T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI İNŞACILIK KURAMI KAPSAMINDA 2000’Lİ YILLARDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KİMLİK (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Muhammet Kağan GÜNEY BURSA - 2017 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI İNŞACILIK KURAMI KAPSAMINDA 2000’Lİ YILLARDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KİMLİK (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Muhammet Kağan GÜNEY Danışman Prof. Dr. Tayyar ARI BURSA - 2017 ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Muhammet Kağan GÜNEY Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Uluslararası İlişkiler Bilim Dalı : Uluslararası İlişkiler Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : Mezuniyet Tarihi : …. /…./2017 Tez Danışmanı : Prof. Dr. Tayyar ARI İNŞACILIK KURAMI KAPSAMINDA 2000’Lİ YILLARDA TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KİMLİK Bu çalışmada, 2000’li yıllarda Türk dış politikasının kimlik unsuru ile olan ilişkisi inşacılık kuramı kapsamında analiz edilmeye çalışılmıştır. Bunun için Türkiye’nin devlet kimliğinin ilk nasıl inşa edildiğinin anlaşılması gerekli görülmüştür. Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılda gerçekleştirdiği reformlar ve bu dönemde devleti yıkılmaktan kurtarmak için ortaya çıkan akımların modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğinin inşasına olan etkileri değerlendirilmiştir. Ardından Türkiye’nin Batıya karşı Batılı olmak ekseninde inşa ettiği kimliği incelenmiştir. Daha sonra, Türkiye’nin NATO ve AB ile olan ilişkilerinin Soğuk Savaş sonrasında değişime uğraması ve dış politikada özellikle 1990’larda bir takım çeşitlenmelere gidilmesi analiz edilmiştir. Son olarak 2000’li yıllarda Türk dış politikası özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminin ortaya koyduğu yeni bakış açısı ve eylemleri kimlik inşası kapsamında değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler İnşacılık Kuramı, Türk Dış Politikası, Kimlik, Modernism, Kemalizm, Dış Politika ve Kimlik İlişkisi vi ABSRTACT Name and Surname : Muhammet Kağan GÜNEY University :Uludag Univrsity Institution : Institute of Social Sciences Field :International Relations Branch : International Relations Degree Awarded :Master Thesis Page Number : Degree Date : …./…./2017 Supervisor : Prof. Tayyar ARI TURKISH FOREIGN POLICY AND IDENTİTY WITHIN THE CONTEXT OF CONSTRUCTIVISM IN 2000s In this thesis study, the relationship between Turkish foreign policy and identity in 2000s within the context of constructivism is tried to be analyzed. Therefore, understanding how state identiy is first constructed is seen neccessary. The effects of reforms in 19th century Ottoman Empire and the movements for saving empire from collapse to constructing the identity of modern Turkish Republic is considered. Then, Turkey’s identity constructed as being Western against West is examined. Later, the change in relationships of Turkey with NATO and EU after Cold War and variety in foreign policy of Turkey especially in 1990s is analyzed. Finally, Turkish foreign policiy especially the new perspective and practices of government of Justice And Development Party is examined within the context of constructing identity. Key Words Constructivism, Turkish Foreign Policy, Identity, Modernizm, Kemalism, Foreign Policy and Identiy Relationship vii ÖNSÖZ Yapmış olduğum bu çalışmanın başarıyla ortaya çıkmış olmasında benden her anlamda desteğini hiç çekmemiş olan; ilgisi, samimiyeti ve bilgisiyle beni sürekli olarak motive eden ve eğitim hayatımın bundan sonrasında da edeceğine inandığım başta değerli tez hocam Prof. Dr. Tayyar ARI olmak üzere, eğitim hayatım boyunca bana okumayı, araştırmayı, öğrenmeyi, kendimi geliştirmeyi ve başkalarına da faydalı olmayı sevdiren bütün hocalarıma sonsuz sevgi ve saygılarımı sunarım. Değerli hocalarımın yanı sıra, eğitim hayatım boyunca benden desteklerini hiç esirgemeyen, her zaman tüm istekleri ve inançları ile yanımda durup bana cesaret veren aileme ve bu çalışmam sırasında beni motive eden ve yanımda duran özellikle Mehmet Mert Kaleci, Ferhat Ünal, Ahmet Mücahit Yüksel, Esra Vardar ve Nazlı Bostancıoğlu’na ve tüm diğer arkadaşlarıma minnetlerimi ve teşekkürlerimi sunarım. 12.06.2017 Muhammet Kağan GÜNEY viii İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ................................................................................................... iii YEMİN METNİ ............................................................................................................. iv YÜKSEK LİSANS/DOKTORA İNTİHAL YAZILIM RAPORU ............................. v ÖZET ............................................................................................................................... vi ABSRTACT ................................................................................................................... vii ÖNSÖZ .......................................................................................................................... viii İÇİNDEKİLER .............................................................................................................. ix KISALTMALAR ........................................................................................................... xi GİRİŞ ............................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE 1. İNŞACI YAKLAŞIM .............................................................................................. 12 2. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE İNŞACILIK YAKLAŞIMI ............................. 14 2.1 İnşacıların Temel Önermeleri ............................................................................ 15 2.2 Anarşi ................................................................................................................. 16 2.3 Düşünceler Ve Sistem ........................................................................................ 16 2.4. İnşacı Yaklaşım ve Devlet-Toplum İlişkisi ...................................................... 18 2.5. Normlar ve Sivil Toplum .................................................................................. 21 3. KİMLİK KAVRAMI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ..................................... 26 3.1. Ulusal Kimlik .................................................................................................... 28 3.2. Kimlik ve Dış Politika İlişkisi .......................................................................... 30 ix İKİNCİ BÖLÜM TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KİMLİK 1. OSMANLI DEVLETİ’NDEN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE KİMLİK İNŞAASI ..................................................................................................................... 34 1.1. GENÇ OSMANLILAR .................................................................................... 39 1.2. İKİNCİ ABDÜLHAMİD VE İSLAMCILIK ................................................... 40 1.3. GENÇ TÜRKLER VE ANAYASACILIK....................................................... 41 2. KEMALİST KİMLİK İNŞAASI ............................................................................. 46 2.1. TÜRKİYE VE BATI ........................................................................................ 47 2.1.1. Soğuk Savaş Öncesi Dönem ...................................................................... 47 2.1.2. Soğuk Savaş Dönemi ................................................................................. 57 2.1.2.1. ABD ve NATO ile İlişkiler ................................................................. 58 2.1.2.2. Avrupa Birliği ile İlişkiler ................................................................... 66 2.1.3. 1990’larda Kimlik Krizi Ve Dış Politikada Çeşitlilik ................................ 72 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 2000’Lİ YILLAR VE KİMLİK İNŞAASI ÇERÇEVESİNDE DEĞİŞEN TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1. DIŞ POLİTİKADA YÖNTEM DEĞİŞİKLİĞİ VE STRATEJİK DERİNLİK ...... 77 1.1. Ritmik Diplomasi .............................................................................................. 80 1.2. Komşularla Sıfır Sorun ..................................................................................... 82 1.2.1. Eksen Kayması Tartışmaları ...................................................................... 86 1.3. Proaktif Diplomasi Anlayışı ............................................................................. 91 1.4. Yumuşak Güç ................................................................................................... 93 2. TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE ARAP BAHARININ KİMLİK BOYUTUNDA DEĞERLENDİRİLMESİ ......................................................................................... 96 2.1. Arap Baharı Öncesi Dönem .............................................................................. 96 2.2. Arap Baharı Ve Türk Dış Politkası ................................................................... 97 SONUÇ ......................................................................................................................... 101 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 107 x KISALTMALAR AB Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletleri AET Avrupa Ekonomik Topluluğu AKP Adalet ve Kalkınma Partisi AP Adalet Partisi BM Birleşmiş Milletler CHP Cumhuriyet Halk Partisi ÇEV. Çeviren DP Demokrat Parti E.T. Erişim Tarihi ED. Editör IBİD Aynı Yer MC Milletler Cemiyeti MHP Milliyetçi Hareket Partisi NATO Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü xi S. Sayfa S.S. Sayfa Sayısı SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği TC Türkiye Cumhuriyeti TDP Türk Dış Politikası xii GİRİŞ Uluslararası ilişkiler disiplininin tarihine baktığımızda, olayları anlama ve anlatma çabası içinde ortaya çıkan çok sayıda teorik yaklaşımların olduğu görülür. Böylesi nicel birçokluğun bu disiplin içinde ortaya çıkması ilk bakışta normalde olmaması gereken bir durum gibi düşünülse de, uluslararası arenada gerçekleşen olaylar göz önünde bulundurulduğu takdirde, normalin tam aksine istenilen bir şey olması gerekmektedir. Tarih, mekân ve kişilerin sürekli olarak birbirini etkilediği ve gerçekleşen her bir olayın sebeplerinin birbiri ile hem ilişkili olup hem de asla aynısı olmaması gibi durumlar dikkate alındığında, uluslararası ilişkiler disiplinin olayları anlama ve anlatma çabası içinde başvurduğu ontoloji ve epistemolojilerin çeşitliliğinin varlığından söz etmek kaçınılmazdır. Uluslararası ilişkiler disiplini, özellikle Soğuk Savaş döneminde önemli derecede değişiklik geçirmiştir. 1940’larda uluslararası ilişkiler disiplini içinde Büyük Tartışmaların birincisi yaşanmıştır. Bu tartışma realizm ve idealizm kuramları arasında dünyada barışın nasıl sağlanacağı sorusunun cevabını bulma temelinde yaşanırken, 1950 ve 1960’larda tartışma yeni bir boyut kazanarak, disiplinin gündemi kendisi de bir sosyal bilim olan uluslararası ilişkiler disiplinin, bilimsel bir temele oturtulması, metodolojisinin de bilimsel deneyler olması konusu tartışmada ağır basmıştır. 1980’li yıllarda tartışma yeniden alevlenerek, mevcut uluslararası ilişkiler teorilerinin sorgulanıp, alternatif varsayımların oluşturulmasının gerekliliği ortaya çıkmıştır. Üçüncü büyük tartışma bu anlamda, pozitivistler ve post-pozitivistler arasında yaşanmış olmakla birlikte, daha önce sonuçlanmış gibi görülen epistemolojik tartışmaya bir karşı çıkış gibi de ele alınabilir. Pozitivizmin uluslararası ilişkiler disiplini içinde, olayları ve sistemi açıklamada yetersiz kaldığı ve bunun üzerine epistemolojinin post-pozitivist bir yaklaşım doğrultusunda temel alınması öne sürülmüştür. 1980’lerde alternatif bir değerlendirmenin gerekliliği olarak üçüncü bir yaklaşım benimsenirken, birbirinden farklı önermeler ortaya atılarak bir orta yol bulma çabasının 1 arzulandığını görürüz. Yapı ve eden figürlerinin bu yeni dönemde daha önce hiç ele alınmadığı gibi uluslararası ilişkiler disiplininin yeni ontolojik yaklaşımı içerisine girmesinin, bu orta yollardan constructivism (inşacılık) ile hayat bulacağı konusunda daha baskın bir uzlaşıya gidilmiştir. Bu çalışmaların temel dayanağı, yapı ve edenin verili olarak kabul edilmemesi ve birinin diğerine olan bir üstünlüğünün reddedilmesi üzerine oluşturulmuştur. Bu iki kavramın birbirini sürekli olarak inşa ettiği üzerinde hemfikir olunmuştur. Bu çalışmayı genel bir anlamda toparlamak gerektiğinde, Türk uluslararası ilişkiler tarihinin sadece 2000’li yıllardan itibaren değil, Osmanlı Devleti’nin son döneminden itibaren ele alınarak, yapı ve edenlerin birbirlerini inşası sonucu şekil aldığı ve bu sürecin devam ettiği gibi bir sonuca varmak yerinde olacaktır. Pozitivizmin temel alınarak ortaya konulduğu sosyal bilimler kuramlarının, uluslararası sistemde meydana gelen olayları ele alış şeklinin karşı, bu yaklaşıma eleştirel bir bakış açısı getiren sosyal inşacılık, kuramsal anlamda dünyanın sosyal olarak inşa edildiği sentezini savunmaktadır. Bu yeni eleştirel yaklaşıma göre, her şey sosyal olarak inşa edilmiştir, dolayısıyla uluslararası ilişkiler de, yapı ve edenlerin birbirlerini sosyal olarak inşa ettiği ve dönüştürdüğü bir zeminde var olmaktadır. Bu noktada kimlik kavramı, inşacılar tarafından yapı ve edenin birbirlerini inşa sürecinin merkezine getirilmiştir. Kimlik kavramının, uluslararası ilişkiler alanı içinde, öznelerin dış politika eylemleri ile doğrudan ilişkilendirilmesi ve özneler arası etkileşimin de uluslararası ilişkileri oluşturduğu fikri kabul edilmiştir. Dolayısıyla, özneler arası etkileşimin bir sonucu olan uluslararası ilişkileri açıklayabilmek için, bahsi geçen öznelerin kimliklerinin anlaşılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Türk dış politikası ve kimlik temelinde yapılan bu çalışmada, yapı ve edenlerin rolleri üzerinden devletin eylemlerini açıklama sınırları içerisinde, inşacı yaklaşımı temel alınarak değerlendirme ve öngörülerde bulunulmuştur. Bu çalışmada, tecrübe edilen dış politika eylemlerini açıklamada ve anlamakta sadece inşacı yaklaşım perspektifinin temel alınıp, diğer teorilerinin yok sayılması mümkün olamayacağından, belirli eylemleri ve olayları anlamada konjonktürel bir gerçekliğin var olduğu da düşünülerek elektik bir yaklaşım da benimsenmiştir. Türk dış politikasını, hatta genel anlamda dış politikayı analiz etmede tamamıyla yeterli olamayan inşacı yaklaşım, bu 2 çalışmada, özellikle belirli olay ve eylemleri açıklamada daha uygun bir yaklaşım olarak seçilmekle beraber, bu yaklaşım çerçevesinde analizler yapılmıştır. Bu çalışmada kimlik unsuru, Türk dış politikasını anlamamızın temelinde yer alacaktır. Devletin eden unsurunun yerine kullanılacağı bu çalışmada, edenin eylemlerine kimlik unsurunun nasıl bir etkisinin olduğu, çalışmanın araştırmanın temel sorusu olacaktır. Devletin uluslararası ilişkilerde eden olarak ele alınması, eylemleri ve yapıyı anlama çabası içinde sorduğumuz soruların merkezinde yer alması gibi gerçekliğe karşın, devletin tüm tartışmanın temelinde yer aldığı gibi bir yanılsama içine girilmemelidir. Bu çalışmada, bizatihi devletin kendisi masaya yatırılmış ve tartışılmıştır. Devletin sosyal olarak inşa edildiği tezinden yola çıkarak, kimliğinin verili olmadığı ve sürekli olarak inşa edilmesi sebebi ile devlet bu çalışmada verili olarak kabul edilmeyecektir. Uluslararası ilişkileri anlayabilme çabası içinde olan bu çalışmada analiz birimi Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmakla birlikte; belirli bir analiz düzeyi seçilmemiştir. İnşacı yaklaşım içinde birbirinden farklı analiz düzeylerinin var olduğu bilinmektedir. Fakat bu analiz düzeylerinin sosyal olarak inşa edilmiş ve birbirleri ile etkileşim içinde oldukları kabul edilerek, özel bir analiz düzeyinin çalışmanın temelinde ele alınması doğru olmayacaktır. Bu bağlamda; öncelikle analiz birimi yani eden unsuru devlet olarak ele alınacaktır. Devletin dış politikalarının neden ve hangi durumlarda gerçekleştiği üzerinde durularak, devletin eylemlerinin temeline inilecektir. Çalışmanın ilk bölümlerinde anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışan kuramsal çerçeve kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kimliğinin ne olduğu sorusuna cevap aranacaktır. Bu kimliğin tarihi, önceden seçilmiş ve daraltılmış bir düzeyde alınırken, değişip değişmediği veya hangi yönde neden değiştiği üzerinde durulacaktır. Bu çalışmanın başında, Türk dış politikasının üzerinde ele alındığı kuramsal çerçeve, yani inşacı yaklaşım ele alınacaktır. Sonrasında kimlik kavramının Türk dış politikasını açıklamadaki konumu, önemi ve etkisi açıklanmaya çalışılacaktır. Devletin çıkarlarının ve önceliklerinin eylemlerini, yani dış politikalarını oluşturduğu, bu çıkar ve eylemlerinin temelinde ise yine kendisi de diğer edenler ve yapı ile sürekli etkileşimde olarak inşa edilen kimlik unsurunun olduğu ortaya koyulacaktır. Ardından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kimliğinin ne olduğu ve nasıl inşa edildiği üzerinde 3 durulacaktır. Bu kimliğin nasıl kurulduğu ve değişip değişmediği üç bölümde analiz edilecektir. Edenler arası etkileşim ve yapı ile etkileşim düzeylerinde Türk dış politikasını kimlik boyutunda açıklamak bu çalışmanın en genel çerçevesini oluşturacaktır. Çalışmanın birinci bölümünde, kimlik kavramını yaklaşımlarının temeline yerleştiren başlıca yaklaşım olan inşacılık üzerinde durulacaktır. İnşacı yaklaşımın öncelikle sosyal bilimlerdeki yeri Anthony Giddens’ın yaklaşımın sosyal bilimlerdeki kurucusu olmasının ortaya konulmasının ardından, bu felsefenin uluslararası ilişkiler disiplinine girişinin Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un çalışmaları ile gerçekleşmesi konuları incelenecektir. İlk bölümün ikinci kısmı içinde; İnşacıların temel önermeleri ele alınacaktır. Bunlardan ilki, normatif yapıların en az materyal yapılar kadar önemli olduğudur. Fikirsel yapıların insan hayatında maddi yapılara göre rolünün daha fazla ve etkin olduğu ve maddi yapıların hayatımızda düzenleyici bir yerinin olmasından farklı olarak normatif yapıların düzenleyici etkisi ile birlikte oluşturucu etkisi olduğu belirtilecektir. Bahsedilecek bir diğer önerme de edenlerin birbirleri ile ilişkisinin yani özneler arası etkileşimin önemli bir husus olduğudur. Bu kısım içinde ele alınan bir diğer konu, inşacılığın uluslararası ilişkiler disiplinine giriş yaptığı dönemdir. Soğuk Savaşın bitmesine yakın, uluslararası arenada meydana gelen beklenmeyen gelişmeler neticesinde, normatif unsurların, sosyal bilimler içinde yer almasının doğal bir sonucu olarak uluslararası ilişkiler disiplini içinde de Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un çalışmaları ile kendisine yer bulması ele alınmıştır. İlk bölümün ikinci kısmı içerisinde ele alınan konulardan biri de uluslararası ilişkileri disiplinin tartışıla gelen en kritik unsurlarından olan anarşi kavramıdır. . İnşacı düşünürlere göre anarşinin, dünyadaki tüm politikaların birbiri ve yapı ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir unsur olduğu ve günümüz uluslararası yapısının anarşik olmasının sebebinin, aktörlerin kimlikleri çerçevesindeki çıkarlarının günümüze kadar ki kümülatif eylemlerinin olduğu üzerine dikkat çekilecektir. Bu kısımda incelenen konu başlıklarından bir diğeri de düşüncelerin ve dolayısıyla insan faktörünün inşacı yaklaşımın uluslararası ilişkiler disiplinini 4 açıklamada pozitivist yaklaşımlardan farklı olarak ele almaları olarak çalışma içinde yerini almıştır. Düşüncelerin uluslararası ilişkilerdeki yerinin önemli olduğunu savunan inşacı düşünürlere göre, sosyal dünya politik dünyayı etkilemektedir. Düşüncelerin kaynağının bulunması ile birlikte devletlerin dış politikaların da analizini yapabileceklerini ve bunu değiştirebileceklerini savunurlar. Bu kısım içinde ele alınan bir diğer konu, inşacılığın uluslararası ilişkiler disiplinine giriş yaptığı dönemdir. Soğuk Savaşın bitmesine yakın, uluslararası arenada meydana gelen beklenmeyen gelişmeler neticesinde, normatif unsurların, sosyal bilimler içinde yer almasının doğal bir sonucu olarak uluslararası ilişkiler disiplini içinde de Alexander Wendt ve Nicholas Onuf’un çalışmaları ile kendisine yer bulması ele alınmıştır. Çalışmanın ilk bölümünün ikinci kısmında devlet ve toplum ilişkisi de inşacı yaklaşım çerçevesi içinde incelenmiştir. Ortak fikirler ve çıkarlar sonucunda ortaya çıkan toplulukların sosyal birer aktör olduğu, diğer aktörler ile etkileşimi ve karşılıklı inşa süreci içerisinde devleti de dönüştürdüğü dolayısıyla dış politikaya doğrudan olmasa da etki ettiği üzerinde durulmuştur. Çalışmanın ilk bölümünde incelenen bir diğer konu olarak, normlar ve sivil toplum örgütleri unsurlarının kendi aralarındaki ilişki, sonrasında bu unsurların çalışmanın temel analiz birimi olan devlet ile olan ilişkileri dolayısıyla dış politikaya olan etkisi tartışılmıştır. Sivil toplum örgütlerinin ve normların inşacı yaklaşımı benimseyen düşünürler tarafınca üzerinde durulmasının en temel sebeplerinden biri, kimlik, kültür, çevre, terör ve insan hakları gibi yeni unsurların ortaya koyduğu normların sivil toplum örgütlerince benimsenmesi, dile getirilmesi ve paylaşılması diyebiliriz. Normatif ve ahlaki değerleri ön plana çıkararak devletin karar verme mekanizması üzerinde etki oluşturan sivil toplum örgütleri, bu sayede devletlerin dış politikasına etki edebilme fırsatı bulabilmiştir. Çalışmanın ilk bölümünün son kısmında yapılan değerlendirmeler kimlik kavramını anlamaya ve uluslararası ilişkiler disiplini içindeki rolünü ortaya koymaya çalışmıştır. Bu kısımda dikkat çeken ve tartışıla gelen konu ise, zaman zaman devlet kimliği ve ulusal kimlik tanımlamalarının ayrımının kesin olarak yapılamıyor olmasıdır. Bu iki kimlik kavramının birbiri yerine kullanılmasının yanlış olacağının değerlendirilmesinin ardından farklarının ortaya koyulması ile birlikte, kimlik 5 kavramının dış politikaya ne şekilde etki ettiği, onu nasıl dönüştürdüğü ve inşa ettiği bu kısımda analiz edilecektir. Türk Dış Politikası ve kimlik adını taşıyan ikinci bölümde günümüz Türk dış politikasını hangi durumlar karşısında nasıl hareket edeceğini tahmin edebilmek ve tahminlerimizin sebebini açıklayabilmek için önce onu anlamak gerekliliği felsefesi içinde Türkiye Cumhuriyetinin kimliği anlaşılmaya çalışılmıştır. İkinci bölümün ilk kısmında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyetine geçiş döneminde devletin kimliğinin nasıl bir değişimden geçtiği ve nasıl inşa edildiği üzerinde durulacaktır. Türk devlet kimliğinin temelinde yatan modernizmin ilk sancılarının Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda adımını attığı reformlarla birlikte başlamasından yola çıkarak, Genç Osmanlılar akımının devlet kimliği üzerindeki etkisinin incelenmesi ile çalışmanın bu kısmı başlamıştır. Genç Osmanlıların içinde İslamcı ve Müslüman kimlikleriyle öne çıkan Namık Kemal ve Şinasi aynı zamanda birer vatansever olmakla beraber, Tanzimat’ın yeniliklerinin sığ ve toplumun dini kimliğiyle uyuşmadığını belirtmektedir. Bununla birlikte, Tanzimat kültürü değişmez ise devletinin yıkımının gerçekleşeceğini öne sürmüşlerdir. Genç Osmanlıların bu noktada getirdiği çözüm ise, halkın isteklerinin ve beklentilerinin gerçekleşmesi anayasal ve parlamenter bir yönetimin, İslami kurallar çerçevesinde, devletin yönetim şekline getirilmesidir. Şeriat kurallarının ve İslami değerlerin çatısı altında oluşacak yeni Osmanlı kimliği, devletin kurtuluşunun yegâne yolu olarak görülmekle birlikte bu yolda Avrupa’nın modernleşmesinin devlet kimliğine getirilmeye çalışılması topyekûn reddedilmemiştir. Genç Osmanlılar özellikle liberal devlet sisteminin Avrupa’nın modernizminden alınması gereken en temel unsur olduğu konusunda fikir birliğine varmıştır. Bu kısımda devletin kimlik inşası süreci içerisinde üzerinde durulması kaçınılmaz olarak çalışmaya dâhil edilen bir diğer önemli dönem, Sultan Abdülhamid’in 33 yıllık yönetimine denk gelmektedir. Abdülhamid döneminde kimliksel bir bunalımdan söz etmek yanlış olmayacaktır. Abdülhamid ve İslamcılık temelli değişimler imparatorluğun devlet kimliği inşası sürecindeki şüphesiz en sancılı dönemlerinden birini yaratmıştır. Bunun öncelikli sebeplerinden biri; Abdülhamid’in bir yanının Batıya bir yanın ise içe yani geleneğe dönük onun olmasıdır. Abdülhamid 6 Batı’nı teknoloji, yönetim, eğitim ve ordudaki modern unsurlarını imparatorluğa kazandırmaya çalışırken diğer bir yandan da Batı’nın liberalizm, milliyetçilik ve anayasacılık gibi ideolojilerinde uzak kalmaya çalışmıştır. Batı’nın bu ideolojilerinin, Osmanlı toplum yapısına uygun olmadığını düşünen Abdülhamid, toplum içindeki geleneksel ve İslami kimliğe vurgu yapmayı tercih etmiştir. İslami kimliği ön plana çıkarırken halifelik makamını kullanmıştır. Abdülhamid halifelik unsuru ile birlikte, sadece imparatorluk içindeki Müslüman tebaayı değil sınırlar dışında kalan Müslümanları da devletin yanına çekmeye, onların desteğini almayı amaçlamıştır. Pan- İslamizm adı verilen bu politika, Osmanlı Devleti’nin yeni kimliği olarak benimsetilmeye çalışılırken, imparatorluk içindeki farklı dini ve etnik grupların ayaklanmaları bu kimliğin tüm toplumu kapsamadığı sonucunu ortaya çıkarması bu dönemi kimliksel bir buhran olarak tanımlamamıza sebep vermektedir. Bu kısımda son olarak Genç Türkler ve anayasacılık hareketlerinin devlet kimliği inşası sürecindeki yeri incelenmiştir. Bu dönemden kısaca bahsetmek gerektiğinde; İttihat ve Terakki cemiyetinin devletin ve toplumun modernleşmesi sürecindeki ağırlığının önemsenecek derecede önemli olduğunu söylemek doğru olur. Cemiyetin liderleri, daha önce modernleşme adına yapılan tüm reformları benimsemekle beraber bunların yeterli olmadığını öne sürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin aydınlanma dönemini tıpkı batı gibi yaşaması gerektiğini savunan İttihat ve Terakki mensupları, bunun için Batı’nın her alandaki kurumlarının ve değerlerinin alınmasına kadar gidecek bir reformlar silsilesine adım atmışlardır. İttihat Terakki Cemiyeti içindeki yoğun Batılılaşma çabaları, toplumda bir tür kültürel bocalama ve çatışma oluşturmuştur. Osmanlı toplumu bu anlamda ne Batılı olabilmiş ne de eskisi gibi kalabilmiştir. Yapılan Batılılaşma reformları devleti düştüğü yerden kaldırması beklenirken, gelenek ile modern arasındaki ikilik, devletin yıkım sürecini daha da hızlandırmıştır. Seküler çerçevede yeni eğitim kurumları, yasalar ve düzenlemeler yapılırken, eski, ortadan kaldırılmadığı için bu ikilik kendisine zemin bulmuştur. Bu ikilik ve arada kalmışlık cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte azalarak devam edecektir Bu çalışmanın ikinci bölümünün ikinci kısmında Türk Devlet kimliğinin en kökten değişimlere uğradığı Kemalist Kimlik İnşası adı verilen dönem ele alınacaktır. Bu dönemin de Abdülhamid döneminde olduğu gibi bir tür kimliksel bunalım içinde 7 geçmesi öngörülürken, savaştan çıkmış olmanın verdiği yorgunluk, kurtuluş mücadelesini kazanmış olmanın verdiği bir mutluluk ve savaş kahramanı bir liderin etkileri ile birlikte, devlet kimliğinde gerçekleşen değişimlerin toplum tarafından hazmedilmesi olması gerektiğinden daha kolay gerçekleşmiştir. Türkiye’nin modern kimliği başlığı altındaki dış politikasını ele aldığımızda, Avrupa’nın bir parçası ve üyesi olmanın devletin en temel dış politikası olduğunu söyleyebiliriz. İmparatorlukta devletin yaşadığı sorunların temelinde Osmanlı devlet yapısı ve toplum kültürü olduğunu dile getiren kurucu inşacılar, geçmişi eski olarak nitelemekle beraber, ötekileştirmiştir. Bundan sonra Batı’ya karşı, Batı’nın değerleri ve sistemi ile devlet ve toplum modernleşecektir. Bu tarihten sonra, Türk siyasal hayatının egemen ideolojisi Kemalizm adı altında oluşacaktır ve bu kimlik ideali devletin iç ve dış politikasını şekillendirecektir. Çalışmanın 2000’li yıllardaki Türk dış politikasının kimlik unsuru ile olan ilişkisini açıklamadan önce, ikinci bölüme ait kısmında dünyayı derinden etkileyen Soğuk Savaş’ın öncesi dış politikanın nasıl şekillendiği anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu dönemlerde dış politika eylemlerinin devletin kendi iç mekanizmalarından daha çok uluslararası yapı tarafından gelen güvenlik tehditlerine karşın oluşturulduğunu söylemek mümkündür. Kuruluş yıllarında, Türkiye’nin güvenlikçi dış politikalarına baktığımızda, davranışlarının aslında kimliğinin bir parçası olduğunu görürüz. Bir başka deyişle, güvenlikçi yaklaşımların temelinde, kimliğin bağımsızlık üzerine kurulmuş olduğu görülür. Kurucu felsefeye göre, dışarıya karşı bağımsız olabilmenin yolu öncelikle güvenlik tehditlerinin ortadan kaldırılması olarak ele alınmıştır. Komşu devletlerde, bölgede ve uluslararası çevrede meydana gelen olayların devletin varlığını tehdit etmesi durumunda, bağımsız politikalar üretebilmek mümkün olmayacaktır. Bu aynı zamanda içerdeki kimliksel inşa süreci için de geçerli bir koşuldur. Batıya karşı Batılı olmak düşüncesi ile yola başlayan devletin kurucularının Batıyı bir anlamda ötekileştirirken bir anlamda da onların sistemine dönüşmenin zorunluluğu gibi bir şart ile karşı karşıya kalmaları, kimliksel dönüşüm için olası bir ikilemden daha çok, dönüşümü motive edecek ve cesaretlendirecek bir zemini hazırlamaktadır. Batı’nın emperyalist tutumlarını düşman atfedip, dış politikada ve içerde bağımsız olmak gerekliliğinin devlet yöneticileri tarafından vurgulanması aslında bu sömürgecilik 8 karşıtı tutumun içerde oluşması planlanan modern toplum projesi için bir araç olarak kullanıldığını söylemek de yanlış olmayacaktır. Soğuk Savaş yıllarında Türk devleti kimliğinin değişmişse neden değiştiği ve nasıl değiştiğinin anlaşılmasının değerlendirilmesi ikinci bölümde üzerinde durulan bir diğer önemli konudur. Bu dönemin devlet kimliğinin değişimine bakıldığında, edenler arası etkileşimin, bir başka deyişle uluslararası yapı içindeki özneler arası inşanın Türkiye’nin kimliğini Batılı bir devlet olma yolunda dönüştürmeye özen gösterdiğini söylemek yerinde olur. Devletin Batı ile organik bağının oluşması için Türk dış politikasının Batı devletleri ile sıkı ilişkiler içinde olması, bunun için de ABD ve NATO ile ilişkilerin üst düzeyde olması, dönemin dış politika karar vericileri tarafından şüphe edilmeyecek derecede gerekli görülmüştür. Bu yüzden, Türkiye’nin bir Avrupa devleti olarak kabul görmesi, zaman içinde Türk dış politikasının en temel amacı olmuştur. Devletin, Avrupa’ya ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda dâhil olabilmek adına ortaya koyduğu dış politika girişimleri Avrupalı olarak kabul görme sendromunun en göze çarpan göstergesi olmuştur. Bu durumun ne seviye ileriye gittiğini devletin kurumsal dizaynının da Batı’ya entegrasyon sürecine yönelik olarak oluşturulduğunu ortaya koyarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. Sonuç olarak bu kısımda Türkiye’nin modern kimliği dönüştürmek için batılı olma adımlarını atarken, Cumhuriyetin ilk yıllarında Batıya karşı Batılı olmak şeklinde olan devlet kimliğini, Soğuk Savaş döneminde bu durumun, Batıdan çok Batılı olmak boyutunda yeniden inşa ettiği anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılacaktır. Türkiye’nin devlet kimliğinin toplumsal kimlik ile en çok çatışmaya girdiği, bir nevi daha önce Abdülhamid yıllarını anımsatan bir kimlik bunalımının yaşandığı döneme benzer olarak Soğuk Savaş’ın bittiği 1990’lı yıllar çalışmanın ikinci bölümün son kısmında incelenecektir. Bu kısımda Türkiye’nin tüm Avrupalı olabilme çabalarına rağmen, zaman zaman Avrupa devlet başkanlarınca açık bir şekilde ortaya koyulan Türkiye’nin asla Avrupa’nın bir parçası olamayacağı düşüncesi, toplumda hazır bekleyen Avrupa karşıtı toplulukları harekete geçirdiği üzerinde durulacak, yaşanan hayal kırıklığı toplumda daha uçtaki düşünce mekanizmalarını nasıl harekete geçirdiği tartışılacaktır. İslamcılar ile laiklerin çatışmasının etkileri ile devlet kimliğinin yeni değerler dizisi eşliğinde inşasının yanı sıra, Türkçülük akımının da bu dönemde 9 kendisine açılan hareket sahası içinde devlet kimliğini, dönüştüren edenler arasında yer aldığı anlatılmaya çalışılacaktır. Çalışmanın üçüncü kısmında, 2000’li yıllarda Türk dış politikasındaki değişimler kimlikteki dönüşümlerle birlikte ele alınarak incelenecektir. Bu yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik kavramına bizzat siyasi liderler ve karar vericiler tarafından vurgu yapıldığını bir başka deyişle, söylemlerin kimlik inşasında etkin bir araç olarak kullanılmaya başladığı üzerinde durulacaktır. Bu değişikliğin sadece söylemlerde kalmadığı, eylemlerle birlikte pekiştirildiği bir dönem olan 2000’li yıllar Adalet ve Kalkınma Partisi’nin daha önceki Türk dış politikası tutumundan daha farklı bir minvalde seyir aldığına tanıklık edilecektir. Bu kısımda eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Stratejik Derinlik adını verdiği doktrini üzerinde, Türk Dış politikasının felsefesinin yeniden inşa edilme sürecine başladığı anlatılmaya çalışılacaktır. Bu dönemde Türk dış politikasının ortaya koyduğu yeni bakış açısı ile Türkiye’nin stratejik, coğrafik ve kültürel özelliklerinin, tek boyutlu bir dış politika izlenmesine izin vermeyeceğini ve Türkiye’nin avantajına olan bu özelliklerden faydalanılması gerektiğini izleri görülmekle birlikte bu dönüşüm için birtakım ve yol haritaları çizmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu tarihi ve kültürel derinliğin, bölgesel ve küresel gelişmelerin merkezinde olduğu, Türkiye’nin ise bu gelişmelere geleneksel dış politika dinamikleri çerçevesinde statükocu bir yaklaşımla seyirci kalamayacağını ortaya koyan değişimci bakış, Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeostratejik boyutlarda sahip olduğu zenginliğin, uluslararası arenada oynanan oyunun merkezinde bulunmaları gerekliliği üzerinde hassasiyetle durmuştur. Arap Baharı kapsamında gelişen olayların ise bu yeni bakış ile değerlendirilmesi kolay olmamıştır. Türkiye’nin Batılı kimliği ve merkez ülke olma hedefi ile ortaya koymaya çalıştığı proaktif yaklaşımın arasında bir denge oluşturmaya çalıştığı, fakat olayların sonucunun önceden kestirilmesinin mümkün olmaması sebebi ile güvenlikçi hassasiyetlerin de devreye girmesi ile Arap Baharı ve etkilerinin devam ettiği bu yakın dönem, Türk dış politikasının kimliğinin dönüşümünün hangi minvalde olacağı konusunda soru işaretlerinin kalmasına sebep olmaktadır. Bu son kısımda Türk dış politikasının ruhunda ve hatta uygulanmasında göreceğimiz başlıca değişikliğin daha aktif ve çok boyutlu bir eylemler bütününü temsil edecek nitelikte daha önce uluslararası arenada köprü görevi görürken artık merkez ülke 10 olma hedefi içinde bir duruşa sahip aktör olma isteği olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün olacaktır. Bir eden olarak devlet, sadece yapı tarafından değil, bizzat yapıyı da inşa eden bir aktördür diyen inşacı yaklaşımcılarla benzeşen bir dış politika benimseyen Türk dış politika karar vericileri, Türkiye’nin artık inşa eden ve oyun kuran bir ülke olması gerektiği hedefi temelinde Ritmik Diplomasi, Komşularla Sıfır Sorun, Pro-Aktif Diplomasi, Yumuşak Güç gibi kavram ve dinamikleri devletin yeni dış politik araçları olarak ortaya koymuştur. 