T. C. BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK BİLİM DALI ÇAĞDAŞ AHLÂK FELSEFESİNE KATKILARI BAĞLAMINDA ALASDAIR MACINTYRE VE CHARLES TAYLOR MUKAYESESİ DOKTORA TEZİ Derya AYBAKAN SALIYA BURSA-2020 T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK BİLİM DALI ÇAĞDAŞ AHLÂK FELSEFESİNE KATKILARI BAĞLAMINDA ALASDAIR MACINTYRE VE CHARLES TAYLOR MUKAYESESİ DOKTORA TEZİ Derya AYBAKAN SALIYA Danışman: Prof. Dr. Muhsin YILMAZ BURSA-2020 iv ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Derya AYBAKAN SALIYA Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Felsefe Bilim Dalı : Sistematik Felsefe ve Mantık Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı: : x+286 Mezuniyet Tarihi : …./…./2020 Tez Danışman(lar)ı :Prof. Dr. Muhsin Yılmaz ÇAĞDAŞ AHLÂK FELSEFESİNE KATKILARI BAĞLAMINDA ALASDAIR MACINTYRE VE CHARLES TAYLOR MUKAYESESİ Çağdaş ahlâk felsefesinin temel problemleri hangi mefhumlar üzerinden açığa çıkmaktadır? Liberal düşünce tasavvuruna karşı Alasdair MacIntyre ve Charles Taylor nasıl bir ahlâk felsefesi ortaya koyarlar? Ahlâk, epistemolojik bir mesele midir yoksa ahlâkın ontolojik dayanakları mı açığa çıkarılmalıdır? İyinin mahiyeti üzerine düşünen tefekkür geleneği çağdaş zamanlar içerisinde yeniden canlandırılabilir mi? Aristotelesçi ahlâk nazariyesi bugün için nasıl bir alternatif teşkil etmektedir? Bütün bu sorular ışığında tez çalışmamızın ana gayesi, liberal ferdiyetçilik ve tarafsızlık düşünceleri karşısında Taylor ve MacIntyre’ın ahlâk felsefelerinden yola çıkarak insanın ve iyinin mahiyeti üzerine yeniden tefekkür edebilmek ve iyiyi ahlâk düşüncesinin merkezine yeniden yerleştirmenin günümüz Batı ahlâk felsefesine matuf katkısını değerlendirmektir. Ahlâkı epistemolojik bir mesele olarak telakki eden analitik felsefe geleneğine karşı Taylor, tarihsel bir okuma zeminine istinat eden bir ahlâk ontolojisinin izahına girişirken MacIntyre ise, ilk olarak Aristotelesçiliğin daha sonraları ise Thomasçı Aristotelesçiliğin içtimaî, tarihsel ve metafiziksel bir yorumunu geliştirir. Böylelikle her iki filozof da duygucu ve ferdiyetçi ahlâk felsefelerine karşıt bir konum alarak bir anlamda ahlâkın gerek hermenötik gerek fenomenolojik, gerek tarihsel, gerekse metafiziksel tahkikatına soyunurlar. Ahlâkın şahsî seçim ve tercihlerin ötesinde ontolojik dayanakları olduğuna dikkat çeken her iki filozof, bilhassa liberalizmle hesaplaşma yöntemleri ve etkilendikleri mütefekkirler bakımından ayrışırlar. Tez çalışmamız boyunca bahsi geçen benzerliklerin ve farklılıkların çağdaş ahlâk felsefesinin temel problemlerine matuf katkılarını değerlendirmeye çalıştık. Böylelikle Taylor ve MacIntyre’ın bilhassa Batı dünyasında ve Batı felsefesinde temayüz eden ahlâkî müphemiyet sorunu ile yüzleşebilme ve bu sorunun üstesinden gelme yöntemlerini ele almaya gayret ettik. Anahtar Sözcükler: Ahlâk, iyi, epistemoloji, ontoloji, duyguculuk, ferdiyetçilik, liberalizm v ABSTRACT Name and Surname : Derya AYBAKAN SALIYA University : Bursa Uludağ University Institution : Institute of Social Sciences Field : Philosophy Branch : Systematic Philosophy and Logic Degree Awarded : Phd Page Number : x+286 Degree Date : / / 2020 Superviser(s) : Prof. Dr. Muhsin Yılmaz THE COMPARISON BETWEEN ALASDAIR MACINTYRE AND CHARLES TAYLOR IN THE CONTEXT OF THEIR CONTRIBUTION TO CONTEMPORARY MORAL PHILOSOPHY What are the notions on which the basic problems of modern moral philosophy manifest? What kind of moral philosophy did Alasdair Macintyre and Charles Taylor put forward against liberal reasoning thought? Is ethic an epistemological matter? Or else should the ontological basis of ethics be discovered? Can the conventional thought, which considers the value of the good, be revived in modern time? Today how can the Aristotelian ethical theory forms an alternative? Under the light of the point of view of all these questions the major purpose of this thesis is to rethink over the value of human being and the good. Besides, this study aims to replace the good in the center of moral thought against the thoughts of liberal individualism and objectivity. Taylor attempts to provide an ethical description of ontology depending on the basis of historical reading agains analytical philosophy, which considers ethic as a matter of epistomology. On the other hand, Macintyre develops firstly the Aristotelian and later the Thomist Aristotelian social, historical and metaphysical interpretation of ethics. In this way, both philosophers analyse the historical, metaphysical, phenomenological, and hermeneutical dimensions of ethics against the emotivist and individualist moral philosophy. Both of the philosophers give more emphasis on ethical basis of ontology rather than on the basis individual preference of ethics. On the other hand, they particularly differ in the way of taking account of liberalism and with regard to philosophers, whom they get impressed with. The focus of this thesis is to evaluate the contributions of the above mentioned similarities and differences towards the basic problems of modern moral philosophy. Hence, in this study it has been tried to take into consideration specially the ways of Taylor and Macintyre to overcome the problem of ethical ambiguity, which is common in the western world and western philosophy. Key Words: Ethics, good, epistemology, ontology, emotivism, individualism, liberalism vi ÖNSÖZ Aralarındaki sayısız ihtilafa rağmen felsefe tarihinde iz bırakan mütefekkirleri birbirlerinden tefrik eden belki de en mümeyyiz vasıf, varlıkta bir gayelilik görüp görmemeleri bağlamında tezahür eder. Söz konusu gayelilik fikri, kanaatimizce muayyen bir ahlâk ve politika felsefesi içerisinde müşahhas hale gelir. Teleolojik düşünce fârikalı söz konusu ahlâk ve politika felsefeleri, Alasdair MacIntyre ile Charles Taylor’ın felsefelerinde sarih bir biçimde tecessüm eder. Bu iki filozofun nazarından bakıldığında, ahlâkî müphemiyet bağlamında dünya bugün sanki başıboşluğun ve istikametsizliğin yol açtığı bir inkisar-ı hayâli yaşıyor gibi. Söz konusu sükût-u hayâlden kurtulup anlamlı bir varoluşun imkânına işaret eden Taylor ile MacIntyre, modernizm ile post modernizm arasında süregiden nihayetsiz müzakereyi keşf-i kadim ile aşabilme umudunu haiz gözükürler. İyiye matuf arayışlarını çoğu zaman tarihin tozlu sayfaları üzerinde yürüten bu iki filozof “iyi”nin ne olduğunu sorgulamaktan neden vazgeçemeyeceğimizi felsefe ve tefekkür tarihinin tanıklığında göstermeye çalışırlar. Başta insanlığın düşünce mirasına çok değerli katkılarda bulunarak sonsuz bir ihtiramı hak eden Alasdair MacIntyre ile Charles Taylor olmak üzere, değerli tez danışmanlarım Prof. Dr. Musin Yılmaz ve Prof. Dr. Kasım Küçükalp’e, 2014 yılı Aralık ayında veda-yı hayat eden kıymetli hocam Ahmet Cevizci’ye hiss-i şükranlarımı ifade etmeyi bir borç bilirim. vii İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI .................................................................................................... ii YEMİN METNİ ............................................................................................................. iii ÖZET ............................................................................................................................... iv ABSTRACT ..................................................................................................................... v ÖNSÖZ ............................................................................................................................ vi İÇİNDEKİLER ............................................................................................................. vii KISALTMALAR ............................................................................................................ x GİRİŞ ............................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM GELENEKLERİN RASYONALİTESİ VE AHLÂK 1.1.BATI FELSEFESİNDE AHLÂKIN MEŞRUİYETİ SORUNU ........................... 13 1.2.MODERN PARÇALANMIŞLIK VE BÜTÜNLÜK MEFHUMUNUN YİTİMİ 19 1.3.MACINTYRE’IN YENİ-ARİSTOTELESÇİ AHLÂK TASAVVURU ............... 29 1.3.1. Sosyo-Tarihsel Bir Pratik Akıl Telakkisi ...................................................... 33 1.3.2. Faziletin Kurucu Bir Bileşeni Olarak İctimâi Etkinliklere Has Teâmüller ... 38 1.3.3. İnsan Hayatının Öyküsel Bütünlüğü .............................................................. 41 1.3.4. Gelenek .......................................................................................................... 44 1.3.5. Gelenek, Rasyonalite ve İzafiyet ................................................................... 48 1.4. ÜÇ GELENEK, ÜÇ RASYONALİTE ................................................................ 52 1.4.1.Ansiklopedistlere Karşı Soybilimciler/Soykütükçüler ................................... 53 1.4.2. Thomasçı Sentezcilik/Aristotelesçilik ........................................................... 58 1.5. MACINTYRE’IN AQUİNASÇILIĞI .................................................................. 65 1.5.1. Hususî/Mahâllî Olan ile Cihanşümûl Olanın Birarada Olabilme İmkânı ...... 68 1.5.2.İlk Esaslar ve Nihaî Gâyeler ........................................................................... 70 viii 1.5.3. İzafiyet Karşıtlığı: Gelenek ve Hakikat ......................................................... 74 1.6.MACINTYRE’IN AHLÂK NAZARİYESİNİN POLİTİK İZDÜŞÜMLERİ ...... 80 1.6.1.MacIntyre ve Marksizm .................................................................................. 83 1.6.2.Thomasçı Aristotelesçiliğin Politik Önemi..................................................... 90 1.6.2.1. İyinin Anlamı Nedir? .............................................................................. 97 1.6.2.2. Hangi Pratik Akıl? ................................................................................ 104 İKİNCİ BÖLÜM CHARLES TAYLOR 2.1.MODERN AHLÂKÎ MÜPHEMİYET VE ŞÜPHECİLİK SORUNU ................ 112 2.2. AHLÂK ONTOLOJİSİ ...................................................................................... 118 2.2.1.İnsanın Güçlü/Derin/Apaçık Değerlendirme İstidadı ................................... 122 2.2.2.Modern Ahlâk Telakkisinin Ontolojik Menşei ............................................. 129 2.2.3.Üstün Değerler ve Üstün İyi Tasavvuru ....................................................... 137 2.3. ANTİ-NATÜRALİZM VE AHLÂK REALİZMİ ............................................. 140 2.3.1.Aslî İyi Tasavvuru ........................................................................................ 143 2.3.2. İzafiyete Karşı Ahlâkî Sezgi ........................................................................ 145 2.3.3.Apodeictic Modele Karşı Ad Hominem Akıl Tasavvurunun Ahlâk Düşüncesi Üzerindeki Etkisi ................................................................................................... 148 2.4.ÖZGÜRLÜK, DOĞA VE RASYONALİTE ÇATIŞMASINA KARŞI ROMANTİK MİRAS ................................................................................................ 157 2.4.1.Herder ve İfadeci/Dışavurumcu Antropoloji ................................................ 158 2.4.2.Romantik Bütüncülük mü? Transandantal Argüman mı? ............................ 164 2.4.3. Hegelci İstikameti Hazırlayan Koşullar ....................................................... 171 2.4.4.Hegel’in Sentezciliği .................................................................................... 173 2.4.5.Hegelci Pratik Akıl Telakkisi ....................................................................... 177 2.5.HEGEL METAFİZİĞİNİN POLİTİK İMKÂNLARI ......................................... 185 2.5.1.Liberalizme Karşı Yurttaşlık Hümanizmi..................................................... 196 2.5.2.Tanınma Talebi ve Kimlik Münasebeti ........................................................ 