T.C.
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE ANABİLİM DALI
SİSTEMATİK FELSEFE BİLİM DALI
ÇAĞDAŞ ZİHİN FELSEFESİNDE
QUALİANIN ONTOLOJİK STATÜSÜ PROBLEMİ
(DOKTORA TEZİ)
ZEYNEP BERKE
BURSA - 2022
T.C.
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE ANABİLİM DALI
SİSTEMATİK FELSEFE BİLİM DALI
ÇAĞDAŞ ZİHİN FELSEFESİNDE
QUALİANIN ONTOLOJİK STATÜSÜ PROBLEMİ
(DOKTORA TEZİ)
ZEYNEP BERKE
Danışman:
MUHSİN YILMAZ
BURSA - 2022
ii
Yemin Metni
Doktora tezi olarak sunduğum “Çağdaş Zihin Felsefesinde Qualianın Ontolojik Statüsü
Problemi” başlıklı çalışmanın bilimsel araştırma, yazma ve etik kurallarına uygun olarak
tarafımdan yazıldığına ve tezde yapılan bütün alıntıların kaynaklarının usulüne uygun olarak
gösterildiğine, tezimde intihal ürünü cümle veya paragraflar bulunmadığına şerefim üzerine
yemin ederim.
01.07.2022
Adı Soyadı: ZEYNEP BERKE
Öğrenci No: 711443001
Anabilim Dalı: FELSEFE
Programı: FELSEFE
Tezin Türü: DOKTORA
iii
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
DOKTORA İNTİHAL YAZILIM RAPORU
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE ANABİLİM DALI BAŞKANLIĞI’NA
Tarih: 04.07.2022
Danışman
Prof. Dr. Muhsin YILMAZ 04.07.2022
Tez Başlığı / Konusu: Çağdaş Zihin Felsefesinde Qualianın Ontolojik Statüsü Problemi
Yukarıda başlığı gösterilen tez çalışmamın a) Kapak sayfası, b) Giriş, c) Ana bölümler ve d) Sonuç kısımlarından oluşan
toplam 201 sayfalık kısmına ilişkin, 04.07.2022 tarihinde şahsım tarafından TURNITIN adlı intihal tespit programından
aşağıda belirtilen filtrelemeler uygulanarak alınmış olan özgünlük raporuna göre, tezimin benzerlik oranı % 4 ‘tür.
Uygulanan filtrelemeler:
1- Kaynakça dahil
2- Alıntılar dâhil
3- 5 kelimeden daha az örtüşme içeren metin kısımları hariç
Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tez Çalışması Özgünlük Raporu Alınması ve Kullanılması Uygulama
Esasları’nı inceledim ve bu Uygulama Esasları’nda belirtilen azami benzerlik oranlarına göre tez çalışmamın herhangi
bir intihal içermediğini; aksinin tespit edileceği muhtemel durumda doğabilecek her türlü hukuki sorumluluğu kabul
ettiğimi ve yukarıda vermiş olduğum bilgilerin doğru olduğunu beyan ederim.
Gereğini saygılarımla arz ederim.
03.07.2022
Adı Soyadı:
ZEYNEP BERKE
Öğrenci No: 711443001
Anabilim Dalı: SİSTEMATİK FELSEFE
Programı: FELSEFE
Statüsü: Y.Lisans Doktora
iv
Yazar adı soyadı Zeynep Berke
Üniversite Bursa Uludağ Üniversitesi
Enstitü Sosyal Bilimler Enstitüsü
Anabilim dalı Felsefe
Bilim dalı Sistematik Felsefe
Tezin niteliği DOKTORA
Mezuniyet tarihi 18/07/2022
Tez danışmanı Prof. Dr. Muhsin Yılmaz
Çağdaş Zihin Felsefesinde Qualianın Ontolojik Statüsü Problemi
“Qualianın ontolojik statüsü” problemi, bilinçli deneyimlerin öznel niteliklerinin yani
qualianın, beyin ve merkezi sinir sistemindeki biyokimyasal/nörolojik/fiziksel süreçler
üzerinden açıklanmasının mümkün olup olmadığı problemi olarak tanımlanabilir. Çağdaş zihin
felsefesi alanında yürütülen tartışmalarının çekirdeğini oluşturan qualia problemi, Antik
Yunan felsefesinden günümüze uzanan süreçte farklı formlarda karşımıza çıkmış olan iki
kadim sorunsalın –materyalizm-düalizm karşıtlığı ile zihin-beden probleminin– çağdaş bir
uzantısıdır. Çalışmamızın ilk bölümü; qualia kavramının tanımını ve temel niteliklerini, bu
olgunun bilinç ve beyinle olan ilişkisini, qualianın ontolojik statüsü probleminin tanımı ve
kapsamını içermektedir. İkinci ve üçüncü bölümlerde felsefe tarihinde ruhtan zihne, zihinden
bilince uzanan süreç, bu kavramlara yönelik temel ontolojik yaklaşımlar eşliğinde
serimlenmektedir. Dördüncü bölümde çağdaş zihin felsefesinin mayalanadığı entelektüel iklim
ana hatlarıyla ele alındıktan sonra, qualia problemine yönelik iki asli ontolojik yaklaşım olan
indirgemecilik ve anti-indirgemecilik önde gelen temsilcilerinden hareketle ortaya konmuştur.
Son olarak araştırmamız neticesinde ulaştığımız sonuçlar ve probleme yönelik ontolojik bir
kavrayış önerisi sunulmaktadır.
Anahtar kelimeler: Bilinç, qualia, indirgemecilik, zihin-beden problemi, fenomenal bilinç
v
Name & surname Zeynep Berke
University Bursa Uludağ University
Institute Institute of Social Sciences
Field Philosophy
Subfield Systematical Philosophy
Degree awarded PhD.
Date of degree awarded 18/07/2022
Supervisor Prof. Dr. Muhsin Yılmaz
The Problem of the Ontological Status of Qualia in Contemporary Philosophy of Mind
“The problem of the ontological status of qualia” can be defined as the problem of whether
the subjective qualities of conscious experience, i.e. qualia, can be explained by way of
biochemical/neurological/physical processes that take place in the brain and central nervous
system. The problem of qualia, which constitutes the core of discussions held in the field of
contemporary philosophy of mind, is an extent of two ancient problematics –materialism-
dualism antilogy and mind-body problem– that appear in different forms within the period
from Ancient Greek philosophy to our day. The first section of our work includes the
definition and main properties of the concept qualia; its relation with consciousness and
brain, the definition and scope of the problem of the ontological status of qualia. In the second
and third sections, the process from soul to mind and from mind to consciousness in
philosophy of mind are presented in company with main ontological approaches towards
these concepts. In the fourth section, firstly the intellectual climate where contemporary
philosophy of mind is cultivated is outlined. Then reductionism and anti-reductionism which
are the two main ontological approaches to the problem of qualia are introduced with
reference to its leading representatives. Lastly, the results we came through as a result of our
research and a proposal of an ontological conception regarding the problem are presented.
Keywords: Consciousness, qualia, reductionism, mind-body problem, phenomenal consciousness
vi
İÇİNDEKİLER
Sayfa
TEZ ONAY SAYFASI............................................................................................................i
YEMİN METNİ…………………………………………………………………………… ii
İNTİHAL RAPORU………………………………………………………………………..iii
ÖZET………………………………………………………………………………………..iv
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………..………… …….vi
GİRİŞ …………………………………………………………………….……………… …1
BİRİNCİ BÖLÜM
ÇAĞDAŞ ZİHİN FELSEFESİNİN ÇIKMAZI: QUALİA
I. ZİHİN-BEDEN PROBLEMİNDEN, BİLİNÇ-BEYİN PROBLEMİNE……….6
II. QUALİANIN GEREK-KOŞULU: FENOMENAL BİLİNÇ……………………9
III. TANIDIK BİR GİZEM: QUALİA……………………………………………….15
A. Qualia Kavramının Etimolojisi ve Tarihçesi…………………………….…17
B. Problemin İlk Durağı: Qualiayı Tanımlamak…………………………..…..19
C. Qualianın Kavramsal Ağı…………………………………………………..22
IV. QUALİANIN TEMEL NİTELİKLERİ……………………………………….....26
A. İfade edilemezlik/Aktarılamazlık……………………………………….…26
B. Kişisellik ……………………………………………………………….…27
C. Doğrudan ve Anlık Olma…………………………………………………28
D. Asli/İçkin (Intrinsic) Olma………………………………………………..29
V. QUALİANIN ONTOLOJİK STATÜSÜ: PROBLEMİN TANIMI VE
KAPSAMI………………………………………………..………………...……30
VI. İKİ ANA CEPHE: İNDİRGEMECİLİK VE ANTİ-İNDİRGEMECİLİK.......32
İKİNCİ BÖLÜM
ZOR PROBLEMİN KÖKENLERİ:
KLASİK FELSEFEDE RUH KAVRAYIŞLARI
I. PSUKHEDEN ZİHNE UZANAN YOL…………………………………….….38
II. PRE-SOKRATİK FELSEFEDE PSUKHE……………………………………39
A. Miletos Okulu’nda Psukhe: Canlılık ve Hareket İlkesi ………………….41
B. Pythagorasçılık: Ruh-Beden Karşıtlığı ve Düalist Kavrayışın Doğuşu…..43
C. Herakleitos: Psukhe, Ateş ve Logos………………………………………45
vii
D. Anaksagoras’ta Psukhe ve Nous Ayrımı………………………………….47
E. Demokritos: Maddi-Atomculuk ………………………….………………48
F. Sofist Hareket: Aklın Sınırları ve Bilginin İmkânına İlişkin Yeni Bir
Yaklaşım……………………………………………………………...………..…49
III. SOKRATİK FELSEFE: SOKRATES, PLATON, ARİSTOTELES…………51
A. Sokrates ve Ruhun Ahlakileştirilmesi…………………………………….51
B. Platon’da Bilgi Kuramının Temel Dayanağı Olarak Ölümsüz Akıl………52
C. Aristoteles: Madde-Formun Ayrılmazlığı ve Etkin Aklın Ebediliği……....57
D. Platon ve Aristoteles’in Mirası..…………………………………………...61
IV. YUNAN FELSEFESİNİN SON DURAKLARI: STOACI OKULLAR............64
A. Stoacılık: Evrensel Akıl ve İnsani Nous……………………………………65
B. Epikürosçuluk: Materyalist Bir Ruh Anlayışı…………………………...…66
V. ORTAÇAĞ FELSEFESİNDE RUH ANLAYIŞLARI……………………..…..69
A. Plotinos: Bir, Nous ve Ruh…………………………………………………71
B. Augustinus’ta Ruhun Doğası ve İçe Dönüş…………………………………73
C. İbn Sina…………………………………………………………………..…77
D. İbn Rüşd……………………………………………………………………80
E. Aquinalı Thomas…………………….………………..……………….......81
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ZİHİN KAVRAMININ DOĞUŞU VE QUALİA PROBLEMİNİN
MODERN FORMLARI
I. MODERN FELSEFEDE ZİHİN………………………………………………..…84
II. ZİHNİN KEŞFİ ve TÖZ DÜALİZMİ: RENE DESCARTES ….……………..…87
III. DÜALİST ÇÖZÜM DENEMELERİ…………………………………………..….99
A. Malebranch …………………………………………………… ……..99
B. Leibniz…………………………………………………………………..99
IV. MATERYALİZM: THOMAS HOBBES ………………………………….…….101
V. ÇİFT YÖN KURAMI: BENEDICT SPINOZA…………………………………104
VI. BİLGİNİN SINIRLARI ve DOĞASI: JOHN LOCKE…………………………112
VII. EPİSTEMOLOJİK ASİMETRİNİN METAFİZİĞİ:
IMMANUEL KANT……………………………………………………………...119
viii
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÇAĞDAŞ ZİHİN FELSEFESİNDE QUALİA PROBLEMİ
I. ON DOKUZUNCU YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE: ZİHİN FELSEFESİNE YÖN
VEREN GELİŞMELER…………………….………………………..………....123
A. Müstakil Bir Bilim Olarak Psikolojinin Doğuşu ve Seyri………………..125
B. Davranışçılığın Doğuşu: “Bilinç”siz Psikoloji…………………………...132
C. Freud ve Bilinçdışının Keşfi……………………………………...………134
D. Darwin’in Evrim Kuramı…………………………………………………136
E. Bilgisayarın İcadı ve Yapay Zekâ Kavramının Doğuşu……………….…137
F. Sinirbilimin Yükselişi ve Beynin Keşfi………………………………..…139
G. Terminolojik Enflasyon ……………………………………………….…140
II. QUALİA PROBLEMİNE YÖNELİK İNDİRGEMECİ YAKLAŞIMLAR….141
A. Mantıksal Davranışçılık…………………………………………………..143
1. Gilbert Ryle: Makinedeki Hayalet Dogmasının Reddi…………………144
B. Özdeşlik Kuramı………………………………………………………….147
C. İşlevselcilik……………………………………………………………….150
D. Elemeci Materyalizm: Daniel Dennett……………………….…………..154
1. Kartezyen Tiyatro’nun Reddi ve Qualianın Elenmesi…………...…156
2. Çoklu Taslaklar Modeli ve Heterofenomenoloji……………………161
3. Bilinç Açıklanıyor (mu?) …………………………………………...162
III. QUALİA PROBLEMİNE YÖNELİK ANTİ-İNDİRGEMECİ
YAKLAŞIMLAR…………………………………………...………………….…..164
A. John Searle: Biyolojik Natüralizm……….……………………………….164
B. David Chalmers: Natüralist Düalizm………………………….……… …170
C. Thomas Nagel: ‘Bakış Açısı’nın İndirgenemezliği………..…………… ..174
IV. BİR ONTOLOJİK KAVRAYIŞ ÖNERİSİ………………………………… .…180
A. Paradigma Kaymasına Doğru: Olağan Bilimin Anomalisi Olarak Qualia...180
B. Problemi Yeni Kavramlar Eşliğinde Düşünmek: “Maruz Kalma”,
“Karşılaşma” ve “Perspektifli Olma”……………………………………….184
C. İnsani Varoluşun Ön Koşulu Olarak Epistemik Asimetri……………….…188
SONUÇ………………………………………………………………………………...……190
KAYNAKLAR…………………………………………………………………….….....…195
ÖZGEÇMİŞ…………………………………………………………………….……..……205
1
GİRİŞ
Yaşadığımız evrenin hikâyesi, çağdaş bilimsel bulguların gösterdiği kadarıyla, şöyle
başladı: Bundan yaklaşık 14 milyar yıl önce, bir tekillik anında, büyük patlama gerçekleşti.
Bu sıfır noktasının ötesine ilişkin söylenen her şey, varsayımdan, inançtan veya tahminden
ibaret. Büyük patlama sonucunda açığa çıkan atom altı parçacıklar, yani evrenin yapıtaşları,
sonsuzca genişlerken uzamı ve zamanı, yani bizim “varoluş” alanımızı meydana getirdi.
Sonrasında, mahiyetine ilişkin eksiksiz bir bilgiye sahip olmadığımız bu yapıtaşları, yine
henüz mükemmelen çözemediğimiz süreçler neticesinde yıldızları, gezegenleri, kara
delikleri ve evrendeki diğer tüm öğeleri ortaya çıkardı; genişlemeye ve dönüşmeye devam
etti.