11 BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL VE KURAMSAL ÇERÇEVE 1. İNŞACI YAKLAŞIM İnşacı yaklaşımın aslında sosyal bilimler disiplinine daha yakın bir kuram olduğu gibi bir gerçek vardır. Buradan da bu yaklaşımın sadece uluslararası ilişkiler disiplini içinde olmadığını söyleyebiliriz. Bilgi sosyolojisi, inşacı yaklaşımın kuramsal temelini, Kant ve Hegel gibi düşünürlerin bilgiye yaklaşımı ile birlikte oluşturmuştur. Bu düşünürlere göre bilgi sosyal bir inşa olarak meydana gelmiştir. Yani, inşacı düşünürler, diğer bilim dallarından olan felsefe ve sosyolojiden oldukça etkilenmiştir. Bu noktada örnek vermek gerekirse; inşacı yaklaşım düşünürlerinin savundukları eden ile yapı arasındaki ilişki daha önce sosyoloji düşünürlerinden Anthony Giddens tarafından ortaya konulmuştur. Ona göre eden yani aktörler, yaptıkları eylemler ve yapıya olan yaklaşımları ile birlikte yapıyı dönüştürmektedir. Aktörlerin bu değiştirme kabiliyeti, onları uluslararası ilişkiler disiplininde daha etkin bir konuma getirmektedir. İnşa en genel anlamda, kimin eden olabileceği, bu edenlerin nasıl diğerleri tarafından 1 tanınacağı ve edenlerin kimliklerini nasıl sürdürülebilir kılacağı ile ilgilenmektedir. İnşacılık uluslararası ilişkiler disiplininin içine girmeden önce, düşünsel olarak altyapısını Nicholas Onuf oluşturmaya başlamıştır. İnşacılığın ilk kez bir uluslararası ilişkiler teorisi olarak sunulması 1989’da Onuf tarafından yayımlanan With World of Our Making adlı çalışmasıyla olmuştur. Onuf kendisinin inşacılığa dair düşüncelerinin Giddens gibi yapıların üzerinde duran düşünürlerden esinlenerek oluşturduğunu kabul 2 etmektedir. Bu felsefi altyapının üzerine Alexander Wendt, uluslararası ilişkiler disiplinini içerisinde inşacılık tartışmalarının merkezine 1990’ların sonunda ses 1 Richard Ned LEBOW, Constitutive Causality: Imagined spaces and Political Practices, Journal of International Studies, Vol 38, No.2, 2009, ss1-29 s.2 2 Davut ATEŞ, Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivizm: Ortayol Yaklaşımının Epistomolojik Çerçevesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Haziran 2008, s.s.213-235, s.215 12 getirecek Social Theory of International Politics adlı kitabıyla oturmuştur. Yapıtının adında da anlaşılacağı üzere, Wendt, uluslararası ilişkilere sosyal bir kuram getirmek istemiştir, bunu yaparken de neorealizmin mevcut sorunlara karşılık veremeyen tek taraflı bir bakışının olduğunu belirterek eleştirmiştir. Sosyal teorilerin uluslararası ilişkileri doğrudan kuramlaştırmadığını söyleyen Wendt, bu teorilerin bizim dünyada oluşan politik gelişmeleri sorgulama ve bu sorulara cevap arama yaklaşımlarımızı 3 şekillendirdiğini belirtmiştir. Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte dünyada meydana gelen olaylar ve yeni sorunlar uluslararası ilişkiler disiplinin mevcut kuramlarının bu meseleleri ele almada karşı karşıya geldiği yetersizlikleri gözler önüne sermiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, devletler ve toplumlar, daha önce tecrübe edilmemiş kimlik temelli toplumsal 4 ve kültürel çatışmalarının ortasında kalmışlardır. Tartışılmaya başlanan bu konuların başında etnik ve dini ayrışmalar, çevre sorunları, insan hakları, kültür ve kimlik gibi daha insan odaklı sosyal unsurlar gelmekteydi. Neorealist ve neoliberal kuramların yeni ortaya çıkan bu sorunlara teorilerinde tatmin edici bir açıklama yapamamaları inşacılık yaklaşımını daha da popüler hale getirmiştir. Soğuk Savaş yılları boyunca, iki kutuplu uluslararası sistem ve bunun güç ilişkilerini analiz etmek daha çok, baskın teorilerden olan neorealizm ve neoliberalizm tarafından üstlenilmişti. Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte yeni bir düzen oluşmaktaydı. Ve bu yeni düzende Avrupa devletlerinin eski iki kutuplu sistemin bitmesi ile birlikte daha entegrasyonel bir yapılanma içinde kendilerine yeni yol çizdiğini görürüz. Batı bloğu denildiği zaman, özellikle Batı Avrupa devletlerinin artık ABD’nin etkisinden kurtularak kendi birliklerinin genişlemesi ve geliştirilmesi gibi yeni hedeflerle ortaya çıktığını görürüz. 1990’ların Avrupa devletlerinin artık 1950’lerdekinden farklı olduğunu ve birliklerini daha sosyal unsurlarla olacağının farkında olduklarını belirtmek gerekir. Ortak çıkarlarının zaman içinde normlar etrafında oluşan bir organizasyon 3 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organizations, Cilt: 46, Sayı:2, 1992 ss. 422 4 Bülent Sarper AĞIR, Güvenlik Kavramını Yeniden Düşünmek: Küreselleşme, Kimlik ve Değişen Güvenlik Anlayışı, Güvenlik Stratejileri Yıl:11, Sayı 22, ss. 97-129, s120 13 5 yapısı içinde şekilleneceklerini söylemek mümkündür. Artık ekonomik bütünleşmeden ziyade, sosyal normlar etrafında şekillenecek bir Avrupa entegrasyonunun varlığı söz konusudur. Soğuk Savaş sonrası oluşan bu yeni süreçte, kimlik, kültür, çevre sorunları, din, dil gibi konular Avrupa Birliği’nin genişleme çabaları içindeki politikalarının merkezine girmiştir. Bu sebepten ötürüdür ki, inşacı yaklaşımı savunan düşünürler için Avrupa Birliği ve özellikle genişleme politikaları empirik bir çalışma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, uluslararası arenada meydana gelen beklenmeyen gelişmeler 6 neticesinde, normatif unsurların, siyaset bilimi içinde yer alması ümit vericidir. 2. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE İNŞACILIK YAKLAŞIMI Bugün inşacı yaklaşımın uluslararası ilişkiler disiplini içindeki yeri tartışılmaz bir şekilde önemli bir konuma ulaşmıştır. Bu önemin arttığı yıllar ise özellikle 1980’li yıllar olmuştur. İnşacılığın kuramdan ziyade bir yaklaşım olduğu düşüncesi ise uzun süren tartışmalar sonucunda daha çok öne çıkan bir tanımlama olmuştur. İnşacı düşünceyi benimseyenler kendi aralarında modernist, postmodernist, geleneksel, 7 eleştirel, ılımlı ve radikal gibi farklılaşmıştır. Fakat inşacı yaklaşım bu farklı düşünürleri tek bir çatı altında toplayabilmektedir. Toplumsal inşacılık, 1980’lerden sonra uluslararası arenada meydana gelen değişimlerden sonra, uluslararası ilişkiler disiplinin daha kolay anlaşılabilmesi ve hatta analiz edilebilmesi noktasında kaçınılmaz olarak ön plana çıkmıştır. Uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları, anarşi, güvenlik ve özellikle kimlik gibi kavramların, uluslararası ilişkilerdeki yerini tespit etmek ve bu kavramların devletlerin dış politikası ile olan ilişkisini çözümlemenin zorunlu hale geldiği yıllarda inşacılığın, getirdiği yenilikçi yaklaşımla uluslararası ilişkiler disiplinindeki bir boşluğu doldurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İnşacı yaklaşım, ortaya çıktığı döneminin önde gelen yaklaşımlarından neorealizm ve neoliberalizmi onların rasyonalist yaklaşımlarına daha 5 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organizations, Cilt: 46, Sayı:2, 1992 ss. 417,418. 6 Andrew Bradley Philips, Constructivism, Oxon, Routledge, 2007, p.61-74, p.73 7 Ian Hurd, C H A P T E R 17 Constructıvısm, 17-Smit-Snidal-C17 Oup218-Reus-Smit (Typeset By Spi, Delhi) 313 Of 316 January 18, 2008 S.S.305-309 14 toplumsal bir bakış açısı alternatifi geliştirmesi ile farklı bir noktaya atıfta bulunmuştur. İnşacı yazarlara göre, eden ve yapı birbirini karşılıklı olarak etkilemekte ve oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra bu yaklaşımı benimseyen yazarlara göre, normatif unsurlar ve yapılar da en az kadar maddi unsurlar kadar önemlidir. Rasyonalist yaklaşımı benimseyenler ise, devletler çıkarları peşinde koşar ve diğer devletlerle 8 etkileşimleri kimliklerden bağımsızdır. Dış politikada devletlerin çıkarlarının ve bu çıkarlara yönelik eylemlerin oluşumunda “kimlik” kavramının inşacı yaklaşımdaki yeri tartışılmaz biçimde önemlidir. Normatif kalmakla eleştirilen inşacı yazarlar, son zamanlarda özellikle Avrupa Birliği ile ilgili yaptıkları çalışmalarla empirik bir yöntemle normlar, çıkarlar, organizasyonlar ve kimlik gibi unsurların dış politikadaki konumunu analiz edebilme seviyesine gelmiştir. 2.1 İnşacıların Temel Önermeleri İnşacıların bazı temel önermeleri mevcuttur. Bunlardan ilki, normatif yapıların en az materyal yapılar kadar önemli olduğudur. Fikirsel yapıların insan hayatında maddi yapılara göre rolünün daha fazla ve etkin olduğunu söylemek gerekir. Maddi yapıların hayatımızda düzenleyici bir yerinin olmasından farklı olarak normatif yapıların 9 düzenleyici etkisi ile birlikte oluşturucu etkisi vardır. Bir diğer önerme, edenlerin birbirleri ile ilişkisinin yani özneler arası etkileşimin önemli olduğudur. Başka bir deyişle paylaşılan fikirler ve değerler birbirlerini farklı özneler aracılığı ile olsa bile etkilemektedir. Bunun sonucunda tek tek düşünceler değil de kolektif düşünceler oluşmaktadır. Özneler arası etkileşimden doğan kolektif düşünceler ise yapıyı 10 oluşturur. Bunların yanı sıra inşacılar, kimlik kavramı üzerinde ciddi bir şekilde durmuştur. Kimliğin çıkarları ve eylemleri oluşturduğunu öne sürerler. Son olarak da, yapı-eden arasındaki ilişkiye değinmişlerdir. İnşacılara göre, yapı edenin kimliğini oluşturur. Kimlik ile birlikte gelen çıkarları olan özneler faaliyetleri ile birbirleri arasında 8 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, MKM Yayınları, 8. Baskı, Bursa, s.504 9 Jeffrey T. Checkel, The Constructivist Turn in International Relations Theory, World Politics, Vol. 50, No. 2(Jan., 1998),Cambridge University Press, pp.324-348, s325 10 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1, s.120 15 11 etkileşime girerek yapıyı oluştururlar. Yani, yapı ile eden arasındaki ilişki, sürekli olarak birbirini yeniden doğurmaya dayalı, başının ve sonunun kestirilemediği hep devam etmekte olduğu varsayılan bir süreci ifade etmektedir. 2.2 Anarşi Özne-yapı tartışması, uluslararası ilişkiler kuramında 1980’lerde etkisini 12 arttırması ile inşacılığın ontolojik altyapısını da hazırlamıştır. Tam da bu noktada inşacı yaklaşımı savunan düşünürler anarşi kavramına ilişkin de yeni bir yaklaşım getirebilmektedir. İnşacı düşünürlere göre anarşi, dünyadaki tüm politikaların birbiri ve yapı ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir unsurdur. Dolayısıyla geleneksel teori düşünürlerinin anarşiye bakış açısındaki katı tutumun dışına çıkan inşacı düşünürler, bu noktada daha esnek bir bakış açısına sahiptir. Kimliklerin birtakım beklentiler oluşturduğunu belirten inşacılar, beklentilerin de aktörlerin çevresi ile çeşitli eylem ve 13 kurallar ekseninde etkileşim halinde olduğunu belirtmiştir. Onlara göre devletler, kimliklerindeki değişimler ile birlikte çıkarlarında da değişime gidebilmektedir dolayısıyla dış politika eylemlerindeki dönüşüm, uluslararası sistemin yapısını da değiştirme potansiyeline sahiptir. Sonuç olarak günümüz uluslararası yapısının anarşik olmasının sebebi, aktörlerin kimlikleri çerçevesindeki çıkarlarının günümüze kadar ki 14 kümülatif eylemleridir. 2.3 Düşünceler Ve Sistem Düşüncelerin uluslararası ilişkilerdeki yerinin önemli olduğunu savunan inşacı düşünürlere göre, sosyal dünya politik dünyayı etkilemektedir. Düşüncelerin kaynağının 11 Richard Price ve Christian Reus Smith, “Dangerous Liaisons, Critical International Theory And Constructivism”, Vol 4, Issue 8, 1998, ss.266, 267. 12 Mustafa KÜÇÜK, Uluslararası İlişkileri Kuramında “Konstrüktivist Dönüşü” Anlamak, Ege Akademik Bakış, 9 (2) 2009, ss.771-795, s.781 13 Sezgin KAYA, Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivist Yaklaşımlar, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,63, 3, ss83-111, s.101 14 Helin SARI ERTEM, Kimlik ve Güvenlik İlişkisine Konstrüktivist Bir Yaklaşım: “Kimliğin Güvenliği” ve “güvenliğin Kimliği” Güvenlik Stratejileri, Yıl:8, Sayı:16, ss.177-237, s.186 16 bulunması ile birlikte devletlerin dış politikaların da analizini yapabileceklerini ve bunu değiştirebileceklerini savunurlar. Bu noktada bilardo modeline, uluslararası ilişkilerde sadece devletleri aktör olarak ele almanın yanlış olduğu ve asıl devletin içindeki 15 organizmaları değerlendirilmesi gerektiği eleştirisini getirmiştirler. Bu organizmaların ise sürekli olarak birbirini etkileyen sosyal unsurlar olduğunu görürüz. Bunlar; bireyler, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, uluslararası organizasyonlar, etnik ve dini gruplar, medya vb. gibi temelinde fikirlerin yattığı ve sosyal olarak değişim içinde olan unsurlardır. İnşacı yaklaşımı savunanlar, matematikle inşa edilen materyal unsurların dahi temelinde mental algılamalar olduğu dolayısıyla inşa edildikleri noktasında ısrarcı 16 olmuşlardır. Bu noktada inşacı yaklaşım neorealist teoriden kesin bir şekilde ayrılmaktadır. Neorealizm eden olarak sadece devletlerin davranışlarını açıklamaya çalışırken, güç unsurunu bir elinde, askeri ve ekonomik kapasiteleri diğer elinde tutar. Bu unsurlar verili olarak kabul edilir. Bunların yanı sıra devletlerin asıl amacının güvenliği sağlamak olduğu noktasından yola çıkan realistler, inşacı yaklaşımı savunan düşünürler tarafından özellikle Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan konjonktürü 17 açıklamada yetersiz oldukları eleştirisi ile karşı karşıya kalmışlardır. Çünkü inşacılar böylesi bir yaklaşımın uluslararası ilişkileri analiz etmede çok taraflı bir bakış açısında yoksun olduğunu öne sürmektedir. Neorealistlerin uluslararası ilişkileri sadece materyal unsurlara dayandırması, onların 1980’ler sonrası tecrübe edilen sorunları öngörememesi ve bunları analiz noktasında sıkıntılar yaşaması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. İnşacı yaklaşıma göre uluslararası ilişkileri sosyal ilişkilerden bağımsız incelemek mümkün değildir. İnşacılar hem materyal hem de sosyal unsurların birlikte gücü oluşturduğunu savunmakla 18 birlikte , sosyal ilişkilerin temellerini, materyal unsurlardan ziyade, normlar, fikirler, inançlar ve değerlerin oluşturduklarını öne sürerler. Bu sayılan sosyal unsurlar hayatın kendisi kadar canlı ve sürekli olarak değişim gösterirler. Bu yüzden sistemin aslında sosyal olarak oluştuğunu ve sabit kalmadığını söylemek çok yerinde olacaktır. 15 Jackson, Robert and Sorensen, Georg. Introduction to International RelationsTheories and Approaches. 3rd edition. Oxford university press, 2006. Ss.166, 167 16 A.S. Troelstra, History of constructivism in the 20th century, s.1 17 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, MKM Yayınları, 8. Baskı, Bursa, s.500 18 Ted Hopf, The Promise of Constructivism in International Relations Theory, International Security, Vol. 23, No. 1(Summer 1998), pp.171-200, s.177 17 Sosyal ilişkilerin temelini insanın oluşturduğunu varsaydığımızda, insanın sosyal yönünün ise kimliği ve kimliğinin göstergesi olan düşünceleriyle var olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. İnsanların düşünceleri sonucunda ortaya koydukları davranışlar bütünü nihayetinde ortak düşüncelerin, devletlerin dış politikası ile birbirini inşa etmesi olduğu gerçeği noktasından hareket ettiğimizde uluslararası sistemi oluşturduğunu açıkça ortaya koyabiliriz. Geleneksel teorilerin anarşist olarak değerlendirdiği uluslararası sistemin aslında değişen fikirler ve inanışlar, bir başka deyişle normların 19 değişimi ile birlikte değişebilirliği olası bir durumdur. İnşacıların sosyal olguların bu denli üzerinde durmasının altında yatan sebebine inildiğinde ise, bu noktada insan unsurunun üzerinde durmak gerekir. Sosyal olan yapıların en küçük birimi insandır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliklerinden biri sosyal olmasıdır. İnsan dünyayı, çevresinde olan biteni tanımlarken onu materyal yapısından ayırarak, kendi gördüğü şekliyle yorumlar. Bunun ardından bunu diğer insanlara anlatır, bu paylaşım sonucunda bizim etrafımız şekillenir, anlam bulur, davranışlarımız ve tutumlarımız da değişir. Bu noktada, etrafımızdaki dünya, materyal bir dünya olmaktan çıkıp sosyal bir dünya halini almıştır. Bu sosyal dünyanın insanlara hazır olarak sunulmadığını bunun aslında oluşturulduğunu görmek gerekir. Bunun oluşturulmasın sürecinde ise insanın temel aktör olarak, düşüncelerini diğerlerine söylemesi, davranışlara dökmesi ile gerçekleştiğini görürüz. Dolayısıyla, her sosyal birim, insanlar tarafından oluşturulmuştur, buna ülkeler ve bu ülkelerin eylemlerini dâhil edebiliriz. Tüm bu ortak düşünceler ve davranışlarla, sosyal dünyamız kurulmuştur. Düşüncelerimiz değiştikçe davranışlarımızın da değişiyor ve bunun da etrafımızdaki yapıyı sürekli olarak yeniden inşa ediyor olması, inşacı yaklaşımın insanın önemine vurgu yaparken üzerinde durduğu konulardan biridir. 2.4. İnşacı Yaklaşım ve Devlet-Toplum İlişkisi 1980’lerde neorealist yaklaşımların ortaya çıkan yeni gelişmelere yetersiz kalmaları ile aynı zamanda uluslararası ilişkiler disiplinindeki bir eksiği kapatarak 19 Jackson, Robert and Sorensen, Georg. Introduction to International RelationsTheories and Approaches. 3rd edition. Oxford university press, 2006. s.162 18 ortaya çıkan inşacılık, geleneksel teorilerin materyalist bakış açısını eleştirmiş ve toplumsal bakış açısını disiplin içine sokmuşlardır. Gelişen olaylar ve konjonktür daha öncesinde sadece siyasal olarak ele alınırken inşacı yaklaşım sistemi tarihsel ve kültürel olarak değerlendirmeye başlamıştır. Kültür burada hem bir tahayyülü hem de yaşanmış 20 tecrübeleri tanımlayan bir unsur olarak el alınmalıdır. İnşacı yaklaşım bu noktada kimlik kavramını inşa sürecinin temeline koymaktadır. İnşacı düşünürlere göre birey ve toplum arasındaki ilişki de bir inşa sürecidir, bu süreçte aktörler birbirini sürekli olarak etkilemektedir. Bu etkileme söz konusu iken, düşüncelerin önemi ön plana çıkmaktadır. Bu düşünceler kimlik ve çıkarların tam da merkezinde sosyal olarak rol oynamaktadır ve bizzat uluslararası ilişkiler sistemine etki 21 etmektedir Bununla birlikte, İnşacı düşünürler, devlet-toplum ilişkisini değerlendirirken maddi unsurları yok saymazlar. Maddi unsurlar ile sosyal unsurların birbirinden bağımsız veya birbirine öncelikli olduğunu söylemek yanlış olur. Bu iki unsur arasındaki fark ise, maddi unsurların çevremizi düzenleyici bir etkisi var iken, normatif unsurların hem düzenleyici hem de oluşturucu etkisinin olmasıdır. Aslında, 22 maddi unsurlar da sosyal bir düşünme süzgecinden geçerek anlam bulurlar. Ortak fikirler sisteminin en etkin aktörlerinden olan sosyal toplulukların tam da bu noktada uluslararası sistemde eden görevinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Uluslararası ilişkilerin başlıca aktörlerinden olan sosyal topluluklar, yine bir inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yani verili olarak elde edilmeyip, belirli düşünsel ve normsal çerçeveler kapsamında ortaya çıkmıştır. İnsanların düşüncelerinin zaman içerisinde değişime uğradığını varsaydığımızda ise kuralların ve toplumların da değiştiği dolayısıyla tüm bir sistemin değiştiği bir dış dünya tasavvuru etmek mümkündür. Devlet de işte bu değişen ve değiştiren toplumlar içinde var olur. Devletler, kimliklerini kurumsallaştırmaya çalışırken, çevresini dönüştürme sürecinde 23 çevresinin de kendisini dönüştürmesi ile karşı karşıya kalırlar. Kimliklerinin verili ve 20 Hastings Donnan, Thomas M. Wilson, Sınırlar- Kimik, Ulus ve Devletin Uçlar,1.B., Ankara, Ütopya Yayınevi, 2003, S.26 21 Richard Price ve Christian Reus Smith, “Dangerous Liaisons, Critical International Theory And Constructivism”, ss.282-283 22 Alexander Wendt, Uluslar arası Siyasetin Sosyal Teorisi, 2.B., İstanbul, Suna Gülfer Ihlamur Öner, Helin Sarı Ertem, Küre Yayınları, 2016, ss.24-25 23 Yücel Bozdağlıoğlu, Constructivism and Identity Formation: An Interactive Approach, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 3., B.11, 2007, s.s. 144-137 19 sabit olmadığı fikrinden yola çıkılarak yapılacak değerlendirmelerde, bu değişimin 24 sosyal gruplar gibi alt unsurlarını incelemekte fayda vardır. Kimliklerin inşası, ortak paylaşılan düşünceler ve değerler vasıtasıyla oluşur. Bu kimliklerin inşasında diğer devletlerle olan ilişkilerin de etkisinden söz etmekte fayda vardır. Fakat bu etki, geleneksel teoriyi savunanların ortaya koyduğu gibi salt ve tek etki değildir, bizzat devletin içine bakmanın gerekliliği olduğu inşacı düşünürler tarafından bir neorealizm ve neoliberalizm eleştirisi ile birlikte savunulmaktadır. Kimliklerin temel unsurlarından sosyal toplumların düşünceler ile var olduğunu yani düşünsel bir ontolojiye sahip olduğunu öne süren inşacı düşünürler, düşüncelerin dışa vurum şeklinin 25 devletin kimliğinin inşasında önemli bir yere sahip olduğunu belirtirler. İnşacı yazarlar neorealistleri, maddi unsurlara olması gerektiğinden daha fazla önem veren rasyonalist bakış açılarından dolayı eleştirmektedir. Rasyonalistler, uluslararası ilişkileri şekillendiren öğelerin materyal olduğunu ve bunların değişmediğini yani statik olduğunu kabul ederler. Bu ön kabullenme ile birlikte devletlerin çıkarlarını bu maddi unsurlar üzerinden tanımlarlar. Bu çıkarları devletlerin değişmeyen, hep daha çok gücü arzulayan doğalarına atfederler. İnşacı yazarlar bu önermeye, devletin değişmeyen doğasından çok inşa edilen ve edilmekte olan kimliklerin var olduğunu ortaya koyarak kesin bir şekilde karşı çıkarlar. Onlara göre, devletlerin çıkarları doğrudan sosyal olarak oluşan kimlikleri ile ilintilidir. Daha doğrusu devletlerin çıkarlarının kimlikleri ile oluştuğunu öne sürerler. Devletlerin dış politikasını oluştururken yine değer verdiği veya değer vermek istediği konulara baktığını söylerler. Örnek vermek gerekirse, bir devletin uluslararası bir kuruluşa uyum sağlama politikasının tamamen o devletin normatif olarak düşünmesi ve bu düzlemde 26 davranması ile gerçekleşeceğine dikkat çekerler. İnşacı düşünürlere göre, bireylerin kendilerini belirli bir topluluğa ait hissetmelerinde onların kimlik ve düşüncelerinin yanı sıra, bu toplulukların daha etkin 24 Maja Zehfuss, Constructivism and Identity: A Dangerous Liaison, European Journal of Internationaş Relations, 2001, SAGE Publications and ECPR, Vol. 7(3): s.s. 315-348, s.327. 25 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1-Kimlik, Kültür, güvenlik ve Dış Politika, MKM Yayınları, Bursa, 2012, s.121 26 Ibid, s.42 20 olabilmek adına oluşturdukları algılar da üzerinde durulması gereken bir husustur. Algı en genel anlamnda, olan biteni hislerimizle kavrama, onların farkına varma, tanıma ve bütün süreçleri yorumlama olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte anlama, öğrenme, bilme ve eyleme geçmedeki motivasyon gibi bir aktröün dünyasını şekillendiren 27 unsurların temelinde algılar yatmaktadır. Toplumsal algı olarak tanımlayabileceğimiz bu unsurun, globalleşen dünyada, artan küresel etkilerinin olduğuna inanılan toplum örgütlerinin acenda ve politikalarını dolayısıyla davranışlarını şekillendirdiğini görürüz. Bunun farkında olan politikacıların da toplumsal algı oluşturabilmek adına özellikle tehditler minvalinde sosyal bir şekilde algılamalar oluşturma çabaları içine girdiğine 28 tanıklıke ederiz. Bu toplulukların devletlerin kimliğine dolayısıyla dış politikasına etki ettiğini kabul ettiğimiz takdirde, toplumsal algının uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde üzerinde çalışılması gereken nispeten yeni bir unsur olduğu kanısına varabiliriz. 2.5. Normlar ve Sivil Toplum İnşacı yaklaşımın, uluslararası ilişkiler disiplini içindeki çalışmalara kazandırdığı bir başka unsur da normlardır. Norm unsurunun disiplin içinde, aktörlerin 29 davranışlarını belirleyen, onu sınırlandıran, eylemlerine çerçeve çizen bir unsur olduğu şeklinde tanımlaması yapılabilir. İnşacı düşünürlere göre normlar özneler arası eylemleri anlamlı kılan unsurlardır. Bir başka tanım da aktörlerin uygun davranışlarının 30 kolektif bir izanı olarak yapılabilir. Bir devletin davranışları ile o devletin bağlı olduğu normların birbirine zıt düşmesi beklenemez. Aslında normlar bu noktada eylemleri 31 oluşturucu ve dönüştürücü bir yetiye sahiptir. Bu noktadan hareketle, uluslararası ilişkilerde, devletlerin birbirlerinin dış politikalarını önceden kestirebilmek için, o devletlerin içselleştirdikleri normlarını doğru analiz edebilmelerinin önemli faydası 27 Janıce Gross Stein, “Threat Perceptıon In Internatıonal Relatıons”, Leonie Huddy, David O. Sears, and Jack S. Levy (ed), Oxford University Press, 2013, p.2 28 Ibid, p.3 29 Paul Kowert, Jeffrey Legro, “Norms, ıdentity and Their Limits: A Theoretical Reprise” Peter Katzenstein, (ed) , New York, 1996, s.468 30 Jeffrey W. Legro, Which Norms Matter? Revisiting the "Failure" of Internationalism, International Organization, Vol. 51, No. 1 (Winter, 1997), s.33 31 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1-Kimlik, Kültür, güvenlik ve Dış Politika, MKM Yayınları, Bursa, 2012, s.114 21 olacaktır. Örnek vermek gerekirse, silah ticareti yapmak isteyen bir devletin, diğer devletlerin belirli silahların ticaretine ilişkin normatif değer ve kurallarını bilerek hareket etmesi rasyonel bir yordamdır. Eğer bu devletlerden bazılarının silah ticaretine bakış açısı olumsuz yönde ise, onlarla bu hususta ticaret girişimleri öngörülebilir bir zaman ve efor kaybıdır. Bu devletlerin normlarının anlaşılabilmesi içinse, devletlerin iç dinamiklerine bakmak gerekir. Daha doğrusu kimlik norm ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Aktörlerin normları, onların kimliğinden bağımsız ele alınamaz. Bu noktadan çıkışla, kimliği inşa eden süreçler doğru analiz edildiğinde normlara dair fikir sahibi olmak mümkün olacaktır. Normların uluslararası ilişkilerde özellikle 1990’lardan sonra daha çok üzerinde durulan unsurlar olduğunu söyleyebiliriz. Soğuk savaşın bitimine doğru, demokrasi, katılım, sosyal hareketler, lobiler, baskı grupları, etnik hareketler, dini gruplar, kültür ve kimlik gibi sözcüklerin düşünürler tarafından da yüksek sesle dile getirilmesi, bu unsurları kapsayan çalışmaların artması ile ilgilidir ve artmasına katkı da sağlamaktadır. 1990’lardan sonra, devletlerin dış politikalarının acendalarındaki değişikliklere bakarak bu durumu kanıtlamak mümkündür. Devletler artık kendi içyapısında ki ve devletler dışındaki aktörleri görmezden gelemeyecek duruma gelmiştir. Bu aktörler, düşüncelerini daha yüksek perdeden dile getirdikçe, hükümetler bu sesleri sadece 32 dinlemekle kalmayıp kendilerini de buna göre şekillendirmeye başlamıştır . Bu sosyal aktörlerin hükümetler üzerinde kurdukları baskı, hükümetleri kendi oyun sahasına çekmelerine olanak sağlamaktadır. Böylece devletler bu grupları dinlerken kendilerini de onlara anlatma çabası içine girmişlerdir. Bazen anlaşma bazen anlaşamama bazen de orta bir yol bulma şeklinde bu etkileşim tüm aktörleri kaçınılmaz olarak dönüşüme uğratmıştır. Bu etkileşimin temelinin ise düşüncelerin daha sistemli olarak ortaya çıkışı olarak adlandırabileceğimiz normların üzerinde gerçekleştiği gerçeği görülmüştür. İnşacılara göre normların aktörlerin kimliğini belirtmesi kimliğin de çıkarlar ve çıkarlar doğrultusunda oluşan davranışları meydana getirmesi, devletler seviyesinde de gerçekleşmektedir. İnşacı yaklaşım içinde hangi normların uluslararası ilişkiler disiplini içinde dikkate alınması gerektiği veya ne kadar dikkate alınması gerektiği ise, bir diğer 32 Anne-Marie Slaughter, International Relations, Principal Theories, Wolfrum, R. (Ed.), Max Planck Encyclopedia of Public International Law (Oxford University Press, 2011, p. 20 22 tartışmalı husustur. İki savaş arası dönemde ve Soğuk Savaşın sonlarına kadar süren yıllarda, normların disiplin içindeki varlığından söz etmek pek mümkün değildir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile normlar, serbest ticareti cesaretlendirmek, çevreyi korumak, insan haklarını yükseltmek, ağır silahların kötü kullanılması ve yayılmasını önlemek gibi 33 eylemlerin dâhil olduğu uluslararası ilişkiler disiplini içinde fark edilmiştir. Bu tür hassasiyetlerin sivil toplum örgütleri ve uluslararası kuruluşlar tarafından kabul görmesi ve acendalarında yer alması ile devletlerin dış politikası daha yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Normların dönüştürücü etkisi görülmeye başlamıştır. Bazı normların belirli dönemlerde uluslararası ilişkiler disiplini içinde etkili olup belirli dönemlerde daha pasif kaldığı gibi bir gerçekle de karşı karşıyayız. Devletlerin bilardo topu modelinde olduğu gibi hareket ettiği yıllarda, 34 eylemlerinde devlet içi dinamikleri göz önünde bulundurmadığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, globalleşme arttıkça, dünyanın her yerinden devlet dışı aktörlerin birbiri ile iletişimi ve etkileşimi arttıkça, ulusal ve uluslararası normların devlet davranışlarına etkisi de artmaktadır. Diğer aktörlerle etkileşimi 1990’lardan önce daha farklı şekillerde gelişen devletlerin iç dinamikleri bugün çok farklıdır ve bu farklılık onun dış ilişkilerine de yansımıştır. Zaten inşacı yaklaşımın uluslararası ilişkiler disiplini içinde ciddiyetle vurguladığı bir durumdur bu; kimliği belirleyen iç aktörler, 35 devletin eylemlerini yani dış politikasını da dönüştürürler. Bu durumda dış politikayı belirleyen daha karmaşık bir yapının olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çok aktörlü, normatif ve sürekli olarak değişen bir sistemin geçerli olduğu fikri bugün çok daha akla yatkın gelmektedir. Normatif denildiği zaman bunun iyi veya kötü değerlerle karıştırılmaması gerekmektedir. Burada bahsi geçen normlar, kimlikten doğan kolektif bir düşünceler sitemi olarak değerlendirilmelidir. Örgütlü hareketlerin baş unsurlarından sivil toplum örgütleri 1980’lerden sonra giderek ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. 