201 2.6.TAYLOR’IN AHLÂK NAZARİYESİNİN POLİTİK MUHTEVASI ............... 206 2.6.1.İndirgemeciliğe ve Etnosentrisizme Karşı İyilerin Çeşitliliği ...................... 206 ix 2.6.2.Çoğulculuğun ve Çokkültürlülüğün Tasdiki ................................................ 209 2.6.3.Cihanşümûl Müsavat mı yoksa Farklılık mı? ............................................... 210 2.6.4.İki Politik Yaklaşım ve Taylor ..................................................................... 214 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TAYLOR VE MACINTYRE’IN ÇAĞDAŞ AHLÂK FELSEFESİNE KATKILARI 3.1. NATÜRALİZM KARŞISINDA TAYLOR VE MACINTYRE ........................ 230 3.2. AHLÂKÎ MÜPHEMİYET KARŞITLIĞINDA BİRLEŞEN İKİ RASYONALİTE TASAVVURU .......................................................................................................... 232 3.3. KOMÜNİTERYANİZM-LİBERALİZM MÜZAKERELERİ .......................... 240 3.3.1.Modern Benlik Tasavvurunun Tenkidi ......................................................... 245 3.3.2.Benlik ve İyi Mefhumu Arasındaki Münasebet: Ahlâkî Benliğin Teşekkülü ............................................................................................................... 247 3.3.3.Benlik ve Toplum ......................................................................................... 249 3.4.AYRIŞAN CİHETLERİYLE TAYLOR VE MACINTYRE.............................. 252 SONUÇ ......................................................................................................................... 262 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 272 x KISALTMALAR Bibliyografik Bilgiler Uluslararası Türkçe Bakınız V. Bkz.: Karşılaştırınız Cf. Karş. Karşı görüş vs. k.g. Aynı eser/yer Ibid. a.e. Adı geçen eser op.cit. a.g.e. Yazara ait son zikredilen yer loc.cit a.y. Eserin bütününe atıf passim b.a. Basım yeri yok w. place y.y. Basım tarihi yok w.date t.y. Çok yazarlı eserlerde ilk yazardan sonrakiler et.al. v.d. Sayfa/sayfalar p./pp. s. Editör/yayına hazırlayan ed.by ed. veya haz. Çeviren trans. By çev. 1 GİRİŞ John Rawls’un 1971 yılında A Theory of Justice [Bir Adalet Kuramı]isimli eserini neşretmesinin ardından Anglo-Amerikan akademik dünyasında Rawls’a karşı Alasdair MacIntyre, Charles Taylor, Michael Sandel ve Michael Walzer’ın başını çektiği eleştirel bir tepki biçimi ortaya çıkar. Bu çerçevede MacIntyre, Taylor, Sandel ve Walzer; John Rawls gibi liberal teorisyenlerin soyut bir fert tasavvuruna istinat eden etik ve politik metodolojilerine karşı tarih ve toplum vurgusu yapan çağdaş ahlâk nazariyecileri olarak temâyüz ederler. Rawls, mezkûr eserinde, Kantçı bir perspektife yaslanarak pratik aklın cihânşümul ilkelerine başvuran etik ve politik bir sistem tasarlar. Kant’tan esinlenerek cihanşümûl bir yasa koyucu statüsünde görülen soyut ve rasyonel bir öznenin kabul edebileceği ilkelerden teşekkül eden bir adalet kuramı geliştirir. Burada sözü edilen cihanşümûl ilkelerin, orijinal durumdaki fertlerin rasyonel bir sözleşme yoluyla vasıl oldukları tarih üstü ve zamansız ilkeler olduğu varsayılır. Oysa Sandel, Walzer, Taylor ve MacIntyre, bu iddia aracılığıyla benliğin, aklın ve adaletin tarihsel bir bağlamdan tecrit edilmesini problemli bir yaklaşım biçimi olarak değerlendirirler. Onlara göre Rawls, liberal ferdiyetçiliğin düşmüş olduğu hataya düşerek hususî bir yer ve zamandan bağımsız, somut durumların yol açtığı bakış açılarından tecrit edilebilen bir fert varsayımında bulunur. Fakat onlar açısından, ferdi yaşadığı koşullardan ve zaman diliminden soyutlayarak düşünen söz konusu liberal bakış açısı son derece hatalıdır.1  Burada liberal ferdiyetçilik tasavvuruna karşı yapılan toplum vurgusu, muayyen cihetleriyle Marksist bir yaklaşımdan ayrılmaktadır. Zira Marx’ın ideal toplum tasavvuru, teşekkülü gelecekte vuku bulacak olan bir mefkûre olarak gözükürken, bilhassa 1980’li yıllardan itibaren Charles Taylor, Alasdair MacIntyre, Michael Sandel ve Michael Walzer tarafından çağdaş ahlâk ve politika düşüncesinde yeniden canlandırılmaya çalışılan toplum mefhumu, hâlihazırdaki bütün muayyen toplumların içtimaî yaşamının ahlâk ve politika düşüncesi üzerindeki önemine vurgu yapar. Ayrıca mezkûr mütefekkirler, geleneksel toplum biçimlerine oldukça değer verip bu toplum yapılarının sürdürülmesini ve muhafaza edilmesini gerekli görürken Marx’ın ise hususî ve ayrışmış mahâlli toplulukları, müşterek ilgiler ve düşünceler mihverinde şekillenecek olan bir toplumun kurulması önünde engel olarak gördüğü söylenebilir. 1 Robert Stern, “MacIntyre and Historicism” After MacIntyre, Cambridge, Malden: Polity Press, 1994, ss. 147-148. 2 MacIntyre, Taylor, Sandel ve Walzer’ın temsil ettiği tarihselci yaklaşım, Rawls gibi Kantçı liberallerin, bütün insanlar ve kültürler için geçerli olan bir teorik ve pratik akıl varsayımında bulunmalarını eleştirir, düşünme biçimlerinin ve rasyonalitelerin çoğulluğuna vurgu yapar. Tarihselcilere göre adalet sistemleri, hususî bir zaman ve kültür içerisinde kabul gören, pratik rasyonalitenin mahâllî ölçütlerine göre anlam ve meşruiyet kazanan yerel teamüllerdir. Bu yüzden onlar açısından Kant’ın izinden giden Rawls gibi liberallerin, adalet sistemlerini, rasyonel düşüncenin cihânşümul ilkeleri içerisinde konumlandırma çabaları hatalı bir yaklaşımdır.2 Rawls’ın adalet nazariyesi karşısında muhalif bir tutum takınan bu düşünürler, temel adalet ölçütlerinin, belirli yaşam biçimleri ile hususî bir içtimaî yapı içerisinde düşünülmesi gerektiğini savunurlar.3 Fakat tam da bu noktada akıllara şöyle bir soru gelir: Eğer tarihselcilerin işaret ettiği gibi objektif ve cihânşümul bir adalet tasavvurundan söz edilemiyorsa bir ahlâk telakkisinin diğerinden daha üstün olduğuna nasıl karar verebiliriz? Öyle görünüyor ki böyle bir soru, Sokrates ve Sofistler ile onların halefleri Platon ve Aristoteles’e dek geri götürülebilecek kadim bir müzakereye işaret eder. Bu durumu, bütün bir Avrupa felsefesinin, Platon’a düşülmüş dipnotlardan ibaret olduğunu düşünen Alfred North Whitehead’den mülhem bir ifadeyle dile getirecek olursak, bugün Batı felsefesinde yürütülen ahlâk müzakerelerini Platon ve Aristoteles’e düşülmüş dipnotlar olarak telakki etmemiz mümkün gözükür. Nitekim Nikomakhos’a Etik4 ve Politika5 isimli yapıtları içerisinde, Platon’un İyi ideası ile ideal devlet tasavvuruna mühim tenkitler yönelten Aristoteles’ten ve Hegel’in, Kantçı etiğin cihanşümûl biçimselciliğine istinat eden ahlâk kuramlarına karşı kaleme aldığı muarız yazılarından günümüze dek6 ahlâkî değerlerin menşeini yaşadığımız dünyanın içerisinde görenlerle, onu bu dünyanın, yani zamanın, mekânın ve değişimin dışında görenler arasındaki çekişmenin sürdüğüne şahit olmaktayız. 2 A.g.m., s. 149. 3 http://plato.stanford.edu/entires/communitarianism (20.05.2014). 4 Aristoteles’in Platon’un iyi ideasına matuf tenkitleri, Nikomakhos’a Etik’in Birinci Kitabı’ (1095a 27- 34, 1095b, 1096a 10-35, 1096b 15-35)nda sıklıkla görülmektedir (Bkz., Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara: Bilgesu Yayıncılık, 2007). 5 Aristoteles, Politika isimli yapıtının II. Kitabı’na Platon’a matuf tenkitleriyle başlar. Burada o, Platon’un Devlet’inde yer alan bazı temel fikirlerin yanı sıra Sokrates’in devlet mefkûresinin de bazı cihetlerine tenkitler yöneltir. (Aristoteles, Politika, çev. Furkan Akderin, 1. Baskı, İstanbul: Say Yayınları, 2013, 1262a-1262b, 1263b-1264a, 1266a-1266b). 6 Şeyla Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey, çev. Mehmet Küçük, 1. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999, ss. 45-46. http://plato.stanford.edu/entires/communitarianism 3 Aristoteles, günümüzden yaklaşık 2400 yüzyıl önce, ahlâkî değerleri ontolojik açıdan matematiksel kesinlikler gibi telakki eden Platon’a itiraz ederek faziletli davranışların cihanşümûl ilke ve kurallardan neşet ettiği şeklindeki bir düşünceyi reddeder. Zira ona göre insan, neyin doğru, neyin yanlış olduğuna ailevî bir karakter eğitimi ve hayat tecrübeleri vasıtasıyla elde edilen rasyonel bir vukûfiyet sayesinde karar verebilir. Yani onun nezdinde fazilet denen şey, pratik akıl bağlamında ancak amelî bir hikmet (phronesis/practical wisdom) olabilir. İşte bu çerçevede Aristoteles’e göre pratik bir bilim olan ahlâk açısından faziletin belli bir biçimde düşünme, hissetme ve eyleme itiyadı ve temayülü olduğu anlaşılır.7 Öyle ki ahlâkı, görünüşün ötesindeki bir dünya ile ilişkilendirmek yerine günlük tecrübe ve teamüllere, “toplumun genel karakteri ve adetleri”ne8 dayandıran Aristoteles, Hans- Georg Gadamer tarafından “metafizikten bağımsız bir disiplin olarak ahlâkın kurucusu”9 olarak anılır. Bu bağlamda Aristoteles’in phronesis mefhumu, Gadamer tarafından yeniden gündeme getirilir ve bu vesileyle çağdaş etik ve politik tartışmalar düzeyinde büyük bir ilgi görmeye başlar. Peki, bugün, Antik Yunan şehir devletleri formundan oldukça farklı bir karakter arz eden ulus devlet biçimleri tecrübe edilirken, çağdaş etik ve politik düşünce atmosferi içerisinde Aristotelesçi amelî hikmet nazariyesi neden yeniden ilgi görmeye başlamış olabilir? İnsanın tarihsel tecrübesinin önemine vurgu yapan phronesis mefhumu, çağdaş ahlâk tartışmaları bağlamında ne söylemektedir? Gadamer’in, Aristoteles’in phronesis mefhumuna istinat eden yorumbilgisel (hermeneutical) felsefî etiğinden çokça beslendiğini düşündüğümüz Alasdair MacIntyre ve Charles Taylor, toplumlara özgü tarihsel anlama zemininin insana sunduğu yorumsal çerçevenin önemine dikkat çekerek bilhassa değerler düzleminde yaşanan modern parçalanmışlığın ve anlam kaybının üstesinden gelmeye çalışırlar. Rawls’un liberal adalet telakkisini, derin bir kültürel rahatsızlığın10 hususî bir emaresi olarak değerlendiren Taylor ve MacIntyre, sadece Rawls’un liberalizm anlayışının değil, daha kapsamlı bir biçimde Batı kültürünün ahlâk ve politika düşüncesinin de tarihsel 7 Michael Slote, “Virtue Ethics”, in The Routledge Companion to Ethics, ed. John Skorupski, London&New York: Routledge, 2010, s. 481. 8 Hans-Georg Gadamer, “Aristo’nun Hermenötik İlgisi”, Siyasî Hermenötik, ed. Burhanettin Tatar, Samsun: Etüt Yayınları, 2000, s. 108. 9 A.yer. 10 Patrick Keeney, Liberalism, Communitarianism and Education, Hampshire: Ashgate Publishing, 2007, s. 17. 4 analizini yaparlar ve bu çerçevede şümullü eserler üretirler. Platon’dan post- modernizme dek Batı politik kültürünü analiz eden Taylor, modernizmin bir aşaması olarak telakki ettiği liberalizmle ılımlı bir hesaplaşmaya gider. Fakat MacIntyre, modern Batı toplumlarını içten içe inkıraza uğratan nihilizmin kaynağını, müşterek bir iyi tasavvurunu reddeden liberal ideolojiye dayandırır.11 Modern liberal düşünceyi bu yüzden aşılması ve mücadele edilmesi gereken temel mesele olarak görür, Aristoteles felsefesini de modernizme karşı en güçlü alternatif olarak telakki eder. Nitekim o, Aristoteles’in felsefe tarihi açısından önemini şu sözlerle dile getirir: Benim argümanımda Aristotelesçiliğin rolü, yalnızca onun tarihsel önemiyle sınırlı değildir. Antik ve Orta Çağlarda Aristotelesçilik, her zaman diğer görüşlerle çatışma halinde olmuştur ve her biri kendisini onun en iyi kuramsal yorumlayıcısı olarak almış olan değişik yaşam biçimleri içinde de başka Sofistike kuramsal savunucular bulmuştur. Aristotelesçilikten başka hiçbir öğretinin bu kadar geniş ve değişik bağlamlardan – Yunan, Müslüman, Musevi ve Hristiyan toplumlardan- onay almadığı doğrudur. Dolayısıyla da modernlik, saldırılarını eski dünyaya yönelttiğinde, anlama yeteneği en yüksek olan temsilcileri, asıl alt edilmesi gerekenin Aristotelesçilik olduğunu fark etmişlerdir. Fakat bütün bu tarihsel hakikatler, her ne kadar yaşamsal öneme sahip olsalar da, Aristotelesçiliğin felsefî bakımdan modernlik öncesi ahlâksal düşünce biçimlerinin en güçlüsü olgusuyla karşılaştırıldığında daha az önemlidir. Eğer modernlik öncesi herhangi bir ahlâk ve politika anlayışı modernliğe karşı haklı çıkarılacaksa, bu ya Aristotelesçilik veya ona benzer bir şey olacak ya da hiçbir şey olmayacaktır.12 Modernizme karşı Aristotelesçiliği tek alternatif olarak gören ve modernizmi bütünüyle reddettiği anlaşılan MacIntyre’a karşılık Charles Taylor, ferdi mantıksal olarak topluma öncel addeden modern politik sözleşme kuramlarının deontolojik ahlâk anlayışlarına ciddi tenkitler yöneltmekle birlikte modernizmi tümüyle reddetme yoluna gitmez. Seyla Benhabib’in deyimiyle “Hegel gibi Taylor da modernist ufuk içerisinden hareketle evrenselciliğin bir eleştirmeni olmayı sürdürür.”13 Bir anlamda o da Gadamer’in izinden giderek tikellerin içerisinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel bağlamı gözeten 11 Chantal Mouffe, Siyasetin Dönüşü, çev. Fahri Bakırcı-Ali Çolak, 1. Baskı, Ankara: Epos Yayınları, 2010, s. 52. 