Hikâye burada böyle bitebilir, son sözümüz “ve evren böylece var olmaya devam etti”
olabilirdi. Ancak her güzel hikâyede olduğu gibi, evrenin hikâyesinde de bir dönüm noktası
yaşanacaktı. Güneş adını verdiğimiz orta büyüklükteki bir yıldızın çevresinde dönüp duran
gezegenlerden bir tanesi olan Dünya’da, muazzam ölçüde karmaşık bir olgu olan “canlılık”
meydana geldi. 1 “Neden”leri ve “nasıl”ları halen gizemini koruyan süreçler sonucunda
ortaya çıkan canlı organizmalar hareket, beslenme, solunum, uyaranlara tepki verme, üreme,
gelişme gibi bir dizi muazzam yeti ve işlevle donanmıştı.
Hikâye burada da bitebilir, son sözümüz “işte evren tüm canlı ve cansız öğeleriyle
birlikte böylece var olmaya devam etti” olabilirdi. Ancak bu sürükleyici hikâyenin bir de
başkarakteri, esas kahramanı vardı ve tüm hikâye onun tarafından yazılacaktı. Geçen
1 Çağdaş bilimsel paradigmanın canlılık tanımı şu şekilde özetlenebilir: Canlılık, sürekli olarak farklı
kombinasyonlarla bir araya gelen karbon temelli parçacıklardan bazılarının, hücresel yapılar oluşturmayı,
kendilerini dış dünyadan ayıran bir bütünlük oluşturacak biçimde organize olmayı ve bu bütünün metabolik iç-
etkinliği sayesinde, evrende hüküm süren ve her sistemin giderek düzensiz hale geçmesine neden olan entropi
yasasını geçici süreyle askıya almayı başarabilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. (Canlılık tanımı için ilk olarak
genel ve teknik sözlüklere başvurulmuş ancak Çağrı Mert Bakırcı’nın “Canlıların Ortak Özellikleri Nelerdir? Canlı
ve Cansızları Birbirinden Ayırmanın Kolay Bir Yolu Var mı?” yazısındaki canlılık tarifi daha sade ve açık olduğu
için tercih edilmiştir. Yukarıdaki tanım bu yazıdaki verilerin özetlenmesi ile oluşturulmuştur.
https://evrimagaci.org/canlilarin-ortak-ozellikleri-nelerdir-canli-ve-cansizlari-birbirinden-ayirmanin-kolay-
bir-yolu-var-mi-10221.)
https://evrimagaci.org/canlilarin-ortak-ozellikleri-nelerdir-canli-ve-cansizlari-birbirinden-ayirmanin-kolay-bir-yolu-var-mi-10221
https://evrimagaci.org/canlilarin-ortak-ozellikleri-nelerdir-canli-ve-cansizlari-birbirinden-ayirmanin-kolay-bir-yolu-var-mi-10221
2
milyarlarca yıl içinde dünya üzerinde milyonlarca canlı türü ortaya çıktı ancak bunlardan
bazıları, yukarıda saydığımız canlılık emarelerinden niteliksel olarak farklılaşan bazı
yetilerle donanmışlardı. Bu canlılar, solunum, hareket, beslenme gibi süreçleri biyokimyasal
bir biçimde gerçekleştirmekle kalmıyor; farkında olma, algılama, hissetme, değerlendirme,
hayal kurma, hatırlama, problemlere çözüm getirme, diğer canlılarla iletişime geçme, çevreyi
ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürme gibi bir dizi etkinlikte bulunabiliyorlardı. Ve tüm bu
etkinliklerin sorumlusu, asli varoluş nedeni ve doğası halen gizemini koruyan “bilinçli
zihin”den başkası değildi. Üstelik biz insanların 2 bilinçli olarak yönelebildiği nesneler,
evrenin kendimiz dışında kalan öğeleri ile sınırlı değildi, zira insan kendini bir özne olarak
fark edebilmesine olanak veren bir öz-bilince de sahipti. Kişinin yükselmek için kendi
omuzlarına çıkması kadar paradoksal bir doğaya sahip olan öz-bilinç, hâlihazırda muazzam
ölçüde karmaşık bir olgu olan bilincin belki de en gizemli yanıydı.
İnsan, kendisini ve dünyayı deneyimlemekle ve bunlar üzerine düşünmekle kalmadı.
Bu deneyim ve düşüncelerini, ortaklıklar ve farklılıklar üzerinden soyutlayıp sınıflandırarak,
nesneleri, olguları, düşünceleri ve öznel deneyimleri belirli ses kalıpları ile temsil etmesine
olanak sağlayan bir sistem olan “dili” yarattı. Dilin yaratılması belki de insanlık tarihindeki
en büyük kırılma noktasıydı. Dil ile birlikte insanın bütün deneyim, düşünce ve
duygulanımları, sembolik bir dünyaya aktarılabiliyor ve insanlar arasında paylaşılabiliyordu.
Bilinç içerikleri ve durumlarının belirli ses kalıpları aracılığıyla temsil edilmesini, bu ses
kalıplarının görsel simgelere dönüştürülmesine imkân veren “yazı”nın keşfi izledi.
Böylelikle insan artık dünyaya ilişkin tüm deneyim ve düşüncelerini kayıt altına alabiliyor,
kalıcı hale getirebiliyor ve diğer insanlarla paylaşabiliyordu.
Bugün bildiğimiz haliyle insanlık tarihi işte bu olağanüstü yeti ve işlevlerle
donatılmış olan bilinç sahibi insanlar tarafından yazıldı. İnsan, bu tarihi yaratırken, yalnızca
dünyayı topyekûn dönüştürmekle kalmadı. Kendi varlığını idrak ettiği andan itibaren içinde
yaşadığı evrenin mahiyetini, dünyada bulunmasının anlamı ve amacını, bedenini ve bilincini
sorgulamaktan kendini alamadı. Bu doğal merak ve var olanları kullanarak var olmayanları
2 Hayvanların büyük kısmında bilinç olduğundan şüphe etmemekle birlikte, bu çalışmada insan bilincini
merkeze alacağımız için, anlatımlarımızın öznesi bundan sonrasında insan olacaktır.
3
imgelemesine imkân veren hayal gücü, onu daima bedensel ve zihinsel sınırlarının ötesine
geçmeye, cevaplamaya belki de ilkece muktedir olmadığı soruları sormaya yönlendirdi.
Böylelikle insan, sonlu bir bedene sahip olduğu halde sonsuzluk kavramını, kırılgan ve geçici
doğasına rağmen ölümsüzlük kavramını üretebildi. Bu arada doğadaki diğer nesneleri akıl
almaz ölçülerde dönüştürerek, bedensel olarak gerçekleştirmesi mümkün olmayan şeyleri
yapmayı da başardı; atomun yapıtaşlarından, bizden binlerce kilometre uzaktaki galaksilere
kadar uzanabildi.
Ancak bu hikâyenin belki de en şaşırtıcı detayı, insanın bütün bunları yapmasını
olanaklı kılan “bilinçle” ile ilgili ne kadar az şey biliyor olduğudur. Kendi kendine isim
veren, kendisini yalnızca iç gözlem ile dolayımsız olarak değil bir nesne olarak dışarıdan da
inceleyebilen bir yapı olarak bilinç, bugün sahip olduğumuz tüm teknolojik olanaklara
rağmen evrenin en karmaşık ve gizemli olgularından biri olmayı sürdürmektedir. Diğer bir
deyişle insan, bildiği ve anladığı –ya da öyle sandığı– her şeyi bilmesini ve anlamasını
sağlayan aracı hakkında çok az şey bilmektedir.3 Pek çok filozofa göre “bilincin gizemi”
ifadesi, esasen bilincin doğasını ve öz niteliklerini, bugün sahip olduğumuz evren kavrayışı
dâhilinde açıklamakta güçlük çektiğimizin bir göstergesidir.
Çalışmamızın konu alacağı problem, bilincin gizeminin çekirdeğini teşkil eden, hatta
kimilerine göre bilincin açıklanmasını umutsuz bir vaka haline getiren deneyimin öznel
niteliğinin, yani qualianın ontolojik statüsü problemidir. Bu problemi seçmemizin nedeni,
çağdaş zihin felsefesi alanında qualia kavramını ve qualianın ontolojik statüsü problemini
merkeze alan geniş katılımlı bir tartışma bulunmasına karşın, Türkçe literatürde bu kavramın
henüz çok sınırlı bir şekilde ele alınmış olmasıdır. Nitekim bu çalışma, doğrudan qualia
kavramını konu alan ilk Türkçe doktora çalışması olacaktır. Çalışmamızın qualia kavramının
ve qualianın ontolojik statüsü probleminin bilinirliğinin artmasına katkıda bulunması
umulmaktadır.
3 Bu kısım, evrenin ortaya çıkışına ilişkin günümüzde yaygın bir şekilde kabul gören açıklama Büyük Patlama
Teorisi’ne dayanarak kurgulanmıştır. Ancak bunun nihayetinde bir teori olduğunun, dolayısıyla da yanlış/eksik
olabileceğinin farkındayız. Nitekim bu anlatıyı, alternatif bir kozmolojik teoriye uyarlamak da mümkündür.
Esasen vurgulamak istediğimiz olgu, şu veya bu biçimde ortaya çıkmış olan ve tüm bilgimizin ön koşulu/aracısı
olan zihin hakkında bu denli az şey biliyor olmamızın paradoksal doğasıdır.
4
Felsefe alanında belli bir kavrama veya sorunsala yönelik araştırmaya giren kişinin
kendisini sonsuzca uzayıp giden devasa ve çok boyutlu bir örümcek ağının merkezindeymiş
gibi hissetmesi kaçınılmazdır. Bu ağ örgüsü hem kavramlar arası hem de tarihsel bağlantıları
kapsamaktadır. Bu yüzden de onu bütünlüklü ve eksiksiz bir biçimde kavramanın insanın
varoluşsal kapasitelerini aşan bir hedef olduğunu en baştan itiraf etmek gerekir. Böylesi bir
kavrayışı tarif etmek için ancak “tanrısal perspektif“ gibi bir ifade kullanmamız gerekir. Öte
yandan bu gerçek, hakikat aşkı duyan gerçek düşünürü yolundan ve yolculuğundan
alıkoymaz; aksine bir ide olarak “tanrısal perspektif”, bir işaret feneri, bir telos olarak
düşünüre yol gösterir. Bu tezin amacı, tam da böyle bir yolculuğa çıkmak ve nihayetinde ele
alınacak meseleye –zirve noktasına çıkmak mümkün olmasa da– şimdikinden daha geniş bir
perspektiften bakma imkânı bulmaktır.
Peki, örümcek ağı analojimize bu çalışma özelinde devam eder ve karşımızda duran
ağ örgüsünde “bilinç” kavramına hafifçe dokunursak ne olur? Dokunduğumuz kavram,
öylesine merkezi bir yerdedir ki, bir anda birbirine hassas bir biçimde bağlanmış olan incecik
tellerin hepsinin bir anda titreşmeye başladığını ve bu devasa ağ örgüsünde bilinç kavramıyla
ilişkili olmayan neredeyse hiçbir nokta bulunmadığını görürüz. Bu alanda yapılacak bir
çalışma açısından bakılacak olursa bu, hem muazzam hem de dehşet verici bir görüntüdür.
Muazzamdır çünkü araştırmacıya engin bir çalışma alanı ve sayısız seçenek sunar. Öte
yandan dehşet vericidir çünkü böylesine girift ve müphem bir kavramı sınırlı bir zamanda
belirli bir çerçevenin içine alarak araştırmak göz korkutucudur. Bu tespitten hareketle, bu
felsefi yolculuğa çıkmadan önce, detaylı, özenli, kapsamlı bir yol haritası çıkarmanın ne denli
önemli olduğu hemen anlaşılmaktadır. Araştırma esnasında kaybolmamak, gereksiz yollara
sapmamak ancak uğranması gerek durakları da es geçmemek ve nihayetinde ulaşılması
hedeflenen limana zamanında varmak için, yolculuğun her aşamasını planlamak
gerekmektedir.
Çalışmamız için belirlediğimiz yol haritasındaki ilk adımımız, konu alacağımız
“qualianın ontolojik statüsü” sorunsalını etraflıca ve derinlemesine tartışabilmek için ele
alınması zorunlu olan uğrakları, problemleri, kuramları ve kavramları tespit etmek olacaktır.
Sonrasında ise, belirlediğimiz öğelerin antropolojik ve felsefi kökenlerini, tarihsel süreçte ne
5
zaman ve ne şekilde ortaya çıktıklarını, ne türde dönüşümler geçirdiklerini, farklı filozoflar
tarafından ne şekilde ele alındıklarını ortaya koyan genel bir tarihsel arka plan
oluşturulacaktır.4 Devamında, çağdaş zihin felsefesinin mayalandığı entelektüel iklimi ve
paradigmayı ortaya koymak amacıyla yirminci yüzyılda gerçekleşen ve filozofların
kuramlarının şekillenmesinde rol oynayan bilimsel gelişmeler ve keşifler ele alınacaktır.
Böylelikle yolculuğumuzun son durağına; çağdaş zihin felsefesinin engin ve verimli
topraklarına ulaşmış olacağız. Bu kısımda çağdaş zihin felsefesinin önde gelen isimlerinin
bilinç kuramları ele alınacak; bu kuramların qualianın ontolojik statüsü problemine yönelik
tespit ve çıkarımları ortaya konacak ve bunlara yönelik eleştirilere değinilecektir. Son olarak
qualianın ontolojik statüsüne ilişkin kendi kavrayışımızı açıklamaya ve dikkat çekmek
istediğimiz bazı nüansların daha açık ifade edilmesine yardımcı olacağını düşündüğümüz
“maruz kalma”, “karşılaşma” ve “perspektifli olma” kavramlarını tanıtmaya çalışacağız.
4 Bu tarihsel arka plan, çalışmanın konusu ve kapsamı gereği belirli filozoflarla ve bunların zihin kuramlarının
temel öğeleriyle sınırlandırılmıştır zira her bir filozofun ruh, zihin, bilinç, deneyim gibi kavramlar hakkındaki
görüşlerini detaylı bir biçimde ele alma çabasının bir felsefe tarihi kitabı yazma girişimine dönüşmesi
kaçınılmaz olacaktır.
6
BİRİNCİ BÖLÜM
ÇAĞDAŞ ZİHİN FELSEFESİNİN ÇIKMAZI: QUALİA
I. ZİHİN-BEDEN PROBLEMİNDEN, BİLİNÇ-BEYİN PROBLEMİNE
Zihin en genel anlamıyla insanın, düşünce, duygu, arzu, irade, hayal gücü, içebakış,
hafıza, bilinç, bilinçdışı vb. öğelerden oluşan mental yanını bir bütün olarak ifade etmek için
kullanılmaktadır. İnsan zihninin doğasını, kapsamını, içeriğini –ve bu içeriğin kaynaklarını–
işlevlerini, yetilerini, sınırlarını inceleyen, öte yandan zihnin bedenle, diğer varlıklarla ve
doğayla ilişkisini sorgulayan felsefe alanına “zihin felsefesi” adı verilmektedir.