21. Yüzyılın başlarından itibaren ise, hızlanan küreselleşme ve modernite ile birlikte, sivil toplum örgütler etkisini devletlerin dış politikasını belirleme noktasında göstermeye başlamıştır. Değerler ve normlar önce 33 Jeffrey W. Legro, Which Norms Matter? Revisiting the "Failure" of Internationalism, International Organization, Vol. 51, No. 1 (Winter, 1997), s.31 34 Maysam Behravesh, Realism and Neorealism: An Investigative Overview, Lund University, 2010, p.3 35 Tatjana Puschkarsky, Norm Entrepreneurs in International Politics - A Case Study of Global Footprint Network and the Norm of Sustainability, 2009, p.9 23 toplumların içinde yayılmaya başlamış sonrasında ise bu birbirinden farklı ülkelerde dahi olsa farklı sivil toplum örgütleri arasında etkileşime geçmiştir. Bu sivil toplulukların zamanla hükümetlerin politikalarını yalnızca ulusal manada değil uluslararası ilişkilerinde de eylemlerine etki ettiğini söylemek mümkün hale gelmiştir. Sivil toplum örgütlerinin inşacı yaklaşımı benimseyen düşünürler tarafınca üzerinde durulmasının en temel sebeplerinden biri, kimlik, kültür, çevre, terör ve insan hakları gibi yeni unsurların bu organizasyonlarca üstlenilmesi, dile getirilmesi ve paylaşılmasıdır. Normatif ve ahlaki değerleri ön plana çıkarıp hükümetler üzerinde etki oluşturan sivil toplum örgütleri, bu sayede devletlerin dış politikasını şekillendirme fırsatını yakalamışlardır. Bu örgütler aynı zamanda, hükümetler arası iletişimde öncü roller üstlenebilmekte, ilişkilerin şeffaf ve hesap verilebilir bir seviyede seyretmesine olanak sağlamaktadır. Günümüz uluslararası ilişkiler dünyasında, etki alanı ve kapasitesi gittikçe artan sivil toplum örgütlerinin devlet kimliğinin oluşumunda da etkisi 36 doğru orantılı olarak artmaktadır. Rekabetin ve kalite yarışının arttığı uluslararası sistemde, devletler bu organizasyonların raporlarına ve onların fikirlerine daha çok önem atfeder hale gelmiştir. Sonuç olarak bu önem, sivil toplum örgütlerinin, hükümetlerin önce algı alanına girmesini sonrasında ise doğrudan acendalarında kendine yer bulması sonucunu doğurmuştur. Normların dönüştürücü etkisi, onları sadece düzenleyici etkisi olan maddi unsurlardan farklı kılmasını ve inşacı yaklaşımın merkezine gelmesini sağlamıştır. Normların politik çalışmalarda kullanılması ise en az iki bin yıllık bir geçmiş ile 37 karşımıza çıkar. Normlar şeylerin nasıl olması gerektiğini, doğru ve yanlışın ne olduğu gibi tanımlamaları gösterir. Normların kimliklerin bir parçası olması ile aktörler tarafından önce benimsenip sonra toplumun diğer kısımlarınca da benimsetilmesi süreci 38 ile gerçekleşir. Bu noktada devletlerin kimliğinin oluşumunda normların etkisini açıklamak gerekir. Normlar sivil toplum örgütleri aracılığıyla sosyal dünyadaki aktörler tarafından benimsenmektedir. Bunlar kendilerine üye olan insanlar, siyasi partiler ve aktörler olarak sıralanabilir. Devletin kimliği bu aktörler aracılığıyla dönüşmektedir. 36 Derya Büyüktanır, Toplumsal İnşacı Yaklaşım Ve Avrupa Bütünleşmesinin Açıklanmasına Katkıları, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:14, No:2 (Yıl: 2015), s.s.1-24, s.14 37 Martha Finnemore and Kathryn Sikkink, “International Norm Dynamics and Political Change”, International Organization, Cilt: 52, Sayı: 4, 1998, s. 889 38 Ibid, s.904 24 Dönüşüm gerçekleşirken, yani aktörler birbirlerini inşa ederken, anlamlı bir etkileşim ihtiyacından söz edilebilir. Bu dönüşümün anlamlı olabilmesi için belirli kuralların aktörler tarafından benimsenmiş ve uygulanıyor olması gerekmektedir. Kurallar inşacı yaklaşımda düzenleyici etkisinde çok oluşturucu etkisi ile ön plana çıkmaktadır. İnsan ve toplum birbirini inşa ederken kurumlar, organizasyonlar bu noktada kuralları ortaya koyan oluşumlardır ve bu karşılıklı etkileşimi anlamlı kılabilmek adına belirli kurallarla hareket etmektedir. İnşacılar devletlerin dış politikasını belirlerken hesaba aldıkları unsurları verili olarak kabul etmez. Bir başka deyişle geleneksel kuramcılar, gücün unsurları ve anarşiyi verili olarak görürken, inşacılara göre tüm unsurlar sosyal olarak inşa edilmiştir ya da sosyal unsurlarca tanımlanmıştır. Ayrıca inşacı düşünürlere göre realistlerde olduğu gibi devletin amacı sadece güç veya güvenlik değildir. Güç veya güvenlik de sosyal olarak oluşturulan tanımlamalardır. Devletin kimliği bu amaçları belirler. Devletin kimliğinin ise normatif unsurlarca oluşmuş olması, devlet içindeki sosyal olarak meydana gelen aktörlerin çeşitliliği durumu ile karşı karşıya gelmemiz durumunu doğurur. Sonuç olarak aktörlerin anlamlı bulduğu unsurlar aslında diğer aktörlerin de ortaya koyduğu ister istemez dayattığı unsurlardır. Bu da aktörler arası etkileşimin inşacı düşünürler 39 tarafından ne denli etkili olduğu önermesini öne sürmelerine neden olmuştur. Örnek vermek gerekirse, İtalya’da, işçi örgütlerinin baskısı ile çalışma koşullarının düzeltilmesine yönelik kanunların İtalya devleti tarafından düzenlenmesi, sadece bu ülke vatandaşlarını değil dolaylı olarak Türkiye’deki işçi gruplarının eylemlerine ve sonucunda Türk devletini de birtakım çalışma şartları değişikliklerine zorlayacaktır. Yani özneler arası etkileşim kaçınılmaz olarak birbirinden bağımsız gibi görülen devletlerin davranışlarına dahi etki edebilmektedir. Neorealizm ve neoliberal kuramların normlara bakışını değerlendirdiğimizde, normların devletlerin güçlerini ve çıkarlarını arttırmak için kullandıkları bir araçtan ibaret olduğunu görürüz. Bu durum, onu inşacılıkta olduğu gibi dönüştürücü olmaktan çok düzenleyici bir unsur olarak ele almalarından gelmektedir. 39 Stefano Guzzini “A reconstruction of Constructivism in International Relations,” European Journal of International Relations, cilt:6, Sayı:6, 2000, s 161 25 3. KİMLİK KAVRAMI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER Kimlik kavramının tanımlanmasında bir görüş birliğine varılamaması, bu kavramın tartışılır bir unsur olarak yıllarca uluslararası ilişkiler literatüründe de yerini alamamasına sebep olmuştur. Bunun sebebinin ise, kavramın yazarlarca sadece kendi bakış açıları ile değerlendirilmesi veya sadece kendi çalışma alanları kapsamında ele alınması diyebiliriz. Kimlik kavramının uluslararası ilişkiler literatürü içinde ilk olarak kullanılması, davranışsalcı yaklaşımların ulusal rolleri çalışmaları kapsamında ele alırken kimliği bir alt başlık olarak analiz etmeleri noktasında gerçekleşmiştir. Kimlik kavramının bu sığ konumu neorealizm ve neoliberalizm yaklaşımları içinde de çok farklı bir noktada gelişmemiştir. Güvenlik ve güç kavramlarının gölgesi altında, amaca ulaşmayı sağlayacak unsurlardan çok da üzerinde durulmayan bir unsur olarak görülmüştür. 1980’lerin sonuna doğru ise, inşacı yaklaşımların kendilerini ifade etmeye başlamaları ile kimlik kavramının konumu artık normalleşmiştir. Alexander Wendt’e göre materyal kaynakların dağılımı, askeri yapılar elbette güç unsurunun parçalarını ve gücü niteleyebilirler fakat güç kavramı uluslararası sistemde aktörler arasında paylaşılan 40 ve kabul gören bilgilere bağımlıdır. Nitekim aktörlerin birbirlerini algılamaları ve aralarındaki bilgi paylaşımının düzeyi doğrudan kimlikleri ile ilgilidir. Soğuk Savaş sonrası yıllarda ise, kimlik kavramı, dünyada gelişen yeni olaylar ve bu olayların geleneksel kuramcılarca analiz edilememesi sonucunda, vazgeçilmez ve bir o kadar da tartışılır biçimde uluslararası ilişkiler literatüründe yerini almıştır. Kimlik kavramının tanımını yapacak olduğumuzda, onun varlık olması ile doğrudan ilişkili olduğunu görürüz. Kimlik, bir şeyin ne olduğunu veya kim olduğunu ifade etmemize yarayan unsurdur. O şeyi şey yapan bir unsurdur demek yanlış olmayacaktır. Bu tanımdan yola çıktığımızda Kimlik kavramının böylesine dikkate alınması gereken bir konumunun olduğunu söylerken, onun maddi veya değişmeyen yani verili olduğu düşüncesi, inşacı yaklaşımı benimseyen yazarlar tarafından 40 Alexander Wendt, Constructing International Politics, International Security, Vol. 20, No. 1, (Summer, 1995), ss.71-81, s.78 26 reddedilmektedir. Bir başka deyişle, kimlik, sürekli olarak değişmektedir, özneler arasındaki etkileşim ile inşa edilmektedir. Kimliğin nasıl inşa edildiği sorusunun cevabı ise, varlıkların diğerlerinden farkını ortaya koymalarındadır. Kimliğin bilincine ulaşılması ise, o şeyin kimlerden ne şekilde farklı olduğunun bilgisi yoluyla 41 mümkündür. Kimlik çalışmalarında zaman zaman gözden kaçırılan bir husus ise “farklılık” ve “ötekilik” kavramlarının birbirinin yerine kullanılmasıdır. Kimlik kavramı aslında bir aidiyeti ve aynı olanların bütünlüğünü ifade eder, buna rağmen varlıkların kendilerine diğerlerinden farklılıklarına yani ötekilere göre konumlandırdığını da görmek 42 mümkündür. İnşacı yazarlara göre farklılık kimliğin olmazsa olmazı, onun oluşumun temel göstergelerinden birindir. Daha doğrusu farklılık, kimlik kavramını var eden unsurların başında gelir. Ötekilik kavramına ise, daha çok kendi kimliğini oluşturan “şeyler”in, kendilerini farklılıklarla tanımlamakla yetinmeyip, ötekilerle ortaya koymak gibi kendilerine ikinci bir yolu seçmeleri durumunda rastlamaktayız. Uluslararası ilişkiler literatürü içinde bu durumu değerlendirdiğimizde, öteki kavramına devletlerin ve ulusların kendilerini var etme sürecinde yararlandıkları bir pratik olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Bu noktada birkaç örnek verilebilir. Bush’un yönetiminin Irak ve Afganistan’ın ABD güçlerince işgal edilmesi sürecinde, başta kendi toplumlarında sonrasında tüm dünya toplumlarında eylemlerini meşrulaştırmak ve destek toplamak amacı ile kendi savaşçılarını “özgürlük aşığı askerler” olarak sunarken karşı tarafı şeytani “korkak teröristler” gibi negatif bir algı ile sunması oldukça somut bir 43 örnektir. Bu hususta ele alınabilecek bir diğer örnek, Balkan devletlerinin kendi uluslarını oluşturma sürecinde, Osmanlı geçmişlerini olumsuz bir algı içinde söylem ve eğitim sistemleri içinde tekrar etmesi, onların ulusal kimlik ve ulus devlet inşa süreçlerinin oluştuması olarak verilebilir. Bu onların sosyolojik olarak ortak düşünce ile inşa edecekleri yeni uluslarını ve devletlerini oluşturmaya hizmet etmekle beraber, farklılıklarını ortaya çıkaramamaktaki eksikliklerini de beraberinde gözler önüne 41 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1997), S.2-4 42 Senem Sönmez Selçuk, Postmodern Dönemde Farklılığın Kutsanması ve Toplumun Parçacıllaştırılması: “Öteki” ve “Ötekileştirme”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi Cilt 15, Sayı: 2, Güz 2012, ss.78-99, s.80 43 Richard Ned Lebow, Identity and International Relations, International Relations Copyright © 2008 SAGE Publications Los Angeles, London, New Delhi, Singapore and Washington DC, Vol 22(4): 473– 492, p. 475 27 sermektedir. Bu durum aslında eleştirilmesi gereken bir durumdur. Çünkü devletler de binalar gibidir; binalar temelleri üzerinde inşa edilmektedir ve ulus devletlerin temelleri de kendi “biricik”likleri üzerine inşa edilmesi gerekirken, ötekileştirme ile bu temel dışardan eklenen unsurlarla inşa edilmektedir. Tarih, entelektüel boyutta toplumların tabanında hazmedilmeye başlandığı zaman, bahsi geçen ulusların sosyolojik bir buhran ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Kimliğin tanımlamasını biraz daha açmamız gerektiğinde, bu kavramı bireysel ve kolektif olarak iki temel anlamda incelemek faydalı olacaktır. Uluslararası ilişkiler disiplini içerisindeki kimlik kavramını ele alırken, daha çok kolektif kimlik üzerinde durma gerekliliği söz konusudur. Ortak düşünceler ve değerler etrafında buluşan, diğer gruplardan veya insanlardan farklılıkları ile onların arasında sıyrılabilen birden fazla insan tarafından oluşturulan grupların kimliklerine kolektif kimlik diyebiliriz. Bu grup içindeki unsurların yani bireylerin ortak özellikleri genel anlamda aynı fikri ve normları paylaşıyor olmalarının yanı sıra, bu normlar etrafında oluşturulan kurallara uyma eğilimi göstermeleridir. Bu ise aidiyet duygusu ile perçinlenmekte olup, grupların kolektif kimliklerini değişen dış dünyayla ve diğer aktörlerle etkileşimleri aracılığı ile sürekli olarak yeniden inşa edilmektedir. Uluslararası ilişkiler literatürü içinde kolektif 44 kimliğin atıfta bulunduğu noktalar ise, ulusal kimlik ve devlet kimliğidir. Kolektif kimliğin üyeleri kendilerini “biz” olarak ifade ederken bu grubun üyesi olmayanları “onlar” olarak tanımlayarak, zaman içinde kültürel farklılıklar üzerinden “öteki”ni 45 inşasını oluştururlar. Bu aynı zamanda kolektif kimliğin kendisini meşrulaştırmasının 46 yoludur. 3.1. Ulusal Kimlik Bu noktada ulusal kimliklerin aynı zamanda milliyetçilik kavramı ile beraber anılması, onu siyaset bilimi içerisinde ideoloji çalışmaları içerisindeki çalışmaların içine 47 dâhil etmiştir. Milliyetçilik ulus devletlerin dayanak noktasını oluştururken, siyasal ve kültürel unsurların birbirleri ile uyum içerisinde, homojen bir yapıyı oluşturmasını 44 Nuri Bilgin, Kollektif Kimlik, 1.B., İstanbul, Sistem yayıncılık, 1999, s.62 45 Akif Pamuk, Kimlik ve Tarih, 1.B. İstanbul, Yeni İnsan Yayınevi, 2014, s.44 46 Ibid, s.46 47 Antony Smith, Milli Kimlik, 7.B., Bahadır Sina Şener (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2014), s. 147 28 48 öngörür. Milliyetçilik, milli çıkarların korunmasında ideolojik dayanağın oluşturulması bağlamında Uluslararası ilişkiler kuramı içinde önemli bir konuma sahiptir. Milli çıkarlar, dış politika karar vericilerini, devletin eylemlerini belirlerken 49 sınırlayan ve şekillendiren bir unsur olarak değerlendirilmelidir. Ulusal kimliğin tanımında ise şu kavramlara atıflarda bulunulduğu görülür: ortak tarih, ortak dil, ortak etnik köken, ortak mitler ve hatıralar, ortak din ve ortak gelecek hayali. Ulusal kimlikler, aktörler arasındaki iletişim ve birbirlerine meydan okumaları yoluyla inşa edilebilmektedir. Ulusal kimlikler bu etkileşimlerini birbirleri ile iletişim araçları vasıtası ile sağlamakla beraber, sonucunda uzlaşabilirler veya en azından 50 değişebilirler. Uluslararası ilişkiler disiplini içindeki kimlik ile ilgili bir diğer tartışmalı konu ise, zaman zaman devlet kimliği ve ulusal kimlik tanımlamalarının ayrımının kesin olarak yapılamıyor olmasıdır. Ulusal kimlik kavramını devlet kimliği yerine, devlet kimliğini de ulusal kimlik yerine kullanan düşünürler olmasına bu iki kavram aslında birbirinden farklıdır. Ulusal kimlik daha toplumsal bir biricikliği temsil ederken devlet kimliğinde bir üst yapının, bir kurumun biricikliği söz konusudur. Ulusal kimlikte temel oluşturucu ögeler toplum ve bireyler iken, devlet kimliğinde bunun ulus olduğunu görürüz. Bir başka deyişle, ulusal kimlik devlete diğer devletlere veya dış aktörlere karşı koruyucu bir üst yapı görevi vermektedir. Bu noktadan çıkışla devletin aslında sosyal olarak inşa edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Toplumların normatif düşüncelerinin belirli zorlayıcı kurallar ile birlikte o toplumun varlığını sistemli bir şekilde devam ettirilmesi için devletler inşa edilmiştir. Yine bu toplumların değer ve normları değiştiği sürece devletlerin kimliği de değişime uğrayacaktır. Devletin de ulusu diğerlerinden korumak ve sosyal hayatı düzenlemek için attığı adımlar o toplumu değiştirecektir çünkü devlet diğer ulusların ve diğer devletlerin etkileri ile doğrudan etkileşime giren ilk unsurdur. Devletin bu diğer aktörler ile inşa sürecine girmesi sonucunda uğradığı dönüşüm onu yeniden ulusu ile karşı karşıya getirecek ve bu ikili 48 Osman Çetin, Dinsel Kimliğin Siyaset ile İlişkisi: Alevi Kimliği Örneği, Civilacademy, p.35-53, S.36 49 Jutta Weldes, Constructing National Interest, European Journal of International Relations, September 1996, pp.273-318, S.276 50 Ebru Çoban Öztürk, İnşacı Kuram Gözüyle Ulusal Kimlik, İkili İlişkiler ve Uzlaşma, Ermeni Araştırmaları, 2014, Sayı 47 S.85-101, s. 90 29 arasında yeni bir dönüşüm sürekli olarak tekrar edecektir. Buradan da anlaşılacağı üzere, ulusal kimlik ve devlet kimliği birbirini karşılıklı olarak inşa eden iki ayrı kimliktir. 3.2. Kimlik ve Dış Politika İlişkisi Kimlik ve dış politika arasındaki ilişki incelenirken, “devletler ne istiyor?” sorusu üzerinde durmakta fayda vardır. Bu sorudan hareketle, öncelikle devletlerin eylemlerinin onlarının istekleri ile doğrudan ilişkili olduğunu belirtmek gerekir. Bu durumu analiz düzeyinde bireylere inerek de açıklayabiliriz. Bir insanın davranışlarının onun istekleri doğrultusunda olduğunu varsayarsak, çıkarların eylemlerimizi şekillendirdiği hatta oluşturduğunu söylemek mümkün olacaktır. Bu noktada akıllara başka bir soru gelebilir: İnsanlar çıkarları ile mi hareket eder? Bu soruya cevaplarken öncelikli olarak belirtmek gerekilen husus, çıkarların bu analizde realist kuramda olduğu gibi olumsuz anlamda kullanılmıyor olduğudur. Realist yaklaşım insan doğasını verili olarak kötü ve bencil olarak tanımlarken, inşacı yaklaşımda insan doğası diğer aktörler ve çevre ile sürekli etkileşimden oluşan ve bu oluşumun devamından inşa edilen bir unsurdur. Nitekim bunu iyi veya kötü olarak ön koşullu kabul etmek büyük bir hata olacaktır. Devletlerin de kimliklerini tek bir güç peşinde koşan ve bencil gibi bir 51 gerçeklikle açıklamak yetersiz olacaktır. Yani, çıkarları belirleyen temel unsur iyi ya da kötü doğalar olmaktan ziyade sosyal olarak inşa edilen kimliklerdir. Bir kimliği iyi ya da kötü olarak tanımlamak ise, diğer aktörlerin bu kimlikle olan etkileşiminde, diğer aktörlerin kimliği ve algılamaları ile ilgili bir durumdur. Bu algıların sonucunda ise, diğer aktörlerin kendi tepkileri ve eylemleri şekillenecektir. Bu durumu analiz birimini yeniden uluslararası ilişkiler boyutunda taşıdığımızda, devletlerin çıkarlarının onların kimliğinden meydana geldiği ve bu çıkarların kanalında oluşan eylemlerin ise diğer devletlerin eylemlerini şekillendirdiği gibi bir gerçek ile karşı karşıya geliriz. Uluslararası ilişkiler disiplini içinde devletlerin dış politikasını yukarda bahsettiğimiz “eylemler” olarak ifade edebiliriz. Devletlerin dış politikası o devletlerin kimlikleri ve çıkarları ile oluşmaktadır. Bu noktada, kimlik ve çıkar arasındaki ilişkiyi incelemenin 51 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1-Kimlik, Kültür, güvenlik ve Dış Politika, MKM Yayınları, Bursa, 2012, s.128 30 devletlerin dış politikasını analiz etmemiz hususunda önemli faydaları olacaktır. Eğer devletler kim olduklarını bilemezler ise ne istediklerini de bilemeyecek olacakları için, kimlik olmadan çıkarların da olmayacağı sonucuna varabiliriz. Burada özellikle üzerinde durmamız gereken konu da, kimlik ve çıkarın birbiri ile olan ilişkisidir. Çıkarların her ne kadar kimliklerden doğması gereken doğal bir unsur olması beklense de, pratikte devletin yanlış çıkarların peşinden gitmesi gibi durumlar söz konusudur. Hâlbuki ki çıkarlar kimlikler olmadan hangi yoldan gideceğini tespit edemezler, ayrıca kimliklerin sağlıklı bir şekilde inşasını sürdürebilmesi için 52 çıkarlar motive edici bir fonksiyona sahiptir. Sonuç olarak inşacı yaklaşım, uluslararası ilişkiler disiplini içinde devletlerin eylemlerinin kaynağını bu devletlerin çıkarları olarak görmekte ve bu çıkarların ise devletlerin kimliği sonucunda ortaya çıktığını savunmaktadır. İnşacı yaklaşım içinde devletlerin kimliği ile ilgili tartışmalardan biri de devletlerin kimliğinin ilk nasıl oluştuğu konusudur. Kimi inşacı düşünürler, devletlerin kimliğinin, onların diğer devletlerle olan etkileşimi sonucunda oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Bu düşünürler, kimliğin bir farkındalık ile oluştuğunu ve bu farkındalığın yalnızca diğer devletlerle etkileşime girdiklerinde ortaya çıkabileceği fikrini öne atarlar. Devletler başkaları ile karşılaşmadan kendilerinin farkında değildir, bu durumda 53 kimliklerinden bahsetmek olanaksızdır bu düşünürlere göre. Bu noktada inşacı düşünürler arasında bunun tam aksi düşüncelerin olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu düşünürlere göre, kimliğin sadece dışsal etkileşimlere ortaya çıktığı düşüncesi kabul görmemektedir. Onlara göre bunu savunan düşünürler, kimlik inşası sürecinde, iç dinamikleri görmezden gelmektedir. İçsel süreçlerin göz ardı edildiği bu önermenin gerçekten eksik ve tutarsız kaldığını söylemekte fayda vardır. Açıklamak gerekirse, devletin diğer devletlerle karşılaşması sonucunda kimliğinin oluşması her ne kadar aktörler arası inşa sürecinin kimliği oluşturduğu gibi inşacı bir yaklaşımı destekler nitelikte olsa da, aktörlerin devletlerden ibaret olduğu düşüncesi daha çok realist 52 Alexander Wendt, Uluslararası Siyasetin Sosyal Teorisi, 2.B., İstanbul, Suna Gülfer Ihlamur Öner, Helin Sarı Ertem, Küre Yayınları, 2016, s. 231 53 AlexanderWendt, “Anarchy is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organizations, Cilt: 46, Sayı:2 s.s. 401-402 31 kuramın savunduğu ilkeleri hatırlatmaktadır. Realist düşünürler devletleri uluslararası ilişkilerin yegâne aktörleri olarak görürler ve bunu verili olarak ön kabul ederler. İnşacı bir bakış açısı ile bu konuya yaklaştığımızda, kimliklerin diğer aktörlerle etkileşime girmesi sonucunda oluştuğunu savunanlara sormamız gereken bazı sorular vardır. Bu sorulardan ilki, eğer devletler diğer devletler ile etkileşimleri sonucu kimliklerini var ediyor iseler, en başta devlet nasıl ortaya çıkmıştır, yani devleti verili olarak kabul etmek ne kadar doğrudur? Bu noktada, inşacı perspektiften bakıldığında, devleti verili bir unsur olarak kabul etmenin aslında mantıklı bir yaklaşım olmadığını söylemek doğru olacaktır. İnşacı yaklaşım var olmanın temelini dahi sosyal bir inşa sürecine dayandırırken, devletin iç dinamiklerini görmezden gelmek mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte ulusal kimliğin varlığı bizzat bu konuda daha aydınlatıcı olacaktır. Ulusal kimliğin geçmişin ortak hafızası, ortak mitler, ortak dil, ortak kültür, ortak tarih ve ortak hayaller gibi unsurlarının diğer devletler ile etkileşime geçmeden 54 önce de varlıkları söz konusudur. Ayrıca sivil toplum örgütleri, etnik ve dini gruplar, uluslararası organizasyonlar, siyasi partiler gibi iç dinamiklerin de 1990’lı yıllar ile birlikte kimlik inşa sürecine girmesi göz önünde bulundurulmalıdır. Bu unsurların göz ardı edildiği, aktörlerin eylemlerinin ve birbirleri ile olan etkileşimlerinin kimliği oluşturduğu varsayımında, devletinin dış politikasının kimliği oluşturduğu gibi yanılsama söz konusudur. Dış politikanın kimliği karşılıklı olarak inşa etmesi gibi bir durum gerçekçi iken, kimliğin dış politikanın bir sonucu olması hali, inşa sürecinin tersten okunmasıdır. İnşacı perspektiften devletin dış politikası ile ulusal kimliği arasındaki ilişki analiz edilirken, devletin ulusal kimliğini korumak için dış politikada kullandığı söylemler, devletin aynı zamanda kendi konumunu da güçlendirmektedir. Söylemler yolu ile hem içerde hem de devletin çevresindeki aktörlerle etkileşime geçilmekte, 55 kimliğin inşası devam ettirilmektedir. Bu durumun farkında olan devletler, kendi meşruiyetlerini sağlamak için, ulusal kimliğin unsurlarını kullanmaktadırlar. Sadece bu durum bile, devletin varlığının aslında ulusal kimlik vasıtasıyla inşa edildiğini ispatlar 54 Süleyman Yıldız. Kimlik Ve Ulusal Kimlik Kavramlarının Toplumsal Niteliği, Millî Folklor, Yıl 19, Sayı 74 , 2007, s.13 55 Ebru Çoban Öztürk, Kimlik, Dış Politika ve Uzlaşma: İnşacı Kuram Çerçevesinde Ulusal Kimlikler ve İkili İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme, Yeni Türkiye 60, 2014, s.3 32 niteliktedir. Devletin iç dinamiklerini hareketli tutmak için dış politikayı kullanması ise, kimlik devlet ilişkisinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceğini gösterirken, dış politika ise bu noktada sadece bir araç olarak kullanılabilmektedir. Sonuç olarak kimlik ve dış politika arasındaki ilişkide, iki durum göze çarpmaktadır: birincisi dış politikanın kimliğin çıkarlar vasıtasıyla bir sonucu olduğu; diğeri ise dış politikanın devlet ile kimlik arasındaki ilişkiyi pekiştirmek için bir araç olarak kullanılması. 33 İKİNCİ BÖLÜM TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE KİMLİK 1. OSMANLI DEVLETİ’NDEN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE KİMLİK İNŞAASI Modern Türk kimliği ile ilgili ortaya bireyler koyabilmek için, kimliğin geçmişte nasıl siyasal, tarihsel ve kültürel olarak oluşturulduğunu, yani kimliğin köklerine 56 bakmak gerekir. Türk devriminin en göze çarpan özelliğinin devletin kuruluşundaki modernleşme projesi olduğunu açıkça ifade edebiliriz. Bu modernleşme projesinin inşacıları modernleşmeyi Batılılaşma olarak görmüşlerdir. Batı medeniyetinin seviyesine ve niteliklerine ulaşılması bu projenin amacıydı. Batı medeniyeti denildiği zaman ise, bu tüm Avrupa’yı kapsamıyordu; daha çok Batı Avrupa özellikle de İngiltere ve Fransa kasıt edilen ülkelerdi. Bu noktada modernlikten anlaşılan, Avrupa’yı modern yapan kültürel boyutları kucaklamak ve içselleştirmek olmuştur. Dolayısıyla, modernleşme ile birlikte gelmesi beklenen bireyin sekülerite ve siyasi bağımsızlığını elde etmesi için, akılcılık, bürokratikleşme ve kurumsal etkililik yeterli görülmemiş, kültürel ve sosyal bir dönüşüm gerekli görülmüştür. Bu dönüşüm için de, temel aktörün devlet olarak alınması kaçınılmazdı, çünkü modernite ile uyum içinde olmak, Batıyı takip etmekle başlamak zorunda idi, bu terminoloji içinde edenin devlet olarak 57 dönüşümün merkezine konulması kaçınılmazdı, devlet önce kendini dönüştürmeliydi. Modernleşmenin gerçeklemesi için eskinin olumsuz olarak görülmesi ve gösterilmesi gerekli görülmüştü. Osmanlı Devleti içinde, İslam kimliği devletin siyasi meşruiyetini sağlayan unsurların başında gelmekteydi. Bunun yanı sıra, İslam kimliği Osmanlı Devleti içindeki bireylerin kimliğini de temsil etmekteydi. Toplumun dini yapılardan kurtulması ve yeni Türk ulus kimliğine dönüştürülmesi gerekmekteydi. Türk devrimi eski devletin din üzerinden olan meşruiyetini tamamen reddediyor ve seküler bir ulus meşruiyeti kazandırmak istiyordu. Sekülerizm yeni devletin başlıca ideolojik 56 Kemal Karpat, Kimlik ve İdeoloji-Osmanlı’dan Günümüze, 6.B., İstanbul, Timaş Yayınları, 2017, s.17 57 Ali Aslan, Problematizing Modernity in Turkish Foreign Policy: Identity, Soverignty, and Beyond, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 9, Sayı 33, 2013, ss.27-57, s.37 34 parametrelerinden biri olacaktı. Buradaki amaç, ulusalcılığın ve modern devletin niteliğini arttırmaktı ve bu eski teokratik imparatorluğun mevcut kurumlarının ve 58 konseptlerinin kaldırılması ile mümkündü. Türk devrimi toplumun keskin, ani ve topyekûn bir dönüşümünü gerektirmiş ve geçmişle bağlantılar tamamen kopartılmak istenmiş olsa da ülkenin modernleşme ve Batılılaşma çabaları Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlamıştır. Sekülerleşme amacındaki çabalar ve gelişmelerin yaklaşık yüzyıllık bir geçmişinin olduğunu görmek gerekir. Bir takım Batılı yasalar ve uygulamalar çok yeni devletten çok daha önce uygulanmaya, bu yeni normlara uyum sağlanmaya çalışılmıştı. Kemalist dönüşüm tüm bu denemelerin zirve yaptığı bir proje ile gerçekleştirilmek istenmişti. Bu değişim topluma artık daha radikal ve yoğun olarak sunulacaktır. Osmanlı İmparatorluğu aslında Batı ile her zaman etkileşim halinde olmuştur. Sadece, bu etkileşimin seviyesi ve niteliği değişiklik göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruklarında iken, Batıya karşı kendi gücünü daha büyük görmüştür. İslam kimliğinin Batı kimliğinden daha güçlü bir meşruiyetinin de olduğunun farkında olan devlet, Batıdan kendisine maddi veya sosyal olarak hiçbir unsuru ithal etme gereği duymamıştır. Aksine, gücüne güç katan İslam kimliğini Batının kimliğine karşı yücelterek sınırları içerisinde yaşayan insanların kendilerine olan inancını da yüksek tutmaya çalışmıştır. Bu yüzden Batıyı kendisine bir model olarak 59 görmemiştir. Bununla birlikte, Batıyı “öteki” kimliği algısı içinde, hükmedilmesi gereken rakip bir medeniyet olarak görmüştür. Hükmetmeyi sadece maddi unsurlarla, yani ekonomik veya silahlı güçle yapmayıp, onları kendi kimliklerine dönüştürmek gibi bir gayeye de sahip olmuştur. İmparatorluğun kendisini Batıdan üstün görmesi, hatta kıyasa bile gerek duymadığı yüzyıllar 17. yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Başta Avusturya ve Ruslarla yapılan savaşların kaybedilmesi, Osmanlı elitlerinin özeleştiri yapmalarına aracı olmuştur diyebiliriz. Bu savaşların sonunda yapılan Karlofça ve Pasarofça gibi küçük düşürücü diyebileceğimiz anlaşmalar, Osmanlı yöneticileri ve elitleri arasında imparatorluğun durumu ile ilgili “farkındalık” oluşturmuştur. Bu farkındalığın getirisi, 58 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, Ankara, Agora Yayın, 2004- (Çev.) 2008, ss.205-206 59 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, 25.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s.10 35 elit ve yönetici kadronun, bir tür gerilemenin olduğuna kanaat getirmeleri, bununla birlikte buna bir çözüm arayışına girmeleri olmuştur. Bu noktada düşünülen çözümlerden biri, zayıflayan ve yıpranan devlet yapısını düzeltmek olmuştur. Bunun yanı sıra daha güçlü olarak seslendiren çözüm ise askeri yapının Batılı anlamlarda yenilenmesi ve güçlendirilmesi olmuştur. Buna örnek olarak ise, Rusya’da Büyük Petro(1. Petro) zamanında yapılan Batılılaşma ve modernleşme hareketlerinin, devletin 60 gücünü yeniden toparlaması ile sonuçlanması verilebilir. Yapılan ezici anlaşmalarla birlikte gelen barış süreci ile birlikte Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın inisiyatifinde yüksek dereceli devlet adamları Avrupa’ya gönderilmeye başlanmıştır. Avrupa’ya giden bu devlet adamlarının misyonu oradaki uygarlığı incelemek olmuştur. Özellikle askeri ve endüstriyel anlamadaki teknolojiye devletin adapte olma süreci bu adımlarla başlamıştır. Fakat bu adımlar sadrazama pahalıya mal olmuştur. Avrupa’ya giden devlet adımlarının Fransız kültürünü de beraberinde getirmeleri özellikle orta sınıf içinde tepkilere sebep olmakla beraber, sadrazam ve onunla birlikte olan önde gelen kişiler öldürülmüştür. Görüldüğü üzere, Batılılaşma anlamında atılan adımlar sert tepkilere sebep olmakla beraber, ordu ve endüstri alanında yapılmak istenen reformlar tüm uluslararası sistemde dönüşüme sebep olan Fransız İhtilaline kadar ertelenmiştir. Fransız ihtilalinin gerçekleştiği yıl padişahlık tahtına oturan 3. Selim öncelikli olarak mücadele etmek zorunda kaldığı, şimdiye kadarki reformların ertelenmesine sebep olan ayan sınıfına karşı ve dış düşman olan Rusya’ya karşı Nizamı Cedit (yeni düzen) reformlarını gerçekleştirmiştir. Askeriyede Batılı anlamda yenilik ve ıslah düzenlemelerini getiren bu süreç, aynı zamanda Avrupa’da elçilikler oluşturulması ile birlikte kültürel değişimlerin de öncüsü olmuştur. Avrupa’ya askeri anlamda eğitimler alması için gönderilenlerin, özellikle Fransız norm ve fikirlerini içselleştirip imparatorluğa aşılamaya başlaması, yeniçeri, ulema ve ayan sınıfının tepkisi ile karşılaşmıştır. Askeri okullarda Fransızcanın yabancı dil olarak okutulmasına kadar varan yenilikler, bahsedilen devlet içindeki gruplar tarafında hazmedilmesi zor 61 gelişmeler olmuştur. Nitekim 3. Selim şiddetli baskılarla birlikte tahttan indirilmiştir. 60 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2.B., İstanbul, Arkadaş Yayıncılık, 2015, s. 45 61 Ibid, s. 46 36 Yeniden duraklama sürecine giren Batılılaşma hareketleri bu sefer çok uzun sürememiştir. 2. Mahmut (1808-1839)’un padişah olması ile birlikte, reform süreci çok daha yoğun bir hareketlenme içine girmiştir. II. Mahmut zamanında yapılan yenilikleri kendisinden sonraki yeniliklerin hem önünü açmış hem de onların önüne engel teşkil edecek devlet içindeki karşı grupların etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu engeller daha önceki yeniliklere karşı en büyük tepkiyi gösteren dini ulema sınıfı ve askeri yeniçeri ordusudur. II. Mahmut kendisinden önce gelen yöneticilerin yapamadığını, yeniçerileri ortadan kaldırarak ve ulema sınıfının gücünü azaltarak başarmıştır. Bunun sayesinde, sosyal, ekonomik ve askeri alanlarda yapılacak olan 62 reform hareketlerinin yolu üzerindeki en büyük engel kalkmış olmuştur. 19. Yüzyıl imparatorluğuna damgasını vuracak reform hareketlerinin başlıcaları, ordu, merkezi bürokrasi, devlet yönetimi, vergi sistemi, eğitim ve iletişim kanalları olarak 63 sıralanabilir II. Mahmut’un bu reformları daha kapsamlı ve kalıcı olarak yapabilmesinin arkasındaki yatan sebeplerin başında reformların yönetimine yönelik bir kadro oluşturması gelmektedir. Bu kadronun yönetiminde Avrupa’ya gönderilen öğrenciler, Osmanlı’nın en büyük eksikliklerinden bilim ve teknoloji açığını kapatmak 64 için aynı zamanda Avrupa dillerini de öğrenmek zorunda kalmışladır. Daha önce elçiler ve askerler gönderilmiştir fakat Batılılaşma çabaları içinde öğrencilerin gönderilmesinin Osmanlı tarihinde bir ilk olduğunu belirtmekte fayda vardır. 