12 Alasdair MacIntyre, Erdem Peşinde, çev. Muttalip Özcan, 1. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 179. 13 Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey, s. 47. 5 Aristotelesçi bir pratik akıl anlayışı sayesinde toplumsal dünyaya bağımlı bir evrensellikten söz edilebileceğini gündeme getiren Hegelci perspektifi bir araya getirir. Bu durumda Taylor’ı cihanşümûl ile tarihseli buluşturmaya dönük yaklaşımından ötürü yeni-Hegelci olarak konumlandırmak mümkün gözükür.14 Tüm bunlardan hareketle çağdaş ahlâk tartışmaları bağlamında, bilhassa deontolojik liberalizme ve modernizme tenkitler yönelterek alternatif bir ahlâk ve politika felsefesi anlayışı ortaya koymaya çalışan Taylor ve MacIntyre’ı “Aristoteles mi, Hegel mi?” sorusu mihverinde mukayese etmenin, liberalizmin ortaya koyduğu bir insan felsefesinin külliyen reddi ile modernizmin ıslahı olarak görülebilecek iki farklı yaklaşımı değerlendirme imkânı sunabileceğini düşünmekteyiz. Bunun için öncelikle MacIntyre’ın modernist değer düzlemine karşı Aristotelesçi felsefeye geri dönme ve yaslanma çabasının gerekçelerini anlamaya çalışacağız. Daha sonra ise modernizmin insanlığa kazandırdığı bazı değerler olduğunu ve bunları muhafaza etmek gerektiğini düşünen Taylor’ın, klasik gelenek ile modernizm arasında orta yolcu bir tutum sergileyip sergilemediğini, geliştirmiş olduğu felsefî mefhumları nazarı dikkate alarak tahkik etmeye çalışacağız. Son olarak da çağdaş ahlâk ve politika felsefeleri müzakereleri bağlamında phronesis mefhumuna yeniden hayat verme çabalarıyla temayüz eden Taylor ve MacIntyre’ın ayrışan cihetlerine de değinmek suretiyle her iki filozofun çağdaş felsefe içerisindeki önemini değerlendirerek çalışmamızı nihayete erdireceğiz. İşte bu plan çerçevesinde çalışmamız üç ana bölümden teşekkül etmektedir. “Geleneklerin Rasyonalitesi ve Ahlâk” başlıklı birinci ana bölümde MacIntyre’ın her ahlâk tasavvurunun muayyen bir geleneğe, tarihsel ve içtimaî koşullara dayandığı tezi ön plana çıkar. Gelenek düşüncesinden bağımsız ferdiyetçi liberal ahlâk tasavvurlarının görmezden geldiği bu koşullar MacIntyre’a göre Aydınlanmacı ahlâk projelerinin çöküşüne zemin hazırlamıştır. Ahlâkî mefhumların muhtevalarının hususî bir yer ve muayyen bir zaman diliminde anlaşılabilir olduğunun altını çizen MacIntyre açısından ahlâk düşüncesinin cihanşümûl rasyonel ilkeler ile duygu, seçim, irade gibi bireysel bir insan doğası mihverinde açıklanması, modern 14 A.yer.  Deontolojik liberalizm, başta Rawls olmak üzere, Barry, Nozick ve Dworkin gibi filozofların savunduğu liberalizm telakkisidir. Söz konusu liberalizm telakkisinde, içtimaî müesseselerde uygulanmak üzere yasal olarak düzenleyici bir mefkûre olması anlamında adalet fikrine öncelik verilir. Bu adalet fikrinin ise muhtelif ve birbiriyle çatışan iyi tasavvurları karşısında tarafsız bir ilkeye istinat etmesi beklenir. 6 ahlâk düşüncesindeki sonu gelmez tartışmaların, kafa karışıklığının ve kargaşanın temel sebebi olarak gözükür. Bu bağlamda Antik Yunan kültür dünyasının ve daha sonra Orta Çağ Hristiyan düşüncesinin teleolojik düşünme formlarının modern zamanların inkişafından itibaren inkıraza uğrayıp unutulması ve muteber düşünme biçimleri olmaktan çıkmasıyla birlikte modern Batı felsefesinde zuhur eden ahlâkı temellendirme girişimleri, söz konusu kafa karışıklığının emareleri olarak okunur. Zira MacIntyre açısından her ahlâkî telakki biçiminin, sözgelimi Homerik Grek dünyası gibi muayyen bir içtimaî zemini vardır. Bu içtimaî zemin mihverinde insan, yaşamını idame ettirirken gerek politik gerek sanatsal ve zanaatsal gerekse avcılık, tarım ve eğitim gibi sosyal pratiklere iştirak eder. Tüm bu pratikler bağlamında ayrıca insan, doğumundan ölümüne dek bir yaşam hikâyesinin peşinden gider. MacIntyre’a göre insan yaşamının söz konusu öyküsel formu ve insanın iştirak ettiği bütün bu içtimaî pratikler teleolojik bir dünya tasavvurunun emareleri olarak insan yaşamına anlamını kazandıran ve toplumdan topluma değişen muhtevalarıyla ahlâk, fazilet yahut erdem telakkilerinin şekillenmesinde rol oynayan unsurlar olarak kabul edilirler. MacIntyrecı perspektife göre bütün bu unsurların göz ardı edilmesiyle zuhur eden bağlantısız akıl tasavvuru, hususî bir içtimaî zeminle alakalı olan iyi mefhumu konusunda düşünmek istemeyen modern ahlâk ve politika felsefelerinin nihilizmle sonuçlanmalarında önemli rol oynarlar. MacIntyre, hususî toplumlara has pratiklere içkin iyi tasavvurlarını insan yaşamının öyküsel yapısı ile bütünleştirmek suretiyle emotivist/duygucu, bağlantısız ve ferdiyetçi benlik telakkisine karşı kendi içtimaî koşulları, tarihsel bağlamı, süreci ve hikâyesi mihverinde anlaşılabilirlik arz eden bir insan ontolojisi ortaya koymaya çalışır. Söz konusu ontolojiyi göz önünde bulundurarak bir ahlâk felsefesi geliştirmeye çalışır. MacIntyre açısından çağdaş sosyal bilimler çoğu zaman, insanın bir bütün olarak öyküsel varlık sürecini görmezden gelmek suretiyle insanı ya sadece bir baba ya sadece bir öğretmen, bir eş ya da bir çiftçi olarak değerlendirerek parçacı olduğu için bütünsel anlamı kaçırmak gibi bir zaafiyete düşer. Görmezden gelinen bu bütünsel bakış açısını yeniden sağlayacak olan şey ise insan yaşamının hikâye formuna zemin teşkil eden geleneklerdir. Bu yüzden hikâyelerin, gelenekler vasıtasıyla anlaşılması gerekir. Zira gelenek, dünyada hususî bir var olma tarzıyla yakından ilgili olan pratiklerin, inançların ve tarihin şümullü bir toplamıdır. Bu yönüyle gelenek, içtimaî yapılanmaların 7 benimsemiş olduğu pratikleri, inançları ve tarihi kendi bünyesinde barındıran bir pratik akıl yahut rasyonalitedir. Bu bağlamda yaşayan bir gelenek, tarihsel olarak şümullü ve topluma gömülü olan iyilerle ilgili olan bir muhakeme tarzı olarak düşünülebilir.15 Fakat tüm bunlarla birlikte çağımızın ahlâkî söylem ve pratiği, MacIntyre’a göre müşterek bir kıstasa dayanmayan, birbirine rakip geleneklerin karmakarışık ve mutsuz bir buluşmasını yansıtır. Burada bütün ahlâkî faillerin iştirak edebileceği kapsayıcı bir gelenekten yahut pratik akıldan söz etmek mümkün değildir. İşte bu açıdan bakmak suretiyle MacIntyre, Ansiklopedik, Soykütükçü ve Thomasçı olmak üzere birbirine rakip olan ve ekseriyetle ortak bir kıstasa dayanmayan üç farklı geleneği ele alıp müzakere ve mukayese eder. MacIntyre’a göre modernite öncesi zamanlarda yaşayan geleneksel toplumlarda fertlerin kimlikleri, mensubu oldukları içtimaî gruplar içerisindeki diğer şahıslar tarafından tespit ve teşhis edilir. Sözgelimi bir fert ya bir oğul ya bir torun ya bir asker ya bir toprak sahibi ya bir kuzen yahut bir kardeş olarak tavsif edilir. Söz konusu nitelendirmeler fertlerin arızi vasıfları değil, aksine, onların içtimaî rol ve vazifelerini tayin eden özsel vasıflar olarak kabul edilirler. Ayrıca bu rol ve vazifeler, fertlere toplum içerisinde hususî bir mahâl kazandırır. Fertlerin hususî konumlarını belirleyen bu rol ve vazifeler olmadan bir fert, ya bir hiç kimsedir ya da en iyi ihtimalle o toplumun yabancısıdır. Fakat fertlere atfedilen bu rol ve vazifeler, sabit ve statik kalmazlar. Zira fertler kendilerini, muayyen amaçlar ekseninde şekillenen bir yaşam serüveninin içinde bulurlar. Yani bu yaşam serüveni boyunca birtakım amaçların sürekli peşinden koşarlar. Bu amaçlar, gerçekleşir veya gerçekleşmez; bu yüzden MacIntyre’a göre, yaşamsal gayelerin gerçekleşip gerçekleşmemesine bağlı olarak bir insanın mutlu veya mutsuz olduğuna ancak, hayatın sona erdiği nokta olan ölümün gerçekleşmesiyle karar verilebilir. MacIntyre bu durumu, “Ölene dek hiçbir insanı mutlu olarak nitelendirmeyin!” diyen bir Yunan atasözü ile anlatmaya çalışır.16 Dolayısıyla MacIntyre açısından müşterek bir varlık ve evren telakkisi mihverinde şekillenen teleolojik bir yaşam tasavvuru olmaksızın fertlerin kimlikleri ve onların bu kimlik rollerine bağlı olarak nasıl davranmaları gerektiği anlamlı bir zemine 15 MacIntyre, After Virtue: A Study in Moral Theory, 3. Baskı, Notre Dame, Indiana: University of Notre Dame Press, 2007, s. 207. 16 A.g.e., s. 34. 8 oturamaz. Söz konusu teleolojik varlık telakkisinin kaybedilmesiyle birlikte, olandan hareketle olması gerekeni çıkaran modern ahlâk felsefelerine özgü bir temayül zuhur etmeye başlar. Hem MacIntyre hem de Taylor, sözkonusu temayülü, ahlâk düşüncesine, aslında bir bakıma zorla uyarlanmaya çalışılan natüralist bir yaklaşım olarak tavsif ederler. İşte bu bağlamda her iki filozofun da müşterek olarak vardıkları sonuç, teleolojik bir varlık ve evren tasavvurunun inkıraza uğramasıyla birlikte modern ahlâk felsefelerinde ahlâkı temellendirme girişimlerinin ortaya çıktığına dair bir düşüncedir. Bilhassa bir kısım liberal ahlâk ve politika tasavvurlarında tecessüm eden, seçimlerinden evvel, ahlâkî olarak boş ve belirsiz bir sahada duran, içtimaî olarak müşterek bir ahlâkî ufuktan yoksun olan fert tasavvuru, MacIntyre açısından anlamlı olmayan bir kurgudan ibarettir. Bu kurgu, bilhassa deontolojik liberalizmin ahlâkî ve politik bir tasarımı olarak ortaya konur. Bu bağlamda, ahlâkî bir bakış açısının teşekkülünde rol oynayan müşterek bir değerler manzumesi ile teleolojik bir varlık ve yaşam tasavvurunu görmezden gelerek kurgulanan söz konusu emotivist/duygucu benlik anlayışı, MacIntyre’ın yanı sıra Taylor açısından da şahsî tercihlerin ötesinde olan güçlü bir ahlâkî ufkun kaybedildiğini gösterir. Taylor’ın bu tezinden hareketle çalışmamızın “Modern Şüphecilik ve Ahlâk Ontolojisi” başlığını taşıyan ikinci ana bölümünde Taylor’ın ahlâk nazariyesini kilit önem taşıyan bazı mefhumlar mihverinde ele almaya çalıştık. Taylor’ın ahlâk felsefesine hasrettiğimiz bu bölümde Taylor’ın üç ana iddiası ön plana çıkar. Bunlardan birincisi, Taylor’ın oldukça yoksul ve verimsiz kabul ettiği deontolojik liberal düşüncenin atomistik fert tasavvuruna zıt bir şekilde ortaya koyduğu daha şümullü ve bütünsel bir benlik iddiasıdır. İkincisi ise söz konusu benlik telakkisinin ontolojik dayanaklarını göstermek adına modern benliğin tarihsel serüvenini tafsilatlı bir biçimde incelemek suretiyle bir ahlâk ontolojisinin temel unsurlarını tavzih etmesidir. Bu iddialardan üçüncüsü de birinci ve ikinci iddiaların sunmuş olduğu bakış açılarının adeta doğal bir sonucu olarak insanın ahlâkî ve politik olarak nasıl davranması ve yaşaması gerektiğini belirleyen muayyen bir iyi tasavvurunun çağımız ahlâk ve politika düşüncesi açısından merkezî bir rol oynaması  MacIntyre, burada tasviri yapılan fert tasavvurunu, emotivist/duygucu benlik olarak tavsif eder. Duygucu benlik, neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna dair toplumdaki diğer fertlerle paylaştığı müşterek bir ahlâkî ufku olmayan, ahlâkî ve politik seçim yapmadan önce değerlere karşı bitaraf olan benlik tasarımıdır. 