Yalnızca terminolojik açıdan bakıldığında “zihin” kavramının felsefe sahnesine Rene
Descartes (1596-1650) ile çıktığı ve zihni merkeze alan tartışmaların on yedinci yüzyıldan
sonra başladığı düşünülebilir. Ancak zihin felsefesinin konu aldığı olgulara ve problemlere
ilişkin farkındalık ve sorgulamanın, insanlık tarihiyle eş zamanlı olarak başladığına şüphe
yoktur; zira “zihin sahibi olma” niteliği “insan olma” tarifine içkindir.
Zihnin etkinliği –bilinçli ve bilinçsiz, özgür ve özgür olmayan, algıda, eylemde ve
düşüncede, hissetmede, duygularda, düşünümde ve hafızada ve bütün diğer
özelliklerinde– hayatımızın bir yönü değil, bir anlamda, hayatımızın ta kendisidir.5
Sahip olduğumuz antropolojik kaynakların gösterdiği üzere, mental fenomenlerin
doğası ve nitelikleri, tarihin her döneminde sorgulanmış ancak modernite öncesi dönemde,
bunları ifade etmek için kullanılan kavram zihin değil “psukhe/ruh” olmuştur. Felsefenin
başlangıcından itibaren psukhenin –Platon ve Aristoteles başta olmak üzere– çoğu filozofun
derinlikli biçimde ele aldığı ve felsefelerinin temel taşlarından biri haline getirdiği merkezi
bir kavram olduğu görülmektedir. Klasik felsefenin yaklaşımının, günümüzdeki zihin
kavrayışından en temel farkı, ruhun, zihinsel yeti ve işlevlerin yanı sıra bedenin canlılığından
da sorumlu olduğu düşüncesidir. Ancak modern bilimsel paradigmaya göre canlılık, hücresel
yapıların biyokimyasal etkileşimi ve metabolik etkinliği sonucunda ortaya çıkan fiziksel bir
5 John Searle, Bilinç Kısa Bir Giriş, çev. Deniz Saraç, AlBaraka Yayınları, İstanbul, 2021, s. 20.
7
süreçten ibarettir; bedene canlılık veren ilave bir öğe ya da tözden kaynaklanmamaktadır.
Nitekim Descartes, bilimsel yaklaşıma paralel biçimde, canlılık ile zihinselliğin birbirinden
ayrılması gerektiğine kanaat getirmiş ve böylelikle ruh kavramının tarihsel yükünden ve
felsefi/teolojik art alanından azade olan “zihin” kavramını literatüre kazandırmıştır.
Gerek ruh gerek zihin kavramlarına yönelik felsefi soruşturmalarda karşımıza çıkan
temel problemlerden biri ruhun/zihnin, bedenle olan ilişkisine açıklık getirme problemidir.
Bu ilişkinin felsefe tarihinin başlangıcından beri bir “problem” olarak görülmesinin nedeni,
ruhsal ya da zihinsel olduğu varsayılan özellikler ile bedensel özellikler arasında göz ardı
edilemeyecek kadar belirgin niteliksel farklar bulunmasıdır. Örneğin beynimizin
ağırlığından, kalbimizin hızından, parmaklarımızın boyundan, gözlerimizin renginden ve
bedenimizin hacminden bahsedebiliriz. Oysa düşüncelerimizin ağırlığından, korkularımızın
hızından, hayallerimizin boyundan, ağrımızın renginden ve zihnimizin hacminden –
şiirsel/sanatsal anlatılar haricinde, yani kelimelerin gerçek anlamlarına gönderimde
bulunarak– bahsetmek anlamsızdır. Bedensel özelliklerimiz üçüncü şahıs perspektifinden,
nesnel olarak gözlemlenebilirken, zihinsel özelliklerimiz yalnızca birinci şahıs
perspektifinden, bizatihi zihnin sahibi tarafından gözlemlenebilmektedir.
En önemli sorun, insan olmayı en hakiki şekliyle “içeriden” deneyimliyor
olmamızdır. İkinci sorun da belki bu iç deneyimin bir başka insanda asla benimkiyle
aynı olmayabileceği gerçeğidir. Varlığımızın başlangıcından beri insan olma hali
içinde “sınırlı” ve “hapis” durumda gibiyiz.6
Günlük yaşamda, bu keskin asimetriyi verili, doğal ve apaçık bir olgu olarak
sorunsuzca kabullenme eğilimindeyiz. Buna karşılık varlığın özünü, kökenini ve amacını
anlama ve anlamlandırma arzusunda olan hakikat severler, bu niteliksel karşıtlığın
doğurduğu ontolojik ve epistemolojik zorlukların, diğer bir deyişle “meselenin ciddiyeti”nin
daima farkında olmuşlardır. Ruh/zihin ile bedenin ne türden varlıklar oldukları ve aralarında
nasıl bir etkileşim olduğu –hatta herhangi bir etkileşim olup olmadığı– şeklinde
özetlenebilecek kadim sorunsala günümüzde “zihin-beden problemi”7 adı verilmektedir.
6 Sinan Canan, “Türkçe Baskıya Önsöz”, Bilinç Çok Kısa Bir Başlangıç, çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul,
2017, s. VII.
7 Bu problem, modernite öncesinde “ruh-beden problemi” olarak karşımıza çıkmaktadır.
8
Zihin-beden problemi, çağdaş zihin felsefesi alanında süregelen araştırmaların çekirdeğinde
duran ve esasen zihnin ontolojik/metafiziksel statüsüne ilişkin uzlaşmazlıkla karakterize olan
bir problemdir.
Zihin felsefesinde ortaya çıkan sorular (…) esasında metafizik sorulardır. Nereden
bakarsanız bakın bu sorular hem meşru hem de kaçınılmazdır. … Eğer bilim evrenin
sistematik bir biçimde araştırılması ise, o zaman metafizik kaçınılmaz bir biçimde
her daim bilime eşlik eder.8
Yirminci yüzyılda, bilimsel ve felsefi analizlerin hız kazanması ve uzmanlaşmanın
getirdiği terminolojik zenginlik sonucunda, zihin ve beden şemsiye kavramlar haline gelmiş
ve her birinin öğelerini işlevsel ve niteliksel olarak ayırt etme gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Örneğin beden kavramı, beyin ve merkezi sinir sistemini, iskelet ve kas sistemini, kan
dolaşımını, uzuvları, iç organları, duyu organlarını kapsamaktadır. Oysa gelişen görüntüleme
teknikleri, zihinsel etkinliklerimizin, beynin ve sinir sisteminin aktivitesi ile bağlantılı
olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde, Kartezyen felsefede özniteliği düşünme olan tözü
adlandırmak için kullanılan zihin kavramı zaman içinde, bilincinde olduğumuz ve
olmadığımız tüm mental ve nörolojik süreçleri kapsayan bir terim haline gelmiştir. Bu
nedenle, doğrudan farkında olmadığımız bilinçdışı süreçler ve nörolojik/mekanik etkinlikler
ile öznel deneyimlerimizin gerçekleştiği bilinçli hallerimiz arasındaki ayrımı vurgulama
gereği doğmuştur. Böylelikle zihin-beden problemi –özünde aynı sorunsala işaret etmekle
birlikte– kavramsal açıdan daha spesifik bir forma bürünerek “bilinç-beyin problemi” adını
almıştır.
Bilinç-beyin probleminin ikinci öğesini tanımlamak, ilkine kıyasla, kolaydır: Beyin,
bir bütün olarak beyin ve merkezi sinir sistemini temsil etmektedir. Elbette beynin, evrendeki
en karmaşık yapı olduğunu göz ardı etmiyoruz. Burada “kolay” ifadesi ile kastedilen, beyin
ve sinir sisteminin üçüncü tekil şahıs perspektifinden gözlemlenebilen fiziksel yapılar
olmaları, bu yüzden de en azından beyin kavramı ile işaret edilen varlığa ilişkin bir uzlaşım
bulunmasıdır. Buna karşılık bilinç, açıkça tanımlanabilmek şöyle dursun, var olup olmadığı
dahi tartışmalı olan bir kavramdır. Problem, tıpkı klasik felsefedeki “ruh” ve modern
8 John Heil, Zihin Felsefesi Çağdaş Bir Giriş, çev. S. Akbıyık; M. Bilgili, Küre Yayınları, İstanbul, 2020, s. 31.
9
felsefedeki “zihin” kavramlarında olduğu gibi, bilincin ne türden bir var olan olduğunu
belirlemeye çalıştığımızda ortaya çıkmaktadır.
Çalışmamızın konu alacağı felsefi sorun doğrudan “bilinç-beyin” probleminin
kapsamına giren ve çağdaş zihin felsefesi alanındaki en girift sorunsallardan biri olarak kabul
edilen “qualianın ontolojik statüsü problemi” 9 olacaktır. Ancak söz konusu problemin
“efradını cami, ağyarını mâni” bir tanımını yapmak kolay değildir zira meselenin kavramsal
ağı öylesine geniş, kapsadığı öğeler öylesine tartışmalı ve muğlaktır ki, temele alınan ortak
bir teorik zeminden bahsetmek bile zaman zaman oldukça güç olmaktadır. Dolayısıyla ilk
olarak problemi analitik bir biçimde ele alıp, içerdiği kavramları teker teker incelemek makul
görünmektedir. Bu amaçla ilk olarak, qualia olgusunu mümkün kılan koşulu, yani bilinç
kavramını tanımlamamız ve bilincin temel niteliklerini ortaya koymamız gerekmektedir.
Sonrasında qualianın ne anlama geldiğini, yapılan alternatif tanımlar üzerinden tartışacak ve
çalışmamızda temele alacağımız bir genel tanıma ulaşmaya çalışacağız.
II. QUALİANIN GEREK KOŞULU: FENOMENAL BİLİNÇ
Evrendeki en karmaşık ve gizemli olgu seçilecek olsaydı, oyumuzu bilinçten yana
kullanmak için haklı gerekçelerimiz olurdu. Bilinç, ilerledikçe uzayan bir yola, çözdükçe
zorlaşan bir bulmacaya benzemektedir. Günümüzde bilinç üzerine uzmanlaşmış en saygın
otoriteleri bir araya getirsek dahi bilincin mahiyetine ilişkin ortak bir kavrayışa –ve hatta
tümünün üzerinde uzlaşacağı bir bilinç tanımına– ulaşmamız mümkün gözükmemektedir.
Bilinç, milyon tane dil tarafından yıpratılmış bir kelimedir. Tercih edilen metaforik
dile göre, varlığın bir hali, bir töz, bir süreç, bir yer, bir epifenomen, maddenin zuhur
eden (emergent) bir yönü ya da tek doğru gerçeklik olabilir.10
Ancak bilinçle ilgili kesin olarak söyleyebileceğimiz –en az– bir şey bulunduğuna
şüphe yoktur: Eğer bilinç diye bir şey olmasaydı, herhangi bir şeyi düşünmemiz,
9 Bu problem, çalışmanın devamında kısaca “qualia problemi” olarak da anılacaktır.
10 George Miller’dan akt. Ferhat Onur, Çağdaş Zihin Felsefesinde Bilinç Problemi: Bir Panpsişizm Savunusu,
Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2019, ss. 23-24.
10
hissetmemiz, anlamamız, anlamlandırmamız zaten söz konusu olmayacaktı, çünkü biz var
olduğumuzu dahi fark edemeyecektik.
Bilinci yaşamımızın yalnızca bir yönü olarak düşünerek önemsizleştirmek bize cazip
gelir ve elbette biyolojik olarak gerçekten de yalnızca tek bir yönünden ibarettir ama
gerçek yaşam deneyimlerimiz göz önüne alındığında bilinç, anlamlı var oluşumuzun
esas noktasıdır (…) Yalnızca bilinçli bir varlık için önem diye bir şey var olabilir.11
Bu açıdan bakıldığında bilincin sahip olduğumuz en değerli öğe olduğu söylenebilir
çünkü bir insan olarak dünyayı ve evreni deneyimlememiz ancak bilinçli olduğumuz takdirde
olanaklı hâle gelmektedir. Bu tespitin anlamını, doğduğu andan itibaren bitkisel hayatta olan
ve hiç bilinç kazanmadan yaşamını yitiren bir insanı düşünerek daha iyi anlayabiliriz. Bu
kişinin biyolojik olarak canlı olduğunu kabul etsek dahi onun “yaşadığını”, “insan olma”yı
tecrübe ettiğini söylememiz olası gözükmemektedir.
Bu yanıyla bilinç, her birimizin en açık şekilde kavradığı ve en yakından tanıdığı
olgudur. Rüyasız uyku, baygınlık veya anestezi esnasında yoksun olduğumuz, var
olduğumuza ilişkin farkındalık kazanmamızı sağlayan, daha açık bir ifadeyle var olanlarla
ilişkimizi kurmakla kalmayıp, bize bir “ben” olarak varlık kazandıran gizemli
“bilinmeyen”dir bilinç. Esasen bilinci kavramayı zorlaştıran –hatta kimilerine göre ilkece
imkânsız hale getiren– olguların başında, tam da bilincin insani varoluş deneyimimizin
mutlak zemini olması gelmektedir. Kavramak, kelimenin kökeninin de işaret ettiği üzere, bir
şeyi avucuna almayı, etrafını çevirmeyi, onu kapsayan bir üst-küme olmayı gerektirmektedir.
Bilinç üzerine düşünebilmesinin ön koşulu bilinçli olmak olan bir canlının, bilinç olgusunu
aşarak onu “kavraması”nın ne denli mümkün olduğu başlı başına felsefi bir sorundur.
Bilinci tanımlamaktaki bir diğer güçlük, bilinci sabit bir nesne gibi karşımıza
almamızın mümkün olmayışıdır. Birinci elden veri sağlamak için kendi bilincimize
yöneldiğimizde ise, çok sayıda niteliğin eşlik ettiği bir deneyim akışı ile karşılaşırız. Bu akışı
oluşturan öğeler birbirine nüfuz etmiş yekpare bir doku halindedir. Elbette meşakkatli bir iç
gözlem ve titiz bir ayırt etme süreci sonunda bunlara farklı isimler verebiliriz ama bilinç akışı
esnasında bunları birbirinden izole şekilde değil bütünlüklü olarak deneyimleriz. Bu nedenle
11 John Searle, Bilinç Kısa Bir Giriş, ss. 153-154.
11
bilinç yaygın olarak bir süreç olarak nitelendirilir. Bilincin bu ele gelmeyen, müphem, adeta
sırrını açmaya direnen tabiatı, doğallıkla onu felsefenin hem en gözde hem de en tartışmalı
kavramlarından biri haline getirmektedir.
