan kapsayıcı katılım anlayışının temel koşullarını tartışıyoruz. Bu koşullar, kapsayıcılık, rasyonellik ve meşruiyettir. Kapsayıcılık, çıkarların, etik-siyasal söylemlerin ve adalete ilişkin ahlaksal söylemlerin kamusal tartışmalarda birlikte kapsanmasıyla; rasyonellik, katılımcıların genişletilmiş bir bakış açısından ilgili herkesin rasyonel gerekçelerle onayını alabilen normlar ve ilkeler üzerine iletişimsel anlaşmaya varmasıyla; meşruiyet ise anlaşmaya ulaşmayı amaçlayan katılımcılar arasındaki kısıtlanmamış kapsayıcı ve rasyonel tartışmaların kendisi içinde gerçekleştiği kamusal alan fikriyle ilişkilidir. Tartışmamızın ikinci bölümünde, özel alan ve kamusal alan arasında olduğu varsayılan ayrım nedeniyle kamusal tartışmaların dışında bırakılan toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli adaletsizliklere karşı ileri sürülen ve toplumsal cinsiyet eşitliğini amaçlayan tanınma taleplerini ele alıyoruz. Bu taleplerin, etik-siyasal söylemlerle ilişkili olan iyi yaşam ve değerlerle ve pragmatik söylemlerle ilişkili olan genelleştirilemez çıkarlarla özdeşleştirilen özel alana ilişkin meseleler olduğu ve adalet, normlar ve ortak çıkarlarla özdeşleştirilen kamusal alana ilişkin meselelerden ayrıldığı varsayılmaktadır. Buradaki tartışmada, bu varsayıma rağmen, kapsayıcı katılım anlayışı için gerekli koşulların, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin katılımcıların perspektifinden kamusal mesele haline getirilmesini mümkün kılabildiğini ileri sürüyoruz.Item Kaygı ve tüketim: Modern toplumda benliğin onarımı(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-02) Aydın, RıfatÜretim teknolojilerinde meydana gelen gelişmelerin üretkenlik, verimlilik, karlılık artışı gibi sonuçlarının ekonomik ve sosyal yapıda neden olduğu dönüşüm, bireyin toplumsal yapılardan, kurumlardan ve büyük anlatılardan görece bağımsızlaşmasına ve haz odaklı bir tüketim kültürü içerisinde yaşamasına neden olmuştur. Bu özgürleşmenin birey üzerindeki yan etkisi ise artan bir yalnızlaşma ile birlikte hayata dair sorumlulukların tamamıyla bireye yüklendiği yeni bir kültürel örüntü olmuştur. Bu yeni kültürel yapının bireyin benliğinde açtığı yaraların yansıması ise kaygı duygusunda somutlaşmıştır. Kitle iletişimindeki muazzam artış ile birlikte sanal ortamda artan iletişim, bireyin anlamlı ötekiler dünyasını genişletirken, aynı zamanda onu her an takip eden ve takip edilen bir etkileşimsel sürece de sürüklemiştir. Böylece birey ötekinin gözünü her an yanında taşımaya gönüllü olmuştur. Diğer bir ifadeyle toplumsal etkileşimin genişleyen uzamı ve artan tüketim baskısı ile birlikte birey, artık hiçbir mekân ve zamanda yalnız değildir. Bu kapsamda çalışma, tüketim toplumu kavramı çerçevesinde bireyin maruz kaldığı tüketim baskısının, modern toplumun kaygı yüklü pratiklerine karşı bir tepki olarak işlevselleştiği iddiası noktasında temellenmektedir. Çalışmanın diğer bir iddiası ise tüketimin kaygıyı bastırma açısından geçici bir tatmin sağladığı noktasındadır. Son tahlilde çalışma, sosyolojik ve psikolojik yaklaşımlar çerçevesinde kaygı duygusunu, tüketim tercihleri üzerinden incelemeyi hedeflemiştir.Item Kurgu veya olgu oluş bağlamında benlik sorunu(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-10) Serin, E. Funda NeslioğluFelsefenin benlik konusundaki geleneksel tutumu töz dualizmine başvurarak açıklanabilir. Çağdaş zihin araştırmalarında benlik ise, daha çok fizik dünyanın gerçekliği dolayımıyla ve genellikle bilinçli zihin durumu olarak olgusallık temelinde araştırılmaktadır. Bu çalışmada ise benliğin olgusallığı, olgu ve kurgu kategorilerinin bilgikuramsal bir çözümlemesi aracılığıyla ve mantığa uyarlık açısından ele incelenecektir. Bu bağlamda “olgu” ve “kurgu”yu bir tür karşıtlık ya da derin farklılıklar içeren iki kavram olarak açıklamanın haklı gerekçelere dayanmadığı öne sürülmektedir. Buna bağlı olarak da herhangi bir zihin araştırmasının benliği olgu saymadan yapılamayacağı savunulmaktadır. Bu çalışmada özellikle deneyime ilişkin yeni bir kavrayışın