9 gerektiği ile ilgilidir. Bu üç ana iddia çerçevesinde Taylor kendi ahlâk nazariyesinin şümullü bir izahını yapar. Buna göre şayet bizler, ahlâkî inanç ve sezgilerimizin gerisinde yatan ontolojik arka planı göremezsek yaşam pratiğimize ahlâkî manada yön veren güçlü/sağlam değerlendirme istidadımızı kaybederiz. Söz konusu istidadın kaybı ise en nihayetinde ahlâkî bir istikametsizliğin ve kafa karışıklığının en temel sebeplerinden biri olarak temayüz eder. Taylor’ın çizmiş olduğu perspektifen hareketle söylenecek olursa, ahlâkın ontolojik bir zemine yaslandığı görülemezse ve buna bağlı olarak insan, güçlü/sağlam değerlendirme istidadını kaybederse, bu durumda her şey, şahsî tercihlerden ibaretmiş gibi gözükür. Bu durum bir diğer cihetten, MacIntyre’ın da ısrarla dikkat çektiği gibi emotivist benlik tasavvurunun tezahürüne yol açar. MacIntyre, ferdiyetçi esaslara istinat eden ve bu bağlamda ahlâkî davranışları şahsî seçim, duygu ya da isteklere dayandıran Modern ahlâk kültürünü After Virtue isimli eserinde emotivist/duygucu sıfatıyla tanımlarken en son eseri Ethics in the Conflicts of Modernity: An Essay on Desire, Practical Reasoning, and Narrative adlı çalışmasında ise expressivist/ifade edici kelimesiyle tavsif eder. MacIntyre söz konusu emotivist/expressivist benlik tasavvurunun teşekkülüne yol açan anlayışın üstesinden gelmenin ancak, Thomasçı Aristotelesçilik ile mümkün olabileceğini düşünür. Ahlâkın, şahsî seçim ve tercihlerin ötesinde bulunan ontolojik dayanaklarına gönderme yapan bu bakış açısı, Thomas Aquinas’ın felsefesini, son zamanların en iyi Aristoteles yorumculuğu olarak kabul eder. Teleolojik bir insan doğası tasavvuru ile phronesis mefhumuna istinat eden Aristotelesçi pratik akıl nazariyesi Thomas Aquinas’ın bakış açısı mihverinde teolojik bir bağlama yerleşir. Böylelikle nomos mu yoksa phusis mi şeklinde yürütülen kadim müzakere farklı bir form içerisinde yeniden tezahür eder ve Aquinas’ın teolojisi bağlamında etik, metafizik bir müzakere içerisine taşınır. Taylor ise tarihsel olanı metafiziksel bir felsefe içerisinde konumlandırmaya meyyal Hegelci perspektiften oldukça etkilenmiş gözükür. Ahlâk mefhumunu hem tarihsel hem de metafiziksel cihetten tetkik etmeye çalışması bakımından Hegelci bir ahlâk düşüncesine yakın durur. Taylor ve MacIntyre arasındaki bu temel ayrışmaya rağmen birden fazla hususta iki filozof arasında benzerlikler de göze çarpar. Nitekim tezimizin “Taylor ve  Söz konusu ayrımla ilgili detaylı bir değerledirme ve mukayese için bakınız, Barış Mutlu, “Alasdair MacIntyre’ın Çağdaş Sorunlar Karşısında Yeni Aristotelesçiliği”, Kilikya Felsefe Dergisi, sayı: 1, Nisan 2018, s. 42. 10 MacIntyre’ın Çağdaş Ahlâk Felsefesine Katkıları” başlıklı üçüncü bölümünde, söz konusu benzerliklere ve farklılıklara dikkat çekmek suretiyle çağdaş ahlâk felsefesi müzakerelerinin muayyen bir cihetini ele almaya çalıştık. Sonuç itibariyle her iki filozofun çağdaş ahlâk felsefesine yapmış oldukları katkıları yorumlamaya çalıştık. Muayyen ve somut bir iyi tasavvurunun ahlâk felsefesi açısından önemini anlamaya çalıştık. Çağdaş liberal koşullar içerisinde iyinin cesur bir biçimde peşinden giden bu iki filozofun, kadim medeniyetlerde temayüz eden klasik düşünce ve yaşam tasavvurunu günümüz entelektüel dünyasına hatırlatma ve dâhil etme çabası içerisinde olduklarını gördük. Değerler karşısında tarafsızlığı salık veren ve kendilerini laik, seküler, dindar, ateist ya da agnostik olarak tanımlayan insanlar ile hangi düşünce biçimini benimsediğinin tam olarak farkında olmayan insanların bugün sıklıkla karşılaşabileceği türden nihilist bir temayüle karşı insanın varoluşsal olarak anlamlı bir zemine istinat ettiğini Charles Taylor ve Alasdair MacIntyre vasıtasıyla bir kez daha hatırladık. Netice itibariyle bu çalışma en temelde Taylor ile MacIntyre’ın ahlâk tasavvurlarını bütünlüklü bir şekilde göz önünde bulundurmaya gayret etmekle birlikte özelde bir Charles Taylor ve Alasdair MacIntyre felsefelerinin şümullü bir tafsilatına girişmeyi hedeflememiştir. Bu yönelimi benimsememizde, Taylor ile MacIntyre’ın eser ve düşüncelerinin, yapılacak sistematik bir okuma doğrultusunda herkese açık oluşu belirleyici olmuş ve çalışma boyunca daha ziyade çağdaş ahlâk felsefesinin temel problemlerinden biri olan “ahlâkî müphemiyet” meselesine yoğunlaşılmıştır. Bununla ilintili olarak Taylor ve MacIntyre’ın söz konusu probleme matuf çözüm önerileri, takip ettikleri felsefî seyirler ve mefhumlar mihverinde ele alınmıştır. Tez çalışmamız boyunca her iki filozofun ahlâk felsefesi bağlamında kullanmış oldukları mefhumları kendi ana dilimiz içerisinde ifade ederken yaptığımız işin kavramlar arası bir tercüme olduğunu da unutmamaya gayret ettik. Mesele ahlâk felsefesi olunca, ahlâk ile ilgili bazı mefhumların ön plana çıkması ve sıklıkla kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Ön plana çıkan bu mefhumları Türkçeye naklederken filozofların kastettikleri şey ile kendi dilimiz arasında yakın bir bağlantı bulmaya çalıştık. Fakat bu mefhumlar arasında birebir örtüşmenin zaman zaman olsa da daima mümkün olamayacağını da gördük. Burada sözünü etmeye çalıştığımız mefhumlardan en önemlisi, Yunanca’daki arete sözcüğüne karşılık olarak kullanılan İngilizce’deki virtue sözcüğüdür. MacIntyre After Virtue adlı eserinde virtue mefhumunun tarihsel 11 serüveninin analizini yaparken ondan öğrendiğimiz belki de en mühim şey, kavramların da tıpkı insanlar gibi içerisinde yaşadıkları toplumun bir ürünü olduğudur. Bu bakış açısına göre kavramları ait oldukları toplumların müşterek yaşamlarından ayrı düşünemeyiz. Hal böyle olunca kadim arete sözcüğünü virtue olarak karşılarken olduğu gibi erdem yahut fazilet olarak karşılarken de burada cihanşümûl bir anlam birliğinin mevcudiyetinden söz ettiğimiz düşünülmemelidir. Dolayısıyla tez çalışmamız boyunca bilhassa MacIntyre’dan aldığımız ilhamla, “Hangi erdem ya da hangi fazilet?” sorusunu aklımızın bir köşesinde tutmaya ihtimam gösterdik. Fazilet ya da erdemin tam olarak hangi manaya karşılık geldiğini kendi kendimize sorduğumuzda ise söz konusu mananın hangi içtimaî koşullar ve hangi kavramsal çerçeveye bağlı olduğumuza göre değişkenlik arz edeceğini fark ettik. Bu farkındalıktan hareketle tez boyunca erdem sözcüğünden ziyade fazilet sözcüğünü kullanmayı uygun gördük. Arapça’daki fadl kelimesinden türeyen Türkçe’deki fazilet sözcüğü, ihtiva ettiği bazı hususiyetler itibariyle kanaatimizce erdem kelimesiyle birebir örtüşmemektedir. Türk Dil Kurumu’na ve umumî olarak toplumsal anlam birliğimize bakılacak olursa, erdem kelimesinin genel olarak ahlâkî iyi mefhumuna karşılık geldiğini görebiliriz. Fakat erdem kelimesinin karşılamaya çalıştığı arete sözcüğünün kadim Grek medeniyetinin tarihsel ve kültürel serüveni boyunca övgüye değer ve üstün kabul edilen farklı niteliklere karşılık kullanıldığını görürüz. Şayet bizler de erdem mefhumunu, tarihi ve içtimaî koşullara göre değişen genel ahlâkî iyi olarak tanımlayacak olursak eski Türk kültürlerinden günümüz Türkiye’sine kadar değişen erdem tasavvuru ile karşı karşıya kalırız. Fakat burada erdem, arete ve fazilet sözcükleri arasında bir tefrik yapmamızı gerektiren hususların olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar bugün, Türkçedeki erdem kelimesi genel bir ahlâkî iyi düşüncesine karşılık olarak kullanılsada Grekçedeki arete sözcüğü, MacIntyre’ın da ısrarla altını çizdiği üzere sadece genel bir ahlâki iyi düşüncesine karşılık gelmez. Zira Francis E. Peters’ın da belirttiği gibi arete, “[F]elsefenin problematiği içerisine dâhil edilmezden önce, Yunan kültüründe uzun bir tekâmül tarîhine sâhibdi.”17 Bu sebeple Yunanca-Türkçe sözlüklerde arete sözcüğünün karşılığı olarak erdem ve fazilet mefhumları kullanılsa da bilhassa ahlâkî mefhumların muhtelif kültürler içerisindeki tarihsel dönüşümleri dikkate alındığında dil ve anlam münasebeti bağlamında erdem, fazilet ve arete sözcüklerinin bütünüyle aynı anlama 17 Francis E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, çev. Hakkı Hünler, 1. Baskı, İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 2004, s. 46. 12 gelecek şekilde kullanılmaları bazı sakıncalar ihtiva edebilir. Fakat bununla birlikte dil ve kültürler arasındaki diyaloğun temel vasıtası olan tercüme faaliyetleri bizi kaynak ve hedef dillerin sözcükleri arasında bir eşleştirme yapmaya iter. Böyle bir eşleştirme bir anlamda kaçınılmaz gözükür. Dolayısıyla bazı kavramların kaynak dildeki bazı kavramları daha güzel karşıladığı söylenebilir. Bu bağlamda tezimiz içerisinde erdem yerine ağırlıklı olarak fazileti kullanma cihetine gitmemiz, fazilet mefhumunun etimolojik olarak tez içerisinde kullanmış olduğumuz ahlâkî söz dağarcığına daha uygun düştüğünü düşünmemizden kaynaklanır. Arapçada, ardında gelen bazı edatlarla birlikte “üstün olmak/mükemmel/çok iyi/daha iyi olmak, öncelik, iyilik, lütuf, ihsan”18 anlamlarına gelen fadl mastarından türeyen fazilet kelimesi, “mükemmellik, avantaj ve üstünlük”19 manalarında kullanılır. Bu anlam çerçevesi içerisinde fazilet mefhumu, İslâm kültürü içerisinde tezahür eden felsefî düşünce geleneği ile birlikte ahlâkî karakter üstünlükleri manasına gelecek şekilde kullanılır. İslâm filozoflarının birçoğu kendi ahlâk felsefeleri içerisinde fazilet mefhumuna dair bu mefhumun etimolojik manasıyla örtüşen tanımlamalar geliştirmişlerdir. Dolayısıyla biz de bir mefhumun etimolojik kökeni ile o mefhumun manası arasındaki anlamlı münasebeti nazarı itibara almak suretiyle tez çalışmamız içerisinde erdem yerine fazilet kelimesini kullanmayı tercih ettik. Fakat bununla birlikte bazı kaynaklardan yaptığımız iktibaslarda ahlâkî bir iyiyi karşılamak amacıyla erdem kelimesi kullanıldığı için bu iktibaslarda geçen erdem kelimesini, yazım kuralları sebebiyle fazilet kelimesi ile değiştirme cihetine gidemedik. Bu sebeple fazilet kelimesi ile birlikte zaman zaman erdem kelimesi birlikte kullanılmış oldu. Böyle bir ikili kullanımın kafa karışıklığına sebebiyet vermemesi için metin içerisinde bazı yerlerde bu iki kelimenin eş anlama geldiğini ima etmek amacıyla eğik çizgi işaretinden faydalanarak fazilet ve erdemi birlikte kullanmayı uygun gördük. 18 Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Dağarcık Yayınları, 1995, s. 665. 19 A.yer. 13 BİRİNCİ BÖLÜM GELENEKLERİN RASYONALİTESİ VE AHLÂK 1.1.BATI FELSEFESİNDE AHLÂKIN MEŞRUİYETİ SORUNU “Etik, insan yaşayışına ait faaliyete yönelik olgularla ilgiliyse bunun Batı medeniyeti içindeki dönüşümü Yunan’ın felsefe denilen faaliyetiyle mündemiçtir.”20 Bugün ahlâk meselesiyle ilgilenen pek çok çağdaş filozof ve ahlâk nazariyecisinin öne çıkan vasıflarından belki de en mühimi ahlâkî ilkelerin mahiyeti ile ilgili bir kriz tespitinde bulunmaları ve ahlâkî bir kargaşaya dikkat çekmeleridir. Tam da bu hususa gönderme yapmak bağlamında Danial Callahan, The Roots Of Ethics: Science, Religion and Values isimli esere yazmış olduğu önsözde ahlâkî mükellefiyet ve insanî bilginin hudutları konularında çağımızı karakterize eden en temel vasfın “müphemlik” olduğunu yazar. Öyle ki ona göre Immanuel Kant’ın eleştirel felsefesinin ortaya koymuş olduğu üç temel soru (Neyi bilebiliriz, ne yapmalıyız ve neyi umabiliriz?) söz konusu müphemliğin Kant tarafından da fark edilmesinin bir sonucu olarak doğmuştur.21 Agnes Heller ise bu müphemliğin ahlâkî ilkelerin mahiyetiyle ilgili olarak tezahür ettiğini öne sürer. Ona göre “Ahlâk kuralları nelerdir? Hangi normlar geçerli normlardır?”22 türünden sorulara klasik ahlâk felsefeleri tarafından gereken yanıtlar verilmiştir. Oysa modern zamanlara gelindiğinde hangi normların geçerli olduğu, normların meşruiyetlerini hangi kaynaktan aldığı ahlâk alanının başat sorunları olarak tezahür etmiştir. Ahlâkın temellerine dair yürütülen bu tür soruşturma girişimlerinin sadece 20 Mehmet Günenç, Ahlâkın Felsefi Dönüşümü, 1. Baskı, İstanbul: Vekitap Yayıncılık, 2018, s. 47. 21 Danial Callahan, “Preface”, The Roots of Ethics: Science, Religion and Values, ed. Danial Callahan and H. Tristrom Engelhardt, Jr., New York & London: Plenum Press, 1981, s. v. 22 Agnes Heller, Bir Ahlâk Kuramı, çev. Abdullah Yılmaz, Koray Tütüncü, Ertürk Demirel, 1. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006, s. 19. 