Elbette tüm bu teorik ve pratik zorluklar, insanları bu merak ve hayranlık uyandırıcı
–hatta bir bakıma mucizevi– olgu hakkında düşünmekten, fikir yürütmekten, onu
açıklamaya, tanımlamaya ve kavramaya çalışmaktan tarihin hiçbir döneminde
alıkoymamıştır. “Bilinci incelemek kendimize dair en derin gizemi incelemektir. Kendi
varlığımızın doğasını araştırmaktır.”12 Üstelik bu sorunsala kafa yoran her insan, bilinç
hakkında bilgi edinmesini sağlayacak bir kaynağa sahiptir: Kendi bilinci. Ayrıca insanın,
diğer canlılarla olan biyokimyasal benzerliği zemininde, onların da niteliksel olarak
kendininkine benzeyen bilinçli deneyimlere sahip olduklarını varsaymak için makul
gerekçeleri ve güçlü sezgileri bulunmaktadır. Böylelikle bilinç olgusu tarih boyunca farklı
kavram ve olgulara gönderimde bulunularak irdelenmiş, nihayetinde bilincin doğasına ve
temel niteliklerine ilişkin –bir uzlaşıma değilse de– bazı genel kabullere ulaşılmıştır:
Bilinçli bir varlık, içsel psikolojik bir gerçekliğe, içinde bilincin aktığı öznel
deneyimler içeren zihinsel bir yaşama sahiptir. Bize kendini doğrudan sunan ve
sürekli kendini ifşa eden bu içsel öznel deneyim akışı bilinçtir.13
Bu tanımdan hareketle bilincin, belirli niteliklerin eşlik ettiği bir farkındalık hali
olduğu söylenebilir. Bunların başında bilincin her zaman bir “özne” 14 tarafından
deneyimlendiğini ifade eden “öznellik” gelmektedir. Özne, deneyim akışına içsel olarak
şahitlik edendir; birinci tekil şahıs perspektifinin merkezinde bulunan, yani “perspektifli
olan”dır. Bilinçli öznenin içinde bulunduğu farkındalık hali tüm nitelikleriyle birlikte öznel
deneyimi meydana getirmektedir.
12 Antti Revonsuo, Bilinç: Öznelliğin Bilimi, çev. Selim Değirmenci, Küre Yayınları, İstanbul, 2016, s. 21.
13 Revonsuo, a.g.e., s. 21.
14 Özne kavramı felsefe tarihi boyunca, farklı bağlamlarda birbirinden çok farklı anlamlara gelecek şekilde
kullanılagelmiş bir kavramdır. Özne kelimesi buradaki temel anlamının yanı sıra, politik bağlamda, bir
otoritenin hükmü, etkisi altında olan kişi anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca çağdaş politika felsefesinde özne,
tarihsel süreçlerin ve toplumsal koşulların etkisiyle zaman içinde kurulan bir yapı olarak tarif edilmektedir.
Daha önce yaptığımız konuşma ve sunumlarda, özellikle politika felsefesi jargonuna aşina olan bazı
dinleyicilerin “özne” ifadesinin diğer anlamlarına odaklandıklarına defalarca şahit olduğumuz için, bu ayrıma
dikkat çekmeyi gerekli gördük.
12
Yakın zamanda gerçekleşen tüm ilerlemelere rağmen öznel bilincin gizemli doğası
ve nesnel fiziksel dünyadaki yeri hâlâ açıklanmayı bekliyor. Bilim, bu nadide öznellik
ve duyarlık kıvılcımının, bilincimiz veya ruhumuzun mekanistik bir fiziksel dünyada
nasıl ortaya çıktığını; biyolojik beyin etkinlikleri sonucunda veya en azından onlara
bir şekilde yakından bağlantılı bir yolla nasıl belir(iver)diğini hâlâ açıklayamıyor.15
Yukarıda kısaca bahsettiğimiz gibi bilinç, özne tarafından kopuk algılardan, ayrı ayrı
hislerden oluşan heterojen bir yapı olarak algılanmaz. Herhangi bir anda bilincimize
yöneldiğimizde, sayısız nitelik ve öğenin aynı anda deneyime sunulduğu homojen bir bütünle
karşılaşırız. Öznel deneyimin bu niteliği “bilincin birliği” olarak adlandırılmaktadır.
Bilinç kavramının anlamlı hale gelebilmesi için “bilinçli olan”ın yanı sıra “bilincinde
olunan”ın –düşünülen, algılanan, hissedilen, hatırlanan, inanılan vb.– da mevcut olması
gerektiği ortadadır. Bu, dışsal bir nesne ve/veya içsel bir zihinsel durum olabilir ancak her
durumda bilincin “bir şey hakkında” olması, bir şeye “yönelmesi” söz konusudur; nitekim
bilincin bu özelliğine işaret etmek için “yönelimsellik” ifadesi kullanılmaktadır.
Öte yandan bilinçli hallerimizin –herhangi bir nesneye yönelmiş durumda olsun
olmasın– doğrudan farkında olduğumuz, hissettiğimiz, deneyimlediğimiz “fenomenal” bir
yanı da bulunmaktadır. Örneğin, herhangi bir anda, belirli bir dışsal uyaran olmaksızın ve
belirli bir nesneye yönelmeksizin ortaya çıkan “can sıkıntısı” hissini ele alalım. Can
sıkıntısının, özne tarafından dolayımsızca hissedilen, kendine özgü bir niteliği
bulunmaktadır. Bu niteliğin tanıdıklığı ve ayırt ediciliği sayesindedir ki öznenin hissettiği
duyguyu, neşe yahut korku ile karıştırması söz konusu olmaz. Can sıkıntısı yönelimsel
olmayan niteliksel bir bilinç halidir.
Bilincin “niteliksellik” olarak adlandırılan bu özelliği ile “yönelimsellik” arasında
birbirini dışlayan bir ilişki yoktur, aksine niteliksellik, tüm yönelimsel bilinç hallerine
zorunlu olarak eşlik eder. Buna karşılık –can sıkıntısı örneğinde görüldüğü üzere–
niteliksellik, bilincin yönelmiş olmasını şart koşmaz. Kalem almak için elimizi çantamızın
içine attığımızı ve bir anda parmağımızda ani ve keskin bir acı hissettiğimizi düşünelim. O
anda apaçık biçimde bilincinde olduğumuz, niteliksel karakterini doğrudan
15 Revonsuo, a.g.e., s. 19; vurgu bana ait.
13
deneyimlediğimiz bir acı hissi söz konusudur. Hemen ardından elimizi çantadan
çıkardığımızı ve parmağımıza bir iğnenin saplandığını gördüğümüzü hayal edelim. Şimdi,
gözlerimiz ve bilincimiz, elimize ve iğneye “yönelmiş” haldedir. Ancak eşzamanlı olarak,
acının niteliksel karakterinin de hâlen bilincindeyizdir. Bu acının iğneden “kaynaklanmış”
olması, hissedilen acının yönelimsel olduğu anlamına gelmemektedir zira acının kendisi ile
iğne arasındaki eşölçülemez bir nitelik farkı mevcuttur. Çağdaş zihin felsefesi
terminolojisinde, yalnızca bu deneyim niteliklerinden müteşekkil olan bilinç alanına
fenomenal bilinç adı verilmektedir.
Fenomenal bilinç, bir bütün olarak, belirli bir anda sahip olduğumuz tüm öznel
deneyimlerimizi veya “hisler”imizi içerir. Fenomenal bilinç, en azından metaforik
açıdan, aynı kişinin öznel bilinç akışında eşzamanlı bir biçimde sunulan geniş bir
deneyim alanı veya katmanı gibidir.16
Özne ile nesnenin “karşılaşma” anında öznenin doğrudan eriştiği, “maruz kaldığı” bu
ham hisler, aynı zamanda deneyim içeriklerinin (örneğin elmanın tadı ile armudun tadının)
ayırt edilmesini sağlamaktadır.17 Hatta kimi düşünürler, deneyimin niteliksel karakterinin
bilincin eşik seviyesini temsil ettiğini; niteliksel yanı bulunmayan bilinçli bir halden
bahsetmenin olanaksız olduğunu savunmaktadır.18
Bilinçli olmak, bir organizmanın zihin-beyin sisteminde öznel deneyimlerin,
fenomenal “hisler”in veya nitelcelerin ortaya çıkmasına imkân tanıyan bir durumda
bulunmaktır.19
Bilincin en gizemli ve bir bakıma paradoksal özelliklerinden biri, yönelebildiği
varlıkların, kendisi dışındaki dünya ile sınırlı olmamasıdır. Bizler yalnızca bize dışsal olan
dünyada olup bitenlerin değil, kendi içsel dünyamızın da bilincinde olmamızı sağlayan “öz
bilinç” niteliğine de sahibizdir. Pek çok düşünüre göre öz bilincin olmadığı bir bilinç halini
tahayyül etmek bizim için mümkün değildir çünkü öz bilinç yetimiz olmaksızın, kendimizin
16 Revonsuo, a.g.e., s. 129.
17 Burada kullandığımız “karşılaşma” ve “maruz kalma” ifadelerini son kısımda etraflıca açıklamaya çalışacağız.
18 Robert Van Gulick, Scientific Reduction”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring 2019 Edition), ed.
Edward N. Zalta, plato.stanford.edu/archives/spr2019/ entries/scientific-reduction/>.
19 Revonsuo, a.g.e., s. 130. Quale/Qualia kavramları Türkçe’ye nitelce/nitelceler olarak çevrilmektedir.
14
farkında olmamız, kendimizi bir “ben” olarak tarif etmemize olanak yoktur. Öz bilinç, dilde
“ben”, “bana” ve “benim” gibi kelimelerle ifade ettiğimiz bilinç formudur.20
Özetleyecek olursak bilinç; öznellik, niteliksellik, yönelimsellik, birlik, gibi
öznitelikleri bulunan; algılama, düşünme, hissetme, hayal gücü, akıl yürütme gibi
etkinliklerden müteşekkil bir akış şeklinde, birinci tekil şahıs perspektifinden deneyimlenen;
yalnızca dış dünyaya değil kendi kendisine de yönelmesine imkân tanıyan öz bilinç yetisine
sahip olan “şeydir”.21 Bilinçli halleri tarif ederken sıklıkla “gibi olmak nasıl bir şeydir”
(“what is it like to be”) ifadesi kullanılmaktadır. Bu ifadeyi literatüre kazandıran Thomas
Nagel’a (1937-) göre “bir organizma ancak ve ancak o organizma olmak diye bir şey varsa
bilinçli zihinsel durumlara sahiptir.”22
Fenomenal bilinç yoksa biyolojik sistem olmak gibi bir şey de yoktur. Organizma
için, nitelcelerin olmadığı bir yaşam tamamen anlamsızdır –organizmanın içerisi
ölüdür, zihni bomboştur, içeride akan öznel psikolojik bir hayat yoktur.23
Son olarak bilincin, problemin diğer öğesi olan beyin ile ilişkisini kısaca ortaya
koymaya çalışalım. Antropolojik kaynakların gösterdiği üzere, zihinsel etkinliklerimiz ile
kafatasımızın içinde bulunan gri, jölemsi, kıvrımlı yarımküre arasında bir ilişki bulunduğuna
yönelik farkındalığın başlangıcı oldukça eskiye uzanmaktadır. 24 İnsan beyni, antik
dönemlerden başlayarak her çağda bilimin en gözde nesnelerinden biri olmuştur. On altıncı
yüzyılda nörolojinin müstakil bir disiplin haline gelmesiyle birlikte, beynin yapısına ilişkin
akademik araştırmalar ciddi bir şekilde artmıştır. Ancak sinirbilim tarihindeki belki de en
büyük dönüm noktası, beyin görüntüleme teknolojilerindeki muazzam ilerleme olmuştur.
20 Joel Smith, "Self-Consciousness", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2020 Edition), Edward
N. Zalta (ed.), URL = .
21 Burada, bilinci bir “varlık” olarak dahi tanımlamak istemedik zira amacımız bilincin bir tür illüzyon olduğunu
savunan filozofların dahi uzlaşabileceği genel bir tanım yapmaktı. Yine aynı nedenle, bazı kuramlara dayanarak
tanımlanmış olan “erişim bilinci”, “öyküsel bilinç”, “geçişken bilinç” gibi ayrımları da bu kısma dâhil etmedik.
22 Thomas Nagel, “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?”, Zihin ve Evren içinde, çev. Özge Çağlar, s. 147.
23 Revonsuo, a.g.e., s. 130.
24Antik Yunan’da tıp alanında çalışmalar yapmış olan Alcmaeon (M.Ö. 5 yy.) kendisine ait olduğu düşünülen
bir fragmanda, tüm duyu algılarının bir şekilde beyinle ilişkili olduğunu; beyin hasar gördüğünde duyumun
gerçekleştiği kanalların kapanması sonucunda duyularımızın işlevsiz hale geldiğini belirtmektedir. Diels ve
Kranz’dan akt. Carl Huffman, "Alcmaeon", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2021 Edition),
Edward N. Zalta (ed.), URL = .
15
Beynin detaylı olarak taranmasına ve görüntülenmesine imkân veren aletlerin icat
edilmesiyle birlikte, zihinsel etkinliklerimiz ile nörolojik aktivite arasındaki korelasyon açık
bir şekilde ortaya konmuştur. Çağdaş bilimsel paradigma, doğrudan gözlemlenebilen,
tekrarlanabilen ve öngörülebilen korelasyonlar söz konusu olduğunda, iki öğe arasında
nedensel ilişki bulunduğunu kabul etmektedir. Ancak tarih boyunca pek çok filozofun dikkat
çektiği nedensellik problemi bağlamında, herhangi iki olay arasında (örneğin zihinsel
etkinlikler ile nörolojik aktivite) korelasyon bulunması, bunlardan birinin diğerine “neden
olduğunu” kanıtlamamaktadır. Günümüz zihin felsefesinde bu mesele “bilincin nedenselliği
problemi” başlığı altında tartışılmaktadır. Sağduyumuz ve sezgilerimiz bize beyin ile bilinç
arasında nedensel bir ilişki bulunduğunu düşündürüyor olsa da, bunların epistemolojik
açıdan güvenilir kaynaklar olmadığı da bilinmektedir. Sonuç olarak, çalışmamızda bilinç ile
beyin arasında nedensel ilişki bulunduğuna ilişkin bir ön kabule yer verilmeyecektir.
Bu bölümde, bilincin anlamına, temel niteliklerine ve bilinç-beyin ilişkisine yönelik
genel bir çerçeve oluşturmaya çalıştık. Bir sonraki kısımdaki amacımız, qualia kavramının
genel olarak kabul gören bir tanımını yaptıktan sonra, qualianın temel niteliklerini ve ilişkili
olduğu kavramları ortaya koymak olacaktır.
III. TANIDIK BİR GİZEM: QUALİA
İnsanların büyük çoğunluğu qualia kelimesini hayatları boyunca duymamış olsalar
da kavramın işaret ettiği olguya fazlasıyla aşinadırlar. Gündelik örneklerden yola çıkarak
açıklayacak olursak, bir parça elmayı ağzımıza attığımız an oldukça tanıdık bir tat alırız. Bu
tadı seviyor veya ondan hoşlanmıyor olabiliriz ancak elma yediğimiz esnada, elmanın tadını
almanın nasıl bir şey olduğunu bizatihi ve dolayımsızca deneyimleriz. Benzer şekilde,
gözümüz kapalıyken bir meyve yediğimizde bunun bir elma mı yoksa çilek mi olduğunu
kolayca ayırt edebiliriz. Bizim için elmanın tadı ile çileğin tadı arasında açık bir niteliksel
fark bulunmaktadır.
Öte yandan elma yerken yaşadığımız öznel deneyimin “ta kendisini”, yani elmanın
“bize” nasıl bir tat verdiğini, bir başkasına göstermeyi ve anlatmayı denediğimizde bir
16
zorlukla karşılaşırız. Bu doğrudan, öznel ve içsel deneyimimizin şüpheye yer bırakmayan
apaçık bir niteliği vardır ancak bunu ifade etmek oldukça güçtür. “Elmanın tadının neye
benzediğini biliyorum” diyebilir ve aldığımız tadı “tatlı, mayhoş, ekşi” gibi bilinen kavramlar
üzerinden tanımlamaya çalışabiliriz. Ancak bu ifadeler, armudun tadını tarif etmeye
çalışırken kullandıklarımızdan farklı değildir, dolayısıyla da bunların tatları arasındaki
niteliksel farklılığı ifade etmemizi sağlamazlar. Bu tadı, daha önce hiç elma yememiş birine
tarif etmeye çalıştığımızda, ne elmanın bize verdiği tadın öznel niteliğini nasıl ifade
edebileceğimizi, ne de bir başkasının elma yerken nasıl bir tat aldığını bildiğimizi fark ederiz.