1827’de Avrupa’ya modern bilimleri öğrenmek için gönderilen bu öğrencilere ek olarak, ülke içinde de bu modernleşme hareketlerine yönelik adımlar atılmıştır. Askeri tıp okulu, askeri okul ve yönetim bilimleri fakültesinin açılması önemsenmeyecek adımlar değildir. Bu adımları daha da dikkat çekici kılan özellikleri ise, seküler yapılar olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Daha sonrasında Tanzimat reformları hatta 20.yüzyılda ortaya konan reformların temelini bu seküler adımlar oluşturmuştur. Çünkü II. Mahmut’un modernleşme anlamında getirileri bürokraside ve askeriyede seküler ve materyalist fikirler kapsamında yetişen elitler oluşturmuştur. Bunların yanı sıra, özellikle askeri tıp okulunda modern tıp, biyoloji ve fizik gibi bilim dallarının 62 Bazki Tezcan, Karl K. Barbir, Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Olıuşumu, İstanbul, istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, s.137 63 Erik Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 32.B., Yasemin Gönen (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s.59. 64 Ibid, s. 46 37 öğretilmesi, daha sonrasında rasyonel ve pozitivist yaklaşıma sahip düşünür ve 65 yazarların yetişmesine imkân tanımıştır. II. Mahmut’un ardından, Abdülmecit zamanında, reformların niteliği devlet kimliği perspektifinden baktığımızda değişiklik göstermiştir. Daha öncesinde Batılı anlamda bilimi ve teknolojiyi almak olan modernleşme hareketleri artık yerini demokratikleşme adımlarına 1839’da Gülhane Hatt-ı Şerif-i, bir diğer ismiyle Tanzimat Fermanı ile bırakmıştır. Yenilikten ziyade bir tür dönüşümün garantisi olarak nitelendirebileceğimiz adım olan Tanzimat Fermanı’nın içeriğine baktığımızda bir tür önlem fermanı da diyebiliriz. Bunun sebebi ise, imparatorluk içindeki grupların, merkezi otoriteye olan bağlılıklarının zayıflamış olmasıdır. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ayrılıkçı hareketleri ve Fransız İhtilali ile birlikte imparatorluk içinde etnik grupların milliyetçilik ideolojisi üzerinden hareketle başkaldırıları, devlet yöneticilerini yeni bir Osmanlı kimliği oluşturma zorunluluğuna itmiştir. Eğer böyle bir kimlik oluşturulamaz ve tüm vatandaşların devlete olan bağlılıkları söz konusu olmazsa, dışardan bir devletin müdahalesi kaçınılmaz bir boyut almıştır. Etnik kimliklerin önemi imparatorluk içinde bu dönemde anlaşılması, etnik kimliklerin devletin dış politika kararlarına etki etmesi, onu diğer devletlerle olan ilişkilerinde baskılaması ile birlikte 66 ortaya çıkmıştır. Bunu önlenmesi amacı ile gayrimüslim tebaayı da kapsayacak şekilde imparatorluk içindeki tüm bireylerin haklarını genişletecek yeni bir düzenleme Tanzimat Fermanı ile ortaya çıkmıştır. Tanzimat Fermanının içeriğine bakarsak, vatandaşın devlete olan aidiyet hissini yeniden oluşturma veya kuvvetlendirme diyebilecek adımların atıldığını bariz bir şekilde görmek mümkündür. Özel mülkiyetin devlet tarafından güvence altına alınması, yargılamalarda hukuk devleti niteliklerinin getirilmesi, her vatandaşın canının ve malının korunması gibi hususlar ilan edilerek vatandaşların devletle olan bağının arttırılması amaçlanmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupai tarzda reformların sadece önlem amaçlı olmadığını, 3. Selim ve özellikle 2. Mahmut zamanında yapılan yenilikler sonucunda devlet içinde entelektüel anlamda Batılı elit grupların ve kültürün oluşmasının da bu fermanın sebeplerinden biri olduğunu 65 Erik Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 32.B., Yasemin Gönen (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s.46 66 Jülide Karakoç, Konstrüktivizmde Dış Politika ve Etnik Kimlikler, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:28, Sayı: 2, Yıl:2013, ss.131-160, s. 137 38 savunanlar olmuştur. Bu noktada bu fermanın inşacı bir sürecin ortaya çıkan bir eylemi mi yoksa tamamen pragmatik politikaların bir ürünü mü olduğu konusu tartışılmalıdır. Sonuç olarak, iç ve dış aktörlerin ve bizzat kendisi de bir aktör olan devletin etkileşimlerinin mevcut devlet politikasını, yönetim kültürünü ve vatandaşların kimliğini dönüştürdüğünü tespit edebiliriz. Bu dönüşümün sosyal boyutuna baktığımızda, insanların günlük yaşamlarının, giyim tarzlarının, harcamalarının, ilişkilerinin, hatta yaşadıkları evlerin Batılı anlamda değişmiş olduğunu, reformların sadece askeri veya devlet yönetimi ile sınırı kalmadığını görürüz. Bir başka deyişle bu 67 değişimler insanların hayatına her alanda girmeye başlamıştır. Kadınlar için okulların açılması da bunun örneklerinden biridir. Gazetelerde kadının hayatının da yer alması, Osmanlı Devleti içinde daha gerçek anlamda bir kamuoyunun oluşmasına yol açmıştır. 1.1. GENÇ OSMANLILAR 1870’lere geldiğimizde yapılan reformların devletin gerileme sürecini durduramadığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, yapılan reformlar devlet içinde kimi kesimlerin Batılı anlamdaki kültürü benimsemeleri gibi sonuç ortaya çıkarırken, kimi kesimlerde de tepkilere yol açmıştır. Bu tepki devletin gücünün daha da zayıflaması ile kendisine meşru bir alan yaratmıştır. Bu tepkisel grupların en başında İslamcı kimlikleriyle ortaya çıkan Genç Osmanlılar bulunmaktadır. Genç Osmanlılar, devleti yönetenleri kendi istekleri doğrultusunda yeni reformlar yaptırmaya zorlamaya 68 başlayacaktır. Genç Osmanlıların da aslında bir bakıma reformist bir kimliğinin olduğunu belirtmek gerekir ki zaten, grubun önde gelenlerinin 2. Mahmut dönemi reformlarının yönetici kadrolardan çıkmış olması bu tezi kanıtlar niteliktedir. Genç Osmanlılar daha çok Tanzimat fermanı ile birlikte oluşan Batı’nın her şeyini almak olarak niteledikleri yeni reformist yapıya karşı çıkmaktadır. 67 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, 25.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s.13 68 Ahmad Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 5.B., 2014, s.28 39 Genç Osmanlıların en önde gelen isimlerinden Namık Kemal ve Şinasi’ye Osmanlı Devleti’ni Batı özellikle de Fransa karşısında, donanımlı bir öğretmenin 69 karşısındaki hiçbir şey bilmeyen boş bir öğrenciye benzetmişlerdir. Ayrıca onlara göre Ali ve Fuat Paşa önderliğinde gerçekleştirilen reformlar Avrupa’nın taklidinden öteye geçmemektedir. İslamcı vatansever kimlikleriyle öne çıkan Namık Kemal ve Şinasi aynı zamanda birer vatansever olmakla beraber, Tanzimat’ın yeniliklerinin sığ ve toplumun dini kimliğiyle uyuşmadığını belirtmektedir. Bununla birlikte, Tanzimat kültürü değişmez ise devletinin yıkımının gerçekleşeceğini öne sürmüşlerdir. Genç Osmanlıların bu noktada getirdiği çözüm ise, halkın isteklerinin ve beklentilerinin gerçekleşmesi anayasal ve parlamenter bir yönetimin, İslami kurallar çerçevesinde, devletin yönetim şekline getirilmesidir. Şeriat kurallarının ve İslami değerlerin çatısı altında oluşacak yeni Osmanlı kimliği, devletin kurtuluşunun yegâne yolu olarak görülmüştür. Bu noktada Avrupai anlamdaki modernleşmeyi de tamamen bir yana bırakmamışlardır. Batı medeniyetinden alacakları tek düşünsel sistem liberal devlet 70 sistemidir. Liberal değerlerle korunan İslami parametrelerin savunulduğu bir sistemi öngören Genç Osmanlılar, 1876’da oluşturulan anayasanın taslağında ve yazımında oldukça önemli roller oynamışlardır. 1.2. İKİNCİ ABDÜLHAMİD VE İSLAMCILIK Genç Osmanlıların ardından, yapılan reformlara karşı gelen bir diğer, tepkisel grup da İslamcılardır. Bu grup Genç Osmanlıların aksine, Tanzimat Döneminde yapılan yenilikleri dahi olumsuz bakmıştır. Onlara göre Batı’dan alınan her türlü şey, kendi kültürel kimliklerinin kaybolmasına sebep olacaktır. İslamcı yaklaşıma göre, şeriat Osmanlı toplumuna yeniden getirilmelidir. İslamcı yaklaşımın devlet erki ile uygulanması çalışmaları II. Abdülhamid’in 33 yıl süren hükümdarlığı dönemine rast gelmektedir. Bu yaklaşım bizzat Abdülhamid tarafından benimseniştir. Abdülhamid dönemi devletin gerçekleştirdiği eylemler 69 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, 25.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s.89 70 Erik Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 32.B., Yasemin Gönen (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s.71 40 açısından oldukça tartışmalı geçmiştir. Abdülhamid monarşik bir hükümdarlık sürmekle sürekli olarak eleştirilmekte iken bir yandan da Tanzimat dönemi reformların en çok onun saltanatı döneminde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunun sebebi ise, Abdülhamid’in bir yanının Batıya bir yanın ise içe yani geleneğe dönük onun olmasıdır. Abdülhamid Batı’nı teknoloji, yönetim, eğitim ve ordudaki modern unsurlarını imparatorluğa kazandırmaya çalışırken diğer bir yandan da Batının liberalizm, milliyetçilik ve anayasacılık gibi ideolojilerinde uzak kalmaya çalışmıştır. Batının bu ideolojilerin, Osmanlı toplum yapısına uygun olmadığını düşünen Abdülhamid, toplum içindeki geleneksel ve İslami kimliğe vurgu yapmayı tercih etmiştir. İslami kimliği ön plana çıkarırken halifelik makamını kullanmıştır. Abdülhamid halifelik unsuru ile birlikte, sadece imparatorluk içindeki Müslüman tebaayı değil sınırlar dışında kalan Müslümanları da devletin yanına çekmeye, onların desteğini almayı amaçlamıştır. Pan- İslamizm adı verilen bu politika, Osmanlı Devleti’nin yeni kimliği olarak benimsetilmeye çalışılırken, imparatorluk içindeki farklı dini ve etnik grupların ayaklanmaları bu kimliğin tüm toplumu kapsamadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, bizzat kendi reformları kapsamında batıyı model alan mülkiye ve harbiye gibi okullarda yetişen öğrencilerin, bürokrat, devlet adamı ve askerlik makamlarına gelince, Abdülhamid’in monarşik ve İslamcı yönetimine karşı olmaları, 71 onun devleti dağılmaktan kurtarma çabalarının boşa çıkmasına sebep olmuştur. Bu noktada, Abdülhamid döneminin sosyal özelliklerine bakacak olursak, büyük bir kimlik kavgasının olduğunu söylemek çok doğru olur. Bir tarafta liberalizm ve anayasacılık gibi Batılı ideolojiler diğer yanda ise İslamcılık ve gelenekçilik gibi fikirlerin kafa kafaya geldiği yıllar, Osmanlı toplumu ve devleti açısında bir kimlik bunalımı yılları olarak nitelendirilebilir. 1.3. GENÇ TÜRKLER VE ANAYASACILIK Abdülhamid’in tahttan indirilmesine sebep olan gelişmelerin aktörleri bizzat Abdülhamid tarafından reform hareketlerinin devamlılığı hususunda kurulan idari, 71 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, 25.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s.91 41 askeri tıp ve hukuk okullarının mezunlarından oluşmaktadır. Abdülhamid’e karşı oluşan ilk organize ve sistemli hareket olan İttihadı Osmani Cemiyeti’nin dört temel kurucusu olan İshak Sukuti, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Çerkez Mehmet Reşit, Askeri Tıbbiye Mektebi içinde bu muhalif hareketi başlatmışlardır. Daha sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alan bu mekanizma 1908’de Abdülhamid’e karşıyı darbeyi gerçekleştirerek yönetimi ele geçirmiştir. Türk tarihindeki bu olayı, bir çetenin devletin başına darbe yoluyla geldiği ilk olay olarak nitelendiren tarihçiler olmuştur. 1908 ile 1918 yılları arasında İmparatorluğun yönetimi İttihat ve Terakki grubunun eline geçmiştir, bunun yanı sıra bu dönemin bugünkü Türkiye için önemi büyüktür. Modern Türkiye’nin resmi ideolojilerinin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimde olduğu yıllarda temellerinin atıldığını söylemek yerinde bir tespit olacaktır. Fransızların Genç 72 Türkler olarak adlandırdığı bu cemiyetin fikir ve eylemlerinin günümüz Türkiye’sinde bile hem politik hem de kültürel anlamda var olduğunu belirtmekte fayda vardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devletin ve toplumun modernleşmesi sürecindeki ağırlıkları önemsenecek derecededir. Cemiyetin liderleri, daha önce modernleşme adına yapılan tüm reformları benimsemekle beraber bunların yeterli olmadığını öne sürmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin aydınlanma dönemini tıpkı Batı gibi yaşaması gerektiğini savunan İttihat ve Terakki mensupları, bunun için Batı’nın her alandaki kurumlarının ve değerlerinin alınmasına kadar gidecek bir reformlar silsilesine adım atmışlardır. Avrupa’nın materyalist düşünce sistemine hayranlık duyan cemiyet liderleri aynı zamanda bu ülkelerdeki bilimsel gelişmelerin biran önce Osmanlı Devleti okullarında öğrenilmesi ve eğitiminin verilmesinin gerektiğini düşünmüşlerdir. Genç Osmanlılar Avrupa’dan alınması gereken unsurlar olduğunu savunmuşturlar. Modernleşme anlamında ortak yanlarının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun yanı sıra, farklılaştıkları nokta ise, Genç Osmanlılar Batı’nın bilimi ve yönetim şeklini İslami değerlerle bütünleştirilmesi gerektiğini savunurken, Genç Türkler, İslami öğelerin devletin kurumlarında bulunmamasını öngören seküler yapıların oluşturulmasını istemişlerdir. Ulema sınıfının etkileri tamamen ortadan kaldırılmak istenmiştir, bunu ise eğitim ve yargı kurumlarını sekülerleştirirerek uygulamaya koymuşlardır. Genç Türklerin modernleşme kapsamında yaptıkları reformların bunlarla sınırlı kalmadığını, 72 Erik Jan Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 32.B., Yasemin Gönen (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s.90 42 hatta insanların hayatının her köşesinde hissedilebilecek dönüşümlerin oluştuğunu belirtebiliriz. Cumhuriyet’in getirdiği birçok yenilik aslında bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri tarafından tasavvur edilmiş fakat hayata geçirilememiştir. Bunlardan bazıları şunları: çok eşliliğin kaldırılması, geliştirilmiş kadın hakları, eğitim 73 sisteminin tamamen sekülerleşmesi, Osmanlıca dilinin sadeleştirilmesi. Genç Türklere göre toplumun yaşamındaki değişimler de Batılı anlamda olmalıydı. Fakat bu değişim doğal gidişatına bırakılmayacak kadar önemliydi onlar için. Devlet buradaki dönüşümü tetikleyecek hatta zorlayacak bir güç olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin özellikle zayıf düştüğü dönemlerde ortaya çıkan akımların devleti yeniden eski gücüne kavuşturmak için farklı ideolojilere sahip olduğunu görüyoruz. Bu ideolojilerden hepsinin devletin modernleşmesi gerektiğini savunurken bunun farklı yollardan olacağını savunmuşturlar. Bu yüzden modernleşmek unsuru bu ideolojilerin merkezindedir. Başta Osmanlıcılık sonrasında Pan-İslamizm ve son olarak Genç Türklerle ortaya çıkan Pan-Türkizm akımlarının modernleşmek için Batılılaşmanın gerekli olduğunu öne sürmeleri ile birlikte bunu kendi merkez ideolojileri çerçevesinde yorumlamışlardır. Osmanlıcılık düşüncesi içinde olanların, devletin sınırları içinde olanları bir arada tutmak için yeni bir Osmanlı kimliği oluşturmaya çalışmışlardır. Gayri Müslüm tebaanın kontrol edilemeyeceğini düşünen Pan-İslamist yaklaşıma göre ise, imparatorluk sınırları ve dışındaki tüm Müslümanların 74 desteğini alınması gerektiği savunulmuştur. Son olarak da Pan-Türkizmin anlayışına göre, Genç Türkler grubunun içinden kendilerinin de Araplar, Ermeniler, Rumlar, Sırplar gibi bir etnik kökenlerinin olduğu, bir Türk ulusunun söz konusu olduğu ve kurtuluşun ancak dünyadaki tüm Türklerin bir araya getirileceği bir devlet sistemi olacağı düşüncesi yayılmıştır. Bu üç akımın da tek noktası modernleşme reformlarının gerekli görülüyor olmasıdır. Modernleşme ile birlikte Batılılaşma kaçınılmaz olarak birlikte gelmektedir. Fakat hangi Batılılaşma veya ne kadar Batılılaşma sorularının cevabı bu üç ideolojiyi kendi merkez kimliklerinin de etkisi ile birlikte birbirinden ayırmaktadır. Osmanlıcılık ve İslamcılık anlayışları içinde, Batılılaşma, daha çok Batının teknolojisi ve bilimine uyum sağlamak söz konusu iken, 73 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 5. Baskı, 2014, s.31 74 Ibid, s.s. 43-45 43 kültürel öğelerin toplumun dokusunu bozacağına inanılmaktaydı. Bunların yanı sıra Batının sadece bilim ve teknolojisi ile yetinmeyip sosyal ve kültürel olarak da unsurlarını almak gerektiğini savunan Batıcılar olmuştur. Bu yaklaşımın daha çok İttihat 75 ve Terakki Cemiyeti içinde kendisine yer bulduğunu söylemek mümkündür. Pan-Türkizmi benimseyenlerin etnik olarak Türk kimliğini ideolojilerinin merkezine yerleştirmeleri, Osmanlıcılık düşüncesinden kaçınılmaz olarak uzaklaşmalarını getirmiştir. İmparatorluk içindeki diğer etnik gruplardan çok Türkleri birincil konuma getiren bu anlayış Türklerin yönetimde olmasını ve diğer etnik grupların idari ve politik hayattaki konularının zayıflatılmasını öngörmektedir. Ulusçuluk fikirlerinin vücut bulduğu Pan-Türkizm akımı aslında, gerek Avrupa gerekse imparatorluk içindeki diğer toplumların kendilerini ulus olarak ifade etmelerinden sonra 76 ortaya çıkmıştır. Pan-Türkizm akımının içindekilerin İslami öğelere bakış açısını değerlendirdiğimizde, kesin bir tutumun olmadığını söylemek gerekir. ,Bunun yanı sıra, Pan-Türkizmi savunanlar içinde İslam’ın Türklüğün bir parçası olduğunu savunanların sayısı da azımsanamaz. Bu noktada Ziya Gökalp’ın düşünsel ve sosyolojik alanda ortaya koyduğu çalışmalar, hem İttihat ve terakki mensuplarını hem de modern devletin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü oldukça etkilemiştir. Ziya Gökalp, hem yeni modernleşmeyi hem de İslami kimliği sentezlediği düşünceleriyle Batının rasyonel sistemini alırken diğer yandan geleneğe de atıfta bulunmuştur. Ziya Gökalp’ın Türkçülük düşüncesi, dünyadaki tüm Türklerin bir araya geldiği Turan devletini kurma hayallerine kadar uzanmaktadır. Ziya Gökalp’e göre, Türk kültürü, Batının uygarlığı ile çok daha ileri gidecektir. Bununla birlikte İslam da Türklüğün vazgeçilmez unsurlarından olup, İslam’ın Türk gibi yani Türkçe yaşanması gerektiğini savunmuştur. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi bu düşüncenin somutlaşmış örneklerinden biridir. Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak adlı yapıtının ismi Ziya Gökalp’in düşüncelerini en sade biçimde açıklamaya yetmektedir. Hem Türküm, hem Müslüman hem de Batılıyım diyebilen bir toplum oluşturabilmenin düşünsel ve sosyolojik 77 temellerini cumhuriyetin kuruluşu öncesinde Ziya Gökalp ortaya koymuştur. 75 Ibid, s.s. 54-61 76 Celaleddin Vatandaş, Ulusal Kimlik-Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, 1.B., İstanbul, Açılım Kitap, 2004, s.116 77 Emre Yıldırım, Türkiye’de Milliyetçilik Ve Milli Kimlik:Türkçülügün Keşfi Ve Ulus-Devletleşme Sürecinde Türk Milli Kimliği, The Journal of Academic Social Science Studies, 2014, s.s, 73-95, s.82 44 İttihat Terakki Cemiyeti içindeki yoğun Batılılaşma çabaları, toplumda bir tür kültürel bocalama ve çatışma oluşturmuştur. Osmanlı toplumu bu anlamda ne Batılı olabilmiş ne de eskisi gibi kalabilmiştir. Yapılan Batılılaşma reformları devleti düştüğü yerden kaldırması beklenirken, Gelenek ile modern arasındaki ikilik, devletin yıkım sürecini daha da hızlandırmıştır. Seküler çerçevede yeni eğitim kurumları, yasalar ve düzenlemeler yapılırken, eski ortadan kaldırılmadığı için bu ikilik kendisine zemin bulmuştur. Bu ikilik ve arada kalmışlık cumhuriyetle devrimleri ile nispeten azaltılmıştır. Tanzimat döneminde başlayıp Birinci Dünya Savaşına kadar süren reformlara bakıldığında, Osmanlı elitlerinin devleti kurmak için ortaya koydukları düşünceler ve siyasi eylemlerin, imparatorluk içindeki farklı grupları bir arada tutamadığı tecrübe 78 edilmiştir. Yeni modern devlet, eskiyi tamamen ortadan kaldırarak modern devletin ideolojik temellerini Batılı normlarla ortaya koyacaktır. Eskiyi tamamen yok etmenin yolu ise toplumu dönüştürmekten geçmektedir. Osmanlı Devleti içindeki İslam, Türk ve Batı kimlikleri kendilerine toplum içinden karşılık bulabilmekteydi fakat yapılan reformların bu alt kimlikleri değiştirmekle ilgisinin olmayışı bu tabanın sosyolojik olarak yaşamasına izin verdi ve zaman içinde bu farklılıklar derinleşti ve kimlikleri birbiri ile çatıştıran bir noktaya getirdi. Bunun farkında olan Kemalist reformistler sadece devletin kurumlarının ve yasalarının değiştirilmesinin yeterli olmadığını toplumun da tek tip bir kimliğe dönüştürülmesi gerektiğinin farkına varmaları ile birlikte Osmanlı Devleti’nde başlayan Batılı reformları çok farklı bir noktaya erişmiştir. Osmanlı Devleti içinde yapılan reformlar sadece devletin kimliğini dönüştürmeye yararken, Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan reformlar hem devletin hem de toplumun kimliğini dönüştürmeyi amaçlamıştır. Ancak bunun sayesinde, devlet toplum çatışmasının önüne geçilecek ve yapılacak reformlar da daha hızlı hazmedilecektir. 78 Hakan Bayri, Türkiye’de Kimlik Siyaseti, 1.B., İstanbul, A Kitap, 2013, s.69 45 2. KEMALİST KİMLİK İNŞAASI Türkiye’nin modern kimliği başlığı altındaki dış politikasını ele aldığımızda, Avrupa’nın bir parçası ve üyesi olmanın devletin en temel dış politikası olduğunu söyleyebiliriz. İmparatorlukta devletin yaşadığı sorunların temelinde Osmanlı devlet yapısı ve toplum kültürü olduğunu dile getiren kurucu inşacılar, geçmişi eski olarak 79 nitelemekle beraber, ötekileştirmiştir. Bundan sonra Batıya karşı, Batı’nın değerleri ve sistemi ile devlet ve toplum modernleşecektir. Bu tarihten sonra, Türk siyasal hayatının egemen ideolojisi Kemalizm adı altında oluşacaktır ve devletin iç ve dış politikasını şekillendirecektir. Kemalizm’in tanımını, modern Türkiye’nin oluşumundaki ve 80 dönüşümündeki temel değer ve ilkelerin bütünü olarak ifade edebiliriz. Kurtuluş Savaşı’nın ardından bağımsız bir dış politikaya sürdürmeye özen gösteren devlet, 2. Dünya savaşına kadar ekonomik ve siyasi olarak Avrupa’nın bir parçası olma çabasını da göstermekten geri kalmamıştır. Özellikle Fransa ve İngiltere ile yakın ilişkiler kuran devlet, ikinci dünya savaşının akabinde ABD ile sıcak ilişkiler içine girmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra Batı’ya olan uyum daha da hızlanmıştır, Batı’nın müttefiki konumunda bir devlet haline gelmiştir. Batılı devletlerle karşı yapılan bağımsızlık savaşının kazanılmasının ardından yapılması gereken içeriye dönük reformların güvenliği için dışarıya karşı da sorunsuz politikalar üretilmesi gerekmekteydi. İçerde yeni bir inşa süreci başlayacaktı ve bunun için yeni modern devletin Batılı ülkeler tarafından önce tanınması daha sonra da onların bir parçası olarak görülmesi gerekiyordu. Ancak bu şekilde, dışarda güvenli bir çevre oluşturulabilecek ve içerdeki yeni kimliğin inşası sağlıklı bir süreç içinde gerçekleşmeliydi. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü ile sadece normatif anlamda barışın kendisinin gerekliliği değil aynı zamanda gerçekleşecek olan yeni kimlik inşasının gerçekleşebilmesi için zorunlu şartlara atıfta bulunduğunu söylemek yerinde olacaktır. Aslında bu sözden çıkarabileceğimiz bir diğer anlam da, içerde sağlanacak olan barış ile birlikte dışarda da barışın inşasına yönelik dış politikaların daha uygun bir zemine kavuşabileceğidir. İçerdeki barış dışardaki barış ile 79 Reşat Kasaba, Sibel Bozdoğan, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, 4.B., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2014s.21 80 Kemal Çiftçi, Türk Dış Politkası-Tarih Kimlik ve Eleştirel Kuram Bağlamında, 1.B., Ankara, Siyasal Kitapevi, 2010, s.188 46 etkileşim içerisindedir, biri diğerini inşası için motive edebilmektedir. Modern Türkiye’nin kurucuları toplumun her alanına ulaşacak şekilde ortaya koydukları Batılı anlamdaki reformlarla, hem sosyal hem de politik hayatı kısa sürecek bir sürede dönüştürmeyi hedeflemişlerdir. Türk modernleşmesi inşası sürecinde dış politikada izlenecek yolun önemli olduğu ve bunun Batı ile iyi ilişkiler içinde olma düzleminde olması gerekliliği üzerinde duran kurucular, bununla birlikte Batılı devletlere karşı bağımsız bir duruşu da benimsemişlerdir. Bu noktada dikkat çeken husus, bağımsızlık savaşının Batıya karşı yapıldığı halde, devletin kuruluşundan itibaren Batı ile barışçıl politikalar izlemekte özen gösterilmesidir. Bunun yanı sıra bunun aslında bir ikilem olmadığı, Osmanlı Devleti’nde son iki asırdır oluşturulmaya çalışan modernleşme projesinin güvenliğini sağlamakta bir ön koşul olarak ele alındığını belirtebiliriz. Bunu daha da açacak olursak, devletin kimlik temelinde Batılı anlamda modernleşmesinin devamı gelecektir, yapılan savaş Batının değerlerine karşı değil emperyalist düzenine karşıydı. Batı’nın ekonomik ve politik unsurlarının kendilerini ikincil konuma düşüren, sömüren eylemlerine karşı bir bağımsızlık mücadelesi verilmiş olunmakla beraber, Batının ekonomik ve politik sisteminin yeni devlet tarafından örnek olarak alındığını ifade edebiliriz. 2.1. TÜRKİYE VE BATI 2.1.1. Soğuk Savaş Öncesi Dönem Modern devletin dış politikasında Batı ile iyi ilişkiler geliştirmek isterken bir yandan da bağımsızlıktan ödün vermediği üzerinde durmak gerekir. Lozan’da tam bağımsız bir devlet olma yönünde irade ortaya konulmakla beraber, bu irade cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ortaya çıkacaktır. Lozan Görüşmelerinde üzerinde mutabakata varılamayan konular arasında yer alan Musul, Boğazlar, Osmanlı Devleti’nin borçları ve nüfus mübadeleleri gibi konular dış ilişkilerde gerginlik 81 oluşturan meseleler haline gelmiştir. Batılı devletler yeni devleti bu hususlar üzerinden kendi çıkarları yönünden köşeye sıkıştırmaya çalışsa da, Türkiye, bu noktada, kendi bağımsız politikaları üzerinde direnmiştir. Buradan da anlaşıldığı gibi, modernleşmek 81 Ali Ulvi Özdemir, Lozan’da Başarıyı Ölçmek: Konular Bazında Bir Değerlendirme, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 155-200, s.s 168-178 47 için örnek alınan ülkeler ile gerginlikler devam etmektedir ve bu içerdeki kimlik dönüşümünü zorlaştıran bir husus olarak görülse de kurucuların bağımsız tutumları halk tarafından övgü ile karşılanmış ve mevcut devlete ve yöneticilerine olan bağlılığı arttırmıştır. Batı ile ilişkilerde gerginlik yaratan fakat bağımsız dış politikadan ödün verilmeyen bir diğer mesele de ülkedeki İngiliz, Fransız ve İtalyan okullarının varlığı ve içyapıları olmuştur. Türk hükümeti, bu okullarda okutulan coğrafya ve tarih derslerinin Türk öğretmenler tarafından ve Türkçe olarak yapılması üzerinde ısrar etmesi, Batılı devletlerden İngiltere, Fransa ve İtalya’nın itirazı ile karşılaşmıştır. Kuruluştan itibaren üç yıl kadar süren bu gerginlik sürecinde kimi yabancı okulların kapatıldığı dahi 82 görülmüştür. Lozan’ı meclislerinde henüz oylamayan bu devletler, bunu Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmıştır. Bu tehditlere rağmen yeni devlet, yabancı okullar üzerindeki sınırlarını yumuşatmamış, sonucunda ise Türk hükümetinin istekleri Batılı devletler tarafında kabul edilmiştir. Batılı devletlerle yaşanan bir diğer sıkıntılı mesele de Boğazlarla ilgili gerçekleşmiştir. Boğazlar Komisyonunun kendisine ait bir bayrağının olması gerektiği üzerinde ısrar ebe Batılı devletlere karşı Türk yöneticileri, bunun devletin içişlerine karışmak anlamına geldiği ve izin verilemeyecek bir husus olduğu üzerinde direnmeleri sonucunda başarılı olmuştur. Batı ile dış ilişkilerde yaşanan en gergin meselelerden biri de Türkiye’nin kurulmasının ardından Musul’un akıbeti ile ilgili olmuştur. Henüz 20. Yüzyılın başlarında İngiltere, dünya politikasını şekillendiren ülkelerin başında geldiği sıralarda, Irak’ın kendisine bağlı olduğu durumunu farkındalığı ile birlikte Musul’un Türkiye’ye bırakılamayacağını açık bir şekilde belirtmesi bunun için elinden geleni ortaya koyması karşısında, Yeni Türk devleti, Musul’un Türkiye’nin bir parçası olduğu üzerinde ısrarcı bir tavır sergilemiştir. Osmanlı topraklarına Çaldıran Savaşı ile katılan ve Selçuklu Devleti’nden beridir Türkleşen Musul, Mondros Anlaşması’na rağmen İngiltere tarafından işgal edilmiştir. Lozan anlaşmasının ardından durumu ve geleceği en çok tartışılan şehir haline gelen Musul, yeni Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere’yi karşı karşıya getirmiştir. Türk yönetiminin Musul’u Misak-i Milli sınırları içerisinde 82 Sezen Kılıç, Cumhuriyet Döneminde Yabancı Okullar (1923-1938), T.C Başbakanlık Atatürk Dil, Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-61/cumhuriyet- doneminde-yabanci-okullar-1923-1938 48 olduğu ısrarına karşılık, İngiltere Musul’u Irak sınırları içerisine dâhil etmeye çalışmıştır. Bu gerginlik sürecinde Türkiye, Musul için savaşmak noktasına kadar gelmiştir. Fakat toplum savaştan yeni çıkmış ve yorgundur bunun yanı sıra İngiltere ile girişilecek böyle bir savaşı kazanma ihtimalinin düşüklüğü, Türk yöneticilerini kararı İngiltere lehine veren Milletler Cemiyeti’nin kararına uymak zorunda bırakmıştır. 1926’da Türkiye ve İngiltere arasında, Musul’un Irak sınırları içerisinde kalmasını ortaya koyan bir anlaşma imzalanmakla birlikte, Türkiye’nin bu anlaşma ile birlikte 25 yıl boyunca Irak petrol gelirlerinin %10’luk bir kısmını alacağına karar verilmiştir. Musul meselesi aslında petrole veya petrol alanlarına sahip olabilme meselesidir 83 diyebiliriz. Her ne kadar, Türkiye İngiltere ile Musul sorununu çözmüş gibi görünse de, Batı ile olan ilişkilerinin istenildiği ölçüde dostane olmadığı anlaşılmaktadır. Batılı devletler Türkiye’yi uzunca bir süre, Türkiye’nin kendisini tanımladığı gibi modern ve Batının bir parçası olan kimliği ile tanımayacaktır. Musul meselesinde sorunun Milletler Cemiyetine taşınması da bunun göstergesidir. Milletler Cemiyeti kararlarının dönemin dünya politikasını şekillendiren İngiltere odaklı verildiği, o zaman da uluslararası arenadaki bütün aktörler tarafından bilinmekteydi. Bu meselede kim haklı kim haksız adil bir kararın verilmemesi, Türkiye’nin Batılı kimliğinin inşa sürecinin daha başında karşılaşan ve gerçekleri göz önüne seren Batılı bir davranış olmuştur. Bu da Türkiye’ye, dış politikada Batıya güvenilmemesi ve bağımsız eylemlere devam etmesi gerektiğini bir kez daha hatırlatan bir sonuç doğurmuştur. Aslına bakılırsa, Batı açısından Türkiye’nin kendi gözlerindeki konumunu değerlendirdiğimizde, Türkiye’yi aralarına doğrudan olarak alabilecekler koşulların var olmadığını söyleyebiliriz. Daha düne kadar topraklarını paylaştıkları ve savaş halinde oldukları bir devlet ne kadar Batılı olabilirdir ya da ne kadar güvenilir bir devlet olabilirdi? Bunların gerçekleşmesi için ilerleyen zamanlarda gelişen olaylarda, Türkiye’nin tepkisi ve aldığı tavırların Batı ile ittifak yönünde olması gerekmiştir. Türkiye ise dış politikada Batı tarafından ikincil konuma düştüğü zamanlarda veya Batılı devletler tarafından köşeye sıkıştırıldığında, Rusya ile yakınlaşarak, Rusya’yı bir nevi denge unsuru olarak kullanma yoluna gitmiştir. 83 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, Ankara Üniversitesi Türk inkılâp Tarihi Ensitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 24, Kasım 1999-2003 s. 487-526, s. 488 49 Cumhuriyetin ilk yıllarında da Rusya ile ilişkilerini iyi yönde geliştirmek isteyen Türkiye, bu devlet ile ilişkileri pekiştirmek adına Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması 84 yapmıştır. Dostluk anlaşmasının yapılmasını gerekliliği öngörülen bir diğer devlet de Bağımsızlık Savaşı’nda Türkiye ile ilişkilerini kötüden iyiye çevirmeye çalışan devletlerin başında gelen Fransa’dır. Fransa ile daha cumhuriyetin daha ilk yıllarında, Lozan Anlaşmasındaki kapitülasyonların kaldırılması maddesinin geçerli olması ile birlikte ilişkiler gergin başlamıştır. Kapitülasyonların daha önce 1914’de İttihat ve Terakki yönetiminde tek taraflı kaldırılmasının ilan edilmesi, Batılı güçlerle devleti karşı karşıya getirmişti. Bu kapitülasyonlardan faydalanan Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik olunan Almanya dahi bu karara tepki vermiştir. Daha sonrasında savaşın kaybedilmesinin ardından Sevr Anlaşması ile kapitülasyonların devamlılığına karar verilmiştir. Bu ayrıcalıklar bağımsızlık savaşını kazanan Türkiye’nin Lozan Anlaşması ile ekonomik bağımsızlığı kazanma ve koruma yolundaki iradesini kesin bir tavırla ortaya koymasına kadar sürmüştür. Bunun ardından Cumhuriyetin ilk yıllarında, ilişkilere gergin girilen Fransa ile sorunlu alanlardan biri Türkiye Suriye sınırının belirsizliği olmuştur. Türkiye bu sınırın daha önceden 1921’de çizildiği şekilde kesinleşmesini talep ederken, Fransa Türkiye’nin yaklaşımlarına aynı sıcaklıkta veya çözüm odaklı seviyede tepki vermemiştir. Fransa’nın cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye ile ilişkilerine baktığımızda, ilişkilerin temeline İngiltere’nin Türkiye ile olan ilişkilerini koyduğunu belirtmekte fayda vardır. Türkiye’nin İngiltere ile arasındaki Musul sorununun çözülebilirliği ölçüsünde, Fransa da Türkiye ile olan ilişkileri olumlu yönde geliştirmeye yaklaşmıştır. Nitekim Musul sorunun 1926’da çözülmesinin ardından Fransa ile Türkiye arasında, Suriye ve Lübnan için Dostluk ve Komşuluk Anlaşması imzalanarak Suriye sınırı belirlenebilmiştir. Fransa ile sorunlar, Suriye sınırı meselesi ile bitmemektedir; Osmanlı Devleti’nden kalan borçların Türkiye tarafında ödenmesi konusunda ısrar eden Fransa, bu anlamda yeni kurulan devletle ilişkilerin gergin bir seyirde yol almasına sebep olmuştur. İlk olarak dışardan alınan borç, Abdülmecit zamanında, kırım savaşına maddi kaynak sağlamak amacıyla alınmakla beraber, bu borçların ödenmesi için Duyumi Umumiye adında bir sistem kurulmuştur. 