14 kendisi bile Alasdair MacIntyre tarafından kültürel bir krizin emaresi olarak yorumlanır.23 Peki Agnes Heller’in de işaret ettiği gibi kendi başına felsefî bir disiplin olarak ahlâk felsefesi başlığı altında, “ahlâkın kaynağının” ve “ahlâk denen fenomenin insan yaşamında niçin yer aldığının” yahut da yer alması gerektiğinin tartışılması, ahlâkı doğal bir fenomen olarak görüp mahiyetini tartışmaya ve sorgulamaya genel itibariyle gerek duymayan Antik Yunan ve genel olarak klasik düşünce dünyasının filozoflarının değil24 de modern ve çağdaş dönem filozoflarının meselesi olarak karşımıza çıkması ne anlama gelir? Modern zamanlarda ahlâkın menşeine matuf temellendirmeci mülahazalar ahlâkın ontolojik bir kriz içerisinde olduğunu mu gösterir? Bilhassa modern Batı felsefesinde ahlâkı temellendirme ihtiyacı neden neşet etmiştir? Muhtelif biçimlerde tezahür eden ahlâkı meşru bir zemine yerleştirme çabalarına rağmen modern Batı felsefesinde ahlâk alanı neden hâlâ kargaşanın ve anlaşmazlığın hüküm sürdüğü bir alan olarak temayüz eder? Modern çağda bu türden sorular sormamıza yol açan ne tür tarihsel gelişmeler yaşandı? Çok sayıda çağdaş mütefekkirin dikkat çektiği gibi beşinci asır Atina’sında Sofistlerin başlattığı müzakerelere dek ahlâk meselesinin Yunan düşüncesinde müstakil bir mesele olarak ele alındığını söylemek oldukça zor görünüyor.25 Grek felsefesinde her ne kadar felsefî soruşturma sahasının M.Ö. 5. yüzyılda doğadan insana doğru bir temayül göstermiş olduğu söylense bile Greklerde başından beri ahlâkın, varlığın kendisi kadar doğal bir olgu olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Sözgelimi, adalet, ilk doğa filozoflarından olan Anaximandros’ta sadece siyasal ve toplumsal bir norm olarak değil, ayrıca varlıkta mündemiç olan bir ilke olarak gözükür. Öyle ki dünyadaki oluş ve yok oluş, adalet ilkesine binaen vuku bulur.26 Benzer bir biçimde Anaximenes de evrenin ilk ilkesi olarak kabul ettiği havayı “İnsana can veren ilkeyle, 23 A. MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?” inside The Roots of Ethics: Science, Religion and Values, ed. Danial Callahan and H. Tristrom Engelhardt, Jr., New York and London: Plenum Press, 1981, p. 3. 24 Doğan Özlem, Etik-Ahlâk Felsefesi, ed. Kaan Özkan, 1. Baskı, İstanbul: Notos Kitap Yayınevi, 2013, ss. 25-26. 25 Eduard Zeller, Grek Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Aydoğan, 2. Baskı, İstanbul: Say Yayınları, 2008, s. 54. 26 Werner Jaeger, İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, , çev. Güneş Ayas, 1. Baskı, İstanbul: İthaki Yayınları, 2011, ss. 53-54. 15 insan ruhu (Psyche) ile bir tutmuştur.”27 Olgu ve değerin iç içe geçtiği bu tür bir dünya yorumu, ağırlıklı olarak dinî ve ahlâkî bir öğreti olması bakımından madde ve ruh şeklinde bir ayrıma giden Phytagorasçı felsefe içerisinde de mevcudiyetini sürdürür. Zira Phytagorasçılar da Anaximenes gibi evrene yayılan, her şeyi kuşatan ve tek tek bütün varlıkların yaşama müsebbibi olan bir hava ya da nefesin varlığına inanırlar. Bu inançlarını ise bütünüyle dinî bir motivasyona dayandırırlar. Evrenin ebedî ve Tanrısal olduğunu düşünmeleri sebebiyle panteist bir inancı temsil ettiği düşünülen Pyhtagorasçılığa göre evrene hâkim olan Tanrısal nefes ile insanın nefesi öz itibariyle aynıdır. Zira evrenin gerçek özü, sözü edilen tanrısal nefestir. Ancak insan bu Tanrısal nefesten pay almış olmasına rağmen geçici ve ölümlü bir bedene hapsolmuştur.28 İşte insanın ahlâkî bir yaşam sürdürmesinin temel motivasyonu da burada devreye girer. İnsanın hapsolmuş olduğu bedenden kurtulup Tanrısal ruhla yeniden birleşebilmesi için bedensel arzulardan uzaklaşıp zihnî ve ahlâkî arınmadan geçmesi gerekir. Söz konusu arınmanın gerçekleşebilmesi için ise iyi, canlı ve düzenli olduğu telakki edilen evren ile uyumlu olan bir yaşam sürmek, bir anlamda onunla özdeşleşmek gerekir. Evreni bir “kozmos” yani düzeni, tamlığı ve mükemmelliği ihtiva eden bir bütün olarak telakki eden Pyhtagorasçılık, böyle bir evren tasarımının insanın ahlâkî yaşamı için bir model teşkil ettiği düşüncesinden hareketle kozmosu adeta ahlâkî yaşamın ontolojik bir zemini olarak telakki eder. Pythagorasçılığın aksine daha çok materyalist bir öğreti geliştiren Demokritos’un, ruhun küre biçimindeki atomlardan müteşekkil olduğunu öne süren atomcu yaklaşımı da tek bir ilkeyle tavzih edilebilen bütünlüklü bir varlık tasavvurunu gözler önüne serer. George Sabine’nin de belirttiği gibi kadim Grek felsefesine hemen hemen tamamına hâkim olan ve yekpareliği tebarüz ettiren insicam düşüncesi, ister istemez karşımıza “hem doğal hem de ahlâkî bir ilke olarak”29 çıkar. Yani, Doğan Özlem’in de belirttiği üzere Sofistleri, şüphecileri ve agnostikleri hariç tuttuğumuz takdirde neredeyse bütün bir antik Yunan dünyasında insanî yaşamın, kozmik nizamın bir cüzü olarak telakki edildiğini söyleyebiliriz. O halde evreni makro kozmos, insanı ise mikro kozmos olarak telakki eden Grekler açısından ahlâkî yaşamın, doğal yaşamın 27 Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe I, çev. Oğuz Özügül, 1. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1994, s. 77. 28 W. K. C. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Cevizci, 2. Baskı, Ankara: Gündoğan Yayınları, 1999, s. 41. 29 George Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi I, çev. Harun Rızatepe, Ankara: Türk Siyasî İlimler Derneği Yayını, 1969, s. 22. 16 ayrılmaz bir parçası olarak görüldüğü söylenebilir. Kozmosun akılsal nizamı ile insanın ahlâkî yaşamı arasında mahiyet ayrımı gözetmeyen bu bakış açısı bağlamında insanın doğayla uyumlu bir yaşam sürmesi ahlâkî yaşamın temel bir kıstası olarak zuhur eder.30 Charles Taylor, söz konusu görüş açısının, modernite öncesi ahlâkî nizamların müşterek vasfını yansıttığını düşünür. Kozmostaki hiyerarşik yapı ile içtimaî nizamın hiyerarşik nizamı arasında bir mütekabiliyet olduğunu varsayan modernite öncesi toplumlar Taylor’a göre ahlâkî nizamı, doğal nizamın bir uzantısı olarak görmeye meyyal bir özellik arz ederler. Bu görüş açısının fârikası, Tanrısal ve kozmolojik bir ontolojiye istinat etmesidir. Fakat Taylor’a göre moderniteyle beraber, ahlâka zemin teşkil edecek olan söz konusu ontolojik cihet, ilahî ve kozmolojik bir hüviyet arz etmekten ziyade insanî bir vasıf ile temayüz etmeye başlar.31 Hemen hemen bütün kadim medeniyetlerde görülebilecek türden kutsal ve Tanrısal bir hüviyet arz eden doğal dünya ile insanî nizam arasında tebarüz eden mütekabiliyet, oran, insicam ve ahenk, Antik Yunan dünyasının daha eski zamanlarından haber veren Homerik şiirler içerisinde de müşahede edilir. Yani bizler mitolojik düşünme biçiminin tecessüm ettiği Homerik şiirlerde de doğal dünya ile ahlâksal dünyanın birbirinden ayrılmadığı ve toplumsal yaşamın idealize edildiği bir idrak biçimiyle karşılaşırız. Bu minvalde Homerik bir toplum bize çeşitliliklerden ve muhtelif hayat formlarından müteşekkil bir yapı olarak değil, doğa, tanrılar ve insanlar üzerinde determinist bir işleyişin hâkim olduğu, tek bir ahlâkî düzene dayalı birlikli ve bütünlüklü bir yapı olarak görünür. Fakat Yunan dünyasının ileriki zamanlarında birtakım kolonyal faaliyetler, savaş ve istilâlar gibi siyasî ve ekonomik hadiselerin etkisiyle tek bir kozmik düzen fikrine dayalı bu bütünlüklü toplum tasavvurunun bir anlamda inkıraza uğradığı söyleyebilir. Esasında Homerosçu bir dünya ve toplum tasavvurunu dönüşüme uğratan sürecin başlangıç emarelerinin doğa üzerinde akıl yürüterek tabiattaki her türlü çeşitliliğin kendisinden türediği kalıcı bir töz arayışına girişen doğa filozofları ile tezahür ettiğini söylemek mümkün gözükmektedir. Zira M.Ö. 6. yüzyılın henüz başlarında Antik Yunan dünyası, bir İyonya kenti olan Milet’te mitolojik idrâk biçimiyle gözlem ve akıl yürütmenin harmanlandığı yeni bir tefekkür 30 Özlem, Etik-Ahlâk Felsefesi, ss. 28-29 31 Charles Taylor, Seküler Çağ, çev. Dost Körpe, 1. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 197. 17 biçimine şahit olur. Fakat Thales ve onun takipçileri olan Anaximandros ve Anaximenes’in doğadaki bütün çeşitliliği doğaya mündemiç kalıcı bir ilke yahut unsurla tavzih etme çabası, söz konusu gözlem ve akıl yürütme temayülüne rağmen “kozmusu yönlendiren, kozmosa hükümfermâ olan, bütün değişimlerin ortasında dünyanın dengesini koruyan gayrişahsibir mukadderât olan o eski Homercil ahlâk düzenine benzer bir duygu ve kavrayış”tan henüz vazgeçmiş değildi.32 Ancak zaman içerisinde Parmenidesçi bir rasyonalizm ile Demokritos’un materyalist atomculuğuna tanık olan Grek düşüncesi, ilahî unsurlarla iç içe geçmiş bir doğa tasavvurundan uzaklaşmaya başlar. Öyle ki M.Ö. 5. yüzyıla gelindiğinde, yaşanan birtakım siyasî ve toplumsal olayların da etkisiyle muhtelif din ve medeniyetlerle karşılaşma durumu, Yunan tefekkür hayatında daha eleştirel, şüpheci ve sorgulayıcı bir temayülün zuhuruna sebebiyet verir ve nihayet bu durum, hem İyonyalı filozofların bilimsel spekülasyonlarından tatmin olmayan hem de kozmolojik açıklamalara karşı ilgisizleşen, Sofistler olarak adlandırılan retorikçi düşünürlerin temsil ettiği izafi bir düşünce akımının gelişmesine ortam hazırlar.33 Bu bağlamda Antik Yunan dünyasında gerçekleşen Pers savaşları ve koloni faaliyetleri ile ticaret ve seyahatlerin etkisiyle farklı kültür, devlet ve yasa formlarıyla karşılaşan Yunanların tefekkür dünyalarını yansıtan Sofistlerin, ahlâkın ve toplumsal yaşam pratiğinin doğanın mı yoksa örf ve uzlaşımın mı bir parçası olduğu yönünde sorular sormaya başladıkları düşünülür.34 Fakat onların söz konusu soruşturmaları Sofist Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” cümlesinde tebarüz ettiği üzere hem bilgi hem de ahlâk alanında izafiyetçi bir yaklaşımı doğurur. Zira eğer bir Sofistin savunduğu gibi insan her şeyin ölçüsü ise bu durumda nihaî anlamda yanlış yahut da nihaî anlamda doğru bir davranıştan söz edilemeyeceği için Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” şeklindeki düşüncesinin bile geçerliliği ve meşruiyeti de tartışmaya açık bir mahiyet arz eder. Dahası, bir Sofistin zaviyesinden “iyi nedir”, “adalet nedir” nev’inden sorulara genel geçer bir yanıt verilemeyişi ve bu bağlamda adalet ve iyi anlayışlarının devletten devlete, toplumdan topluma farklılık arz ettiğinin kabul edilmesi, insanın “Ne yapmak 32 R. Tarnas, Batı Düşüncesi Tarihi I, çev. Yusuf Kaplan, 2. Baskı, İstanbul: Külliyat Yayınları, 2013, s. 48. 33 Tarnas, Batı Düşüncesi Tarihi I, s. 59. 34 A. MacIntyre, Ethik’in Kısa Tarihi, çev. Hakkı Hünler-Solmaz Zelyüt Hünler, 1. Baskı, İstanbul: Paradigma Yayınları, 2001, s. 15. 18 durumundayım?” veya “Nasıl yaşamak durumundayım?” şeklindeki sorulara bir devletin ya da bir toplumun üyesi olmadan herhangi bir yanıt vermesini zorlaştırdığı gibi kendi hayatına istikamet tayin edecek temel bir ölçütten de bir anlamda yoksun bırakır. Tam da bu bağlamda “doğal insan” ve “toplumsal insan” şeklindeki bir ayrıma gitme gereği duyan Sofist düşünce, yukarıda zikredilen “Nasıl bir yaşam sürmeliyim?” türünden soruları ancak toplumsallık öncesi doğal insanın sorabileceği varsayımında bulunarak “toplum öncesi insan doğası” şeklinde bir tasavvur geliştirir. Burada sözü edilen toplum öncesi doğal insan mefhumu, MacIntyre’ın ifadesiyle “kendisine ait hiçbir ahlâkî standardı olmayan”35 ahlâk öncesi yahut da ahlâk dışı insanı tavsif eder. Bu zaviyeden bakıldığında insan ancak bir toplumun ya da devletin bünyesine dâhil olmakla ahlâksal bir yaşama adım atabilir. Bu durumda ahlâk, toplum öncesi doğal insanların karşılıklı öz çıkarlarının korunması amacıyla bir uzlaşımın ürünü olarak tebarüz eder. Görüldüğü gibi, başlangıçta toplumsal yasaları doğal yasalardan tefrik etmek suretiyle tek bir ilkeyle açıklanabilen kozmos tasavvurundan vazgeçen Sofist düşünce, cihanşümûl bir insan doğası tasarımı ve mutabakata dayalı bir ahlâk anlayışı yaratmak suretiyle inkıraza uğrayan birlik ve bütünlük düşüncesini farklı bir formda da olsa yeniden tesis etme gayreti güder. MacIntyre açısından ise bu durum, Sofistlerin değişen bir cemiyet nizamı içerisinde insanı ve insanın ahlâkî varoluşunu yanlış anlamlandırma sorunu olarak görünür. Zira MacIntyre’a göre Sofistlerin ürettiği “doğal insan” düşüncesi, yaşanan siyasî ve toplumsal gelişmeler neticesinde tecessüm eden İ.