Bu örnekten yola çıkarak diğer öznel deneyimlerimiz hakkında düşünecek olursak,
aynı durumun acı, ağrı, kaşıntı gibi bedensel hislerimiz; arzu, öfke, kıskançlık, yas, pişmanlık
gibi duygularımız; huzursuzluk, kaygı, dinginlik gibi duygu durumlarımız için de geçerli
olduğunun farkına varırız.25 Esasen öznel deneyim akışımızın sürekliliği ve bütünlüklü
yapısı hesaba katıldığında, herhangi bir anda “şu anda olduğum kişi olmanın nasıl bir şey
olduğu”nun paylaşılamaz, aktarılamaz, ifade edilemez fenomenal yanı daha da belirgin hale
gelir.
Uyanıkkenki ve rüya görürkenki yaşantımızın her anında renkler, sesler, tatlar
gıdıklanmalar, ağrılar ve benzeri şeylerle dolu bir denizin içinde yüzeriz. Hayatımız
boyunca durmaksızın bu tür niteliklere maruz kalırız. … Bana hiçbir şey bundan daha
açık ve daha gizemli gelmiyor.26
Pek çok insan, özellikle çocukluk yıllarında, bu probleme kafa yorduğunu, kendisine
“acaba diğer insanlar da renkleri benim gördüğüm gibi mi görüyor?”, “acaba arkadaşım
armut yediğinde benim aldığım tadın aynısı mı alıyor?” gibi sorular sorduğunu ifade eder.
İşte qualia kavramı, tüm deneyimlerimize zorunlu olarak eşlik eden ve bizim için apaçık
olmakla birlikte, bir başkasına eksiksizce aktaramadığımız bu nitelikleri ifade etmek
amacıyla kullanılmaktadır.
25 Torin Alter, “Qualia”, The Encyclopedia of Cognitive Science, Nature Pub. Group, New York, 2003, s. 1.
26 Leopold Stubenberg’den akt. Revonsuo, a.g.e., s. 129.
17
A. Qualia Kavramının Etimolojisi ve Tarihçesi
Qualia kavramı, Latince’de “nasıl”, “ne türden”, “ne şekilde”, “hangi nitelikte” gibi
sorulara karşılık gelen qualis/quale sözcüklerinin çoğul halidir. Qualis/quale sözcükleri, bir
var olanın “nasıl olduğu” ve/veya“böyle olduğu”nu ifade eden, yani “varolma tarzı”nı
bildiren sözcüklerdir.
Örneğin “qualis et quanta sit mentis potentia in moderandis affectibus?” soru cümlesi
şöyle çevrilebilir. “Tutkuların denetlenmesinde zihnin gücü nasıldır/nasıl bir doğası
vardır/ne türdendir ve ne kadardır?”. Cümlelerle verilen yanıtlar söz konusu
olduğunda quale sorusunun yanıtı “quod cümleleri” ile verilir. Bir varolanın tanımı
mahiyeti (quid) dile getirirken, nasıl bir varolma tarzı olduğu (quod) mevcudiyeti
ilgilendirir. Bu yüzden, ünlü bir örnek üzerinden gidecek olursak, yarasanın
fonksiyonel yapısı, onun mahiyetinin, yani “ne olduğunun” bileşeni olarak, üçüncü
bir bilen göze atıf yaparken, “nitelik” (quale/quod) yarasanın nasıl bir varolma
tarzına sahip olduğuna gönderme yapar. Fakat bu kez varolan kendi merkezinden
yola çıkılarak anlaşılmalıdır. Yarasanın gözünden dünyaya bakmak nasıl (quale)
olurdu? Açılan iç alanın nasıl bir doğası olduğu ve dışsal nedenlere indirgenip
indirnemeyeceği asıl sorunu oluşturur.27
Quale kavramı ilk kez Charles Sanders Peirce (1839-1914) tarafından duyumları
birbirinden ayırt etmemizi olanaklı kılan öğe anlamında kullanılmıştır. Peirce’a göre tüm
duyum kombinasyonlarının –her sanat eserinin, her günün ve haftanın, içinde bulunduğum
her anın, hatta tüm kişisel bilincimin– ayırt edici ve özgün bir qualesi vardır.28 Bu tanıma
göre her quale özünde birbirinden tamamen farklıdır ancak bilincimiz benzetmelere
başvurarak özgün qualeleri “benzerlik ölçütü” olarak kullanabilmektedir. Görüldüğü gibi,
Peirce’in tanımı bir önceki kısımdaki açıklamalarımızla örtüşmektedir, dolayısıyla kavramı
literatüre kazandıran kişinin Peirce olduğu söylenebilir.
Öte yandan qualia kavramının tarihçesine ilişkin bazı çalışmalarda, kavramın ilk kez
Clarence Irving Lewis (1883-1964) tarafından kullanıldığı kabul edilmekte, hatta kimi
kaynaklarda Peirce’ın ismi dahi zikredilmemektedir. Bu tercihin muhtemel nedeni, qualia
27 Bu açıklama, Latince diline olağanüstü bir hâkimiyeti bulunan değerli meslektaşım Saygın Günenç
tarafından, ricam üzerine yazılmıştır. Değerli katkısı için kendisine müteşekkirim.
28 Charles Sanders Peirce, The Collected Papers of Charles Sanders Peirce, Vol.6/222,
https://colorysemiotica.files.wordpress.com/2014/08/peirce-collectedpapers.pdf.
18
kavramının özel ve ayrı bir teknik terim olarak ilk kez Lewis tarafından kullanılmış ve
tanıtılmış olmasıdır. Lewis, Mind and the World-Order adlı eserinde “deneyim” kavramını,
bir nesnenin duyu verileri aracılığıyla temsil edilmesi olarak tarif eder ve temsilin belirli bir
içeriğe sahip olduğunu belirtir.
Her temsilde, bu içerik ya spesifik bir qualedir (örneğin kırmızılığın veya gürültünün
doğrudanlığı) ya da … [qualelerden] oluşan bir bileşiktir. Her temsil, bir olgu olarak
elbette eşsizdir ancak temsili oluşturan qualia [eşsiz] değildir. Bunlarla farklı
deneyimlerde karşılaşmanız mümkündür.29
Bu tanımı, yine elma örneği üzerinden şu şekilde açıklayabiliriz: Bir elma yediğimiz
esnada duyu organları aracılığıyla edindiğimiz veriler, elmayı temsil etmektedir. Bu temsil,
elmanın tadı, kokusu, dokusu, sıcaklığı gibi öğeler içerir. Şimdi, bu deneyimin kendisi ilkece
tekrarlanamaz olduğu için eşsizdir ancak “elma tadı” bir veri olarak hafızaya kaydedilebildiği
için, sonrasında –örneğin bir meyvenin elma olup olmadığını ayırt etmek için– kullanılabilir.
Duyu verilerinin ayırt edilebilir niteliksel karakterleri vardır. … [B]unlara “qualia”
adını veriyorum. … Quale doğrudan sezilir, verilidir ve tümüyle öznel olduğu için
hatalı olması mümkün değildir.30
Bizatihi qualia kavramı ile karşılanmış olmasa da deneyimin öznel niteliğine ilişkin
felsefi tartışmaların tarihi, 1929’dan çok daha önceye, Antik Yunan felsefesine kadar
uzanmaktadır31. Bu meselenin, o dönemlerde hatta muhtemelen çok daha öncesinde fark
edilmiş ve irdelenmiş olması beklendik bir durumdur zira bahsettiğimiz olgu insan doğasının
biyolojik ve ontolojik yapısında temellenmektedir. Daha açık şekilde ifade edecek olursak,
duygu ve düşüncelerini birbirlerine iletmelerine olanak veren bir dile sahip olan tüm
toplumlarda, örneğin aynı suyun birine ılık gelirken, diğerine sıcak gelmesi gibi durumların
fark edilmiş olması beklenir. Bu olguyu açıkça tespit ve ayırt ederek felsefi sorgulamasına
dâhil eden Demokritos, nesnelerin deneyimde ortaya çıkan ve kişiden kişiye değişen bazı
29 Clarence Irving Lewis, Mind and the World-Order, Charles Scjubner's Sons, New York, 1929, s. 60.
30 Lewis, a.g.e., s. 121.
31 Bu noktada çağdaş bir kavramı, klasik filozoflara isnat ederek anakronizm hatasına düştüğümüz öne
sürülebilir. Ancak okuyucularımızın, çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde, bu filozofların kullandıkları ifadeleri
gördüklerinde, bunların tam olarak qualia kavramında içerilen olguya karşılık geldiği hususunda ikna
olacaklarına inanıyoruz.
19
nitelikleri bulunduğuna ancak bunların yalnızca birer izlenimden, sanıdan ibaret olduklarına
dikkat çekmiştir. Öte yandan Sofistler, bilginin yegâne kaynağı olarak gördükleri algı
içeriklerinin göreceli olduğunu öne sürmek için, aynı nesnenin iki ayrı kişide farklı
deneyimlere neden olabildiğini vurgulayarak, qualia kavramının işaret ettiği olguya dikkat
çekmişlerdir.
Ancak deneyimin öznel niteliklerine yönelik çağdaş tartışmaların içeriğini,
terminolojisini ve temel sorunsallarını biçimlendiren öğelerin esasen modern felsefe ile
birlikte ortaya çıktığı kabul edilmektedir. 32 Descartes zihin ile maddenin birbirine
indirgenemeyecek iki ayrı töz olduğunu öne sürerek, kadim ruh-beden karşıtlığına modern
formunu kazandırırken, çağdaş qualia problemine giden yolun da taşlarını döşemiştir. John
Locke (1632-1704) ise birincil-ikincil nitelikler arasındaki farka dikkat çekerek, deneyimin
öznel niteliklerini açıkça ayırt etmiş ve adlandırmıştır. Ayrıca “ters spektrum” düşünce
deneyinde, qualia kavramının bugün yaygın olarak kabul gören temel niteliklerini de ortaya
koymuştur.33 Keza David Hume (1711-1776) insan beynini devasa bir değirmen boyutuna
getirerek içinde dolaşabilseydik bile, deneyimlerin nitelikleri ile karşılaşamayacağımızı
söyleyerek qualia problemine işaret etmiştir. Immanuel Kant’ın (1724-1804) felsefesi,
özellikle fenomen-numen karşıtlığının temelinde yatan iç görü, bilinç ve qualia kavramlarına
ilişkin olağanüstü bir ontolojik yaklaşım örneği olarak günümüz tartışmalarına ışık
tutmaktadır.
B. Problemin İlk Durağı: Qualiayı Tanımlamak
Zihin felsefesinin belirgin zorluklarından biri, gerek zihin kavramının kendisinin,
gerekse onun kapsamına giren bilinç, bilinçdışı, algı, his, deneyim, farkındalık, hatırlama,
32 Bu noktada aklımıza şu soru gelebilir: Antik felsefeden bu yana bilinegelen bu olgu, neden modernite
öncesinde böylesine ciddi bir felsefi çıkmaz olarak görülmemiştir? Bu sorunun cevabının, müstakil bir
araştırmayı gerektirecek kadar kapsamlı olduğuna şüphe yoktur. Ancak çok genel bir belirlenimde bulunarak
şunu söylemek mümkündür: İlk ve Ortaçağ felsefesine hâkim olan organik, teleolojik kozmos; tanrısallığın,
kutsallığın, aşkınlığın, duyular aracılığıyla gözlemlenebilir olmayan tözlerin ontolojik resme dâhil edilmesini
mümkün kılmaktadır. Öte yandan gerçek olanın gözlemlenebilir olduğu kaidesi üzerinde yükselen modern
paradigma içinde, başkaları tarafından gözlemlenemeyen olguların var olduğunu iddia etmek ontolojik bir
krize yol açmaktadır.
33 David Leon , “The Qualities Of Qualia”, Lund University Cognitive Studies, 1997, s. 2.
20
hayal gücü, qualia gibi müstakil öğelerin geçişken ve muğlak doğalarıdır. Bu durum özellikle
herhangi bir zihinsel öğeyi izole etmeye; sınırlarını keskin bir şekilde çizerek diğer öğelerden
ayırt etmeye çalıştığımızda belirgin hale gelmektedir. Bilinci açık bir halde, içinde
bulunduğu odayı gözlemlerken bir yandan da müzik dinleyen ve bu şarkıyı ilk duyduğu gün
yaşadıklarını hatırlayarak duygulanan bir insanı ele alalım. Bu insanda birden çok zihinsel
etkinlik (algılama, hissetme, düşünme, hatırlama vb.) eş zamanlı ve bütünlüklü bir biçimde
gerçekleşmektedir. Dolayısıyla da, özne açısından yekpare olan bu deneyimi parçalamanın
ve her bir parçayı adlandırmaya çalışmanın bazı güçlükler doğurması kaçınılmazdır.
Nitekim çağdaş zihin felsefesinin en gözde kavramlarından biri olan, üzerinde bunca
konuşulan ve düşünülen qualianın da tüm düşünürlerin üzerinde uzlaştığı bir tanımı mevcut
değildir. Daha doğrusu, qualia ifadesinin temsil ettiği olguya ilişkin genel ve ortak bir
kavrayış bulunmakla beraber, her filozof kavramı kendi metafiziksel görüşleriyle tutarlı
olacak şekilde tanımlamaktadır. Ancak dil aracılığıyla iletişim kuran biz insanların, üzerinde
mutabık kalınmış ortak bir kavramsal zemin olmaksızın herhangi bir meseleyi tartışması da
olanaklı değildir. Bu yüzden öncelikle, qualianın farklı tanımlarından yola çıkarak ve qualia
olgusuna ilişkin kendi deneyimimizden yardım alarak, çalışmamızın devamı için referans
alabileceğimiz temel bir tanıma ulaşmamız gerekmektedir.
Michael Tye, qualianın literatürde dört farklı anlama gelecek şekilde kullanıldığına
dikkat çekmektedir.34
(1) Fenomenal karakter olarak qualia: Bir deneyimin fenomenal karakteri, bu
deneyime maruz kalmanın öznel olarak nasıl bir şey olduğudur. Deneyiminizin
fenomenal karakterine odaklandığımızda, belirli bazı nitelikler ile karşılaşırız. İçe
bakış esnasında kişinin erişebildiği ve bir bütün olarak fenomenal karakteri
oluşturan bu niteliklere qualia adı verilmektedir.35
(2) Duyu verilerinin özellikleri olarak qualia: Her hangi bir duyum esnasında,
algıladığımız dışsal nesnenin, zihnimizde beliren temsiline yöneldiğimizde,
34 Michael Tye, “Qualia”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2021 Edition), Edward N. Zalta (ed.),
URL = .
35 Tye’a göre, Peirce “quale” kavramını ilk kez kullandığında aklında bu tanım vardır.
21
içerikten bağımsız olarak farkına vardığımız içkin, soyut niteliklere qualia adı
verilir ve bunlar “benim için bu deneyime sahip olmanın nasıl bir şey
olduğunu”nun yegâne belirtecidir.