84 Çağatay Benhür, 1920’li Yıllarda Türk-Sovyet liskileri:Kronolojik Bir Çalısma, Türkiyat Arastırmaları Dergisi, s.299 50 Lozan anlaşmasına göre Türkiye, 1912 öncesi Osmanlı devleti borçlarının 562 sini, bu tarihten sonraki borçların ise %77’sini ödemekle mükellef olmuştur. Tüm bu borçların 85 ödenmesi ise 1954 yılında sonra ermiştir. Sonuç olarak borçların devralınması ve Musul meselesinin İngiltere lehine sonuçlanması, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerin gergin ve soğuk başlamasına sebep olmuştur. Bunun sebeplerinden biri de, Türkiye’nin sistemini Batılı tarzda modernleşmeye uygun olacak şekilde bir kimlik üzerinde kurması olsa da, bağımsız dış politikalarından vazgeçmeyişidir. Dışarıda oluşan gelişmelere karşı güvenliğin inşasına yönelik politikalar üretmekten vazgeçmeyen Türkiye, bunun sayesinde içerdeki reformların da oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Dışarda güvenliğini oluşturamazsa, bunun içeriye de iştirak edeceğinin farkında olan kurucu yöneticiler, dış politikada varlığından ödün vermeyecek minvalde tutumlar sergilemiştir. Yani, içerdeki kimlik değişimi için dış politika son derece önemli bir araç olagelmiştir. Kuruluş yıllarında Batı ile ilişkiler boyutunda yaşanan ve içerdeki dönüşüme etki edebilecek bir diğer gelişme de, İtalya’nın revizyonist düşünce ve eylemleridir. Kurtuluş mücadelesi sırasında, itilaf devletleri arasında dışlanan İtalya ile aslında ilişkilerin olumlu yönde gelişmesi beklenirken, İtalyan dış politikası daha sonrasında buna izin vermemiştir. İtalya’nın Akdeniz ve balkanlardaki genişleme idealleri, Türkiye’nin çevresindeki güvenlik oluşturma çabalarına uymamaktaydı. Bununla birlikte, Mussoli’nin bizzat Batı Anadolu’ya çıkartma yapabileceği söylentileri, bu iki ülke arasındaki ilişkileri iyice germiştir. Türkiye’nin güvenlikçi hassasiyetlerini harekete geçiren İtalya’nın bu tutumu, içerde birbirine daha çok bağlanan bir toplum da oluşturmuştur diyebiliriz. Musul meselesinin yine Türkiye’nin diğer Batılı devletlerle olan ilişkisinin temelinde olduğunu belirtmekte fayda var. İtalya ve Türkiye arasındaki ilişkilerinin Musul meselesinin çözümünden sonra durulduğunu analiz ettiğimiz takdirde, olası İngiltere ile olan bir çatışma durumunda İtalya’nın davranışlarında daha agresif bir yanda gelişme olacağını söylemek mümkündür. Bu gelişmenin Türk ulusal 85 Mahfi Eğilmez, Osmanlı'dan Devraldığımız Borçlar, 11 Aralık 2011, http://www.mahfiegilmez.com/2011/12/osmanlidan-devraldigimiz-borclar.html 51 yapısına etkisi öteki kavramının kimliği pekiştirici etkisi ile açıklanabilir.. Bunun gibi bağımsızlık minvalli gelişmeler sayesinde, devlet ve toplum arasındaki ilişki daha 86 aidiyet temelinde gelişme olanağı yakalamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında dış politikada yaşanan sorunlu alanlardan biri de mübadele meselesidir. Lozan anlaşmasına göre, Yunanistan ve Türkiye arasında nüfus mübadelesi yapılacaktır; yeni sınırların çizilmesinden sonra, özellikle Batı Trakya’da yaşayan Türk kökenliler ile sınırın Türkiye tarafında kalan Rum kökenli halkın karşılıklı olarak yer değiştirilmesi planlanmıştır. Bu hususta yaşanan sorun ise, Yunanistan’ın Türk kökenli halkın malına el koyması ile başlamıştır. Yunanistan hükümeti, Türkiye’den gelecek olanlara Türklerin mallarını vermeye başlaması ve İstanbul’dan gelmesi gereken tüm vatandaşlarının bir kısmını kabul etmeyip onların Türkiye’de ikamet etmelerini arzu etmesi iki taraf arasında gerginliğe sebep olmuştur. Bu mesele ile ilgili Türk ve Yunan hükümetleri 1926 ve 1930 yılları arasında bir araya gelip sorunu çözmeye çalışmıştır. 1926 yılında yapılan görüşmelerden pratikte yeterli çözümler üretilememesine rağmen 1930 yılında yapılan Ankara Anlaşması ile birlikte mesele 87 barışçıl bir şekilde halledilmiştir. Bunun ardında Türkiye, Yunanistan ile dostane ilişkiler izlemeye fırsat bulmuştur. Musul sorununun İngiltere lehine çözülmesi ve İtalya’nın agresif tavırlarının Milletler Cemiyeti tarafından hoş görülür olması, MC’yi Türkiye’nin gözünde Batının emellerine hizmet eden bir organizasyon olarak görmesine sebep olmuştur. Bunların yanı sıra, Batı ile sorunların büyük oranda olumsuz da olsa çözülmüş olması, güvenlik sorunlarının büyük oranda azalması, gergin giden ilişkileri konjonktürel olarak düzeltmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra, Türkiye Milletler Cemiyetinin bir parçası olabileceğini düşünmeye başlamış böylece ilerde yaşayabileceği sorunları lehine çözebileceği gibi bir ümit içine girmiştir. Osmanlı Devleti’nin borçlarının ödenmesi ve Hatay’ın sınırlar içine dâhil edilmesi gibi meseleler de Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne yakınlaştıran unsurlardan olmuştur diyebiliriz. Milletler Cemiyeti’nin bir parçası olan 86 Mevlüt Çelebi, Atatürk Dönemi Ve Sonrasında Türkiye-İtalya İlişkilerini Etkileyen Faktörler,Sayı 91, Bahar 2015, s.s. 93-130, s.105 87 Damla Demirözü, Megali İdea'dan Ankara Antlaşmasına (1930) Eleftherios Venizelos, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 35-36, Mayıs-Kasım 2005, s. 291-312, s.295 52 Türkiye, Batı tarafında dış politikada izleyeceği yollarda daha ileri gidebileceğini hesaplamıştır. Türkiye’nin Milletler Cemiyet’ine olası üyelik sürecini hızlandıran Batının gözünde oluşan sebeplerden biri de, İtalya Almanya ve Japonya gibi devletlerin yayılmacı politikalar izliyor olması, Türkiye’nin ise statükocu olmakla beraber statükocu devletleri destekleyen bir dış politika vizyonuna sahip olmasıdır. 1932 yılında doğrudan Mustafa Kemal Atatürk’ün girişimleri ve kararı ile Türkiye Milletler Cemiyeti’nin bir parçası olmuştur. Bu durum İngiltere tarafında hoş karşılanmıştır, çünkü Almanya ve İtalya’nın revizyonist politikaları İngiltere’yi endişelendirmiştir. Bu noktada Türkiye jeostratejik konumu, statükocu duruşuyla daha da önemli bir hal almıştır. Nitekim Türkiye bu tavrını İtalya’nın Habeşistan’ı işgali sırasında buna karşı durarak göstermiş, cemiyet içinde konumunu aktif dış politikası ile güçlendirmişti. Batılı devletlerin arasına girmiş olan Türkiye bu üyelik ile aynı zamanda güvenlik endişelerini de azaltarak devletin içindeki kültürel ve kimliksel dönüşümü koruma altına almıştır diyebiliriz. Bunlara ek olarak, Türkiye daha önce emperyalist olmaları üzerinden öteki olarak tanımladığı Batının içine girmiş onlarla eşit haklara ve görevlere sahip olmuştur. Bu değişim, sonucunda, Türkiye her ne kadar güvenlik kaygılarını büyük oranda gidermiş olsa da, artık kendi kimliksel dönüşümünü öteki üzerinden yapması zorlanacaktır. Batı ile ilgili söylemlerinde, onların kendileri gibi olmadığını dillendirirken daha alçak notadan bir dil kullanmak gerekliliği duyacaktır. Türkiye artık Batının bir parçasıdır ve bu durumu lehine kullanacaktır. Yanı başındaki balkanların karışık durumda olmasında faydalanmak isteyen İtalya ve yine bölgenin topraklarını genişletme arzusu içinde olan bir diğer ülkesi Bulgaristan’a karşı; Türkiye, Balkan Paktını imzalayarak çevresinde güvenlik merkezli bölgesel ittifaklar içine girmiştir. Türkiye’nin kimliğini statükodan yana bir tavır ile inşa etme çabası aslında, bu hususta Batı ile olan ilişkilerini sıkılaştırmak ekseninde pragmatik bir tutum olarak ortaya konulabilir. Ayrıca statükonun devamı yönündeki pratikleri, Batılılaşma yönündeki kimlik inşası için kullanılan bir dış politika nosyonuna araçsal olarak hizmet etmiştir de 88 diyebiliriz. Türkiye’nin Lozan anlaşmasından beridir, Batı ile görüşmelerde bulunduğu fakat başta İngiltere olmak üzere, Avrupalı devletlerin boğazlar konusunda Türkiye’nin 88 Hüseyin Taşkın, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi Ve TürkBasınındaki Yansımaları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,Ankara, 2006 s.72 53 taleplerine olumlu yönde yaklaşmadığı fakat bu durumun 1930’lu yıllarda değişim gösterdiğini görürüz. Boğazlar Lozan Anlaşması’na göre silahsızlanmakla beraber, Boğazlar Komisyonu, boğazların işleyişini ve güvenliğini yönetecektir. Türkiye ise bu komisyonun kaldırılmasını talep edegelmiştir. İngiltere, Avrupa’da 1930’lu yollarda baş gösteren revizyonist devlet davranışlarının endişe uyandırmasına denk, Türkiye’nin taleplerini reddetmiştir. Ancak artık, uluslararası sistemde birtakım değişikliklerin olma ihtimali ve Türkiye’nin bunu sıklıkla dile getirmesi sonucunda İngiltere, Türkiye’nin taleplerine ilgisiz kalamamıştır. 22 Haziran 1936’da toplanan Montreaux da toplanan devletler, Boğazlar Konferansı Türkiye’nin isteği sonucunda toplanmıştır. İtalya bu görüşmelere katılmayarak kendisini diğer Batılı devletlerden ayırmıştır. Türkiye bu görüşmelerde, Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmasını ve boğazın gerektiği takdirde Türkiye tarafından silahlanmasını talep etmiştir. Ayrıca boğazdan geçen gemilerin yüklerinin tonajlarının kısıtlanması da isteyen Türk hükümetinin istekleri büyük oranda kabul edilmiştir. Rusya Türkiye’nin bu denli boğazları kontrol altına almasına itiraz etmiş olsa da, İngiltere’nin kısıtlamalar ile ilgili kısmı kendi istekleri doğrultusunda değiştirmesi ve Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması ile konferans sonuca bağlanmıştır. Ayrıca Türkiye, savaş olma ihtimalini diğer devletlere sunarak, savaş zamanında, Türkiye savaşanlardan bir taraf ise, boğazların silahlanmasını kendi 89 kontrolüne almaya hak kazanmıştır. Bu konferans sonuçları, Türkiye’nin uluslararası arenada o zaman kadar elde ettiği en büyük başarı olarak kaydedilmiştir demek yanlış olmayacaktır. Konferans sonunda İngiltere’nin Boğazlar Komisyonu’nun devamını istediği halde, Türkiye’nin talepleri sonucunda komisyonunun kaldırılmış olması, onun Batılı devletler arasında saygınlığının ve etkinliğinin artmasına sebep olmuştur. Türkiye yeri geldiğinde Rusya’ya karşı diğer Avrupalı devletlere yakınlaşacak, çıkarlarına uygun görmediğinde ise Rusya kartını öne sürecektir. Bu konferans Türkiye’nin uluslararası politikada hareket alanının genişlemesinin bir basamağı olarak görülebilir. Türkiye bağımsızlık ve Batılı olma kimliğini bu eylemlerle son derece rasyonel bir araç olarak kullanma kabiliyetini gösterebilmiştir. Türkiye’nin Boğazlar Konusundaki uluslararası seviyede kazandığı başarı, akıbeti belirsiz olan Hatay sorununda Türkiye’yi cesaretlendirmekle beraber harekete 89 William Hale, Türk Dış Poltikası 1774-2000, 1.B., Petek Demir (Çev), İstanbul, Mozaik Yayınları, 2003, s. 56-57. 54 geçirmiştir. Fransa’nın Suriye’ye bağımsızlığını tanıyacağını dillendirmesinin ardından, özerk bir konumu bulunan Hatay’ın Suriye’ye bırakılması gibi bir hususun Fransa tarafından ortaya konmasının ardında, Türkiye buna itiraz etmekle beraber, Hatay’ın da Suriye gibi bağımsız kalması gerektiğini Fransa ile görüşmelerinde masaya koymuştur. Fransa Türkiye’nin bu konudaki talebini bunun manda yasasına karşı olacağını öne sürerek reddetmesiyle, meseleyi Milletler Cemiyeti’ne taşımaya karar vermiştir. Türkiye meselenin Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine onay vermiştir ve 1937’de MC 90 kapsamında iki devlet arasında ikili toplantılar başlamıştır. Bu toplantıların sonunda bir anlaşmaya varılmıştır, bu anlaşmaya göre Hatay’ın içişlerinde bağımsız bir anayasaya sahip olması, Suriye’den ayrı siyasi bir varlığının olması öngörülmüştür. Bunun ardından, Suriye’de yapılacak olan seçimlerin nasıl yönetileceğini tayin eden Seçim Komitesi’nin, Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde düzenlemeler ve denetlemeler yapmaya başlaması Türkiye tarafını rahatsız etmiştir. Gerginlik bununla bitmeyip, Fransa’nın Türkiye’ye danışmadan oluşturduğu Seçim Yönetmeliğini, Milletler Cemiyeti’ne sunması Türkiye-Fransa ilişkilerini aralarındaki dostluk anlayışının 91 bitmesine varacak kadar bozmuştur. Avrupa’dan savaşın ayak seslerinin duyulduğu bir dönem olması sebebi ile Türkiye’nin revizyonist hareketlere karşı duruşunu bilen İngiltere bu süreçte, Türkiye ile iyi ilişkilerin kurulması gerektiğinden yana olması, Hatay Sorunu’nu çözmek için kurulan seçim komitesinin kaldırılması ile Türkiye lehine bir adım atmıştır. Bu gelişmelerin ardından Hatay bağımsız bir cumhuriyet olarak Türkiye’nin istediği doğrultuda siyasi bağımsızlığına erişmiştir. Hemen ardından 29 Haziran 1939’da ise Hatay Devleti artık Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası olacaktır. Hatay’ın Türkiye’ye katılması, Türkiye için oldukça önemli bir dış politika başarısı olarak görülmüştür ki bu gerçekten böyledir; Türkiye Musul meselesinde istediklerini elde edememiş olmanın ardında böylesi bir başarıya dış politikada motivasyonunu yeniden kazanmak için ihtiyaç duymaktaydı. Türkiye bu noktada, Batıya karşı Batılı olabilme kimliğini, bağımsızlık ana kimlik unsuru çerçevesinde çok yerinde kullanabilmiştir. Bunun yanı sıra bu başarının akılcı ve faydacı bir çerçevede 90 Figen Atabey, KNC DÜNYA HARB ÖNCESİ TÜRK-İNGLİZ-FRANSIZ ORTAK DEKLARASYONU, Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 7 Sayı: 31 Volume: 7 Issue: 31, s.29 91 William Hale, Türk Dış Poltikası 1774-2000, 1.B., Petek Demir (Çev), İstanbul, Mozaik Yayınları, 2003,, s. 56-57. 55 yürütülmesi, Türk Dış politikasının hanesine bir artı olarak eklenmiştir. Türkiye, uluslararası çevrede gelişen, Almanya ve İtalya’nın revizyonist politikalarının konjonktüründe, İngiltere’nin tam da Türkiye gibi stabil, güvenlikçi ve statükocu bir devlete bu coğrafyada ihtiyaç duyduğu bir dönemde, Hatay Sorunu’nu kendi lehine çözmesi için şartların oluştuğunu ve bunu değerlendirmenin zorunluluğunu iyi tespit edip gereken girişimlerde bulunmuştur. Bunların yanı sıra, dünya politikasını büyük oranda hala İngiltere’nin belirlediğinin bilincinde olan Türkiye, İngiltere ile gerekli temasları kurarak ilişkileri ittifaklık derecesine getirmiştir. Bunun en açık örneği ise, Türkiye İngiltere ve Fransa’nın tam da Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasının ardından Akdeniz’de olası savaş durumunda ortak hareket etmeyi ve yardımlaşmayı ortaya koyan 92 Ortak Bildiri’nin altına imza atmalarıdır. Tüm bu gelişmelere bakıldığında, devletin daha kuruluşunda ortaya konan ideal kimlik, 1930’larda Batı ile girilen ilişkilere bakıldığında, büyük oranda korunmaya alınmıştır diyebiliriz. Başta Mustafa Kemal Atatürk ve diğer kurucuların, dış politikayı içerdeki yeni ulusal kimliği dönüştürebilmek için bir araç olarak görmeleri, Hatay’ın alınması ve boğazlar sözleşmesinin imzalanması gibi gözle görülür başarılı gelişmelere bakarak anlaşılmaktadır. Devletin kurucu mantığında dış politikanın kimlik için bir tür koruma olarak ortaya konması, Batı ile kurulan ilişkilerde, güvenlikçi yaklaşım içerisinde ele alınmıştır. Güvenlikçi yaklaşımı ise, kimlikten tamamen bağımsız olarak ele almak yanlış olacaktır. Türkiye’nin güvenlikçi dış politikalarına baktığımızda, davranışlarının aslında kimliğinin bir parçası olduğunu görürüz. Bir başka deyişle, güvenlikçi yaklaşımların temelinde, kimliğin bağımsızlık üzerine kurulmuş olması yatmaktadır. Dışarıya karşı bağımsız olabilmek için öncelikle güvenlik tehditlerinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Komşu devletlerde, bölgede ve uluslararamasın çevrede meydana gelen olayların devletin varlığını tehdit etmesi durumunda, bağımsız politikalar üretebilmek mümkün olmayacaktır. Bu aynı zamanda içerdeki kimliksel inşa süreci için de geçerli bir koşuldur. Kemalist reformların gerçekleşebilmesi için, Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün önemine bir kez daha vurgu yapılabilir bu noktada. Batıya karşı Batılı olmak düşüncesi kimliğinin inşası ile yola başlayan devletin kurucularının 92 Figen Atabey, İknci Dünya Harbi Öncesi Türk-İngliz-Fransız Ortak Deklarasyonu, Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 7 Sayı: 31 Volume: 7 Issue: 31, s.296 56 Batıyı bir anlamda ötekileştirirken bir anlamda da onların sistemine dönüşmenin zorunluluğu gibi bir şart ile karşı karşıya kalmaları, kimliksel dönüşüm için olası bir ikilemden daha çok, dönüşümü motive edecek ve cesaretlendirecek bir zemini hazırlamıştır. Batı’nın emperyalist tutumlarını düşman atfedip, dış politikada ve içerde bağımsız olmak gerekliliğinin devlet yöneticileri tarafından vurgulanması aslında bu sömürgecilik karşıtı tutumun içerde oluşması planlanan modern toplum projesi için bir araç olarak kullanıldığını söylemek de yanlış olmayacaktır. İnşacı yaklaşıma göre bilgi, iktidar ve güç arasındaki ilişkinin şekillenmesinde 93 söylemlerin büyük payı vardır. Oluşturulan algıların süzgecinden geçen bilgiler doğru kabul görür ve iktidarın gücünü meşrulaştırır. Oluşturulan güvenlikçi söylemler ve davranışlar aslında doğrudan olmasa da güvenlikleştirme kavramı ile de açıklanabilir. Fakat Türkiye’nin kuruluş yıllarından itibaren algıladığı dış tehditleri incelediğimizde, bunun güvenlikleştirme kavramının da ötesinde, kaygılarının realitede bir karşılık buluyor olmasını belirtmekte sakınca yoktur. Batı ile ilişkiler ele alındığında, Batının Türkiye’nin kimlik dönüşümünde oynadığı rol, iki farklı anlamda da ele alınabilir: birincisi Batı ile iyi ilişkilerin sürdürülebilirliği Türkiye’nin güvenlik tehdidi algılarını en aza indirecek olması; diğer ise Batının kendisine karşı bağımsız olunması gereken bir öteki olarak tanımlanması ile kimliğin temel unsuru olan benlik kavramını yüceltecek olmasıdır. Bunlara ek olarak, Batı ile iyi ilişkilerin sürdürülebilmesi için, devletin kendisinin de Batılı bir devlet olduğunu hem ekonomik ve siyasi sistemi hem de dış politikadaki eylemleri ile ortaya koyması gerekir. Devletin bütünsel çabalarına bakıldığı zaman, Batılı olmanın bir amaç yoksa ulusal kimliği oluşturabilmek için ortaya konan bir araç mı olduğu sorusu akıllara gelmektedir. 2.1.2. Soğuk Savaş Dönemi Devletin Batı ile organik bağının oluşması istenmiştir, bunun için, Türk dış politikası Batı devletleri ile sıkı ilişkiler içinde olmalıydı, bu Batılılaşmak için zorunlu 94 olmalıydı. Bir başka deyişle, dış politika, Batılılaşmanın temel araçlarından biriydi. Bu yüzden, Türkiye’nin bir Avrupa devleti olarak kabul görmesi, zaman içerisinde Türk dış politikasının en temel amacı olmuştur. Bunun en temel göstergeleri de, devletin, 93 Vivien Burr, Sosyal İnşacılık, 1.B., Ankara, Nobel Yayınları, 2012, s.67 94 Oral Sander, Türkiye’nin Dış politikası, 4.B., Ankara, İmge Kitabevi, 2013, s.70 57 Avrupa ya ekonomik askeri ve siyasi mecralarda entegre olabilmek ortaya koyduğu dış politika girişimleridir. Ayrıca devletin kurumsal dizaynının da Avrupa’ya entegrasyona yönelik olarak oluşturduğunu söylemekte fayda vardır, bunun sayesinde Batılılaşma daha hızlı gerçekleşecektir. 2.1.2.1. ABD ve NATO ile İlişkiler Soğuk Savaş dönemi uluslararası yapı ve komşu Sovyetler tehlikesi Avrupa’ya entegrasyon sürecini daha da hızlanmasına sebep olmuştur. Soğuk Savaş yıllarına kadar uluslararası politikada nispeten daha tarafsız bir konumda kalmaya çaba sarf eden devlet, bu dönemde doğrudan Avrupa’nın organik bir parçası olma yolunda adınlar atacaktır. Bu adımların en başında ABD ile Truman Doktrini süreci, OECD ye üyelik, Avrupa Komisyonu’na üyelik ve son olarak da 1952 yılında NATO’nun bir parçası olmak gelmektedir. Tüm bu gelişmeler cumhuriyetin kurucuların, memnuniyetle karşılayacağı gelişmeler olarak nitelendirilebilir. Cumhuriyetin kurucu ideolojistleri, modernleşmenin ancak Batılılaşma ile olacağına bunun ise, Avrupa ve ABD ile ilişkilerinin geliştirilmesine ayrıca Batının da bir parçası olarak kabul görülmesine bağlı olduğuna inanmışlardır. Türkiye’nin Batı ile ilişkide olduğu politik ve ekonomik tüm kurumlara göre NATO ile ilişkileri en dengeli olarak yürüttüğü ilişkidir demek yerinde olur. NATO’ya üye olmak sadece güvenlik bağlamında değil, Avrupalı bir devlet olma fikri içinde ele alınan bir karar olmuştur. Türkiye NATO’ya başvurduğu ilk tarih olan 1950’de, ABD ve İngiltere’nin karşı çıkmaları sonucunda, birliğin içine alınması reddedilmiştir. Türkiye bu noktada, olası Sovyet tehlikesini öne sürmüş olsa da, Batı bunu ciddi bir tehlike olarak görmemiştir. Sovyet Rusya’nın Türkiye’nin doğu Anadolu’daki topraklarını işgal edebileceği bizzat kendisi tarafından dillendirilmesi Batı nezdinde tehlike arz etmemiştir. Türkiye’nin NATO’ya başvurusunun reddedilmesi, Türk halkı ve özellikle de karar verici elit gruplar tarafından endişe ile karşılanmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beridir, modernleşmek için Batılılaşmak amacını dış politikasının 58 merkezine koyan devlet, güvenlik ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak 95 Batılılaşmak için NATO’ya girme fikrinden kolay vazgeçmeyecektir. Türkiye içindeki siyasi partiler için de Batı ile ilişkileri sürdürülebilir ve sıcak tutmak dış politikanın temel konusu olmuştur. Öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi ardından seçimle kendisinin yerine geçen Demokrat Parti mensupları Batılılaşmak fikrinden vazgeçmemiştir. Bunun en tartışılmaz göstergelerinde biri de, Kore Savaşı’nın patlak vermesi ile ortaya çıkmıştır. Kore Savaşı’nın Batı içinde yarattığı kaos durumu içinde, Demokrat Parti’nin meclise dahi danışmadan savaşa 4500 asker göndermesi, yapılan ikinci başvurunun kabulünü kolaylaştıran ve hızlandıran pragmatik bir dış 96 politika olmuştur. Türk askerinin bu savaşta kendini göstermesinin yanı sıra, Sovyet yayılmacılığının tehlikeli boyutlara geliyor olması ABD ve İngiltere’nin daha önceki olumsuz yönde olan Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine yönelik bakış açısı değişmiştir. Nitekim Türkiye 18 Şubat 1952’de komşusu Yunanistan ile birlikte NATO’ya kabul edilmiştir. Türkiye’nin NATO’ya kabulünden sonra, birlik içindeki rolü güvenlik bağlamında ortaya konmuştur. Türkiye’ Avrupa’nın güney sınırlarını Sovyet tehlikesine 97 karşı koruyan bir devlet olarak NATO içindeki yerini almıştır. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının içerdeki yansımalarına baktığımızda ise, bunun sadece askeri boyutta gerçekleşen bir adım olarak görülmediği, bunun siyasi bir başarı olarak ele alındığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin kuruluşundan beridir, hatta Osmanlı Devleti’nin 18. Yüzyılından beridir hedef olarak görülen modernleşme yolunda NATO’nun bir parçası olmak atılan adımlar içinde en heyecan verici olanı olmuştur. NATO’ya üyeliğin siyasi etkileşimlerle de kalmayacağı kültürel ve sosyal değişimlerin kaçınılamaz olarak devleti dönüştüreceği bir süreç başlamıştır. Türk dış politikasında NATO’ya üyelikten sonra başlayan dönüşümlerin sonuçlarından biri de doğu ülkelerinin artık Türkiye nezdinde bir değer ifade etmemesi ve daha çok ötekileştirilmesi olmuştur. Bu yeni süreç ile birlikte Türkiye Ortadoğu ve Rusya ile ilişkileri neredeyse sıfır seviyesine indirgemiştir. Burada değinilmesi gereken ikilem ise, Batılı devletler bile gerek Rusya gerek Ortadoğu ülkeleri ile ticari ilişkilerini 95 Bilge-Criss, Nur, “Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s. 1-28. S.4 96 Ibid, s.13 97 Ibid, s. 16 59 devam ettirirken, Türkiye’nin doğuya açılan kapısını tamamen kapatması durumudur. Rusya ile ilişkilerin, bu devletin 1950’lerin sonunda ve 1960’ların başında Türkiye’ye karşı eski yayılmacı tutumunu bırakıp dostluk ilişkilerini kurmaya çalışmasına rağmen, Türkiye bu çağrılara kulaklarını kapatmış olmakla beraber, Batılı devletler dışında 98 hiçbir devletle bir ilişkinin olamayacağı yönünde tutumn sergilemiştir. Bu noktada, şimdiye kadar pragmatik bir dış politika belirleyen devletin NATO’ya üyeliği ile birlikte bu durumunun değişmiştir diyebiliriz. Bu yıllarda Türkiye’nin, kar zarar hesaplaması yapacağı yerde, bir nevi körü körüne Batıya sırtına dayamayı seçtiğini belirtmekte fayda vardır. Ortadoğu ve Doğu Bloğu ülkeleri ile avantaj dezavantaj değerlendirmelerine girmeyen Türkiye, çıkarlarını doğru olarak saptamaktan uzak bir dönüşüm içine girmiştir. Dış politikadaki bu değişim doğal olarak devlet içindeki sosyal bir karşılık bulmuştur. Devletin Batı’ya oryantasyonu süreci özellikle 1960’lı yıllarda toplum içinde ciddi tepkilere yol açmıştır. Asker tarafından sunulan 1961 anayasasının özgürlükçü yapısı da bu tepkilerin düşüncelerde kalmayıp sokaklara yansımasına yardımcı olmuştur diyebiliriz. Türkiye’nin ABD ve NATO’ya bağımlı bir dış politika yürütmesi, toplumda Anti-Amerikan ve hükümet karşıtı protestolar oluşmasına sebep olmuştur. Tüm bu tepkilere rağmen, hükümet NATO ve ABD ile olan ilişkilerinde bir değişikliğe gitmemiştir. Aslında, dış politikada bir takım değişikliklere sebep olabilecek olaylar da gelişmiştir. Küba Krizi ve Kıbrıs meselesi Türk karar vericileri içinde dış politikanın Batıya bağımlı yapısını sorgulamasına sebep olmuştur. Körü körüne bir Batıcılığın her zaman devletin çıkarına olduğu düşüncesinin yanlış olduğuna dair bir farkındalık yaratan bu krizler, yöneticilerde dış politikanın çeşitlenmesi gerekliliği düşüncesini oluşturmuştur. NATO’nun bu gelişmelerde Türkiye’nin yanında olmadığı görülmüştür fakat NATO ya yönelik dış politikada değişikliklere gidilmediği bunun gerekli görülmediğini belirtebiliriz. 1962-1963 yılları içinde gerçekleşen Küba Krizinde, NATO’nun daha önceden Türkiye sınırları içerisine yerleştirdiği Jüpiter adlı füzelerini Rusya’nın Küba’daki füzelerini kaldırması karşılığında kaldırması ABD için rasyonel 98 Barış Ertem, Türkiye Üzerindeki Sovyet Talepleri ve Türk-Sovyet İlişkileri (1939-1947), Uluslararası Sosyal Arştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Volume 3 / 11 Spring 2010, s.271 60 bir hamle olmakla beraber, bu gelişmeler sürecinde Türkiye’ye danışılmaması, Türk yöneticileri ve toplumu içinde büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığının oluşmasına sebep olmuştur. Füzelerin askeri anlamda bir değerinin olmadığı hatta zamanın geçmiş yani etkisiz olması Türk tarafı için pek önem atfetmemiştir. Füzelerin Rusya’nın herhangi bir nükleer atağına karşı savunmada yetersiz olduğu bilinmesine rağmen, Türkiye tarafında oluşan psikolojik etkisi çok farklıdır. Füzeler, Türk toplumu ve hükümeti için, Batı ile olan ittifakın bir sembolü olarak görülmekteydi. Füzelerin varlığı Türkiye için, muhtemel bir Rusya saldırısında kendisini hedef haline getiren bir unsur olması ve kaldırılmasının güvenlik bağlamında olumlu bir gelişme olması Türk yöneticiler memnun etmemiştir. Bu noktada Türk tarafını rahatsız eden durum, ABD’nin dış politika acendası içinde gözden çıkarılabilir olduğunun ortaya çıkmasıdır. ABD kendi çıkarları söz konusu olduğunu sürece Türkiye ile dostane ilişkiler geliştiren ve stratejik ittifaklar kuran bir devlet olduğunu Küba Krizi sürecine Türk hükümetinin 99 bir aktör olarak dâhil edilmemesi ile anlamak mümkün olmuştur. Türkiye’nin Batılılaşma dönüşümü içinde dış politika pratiklerini ve kurduğu ilişkileri yeniden gözden geçirmesine sebep olacak bir diğer olay da 1963-1964 Kıbrıs sorunudur. Kübra krizinden yaklaşık bir yıl sonra patlak veren kriz, Türkiye’yi Kıbrıs’taki Türkleri temsil etmesi gereken bir sürece itmiştir. Bu süreçte, Türkiye NATO’nun kendisinin yanında yer alması için ABD ile bağlantıya geçmiştir. ABD’nin NATO içindeki karar verici gücünün farkında olan Türk yönetimi beklentilerinin yeninden ABD tarafından karşılanmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalmıştır. ABD Başkanı Lyndon Johnson’un Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye yazmış olduğu mektup Türkiye tarafından Küba Krizinden sonra ikinci bir şok etkisi oluşturmuştur. Bu mektup daha sonra, ABD Dışişleri bakan yardımcısı George Ball tarafından şimdiye kadar gördüğü en kaba diplomatik yazı olarak belirtilmiştir. Mektubun içeriğine baktığımızda ise, Türkiye ve Yunanistan arasında askeri anlamda bir anlaşmazlığın kabul edilemeyeceği, NATO’nun böylesi bir çatışmada taraf tutmayacağı, ayrıca Türkiye’nin bu hamlesi sonucunda Rusya’nın Türkiye’ye karşı atacağı tehditkâr adımlar karşısında, NATO’nun Türkiye’yi korumayacağı gibi ibareler yer almaktadır. Mektubun içeriğinin bir ihanet olarak algılanmasına sebep verecek derecede samimiyetsiz olduğu 99 Sedef Zeyrekli Yaş, Küba Füze Krizi Ve Türkiye’nin Durumu, Edirne, 2011, s.s. 1-9 61 belirli iletişim kaynakları ile Türk toplumu içinde yayılmıştır. Mektup o tarihte kamuoyuna açıklanmamıştır fakat Milliyet gazetesinin bu dönemde ortaya koyduğu yazı, hem mektubun içeriğine hem de toplumun ABD’ye karşı olan tutumuna ışık tutmaktadır: “Herhâlde son olay Türk-Amerikan münasebetlerinin bir dönüm noktasını teşkil edecektir. Gerçi Amerikalı dostlarımız, kendilerine karşı gösterilen her kırgınlığı “geçici” telakki etmek ve Türk dış siyasetindeki değişiklik ihtimallerini “şantaj” olarak değerlendirmek eğilimindedir. Kendilerine bu güveni, yapmakta oldukları yardımlardan vazgeçmeyeceğimiz konusunda besledikleri kanaatin verdiği anlaşılmaktadır. Ancak Amerikalı dostlarımız, dış politika meselelerinde sık sık yanılmışlardır… Türk kamuoyu şimdi her şeyin üstünde tuttuğu Kıbrıs davasında Amerika tarafından bir ihanete uğradığını görürse, münasebetlerini bir şantaj olarak değil fakat tabii bir tepki 100 neticesinde gözden geçirecektir.” Johnson mektubu ile birlikte ABD’nin Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin yanında olmaması, toplum içinde anti-Amerikan protestoları daha da arttırmıştır. ABD’nin bağışladığı silahları adaya olası bir müdahalede kullanılmasına izin vermemesi, Türk tarafında, ABD’nin Yunanistan’ı kendisine tercih ettiği gibi bir algı oluşturmuştur. Bir nevi travma yaşayan Türk tarafı, NATO’ya olan sarsılmaz inancını da kaybetmiştir, toplumun önde gelenleri NATO’ya olan üyeliği dahi tartışmaya başlamıştır. NATO’dan ayrılıp tarafsız bir statüde uluslararası arena içinde yer almak gerektiğini savunanlar, Batı’nın zamanı gelince Sovyetlere karşı Türkiye’yi gözden çıkarabileceği gibi bir durum söz konusu iken neden NATO’ içinde yer alalım sorusunu NATO ile olan ilişkilerin aynı zamanda ekonomik ve askeri bir bağımlılık oluşturduğu tezi ile gündeme 101 getirmiştir. Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde eleştirilen bir diğer husus, doğu ile olan ilişkilerin dikkate alınmamasıdır. Ortadoğu ve Araplar Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile birlikte görmezden gelinmiştir, ayrıca İsrail ile olan ilişkiler ve Süveyş krizinde Türkiye’nin Mısır’ın yanında yer almaması, bunların yanı sıra Bandung Konferansında Türkiye’nin bağlantısızlar hareketi içindeki üçüncü dünya ülkelerine karşı Batının taleplerini savunması ile birlikte BM’de 1957-1958’de, Türkiye’nin Cezayir’in 100 "Başyazı: Türk-Amerikan Münasebetlerinde Dönüm Noktası", Milliyet, 10 Haziran 1964. 101 Tarık Oğuzlu, NATO ve Türkiye: Dönüşen İttifakın Sorgulayan Üyesi, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s. 99-124, s.102 62 bağımsızlığına karşı Fransa’nın yanında yer alması Türkiye’yi dış politikada yalnızlaştırmakla beraber imajını da etkilemiştir. Batı dışındaki ülkeler Türkiye’yi zaman zaman onlar tarafından kullanılmakla itham etmiştir. Türkiye’nin bu tutumu iç siyasette de eleştirişmiştir. Cezayirde yaşanan gelişmeler Türk basınında her ne kadar doğru ve objektif bilgilerler haber olarak sunulmasa da Bülent Ecevit, mevcut hükümeti NATO’nun askeri gücünü Cezayirli milliyetçilere karşı kullanan Fransa’ya karşı bu 102 iznin verilmesi hususunda sert bir şekilde eleştirmiştir. NATO’Gelişmeler Tüm bu gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin daha önce öteki olarak inşa etmeye başladığı doğu devletlerine doğrudan olmasa bile düşmanca tavırlar içinde olduğu görülmektedir. Batı ile olan ilişkilerin olmazsa olmaz nitelikte seyretmesi, Türkiye’nin pragmatik eylemlerde bulunmasını olumsuz etkilemiştir. Bunu oluşturmaya çalıştığı batı minvalli kimlikle açıklamak yerinde olacaktır. Modern kimliği dönüştürmek için Batılı olmak zorunluluğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında Batıya karşı Batılı olmak şeklinde iken, Soğuk Savaş döneminde bu durumun, Batıdan çok Batılı olmak noktasına geldiğini söylemek gerekir. Batılı devletlerin bizzat kendilerinin doğu ülkeleri ile başta ekonomik olmak üzere ilişkilerini sürdürdüğü şartlarda, Türkiye’nin doğuyu yokmuş gibi sayması rasyonel olmaktan çok bir sendroma benzeyen bir tutumdur. Doğu’nun bir parçası olmanın, Türk yöneticilerini geçmişe, imparatorluğun yıkılış süreci ve Sevr anlaşmasının yarattığı travmatik psikolojiye götürdüğünü ortaya koymak yanlış olmayacaktır. Güçlü bir devlet olmanın yolu modern olmaktan; modern olmanın yolunun ise Batılı olmaktan geçtiğini düşünen yöneticiler, hem Batılı hem de diğer devletlerin de bulunduğu uluslararası sistemin doğal olarak hareket eden bir parçası olmayı başaramamışlardır. 