Ö. 5. yüzyıl site devleti toplumu içerisinde “Nasıl yaşamalıyım?” ya da “Ne yapmak durumundayım?” türünden sorular sormak durumunda kalan ve daha evvel eylemlerini anlamlı kılan bir toplumun normatif bağlamından kopup yeni bir toplumsal düzen içerisinde yaşamak durumunda kalan “başka ve daha önceki bir kültürden gelen insan”dır.36 Başka bir deyişle, içerisinde nasıl yaşaması gerektiği sorusuna anlamlı bir cevap bulduğu bütünlüklü bir toplumsal bağlamı kaybeden homerik insandır.37 35 MacIntyre, Ethik’in Kısa Tarihi, s. 22. 36 MacIntyre, Ethik’in Kısa Tarihi, s. 23. 37 A.yer. 19 1.2.MODERN PARÇALANMIŞLIK VE BÜTÜNLÜK MEFHUMUNUN YİTİMİ Alasdair MacIntyre, bir kozmolojiye yahut da bir doğa tasavvuruna istinat eden kadim ahlâk anlayışlarının, modern dünyada köklü bir inkıraza uğradığını düşünür. Ona göre “klasik Aristotelesçi gelenek” ve bu geleneğin gerek Yunan gerekse Orta Çağ versiyonları, hususî bir doğası olan ve bu doğaya mündemiç temel amaç ve işlevi olan insan tasavvuruna sahiptiler. Söz konusu teleolojik insan doğası düşüncesi esasında Aristoteles’ten de eskiye uzanan Homerosçu toplumsal yaşam biçimlerine dayanmaktaydı. Bu teleolojik düşünce geleneğine göre, "[B]ir insan olmak, her biri kendine özgü anlam ve amaca sahip bir roller bütününü yerine getirmek demektir: bir aile ferdi, bir yurttaş, bir asker, bir filozof ya da bir din görevlisi olmak demektir. İşte insan, ancak bütün bu rollerden ayrı ve onlardan önce gelen bir fert olarak düşünüldüğü an”38 teleolojik ve eylemsel anlamını kaybeder. Bu bakış açısına göre bir şahsı ancak bir çiftçi olarak düşünürsek onun bir çiftçi olarak üstlenmiş olduğu toplumsal rolü gereğince hangi amacı ve işlevi olduğunu tahmin edebileceğimiz gibi söz konusu rolü yerine getirirken nasıl davranması gerektiğini de aşağı yukarı biliriz. İşte bu çerçevede, bilhassa Aristotelesçi klâsik düşünce geleneğindeki teleolojik düşünceyi içtimaî bir bağlamda benimseyen MacIntyre, toplum öncesi fert mefhumunu boş ve anlamsız telakki eder ve böyle bir fert tasavvurundan hareketle geliştirilen ahlâk düşüncesinin oldukça yoksul olduğunu ve son derece akim tartışmalara sebebiyet verdiğini düşünür. MacIntyre’a göre ferdin topluma öncel olarak tasvir edildiği modern ahlâk anlayışları, insanın toplumsal vasfını göz ardı edip köksüz ve atomcu bir benlik anlayışı geliştirdikleri için ahlâkın insanların sosyo-tarihsel öyküleriyle ilgili olduğu gerçeğini idrak edememişler ve bu yüzden ferdî istidatlardan hareketle temellendirmeye çalıştıkları ahlâk anlayışları geliştirmişlerdir. Oysa MacIntyre’a göre hepimiz “belirli bir 38 MacIntyre, Erdem Peşinde, ss. 95-96.  MacIntyre, After Virtue isimli eserinde Aristoteles’in metafiziksel biyoloji anlayışını reddederek hem genel olarak doğadaki teleoloji düşüncesini hem de tarihsel olmayan politik bir insan doğası düşüncesini reddeder. Zira Aristoteles’in, söz konusu tarihsel olmayan insan doğası fikri uyarınca köleleri, kadınları ve esnafı politik bir doğadan yoksun olarak kabul etmesini MacIntyre, hususî bir kültüre mahsus bir akıl yürütme olarak telakki eder. Fakat MacIntyre, Aristoteles’ten ayrılan bu bakış açısına rağmen insan için iyi hayat nedir, şeklindeki Aristotelesçi soruyu müteakiben insanî eylem yaşamında geçerli olduğunu düşündüğü bir telos düşüncesini savunur. 20 toplumsal kimliğin taşıyıcıları”39 olduğumuz için benim ahlâkım bağlı bulunduğum toplumun ahlâkını yansıtır: Ben belirli birisinin oğlu ya da kızı, bir başkasının kuzeni ya da amcasıyımdır; ben, şu veya bu şehrin bir yurttaşı, şu veya bu loncanın ya da mesleğin üyesiyimdir; ben, falan klana, falan kabileye veya filan ulusa bağlıyımdır. Dolayısıyla, benim için iyi olan, bu rolleri taşıyan herkes için de iyi olmak zorundadır. Ve benzeri şekilde ben, kendi ailemin, şehrimin ve kabilemin ve ulusumun geçmişinden çeşitli borç, miras, beklenti ve sorumlulukları devralırım. Bütün bunlar benim yaşamımın, benim ahlâksal hareket noktamın verili kısmını oluşturur. İşte, benim hayatıma ahlâksal tekilliğini kazandıran şey, kısmen budur.”40 Görüldüğü gibi MacIntyre açısından hususî bir topluma ait addedilmeyen bir ahlâktan söz edilemez. Nitekim modern dünyanın, soyut akıl tasavvuruna istinat eden, objektif ve cihanşümûl iddialar öne süren ahlâk telâkkileri, yalnızca biçimsel tartışmalar üretip, iyinin mahiyeti hakkında düşünmekten kaçındıkları için birbirini ilanihaye tekzip eden ve hiçbir neticeye varamayan bir ahlâk tablosu ortaya koyarlar. İşte MacIntyre nezdinde bu uzlaşmaz ve çatışmalı ahlâk tablosuna sebebiyet veren en temel faktör, ahlâkî kavramların, aslen ait oldukları toplumsal bağlamları göz ardı eden epistemolojik düşünme biçimine yaslanan duygucu (emotivist) ahlâk tasavvurudur. MacIntyre bu durumu, Kant, Hume ve diğer Aydınlanma filozoflarını müşterek bir ahlâk projesi etrafında buluşturan Aristotelesçi düşünce mirasının reddiyle ilgili bir gelişme olarak telakki eder. Ona göre Aydınlanma filozoflarının teleolojik düşünceyi reddiyle başlayan süreçte ahlâkî kuralların gerekçelendirilmesiyle ilgili sonu gelmeyen çözümsüz tartışmalar tezahür etmeye başlar. İşte bu bağlamda MacIntyre, modern ahlâk anlayışına özgü söz konusu karmaşa durumunu anlatan üç ana vasıftan söz eder: MacIntyre’ın sözünü ettiği vasıflardan birincisi, modern ahlâk felsefesi alanında yürütülen müzakerelerin, her iddianın bir diğerini bütünüyle nehyettiği negatif tartışma metodunu benimsemesi ve karşılıklı reddiyelere dayanan bu müzakerelerin herhangi bir neticeye vasıl olamamasıdır. Bu bağlamda MacIntyre, modern zamanlarda ahlâk 39 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 324. 40MacIntyre, Erdem Peşinde, ss. 324-325.  Duyguculuk (ing. emotivism) terimi, Hume’dan ve mantıkçı pozitivistlerden esinlenilerek telaffuz edilen, bununla birlikte ahlâkî ifadelerin ne doğru ne yanlış fakat sadece şahsî duygu ifadeleri olduğu ileri süren bir düşünceyi yansıtır. 21 alanında temayüz eden ve ilanihaye sürüp giden uzlaşmaz tartışmalardan söz eder. Söz gelimi bugün, belli bir kesim, “Bütün modern savaşlar yanlıştır.” düşüncesini savunurken, bir başka kesim ise, “Yalnızca özgürlük için yapılan anti-emperyalist savaşlar meşru görülebilir.” görüşünü savunabilmektedir. Diğer bir kesim ise bazen büyük bir siyasî gücün, barış için gerekli olan güç dengesini sağlamak için savaşa gitmesi gerektiğini düşünmektedir. Yine benzer bir biçimde kimileri, “Her hamile kadın kürtaj olma hakkına sahiptir.”41 diye düşünürken, kimileriyse bazı kürtajlar meşru, bazılarıysa değildir, görüşünü savunabilmektedir. MacIntyre’a göre birbirleriyle çatışmakta olan bu iddiaları kendisine göre değerlendirebileceğimiz ortak bir rasyonel ölçüt, en azından tecrübe etmiş olduğu kültür içerisinde mevcut değildir.42 MacIntyre söz konusu durumu, kıyaslanamamazlık kavramıyla tavsif eder. Burada onun sözünü ettiği şey, ahlâkî müzakereler bağlamında birbirine rakip olan görüşlerin müşterek bir ölçüt minvalinde değerlendirilemeyeceğidir.43 Zira her bir ahlâkî iddianın dayanmış olduğu öncül(ler) farklıdır ve bu öncüllerden her biri diğerlerinden farklı değerlendirme mefhumlarını ve birbirinden farklı normatif kıstasları kullandığı için bu öncüllere dayalı olarak öne sürülen rakip ahlâkî iddialardan birini diğerinden rasyonel olarak üstün tutmanın imkânından söz edilememektedir. İşte bu durum MacIntyre’a göre, ahlâk alanında sürüp giden bitimsiz tartışmalara bir keyfilik halinin eşlik ettiğini düşündürür. MacIntyre açısından söz konusu bitimsiz tartışmaların sebebiyet verdiği keyfilik görünümü haricinde modern ahlâk anlayışının ikinci karakteristik vasfı ise, öznel değil, gayri kişisel rasyonel bir dil kullanmasıdır. Bu durum, MacIntyre’ın da işaret ettiği gibi, mevcut kargaşa haline ayrıca paradoksal bir havanın çökmesi anlamına gelir. Ahlâk alanında sürüp giden bitimsiz tartışmalarda, tarafların yahut ahlâkî iddia sahiplerinin nesnel standartlara dayanıyormuşçasına konuşmaları, MacIntyre’ın ifade ettiği gibi birbiriyle ilanihaye çatışan görüşlerin “rasyonel olmaya”44 duydukları bir özlemi dile getiriyor olabileceği gibi kanaatimizce Batı felsefesi tarihi boyunca rasyonel düşünce ile hakikati özdeşleştiren yaklaşım tarzının söz konusu hakikat tasavvuru yoluyla iktidar 41 A. MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?” The Roots of Ethics: Science, Religion and Values, ed. Danial Callahan and H. Tristrom Engelhardt, Jr., 1. Baskı, New York and London: Plenum Press, 1981, s. 5. 42 MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?” s. 5. 43 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 23. 44 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 25. 22 elde etme motivasyonu taşıdığını da gösterebilir. Fakat sonuç olarak muhtelif ahlâkî görüş sahiplerinin kendi kanaatlerini cihanşümûl ve tarafsız bir dil içerisinde sunması MacIntyre açısından modern ahlâk anlayışlarında hüküm süren kararsız ve karmaşık havanın daha da yoğunlaşmasına sebebiyet vermiştir. MacIntyre’ın, “günümüzdeki ahlâk tartışmalarının üçüncü belirgin özelliği”45 şeklinde sözünü ettiği bir diğer özellik de rakip ahlâkî iddiaların dayandığı öncüllerin, tarihsel kökenleri itibariyle farklı menbalardan neşet etmiş olmalarıyla ilgilidir. MacIntyre açısından modern ahlâk felsefesi alanında tezahür eden çatışmalı kargaşa hali, çok çeşitli ahlâksal kaynaklardan miras kalan fragmanlardan teşekkül eden insicamsız bir yapı olarak görülür. Nitekim o, modern ahlâk söylemleri içerisinde geçen muhtelif mefhumların, “asıl yerinin, şu an yitirilmiş olan bağlamların kendilerine bir zamanlar belirli bir rol ve işlev sunmuş olduğu daha geniş teori ve pratik bütünleri olduğu”nu46 düşünür. MacIntyre, yukarıda sözünü ettiğimiz üç temel vasıfla tezahür eden modern ahlâk felsefesinin ortaya koymuş olduğu ahlâk anlayışını, teatral bir anlatım tarzı ile etkili bir dille tasvir eder. Erdem Peşinde isimli eserinin “Rahatsız Edici Bir Öneri” başlıklı birinci bölümünde modern ahlâk felsefesinin vaziyet-i hâlini kurgusal bir hikâyenin anlatımı içerisinde sunar.47 Bu hikâye içerisinde doğa bilimlerinin başına 45 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 25. 46 MacIntyre, Erdem Peşinde s. 26. 