(3) Asli/içkin (intrinsic), temsili olmayan özellikler olarak qualia: Bu tanıma göre
qualia, deneyimlerimizin bilinçli olarak erişilebilen, temsili olmayan
özellikleridir. Bu tanımın bir önceki tanımdan farkı, duyu verilerinin zihinden
bağımsız, fiziksel nesnelerin temsili olarak tarif edilmesini şart koşmamasıdır.
Yani, qualianın sahip olduğu fenomenal karakter, duyu deneyimlerinin doğasına
ilişkin hangi ontolojik açıklamanın doğru olduğundan ilkece bağımsızdır.
(4) Öznenin mental durumlarının ifade edilemez, içkin, kişisel, doğrudan bilincine
varılabilen, verili özellikleri olarak qualia: Bu tanım Daniel Dennett’ın (1942-)
qualia kavramına ilişkin analizini temele alarak yapılmıştır. 36 Dennett başta
olmak üzere indirgemeci/elemeci yaklaşımı savunan düşünürler, bu tanıma
karşılık gelen bir varlığın bulunmadığını savunmaktadırlar.
Tye’a göre doğru yaklaşım, qualia kavramının en geniş anlamından yola çıkmak
dolayısıyla da ilk tanımı kabul etmektir. Ned Block, qualiayı duyumların, hislerin, algıların
ve hatta düşünce ve arzuların deneyimsel nitelikleri olarak tanımlar.37 Amy Kind’a göre
qualia, deneyimlerin, içebakış yoluyla doğrudan erişilebilir olan öznel veya niteliksel
özellikleridir.38 Bunun yanında, zihin felsefesi literatüründe, “ham duygular”, “fenomenal
nitelikler”, “bilinçli deneyimin içkin özellikleri”, “zihinsel durumların nitel içeriği” ve “iç-
nitelikler” gibi ifadeler qualia kavramı ile eş/benzer anlamlı olacak biçimde
kullanılmaktadır. 39 Bize göre qualianın Türkçe’deki en açık karşılığı “deneyimin öznel
niteliği” ifadesidir. 40 Bu ifade, açık ve örtük olarak, qualianın temel niteliklerini
36 Daniel Dennett, “Quining Qualia”, Consciousness in Contemporary Science, Oxford University Press, Oxford,
1988, s. 4.
37 Ned Block, "Qualia", A Companion to the Philosophy of Mind ed. Samuel Guttenplan, Blackwell Publishing,
1995.
38 Amy Kind, “Qualia”, https://iep.utm.edu/qualia/.
39 Daniel Dennett, Bilinç Açıklanıyor, çev. Sibel Kibar, Alfa Yayınları, 2017, s. 433.
40 Quale/Qualia kavramları Türkçe’ye nitelce/nitelceler olarak çevrilmekte, bazı çevirilerde ise kelimenin
Türkçe okunuşu olan kualia kullanılmaktadır. Çalışmamızda orijinal terime sadık kalarak qualia kelimesini
kullanmayı tercih etmemizin temel nedeni, bunun zihin felsefesi terminolojisinin temel bir kavramı olarak
https://iep.utm.edu/qualia/
22
içermektedir, ayrıca herhangi bir ontolojik belirlenimi şart koşmadığı için oldukça tarafsızdır.
Bir sonraki bölümde, “deneyimin öznel niteliği” ifadesini analiz ederek, qualianın kavramsal
ağını belirginleştirmeyi umuyoruz.
C. Qualianın Kavramsal Ağı
Herhangi bir kavram üzerine felsefi bir soruşturma yapmaya kalkışanların aşina
oldukları bir olgu vardır: Nesneniz önce “zihninizin gözleri önünde” genişlemeye,
dallanmaya başlar; sonra da her dalın ucunda bir başka kavram beliriverir. Bu olgu
çalışmamızın giriş bölümünde kullanmış olduğumuz örümcek ağı analojisinin doğal bir
sonucudur. Dolayısıyla qualianın niteliklerinden önce, onun ‘kavramlar atlası’nda
konumunu ve diğer kavramlarla ilişkisini belirlemek, özellikle çalışmamızın devamında ele
alacağımız meselelerin kapsamı göz önünde bulundurulduğunda, gerekli görünmektedir.
Qualianın ilişkili olduğu kavramları belirlemek için, daha önce kullandığımız “elma
yerken aldığımız tadın öznel niteliği” örneğinden yola çıkabiliriz. Bu tanımı, semantik açıdan
analiz ettiğimiz takdirde, ifadede örtük biçimde içerilen temel bir varsayım bulunduğu hemen
dikkatimizi çekecektir: İfadenin tamamı karşımızda “bilinçli” biri bulunduğu varsayılarak
tasarlanmıştır. Bir robotun insanın elma yerken gösterdiği davranışları birebir taklit edecek
şekilde kodlandığını düşünelim: Elmayı küçük bir hazne içinde parçalayarak bir kanal
yardımıyla içi asit dolu bir başka hazneye göndermenin “elma yemek” ile aynı anlama
geldiğini iddia edersek, ifadenin ilk kısmının bilinci ön-gerektirdiğini söyleyemeyiz.
Ancak “elma yerken aldığımız tat” dediğimiz anda, işin içine aynı anda bilinç,
deneyim, özne ve öz-bilinç kavramları girmek durumunda kalmaktadır. Öncelikle bilinçsiz
bir varlığın tat aldığını düşünmek, tat alma kavramına içkin olan niteliklerden ötürü mantıksal
açıdan olanaksızdır. Deneyim kelimesi zaten bilinçli bir varlığın, kendini içinde bulduğu
durum anlamına gelmektedir. Özne kavramı kendisi ile kendisi olmayan arasındaki ayrımın
farkında olan, herhangi bir durumu deneyimleyebilen, perspektif sahibi bilinçli varlığa
evrensel ölçekte kabul görmüş olmasıdır. Nitekim farklı dillerde yazılmış eserlerde qualia kelimesinin teknik
bir terim olarak kabul edildiğini ve çevirisinin yapılmadığı görülmektedir. Çalışmamızın, bu felsefi kavramın
ülkemizdeki tanınırlığını/bilinirliğini artırmaya da katkıda bulunması umulmaktadır.
23
gönderimde bulunmaktadır. Dolayısıyla öznellik, kişinin kendi varlığına ilişkin bir “ben
bilinci”ne yani öz-bilince sahip olmasını şart koşmaktadır. Buradan hareketle bilincin
yapıtaşının “öznel deneyim” olduğunu söylemek mümkündür zira öznel deneyimi
çıkardığınız anda bilinçten geriye hiçbir şey kalmamaktadır.
Son olarak ifadenin sonundaki “nitelik” kelimesini analiz etmemiz gerekmektedir.
Nitelik “bir şeyin nasıl olduğunu belirten, onu başka şeylerden ayıran özellik” anlamına
gelmektedir. Elma örneği üzerinden gidecek olursak, “elma tadının niteliği” dediğimizde,
onun tadının nasıl olduğunu belirten ve onun tadını diğer tatlardan ayıran özelliklerden
bahsetmiş oluruz. Şimdi, elmanın tadını diğer tatlardan ayıran özellikleri nesnel ve öznel
olmak üzere ikiye ayırmamız gerekmektedir. Elmaya tadını veren aromanın biyokimyasal
analizini yapabilir, bunu formüle edebilir hatta laboratuvar ortamında yapay olarak
üretebiliriz. Hatta ürettiğimiz bu yapay aromayla tatlandırdığımız şekeri ağzına atanların
elma tadı almasını da sağlayabiliriz. Ancak ulaştığımız kimyasal formül, bize yalnızca
elmanın tadının nesnel niteliğine ilişkin bilgi verecektir. Oysa elmanın “tadını almak” için
elmanın tadından daha fazlasına ihtiyacımız vardır.
Elma yemeyi taklit edebilen robotumuzu bir kez daha yardıma çağıralım ve
kendimize şu soruyu soralım: Elma yiyormuş gibi gözükmesine neden olacak şekilde hareket
eden robot ile gerçekten elma yiyen bir insan arasında nasıl bir fark vardır? Bu soruya
sağduyunun vereceği cevap, robotun bilinçli olmadığı, kendi benliğine veya çevresine ilişkin
bir farkındalığı olmadığı, dolayısıyla da öznel bir perspektifi olmadığı ve tüm bunların
yokluğunda elmanın tadını alamayacağı şeklinde olacaktır.
Peki, robotumuzu muazzam ölçüde geliştirdiğimizi, böylece ağız haznesinde
öğüttüğü her nesnenin eksiksiz biyokimyasal analizini bir salise içinde yaparak, sabit
diskinde bulunan “meyve nitelikleri formülleri” ile eşleştirebildiğini hayal edersek bu
tespitimizde bir değişiklik olacak mıdır? Gelişmiş robotumuzun, ağız bölmesine konulan her
meyveyi, hatasız bir şekilde bildiğini, hatta sofistike yazılımı sayesinde meyvenin tadını tarif
ederken insani ifadeler kullanabildiğini; örneğin bir parça mandalinayı “analiz ettikten” sonra
“Bana geçen sene Bodrum’da yediğim nefis kokulu mandalinayı hatırlattı” gibi cümleler
kurduğunu varsayalım. İşte tüm bunların sonunda “yine de elmanın tadını almanın nasıl bir
24
şey olduğunu bilemez” dediğimizde, robotun bilmediği nitelik, elmanın “öznel niteliğidir”.
Daha açık bir ifadeyle nesnel nitelikler üçüncü tekil şahıs perspektifinden gözlemlenebilir
ancak öznel nitelikler belirli bir anda, “bir ve yalnızca bir” özne tarafından bilinçli olarak
deneyimlenmek suretiyle mevcudiyet kazanırlar.
Sonuç olarak bu anlatının içinde karşımıza çıkan ve bilinç üst kümesinin elemanları
olan niteliksellik, öznellik, deneyimsellik ve öz-bilinç kavramlarının, qualianın kavramsal
ağının doğal üyeleri oldukları ortadadır. Ancak bu noktada, bilince ilişkin bir problem
olmakla birlikte qualia problemiyle doğrudan ilişkili olmayan meseleleri de belirlememiz
gerekmektedir zira bazı çalışmalarda, qualia probleminin bilince ilişkin diğer problemlerle
hatalı biçimde ilişkilendirildiği dikkatimizi çekmiştir.41
Bilinç bilimi ve felsefesinin konu aldığı problemlerin başında, herhangi bir varlığın
bilinçli olup olmadığını tespit etmemizi sağlayacak nesnel bir ölçüt bulmanın pratik ve/veya
teorik olarak mümkün olup olmadığı meselesi; nam-ı diğer “diğer zihinler problemi”
gelmektedir. Bazı düşünürler, günümüz teknolojisinin sunduğu gelişmiş görüntüleme ve
ölçüm imkânları sayesinde bu sorunsalı aşmamızın söz konusu olabileceğini düşünmektedir.
Örneğin Francis Crick (1916-2004) ve Christof Koch (1956) tarafından ortaya konan
“bilincin nörobiyolojik kuramı”na42 göre beynimiz Hertz cinsiden ifade edilebilen nöral
titreşimler yaymaktadır ve bilinçli haller bu titreşimlerin belirli bir aralığında ortaya
çıkmaktadır.43 Şimdi, bu veya buna benzer nesnel bir bilinç ölçütünün, yıllar içinde çok
sayıda kanıtlayıcı olgu ve deney ile desteklenerek yaygın bir şekilde kabul görmesi olasılık
dâhilindedir. Böyle bir gelişmenin insanlık tarihinde bir dönüm noktası olacağı; bilim,
teoloji, etik, politika, epistemoloji alanlarındaki tartışmaların içeriğinde muazzam bir
dönüşüme yol açacağı da aşikârdır. 44 Ancak, böyle bir kriterin varlığında dahi, qualia
41 Çalışmamızın dördüncü bölümünde, indirgemeci kuramlara yönelik eleştiriler kapsamında bu türdeki
hataları örnekleyeceğiz.
42 David Chalmers, “Bilinç Problemiyle Yüzleşmek”, Phainomena, Sayı:2, 2020, s. 111.
43 Geçtiğimiz aylarda, beyindeki hasarlı bölgeleri tedavi etmek için laboratuvar ortamında “yetiştirilen” beyin
organoidlerinin bu frekans aralığında titreştiği tespit edilmiş ve deneyin sürdürülmesinin etik açıdan doğru
olup olmadığına ilişkin bir tartışma başlamıştır. https://www.nature.com/articles/d41586-018-07402-0;
https://evrimagaci.org/beyin-organoidi-laboratuvarda-uretilen-beyinler-bilinc-gelistirebilir-mi-7860.
44 Bilinç ölçütünün varlığında yapay zekâ bilinci, kürtaj, bitkisel hayatın sonlandırılması, hayvan hakları gibi
etik problemlerin ne denli dönüşebileceğini hayal etmek dahi heyecan vericidir.
https://www.nature.com/articles/d41586-018-07402-0
https://evrimagaci.org/beyin-organoidi-laboratuvarda-uretilen-beyinler-bilinc-gelistirebilir-mi-7860
25
probleminin ortadan kalkmayacağını vurgulamamız gerekmektedir. Nitekim Koch, öznel
farkındalığı açıklamanın bilincin nörobiyolojik kuramının amaçlarından biri olmadığını
açıkça belirtmektedir.
[Ö]ncelikle, bilimsel bir çözümü olmayabileceğinden dolayı öznel duygular gibi,
konunun gerçekten zor yönlerini unutalım; oynamaya, ağrıya, hazza, mavi renk
görmeye, bir gülü koklamaya ilişkin öznel durumları… Molekülleri ve nöronları
açıklamaya ilişkin maddeci düzey ile öznel düzey arasında büyük bir uçurum var gibi
görünüyor.45
Bu tespiti bir örnek üzerinden şöyle açıklayabiliriz: Bitkisel hayatta olduğu, yani
bilinçli olmadığı varsayılan bazı hastalar, yıllar sonra iletişim kurabilecek kadar
iyileştiklerinde dehşet verici bir beyanda bulunmaktadırlar. Bu kişiler, komada oldukları
seneler boyunca çevrelerinde olup bitenin farkında olduklarını, konuşulanları duyduklarını
ancak herhangi bir tepki veremediklerini, adeta karanlık bir hapishanede bilinçli halde
yıllarca yaşadıklarını anlatmaktadır. Şimdi, bilinç ölçüm cihazları sayesinde böyle hastalar
isabetli bir şekilde tespit edilebilse ve bu sayede onlarla iletişim kurmak mümkün hale gelse
bile, qualia problemine ilişkin şimdiye kadar yaptığımız belirlenimler, tanımlar ve
niteliklerde hiçbir değişiklik olmayacaktır.
Aynı şekilde, düşüncelerimizin, nasıl olup da uzaktaki veya geçmişteki nesneler ya
da olgular hakkında olabildiklerine ilişkin “yönelimsellik problemi”; elimizi kaldırmaya
karar vermemizin nasıl olup da elimizin hareket etmesine neden olan fiziksel süreci
başlattığına ilişkin “nedensellik problemi”; düşünce ve davranışlarımızın nedenselliğe tabi
olup olmadığına ilişkin “özgür irade problemi” bilince ilişkin çok ciddi problemler olmakla
birlikte, qualia probleminin kapsamına girmemektedir.