gerekli olmasının sonucunda benlik tartışmalarının -belli türden bir araştırma programı izlendiğinde- gündemimize taşıyabileceği olanaklar soruşturulacaktır.Item Osmanlılar ve Lamarck(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-29) Kalaycıoğulları, İnan; Akgündüz, BatuhanTemelinde değişim olgusu yatan evrim kavramının düşünsel kökenlerini Antik Yunan’a kadar götürmek mümkündür. Bununla birlikte evrimin bilimsel bir kuram olarak tarih sahnesine çıkması XIX. yüzyılda mümkün olabilmiştir. Evrim, bilimsel olarak önce Jean-Baptiste Lamarck’ın (1744- 1829) 1809 yılında yayımlanan bilinen adıyla Zooloji Felsefesi [Philosophie zoologique] ve 1815 yılında yayımlanmaya başlayan Omurgasız Hayvanların Doğal Tarihi [Histoire naturelle des animaux sans vertèbres] adlı eserinde ortaya koyduğu dönüşüm kuramında ardından Charles Darwin’in (1809-1882) 1859 yılında yayımlanan bilinen adıyla Türlerin Kökeni [On the Origin of Species] adlı çalışmasında doğal seçilim mekanizması üzerinden ele alınmıştır. Evrim Kuramı, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’nın toplumsal ve kültürel atmosferini baştan sona işgal etmiş ve 1930’lu yıllara kadar Lamarck’ın ve Darwin’in kuramları karşılaştırılarak tartışılmıştır. Bu atmosfer ışığında Türkiye’ye Evrim Kuramı’nın girişini ise iki dönem üzerinden ele alabilmek mümkündür. İlk dönemi Aktarma Dönemi (1873-1892), ikinci dönemi ise Benimseme Dönemi (1908-1923) olarak adlandırabiliriz. Bu iki dönem içerisinde yayımlanan belli başlı eserler incelendiğinde görülmektedir ki Osmanlılar, genellikle sanılanın aksine Darwin ile değil de Lamarck ile düşünsel bir bağ kurmuşlardır. Bu çalışmanın amacı, Osmanlıların Darwin’den ziyade Lamarck’ın düşüncelerine yakın bir duruş sergilediklerini gerekçeleriyle ortaya koymaktır.Item Sahnede felsefe: Sartre tiyatrosunun felsefî çerçevesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-21) Babuççu, Ali Han; Bursa Uludağ Üniversitesi/Fen-Edebiyat Fakültesi/Felsefe Bölümü.; 0000-0002-6589-4688Bu çalışma, 20. yüzyıl düşüncesinde son derece etkili olan Jean-Paul Sartre felsefesinin, onun tiyatro oyunlarıyla ilişkisi içerisinde ele alınmasını hedeflemektedir. Sartre tiyatrosu, filozofun varoluşçu felsefesinin sahneye taşındığı bir tiyatrodur. Burada karakterler, Sartre felsefesinin temel problemleriyle yüzleşirler. Özgürlük, sorumluluk, insanın kendisini belirlemesi, seçim yapmaya mecbur olan birey ve tüm bunların sebep olduğu kaygı, onun tiyatrosunun merkezinde yer alır. Onun oyun karakterleri, bahsetmiş olduğumuz kavramlar temelinde sınır durumlarını tecrübe eden kişilerdir. Sartre karakterlerinin yaşadığı sınır durumlarına, seyirciyi de ortak etmek ister. Mevcut çalışma da bu kavramlar ışığında Sartre'ın tiyatro oyunlarını inceleyecektir.Item Teşhir toplumunda medyatik varoluş(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-08) Erdoğan, Şeyma BilginerToplumsal bir varlık olan insanın var olduğu günden bugüne değin temel ihtiyaçlarından biri olarak iletişim, çeşitli şekillerde kurulmaya çalışılmış, bunun sonucunda da bireyselden kitleselliğe uzanan iletişim biçimleri ortaya çıkmıştır. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda kitlesel nitelik kazanan iletişim, yeni teknolojiler ile her geçen gün mesafe, zaman veya mekân gibi kavramları tabiri caizse askıya almıştır. Bu sanal mekânlardan biri olan sosyal medya da insanların hem iletişim kurma biçimleri hem de günlük yaşamları üzerinde etkili olmaktadır. Bu çalışma, insanların sıklıkla bu ortamlarda gündemi takip etmek için veya günlük hayatlarına ilişkin yaptıkları paylaşımlarla bireysel varoluşlarını nasıl ortaya koymaya çalıştıkları amacına yönelik olarak planlanmıştır. Çalışmanın sınırlılığı yanı sıra farkındalık düzeyinin daha fazla olacağı düşüncesiyle iletişim fakültesi yüksek lisans öğrencileri evreninden Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Tv ve Sinema Anabilim dalı öğrencileri amaçlı örneklem dâhilinde tercih edilmiştir. Katılımcılardan mülakat yöntemiyle elde edilen veriler, nitel içerik