47 “Bir an için, doğa bilimlerinin bir yıkıcı felaketin sonuçları ile karşı karşıya geldiğini düşünelim. Bir dizi çevre afetinden bilim adamlarını sorumlu tutan halk ayaklanıyor. Kargaşa her tarafa yayılıyor; laboratuvarlar yıkılıyor, bilim adamları linç ediliyor, araçlar kullanılamaz hale getiriliyor. Ve sonunda bir gün, Hiç-Bir-Şey-Bilmez adlı bir siyasal güç egemen oluyor; orta öğretim ve üniversitelerde bilim öğretimine son veriliyor, sağ kalan bilim adamları ya hapse atılıyor, ya da öldürülüyor. Çok daha sonraları bu yıkıcı akıma karşı bir reaksiyon ortaya çıkıyor ve bir grup aydın, bilimi yeniden canlandırma çabasına giriyor; ama bunlar aynı zamanda eski bilime ilişkin birçok şeyi de unutmuş bulunuyorlar. Sahip oldukları tek şey fragmanlar: Kendilerini anlamlı kılan kuramsal bağlam bilgisinden yoksun bir deneyler bilgisi; ellerindeki kuramın diğer parçalarıyla veya deneylerle ilişkilendiremedikleri kuram parçaları; nasıl kullanıldığı unutulmuş araç-gereçler; diğer bölümleri yırtılıp atılmış veya yakılmış olduğundan çoğu kez tam olarak bir araya getirilemeyen ve okunaklı olmayan makale sayfaları, parçalanmış kitaplar. Fakat her şeye rağmen, yeni-fizik, yeni-kimya, yeni-biyoloji vb. adlar altında yürütülen birtakım çalışmalarda bu fragmanlar yeniden hayat buluyor. Yetişkinler, görecelik kuramı, evrim kuramı ya da flojiston kuramının kendine özgü yararları hakkında, bu konulardaki bilgilerinin eksik olmasına rağmen birbirleriyle kıyasıya tartışırlarken, çocuklar da periyodik tablonun sağlam kalmış bölümlerini büyük bir istekle öğrenmekte, Öklid’in bazı teoremlerini sihirli sözler gibi ezberlemektedirler. Hiç kimse ya da hemen hemen hiç kimse yaptığı şeyin aslında herhangi bir şekilde doğa bilimi olmadığının farkında değildir. Çünkü yaptıkları ve söyledikleri her şey belli birtakım tutarlılık ve uygunluk kurallarına uymaktadır ve yapmakta oldukları şeyleri anlamlandırabilmek için ihtiyaç duyulan bu bağlamlar belki de bir daha asla bulunamayacak şekilde kaybedilmiş durumdadır”( MacIntyre, Erdem Peşinde ss. 13-14) 23 gelenler ile modern ahlâk felsefesinin vaziyeti arasında bir analoji kurarak sözünü ettiği kargaşa halini doğru okuyamayan düşünme biçimleriyle derin bir hesaplaşma içerisine girer. MacIntyre’ın kurgusal örneğinde, doğa bilimlerinin uğradığı yıkıcı felaketten çok zaman sonra doğa bilimlerini ihya etmek isteyen aydınlar, ellerinde kalan nakıs bilgilerle, -söz gelimi, teorik anlam çerçevesinden yoksun kalan deneysel bilgiler, yarım yamalak kuramsal bilgiler, “nasıl kullanıldığı unutulmuş araç-gereçler”, bazı yerleri yırtılmış yahut da yakılmış eksik gedik bilimsel makaleler ve parçalandığı için bütünlüğünü yitirmiş kitaplarla- yeni bir fizik, yeni bir kimya ve yeni bir biyoloji gibi bilim dallarını tek tek yeniden inşa ederler. Fakat MacIntyre’a göre “[H]iç kimse ya da hemen hemen hiç kimse yaptığı şeyin aslında herhangi bir şekilde doğa bilimi olmadığının farkında değildir.”48 Zira teorik bağlamlarından kopmuş kavramlarla yürütülen tartışmalar, kuramlara ilişkin nakıs malumatlarla gerçekleştirilen müzakereler, bu insanların gerçekten bilimsel bir faaliyetle iştigal ettiklerini söylemeyi güçleştirir. MacIntyre, okuyucularından tahayyül etmelerini istediği bu manzara ile anlatmak istediği şeyi şu sözlerle dile getirir: “İçinde yaşadığımız fiilî dünyada ahlâk dili, betimlemeye çalıştığımız hayâli dünyada doğa bilimlerinin dili ne halde ise o haldedir; yani ciddi bir karmaşa halindedir.”49 MacIntyre, yukarıda sözü edilen kurgusal hikâye aracılığıyla çağdaş ahlâk düşüncesi ile pratiğinin içinde bulunduğu kargaşa halini somutlaştırarak betimlemeye çalışır ve tasvir etmeye çalıştığı ahlâkî kargaşa görünümüne sebebiyet veren birtakım tarihsel nedenler olduğunu düşünür. Söz gelimi, modern ahlâk söyleminin ve pratiğinin deontolojik karakterinin, bugün neredeyse unutulan ve modernliğin metafiziğine oldukça yabancı olan ilahî yasa tasarımı ile amaçlılığa bağlı olarak ortaya konan bir insan doğası tasarımından miras kalan bir kalıntı olduğunu düşünmesi gibi. Eğer böyleyse, yani modern ahlâk söylemi, bugün için genel çerçeveleri ve bağlamları unutulmuş geçmiş ahlâkî tasarımların fragmanlarından teşekkül ediyorsa bu durumda söz konusu ahlâk söylemini anlama ve onun statüsünü belirleme sorunu tezahür eder. Bu noktada MacIntyre, çağdaş ahlâk düşüncesinin ve pratiğinin tarihsel kökenlerinin araştırılabilmesi için ne analitik felsefenin ne fenomenolojinin ne de varoluşçuluğun 48 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 14. 49 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 15. 24 sunamayacağını düşündüğü tarihsel bir analizin gerekliliğinden söz eder.50 Hatta söz konusu sorunun çözümü noktasında felsefî ve tarihsel bir perspektifin yanı sıra farklı kültürlere ait müphem unsurları anlamaya yönelik bir çaba olarak antropolojik bir bakış açısının da gereğine ve önemine dikkat çeker.51 Tabu kelimesi üzerinden yürüttüğü bir müzakere üzerinden de bu tarihsel ve antropolojik perspektifin ahlâk felsefesi açısından deyim yerindeyse ne kadar hayatî olduğunu göstermeye çalışır. MacIntyre bu vesileyle Kaptan James Cook ve beraberindeki denizcilerin antropolojik gözlemlerinin tabu kelimesi ile ilgili bir gerçeği ortaya çıkardığına dikkat çeker. Kaptan Cook, deniz seferleri esnasında Polinezyalıların “tabu” kelimesini kullandıklarını fark eder ve bu gelişmeyi anı defterine kaydeder. Polinezyalıların hafif meşreplik olarak tanımlanabilecek cinsel alışkanlıklara sahip olmakla birlikte kadın ve erkeğin birlikte yemek yemesini katı bir yasak olarak görmeleri Kaptan Cook ve onun yanındaki denizcileri son derece şaşkına çevirir. Cook ve diğer denizciler, yerlilere, kadın ve erkeğin birlikte yemek yemelerinin neden yasak olduğunu sorduklarında onlardan bu davranışın bir tabu olduğu yanıtını alırlar. Fakat onlar tabunun ne olduğunu sorduklarında ise yerlilerden anlamlı, doğru dürüst bir yanıt alamazlar. Nitekim MacIntyre, tabunun ne anlama geldiği meselesinin sadece Kaptan Cook ve beraberindeki denizcileri değil, başka pek çok antropoloğu da oldukça uğraştıran bir mesele olduğuna dikkat çeker.52 Tüm bunlarla birlikte, Polinezyalı yerlilerden tabu kelimesinin anlamını öğrenmeye çalışan antropologların bu konuda kani oldukları bir nokta vardı ki o da tabunun herhangi bir yasak anlamında kullanılmadığıdır. Zira tabu kelimesinin anlamına ilişkin yerlilerden gelen yanıtların yasağın gerekçesine dair herhangi bir izahat sunamaması, tabu olarak ifade edilen bir davranışın gerisinde yatan sebep ya da açıklamanın yerliler tarafından bilinmediğine ve dolayısıyla tabunun ne anlama geldiği konusunda yerlilerin bir fikri olmadığını düşündürmüştür. MacIntyre tabu kelimesinin anlamıyla ilgilenen antropologların bu gibi izlenim ve düşüncelerinden hareketle tabu olarak adlandırılan davranış ve alışkanlıkların esasında, içerisinde anlam kazandıkları normatif bağlamı yitirdikten sonra sorgulanmaksızın sürdürülen birtakım alışkanlık ve pratiklere dönüştüğüne işaret eder. Tabuların bir yaşam pratiği içerisinde 50 A.yer. 51 MacIntyre Erdem Peşinde, s. 169. 52 MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?”, s. 11. 25 anlam taşıyan yasaklar olduğunu ve kendilerine anlaşılabilirlik kazandıran çevre ve ortam içinde vücut bulduklarını düşünen MacIntyre, tabuların, içerisinde tecessüm ettikleri tarihsel ve kültürel koşullardan tecrit edilmeleri halinde, nedensiz ve rastlantısal bir yasaklar grubu gibi görünebileceği söyler. Yani tabulara anlamını veren geri plandaki inançların unutulması yahut göz ardı edilmesi halinde tabular gerekçesi izah edilemeyen mesnetsiz yasaklar olarak görülürler. İçerisinde anlam kazandıkları tarihsel ve normatif koşulları yitirdikleri zaman otoritelerini de kaybederler ve kendileri için kısa sürede yeni bir konum ve otorite edinemedikleri takdirde ise tartışmalı bir hal alıp zamanla hükümsüz kalır, hiçbir anlamı olmayan yasaklar olarak algılanırlar.53 MacIntyre, tabu mefhumu üzerinde kafa yoran kimi antropologların görüşlerinden de istifade ederek bu sonuçlara ulaşır ve böylelikle bilhassa ahlâkî mefhumların anlaşılmasında tarihsel, kültürel ve antropolojik tahkikatların ne kadar hayatî bir önemi haiz olduğunu göstermeye çalışır. Bu çerçevede MacIntyre, ahlâkî kavramlara anlamını veren tarihi ve kültürel arka planı göz ardı ederek bir ahlâk düşüncesi geliştiren analitik felsefenin bakış açısıyla hesaplaşma yoluna gider ve söz konusu bakış açısına matuf eleştirilerini şu sözlerle dile getirir: Gelgelelim Polinezya kültürü, analitik felsefe gibi bir felsefeyi benimsemiş olsaydı, açık ki, tabunun anlamı sorunu birkaç yolla çözümlenmiş olabilirdi. Söz gelimi, bir gruba göre, Tabunun, açıkça, doğal olmayan bir niteliğin adı olduğu söylenebilirdi; nitekim tamamen aynı akıl yürütme biçimi, ki Moor’u, “iyi”-yi, Prichard ve Ross’u, yükümlülük ve hakkı böylesi bir niteliğin adı olarak görmeye sürüklemiştir, tabunun bu tür bir niteliğin adı olduğunu göstermek için uygun bir yol olmuş olacaktı. Başka bir grup ise tereddüt etmeksizin, “Bu, tabudur” demenin hemen hemen “ben bunu onaylamıyorum, sen de onaylama!” demekle aynı anlama geldiğini iddia edecek ve kesin olarak bu akıl yürütme biçimi de, ki Stevenson ve Ayer’n “iyi”yi öz olarak duygucu kullanıma sahipmiş gibi görmesine yol açmıştır, duygucu tabu teorisini desteklemek için uygun bir yol olmuş olacaktı. Bunların yanı sıra, “Bu, tabudur”un dilbilgisel yapısının bir 53 MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?”, ss. 11-12. 26 cihanşümûlleştirilebilir zorunlu buyruk gizlediğini öne süren, varsayımsal bir üçüncü grup da ortaya çıkabilirdi.54 MacIntyre, kendisinden yaptığımız bu iktibastan da anlaşılabileceği üzere analitik felsefe çevrelerinden tabu kelimesine verilmesi muhtemel olan anlamsal karşılıklardan söz ettikten sonra analitik felsefenin bu bağlamda tebarüz eden en önemli vasfının, ahlâkî mefhumları otonom, bağımsız yahut müstakil mefhumlar olarak telakki etmek olduğuna işaret eder. Oysa MacIntyre, geçmişten tevarüs eden bir kalıntı yahut kültürel bir arka plan bilgisi olmaksızın tabu kurallarının mahiyetini, kendi durduğumuz noktadan doğru bir biçimde idrak etmenin imkânı olmadığını dile getirir. Bu yüzden ona göre Polinezya’da on sekizinci yüzyılın geç dönemlerine ait olan tabu kurallarını, onların tarihine başvurmaksızın anlamak isteyen herhangi bir teori zorunlu olarak yanlış bir teori olmak durumundadır.55 MacIntyre, tabu mefhumu bağlamında varmış olduğu bu sonuçları bütün ahlâkî kavramlara teşmil etmek ister ve niçin tabu kelimesine farklı bir bakış açısıyla yaklaştığımız gibi “iyi”, “doğru” ve “gerekli” gibi kavramlara da bu şekilde bakmayalım şeklinde bir soru sorar. MacIntyre, tıpkı tabu mefhumu gibi, diğer ahlâkî mefhumların da tarih ve kültürle imtizaç eden bir mahiyeti olduğunu düşündüğü için ahlâk düşüncesi sahasında tarihsel ve antropolojik bir araştırmayı göz ardı etmelerinden ötürü gerek analitik gerekse fenomenolojik yaklaşımların, bir kargaşa görünümü veren modern ahlâk düşüncesi ile modern ahlâk pratiğinin tahlilini yapma konusunda aciz ve çaresiz kaldığı kanaatini taşır.56 Ona göre günlük hayatımızın içerisinde, köşe yazılarında, gazetelerde, toplantı odalarında ve televizyonlarda evlilik, aile, savaş, kürtaj, yasanın toplum içerisindeki yeri ve önemi, adaletin müsavat ile olan ilişkisi gibi konularda yürütülen tartışmalarda muhtelif düşünce ve inanç sistemlerinden tevarüs eden kavramlar karşı karşıya gelirler. Fakat çağdaş zamanlarda analitik felsefenin başını çektiği parçacı yahut da atomcu diyebileceğimiz düşünme biçimleri farklı düşünce ve inanç sistemlerinden koparak gelen ahlâkî kavram ve görüşlerin yarattığı kargaşa görünümüne anlamlı bir izahat getirme noktasında yetersiz kalırlar. MacIntyre’a göre pek çok modern filozof, ahlâkın tarihselliğini anlayamadığı için ahlâkî kriz ve kargaşa 54 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 171. 55 MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?”, s. 12. 56 MacIntyre, a.g.e., s. 16. 27 durumları hakkında söyleyecek çok az şeye sahiptirler. Zira onlar birbirine rakip iki ahlâkî görüş arasında karar verme hususunu bir kenara bırakırlar.57 MacIntyre, çağdaş zamanlarda ahlâk felsefesi alanında yaşanan söz konusu karmaşıklık ve kararsızlık halini çağın krizi/buhranı olarak görür. Nitekim o, antik çağ, Orta Çağ ve erken modern dönemin ardından Batı dünyasının, sanat alanı haricinde bütünlük tasavvurunun kaybolduğu, pratik olan ile teorik olan arasındaki karşılıklı münasebetin yitip gittiği, zihinsel düşünme aktivitesinin kompartımanlara ayrıldığı ve bu zihinsel bölünmenin etkisiyle problemlere taalluk eden parçacı yaklaşımların tezahür ettiği yeni bir döneme girdiğine dikkat çeker. MacIntyre’a göre Batı toplumunun tecrübe ettiği böyle bir dönemde inkişaf eden analitik ahlâk felsefesi, içerisinde yeşerdiği çağın aynadaki sureti gibi, ahlâkî problemleri çözümü olmayan problemler olarak gösterir. Bu bağlamda analitik ahlâk filozoflarının, liberalizmin istikamet tayin ettiği felsefî bir perspektifin hamili olduklarını düşünen MacIntyre, sistematik ve bütünsel bir bağlamdan yoksun kalındığı takdirde ahlâk felsefesinin ahlâkî mesele ve sorunları çözüme kavuşturma istidadının olamayacağının altını çizer.58 Görüldüğü üzere MacIntyre, ahlâkî mefhumları kendinden menkul otonom kavramlar olarak telakki eden analitik felsefenin aksine toplumların hayat formları ile ahlâkî kavramların teşekkülü arasında yakın bir münasebet olduğunu düşünür. Söz konusu münasebeti fark edemeyen yahut da göz ardı eden modern ahlâk felsefelerinin ise ahlâk için ontolojik bir temel arayışına koyulduklarına, fakat nihayetinde rasyonel olarak birbirini ikna edemeyen çatışmalı bir ahlâk düşüncesi tablosu çizdiklerine dikkat çeker. Kimi ahlâk kuramcıları, modern zamanlara özgü bu çatışmalı ahlâk portresini problemli bir durum olarak telakki etmezken, MacIntyre, ahlâkı temellendirmek üzere inkişaf eden ve birbirlerini sürekli olarak nakzeden ahlâk düşüncelerini kültürel bir krizin emaresi olarak yorumlar.59 Bu bağlamda ahlâk kuramcılarından bazıları, bir zamanlar toplum için normatif bir zemin olarak kabul edilen klasik kozmos ve doğa tasavvurunun modern dünyada köklü bir biçimde parçalandığına dikkat çekseler de söz konusu parçalanmanın ahlâkî bir krize yol açması hususunda MacIntyre’dan farklı 57 MacIntyre, “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for the Foundations of Ethics So Frustrating?”, ss. 13-14. 