Bu noktada özellikle değinmek istediğimiz bir diğer mesele, hafıza ile qualia
arasındaki ilişkinin doğasıdır. Daha öncesinde qualia kavramını açıklarken, öznel
deneyimlerin ayırt edici nitelikleri bulunduğunu, bu sayede örneğin elmanın tadı ile çileğin
tadı arasındaki niteliksel farkı ayırt edebildiğimizi söylemiştik. Elbette bu tespit, hâlihazırda
hafıza yetisine sahip olduğumuzu varsaymaktadır. Eğer deneyimlerimize ilişkin verileri
kaydetmemizi ve bunlara sonradan erişmemizi sağlayan hafıza yetimiz olmasaydı, elmanın
45 Koch’tan aktaran Chalmers, BPY, s. 112.
26
tadını yalnızca elmayı yediğimiz anda doğrudan deneyimleyebilecektik. Dolayısıyla ertesi
gün tekrar elma yediğimizde deneyimlediğimiz niteliğin, dünküne benzediğini hatırlamamız
da mümkün olmayacaktı. Buraya kadar, qualia ile hafıza arasındaki ilişki açık ve sorunsuz
görünmektedir. Ancak bu ilişkide, qualianın kendisi ile qualianın hatırası arasında can alıcı
bir fark olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Tekraren vurguladığımız üzere qualia olgusu,
doğrudan ve anlık olmayı şart koşmaktadır; dolayısıyla herhangi bir deneyimin niteliğine
ilişkin hafızamıza kaydettiğimiz verinin, doğrudan deneyimlediğimiz nitelik ile özdeş olması
ilkece mümkün değildir. Nitekim hafıza yetimiz üzerine yürütülen araştırmalar, depolama ve
geri çağırma mekanizmamızın kusursuz olmadığını, hafızamızın büyük bir kısmını
kurguladığımızı, “bir anının güçlü ve canlı olsa da, her zaman doğru olmadığını, anıların
hatırlama sırasında yeniden inşa edildiğini” 46 göstermektedir. Dolayısıyla, hafızamızda
depolanmış qualia hatıralarındaki tutarsızlık veya belirsizliklerden hareketle geliştirilmiş
argümanlar, kavramsal açıdan hatalıdır.
IV. QUALİANIN TEMEL NİTELİKLERİ
Qualia kavramını açıklamaya çalışırken ele aldığımız farklı tanımların kesişim
kümesine baktığımızda, qualianın dört temel niteliğinin öne çıktığı görülmektedir. Bu
listenin, benimsenen tanıma veya ontolojik kavrayışa bağlı olarak daha kısa veya daha uzun
olabileceği açıktır. Ancak aşağıda kısaca ele alacağımız dört nitelik, kavrama ilişkin
neredeyse tüm çalışmalarda kullanılmakta ve yaygın olarak kabul görmektedir.
1. İfade edilemezlik/Aktarılamazlık
Rivayet odur ki, Beethoven “Ay Işığı Sonatı” adlı eserini, görme engelli öğrencisine,
ay ışığını tarif etmek için bestelemiştir. Bu öykünün doğru olup olmadığı şüphelidir ancak
Ay Işığı Sonatı’nı dinlediğinizde “ay ışığı görmenin nasıl bir şey” olduğunu
öğrenmeyeceğinize şüphe yoktur ve bunun nedeni Beethoven’ın yeterince başarılı bir beste
yapamamış olması değil, qualianın ifade edilemez nitelikte olmasıdır. Elbette burada,
46 Nuray Sarp, Ahmet Tosun, “Duygu ve Otobiyografik Bellek”, Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 2011, s. 458.
27
iletişim araçlarımızın yeterince gelişmiş olmaması, dilin bazı olguları ifade etmekte yetersiz
kalması gibi pratik bir güçlük yahut yetersizlikten bahsedilmemektedir. Aksine, “qualia”yı
“aktarmak”, bu ikisinin eş ölçülemez doğaları nedeniyle ilkece mümkün değildir.
Dil de dâhil olmak üzere sahip olduğumuz tüm iletişim araçları, bir verinin, bir
taşıyıcı aracılığıyla alıcıya iletilmesi üzerine kuruludur. Bu süreçte, vericinin alıcıya
iletebildiği veri, kullanılan taşıyıcının doğası gereği taşımaya muktedir olduğu veri ile
sınırlıdır. Bu olguyu daha açık hale getirmek için, bir iletişim yani aktarım aracı olan radyo
örneğini ele alalım. Radyo, belirli bir ortamdaki sesin, elektromanyetik dalgalar aracılığıyla,
bir başka ortama iletilmesini sağlamak amacıyla tasarlanmıştır. Ancak elektromanyetik
dalgaların, fiziksel doğaları gereği, örneğin kokuyu veya tadı “aktarmaları” ilkece
imkânsızdır.
Şimdi bu iletişim modelinden yola çıkarak, qualia olgusu söz konusu olduğunda,
aktarılacak verinin ne olduğuna ve bu veriyi taşıyabilecek bir aracı bulunup bulunmadığına
bakalım. Aktarılacak verinin, elmanın herhangi bir anda bana verdiği tat olduğunu
düşünelim. Bu veri, qualia kavramının tanımı gereği, özne ile nesnenin “karşılaşma”sı
esnasında ortaya çıkan, özne tarafından doğrudan ve anlık olarak “hissedilen” niteliktir.
Elbette dilin sağladığı ortak zemin sayesinde, anlamları üzerinde uzlaşılmış “tatlı, ekşi,
buruk” gibi kelimeleri kullanarak, yaşadığım deneyimin bazı yönlerinden bahsetmem
mümkün olabilir. Ancak elmanın bana verdiği tadın olduğu gibi, yani “eksiksizce”
aktarılması için öncelikle öznenin, yani birinci tekil şahıs perspektifine sahip olan “ben”in
aktarılabilir olması gerekmektedir. Açıktır ki, özneyi aktarmak, fiziksel imkânlarımız kısıtlı
olduğu için değil, böyle bir aktarım mantıksal bir çelişki içerdiği için olanaksızdır. Bunun
yanında, qualia, özne ve nesne arasında gerçekleşen eşsiz, anlık ve doğrudan bir “karşılaşma”
olduğu için, aktarılmaya çalışıldığında özniteliklerini, dolayısıyla da varlığını zorunlulukla
yitirecektir.
2. Kişisellik
Qualianın ifade edilemezliğiyle doğrudan bağlantılı olan bir diğer niteliği, tümüyle
kişisel olmasıdır. Bizler, öznel deneyimlerimizin niteliklerini diğerlerine eksiksizce
28
aktaramadığımız için, başkalarının qualiaları ile kendimizinkilerin aynı olduğunu da kesin
olarak varsayamayız. Mesela renklerin isimlerini öğrenirken, aslında yalnızca belirli nesneler
ile kelimeler arasında ilişki kurmayı öğreniriz. Dolayısıyla ortak dil zemininde, aynı dalga
boyunu yansıtan nesneleri, uzlaşılmış kelimelerle karşılamayı öğrenebilir ve nesnelerin
renkleri hakkında herhangi bir sorun yaşamadan iletişim kurabiliriz. Ancak kırmızı rengi
görmenin benim için nasıl bir şey olduğu ile bir başkası için nasıl bir şey olduğu arasında bir
fark bulunmaktadır. Açıktır ki bu durum renk adları ile sınırlı değildir ve bugüne kadar
öğrendiğimiz tüm kelimelere uyarlanabilir. Dolayısıyla semantik uzlaşıma dayanan dilsel
iletişimin mümkün olması, kendi qualiamızın esasen kişisel olduğu gerçeğini
değiştirmemektedir.
3. Doğrudan ve Anlık Olma
Descartes’ın, metafiziksel sistemini üzerine inşa edebileceği sağlam bir zemin
ararken, iki kere ikinin dört olduğundan bile şüphe edebilecek hâle geldiği ve ancak “şüphe
ettiğinden şüphe edemeyeceğini” fark ettiği anda rahat bir nefes aldığı malumdur. Bu
farkındalığın, böylesine radikal bir şüpheciliğe dahi direnebilecek kadar güçlü olmasının
temel nedeni ise onun doğrudanlığıdır. Doğrudanlık, deneyimin niteliklerinin bilince
doğrudan verili olması olarak tanımlanabilir. Ancak bu ifade, nitelik ile bilinci ayırt ettiği
ölçüde, doğrudanlık kavramında içerilen ayrıştırılamazlığı yansıtmakta yetersiz kalmaktadır.
Esasen doğrudanlık, kişinin deneyimin niteliği ile kendisi arasındaki ayrımın pratikte
kaybolduğu bir deneyim formuna karşılık gelmektedir. Örneğin acı çekerken, acıyı
bilincimizin yöneldiği ayrı, kopuk bir nesne gibi deneyimlemez; acı ile adeta “hemhâl”
oluruz.
Qualianın doğrudan olması, onun aynı zamanda, zorunlu olarak “anlık” olarak
deneyimlenmesini de gerektirmektedir. Bir deneyimin niteliğine, yalnızca o niteliği öznel
olarak deneyimlediğimiz “anda” doğrudan erişebiliriz. Deneyim sona erdiği anda, onun
niteliğine ilişkin yegâne bilgi, hafıza aracılığıyla ile erişilen, kesinlik içermeyen, dolayımlı
29
bir veri haline gelir.47 “Zihin durumlarınıza dair sahip olduğunuz bilgi doğrudan ve anlıktır,
diğer nesnelere dair bilginizin aksine şüphe götürmez.”48 Tam da bu yüzden, acı çekerken,
acı çektiğimizden şüphe etmemiz –tıpkı o anda var olduğumuzdan şüphe etmemiz gibi–
imkânsızdır.
4. Asli/İçkin (Intrinsic) Olma
Qualianın dördüncü niteliği İngilizce’de intrinsic sözcüğüyle ifade edilmektedir
ancak bu kavramın, felsefi metinlerin çevirilerinde içkin, içsel, asıl ve asli olmak üzere dört
farklı şekilde tercüme edildiği görülmektedir. Dolayısıyla öncelikle, sözcüğün tam olarak
hangi anlamda kullanıldığını açıklamamız gerekmektedir. Felsefi terminolojide, bir varlığın
sahip olduğu özellikler, intrinsic ve extrinsic olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Herhangi bir
var olanın, bir başka var olanla kurduğu ilişki dolayımıyla sahip olduğu özelliklere extrinsic
yani bağıntısal özellikler adı verilir. Örneğin “anne olma” özelliği bağıntısaldır çünkü bu
özelliğe sahip olmanız “annesi olduğunuz çocuğun” var olmasına bağlıdır. Buna karşılık
intrinsic özellikler, var olanın bizatihi sahip olduğu, başka bir varlığa bağlı/bağımlı olmayan,
özsel niteliklerdir. Qualianın asli/içkin olması ile ifade edilmek istenen, deneyimlerin öznel
niteliğinin beyinde (veya herhangi başka bir yerde) gerçekleşen süreçlerden tümüyle
bağımsız olduğudur.
Qualianın böyle ilişkilerden bağımsız olduğu fikri, “tersyüz edilmiş qualia”nın
düşünülebilir olmasından da çıkarsanabilir: fiziksel olarak özdeş beyinlerin farklı
qualiaya sahip olduğunu; hatta qualianın birinde bulunup diğerinde bulunmadığı
tahayyül edebiliriz.49
Asli/içkin olmak, qualianın en tartışmalı niteliklerinden biridir. Öncelikle, bazı
düşünürler asli/bağıntısal karşıtlığının tartışmalı olduğuna dikkat çekmekte ve titiz bir analiz
sonucunda bir varlığın sahip olduğu tüm özelliklerin bağıntısal olduğunun ortaya
çıkabileceğini vurgulamaktadır. Ayrıca qualianın asli/içkin olduğunu kabul etmek, onun
beyinde gerçekleşen nörolojik süreçlerle özdeş olmadığı şeklindeki anti-indirgemeci
47 Qualianın anlık olmasının kavranması güç hatta kısmen paradoksal yanı çalışmamızın son kısmında
tartışılacaktır.
48 John Heil, Zihin Felsefesi Çağdaş Bir Giriş, çev. S. Akbıyık; M. Bilgili, Küre Yayınları, İstanbul, 2020, s. 50.
49 Leon, a.g.m., s. 2.
30
varsayımı da zorunlulukla içermektedir. Dennett gibi indirgemeci/elemeci düşünürler ise,
qualia kavramını, bu dört niteliğe sahip bir varlığın bulunmadığını öne sürerek
reddetmektedir. Öte yandan, ilk üç niteliğin aksine, bu dördüncü niteliğin qualianın temel
niteliklerinden biri olmadığına (öznel olarak doğrudan erişilen/sezilen bir nitelik olmadığı)
çünkü asli/bağıntısal ayrımının teorik ve yapay bir ayrım olduğuna dikkat çeken düşünürler
de bulunmaktadır.50
V. QUALİANIN ONTOLOJİK STATÜSÜ: PROBLEMİN TANIMI VE
KAPSAMI
Qualia kavramı, insani varoluş açısından öylesine merkezi ve temel bir olguya işaret
etmektedir ki bir zaman sonra mutlak bir kesinlikle sahip olduğumuz tek bilginin o olduğunu,
diğer hiçbir bilgimizin deneyimin öznel niteliği kadar berrak, yalın, dolaysız ve apaçık
olmadığını fark ederiz. Peki, böylesine temel ve apaçık bir olgu, neden derin ve kapsamlı bir
felsefi problemin baş aktörü haline gelmiştir? Her birimizin deneyimlerinin tümüyle öznel,
başkasına doğrudan ve eksiksizce aktarılamayan eşsiz bir niteliği bulunması neden bu kadar
büyük ve ciddi bir sorundur?
Bu soruların cevabı ise esasen bir başka soruda gizlidir: “Qualia ne türden bir var
olandır?” Bu soruyu yanıtlamaya çalıştığımız anda, kendimizi bir anda kadim ontolojik ve
epistemolojik sorunsallarla çevrili halde bulmamız ve qualianın neden böylesine zorlu bir
problem olduğunu idrak etmemiz kaçınılmazdır. Zira qualia kavramının kapsadığı kavramsal
art alan, felsefi sorgulamanın başlangıcından beri evreni ve insanı anlam(landırm)aya
çabalayan tüm düşünürlerin yanıtlamaya çalıştığı temel soruları içermektedir: Evrenin
yapıtaşı nedir; evrende bir mi birden fazla mı töz bulunur ve bu(nlar) ne(ler)dir? İnsanın
epistemolojik yetileri ve sınırları nelerdir; duyu deneyimi güvenilir midir? İnsanlarda
bedenden ayrı olarak bir ruh ya da zihin bulunur mu? Beden/madde ile zihin arasında nasıl
bir ilişki vardır? Doğru bilginin kaynağı nedir? Bilinçlilik ile bilinçsizlik arasındaki sınır
nereye çekilmelidir? Bir şeyin gerçek olabilmesi için herkesçe gözlemlenebilir olması mı
50 Leon, a.g.m., s. 6.
31
gerekir? Meselenin özü hakkında düşündükçe, bu soru zincirinin uzayıp gitmesi ve
problemin idrak sınırlarımızı zorlayacak hale gelmesi kaçınılmaz görünmektedir.