1965’te BM Parlamentosunda Kıbrıs meselesinin çözümüne dair yapılan oylamada, çoğu üçüncü dünya ülkelerinin Türkiye aleyhine oy vermesi, yapılan yanlışı gözler önüne 103 sermiştir. Türk heyeti bu noktadan sonra, Batı ile olan ilişkilerini sekteye uğratmadan fakat dış politikada çeşitlilik arz edecek şekilde diğer devletlerle ilişkileri geliştirmeye karar vermiştir. Bunun sebeplerinden biri, rasyonel ve pragmatik tercihlerin getirisi 102 Şinasi Sönmez, Cezayir Bağımsızlık Hareketlerinin Türk Basınına Yansımaları(1954-1962), ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, 2010, ss. 289–318, s. 296 103 Ahmet Gülen, İnönü Hükümetleri’nin Kıbrıs Politikası (1961-1965), Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 50, Güz 2012, s. 389-428 s.419 63 olarak diğer ülkeler ile yapılacak işbirliklerinin ekonomik ve siyasi çıkarları da getireceği diğer sebep ise, dış politikadaki yelpazenin genişliği, hareket sahasını da genişletecek, Türkiye’nin olası Batı ülkeleri ile ters düşen çıkarlarının bulunacağı şartlarda diğer ülkelerle olan ilişkilerini öne sürebilecek, bunu bir tehdit gibi de kullanabilecektir. Batının nezdinde, Türkiye kendilerinin vazgeçilmez olduğu kanısına sahiptir, Türkiye bunu Kıbrıs meselesindeki gelişmeler ile kesin bir şekilde anlamıştır. Bu düşünceler ve kararların eşiğinde, Kıbrıs meselesinden sonraki Türk dış politikasını ele aldığımızda, Batı ile olan ilişkilerin gerilediğine dair hiçbir ibare göremeyiz. Johnson mektubunda dahi, doğrudan ilişkilere zarar verecek bir geri dönüş yapılmamıştır, aksine İnönü ABD başkanı ile görüşmeye giderek, onlara haber vermeden bir eylemde bulunmadıklarını hala Batı ile beraber hareket etmek istediklerini vurgulamıştır. CHP’nin ardından devleti yönetmek için seçilen Adalet Partisi de bu yoldan geri dönmemiştir. Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi, Batı ile molan ilişkilerinin önemini ve gerekliliğini söylemlerinde daha da kesin bir şekilde ortaya koymuştur. Demirel’in 1968’de bir basın toplantısında NATO ile olan ilişkilerin devletin kimliğinin dönüşümünde olmazsa olmazlardandır şeklinde belirtmesi bunun en göstergelerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Demokrasi ve özgürlük idealleri olan bir devletin Batı ile ilişiğinin o devletin kaderinde olduğunu vurgulayan Demirel, bundan sonraki dış politikada atılacak adımların ayak seslerini önceden duyurmuştur. Fakat bu söylemler, toplum nezdinde anti-Amerikan kesimin tepkisini çekmiştir. Türkiye’nin 104 NATO ile olan ilişkilerine yönelik protestolar gerçekleşmiştir. Dış politikada atılan adımların, ulusal bazda yankı bulması, ulusal kimlik ile devlet kimliğinin birbirinden tamamen zıt kutuplarda inşasının edilebilirliğinin bir göstergesi olmuştur diyebiliriz. 1970’lerin ilk yıllarında, Batı ile ilişkiler sorunsuz devam ettirilmeye çalışılmıştır. 12 Mart 1971 de, kurulan yeni hükümetin başındaki Demirel, NATO ve 105 Batıya olan sadakatlerini yeniden vurgulamıştır. Fakat 1974’te yeniden patlak veren Kıbrıs Sorunu ve Türk hükûmetinin adaya tek taraflı askeri operasyonu sonucunda Türkiye-ABD arasında ilişkilerin sorunlu geçeceği yeni bir döneme girilmiştir. 104 Fatma Ülkü Selçuk, 1965-1971 DÖNEMİNDE BAŞBAKAN DEMİREL: KOŞULLAR, VAATLER, İCRAATLAR, Haziran 2011, s.21 105 Ibid, s.75 64 ABD’nin bu süreçte Türkiye’ye askeri ambargo yaptırımı uygulaması ve ilişkilerin sıfır düzeyine inmesi Türk yöneticilerini her ne kadar kaygılandırsa da gerçeklerle karşılaşmaları açısından faydalı olmuştur diyebiliriz. Pratikte yaşanan bu çatışma, yaklaşık on yıl öncesinde düşünceler bağlamında gün yüzüne çıkmıştı. Nitekim adaya yapılan müdahalede Türkiye, ABD’ye rağmen yani Batıya rağmen bir dış politika izlemiş ve eylemde bulunmuştur. Devletin kimliği her ne kadar Batılı olmak üzerine inşa edilmiş olsa da, bunun bağımsız ve güçlü bir devlet ile olan ilişkisini göz ardı etmemek lazımdır. Kıbrıs, Türkiye için tüm toplum nezdinde milli bir mesele olarak hissedilmekte, yani devlet kimliğinin bağımsızlık unsuru içinde ele alınmaktadır. Batıya rağmen kendi çıkarlarının peşinde olan Türkiye’nin bu çıkarının kimliği ile doğrudan ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Kimlik kavramının Türk dış politikasındaki konumunu ve etkinliğini açıklayabilmek adına, Türkiye’nin 1974’teki Ada’ya askeri operasyonunu ele almak yeterli olacaktır. Son Kıbrıs konusundaki gelişmelerin ardından, Türk dış politikası karar mekanizması bir takım ciddi değişikliklere gitme gerekliliği duymuştur. Türkiye, Soğuk Savaş içinde yumuşama döneminde Batı ile Doğu arasındaki gerilim azaldıkça, kendisinin sistemdeki öneminin de azaldığının farkına varmıştır. Bu gelişmeler ışığında, devlet Sovyetler Birliği’ne yakınlaşacak ve Batı’dan daha çok Sovyetlerden ekonomik destek almaya başlayacaktır. 1984’te Sovyet Rusya ile imzalanan Doğal Gaz Anlaşması iki ülke arasındaki ilişkilerde önemli bir dönüm noktasını işaret etmekle beraber, 106 Türkiye’nin karşı blok ile ilişkisi uluslararası arenada dikkat çekmiştir. ABD tarafından konulan ambargolar, Türkiye’yi uluslararası arenada başka devletlerle işbirliklerine girmeye zorlamıştır. Bu değişim planlarının ise fazla uzun sürmeyeceğini belirtebiliriz. Nitekim uluslararası arenada meydana gelen değişimler, bu sefer Batı’nın nezdinde Türkiye’nin konumunu daha önemli bir noktaya getirmiştir.1979 yılında, Sovyetlerin Afganistan işgali ve İran devrimi, ABD’yi bölgede statükocu sistemi ile güvenebileceği aktörler aramaya itmiştir. Türkiye’de meydana gelen 1980 askeri darbesi ardından gelen hükümet ile de anlaşabileceğini göz önüne alan ABD, Türkiye’yi yeniden işbirliği yapabileceği ülkeler arasında görmeye başlamıştır. Fakat Türkiye Batı ile ilişkilerini sağlamlaştırmaya başlamış iken Soğuk Savaş döneminin bitmesi ve 106 Baskın Oran, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt2 İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2003, s.163 65 Sovyetler Birliğinin dağılması, Türkiye’nin stratejik önemini yitirmesine sebep olmuştur. 2.1.2.2. Avrupa Birliği ile İlişkiler Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkileri, Avrupa Birliğine entegrasyon sürecine bakılarak değerlendirilmelidir. Avrupa ile olan ilişkilerin Türk dış politikasının temel parçalarından biridir, nitekim 1963’te Avrupa Topluluğu ile imzalanan işbirliği 107 anlaşması ilişkilerin miladını oluşturmuştur. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkiler ABD ile olan ilişkilerinde çok farklı bir boyutta yol almıştır. ABD ile olan ilişkilere bakıldığında bunun daha çok güvenlik temelli stratejik işbirlikleri kapsamında geliştiği, bu durumun Avrupa Birliği ile aynı seviyede ilerlemediğini belirtebiliriz. Bunun başlıca sebebinin ise Türkiye’nin kimliğinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerini doğrudan kimlik kavramı üzerinden ele almak gerekecektir. Türkiye’nin NATO ve ABD ile olan ilişkilerinden birtakım sorunlar tecrübe edilse de, bu ilişkilerin pratik anlamlarda devamlılığından söz etmek mümkündür. İlişkilerin sürdürülebilirliğinin temelinde kimliksel parametreleri bulunmadığı için, Türkiye NATO politikasını daha önce nasılsa şuan da aynı şekilde devam ettirebilmekte ve birlik içindeki yerini koruyabilmektedir. Buna rağmen, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinde, Türkiye’nin Avrupa devletleri tarafından öteki olarak görülmesi, sürdürülebilir bir AB dış politikası yürütülmesine engel olmuştur. Avrupa Birliği devletlerinin her ne kadar seküler bir kimliği olsa da, toplumlarının Hristiyan olması ve Türkiye’yi Arap İslam kültürü içinde algılamaları ilişkilerdeki temel sorunu oluşturmuştur. Aslında bu durum, ulus devletlerin ortaya çıkmasından önceki ortaçağ 108 Avrupa’sındaki din üzerinden ötekileştirme durumu ile benzeşmektedir. Avrupa kimliğinin dayanaklarından Hristiyanlık kimliği, Müslüman ve Türk düşmanlığı söylem 107 Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında bir Ortaklık Yaratan Anlaşma (Ankara Anlaşması)- 12 Eylül 1963, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-avrupa-ekonomik-toplulugu-arasinda-bir-ortaklik- yaratan-anlasma-_ankara-anlasmasi_-12-eylul-1963-.tr.mfa (e.t. 07.03.2017) 108 Tuğçe POYRAZ, Gülay ARIKAN, Avrupa-Türkiye İlişkileri ve Dönemsel Olarak Değişen “Öteki” Tanımları, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2003, Cilt 20, Sayı 2, ss61-71, s.62 66 109 ve icraatları ile doludur. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini, devletin kuruluş ideolojisi içinde yer alan Batılı anlamda modern bir devlet olabilmek amacı içinde önemini ortaya koymaktadır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine yakınlaşmasının bir diğer sebebi de, ABD ile Kıbrıs meselesi ve Küba Krizinde yaşanan gerginlikler sonucunda dış politikada çeşitlilik oluşturma ihtiyacından gelmektedir. Dış politikada tek bir güce bağlı olmamak fikri ile hareket eden Türkiye zaten dönüştürmeye çalıştığı kimlik ile örtüşen Avrupa sistemine entegre olmayı dış politikasının temel hedeflerine koymuştur. Aslında, Avrupa’nın bir parçası olabilmek fikri, Türkiye’nin kuruluştan beridir kendi kimliğini dönüştürmek istediği sistemin bir parçası olabilmek amacı ile örtüşmektedir. Nitekim ismet İnönü’nün Avrupa Topluluğunun bir parçası olmaya söylemlerinde ne kadar hevesli olduğunu ortaya koyduğunu görürüz. Türkiye AB’ye 1959 yılında ilk olarak Yunanistan’ın ardından başvurusunu yapmıştır. Türkiye başvuru amacı, temel olarak politikti ve Batı ile olan bağlarını güçlendirmek için onların politik ekonomik ve askeri kurumlarına katılım ile gerçekleştirebilirdi. Batı ile aynı kaderi paylaştıklarını söylemlerinde ifade eden Türk dış politika karar vericileri, bu bağlamda bir entegrasyonun ülkenin Batılılaşma ve modernleşme sürecini hızlandıracağına inanıyorlardı. Bu idealler yolunda, Avrupa Birliği ile 1963 yılında üyelik sürecinde önemli bir önemi olduğuna inanılan Ankara Anlaşması imzalanarak Türkiye’nin birlik 110 ile hukuki temelleri atılmıştır. Bir nevi kısmi üyelik olarak değerlendirilen bu anlaşma, her ne kadar Türkiye için tatmin edici bir gelişme olmasa da, dönemin yöneticileri tarafında politik bir başarı olarak algılanmıştır. Siyasi liderler bu anlaşmayı politik ve ekonomik kazanımların bir başlangıcı olarak ele alırken, Avrupalılaşmak amacı içinde değerlendirildiğinde ise çok büyük bir adım olarak nitelendirmişlerdir. Türk kamuoyunda yapılan anlaşma tarihi olarak dillendirilirken, son 150 yıldır ulaşılmaya çalışan Batılılaşmak gayesi içinde atılan en kalıcı ve sürdürülebilir adım 111 olarak ortaya konmuştur. 109 Arif Erman, Kimlik ve Egemenlik, 1.B., İstanbul, Truva Yayınları, 2011, S.184 110 Şaban Çalış, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri-Kimlik Arayışı,Politik Aktörler ve Değişim, 5.B., Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2015, S.87 111 Selim Ilkin, “A History of Turkey’s Association,” 1990, s.s. 35-49, s.s.34-36 67 Bu anlaşmanın Avrupalıların gözünden değerlendirilmesinde, Türkiye Avrupa’nın bir parçası olarak kabul görmüştür. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğe uygun olmasının bir sembolü olarak nitelendirebileceğimiz Ankara Anlaşması ile birlikte, Türkiye Avrupalı, demokratik ve serbest piyasaya sahip bir devlet olarak vitrine çıkmıştır. Bununla birlikte, Türkiye’nin gelecekte, ekonomik ve politik olarak Avrupa sistemine girme potansiyeli de Avrupa tarafından Türkiye’nin önüne bir acenda şeklinde konulmuştur. Dönemin Avrupa birliği başkanı Walter Hallstein, Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır sözlerini söyleyerek, Türkiye’ye Sovyetler karşısında duyulan ihtiyacı da 112 dolaylı olarak vurgulamıştır. Doğudan gelecek tehlikelere karşı Türkiye stratejik bir ortak olarak ele alınıp Avrupa Birliği’nin kapısı aralanmıştır. 1960’larda sorunsuz bir şekilde devam eden entegrasyon süreci, Türkiye’nin AB tarafından ortaya konulan zorunlu değişimleri yerine getirmesi ile başarılı bir şekilde atlatılmıştır. Fakat 1970’li yıllarda, Avrupa Birliği’nin Türkiye’den ekonomik sistemine dair yapması gereken değişiklikler üstünde ısrar etmesi ile birlikte, Türk tarafında hayal kırıklığı başlamıştır. Bununla birlikte Avrupa Birliğinin talepleri artık bir dayatma olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu noktada devlet içinde birtakım tartışmalar başlamıştır. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde devletin farklı gruplarından farklı düşünceler patlak vermiş, eleştiriler yoğunluğunu arttırmıştır. Bu eleştirilere zemin hazırlayan şeyin ise, farklı düşünce gruplarının ve organizasyonların birbirinden farklılaşan kimlikleri olduğunu söylemek yerinde olacaktır. 25AB’nin ekonomik anlamdaki taleplerine karşı Devlet Planlama Teşkilatı Kurumu içerisinden Dışişleri Bakanlığı’nın gözü kapalı ekonomik değişimleri kabul etmesine karşı itiraz eden sesler yükselmiştir. Devlet Planlama teşkilatının süreci ele alış şekli daha çok ekonomi üzerinden iken, Dışişleri Bakanlığı’nın bu süreci siyasi dönüşüm bağlamında değerlendirmektedir. Devlet içindeki bu aktörlerin her birinin farklı kimliklere sahip olması böylesi bir çatışmayı doğurmuştur. Devlet Planlama Teşkilatı’nın sol düşünceye sahip kişilerce yönetiliyor olması, onların AB sürecini farklı değerlendirmelerine sebep olan başlıca kimliksel sebeptir. Bunun yanı sıra Dışişleri Bakanlığı yöneticilerinin ise, cumhuriyetin kuruluşundan beridir, Batılılaşma odaklı dış politika görüşlerine sahip 112 A Fading European Dream, Special report: Turkey , The Economist, Oct 21st 2010, http://www.economist.com/node/17276372?story_id=17276372 68 olması, ekonomik dayatmaları kabul etmelerine ve sürecin kesintiye uğramaması için ne 113 gerekiyorsa yapılması fikirlerinin kurum içinde hâkim olmasına sebep olmuştur. Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’ye dayatılan ekonomik düzenlemeler sadece devlet kurumları içinde değil toplum nezdinde de karşıt düşünce ve eylemleri doğurmuştur. Sol akım içindeki düşüncelere göre, Türkiye kendi kaynaklarını kullanarak ekonomisini düzenlemelidir, kendisi Batılı devletlerin pazarı haline getirmemelidir ve ekonomik bağımsızlık korunmalıdır. İslamcılar da AB sürecine özellikle ekonomik dayatmalara karşı gelen başlıca gruplardan olmuşlardır. Onlara göre, ekonomik değişimler, Türkiye’nin İslami kimliğinin Hristiyan Batı içinde erimesine bir araç olarak hizmet edecektir. Ortak marketin Türkiye’yi Batının hizmetkârı ve kolonisi haline getireceğini iddia eden dönemin Milli Selamet Partisi başkanı Necmettin Erbakan, Müslüman ülkeler ile ortak pazarın oluşturulması gerektiğini savunmuştur. Toplum içindeki karşıt görüşü oluşturan bir diğer grup da milliyetçilerdir. Milliyetçilere göre, Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye’yi yabancı dev şirketlerin açık pazarı haline getirecek ve nihayetinde Türk milleti ekonomik, sosyal ve siyasi bağımsızlığını sürdüremeyecektir. Bunun yanı sıra, Türkiye Batılı devletlerden ziyade, ilişkilerini 114 Ortadoğu ve sınırlar dışındaki Türki toplumlar üzerine kurmalıdır. Milliyetçilerin ve İslamcıların, 1974’te Bülent Ecevit’in başında bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi liderliğinde kurulan koalisyon içinde Avrupa Birliği’ne karşı muhalefet etme şansını yakalamaları, hükümeti 1978’de Ankara Anlaşmasının bağlayıcı süreçlerini dondurması ile sonuçlandırmıştır. Bunun karşılığında Avrupa Birliği ülkeleri sınırları içerisindeki Türk işçilerin serbest dolaşımını kısıtlamıştır. Dolayısıyla, 1970’li yıllar Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin zayıfladığı ve sorunlu olduğu yıllar olarak değerlendirilmelidir. Bunların yanı sıra, Yunanistan’ın 1975’te, askeri yönetiminin görevden çekilmesi sivil demokrasisini kurması ile birlikte AB’ye tam üyelik için başvurması, Türkiye’yi de bu konuda heveslenmesine rağmen, hali hazırdaki Ankara Anlaşmasından doğan sorunlar ve 1980 darbesinin patlak vermesi ile bu süreç 113 Ekrem Yaşar AKÇAY, 1970’lerde Siyasi Partilerin Gözüyle Türkiye’nin AET’ye Bakışı: AP, CHP, MHP, MSP, DP2, TKP Örnekleri, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 4, Sayı 7, 2012 Güz, s.s. 25-45, s. 31 114 Selim Ilkin, “A History of Turkey’s Association,” 1990, s.s. 35-49, s 41 69 ertelenmiştir. Aslında askeri darbeden tam da önce, Türkiye’nin ABD ile bozulan ilişkileri neticesinde AB ile ilişkilerin güzel bir seyirde gidiyor olması, darbe ile birlikte 115 tersine dönmüştür. Avrupa Birliği kurumunun kimliğinde demokrasinin önemi açıkça belirtilmiş iken, askeri yönetimin sivil iradeye karşı yapmış olduğu bu darbe, Türkiye’nin AB nezdinde antidemokratik ülkeler sınıfında kategorize edilmesi ile sonuçlanmıştır. Yapılan askeri darbe bazıları tarafınca, Türkiye’nin AB’ye üyelik fırsatını yakaladığı zaman yapılmıştır. AB ile arası bozulan Türkiye dış politikada nefesi, yine ABD’nin yanında alacaktır. İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ile stratejik önemi artan Türkiye, ABD ile ilişkileri yeniden düzeltme şansını yakalayacaktır. Bu konjonktürde, 1980’lerin başı Türkiye’nin AB’den uzaklaştığı ve ABD’ye yakınlaştığı yıllar olarak görülebilir. Askeri darbeyi yapanlar, bir bakıma Türkiye’nin Avrupa ile olan bağlantısının kopmasını istemiyordu ve 1983’de sivil iradenin başa gelmesi için seçimleri düzenledi, Türkiye’nin Batılı kimliğine vurgu yapacak yeni isim Turgut Özal olacaktı. Turgut Özal, Anavatan Partisi lideri olarak, önce ekonomi sistemini yeniden AB’ye yönelik düzenleyecekti. Bunun için liberal ekonomiyi ve serbest piyasa ekonomisini Ankara Anlaşması’nda istenildiği gibi düzenleyen Özal, ekonomik reformlarının yanı sıra 1980’lerin sonuna doğru politik reformları da gerçekleştirmeye başlayacaktır. Bu politik reformlar, darbe sürecinde siyaset yapması yasaklanan politikacıların siyasi yasaklarının kaldırılması, otuz bin civarındaki tutuklu siyasi tutuklunun serbest bırakılması ve meclisin ölüm cezalarını onama yetkisinin kaldırılması gibi bir takım demokrasiyi yeniden inşa etmeye yönelik düzenlemeleri içermektedir. Tüm bu reformların sebebi, Özal’ın kişisel olarak öngördüğü Türkiye’nin AB’ye olan üyelik ihtimalini düşürecek Doğu Avrupa ve Sovyetlerdeki gelişmeler başlamadan önce AB’ye tam üyelik sürecinin başlatılmasıdır. Nitekim Ankara Anlaşması’nın şartlarına olan bağlılık düzenlendikten sonra 1987 yılında Türkiye 116 AB’ye tam üyelik başvurusunu yapmıştır. 115 Gökhan Erdem, 12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’nin Avrupa İle İlişkilerine Etkileri: Avrupa Topluluğu Ve Avrupa Konseyi’yle İlişkiler, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:14, No:1 (Yıl: 2015), s.s. 29- 64, s.53 116 Seyfi KILIÇ, Yazılı Basında Türkiye'nin Ab Üyeliği Süreci: Hürriyet Gazetesi Örneği, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:13, No:2, 2014, s.87-109, s. 90 70 Türkiye’nin AB’ye başvurusu, tüm toplum nezdinde heyecanlı bir bekleyiş oluşturmuştur. Türkiye’nin AB ile olan ilişkisini güvenlik meselelerinin dışında ele alan AP liderleri, bunun askeri entegrasyon değil, kültürel, ekonomik ve siyasi bir dönüşümün parçası olduğuna atfederek söylem bazında da devlet ve toplumun kimliğini dönüştürmeye çalışmışlardır. Modern Türkiye’nin yolu Avrupa Birliği’nden geçer şeklinde bir algı yaratılması, hem devletin kurumlarında hem de toplum nezdinde büyük beklentilere sebep olmuştur. Darbe sürecinde yaşanan antidemokratik gelişmelerin bir daha yaşanmaması için geri dönüşü olmayan bir yola girildiğine inanan başta Anavatan Partisi yöneticileri ve toplumun büyük kısmı, daha sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaktır. AB başvurunun yapıldığı aynı yıl içinde Türkiye’ye kesin bir tarih vermeyerek, devlet yöneticileri arasında yeni kaygıların oluşmasına sebep vermiştir. Avrupa Birliği’ne girilmediği takdirde, devlet içindeki boşluğu doldurmak isteyecek öncelikli grubu İslamcılar olarak görülmüştür. Bu noktada kaygılanan devlet yöneticileri AB sürecinin devamlılığına çok önem vermekle beraber bu sürecin bizzat AB tarafından kabul edilemez şartlarla zora sokulduğuna büyük bir hayal kırıklığı 117 içinde tanık olacaklardır. Türkiye, 1987 Nisan’ında Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu yaptıktan sonra, birtakım ciddi engellerle karşılaşacaktır. Bu engellerin başında, Avrupa Parlamentosu’nda da tartışılan, Ermeni Meselesinin Türkiye tarafından soykırım olarak kabul görmesi ve sorunun çözülmesi gelmekledir. Bunun ardından, bir diğer mesele de, Yunanistan ile sorunların özellikle de Kıbrıs’taki çatışmanın çözülmesini üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak olmuştur. AB’nin Türkiye’ye çıkardığı zorluklar bunlarla da bitmemektedir, Türkiye kendi sınırları içerisinde PKK ile verdiği mücadele, AB tarafından eleştirilmekte ve adını Kürt Sorunu olarak koydukları meselenin çözülmesini talep etmekle, Türk yöneticilerinin ve toplumunun tepkisi ile karşılaşmıştır. Bu taleplerin kendisine dayatıldığı Türkiye AB’nin ülkenin bütünlüğüne karşı bir tutum içerisinde olduğu algılamasına girmesi şaşkınlık yaratmamalıdır. 117 Mehmet Murat Erdoğan, Soğuk Savas Sonrasnda Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri 1990-2005, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2006, s.s. 98-100 71 2.1.3. 1990’larda Kimlik Krizi Ve Dış Politikada Çeşitlilik Kimliklerin tüm aktörlerce ortak inşa edilmesi gerçeği içinde, bir devletin sosyal kimliğini sürdürülebilir kılması için, “diğer”leri tarafınca bu kimliğinin kabul görmesi ve tanınması gereklidir. Türkiye’de istikrarlı bir kimlik toplumsal kimlik oluşturulamamıştır, topluma şekil veren temel değerler homojenleşmemiştir, bunun başlıca sebebi ise, kimlik meselesinin siyasal düzende inşa edilmesi ve toplumsal bir 118 oydaşmanın gerçekleşmemesidir. Türkiye’nin Avrupalı kimliğinin bu boyutta ele alındığında, uluslararası çevrede tüm aktörler tarafından kabul görmediğini, bunun sadece ülke içinde oluşturulmaya çalışılması gibi bir durum ile karşı karşıya kalırız. Bu durumu tersine çevirebilmek adına, Türk yöneticileri, kendi algıladıkları Avrupalı kimliği diğerlerine de kabul ettirebilmek adına, dış politikayı en temel araç olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla, dış politikanın en temel amaçlarından biri, Batı ile olan ilişkiler olmuştur. Avrupa Birliği’ne üyelik, kimlik projesinin son adımı olarak dış politika acendasına yerleştirilmiştir fakat Avrupa’nın Türkiye’ye olan tutumu, üyeliğin hayali bir amaç olduğu kanısını Türk karar vericileri hatta toplum nezdinde büyük hayal kırıklığı olarak tahattur etmiştir. Kimi düşünürlere göre, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi en başında imkânsızdı. Sonu olmayan hayali bir yola girmeyi şizofrenik bir ruh hali içindeki bireylerin göze alacağını düşünürsek, gerçeklerle yüzleşen bu şizofrenin duygusal anlamda vereceği tepkiyi ve gireceği kimlik bunalımını, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasının 1990’larda hayal kırıklığına dönüşmesi anı ile bağdaştırmak mümkündür. Bu noktada çoğu Türk siyasetçi, yönetici ve düşünürün, Türkiye’nin en başından Avrupa Birliği’ne başvurmaması gerektiği konusunda uzlaştığını görmek mümkündür. Türkiye’nin tüm çabalarına rağmen, kimi Avrupa devlet başkanlarınca dillendirildiği asla Avrupa’nın bir parçası olamayacağı düşüncesi, toplumda hazır bekleyen Avrupa karşıtı grupları harekete geçirecektir. Bu grupların öne sürdükleri bir düşünce de, Türkiye’nin Müslüman kimliğinin Avrupa Birliği’ne girişte engel teşkil ettiğidir. Bu husus üzerinde daha çok durmakta fayda vardır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne 118 Ali Yaşar Sarıbay, Siyaset, Demokrasi ve Kimlik, 1.B., Bursa, Asa Kitabevi, 1998, s.102 72 kabul edilen birçok doğu Avrupa ülkesine göre çok daha güçlü ve stabil bir ekonomik yapıya sahip olmakla beraber, Ankara anlaşmasının şartlarını da yerine getirecek serbest market mekanizmasını da uyguluyor olması, onu Avrupa Birliği’nin bir parçası yapmaya yeterli olmamıştır. Türkiye’nin AB’ye kabul edilmeyişinin arkasındaki asıl sebebin kültürel ve kimliksel olduğunu ileri sürenlerin sayısı dikkate alınmayacak kadar az değildir. Türkiye ile Batı’nın şimdiye kadarki, münasebetlerini ele aldığımızda, Türkiye-AB ilişkilerinin neden bu derece sürüncemede gittiğini anlamak daha kolay olacaktır. Orta Çağ döneminde başlayan, Osmanlı- Batı çatışmalarında, iki tarafın karşılıklı olarak kendi kimliklerini birinin diğerini ötekileştirmesi üzerine kurmalarının izleri bugün dahi hissedilmektedir. Avrupa Birliği toplumunun homojen bir kültürel yapıya sahip olduğu gerçeği, Türkiye’nin birliğe dâhil olması ile birlikte sosyal yapılarındaki meydana gelebilecek değişiklikler hem AB yöneticilerini hem de AB ülkelerinin toplumlarını endişelendirmektedir. Başta Almanya olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine işçi olarak giden milyonlarca Türk’ün bu ülkelerde oluşturdukları kendilerine has sosyal yapılar, Avrupa’nın toplumsal kimliğinin Türklerle birlikte bozulacağını iddia edenlerin ellerini kuvvetlendirmektedir. Belçika eski başbakanının sözleri bu düşünceleri kanıtlayacak niteliktedir. Türkiye ne uzun ne de kısa bir dönemde AB’ye aday ülke konumuna dahi gelemeyeceğini belirten Wilfred Maartens, 119 AB ülkelerinin Türkiye’ye olan bakış açısını ortaya koymuştur. Türkiye içindeki tartışmalara bakıldığında ise bir tarafta, şimdiye kadar bastırılmış milliyetçi ve İslamcı akımlar bir diğer tarafta da Özal ve ekolünü devam ettiren Mesut Yılmaz liderliğindeki Anavatan Partisi’nin politikaları çatışmaktadır. Özal ekolü AB’ye üyelik sürecinin devam ettirilmesini Türkiye’nin AB’nin tüm kültürel, siyasi ve ekonomik kurumlarına üye olduğunu ve birliğe tam üyeliğin gerçekleşmemesi için hiçbir nedenin olmadığını ileri sürerken, Milliyetçi ve İslamcı partiler, Türkiye’nin dış politikasının çeşitlenmesinin tam da zamanı olduğunu, AB’nin Türkiye’ye yarardan çok zarar getirdiğini ayrıca, Müslüman ve Türk dünyası ile kurulacak ilişkilerin Türkiye’nin yeni dış politikasının amacı olması gerektiğini vurgulamışlardır. Türkiye’nin dış politikasında çeşitliliğe gitme kararı ve açılım adımlarının 1990’larda yaşanan kimlik krizleri ile aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir. 119 Hakan Yılmaz, Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yayın Evi, İstanbul 2005, s.8 73 1990’larda Batı’ya karşı bir duruş sergilemek ve bunu dış politikada vurgulamak adına “kimlik” kavramı üzerinde çokça durulduğu görülmektedir. Bu noktada atıfta bulunulan 120 kimlik, aslında milli kimlik olarak dile getirilmek istenmiştir. Artık Batı’yı öteki olarak görmeye başlayana gruplar, kimlik unsurunu yeni bir dönüşümün aracı olarak görmeye başlamışlardır. Yaşanan kimlik krizinin içsel ve dışsal olmak üzere iki boyuttan oluştuğunu belirtebiliriz. Yerel düzeyde gerçekleşen içsel kimlik krizi daha çok modernleşme projesinin yan etkileri olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bu tarihe kadar adı kesin bir şekilde ortaya konmamış dahi olsa, toplum kimlik krizlerine oldukça aşinadır. Grupların birbirlerini ötekileştirmeleri ve söylemleriyle “diğer”lerini 121 etiketlemeleri, homojen bir kimlik oluşmasının önünde büyük engel teşkil etmiştir. Modernleşme projesinin öteki olarak atfettiği eski veya gelenek kavramlarının dışlanması toplumda kimi kesimlerce kabul gördüğü kimi kesimlerde de karşıtlıklar oluşturmuştur. Batılılaşma projesinin İslam kimliğini ötekileştirmesi, dini unsurları sekülerite üzerinden yok etme çabaları, siyasi düzeyde başarılı olmuş olsa da, toplumsal düzeyde bireyleri radikalleştirmiştir. Kemalistlerin laik ve Batılı Türk toplumu temelinde milli kimlik oluşturma fikirlerinin vaat edilen yararları getirdiği görülmediğinde radikalleşme daha da hızlanmıştır. Modern kimlik, tek elden yukardan inme reformalar şeklinde topluma dayatıldığında, bunun doğal olarak karşı grupları ve muhaliflerini doğuracağı bir gerçek ile karşı karşıya kalınmıştır. Zaten modernleşme Türk toplumunda hiçbir zaman aşağıdan yani bireylerden kaynaklı olmamıştır, Osmanlı Devleti’nde bu durum askeri yenilgiler sonrası ordu temelli olmakla beraber, cumhuriyet modernleşmesi de bireylerden ziyade yöneticilerini hareket noktası olarak 122 alan bir anlayışla gerçekleşmiştir. Devletin bizzat kendi eliyle, otoriter bir tavırla laiklik projesi üzerinde ısrar etmesi, dinin zaman içerisinde kendisinin siyasileşmesi gibi istenmeyen bir sonucu doğurmuştur. Türkiye’nin devlet içindeki kimlik krizine baktığımızda laiklerin oluşturduğu, Beyaz Türkler, adı verilen bir grup ve diğer tarafta Siyah Türkler adı altında muhafazakâr yoksul ve dışlanmış bir kesimin birbiri ile toplumsal bir çatışma 120 Nevzat Köseoğlu, Milli Kültür ve Kimlik, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2013, s.15 121 Akif Pamuk, Kimliğin İnşasında Tarihin Kullanımı, Kimlik ve Tarih, İstanbul, Yeni İnsan Yayınevi, 2014, s.11 122 Gökhan Koçer, “Avrupalılaşmak”: Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Bir Deneme, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:26, 2002, ss.105-127, s.109 74 123 içine girdiklerini görürüz. Türkiye’nin modern kimliğin projesinin ortaya çıkan Beyaz Türkler gurubunda başarılı olduğunu fakat toplumdaki bütün bireylere hitap etmemekle beraber bu farklı etnik ve dini kimliklere sahip insanları baskıladığı ve onların dışlanmalarına sebep olduğunu belirtmek gerekir. Dışlanan bu kesim geleneklerine ve içinde bulundukları sosyal yapıya daha çok sarılarak kendi toplumsal gruplarını oluşturmuştur. Böylelikle iki kesim arasındaki uçurum da gün geçtikçe daha çok artmıştır. İslamcı kimlik Kemalist proje içindeki en büyük rakip olarak görülmüştür. Nitekim 1946’da Demokrat Parti’nin kurulması ve 1950’de göreve gelmesi ile liberal düşüncenin şemsiyesi altında yönetime gelmesi Kemalistlerin kabul edemeyecekleri bir olay olmuştur. Islamın modernleşme kimliği içinde ötekileştirilip dışlanmasının ardından şimdi toplumun laik ve muhafazakâr olarak ikiye ayrılması, Batılı sistemin 124 koruyucuları Kemalistlerin aklına korku düşürmüştür. Özellikle 1980 ve 1990’larda dinin siyaset içindeki yeri muhafazakâr partilerin merkezi ideolojilerinden birinin İslami kimlik olması sebebi ile kesinleşmiş ve süreklilik arz etmiştir. Bununla birlikte, İslam’ın etkileri sosyal ve siyasi alanların her yerine sirayet etmiştir. Bu dönemde medya, moda, sanat, müzik, edebiyat ve sinemadaki İslami etkiler çok daha gözle görülebilir ve etkin olmuştur. İslamcılar ve laikler arasındaki kutuplaşma Türkiye’nin iç ve dış politikasını belirleyen temel parametrelerden biri olmaya başlamıştır. Bunu en açık şekilde gözlemleyebileceğimiz kontekst Refah Partisi’nin Doğru Yol Partisi ile 1996-1997 yıllarında kısa süren koalisyon döneminde oluşmuştur. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi, Müslüman ülkeler ile özellikle de İran ve Libya ile yakın 125 bağlar kurma adına bir takım eylemlerde bulunmuştur. Refah Partisi’nin bu Türkiye’nin klasik dış politikasını değiştirme çabaları her ne kadar işe yaramayıp, Türk geleneksel dış politikası devamlılığını korusa da, Erbakan’ın bu hamleleri devletin laik ve muhafazakâr siyasi güçleri arasındaki çatışmayı daha da yoğunlaştırmıştır. Refah 123 Hakan M. Yavuz, “Cleansing Islam from the Punlic Sphere,” Journal of International Affairs 54 (Fall 2000): 21-42, s.22 124 Ibid, s.25 125 Sabri Sayari “Turkish Foreign Policy in the Post-Cold War Era: The Challenges of Multi- Regionalism,” Journal of International Affairs 54 (Fall 2000): 169-182, s.181 75 Partisi’nin politikalarına karşı çıkan başlıca muhalefet ordudan gelmiştir, ordunun kendisini Kemalist modernleşme projesinin koruyucu olarak görmesi ve dış politikanın bu projenin vazgeçilmez aracı olduğuna dair bir sorumlulukla hareket etmesi, ordu ile Erbakan’ı karşı karşıya getirmiştir. Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte Türk dış politikası İslamcı/laik çatışmasının yanı sıra, denkleme yeni eklenen milliyetçiliği de kapsayacak şekilde şekillenmek zorunda kalacaktır. Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman ve Türk kökenli toplumların, birtakım etnik savaşlar içinde zarar görmeleri, Türkiye’nin zorunlu olarak meselelere 126 dâhil olmasını gerektirmiştir. Bunun yanı sıra, Sovyet Rusya’nın dağılması ile birlikte Orta Asya'daki Türkiye’nin derin tarihi ve kültürel bağlarının bulunduğu Türki milletlerin bağımsız devletlerini kurmaları Türkiye’nin gelişmelere duyarsız kalmasını imkânsız kılmıştır. Sosyal ve siyasi alandaki milliyetçilerin sınırlar dışındaki Türklere dair onları koruyucu ve yardım edici politikaları içeren bir takım politikaları hükümetlere kurdukları yoğun baskılar ile dayatmaları Kemalist karar vericilerin ve yöneticilerin beklemedikleri ve karşı koyamayacakları bir süreci başlatmıştır. Kemalistlerin ideolojileri içindeki milliyetçilikten daha farklı bir milliyetçilik olarak ortaya çıkan bu yeni akım, Milliyetçi Hareket Partisi çatısı altında toplanmıştır. Türk- İslam sentezine vurgu yapan ve Ziya Gökalp’in milli kimlik tanımlamalarına çok daha yakın olan bu milliyetçilik hakkında, daha önce devlet tarafından komünizmin karşısında ortaya konulan milliyetçiliğin artık siyasi arenada vücut bulduğu halidir diyebiliriz. Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1990’larda elinin güçlenmesinin ve hareket alanın genişlemesinin sebeplerinden biri de, PKK terör örgütü ile verilen savaşta, toplum kimliğinde milliyetçilik unsurunun değerinin artması ve ön plana çıkmasıdır. 126 Ibid. s.181 76 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 2000’Lİ YILLAR VE KİMLİK İNŞAASI ÇERÇEVESİNDE DEĞİŞEN TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1. DIŞ POLİTİKADA YÖNTEM DEĞİŞİKLİĞİ VE STRATEJİK DERİNLİK Eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Stratejik Derinlik adını verdiği doktrininde, Türkiye’nin Stratejik, coğrafik ve kültürel özelliklerinin, tek boyutlu bir dış politika izlenmesine izin vermeyeceğini ve Türkiye’nin avantajına olan bu özelliklerden faydalanılması gerektiğini belirtilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu tarihi ve kültürel derinlikli kimliğin, bölgesel ve küresel gelişmelerin merkezinde olduğu, Türkiye’nin ise bu gelişmelere geleneksel dış politika dinamikleri çerçevesinde statükocu bir yaklaşımla seyirci kalamayacağı ortaya konmuştur. Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeostratejik boyutlarda sahip olduğu zenginliğin Davutoğlu, uluslararası arenada oynanan oyunun merkezinde bulunduklarını, bu yüzden bir “merkez ülke” güdüsü ile 127 hareket etmesi gerekliliğini vurgulamıştır. Türkiye’nin merkezinde bulunduğu tarihsel ve kültürel derinlik, Türk dış politikasında bir araç olarak kullanılmaya başlandığında, Neo-Osmanlıcık pratiklerinin devreye konulduğunu iddia eden düşünür ve yazarlar olmuştur. Bu durumu dış politikanın yönünün değişimi ve “eksen kayması” ile açıklamaya çalışanlara, Ahmet Davutoğlu sert bir ifade ile karşı çıkmıştır. Bu eleştirilerin gerçekçi olmadığını “Eksen nerede, eksen Ankara’da…Asıl eksen değiştiren Avrupa. Oyunun kurallarını, Avrupa’nın kurallarının eksenini, adalet konseptinin eksenini değiştirmeye çalışıyorlar… Burada siyaset ekseni değişikliğe tartışmaları konusunda iyi niyet görmüyorum, objektif bulmuyorum. Türkiye’nin AB ve NATO’yu görmezden geldiğine dair nesnel, akademik, bilimsel veriler sunmalılar, mevcut Türk Politikasının AB ve 127 Ramazan Erdağ, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 , s. 68 77 128 transatlantik hedeflere uyumlu olmadığını göstermeliler” sözleriyle ifade eden Davutoğlu, Neo-Osmanlıcılığı söylemleriyle desteklememektedir. Fakat ilişkilerin yoğunluğunun geleneksel dış politika bölgelerinden eski Osmanlı ve mevcut Müslüman devletler tarafında artması bu eleştirilen dayanak noktası olmuştur. Yeni stratejik derinlik adlı dış politika doktrinine göre, Türkiye, şimdiye kadar olduğu gibi, özellikle de Soğuk Savaş dönemindeki gibi olayların kenarında bulunan, “çevre ülke” konumundan sıyrılıp, ağırlığını olması gerektiği gibi kendisini uluslararası gelişmelerin merkezine koyması gerekmektedir. Türkiye’nin merkez olabilme potansiyelinin üzerinde duran yeni görüş, bunun için gerekli duruşu göstermek gerektiği ve toplumun önde gelen aktörlerine bu hususta ihtiyaç duyulduğunu şu sözleriyle ifade etmiştir: “Türkiye’nin uluslararası sistemdeki rolü tanımlanırken genellikle kullanılan kavram köprü olma rolü idi, Hâlbuki ki köprünün tek işlevi, iki entite arasında irtibat kurmak ve bir tarafı diğer tarafa taşımaktan ibarettir; kendi bağımsız varlığı olan bir aktör olarak algılanmaz. Bu tanımlamanın benimsenmesi, Doğu ile ilişkilerimizde Batı’nın değerlerini empoze etmeye çalışan bir Batılı, Batı ile ilişkilerimizde ise Doğu’nun olumsuz görülen unsurlarını taşıyan, bir doğulu olarak algılamamıza yol açtı. Türkiye yeni dönemde “köprü” değil, “merkez” ülke olarak tanımlanmalıdır. Yeni diplomatik üsluptan kastedilen; Doğu platformlarında doğulu kimliğinden gocunmadan, ama o kimlikle yüzleşip yine o kimlik etrafında tezler ve çözümler üretebilen, Batı platformlarında ise, Batı’nın nosyonlarını özümsemiş, Avrupalı bir bakışla Avrupa’nın geleceğini tartışabilen bir ülke olmaktır. Bunun gerçekleşebilmesi için sadece diplomatlarımızda ve siyasilerimizde değil, aydınlarımızda da zihniyet değişikliğini 129 gerektirmektedir.” Yeni dış politika bakış açısına göre merkez ülke olmanın getirdiği sorumluluk ve kabiliyetler, dış politikada düzenleyici ve kurucu olmayı gerektirmektedir. Eski dış politika anlayışında Türkiye, Soğuk Savaş yılları boyunca, edilgen rolü ile köprü konumunda bulunmuştur. Yeni anlayışa göre artık merkez ülke konumu olmak ile 128 “Davutoğlu: Asıl eksen değiştiren Avrupa’da” 9 Aralık 2009, Milliyet, (erişim) http://www.milliyet.com.tr/davutoglu--asil-eksen-degistiren-avrupa- da/dunya/dunyadetay/09.12.2009/1171588/default.htm 129 Ahmet DAVUTOĞLU, Türkiye Merkez Ülke Olmalı, 26 Şubat 2004,Radikal (erişim), http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=107581 78 birlikte daha aktif ve çok boyutlu dış politika duruşu ve eylemleri göstermek zamanı gelmiştir: Bölgesinde ve uluslararası arenada olup bitenlere gözlemleyici olmayacak, gelişmelere yön verecek, yeri geldiğinde Türkiye bizzat kendisi sistemi dizayn eden inşacı bir aktör olacaktır. Türkiye’nin bu rolü alması için gerekli olan en önemli unsur “duruş”udur. Dış politikada merkez ülke duruşu gösterebilmek içinse, bazı şartlara o ülke tarafından emin sahip olunması gerekmektedir. Davutoğlu bu şartları, özgüven, 130 toplumsal destek ve ekonomik yeterlilik olarak ortaya koymuştur. Bu yeni doktrine göre bir devletin dış politikada bağımsız ve kendinden emin 131 adımlar atabilmesi için, yeterli özgüvene sahip olması gerekmektedir. Özgüveni olmayan ülkelerin merkez ülke olamayacağını savunan yeni perspektif, Türkiye’nin özgüven kaynağının dayanak noktalarının onun tarihi ve coğrafyasından gelmesi, bundan sonraki dış politika söylemlerine de yansıyacaktır. Dış politika eylemleri ve söylemlerinin, devletin kimliği ile doğrudan etkileşimde olduğu ve bu iki unsurun birbirlerini sürekli olarak inşa ettiğini kabul ettiğimizde, devletin kimliğinin onun tarihi ile ilintilendirilmesi ile birlikte Kemalist aktörlerin kurageldiği kimlik inşası sürecinin 2000 sonrasında bir değişime gittiğini söylemek yanlış olmaz. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte öteki olarak görülen veya görmezden gelinen Ortadoğu ülkeleri ile işbirliklerini ve çok boyutlu ilişkileri başlatan bu yeni dönem, devlet kimliğinin değiştiği yönündeki tartışmaların dayanak noktası olmuştur. Yeni anlayış ortak tarih ve kültür vurguları ile geçmişi 21.yüzyılın yeni koşulları altında canlandırmayı hedeflemiştir. Tarih ile kimlik arasındaki ilişkiyi ele aldığımızda, ortak hafızaların “şeyleri” şey yapan olduğu yani onun kimliğinin oluşumundaki ana unsurlardan biri olduğu gerçeği yadsınamaz. Yeni TDP anlayışına göre, dış politikada merkez ülke olarak gösterilmesi gereken duruşun gerçekleşebilmesi için, toplumsal dinamiklerin öneminin üzerinde durulmalıdır. Devletin dış politikası ile toplumun ilişkisinin farkında olan TDP karar vericileri bu hususta inşacı yaklaşımın ortaya koyduğu, aktörlerin birbirlerini inşa ettiği gerçeğini yeni anlayış ile birlikte dış politikada pratikte uygulamaya çalıştığını 130 Ahmet DAVUTOĞLU, Türkiye Merkez Ülke Olmalı, 26 Şubat 2004,Radikal (erişim), http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=107581 131 Ramazan Erdağ, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 , s. 68 79 söyleyebiliriz. AK Parti yöneticileri, dış politikada kendinden emin adımlar atabilmek için toplumsal desteğin gerekliliğine atıfta bulunurken, dışarda atılacak adımları içerde doğru ve etkili anlatabilmek ve benimsetebilmek gerekliliğine vurgu yapmıştır. Özgüven ve toplumsal desteğin yanı sıra ekonomik gücün öneminin üzerinde duran TDP uygulayıcıları, ekonomik güç, toplumsal destek ve inisiyatif alabilme vizyonunun birbirini tamamlayan dış politikadaki özgüven unsurunu oluşturan temel gereklilikler 132 olduğunu belirtmiştirler. 1.1. Ritmik Diplomasi 2000 sonrasında TDP liderleri, ritmik diplomasi anlayışını Türk dış politikasının olmazsa olmaz unsurlarından biri olarak ifade etmiştir. Ritmik diplomasi; Komşularla sıfır sorun, güvenlik-özgürlük dengesi, kazan kazan politikası ve çok kulvarlı dış politika gibi Davutoğlu’nun stratejik derinlik doktrininin ayaklarını teoriden alıp pratikte eyleme geçirmek için uluslararası arenada meydana gelen her gelişme ile etkileşimde olmak şeklinde tanımlanabilir. “Ritmik diplomasi” ile birlikte Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi geleneksel dış politikası özelliklerinden “izle gör” yaklaşımının ortadan kalktığını söylemek mümkündür. Ritmik diplomasi anlayışını benimseyen AK Parti hükümeti ile birlikte Türkiye’nin artık kabına çekilmeyen daha girişken dış 133 politikalar üretme hevesinde olduğunu belirtebiliriz Dış politika karar vericilerinin zaman zaman ifade ettiği husus, Türkiye’nin ritmik diplomasi anlayışı içinde, hiçbir zaman durağan kalmayıp, sürekli olarak hareketli bir dış politika yürütmesi gerekli olmuştur. Bunun yöntemi ise, tüm aktörlerle karşılıklı görüşme ve ziyaretleri kapsayan etkileşimleri gerçekleştirmek olarak belirtilmiştir. Bunun için tüm uluslararası işbirlikleri ve örgütlerde var olunmalı, tüm gelişmelere dâhil olunmalıdır. Ancak bu şekilde aktif bir dış politika ile Türkiye kendisini merkez ülke olarak konumlandırabilir. Soğuk Savaş dönemine ait uluslararası ilişkiler dinamiklerinin geçerliliklerinin ortadan kalktığını ortaya koyan yeni dış politika anlayışı, Türkiye’nin artık pasif tarafsızlık minvalinde diplomatik ilişkiler yürütmesinin mümkün olmadığı üzerinde 132 Ramazan Erdağ, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 , s. 69 133 Mitat Çelikpala, Türkiye ve Kafkasya:Reaksiyoner Dış politikadan, Proaktif Ritmik Diplomasiye Geçiş, Uluslararası ilişkiler Dergisi, Cilt7, sayı 25,, Bahar 2010, s.93-126, s.103 80 durmuştur. AK Parti elitistlerine göre, Soğuk Savaş döneminde bölgesinde ve dünyada gerçekleşen olaylara izolasyonist bir yaklaşımı benimseyen Türkiye, menfaatlerinin gereğini yapmaktan çok, dış politikasının merkezine Batıyı yerleştirerek kendi konumunu meselelere ikincil kılmıştır. 1990’larda, Batı ile olan ilişkilerini yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyan Türkiye, Batının dışında da işbirlikleri gerçekleştirebileceğini fark etmiştir. Başta komşuları ile olan ilişkilerini daha barışçıl bir konjonktür içinde yürütmesi gereken Türkiye, bu yıllarda, Orta Asya ve Ortadoğu gibi yakın coğrafyası diyebileceğimiz bölgelerle daha hareketli bir ilişkiler sitemi kurmanın gerekliliğini düşünce boyutunda ortaya koyabilmiştir. Bu hedefe dair, 2002’de AK Parti yönetiminin başa gelmesi ile birlikte dış politika söylemlerinde daha 134 çok vurgu yapıldığı ve hevesli olunduğu görülmüştür . Ritmik diplomasi anlayışı içinde dış politikasını biçimlendiren 2000’li yılların Türkiye’si, bu anlayışın sağladığı olanaklar ile kendisine yeni bir vizyon oluşturabilmiştir. Vizyon odaklı dış politika olarak adlandırabileceğimiz yeni bir bakış açısı getiren bu anlayışın beklentilerine göre Türkiye’nin uluslararası sistemde meydana gelen olayları eskiden olduğu gibi izlemekle kalmayacak, olayların gelişiminden ve gelişme esnasında gerekli müdahaleleri yapabilecek böylece, uluslararası sistemin dizaynında etkili rol oynayabilecektir. Devlet böylesi, uluslararası arenada bulunan her aktör ile ilişki içinde olarak, kendi ulusal güvenliği için önceden gerekli adımları atabilme fırsatını da yakalamış olacaktır. Dünyada, güvenlik meseleleri, Soğuk Savaş dönemi eski kalıpların etkisini yitirmesi ve modernitenin sunduğu imkânlar sebebi ile sadece ortaya çıktığı bölgeyi etkilemekle kalmayıp, uluslararası sitemdeki tüm aktörleri olayların içine dâhil eden bir minval içinde etkisini göstermektedir. Türkiye dış politikadaki bu yeni vizyonu ve ritmik diplomasi yönteminin etkinliği sayesinde tüm aktörler ve meseleler ile etkileşim halinde olarak, kendi ulusal çıkarlarını ve güvenliğini 135 daha etkin anlamlarda güvence altına alabilmeyi de arzu etmiştir. 134 Ramazan Erdağ, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 , s.s. 64-65 135 Ibid, s. 53 81 1.2. Komşularla Sıfır Sorun Yeni Türk dış politikası anlayışı içinde, komşularla ilişkilerin barışçıl bir seviyede gerçekleşebilmesi ön plana çıkmıştır. Türkiye komşularla sıfır sorun ilkesi bağlamında daha önce 1998’de Suriye ile Adana Mütabakatı’nı imzalayarak bu 136 anlayışın ilk adımlarını atmıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin Irak’a müdahalesi ile ortaya çıkan teröre karşı yeni mücadele dinamiklerinin ortaya çıkması, Türkiye’nin çevresinde özellikle de Ortadoğu’daki komşularında cereyan eden olaylara kayıtsız kalamayacağı gerçeğini doğurmuştur. ABD’nin Ortadoğu’da güvenlikçi anlayış temelinde agresif bir dış politika izlemesi, bölgedeki aktörler ile alışılagelmişin dışında ilişkiler içine girmesi, Türkiye’nin hemen sınırlarının ardında derin güvenlik sorunlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Türkiye, bu sorunlara, Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi arkasını dönemeyeceği, olayları yakından takip etmesi ve sorunların çözümü noktasında etkin olması gerekliliği içinde bir yaklaşımı benimsemiştir. Bu hususta kimlik inşasının önemli unsurlarından olan öteki unsurunun geleneksel anlamdaki Batı ile Doğu arasında oluşan birbirini dışlayan konjonktürün ortadan kalkması yönünde bir tavır sergileyen Türkiye’nin tutumu, dönemin başbakanı Erdoğan’ın şu sözleri ile perçinleşmiştir: “Eylül saldırıları, uygarlık için büyük bir tehdit oluşturan terörizmin ulaştığı ürkütücü boyutları ortaya koymuştur. Terörizm de küreselleşmekte, bölge, din ve ırk ayırımı yapmadan masum insanları katletmektedir… Tarih bize, insanların 'öteki'ne yönelme biçiminin, aynı zamanda istikrar ve barışın dinamiklerini belirlediğini öğretmiştir. Tarih boyunca, 'öteki'ni, göz ardı etme, dışlama veya 'öteki' üzerinde siyasi, ekonomik veya kültürel anlamda hükümranlık kurma eğilimlerinin, sadece ve sadece uyuşmazlık ve husumet yarattığına da tanık olduk… Bugün sorulması gereken soru şu olmalıdır: 'Öteki' dediğimiz kimdir? 'Öteki' gerçekten var mıdır?'… Yoksa bu, önyargıların, hoşgörüsüzlüğün, karşılıklı anlayış eksikliğinin, birbirini dinleme ve anlamaya çalışma yeteneğinin yeterince kullanılmamasının yarattığı bir algılama sorunu mudur?... Bulunduğumuz coğrafyanın Türkiye'ye, Avrupa 136 Adana Mutabakatı Ve Bugün, Uluslararası Politika Akadmisi, 10 Nisan 2012, http://politikaakademisi.org/2012/04/10/adana-mutabakati-ve-bugun/ 82 ve Asya kültürleri ile dinler arasındaki diyaloğun ilerletilmesinde özel bir sorumluluk 137 yüklediğinin bilincindeyiz” Erdoğan’ın Batı’ya yönelik söylemlerinin dışında, Doğu devletlerine de, kimliklerini daha batılı değerlere yönelik inşa etmelerini Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Valley Konferansı’nda “Demokrasi, İslam ve Siyasal Laiklik Ekseni Üzerinde Türkiye Modeli” başlığında “Günümüzde Müslüman toplumların çoğunluğunun demokrasi sınavında nispeten başarısız olmalarını din olgusuyla açıklamaya çalışmak ve İslamiyet ile irtibatlandırmak temel bir yanlış olacaktır. Keza, daha 10- 15 yıl öncesine kadar Avrupa’nın büyük bir bölümünün demokrasiden ve her türlü özgürlükten uzak bir ortamda yaşaması da herhalde din kaynaklı engellerle izah edilmiyordu… Laiklik olarak tanımladığımız bu ilke son derece mühim bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca laiklik, sadece bir devlet yönetim ilkesi olarak da ele alınmamalıdır. Laiklik aynı zamanda bir ‘sosyal barış’ prensibidir. ‘İslam kültürü’, ‘demokratik düzen’ ve ‘laiklik prensibi’ arasında tarif etmeye çalıştığım bu ilişkiyi Müslüman toplumlar içinde en başarılı şekilde uygulayan ülkelerin başında herhalde Türkiye gelmektedir. Bu özellikleriyle Türkiye, nüfusunun çoğunluğu İslam inancını benimsemiş bir toplumun, laiklik temelinde demokrasiyi yaşatabileceğinin ve ileri demokratik normları yerleştirebileceğinin en güzel örneğini vermektedir. Biz bu modelin evrensel hedef olduğunu, tek bir Tanrı’nın eşit haklara sahip olarak yarattığı insanoğlunun, ancak bu çerçevede hak ettiği barış, huzur ve refaha kavuşacağını 138 düşünmekteyiz” şeklindeki sözleri ile tavsiye bulunması ile Türkiye’nin bu süreçte farklı kutupları kendisinde birleştirebilecek bir potansiyele sahip olan merkez ülke konumuna dikkat çekmektedir. AK Parti dönemi Türkiye’sinin dış politikasının temel paradigmalarının başında gelen komşularla sıfır sorun politikası ile geçmişteki düşmanlıkların ve çatışmaların sona erdirilip; kültürel, siyasi ve ekonomik işbirliklerini gerçekleşmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda, bölgedeki farklı kültürlerden mezheplerden, dinlerden ve etnisitelerden oluşmuş dokunun korunması amaçlanarak, ilişkilerin iyi seyirde yürümesinin gerekli altyapısı da sağlanmış olacaktır. Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin çevresindeki farklılıklar birer tehdit olarak algılanmıştır ama yeni TDP 137 Türkiye Bülteni, Haziran 2005: 14-15 138 Türkiye Bülteni, Haziran 2005: 14-15 83 anlayışında artık bu durumun değişmesi istenmiştir. Buna göre, Türkiye, bölgede aktörleri ile kendi tarihi ve kültürel geçmişi aracılığıyla etkileşim içinde bulunacak ve barışın tesisinde merkez ülke konumuna ulaşacaktır. Bu noktada, yeni anlayış, cumhuriyetin ve modern devletin dış politika ideolojisi ve kimliğinin kurucusu Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerine kendilerinin de şimdi aynı anlayış içerisinde olmaları gerekliliği üzerinde durarak atıfta bulunmuştur. Türkiye’nin etrafının kendisine zarar vermek isteyen aktörler ile çevrili olduğuna dayalı bir korku psikolojisi içinde hareket etmenin, kendisini dışarda pasivize etmiş bir devlet haline getireceği ve bunun dış politikada bunalımlara yol açacağı savunulmuştur. TDP yöneticilerine göre ancak komşularıyla olan ilişkilerini barışçıl düzeyde koruyabilen bir Türkiye’nin dış politikada manevra alanı genişleyebilecek, sahip olduğu potansiyelleri kendi çıkarları 139 çerçevesinde kullanabilecektir. Sıfır sorun politikasının pratik anlamda nasıl gerçekleşeceği sorusuna yanıt verebilmek adına, bu politikayı daha detaylı incelemekte fayda vardır. Sıfır sorun politikası ile anlatılmak istenen, öncelikle Türkiye’nin çevresinden başlayarak tüm dünyada herkes için güvenlik koşullarını oluşturabilmektir. Herkes için eşit güvenlik kavramının içeriği, gereği, düşünsel ve eylemsel boyutta objektif olma gerekliliğini taşımaktadır. Türkiye’nin yakın komşularının bulunduğu Ortadoğu ülkelerinde çok farklı aidiyetlere sahip olan fakat bir arada yaşamak zorunda olan gruplar mevcuttur. Türkmen, Kürt, Arap, Şii, Sünni, Yahudi, Acem ve sayısı daha da arttırabilecek farklı etnik ve dini kimliklere sahip bu grupların hepsi için özgürlük ve güvenlik arayan komşularla sıfır sorun anlayışının, çatışmaları bitiremese bile en aza indirgeyeceği öngörülmüştür. Böylece çatışmaların ortadan kalktığı, barışın tesis edildiği bir coğrafyada ise ekonomik, kültürel ve siyasi entegrasyonların oluşabileceği altyapı 140 hazırlanması arzu edilmiştir. Komşularla sıfır sorun anlayışı içinde ekonomik entegrasyon unsurunun önemini anlayabilmek için, neoliberal yaklaşımların savunduğu ilkelere göz atmakta fayda vardır. Joseph Nye gibi neoliberal düşünürlerin savunduğu üzere, ekonomik 139 Ramazan Erdağ, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 , s.s 65-68 140 Kemal Gökçay, Statükoculuk’tan “Çok Yönlü Dış Politika’ya”: “Komşularla Sıfır Sorun” Değerlendirmesi ,YükseK Lisans Tezi, Selçuk üniversitesi, Konya, 2012, s.s. 119-120 84 entegrasyonlar ve işbirlikleri, aktörler arasındaki çatışma ve savaşların olmasını 141 engellemekte, onları askeri güce mümkün derece başvurmamaya zorlamaktadır. Bu noktada, ekonomik entegrasyonun barışçıl bir inşa unsuru olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Karşılıklı ekonomik çıkarları olan aktörlerin, çıkarlarının sürekliliği için barışın devamlılığından taraf olan dış politika yürüttüklerini söylemek son derece doğrudur. Ekonomik bağımlılığın çatışma ihtimallerinde, çatışmanın gerçekleşmesinden önce bir nevi sağduyu oluşturması, sıfır sorun politikasının temel ayaklarından birini oluşturmuştur. Dış politikada ekonomik entegrasyon ilkesinin, sıfır sorun politikasına nasıl hizmet ettiğine dair yaklaşımına baktığımızda, Suriye rejimi ile gerginliklerin başlamasına kadarki süreçte Suriye ve Kuzey Irak ile girişilen ticaret bu konunun pratiğe yansımış halidir diyebiliriz. Bu ilişkilerden yola çıkarak belirtebileceğimiz husus, Türkiye-Suriye ve Türkiye-Kuzey Irak ilişkilerinin normal şartlar altında barışçıl bir minvalde yol almasıdır. Çalışmamızın ilerleyen kısımlarında Suriye ile olan ilişkilerin neden raydan çıktığına dair farklı açıklamalar yapılacaktır. Farklı kültürlerin bölgede bir arada yaşaması, sıfır sorun politikasının benimsenmesinin bir diğer önemli unsuru olarak öne sürülmüştür. Türkiye’nin kendi sınırlarına ve yakın çevresine bakıldığında, birbirinden farklı etnik ve dini grupların aynı coğrafyada tarih boyunca bir arada yaşadığına tanık oluruz. Balkanlar, Kafkasya, Anadolu ve Ortadoğu coğrafyaları günümüze kadar birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış olmakla beraber, farklı medeniyetlerce göç yolu ile vatan görevini üstlenmiştir. Bu topluluklar kendi varoluşlarını oluşturabilmek için zaman zaman, diğer grupları “öteki” olarak tanımlayıp, kimliksel ayrımlara gitmiştirler. Öteki üzerinde oluşan kimlikler, bölgedeki çatışmaya uygun zemini hazırlamıştır. Nitekim bu coğrafyalardaki etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların şiddeti tarih boyunca yüksek olmuştur. Bu kimliklerin birbirleri ile barışması ve bir arada yaşamaya yönelik isteklerinin olması hem bölgesel güvenlik için hem de tüm aktörlerin ilişkilerden doğacak sonuçlardan çıkarlı çıkmaları için zorunludur. TDP bu noktada, pratiklerini 141 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, mkm Yayınları, 8. Baskı, 2013, s. 328 85 tüm aktörlere eşit yaklaşan ve krizlerde arabulucu rolünü üstlenecek şekilde kendini 142 konumlandıran bir çizgiye çekmek istemiştir. Sıfır sorun politikasının önemli bileşenlerinden biri olarak karşımıza çıkan, yüksek düzeyde siyasi işbirlikleri kurmak ilkesi, uluslararası sistemdeki tüm aktörler ile etkileşim halinde olmak ve bundan öte işbirlikleri kurmayı öngörür. Bölgesel anlamda siyasi işbirlikleri ile bölgede istikrarın kurulması beklenirken, aynı kaderi paylaşan bu ülkelerin gelişmeleri de beklenilmiştir. TDP uygulayıcılarına göre, Türkiye’nin komşuları ile çatışmak yerine uygulamaya koyduğu işbirlikleri hem güvenlik riskini en aza indirgeyecek hem de uluslararası arenada cereyan eden gelişmelere kendi çıkarları minvalinde katılım sağlayabilecektir. Dolayısıyla sıfır sorun politikası ile Türkiye’nin, kendi evinin önünü temizleyerek, öncelikle yerel politikasını güvence altına alabilme hem de dış politikada kendisini merkeze koyarak inşacı aktörler arasında yerini sağlamlaştırabilme şartlarına sahip olabilmesi hedeflenmiştir. 1.2.1. Eksen Kayması Tartışmaları Uluslararası ilişkiler disiplini içinde “eksen kayması” kavramı,, bir devletin geleneksel dış politika yaklaşımından vazgeçip başka alanlara yönelimi olarak tanımlanabilir. AK Parti iktidarının benimsediği dış politika stratejisi, özellikle Batılı devletlerce “eksen kayması” olarak nitelendirilmiştir. Batılı ülkelerce yapılan bu eleştirilere AK Parti yöneticileri, Türk dış politikasında dile getirildiği gibi bir eksen kaymasının olmadığını, yapılan eleştirilerin iyi niyetli olmadığını belirterek cevap vermişlerdir. Bu hususta dikkat edilmesi gereken, Türkiye’nin geleneksel dış politika stratejisinden tamamen vazgeçip vazgeçmediğidir. Türkiye’nin salt Batı odaklı dış politikasını devam ettirmediği gerçekliğine ise, Ortadoğu Afrika ve Asya ülkeleri ile alışılmışın dışında “ritmik diplomasi” ilkesi çerçevesinde sıkı ilişkilerin başlatılması bir dayanak olarak gösterilebilir. 142 Erol Kurubaş, “Davutoğlu Dönemi Türk Dış Politikasının Geleneksel Dış Politika İlkeleri Açısından Analizi”, 2. Uluslar arası Davraz Kongresi, Isparta, Süleyman Demirel Üni, 29-31 Mayıs, 2014, ss.1416- 1413, s.1416 86 TDP 2000’li yıllarda başta Ortadoğu olmak üzere, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerine yönelik genişlemeler ile çeşitlenmiştir. Geleneksel Batı minvalli dış politikanın terkedilmesi, Türkiye’ye bu eleştirilerin gelmesinin temel sebebi olmuştur. Dış politikadaki çeşitlenmenin eksen kayması eleştirisi olarak AK Parti iktidarına yönetilmesi, dönemin dışişleri bakanı Davutoğlu’nun söylemlerince sert bir şekilde karşılık bulmuştur : “ Dikkat ederseniz, Türkiye ne zaman çevre bölgelerinde aktif hale gelmişse, etki gücü artmışsa, bu tür tartışmalar özellikle başlatılmıştır. Biz bunları iyi niyetten, objektiflikten yoksun, konjonktürel değerlendirmeler olarak görüyoruz. Türkiye Yunanistan ile çok kapsamlı anlaşmalar imzalarken eksen kayması tartışması olmuyordu da, Ortadoğu’da daha aktif rol aldığında mı oluyor. Türkiye, Suriye-İsrail görüşmelerini yürütürken eksen kayması yokken, şimdi Türkiye Gazze konusunda insani bir tutum aldığı zaman mı eksen tartışması oluyor… Türkiye Irak’taki Sünni grupları sürece sokarken Doğu’ya dönmüş olmuyordu da, şimdi Türkiye bölgede daha aktif rol aldığı zaman mı bu tartışmalar başlıyor. Türkiye AB sürecini kararlı bir şekilde Avrupa’daki bazı çevrelerin bütün caydırıcı adımlarına rağmen eksen kayması 143 yaşamıyordu da, şimdi mi yaşıyor. Bunlar son derece gereksiz tartışmalardır”. Davutoğlu bu sözleriyle o dönemde, takip edilen yeni stratejinin arkasında durmuş ve dış politikanın bu strateji minvalinde devam ettirileceğinin ipuçlarını da vermiştir. 2000’li yıllar Türk dış politikası, Soğuk Savaş dönemi geleneksel yaklaşımları reddederek, dış politikanın sadece bir minvalde yol alan tarzını devam ettirmemiştir. Türkiye bu yıllarda Batı’nın dışındaki güç odakları ile yakın ilişkiler kurmaya başlamıştır. Soğuk Savaş’ın izlerinin artık silinmeye başladığını dile getiren AK Parti’nin karar vericileri, çok yönlü dış politikanın devletin çıkarlarına hizmet edeceğine inanmışlardır. Türkiye eskinin tehdit algılarının artık var olmadığı bir konjonktürde, güvenlikçi ve izolasyonist bir yaklaşım yerine, uluslararası sistemdeki tüm aktörlerle yakın işbirlikleri içinde olmaya hedeflemiştir. Daha önce ziyaret dahi edilmeyen ülkeler, bu dönemde diplomatik ilişkiler minvalinde ziyaret edilmeye başlanmıştır. Alternatiflerin her an elde bulunduğu çok çeşitli bir dış politikanın gerekliliğini dönemin cumhurbaşkanı ve AK Parti’nin kurucularından Abdullah Gül de 143 Eksen Kayması: Bir Yorum da Davutoğlu’ndan”, CNN Türk, 15.06.2010, (Erişim), http:// www.cnnturk.com/2010/dunya/06/15/eksen.kaymasi.bir.yorum.da.davutoglundan/580179.0/index.html, 20.01.2014 87 desteklemiştir. Abdullah Gül :”…bir tarafa sığındığınızda karşı taraf sizi bir nesne ve hedef olarak görmeye başlıyor. Bir gücün dostluğunu kazanmak size onlarca düşman kazandırıyorsa, siz o düşmanlıklar dolayısıyla o güçle sürekli bağımlılık ilişkisi içinde olmaya başlıyorsunuz. Dinamik dünya şartları her bir küresel ve bölgesel aktörle ilişki kuran, kendi ilkeleri olan ve başkalarının ilkeleriyle bu ilkeler bu ilkeler çalıştığında kavga etmeden kendi ilkelerini akılcı bir diplomasi ile hayata geçirebilen bir üslup 144 gerektiriyor”. şeklindeki sözleriyle Türk dış politikasının dış politikada doğrudan devletin çıkarları ile ilgili olmasa dahi, tüm aktörlerle yakın ilişkiler içinde olması gerekliliğinin temelinde yatan sebepleri ortaya koymuştur. Türkiye’nin bahsi geçen Ortadoğu ve Afrika ülkeleri olan ritmik diplomasi eksenindeki ilişkilerinin yanı sıra 2000’lerin başında Batı ile olan ilişkilerinde de geri adım atmadığını belirtmekte fayda vardır. Dönemin Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül’ün 2003 yılında AB ile olan ilişkileri Türkiye’nin Müslüman kimliği ile ilişkilendirerek dile getirdiği “50 yıldır bu yolda yürüyoruz. Şakası olmayan bir süreç içerisine geldik. İleriki yıllarda Türkiye Müslüman kimliğiyle bir AB üyesi haline gelecektir. Tahminimiz 2004’te üyelik müzakereleri, 2010 yılı sonrasında da tam üyelik... Türkiye, AB’deki Müslüman kimliğiyle Müslüman ülkelerle ilişkileri daha sağlam temellerde yürütecektir… Ülkemiz, Avrupa ile ilişkilerini başından itibaren kendi uygarlık projesinin doğal bir uzantısı olarak görmüştür. Türkiye’nin benimsediği değerler, 145 Avrupa demokrasisinin de temel aldığı değerlerdir” sözlerinin Türk dış politikasının Batı’ya yönelik tutumunu özetlemektedir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün söylemini tamamlar nitelikteki dönemin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın sözleri şu şekildedir: “Biz AB'nin çıkışını artık evrensel değerlere saygın bir çıkış olarak göreceksek, bir medeniyetler çatışmasının adresi olarak değil, tam aksine medeniyetler buluşmasının, uzlaşmasının gerçekleştiği bir siyasi değerler bütünü olarak görmek istiyoruz… "Neden? Çünkü İslam kültürü ile demokrasiyi bir arada barındıran ve İslam âleminde bunun tek modeli olan Türkiye, inanıyorum ki 1,5 milyarlık İslam âleminin de AB'ye bakışını farklı kılacaktır, olumlu hale getirecektir. Nitekim bu da başlamış 146 durumdadır" . Erdoğan’ın Türkiye’nin AB’ye girmesi ile aslında AB’nin de kimliğini 144 Abdullah Gül, “Türkiye Küresel Barışın Teminatıdır”, Anlayış, Haziran 2004, Sayı 13, (Erişim), htttp//www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=&makaleid=3256, 15.01.2013. 145 Türkiye Bülteni, Temmuz 2003: 23 146 Türkiye Bülteni, Ekim 2003: 29 88 dönüştüreceği yeni bir inşa sürecinin başlayacağına dair sözleri şu şekilde devam etmektedir: “Türkiye için gördüğüm rüyaların dünyanın iyiliğine hizmet edeceğini de biliyorum. Gördüğüm rüya, medeniyetler çatışmasının dünyayı bir alacakaranlık kuşağına çevirmeye çalışması karşısında, AB'ye girmiş bir Türkiye'nin 'medeniyetler buluşması'nın en sağlam köprüsü olacağını gösteriyor. Türkiye'nin tarihi inşa eden medeniyet tecrübesiyle, devletin ve toplumun üzerinde büyük mutabakat sağladığı AB hedefine 147 her zamankinden daha çok yaklaşmaktadır.” Türk dış politikasında eksen kayması yaşandığı eleştirilerin çıkış noktalarından biri de, Türkiye’nin Suriye ile Dostluk Mütakabatı imzalaması sonucunda geçmişin aksine dostane ilişkiler kurması olmuştur. Suriye ile olan ilişkiler Soğuk Savaş döneminde yok denilecek bir seviyede yer almış, bu durum 1990’larda terör örgütü PKK ile Suriye’nin ilişkilerinden ötürü, güvenlikçi yaklaşım içinde düşmanlık seviyesine varmıştır. Bu durum Adana Mütabakatı ile değişmeye başlamış olup, 2000’li, yıllarda ise Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı beklenmeyen ve alışıla gelmişin dışındaki şartların oluşumuna kadar, dostane bir hal almıştır. Bu dönemde Suriye ile yakınlaşmanın ardından eksen kayması eleştirilerinde bulunanlara karşı dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan geçmişteki kötü ilişkilerin aslında yanlış olduğunu, bu soğukluğun artık biteceğini ifade etmesi, Türk dış politikasında çeşitlilik stratejisinin o zaman için ilerleyeceğinin göstergesi olmuştur. Bununla birlikte Suriye ile yakınlaşmaları eksen kaymasından ziyade merkez ülke olma hevesi içinde gerçekleşen faydacı bir yaklaşımın pratikleri olarak değerlendirmek daha yerinde olur. Nitekim özellikle Arap Baharı’nın gerçekleşmesinin akabinde Erdoğan’ın Suriye’yi bir iç mesele olarak gördüğü yönğndeki söylemleri ile birlikte Esad yönetimi ile olan ilişkilerin yüzseksen derece değişmesi, kemalist kimlik temelli Türk dış politikası eksenine dönüldüğünü değil ancak devletin kuruluştan beridir benimsemiş olduğu başka devletlerin içişlerine karışmama ve komşularla sorun yaşamama ilkesinin etkisini 148 yitirdiğini gösterir. 