çözümleme yöntemi ile Varoluş felsefesinde öne çıkan kavramlar ışığında kategorize edilerek incelenmeye çalışılmıştır. Medyanın yaygın kullanımı ve insanların medya vasıtasıyla görünür olma arzusuna ilişkin olarak, medyatik varoluş biçimlerini sorgulamaya yönelik olan bu araştırma sonucunda, eğitimle doğru orantılı şekilde belli bir bilinç düzeyinin yakalandığı görülmüştür. Ancak buna rağmen kitle içerisindeki bireyin medya platformlarında varlık gösterirken farkında olmadan ya da zorunlu olarak medya mantığına boyun eğmesi de söz konusudur. Bu doğrultuda medya okuryazarlığının, özelde bireyde genelde toplumda belli bir bilinç düzeyinin yakalanarak farkındalık oluşturma adına hayatın her kademesinde gerekli bir eğitim olduğu sonucuna ulaşılmıştır.Item Wittgenstein’ın anti-felsefesi(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-02-25) Gökhan, Yasin; Bursa Uludağ Üniversitesi/İlahiyat Fakültesi/Din Felsefesi Bölümü.; 0000-0002-6289-0876Wittgenstein’a göre hayat son derece kozmopolittir. Hayata paralel olarak bilgimiz ve dilimiz de o derece sofistike ve dinamik olmak zorundadır. Bu kaotik durumu aşmak ve basite indirgemek için girişilen metafizik/spekülatif bilgi iddiaları felsefenin yöntemi olamaz. Çünkü metafizik tıpkı matematik ve mantık gibidir; her şeyi tek biçimli yapmaktadır. Wittgenstein’a göre realitenin sonsuz çeşitliliğine karşın böylesi tek tipçi ve indirgemeci bir yaklaşım söz konusu olduğunda ‘felsefî aura’ tamamen kaybolmaktadır. Bu nedenle felsefî analiz bilimsel analizden de farklı olmak zorundadır. O halde felsefe ideal/yapay diller yaratmak yerine kültürlerin otantikliğine boyanan yaşam biçimlerini ve dil oyunlarını anlamaya ve betimlemeye çalışmalıdır. Filozof her türlü derinlik arayışından kaçınmalıdır. Bir mühendis gibi gündelik dilde karşılığı bulunmayan yapay/ideal icatlar üretme peşine düşmek yerine, bir doktor gibi gündelik dili rehabilite etmeye yönelmelidir. Çünkü spekülatif düşünceye dayalı bilgi/keşif iddialarıyla bir yol alınamadığı görülmüştür. O halde, artık hayatın özüne dair metafizik sistemler; ‘mega formüller’ ve ‘nihai önermeler’ aramaktan vazgeçilmelidir. Metafizikçilerin öznel dilleri değil, toplumsal yaşamın ortak sağduyusu demek olan “gündelik dil” esas alınmalıdır. Çünkü dil zihinsel bir inşa değil, belirli bir topluma ait göstergeler dünyasıdır. Kuralları ve sabiteleri belirli bir toplum tarafından belirlenen ve o toplumca sürekli onaylanma zorunluluğu bulunan dil, sosyokültürel yaşamın aynası olan bir ortaklık zemini ve objektif anlamlar evrenidir. Bu çalışmada ortaya koymaya çalıştığımız Wittgenstein’ın sosyokültürel objektiviteyi esas alan anti-felsefi tutumunu, yalnızca insanlık düşün tarihinin geçmiş dönemlerine ait metafizik savrulmalara bir tepki olarak değil, gelecek mimarlığına soyunmuş bulunan post-truth savrulmalara karşı da bir projeksiyon olarak okumanın daha ufuk açıcı olacağını düşünmekteyiz.Item Yaşlanma, anlatı ve otantisite(Bursa Uludağ Üniversitesi, 2022-03-15) Pamuk, Deniz; Salur, BilgeYaşlanma süreci varoluşçu perspektiften yararlanan gerontologlara göre, bir yolculuk ve bu yolculuk neticesinde otantik oluşa ulaşmanın hedeflendiği bir fenomen olarak yorumlanmaktadır. Anlatı ise, bu süreci somutlaştıran bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Antik Çağ’dan günümüze değin çeşitli düşünürler yaşam öyküsünün bireyin varoluşu ve otantisitesi üzerindeki etkisinden söz etmiştir. Bu çalışmada yaşlanma, anlatı ve otantisite arasındaki ilişki çeşitli bakış açılarından yararlanılarak varoluşçu perspektiften incelenmiştir. Anlatı, varoluşsal bir yolculuk olan yaşlanmayı zamansallık, öznelerarasılık ve geçiciliğini somutlaştırmada ve bireyin kendisine karşı doğru olması olan otantisiteye ulaşmada önemli bir işleve sahiptir. Yaşamın ve yaşlanmanın sürekli bir devinim halinde oluşu, anlatının da değişebilirliğini belirlemektedir. Bu nedenle, bireyin kendi yaşam öyküsünü gözden geçirmesi ve kabullenerek devam edebilmesi hem yaşlanmanın hem de anlatının öznel yapısı açısından oldukça önemlidir.