Qualiaya ilişkin temel problem, en yalın ifadeyle belli bir bilinçli zihin halinin,
örneğin herhangi bir duyumun kişideki öznel niteliği veya karakterinin, bedendeki fiziksel-
biyolojik süreçler üzerinden, yani beyin ve merkezi sinir sistemindeki nörolojik süreçler
üzerinden açıklanıp açıklanamayacağı sorunu olarak tanımlanabilir. Çağdaş bilim, tüm
zihinsel etkinliklerimizin bir şekilde beyin ve merkezi sinir sistemi ile ilişkili olduğunu
göstermektedir ve günümüz toplumunda yaşayan biri için bu tespite karşı çıkmak neredeyse
imkânsız görünmektedir. Dolayısıyla dikkatimizi insan beynine çevirir ve sorumuzun
cevabını orada bulmayı umabiliriz.
Önümüzde, üzerinde deneyler ve çalışmalar yapmamıza imkân veren, yaklaşık 1.5
kilo ağırlığında, kıvrımlı, gri bir yarımküre durmaktadır. Çağdaş teknolojinin bize sunduğu
olanaklar ve gözlem teknikleri sayesinde, beyinde yaklaşık 100 milyar nöron bulunduğunu,
bu nöronların her birinin ortalamada 1000 sinir bağlantısı yaptığını, yani beynimizde
toplamda 100 trilyon civarında sinir bağlantısı bulunduğunu ve tam da bu nedenle beynin
(bilinen) evrendeki en karmaşık yapı olduğunu öğrenebiliriz. Ancak dikkatle
düşündüğümüzde qualianın ne tür bir varlık olduğunu belirlemenin önündeki esas güçlüğün,
beynin muazzam derecede karmaşık olan yapısından kaynaklanmadığını fark ederiz. Asıl
sorun, bu jölemsi gri kütle ile kendi içsel dünyamız arasındaki muazzam ve ürkütücü
niteliksel uçurumdur. “Milyonlarca minik beyin hücresinin elektriksel ateşlenmesi nasıl olup
da benim özel, öznel bilinç deneyimimi üretebiliyor?”51 sorusunu cevaplamak kolay değildir.
Elbette hepimiz küçük yaşlardan beri kafatasımızın içinde bir beyin olduğunu; tüm
fiziksel ve zihinsel etkinliklerimizden onun sorumlu olduğunu bilerek yaşamışızdır. Ancak
beyne, aklımızdaki bu felsefi soru eşliğinde baktığımız ve tüm bunların ardında bir sinir
yumağı olduğunu fark ettiğimizde kendimizi, bir bilim kurgu filminde kendisini insan
zannederken aslında bir makine olduğunu öğrenen robotun yaşadığına benzer bir hayal
kırıklığı, hayret ve şaşkınlık içinde bulmamız gayet olasıdır. Hatta insani duygulara sahip
51 Susan Blackmore, Bilinç Çok Kısa Bir Başlangıç, çev. Seda Akbıyık, Küre Yayınları, İstanbul, 2017, s. 1.
32
olan bir robotun, kablo ve çiplerden ibaret olması ile beynimizin kablolara oldukça
benzeyen52 sinir ağlarından müteşekkil olması arasında niteliksel bir fark olup olmadığını
dahi sorgulayabiliriz 53 . Zira bizim de önümüzde, sayıları ne kadar çok olursa olsun,
nihayetinde birbirlerine elektrik iletmekten başka bir şey yapmayan (en azından öyle
görünen) bir ‘organik kablo kalabalığı’ durmaktadır. Oysa içsel dünyamız renkler, kokular,
tatlar, sesler ve hislerle bezenmiş bambaşka bir âlemdir. Gözlerimizi kapatıp hayaller
kurabilir, anılarımızı hatırlayabilir, geleceğe dair planlar yapabiliriz. Mutluluk, huzur, korku,
öfke, üzüntü… Hepsi bizim öznel yaşantımızın ayrılmaz birer parçası ve insani
deneyimimizin yapıtaşları gibidir.
Nörofizyolog ve nöroanatomicilerin laboratuvarında bulunan gelişmiş aletleri
kullansanız dahi, beyni incelediğinizde herhangi bir görüntü, his veya işitilen sese
rastlamazsınız. … Peki, deneyimlerinizin nitelikleri beyninizde değilse, o halde
nerededir?54
Bu soruyla, qualianın ontolojik statüsü probleminin özüne dokunmuş bulunuyoruz:
Qualia olgusunu ontolojik bir sorunsal haline getiren, çağdaş düşünürlerin bu soruya
verdikleri yanıtların, varlığın mahiyetine ilişkin asli ön kabuller düzeyinde, mutlak bir
uzlaşmazlığı ve ayrışmayı gözler önüne seriyor olmasıdır. Nitekim qualianın ontolojik
statüsü problemi, günümüz felsefesinin en geniş katılımlı tartışma alanlarından biri haline
gelmiştir. Bu entelektüel muharebe meydanında, birbirinden farklı, çok sayıda ontolojik
yaklaşım temsil edilmekle birlikte, iki ana cephe bulunduğuna ilişkin yaygın bir uzlaşım
bulunmaktadır: İndirgemecilere karşı Anti-İndirgemeciler. Bir sonraki bölümde, bu iki
ontolojik tavrı, ayrıştıkları temel ilkelerden yola çıkarak ana hatlarıyla ortaya koymaya
çalışacağız.
VI. İKİ ANA CEPHE: İNDİRGEMECİLİK VE ANTİ-İNDİRGEMECİLİK
52 Elektrik kabloları ile nöronlar arasındaki işlevsel ve yapısal benzerlik gerçekten şaşırtıcı ve hatta
ürkütücüdür.
53 Nihayetinde (karbon temelli) nöronların bilinçli öznel deneyimlere neden olmasının, (silikon temelli) kablo
ve çiplerin bunlara neden olmasından daha anlaşılır ve makul olduğunu iddia etmemizi sağlayacak bir ölçüt
yahut açıklamadan şimdilik yoksun olduğumuzu itiraf etmemiz gerekmektedir.
54 Heil, a.g.e., s. 27.
33
Antik Yunan felsefesinden günümüze uzanan binlerce yıllık süreçte ortaya konmuş
tüm ontolojik yaklaşımlara uzak bir mesafeden, ince ve özgün ayrımlara odaklanmadan
baktığımızda, şu cümleyi kurmak –bizce– kaçınılmazdır: “Monist olmak ya da olmamak. İşte
bütün mesele bu!” Ontoloji tarihine başka kategoriler üzerinden bakmak ve farklı karşıtlıklar
tespit etmek elbette mümkündür ancak nihayetinde tüm tartışmalar bir şekilde “evrenin
yalnızca tek bir tözden ibaret olup olmadığı?” sorusuna verilen cevapta düğümlenmektedir.
Kökleri Demokritos-Pythagoras/Platon-Aristoteles karşıtlığına uzanan bu ontolojik sorunsal,
felsefe tarihi boyunca sayısız forma bürünerek tekrar tekrar karşımıza çıkmıştır. Nitekim
qualia problemine yönelik çağdaş ontolojik yaklaşımlara baktığımızda –arka plandaki felsefi
mirasa, sahip olduğumuz bilimsel/teknolojik olanaklara ve ifade gücümüzü artıran zengin
terminolojiye rağmen– bu asli karşıtlığın “olanca heybetiyle” yerinde durduğunu fark
etmememiz olanaksızdır.
Bir önceki bölümde değindiğimiz üzere, qualia problemine yönelik çağdaş ontolojik
yaklaşımlar temelde iki başlık altında sınıflandırılmaktadır: İndirgemecilik ve Anti-
İndirgemecilik. Şimdi, çalışmamızın yol haritası gereği, müstakil indirgemeci ve anti-
indirgemeci kuramların detaylarına ve önde gelen temsilcilerine çalışmamızın son
bölümünde yer verilecektir. Ancak zihin felsefesinin Antik Yunan’dan günümüze uzanan
hikâyesine geçmeden önce, qualia problemine yönelik bu iki karşıt yaklaşımın temel
argümanlarından kısaca söz etmek istiyoruz. Böylelikle felsefe tarihi boyunca farklı
biçimlerde karşımıza çıkacak olan ontolojik sistemleri (materyalizm-düalizm-idealizm-nötr
monizm) çağdaş zihin felsefesindeki temel karşıtlığı hesaba katarak, farklı bir gözle
değerlendirmemiz de mümkün olacaktır.
İndirgemecilik terimi, temel anlamıyla, evrendeki her şeyin tek bir tözü temele alarak
açıklanabileceğini savunan monist ontolojik görüşleri ifade etmektedir. “İndirgemecilik
esasen ontolojik olarak nötrdür. İndirgeme kavramı, belirli bir ontolojik pozisyonu zorunlu
kılmaz.” 55 Öte yandan günümüzde indirgemeci bir varlık anlayışını benimseyen
55 Raphael van Riel, Robert Van Gulick, "Scientific Reduction", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring
2019 Edition), Edward N. Zalta (ed.), .
34
düşünürlerin neredeyse tamamının materyalist/fizikalist olması nedeniyle, indirgemecilik,
aksi belirtilmedikçe materyalist monizmle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Fizikalizm var olan her şeyin, fizik biliminin konu aldığı “mekân, zaman, enerji ve
madde”den ibaret olduğunu kabul eden metafiziksel yaklaşımdır. Günümüzde materyalizm
yerine –veya onun eş anlamlısı olarak– fizikalizm teriminin kullanılmasının nedeni,
materyalizm sözcüğünün etimolojik olarak “maddecilik” anlamına gelmesi, buna karşılık
modern fizikte maddenin yanı sıra enerji, zaman ve mekânın da gerçek birer varlık olarak
kabul edilmesidir. Diğer bir deyişle fizikalizm, materyalizm kavramının, bilimsel gelişmeler
ışığında etimolojik olarak güncellenmiş versiyonudur. Dolayısıyla indirgemeci ontolojiye
göre, niteliksel olarak birbirinden ne denli farklı görünürse görünsün, gerçek olan her şey en
temelde fizikseldir ve fiziksel süreçler üzerinden açıklanabilir.
Öte yandan anti-indirgemeciliğe göre, fizik biliminin evreni meydana getiren öğeleri
eksiksizce açıklaması ilkece olanaklı değildir. Bu çıkarımın sebebi, var olduğu her birimiz
tarafından doğrudan ve kesin olarak bilinen ancak fiziksel süreçler üzerinden açıklaması
imkânsız olan olguların bulunmasıdır. Varoluşumuzun doğası gibi can alıcı bir mesele söz
konusu olduğunda, en ufak istisnanın bile kaideyi bozacağı; fiziksel süreçler üzerinden
açıklanamayan tek bir olgunun bulunmasının dahi, indirgemeci ontolojiyi geçersiz kılacağı
açıktır. Şu halde anti-indirgemeci bir düşünürün tek yapması gereken, evrende fiziksel
süreçlere indirgenemeyen en az bir varlık/olgu bulunduğunu kanıtlamak olacaktır. İndirgeme
karşıtlarının “kaide bozan istisna”nın ne olduğunu tahmin etmek ise hiç de güç değildir:
Fenomenal bilinç.
Çağdaş zihin felsefesinin en etkili isimlerinden biri olan David Chalmers (1966-)
bilincin fizikalist indirgemeye direnen yanına “bilincin zor problemi” adını vermektedir.
Chalmers’a göre bilinç ile ilgili problemleri iki sınıfa ayırmamız gerekmektedir.
Karşılaştığımız problemlerin bir kısmı, ne denli karmaşık olurlarsa olsunlar, yeterli kaynağa
ve zamana sahip olduğumuz takdirde açıklanması ilkece mümkün olan problemlerdir.
Chalmers’ın bilincin kolay problemleri 56 adını verdiği bu fenomenlerin ortak özelliği,
56 Chamers’a göre bilincin kolay problemleri; ayırt etme, sınıflandırma ve çevresel uyaranlara tepki verme
yetisi, bilginin bilişsel sistem tarafından bütünleştirilmesi, zihinsel durumların raporlanması, kendi içsel
35
bilimsel metotlarla araştırılmaya elverişli olmalarıdır. Oysa bilincin fenomenal yönünü, yani
beyinde gerçekleşen sinirsel ve bilişsel süreçler sonucunda ortaya çıktığı düşünülen
‘deneyimleri’ açıklamaya çalıştığımızda, karşımızda pratik bir engelden çok daha fazlasının
durmakta olduğunu fark ederiz.
Bilincin esas zor problemi, deneyim problemidir. Düşündüğümüz ve algıladığımız
esnada, bir bilgi işleme karmaşasının yanı sıra bir de öznel boyut bulunur. … Bu
öznel boyut deneyimdir.57
Bir duyum esnasında, kişinin bedeninde gerçekleşen biyokimyasal süreçlerin eksiksiz
bir resmine sahip olsak dahi, o duyumun, o kişi tarafından deneyimlenmesinin nasıl bir şey
olduğunu gözlemlememiz, ilkece imkânsız görünmektedir. Buradaki ‘imkânsız’ kavramı,
ontolojik ve epistemolojik doğamıza dair bir belirlenime işaret etmektedir.
Bilinçli deneyimden daha yakından bildiğimiz hiçbir şey olmadığı gibi, açıklanması
daha zor bir şey de yoktur. Son yıllarda, her tür mental fenomen bilimsel araştırmaya
teslim olmuş, ancak bilinç inatla direnmiştir.58
Açıktır ki qualia, “bilincin zor problemi”nin çekirdeğinde durmaktadır.59 Nitekim
günümüzde indirgemeci/anti-indirgemeci kamplar arasındaki yoğun ve çetin tartışmaların
temelde qualia kavramı çevresinde döndüğü görülmektedir. Son yıllarda doğrudan qualia
problemini konu alan akademik çalışmaların niceliksel ve niteliksel artışı, meselenin ne denli
derin ve ciddi bir ontolojik krize yol açtığının açık bir göstergesidir.
Zihnin diğer yönleri, hatta belki bilincin diğer yönleri bilim tarafından açıklanabilir;
ancak görünen o ki, nitelceler fiziksel açıklamaya gelmez. Nitelceler
açıklanamıyorsa, fenomenal bilinç de açıklanamaz. Çünkü fenomenal bilinç,
nitelcelerin içine yerleştiği beyin-zihin sisteminden veya belki de nitelcelerden
oluşan kapsamlı, organize bir sistemden başka bir şey değildir.60
durumlarımıza erişim, dikkate odaklanmak, davranışın kasıtlı kontrolü ve uyanıklık ile uyku arasındaki fark gibi
fenomenlerin açıklanmasıdır. David Chalmers, The Character of Consciousness, Oxford University Press, New
York, 2010., s. 4.
57 Chalmers, TCC, s. 5.
58 Chalmers, TCC, s. 3.
59 Qualia probleminin yanı sıra, bilincin evrimsel süreçte neden ortaya çıktığı; belirli bir nörolojik etkinliğin
neden benim belirli bir bilinçli deneyimimle sonuçlandığı; beyinde ve merkezi sinir sisteminde eşzamanlı olarak
gerçekleşen çok sayıdaki sürecin nasıl olup da tekil bir algı olarak deneyimlendiği gibi soruların da bilincin zor
problemi kapsamına girdiği kabul edilmektedir.
60 Revonsuo, a.g.e., s. 130.
36
Anti-indirgemeci yaklaşımın önde gelen temsilcilerinden biri olan Joseph Levine