58 A.g.m., ss. 18-19. 59 A.g.m., s. 3. 28 düşünürler. Söz gelimi, Jurgen Habermas ve Şeyla Benhabib gibi iletişime dayalı cihanşümûl ahlâk kuramını savunan mütefekkirler açısından modern döneme geçişle birlikte tezahür eden “değer farklılaşması ve toplumsal farklılaşma süreçleri”60 iletişimsel etik için haklı bir zemin sağlayan “tarihsel ve kültürel koşulları”61 oluştururlar. Onlar açısından teleolojik dünya tasavvurlarının inkırazının ardından toplumsal çeşitlilik ve değer farklılaşması günümüzün bir gerçeği haline gelmiştir ve bu gerçekliğe uygun olan bir ahlâk nazariyesinin de ancak adalet sorunları üzerine yoğunlaşması ve deontolojik olması gerekir. Oysa çağdaş ahlâk felsefesi tartışmaları içerisinde Aristotelesçi teleolojik değer anlayışını benimseyen filozoflar, herhangi bir iyi telakkisini meşrulaştırmayan, bütün iyi tasavvurlarına karşı tarafsız kalabilen, yalnızca hak ve adalet fikirlerine istinat eden deontolojik ahlâk kuramlarına karşı “bir tözsel iyi hayat teorisini önceden varsaymaksızın hiçbir meşruluk ilkesinin formülleştirilemeyeceğini”62 öne sürerler. Bu düşünce çizgisi üzerinde yürüyen MacIntyre da Aristoteles’in iyinin bilgisini önceleyen63 pratik akıl anlayışına sadık kalır.64 Modern ahlâk nazariyelerinin kifayetsizliğine dikkat çekmek üzere modern dönemden önceki çağlarda oldukça müessir olmuş olan Aristotelesçi ahlâk felsefesini modern ahlâk anlayışlarının en güçlü rakibi ve alternatifi olarak görür.65 Tam da bu sebeple, Aristotelesçi teleolojik düşünceyi çağdaş ahlâk müzakerelerinin içerisine taşımak, aslında bir anlamda, Aristoteles’in ahlâk düşüncesini çağdaş koşullara hitap edebilecek bir mahiyette yeniden inşa etmek ister. İşte bu amaçla Aristoteles’in ahlâk anlayışına temel karakterini veren iki düşünceden, metafiziksel biyoloji ve şehir devleti düşüncesinden, çağdaş yaşam koşulları bağlamında geçerliliklerini kaybetmelerinden ötürü vazgeçer. Bu bağlamda pratik/teamül, insan yaşamının öyküsel bütünlüğü ve gelenek mefhumları çerçevesinde yeni bir Aristotelesçi ahlâk anlayışı geliştirmeye çalışır.66 60 Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey, s. 74. 61 A.yer. 62 Benhabib, a.g.e., s. 70. 63 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev Saffet Babür, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2007, s. 128 (1144a 35). 64 MacIntyre, Erdem Peşinde, s. 232. 65 John Horton, Susan Mendus, “Alasdair MacIntyre: After Virtue and After”, After MacIntyre, Cambridge&Malden: Polity Press, 2007, s. 6. 66 Keeney, “Liberalism, Communitarianism and Education”, ss. 104-105. 29 1.3.MACINTYRE’IN YENİ-ARİSTOTELESÇİ AHLÂK TASAVVURU Çağdaş ahlâk düşüncesi içerisinde, Aristoteles felsefesini ihya etmek isteyen mütefekkirler açısından, modernizmin tutarlılıktan ve bütünlükten yoksun, yarıklarla dolu parçalı doğasına karşı, Aristoteles’in düşünceleri ile Aristoteles’in yolundan giden yorum geleneği, insan yaşamına dair bütünlüklü bir kavrayış biçimi sunar. Toplumun politik karakteri ile ahlâkî karakterini tutarlı ve ahenkli bir düşünceyle bütünleştirmeye çalışan Aristoteles felsefesi, bazı çağdaş mütefekkirler tarafından modern parçalanmışlığa karşı ciddi bir alternatif olarak görülür.67 Bu bağlamda Alasdair MacIntyre, Homerik geleneğin fazilet anlayışına istinat eden Aristotelesçi ahlâk anlayışını, çağdaş zamanların koşulları içerisinde yeniden tesis etmek üzere canlandırması ve erdem ahlâkına katkıda bulunan yeni bir fazilet tanımı geliştirmesi bakımından dikkat çeker. MacIntyre’a göre Homerosçu dünya tasavvurunda ya da diğer heroik toplum biçimlerinde, ahlâkî yaşam, insanların içtimaî rolleriyle aynı anlama gelmekteydi. Bir insanın nasıl davranması gerektiğini gösteren temel standart, onun toplum içerisindeki rol ve görevi çerçevesinde zuhur etmekteydi. Dolayısıyla fazilet ya da erdemler de bir kimsenin, belirli bir içtimaî rolü, hakkıyla yerine getirmesine bağlı olarak tezahür eden karakter mükemmelliğine delalet etmekteydi. Bu durumda, bir kimsenin nasıl davranması gerektiği; bir asker, bir çiftçi ya da bir yönetici olarak vazifesinin gereğini ifa etmesiyle alakalı bir mesele olarak kabul edilirdi. Bu bağlamda doğru eylem, toplumsal kimliğiyle tanımlanan ferdin, içtimaî vazifesine layık bir biçimde eylemesine göre ölçülürdü. Homerik bir ahlâk tasavvurunda şahit olunan, insanın içtimaî rolü ile faziletli davranışı arasındaki doğrudan münasebet, Aristoteles’in ahlâk anlayışında da varlığını sürdürür. Bu bağlamda Aristotelesçilik, daha evvel Homerosçu bir toplum ve fazilet telakkisinin mirasçısı ve izleyicisi olması hasebiyle felsefî bir gelenek olmanın yanı sıra aynı zamanda içtimaî bir gelenek olarak zuhur eder. Bu gelenek, Homerik toplum biçiminin yerini polis/şehir devletlerinin almasıyla birlikte belli bir değişime ve 67 Peter Johnson, “Reclaiming the Aristotelian Ruler”, After MacIntyre, ed. John Horton &Susan Mendus, Cambridge&Malden: Polity Press, 1994, s. 45. 30 dönüşüme bağlı olarak sürdürülür.68 Fakat Aristoteles, Homerosçu ahlâk anlayışından farklı bir biçimde, fazileti, belirli amaç ve hedefleri ihtiva eden hususî bir insan doğasına dayandırmakla, metafiziksel bir açıklama tarzını benimser. Biyolojik bir tür olarak insanı, akıl sahibi bir varlık olması hasebiyle bitkilerden ve hayvanlardan tefrik eden Aristoteles, insana mahsus olan iyiyi “ruhun erdeme uygun etkinliği”69 olarak belirtir. Bu bakış açısına göre diğer canlılardan farklı olarak insana özgü olan iyi, hayat boyunca ruhun akla uygun bir yaşam sürmesiyle gerçekleşebilir.70 Burada ruhun akla uygun etkinliği, insanı, başka bir şey için değil yalnızca kendisi için istenen nihaî mutluluğa (eudaimonia) götürecek bir yol olarak anlaşılır ve bu çerçevede fazilet, insan doğasına istinat eden karakter üstünlükleri olarak tezahür eder. Dolayısıyla Aristoteles’te insan için iyi bir yaşamın tarihsel olarak belirlendiğini söylemek oldukça zor görünür. Zira başka amaçların ona yöneldiği, yalnızca kendisi için istenen nihaî amaç olarak eudaimonia, hayvanlardan ve bitkilerden farklı bir biyolojik tür olan insana mahsus en yüksek iyi olarak betimlenir. Bu bakımdan Aristoteles’in metafiziksel biyoloji telakkisine istinat eden fazilet tasavvuru, Homeros’tan olduğu kadar tarihsel olarak kültürlere özgü olan fazilet kıstaslarına vurgu yapan MacIntyre’ın bakış açısından da farklılaşır. Fakat öte yandan Aristoteles, insanı, doğası gereği politik bir canlı olarak tasavvur ettiği için, insan doğasına en münasip olan yaşama şeklinin de polis formunda teşekkül eden politik bir toplum içerisinde tecessüm edebileceğini düşünür.71 Dolayısıyla bir anlamda metafizik bir anlayış ile ortaya koyduğu insan doğası tasarımını tarihsel bir bağlama oturtur. Çağdaş ahlâk ve siyaset felsefesi müzakereleri bağlamında Aristoteles’in bir açmaz içerisine girdiği söylenir. İnsan doğasına en uygun olan yaşam formunun ancak bir polis devleti içerisinde tezahür edebileceğini düşünen Aristoteles, Grek olmayanların, kölelerin ve barbarların (hem Grek olmayanlar hem de bir polisin mensubu olmayanlar) doğaları gereği polise uygun bir yaşam sürdüremeyecekleri için faziletli de olamayacaklarına işaret eder. Böylelikle bütün bir ahlâk anlayışını ve politik bir toplum tasavvurunu metafizik bir yaklaşıma 68 Kelvin Knight, “Introduction”, The MacIntyre Reader, Notre Dame, Indiana: University of Notre Dame Press, 1998, s. 13. 69 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, 1098a 17-18. 70 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, 1098a-1098a 15. 71 Stephen Mulhall&Adam Swift, Liberals and Communitarians, 2. Baskı, Malden,Oxford: Blackwell Publishing, 2003, ss. 80-81. 31 dayandıran Aristoteles, çağdaş zamanlarda değişen politik koşullar için birebir uygulanması oldukça zor bir çerçeve çizmiş olur.72 İnsanın ahlâkî yaşamını, bir şehir devletinin politik koşulları bağlamında düşünen Aristoteles, iyi bir insan olmayı, iyi bir yurttaş olmaya bağlayarak ahlâkî yaşam ile politik yaşamın birbirinden ayrı düşünülemeyeceği bir toplum tasavvurunu açığa vurur. Böyle bir toplum tasavvurunda, hep birlikte, nasıl iyi yaşamak gerektiğini öğrenen ve iyiyi yaşarken de ait oldukları toplumsal ve politik düzeni ayakta tutmaya çalışan insanlar söz konusudur. Bu bakış açısı çerçevesinde, fert, yurttaşı olduğu topluma, yani polise olan katkısı ölçüsünde erdemli/faziletli sayılır. Fakat bugün, Ross Poole’ün de işaret ettiği gibi, bir şehir devleti içerisinde tecessüm eden “toplumsal kimlik kaynakları bulunmuyorken”73 Aristotelesçi bir ahlâk anlayışını savunmak mümkün olabilir mi? Alasdair MacIntyre, çağdaş ahlâk ve politika felsefesi müzakereleri bağlamında Aristotelesçiliğe yeni bir soluk getirmek ve böylelikle Aristotelesçi felsefeyi yeniden canlandırmak isterken, modern toplum biçimlerinin, Aristotelesçi ahlâk felsefesine temel karakterini veren bir toplum tasavvurundan köklü bir biçimde farklılık arz ettiğini göz ardı etmez. Zaten geliştirdiği ahlâk nazariyesinin temel iddiası da ahlâk ile ahlâkî düşüncelerin içerisinde tecessüm ettikleri toplum tarzları arasındaki esaslı münasebet fikri üzerinde yoğunlaşır. Nitekim o, After Virtue isimli eserinde, fazilet mefhumuna ilişkin birbiriyle bağdaşmaz tasavvurları, toplumların değişen karakterleriyle irtibatlandırarak Homeros’tan Aristoteles’e, Aquinas’tan Ben Franklin ve ötesine uzanacak şekilde ana hatlarıyla anlatır. Daha sonra faziletin tanımı meselesiyle ilgili olarak ortaya çıkan mütenakız görüşlerden kurtularak faziletin mahiyetine dair tek bir özlü tanıma ulaşılıp ulaşılamayacağının imkânını soruşturur. Nihayetinde faziletin tek ve özlü bir tanımının mümkün olduğuna dair bir kanaat serdeder. Hatta bir adım öteye geçip bir fazilet tanımı geliştirir. Geliştirdiği fazilet tanımı ise uygulama/alışkanlık/teamül (practices) ve telos düşüncelerine istinat eden, Aristotelesçi fazilet anlayışının yeniden gözden geçirilmiş ve kısmen değiştirilmiş bir versiyonu 72 Solmaz Zelyût Hünler, Rawls ve MacIntyre: İki Adalet Arasında, 1. Baskı, Ankara: Vadi Yayınları, 1997, ss. 150-151. 73 Ross Poole, Ahlâk ve Modernlik, çev. Mehmet Küçük, 1. Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1993, s. 31. 32 olarak karşımıza çıkar.74 Böylelikle Stephen Mulhall ve Adam Swift’in de belirttiği gibi MacIntyre, etik ve politik tasavvurunu politik bir topluluğa yani polise dayandıran Aristoteles düşüncesinin çağın koşulları gereğince yeniden değerlendirilmesi gerektiğinin farkında olduğunu göstermiş olur.75 Dolayısıyla o, insanı doğası gereği politik bir hayvan/canlı olarak telakki eden, politikayı da bir şehir devleti (polis) formu içerisinde tasavvur eden Aristoteles’in düşüncesinden farklı olarak şehir devletlerinin hükmünü yitirdiği günümüz toplum ve devlet anlayışları çerçevesinde kendine özgü bir ahlâk anlayışı ve fazilet tanımı geliştirir. Aristoteles’in metafizik biyoloji anla