147 Türkiye Bülteni, Kasım 2003: 8 148 Ömer Tugay Kınalıtopuk, Türkiye Suriye İlişkileri 2002-2014 Dönemi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilimdalı Yüksek Lisans Projesi, Edirne 2014, S.S. 37-38 89 Türkiye’nin dış politikasındaki değişimleri eksen kayması olarak değerlendirmenin yanlış olduğunu ortaya koyan düşüncelerden biri de, Ortadoğu ve Afrika’daki gelişmelere Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı ve bu minvalde hareket etmesi gerekliliği olmuştur. Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini bitirmediğini fakat Ortadoğu ile kıyasladığımızda ikinci planda kaldığını söylemek de mümkündür. Fakat Ortadoğu’da ABD’nin Irak müdahalesinin ardından yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin gelişmelere izolasyonist bir bakış açısı ile yaklaşmasını engellemiştir. Türk dış politikası acendası içindeki yerini üst sıralara taşıyan Ortadoğu, kuşkusuz konjonktürel gelişmeler neticesinde ele alınmıştır. Bunu ideolojik yaklaşımlarla ilişkilendirmek doğru değildir. Bununla birlikte, Türk hükümetinin AB yöneticilerin zaman zaman Türkiye’yi İslami kimliğinden dolayı dışlayan söylemlerine karşın, hem AB ülkelerine hem de iç politikayı Türkiye’nin batı ile entegrasyonuna kimlik temelinde etki etmeyi planlayan sözleri şu şekildedir “AB bir Hıristiyan kulübü değildir, olmamalıdır. Biz AB'yi başından beri bir değerler bütünü olarak gördük. Ancak Türkiye, AB'ye katılmadıkça, 'AB bir değerler bütünüdür' denilemez. Biz, İslam kültürü ile demokrasi kültürünün Türkiye'de örneğini verdik. Batı dünyası ile İslam dünyası arasında Türkiye güzel bir köprü görevini oynayabilir. Bu gerçekleşirse 1,5 milyarlık İslam dünyası ile Avrupa'yı 149 birleştirme imkânını yakalayabiliriz. Bu, çok önemli bir fırsattır” Türk dış politikası eylemlerini salt ideolojiye dayandırmak, AB, ABD ve İsrail ile ilişkilerin de ritmik diplomasi ve sıfır sorun minvalinde gelişmesi sebebi ile geçersiz bir eleştiri olarak ele alınabilir. Türk dış politikasının eksen kayması yaşadığına dair yöneltilen eleştirilere karşı değerlendirmeler dış politika faaliyetlerine bakılarak yapılabilir. Bu hususta Türkiye ABD, NATO ve AB ile olan bağlarını koparmamıştır aksine ABD ile müttefiklik ilişkisi sona erdirilmemiştir, AB ile müzakereler devam ettirilmiştir, Türkiye NATO’ya üyelikten çıkmamıştır bunların yanı sıra, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, laiklik ve özgürlükler gibi Batılı değerleri devlet kimliği kapsamında yok saymamıştır. Türk dış politikası geleneksel ilişkilerini devam ettirmekle beraber, yelpazesine başka aktörler ekleyerek genişletmiştir. Soğuk Savaş dönemi izolasyonist ve içine kapanık tutumunu değiştirmekle birlikte, yeni stratejisine 149 Türkiye Bülteni, Ekim 2005:8 90 uluslararası sistemdeki çıkar ilişkisini gözetmeden tüm aktörleri dâhil edilmeye çalışılmıştır. Türk dış politikasındaki söylemlerin son zamanlarda Batı’yla ilişkilerde sertleştiğini, üst perdelerden dillendirildiğini de belirtmekte fayda vardır. Bu hususta Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön planda tutarak, NATO, Rusya ve ABD ve AB ile ilişkilerinde daha yalnız bir konuma itildiğini söyleyebiliriz. Yaşanan bu ilişkiler toplamının, kimliksel bir değişime yol açıp açmayacağını ortaya koyabilmek henüz mümkün değildir. Fakat hem devlet yöneticileri hem de toplumun Batı’ya olan güveni gün geçtikçe azalmaktadır. Toplum nezdinde 1990’larda yaşanan hayalkırıklıklarının artması devletin dış politika karar vericilerinin Batı’ya karşı veya Batı’ya rağmen minvallerinde söylemler üretmesi ve eylemlerde bulunmasını olanaklı kılmaktadır. Daha önce Batı’ya çaresiz bir aşk ile tutulmuş ve tutunmuş şekilde daha romantik bir tutum sergileyen Türk Devleti’nin bu durumdan uzaklaştığını söylemek yerinde olur. Bu değişimi eksen kayması olarak değil de devlet kimliğinin ulus kimliği ile daha çok kesişmesi yani normalleşmesi oalrak olarak değerlendirmek gerekir. 1.3. Proaktif Diplomasi Anlayışı Proaktif Diplomasi anlayışı, 2000’li yıllardaki Türkiye’nin geleneksel dış politika stratejisinde görülen farklı dinamiklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Proaktif diplomasi kavramını Türkiye’nin yer aldığı bölgede veya uluslararası sistemde cereyan eden krizlerin önlenmesi amacıyla, meseledeki tüm aktörleri kapsayan işbirliklerinin geliştirilmesine yönelik adımlar atan bir diplomasi hareketliliği olarak tanımlayabiliriz. Bu noktada, proaktif diplomasi anlayışını Soğuk Savaş dönemi diplomasi dinamiklerinden ayıran özellik, uluslararası sistemdeki devletler dışındaki aktörleri de masaya yatıran bir anlayış çerçevesi içinde pratiğe konulması olmuştur. Bu bağlamda, Esad rejimi ve Özgür Suriye Ordusu, Irak’ta Sünni ve Şii gruplar, Araplar ve İsrail, İran ve Batı gibi çatışma yaşayan aktörler arasında barışın ve işbirliğin teminin sağlanmasında hususunda Türkiye proaktif diplomasi anlayışı içinde krizlerin ortasında arabuluculuk rolünü üstleneceği ortaya atılmıştır. Türkiye’nin kriz yaşayan aktörler arasındaki uyuşmazlıklara çözüm getirebilme çabalarının, barışa ve istikrara olan katkısı derecesinde, ona “düzen kurucu aktör” kimliğini kazandırması arzulanmıştır. 91 Türkiye’ye bu kimliği kazandırması öngörülen dinamik ise devletlerarası ve uluslararası örgütler arası ilişkilerde aktif bir rol oynamasıdır. Türkiye’ye bu hususta zemin hazırlayan gelişmeler ise; başta Soğuk Savaş dönemi dinamiklerinin ortadan kalkması ve sonrasında 11 Eylül saldırılarının yarattığı bilinmezlik ve karmaşa ortamı olmuştur. Türkiye bu gelişmeler ve değişen minvaller eşliğinde, hem bölgesel hem de uluslararası örgütler, anlaşmalar ve işbirliklerinin içinde olma stratejisi geliştirmeye karar 150 vermiştir. Ancak bu şekilde uluslararası sistemde düzen kurucu bir yetiye sahip olabileceği düşünülmüştür. Bu stratejiye yönelik atılan adımlara bakıldığında; Afrika Birliği ve Arap Ligi’ne gözlemci pozisyonunda katılım, BM Güvenlik Konseyi’ne katılım, Kyoto Protokolü’nün imzalanması ve G20’ye üyelik gibi uluslararası yapılarda aktif ve pozitif bir diplomasi izlendiğini söylemek mümkündür. 2000’li yılların başında, Türkiye uluslararası sistemde cereyan eden her olayın içinde yapıcı bir rol üstlenerek, bölgesinde ve dünyada meydana gelebilecek krizlerin önlenmesinde öncü rol oynayabilmeyi proaktif diplomasi anlayışı içinde kendisine hedef belirlemiştir. 2003 Irak Savaşı öncesinde ve sonrasında Sünni grupların yeni düzene barışçıl bir şekilde katılımları hususunda Türkiye’nin bölgede gerçekleştirdiği diplomatik ilişkiler proaktif diplomasi unsuruna örnek olarak verilebilir. 3 Ocak 2011 yılında, dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu, 3. Büyükelçiler Konferansında Türkiye’nin uluslararası sistemdeki statüsünü tanımlarken, kendi dış politika stratejisinin önemli sayacaklarından olan proaktif dış politika prensibini şu sözleriyle ifade etmiştir. “Krizden etkilenen değil, krizin parçası hiç değil, sorun çıkaran zaten değil, ama sorunları çözen, hem bölgesel hem küresel sorunlara doğru çözümler üreten 151 ülke” Sonuç olarak, proaktif dış politika ilkesi ile birlikte Türkiye, uluslararası sistemde meydana gelebilecek olayları önceden görebilen, kendisini ona göre konumlayabilen, potansiyel krizlere alternatif çözümler üretebilen bir ülke olmayı hedeflemiştir. 150 Ahmet Davutoğlu, Türk Dış Politikası’nın İlkeleri ve Bölgesel Siyasal Yapılanma, Stratejik Araştırmalar Merkezi, No. 3, Ağustos, 2012 ,s.s. 9-10 151 3. Büyükelçiler Konferansı’nın Açılış Konuşması, 3 Ocak 2011 (Erişim), http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-3_-buyukelciler-konferansı_nin- acilisnda-yaptigi-konusma_-03-ocak-2011.tr.mfa, 26.02.2013 92 1.4. Yumuşak Güç Yumuşak güç kavramı, bir aktörün istediğini elde etmek için zorlama veya emir yolunu kullanmadan, kendi cazibesini kullanabilmesini sağlayan kapasite olarak tanımlanabilir. Yumuşak güç kavramı ilk defa Joseph Nye tarafından 1990 yılında “Bound to lead: The Changing Nature of American Power” adlı eserinde uluslararası ilişkiler literatürüne eklenmiştir. Yumuşak güç unsuruna sahip olan aktörler, kültür ve ortak değer gibi unsurların çekiciliği ile kendi çıkarları minvalinde ifade ettikleri isteklerini diğer aktörlerce cazip kılabilmektedirler. Yumuşak güç unsurunun uluslararası ilişkiler disiplini içindeki genel tanımlaması, bir devletin uluslararası sistemdeki aktörleri maddi veya manevi bir zorlamaya başvurmadan, onları cazibesi ile kendine çekerek dış politika hedeflerine ulaşması şeklinde yapılabilir. Yumuşak güç unsuru, uluslararası ilişkilerde korku ile hüküm yerine sevgi ile kazanmayı ön plana çıkarmaktadır. Ayrıca, barışın temin edilmesi ve savaşın açtığı yaraların sarılması hususunda sert gücün işe yaramayacağı, bu hususta yumuşak güç unsurunun devreye girmesi gerekmektedir. Yumuşak gücün kaynaklarına baktığımızda ise tehdit, kaba kuvvet veya para verme gibi sert unsurlar yerine değerler, kültür ve sahip olunan fırsatlar gibi diğer aktörlerin rızasını alabilecek unsurların yer aldığı belirtebilinir. Yumuşak güce sahip olan ülkeler, siyasi tercihleri temelinde oluşturdukları gündemlerini gerçekleştirebilmek için, sistemdeki diğer aktörlere emir vermeye, onları 152 zorlamaya veya ikna etmeye ihtiyaç duymazlar. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, dünyada meydana gelen çatışmaların geleneksel devlet merkezli politikalarla önlenemeyeceği anlaşılmıştır. Klasik anlamda güç dengesi politikalarının merkezinde devletlerin bulunmasının artık yeterli olmadığı, sorunların ortaya çıkışında ve çözümünde artık sivil toplum örgütleri, iş adamları, gazeteciler, entelektüeller, toplumun önde gelenleri gibi aktörlerin dikkate alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Türkiye, uluslararası sistemde meydana gelen değişikliklerin farkına varmış ve dış politikasının geleneksel paradigmalarının bir takım 152 Helge Rønning, Problematising the Concept of Chinese Soft Power, Presentation at the “The Voice of China in Africa” Conference organised by IESE and CMI, Maputo, Wednesday 19th of February and Thursday 20th of February 2014, s.2 93 değişikliklere gitmiştir, bu değişikliklerin temelinde ise Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesinin yer aldığını söylemek mümkündür. Türkiye bu gücünü rasyonel bir şekilde kullanabilmek için, devletin içindeki bir takım kurumları daha etkin bir şekilde kullanma yoluna gitmiştir. Bu kurumların başında, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı, Yunus Emre Vakfı, Kızılay ve AFAD gibi Türk Dış politikasının derinlik kazanmasına etki eden onu çeşitlendiren dolayısıyla dış politikaya doğrudan etki edebilen organizasyonlar bulunmaktadır. Türkiye’nin sahip olduğu yumuşak gücün kaynaklarına bakıldığında, yer aldığı coğrafya içindeki, tarihi mirasın önemli ölçüde rol oynadığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin geçmişten gelen kültürel derinliğinin kimliğindeki birleştirici rolünün sahip olduğu yumuşak gücünü diğer ülkelerin yumuşak güçlerinden farklı kılmaktadır. Geçmişinden gelen Osmanlı mirası ile birlikte, içinde bulunduğu coğrafyadaki farklı halkların üzerinde buluşabildiği bir toprak parçasına sahip olması Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesini arttırmaktadır. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar uzanan Türkiye’nin yumuşa güç potansiyeli, Türkler, Araplar, Çerkezler, Kürtler, Boşnaklar, Arnavutlar, Abazalar, Azeriler, Türkmenler, Kırgızlar, Özbekler, Kazaklar ve diğer etnik unsurlar ile olan kültürel ve tarihi bağları dolayısıyla ön plana çıkmaktadır. Bu hususta dönemin başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın 2006 yılında “Tarihi ve coğrafi bir mecburiyetle karşı karşıyayız… Türklerin bütün unsurlarıyla tarih sahnesinde özgür ve müreffeh olarak yeniden yer SUNAR 440 2013 almaları için aramızdaki bağlarımızı, dayanışmamızı daha da güçlendirmek zorundayız. Tarihi birikimimizin, varisi olduğumuz değerlerin modern zamanlarda da insanlığın ortak medeniyetine önemli katkılarda bulunacağını ortaya koymalıyız… Neden bizler de dış politikada koordineli hareket ederek, sinerji oluşturan, birbirlerinden güç alan böyle bir yapı oluşturmayalım. Açık söylüyorum; bizim fazlamız var, eksiğimiz yoktur… Türkçe konuşan devletler topluluğu, hem uluslararası platformlarda daha aktif ve etkin roller oynamamızı sağlayacak, böylece halklarımızın çıkarlarını daha iyi korumamıza imkân tanıyacak, hem de bölgemizde barış ve istikrara katkıda bulunacaktır. Bütün kardeş devlet ve toplulukları bu konuda daha fazla gecikmeden gerekli adımları atmaya davet 94 153 ediyorum. Türkiye olarak biz, bu konuda gereken sorumluluğu üstlenmeye hazırız” şeklindeki sözleri Türkiye’nin tarihsel ve kültürel derinliğine dayanan kimliğini, yeni ilişkiler sistematiğinde bir dış politika aracı olarak kullanmak istediğinin göstergesi olmuştur. Bunun yanı sıra Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik ve askeri gücünün Ortadoğu’daki etkinliği ve yumuşak gücü ile birlikte desteklendiğini, bu unsurların oluşturduğu cazibe ile birlikte bölgesinde bir çekim merkezi olarak görülmeye başlanacağı Türk dış politikasının yeni strateji belirleyicileri tarafından dile getirilmiştir. Onlara göre, Türkiye bu cazibe ile birlikte, bölgesinde özgürlük ve güvenlik dengesinin inşasında etkin rol oynayabilme yetisine de sahip olacaktır. Türkiye’nin yumuşak gücünün ayaklarını oluşturan bir diğer önemli unsur da, devletin sahip olduğu değerler ve uyguladığı politikalardır. Türkiye’nin kuruluşunda ortaya koyduğu demokrasi ve laiklik kültürü, kendisini bölgesindeki Müslüman devletlerden farklı kılmaktadır. Bu noktada, Türkiye’nin uluslararası sistemde sahip olduğu imaj, onun etrafındaki ülkeler ve halklar tarafından bir cazibe merkezi olarak algılanmasına yardımcı olmuştur. Türkiye kültürel etkileşim faaliyetleri minvalinde ortaya koyduğu iç ve dış politikalar ile uluslararası sistemde etkinliği arttırmakla beraber meselelerde söz sahibi olma gücüne erişmek istemiştir. AB üyeliği sürecinde gerçekleştirilen insan hakları, demokrasi ve özgürlükler alanlarındaki reformlar Türkiye’nin yumuşak güç hacminin büyümesine yol açmıştır. Bunların yanı sıra, Türkiye’nin 11 Eylül saldırılarının ardından cereyan eden güvenlikçi politikalar ve çatışmalara, medeniyetlerin ittifakı anlayışı içinde alternatif barışçıl bir yaklaşım geliştirmesi, onu uluslararası arenada daha etkili hareket etmesini beraberinde getirmiştir. Dönemin Başbakanı Recep Tayip Erdoğan’ın 2003 yılında Türkiye’nin İslami kimliğinin devlet kimliğinin unsurlarından olan Batılı değerlerle birlikte yumuşak gücüne nasıl hizmet ettiğini ““Hükümetimiz, partimiz öyle büyük bir başarı elde ediyor ki, bu Türkiye'nin ötesinde bir başarı. Avrupa Birliği'nin de ötesinde bir başarı. Biz bütün dünyaya, nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkenin modern olabileceğini, en geniş ülkelerdeki insan hakları standartlarının uygulanabileceğini, demokrasiyi en geniş şekilde kendi halkına tattırabileceğini, kamu yönetimini şeffaf hale getirebileceğini, yöneticilerin herkese hesap vereceği bir ülke haline gelebileceğini 153 Türkiye Bülteni, Ekim 2006: 11-12 95 gösteriyoruz. Üstelik biz, muhafazakârlığa, halkın değerlerine, dine çok önem veren liderlerin bunları yapabileceğini gösterdik. Türkiye bütün Müslüman ülkeler için bir örnek oldu. Müslüman ülkelerde Türkiye büyük bir heyecanla takip ediliyor. Gençlerin arasında AK Parti'ye büyük bir sempati var. Müslüman ülkelerdeki entelektüeller arasında hükümetimize inanılmaz bir dostluk var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Türkiye, AK Parti'nin iktidarında, AK Parti'nin yönetiminde ancak bütün Müslüman dünyaya örnek olabilir. O bakımdan da bunun ayrı bir dış politika boyutu var. Çok 154 büyük bir misyonu yerine getiriyoruz parti olarak” söylemi vasıtasıyla dile getirmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin devlet kimliğindeki yeni açılıma tanıklık edildiğini söylemek yerinde olacaktır. Sonuç olarak, Türkiye’nin yumuşak gücünü hazırdaki batılı kimliğine etkili şekilde dâhil etmesi ve bu minvalde iç ve dış politikalar üretmesi, TDP liderlerince onu bölgesinde bir çekim merkezi, uluslararası arenada ise söz sahibi yapması istenmiştir. 2. TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE ARAP BAHARININ KİMLİK BOYUTUNDA DEĞERLENDİRİLMESİ 2.1. Arap Baharı Öncesi Dönem Türk dış politikasının Soğuk Savaş öncesinde ve Soğuk Savaş boyunca kendi güvenliği ile ilgili yaşanan bazı olaylar dışında bölgesine uzak durduğunu söylemek yerinde olacaktır. Türkiye bu dönemlerde hemen hemen tüm politikalarını Batı’da üretilen politikalara entegre etme çabası içinde bulunurken, Batı’nın değerlerinden ve tecrübelerinden ortaya çıkan kurumlarına üye olmaya çalışmıştır. Dolayısıyla Türkiye güvenlik algılarını da Batı ile ortak oluşturmuş, bölgesinde, özellikle de Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere Batı’nın perspektifinden bakarak, kimliğini güvenlikçi politikaları da kullanarak sosyal ve ekonomik alanlarda da Batı merkezli dönüştürmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu devletlerini ötekileştirmesi sonucunu doğuran dış politika davranışları, Ortadoğu devletlerinde de karşılıklı olarak aynı etkiyi yaratmıştır. Bu etki Ortadoğu devletlerinde Türkiye’yi zaman zaman Batı’nın “ileri karakolu” gibi aşırı dışlayıcı bir yaftalama ile karşı karşıya da bırakmıştır. 154 Türkiye Bülteni, Ekim 2003: 11-12 96 Bizzat kendisi Batı’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren bir ülke olarak Türkiye’nin 1955 yılında Bağlantısızlar Hareketi’ne karşı NATO’nun dolayısıyla Batı’nın yanında yer alıp NATO’yu öven açıklamalarda bulunması Bandung Konferansı’nda Türkiye’nin bundan sonra bölgesinde ve dünyada gelişecek olaylara 155 karşı tutumunu belli etmiştir. Ancak 1964’teki Johnson Mektubu ile birlikte Türkiye, şimdiye kadar sadece Batı yanlısı tek taraflı politikalar üretmesi ve izlemesinin ne kadar yanlış olduğunun farkına varmasına ve dış politikada çeşitlenmelere yönelmesine yol açmıştır. Ortadoğu halklarına karşı yakınlaşmaya başlayan Türkiye Arap dünyası ile ilişkilerini güçlendirmeye karar vermiştir. Bunun en belirgin göstergelerinden biri Filistin sorununa Filistin halkının yanında aktif bir duruş sergilemesidir. Ancak, Türkiye’nin dış politikasındaki bu kesin değişimler, Arap toplumlarında ve aydınlarında istenen pozitif algıyı uyandıramamıştır. Bunun sebebinin ise Türk devlet kimliğinin kuruluşundan o zamana dek, Ortadoğu ülkelerine güvenlik tehditlerinin bir kaynağı olarak bakması ve öteki algıları oluşturmasıdır. Kimliğini bu minvalde inşa eden Türkiye’ye güvensizliğini sürdüren Arap ülkelerine karşı gel gelelim, Türkiye aydınlarının ve halkının da özellikle Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşanan olayların etkisinin devamı ile güvensizliğinin devam ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sonuç olarak, bu karşılıklı soğuk tutumların temelinde kimlik unsurunun yattığını belirtmek gerekir. Türkiye, devlet kimliğini Batı’nın normları, özellikle de laiklik ve demokrasi ile inşa ederken, Arap devletlerinin kimliklerinin daha çok dini ve mezhebi merkezli milli değerler üzerine inşa etmesi, bu devletlerin öteki algılarını yıkmaları veya değiştirmelerini çok zor kılmaktadır. 2.2. Arap Baharı Ve Türk Dış Politikası 21. yüzyıl Ortadoğu ve dolaylı olarak tüm dünya siyasetini derinden etkileyen gelişme sürecin fitili, her şeyin işportacılık yapan ve üniversite diploması olan Muhammed Bouazizi’nin ülkesi Tunus’ta yaşanmakta olan ekonomik ve sosyal 156 yetersizliklerden dolayı kendisini yakarak protesto etmesi ile başlamıştır. 155 Barış Doster, Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri, Ortadoğu Analiz, Nisan 2012 - Cilt: 4 - Sayı: 40, s.39 156 Murat TEKEK, Arap Baharı ve Nedenleri, 28 Kasım 2012, TUİÇ Akademi, http://www.tuicakademi.org/arap-bahari-ve-nedenleri/ 97 Bouazizi’nin yapmış olduğu protestonun etkisi Tunus ile sınırlı kalmayıp, tüm Arap coğrafyasında değişimi başlatarak sembol bir eylem haline gelmiştir. Irak, Cezayir, Umman, Mısır, Fas, Bahreyn, Yemen, Libya, Moritanya, Suudi Arabistan, Filistin, Cibuti, Ürdün, Sudan ve Suriye’de gösteriler düzenlenirken; Yemen, Bahreyn, Ürdün, Libya, Cezayir Mısır ve Tunus’taki gösterilerin boyutu ve şiddeti çok daha geniş çaplı olurken süreleri de diğer ülkelere kıyasla daha uzun bir dilime yayılmıştır. Diğer ülkelerdeki eylemlerin daha etkisiz kaldığını, bunun en dikkat çeken sebeplerinin başında ise bu ülkelerin rejimlerinin Batı ile yakın işbirlikleri boyutunda ilişkilerinin devam ediyor oluşu olduğunu ortaya koymak yanlış olmayacaktır. Eylemci grupların toplumlarında yeterli destek bulamaması, liderlerinin ulusal sistemlerini yeniden düzenleyecek söylem ve eylemlerde bulunabilmeleri bu ülkelerde Arap Baharı rüzgârının soluk esmesine ve halk hareketlerinin kontrol edilmesine etki eden diğer sebepler olarak sıralanabilir. Arap Baharı’nı tam anlamıyla yaşayan, halk hareketlerinin kontrolünün sağlanamadığı ülkelerde, rejimlerin mevcut liderlerinin koltuklarını kendi istekleri bıraktıkları veya bu protestolara karşı savaşıp direnerek konumlarını terk 157 ettikleri bir manzara ile karşılaşılmıştır. Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde başlayan ve etkili olan bu sürecin adının “bahar” gibi olumlu bir algı ile anılmasının sebebine inildiğinde, protestoları gerçekleştiren halkların aslında otoriter rejimlerin üzerlerinde yaratmış olduğu sosyal ve psikolojik bir baskıya karşı patlaması ve boyutları özgürlükçü, insan hakları yanlısı ve demokrasi 158 talep eden bir karşı koyması gerçeği ile karşılaşılır. Arap Baharı eylemlerinin karakterine bakıldığına, bu sosyal patlamanın sadece Arap kimliği ile göz önüne gelen bir gelişme olmadığı, İran’ın 2009 yılında yapmış olduğu seçimler esnasında ve sonrasında gerçekleşen eylemlerle baskıya karşı tepki verme niteliğinde ortak özellikler taşıdığını söylemek mümkündür. Ortadoğu halkları yönetildikleri otoriter rejimlere karşı başkaldırırken, bu isyan Arap Birliği tarafından objektif veya daha çok özgürlük isteyen halkların tarafında olacak nitelikte ele alınmamıştır. Arap Birliği’nin ikircikli olarak yaklaştığını söylemek daha doğru olacaktır. Gelişmeleri Sünni-Şii jeopolitiğinden inceleyen Birlik bu süreçte Arap halklarının nezdinde gözden düşmüştür. Arap 157 Ceyhun Çiçekçi, Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikası’ndaki Dönüşümün Anahatları, Didem YAMAN’a Armağan Kitabı, Çanakkale, 2012, s.16 158 Duygu Dersan Orhan, Ortadoğu’nun Krizi: Arap Baharı ve Demokrasinin Geleceği, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi 3 (1-2), 17-29 , s.20 98 Birliği’nin ayaklanmalara karşı tutumuna baktığımızda, sürecin monarşik yapıların devam etmesi tarafında yer aldıklarını söylemek yanlış olmamakla birlikte; Arap Baharı’nın prowestern bağlamda önce Batının gözlüklerinden algılanıp aynı minvalde değerlendirildiğini gözlemleyebiliriz. Ayrıca gelişmeleri Sünni-Şii jeopolitiğinden 159 inceleyen Birlik bu süreçte Arap halklarının nezdinde gözden düşmüştür. Arap dünyasında olaylar ilk patlak verdiğinde, Türkiye sivri söylem ve fevri tepkilerden kaçınmıştır. Bunun sebebi ise, ilk olarak sürecin yoğrulacağı yolun sonunun bilinmezliği ile birlikte, Türkiye’nin devlet kimliğinin dış politika boyutunda “önce Batı” şeklinde zaman içinde kendisini inşa etmiş olmasının dinamiklerinin getirdikleri olarak belirtilebilir. Davutoğlu ile başlayan dışarda daha aktif ve oyun kurucu politikaların uygulandığına dair söylem ve tutumların Tunus ve Mısır’da Arap Baharı sürecinde gerçekleşen değişimlere, sessiz kalınması ve Batı ile işbirliği minvalinde ilişkiler kurgulanması Türk dış politikasının kuruluşundan bu yana sahip olduğu ve özen gösterdiği genel eğilimin devam ettiği kanısını güçlendirmiştir. Türkiye, bu süreçte öncelikle uluslararası arenadaki hâkim aktörlerin tepkilerini beklemiş ve bu durumu göz 160 önünde bulundurarak reaksiyon göstermiştir. Bu noktada, Türkiye’nin AK Parti hükümetinin başa geldiğinde beri, dış politikada kimlik unsurunu kullanma eğiliminde, demokrasi ve insan hakları gibi normatif değerleri ön plana çıkarması, Batı’nın Arap Baharı sürecinde bu unsurlar kapsamında söylemler üretmesi ile uyum göstermiştir. Bu eksende Türkiye’nin dış politikasının Batı’nın politikalarına kayması ve onunla aynı duruşu sergilemesi, daha önce savunduğu söylemlerle çelişmemesi, lehine oluşmuş bir pozisyondur demek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin Arap Baharı’nın başından beridir aldığı normatif pozisyon, aslında hem realist hem de pragmatik anlamda kendisine menfaat sağlamıştır. Suriye olaylarında ise, Türkiye’nin daha proaktif ve hızlı hareket ettiğini söylemek doğru olacaktır. Suriye’de muhalif taleplerin ve sonucunda eylemlerin başladığı sırada, rejimin lideri Esad’a halkının taleplerine karşı duyarlı olması gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunan Türkiye’nin, ilerleyen zamanlarda, rejimin muhaliflerin bastırılmasına yönelik sertleşen eylemlerinin başlaması ile söylemlerini çok daha sertleştirdiğini hatta 159 Ceyhun Çiçekçiİ, Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikası’ndaki Dönüşümün Anahatları, Didem YAMAN’a Armağan Kitabı, Çanakkale, 2012, s18 160 Ibid, s. 14 99 ilişkilerde geri dönüşü zorlaştıran bir seviye boyutunda bu söylemlerin dile getirildiğine tanıklık edebiliriz. Arap Baharı’ndaki Türkiye’nin genel tutumunun, Türk dış politikasının alışıla gelmiş kimliği ve AK Parti hükümeti ile birlikte istenilen yeni pratiklerin uygulanma arzusunun arasında kaldığını belirtmek yanlış olmayacaktır. 100 SONUÇ Uluslararası ilişkiler disiplini içinde kimliğin ne şekilde kavramsallaştırıldığının, devletlerin eylemlerini açıklayabilme ve tahmin edebilme üzerindeki etkisinin Türk dış politikası ekseninde açıklanmaya çalışıldığı bu çalışmada, devletlerin ne istediğinin onların aslında kim olduklarına bağlı olduğu tezi öne sürülmüştür. Bu bağlamda devletlerin çıkarlarının onların eylemlerini oluşturduğu kabul edilmekle birlikte, bu çıkarların onların kimliklerinden geldiği ve kimliklerinin de sürekli bir inşa ve dönüşüm hali içinde olması sebebi ile verili olmadığı düşüncesi, bu çalışmanın temel argümanlarından biri olmuştur. Devletlerin eylemlerinin dış politikayı ve uluslararası ilişkileri oluşturduğu varsayımı, kimlik kavramının, Türk dış politikasının analizinin yapılabilmesi için temel bir unsur olarak çalışmanın merkezinde ele alınmasını gerekli kılmıştır. Sonuç olarak, Türk dış politikasını anlayabilmenin yolu onun kimliğinin iyi anlaşılmasından geçmektedir. Bu çalışmada temel kuram olarak benimsenen inşacı yaklaşım, devletlerin kimliklerinin ve kimlikleri etrafından şekillenen çıkarların nasıl oluştuğunu ve dolayısıyla bu inşa sürecinin anlaşılabilmesinde en önemli parça olmuştur. Aynı zamanda, bu çalışmada devletlerin kimliklerine odaklanırken, devletin kimliğin dinamiklerini içinde sadece dışsal süreçleri, yani yapıyı veya diğer devletleri değil de, aynı zamanda devletin kimliğine etki eden iç süreçlerin de dikkate alındığını belirtebiliriz. Böylece inşacılık kuramına özellikle devlet eylemleri ve kimlik ilişkisini açıklama noktasında başvurulurken, kuramın anlatabilme kapasitesinden maksimum seviyede yararlanılması düşünülmüştür. Devletlerin kimlik yaratma sürecinde ortaya koydukları pratiklerin aslında içsel mecrada bir kimlik yaratma çabası olması ile birlikte, uluslaşma süreçleri kapsamında kendi siyasi varlıklarını inşa ederken başvurdukları birer araç olduklarını da söylemek yanlış olmayacaktır. Sonuç olarak, bu çalışmada analiz düzeyinin eden olarak devletler olması ve bu devletlerin eylemlerinin temelinde etkin faktör olarak kimlik unsurunun olması minvalinde, kimliğin sadece devletler arası etkileşimlerle var olduğunu söylemek, hem kimlik unsurunu hem de Türk dış politikası tutum ve davranışlarını anlama gücümüzü sınırlandırmış olacaktır. 101 Devletler, kimliklerini uluslaşma pratikleri ekseninde inşa etmeye başladıktan sonra, bunun uluslararası sistemde diğer faktörlerden etkilenmemesi imkânsızdır. En azından kendi varlığını kabul ettirme, tanınırlığını sağlama çabaları bile, devletlerin diğer aktörlerle etkileşime geçmesi sonucunu getirir. Etkileşimlerin niteliği ve niceliğinin seviyesine göre de, devletlerin ortaya koymuş oldukları kimlikleri dış etkenlerce de değişime uğramaya başlamış yani inşa edilmeye devam etmiş olur. Şöyle denilebilir ki, Türk dış politikası ve Türk devlet kimliği arasında birbirini öncelemeyecek bir etkileşimin olduğunu belirtmek yerinde olur. 2000 sonrası Türk dış Politikasını inşacılık kuramı temelinde kimlik kavramının rolü ile ilişkilendirerek anlatmaya çalışan bu çalışmada, Türk devlet kimliğinin zaman zaman öne sürüldüğü gibi bir değişim içinde olup olmadığının analizi de yapılmıştır. Türk devletinin kim olduğu sorusuna cevap aranarak, kimliğinin aslında ne olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. Böylece kuruluşunda ortaya konulan kimliğin ne olduğu ve 2000’li yıllara kadar geçirdiği sürecin bilgisinin farkındalığı ile 2000’li yıllarda uygulanan dış politika pratiklerinin mevcut kimlikle olan uyumluğu veya farklılıkları ortaya konularak, bir kimlik değişimi olup olmadığı incelenmiştir. Bu noktada kullanılan yöntem ise, devletin davranışlarını ve söylemlerini incelemek olmuştur. Çünkü devletlerin kimliğini analiz edebilmede tek gözlemlenebilir gösterge devletlerin davranışları ve söylemleridir. Bu noktadan hareketle, Türk devlet kimliğinde bir değişim olup olmadığının araştırması, davranışlarında bir değişim olup olmadığının gözlemlenmesi, analiz edilmesi ve yorumlanması ile mümkün olmuştur. Bu çalışmada, Türk devlet kimliğinin inşası sürecinin Osmanlı Devleti ile başlatılmış olması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kimliğinin yaratılmasındaki Batılılaşma, modernleşme ve laiklik olgusunun, Osmanlı Devleti’nde devletin kurtarılması ve bekası gerçeği ile karşı karşıya kalan Osmanlı yöneticileri ve elitistlerince araçsallaştırılması sebebine dayanmaktadır. Öncesinde araçsallaştırılan Batılılaşma odaklı modernleşme pratiklerinin Kemalist aktörlerce artık araç olmaktan çıkıp amaçsallaştırılması yeni kurulan devletin kimliğinin, ulusal kimlik inşası ile birlikte inşasının bilinçli bir seçim olduğu ortaya konmuştur. Sonuç olarak, kimlik unsuru ile Türk devletinin davranışları arasındaki ilişkiye anlayabilme noktasında 102 kimlik inşasının başından yakın zamana kadarki tüm süreçlerin dâhil edilmesinin sebebi, davranışların zaman içerisindeki değişiminin incelenmesi zorunluluğudur. Belirli ilke ve değerlerin TDP söylem ve pratiklerini çerçevelediği ve eylemlerine yön verdiğini söylemek yerinde olur. Söz konusu bu durum sadece Türkiye için değil uluslararası sistemdeki tüm devletler için geçerlidir. Sosyal inşacılık kuramı içinde temel analiz biriminde eden olarak ele aldığımız devletlerin belirli eksenler çerçevesinde ortaya koyduğu davranışların gündelik çabuk geçer bir niteliğinin olmadığı, tam tersine derin tarihi köklerine dayalı olduğunu belirtmek gerekir. Bu tarihsellik, devletlerin çevresi ile etkileşiminden doğan ve inşasısın sürekli olduğu kimlik temelinde oluşan dış politikalarının bütünü temelinde var olagelmektedir. Nitekim kimlik kavramının temel unsurlarından biri de kendi tarihselliğidir. Kimlikler, kendi kendini dönüştürmüş, yani kimlik devletin kuruluşundan son gününe kadar kendi davranışlarından etkilenerek kendi kendini inşa eden etken bir doğaya sahiptir. Dış politika, bir başka deyişle devletlerin davranışları uluslararası arenada vuku bulurken onu çerçeveleyen veya güdüleyen kimliğinin kendisidir. Devletlerin dış politikalarının genel anlamda eğilimini belirlemek için, o devletlerin kim olduklarını, yani kimliklerini bilmek, anlamak ve analiz edebilmek gereklidir. Bunun için, ona yakıştırılan ve tarih boyunca edinilen değerlerin farkında olmak bir zorunluluktur demek yanlış olmayacaktır. Bu değerlendirmeler bağlamında ilerlemek gerektiğinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu devlet sistemi ve tecrübelerinin halefi olduğunu ortaya koymak ve imparatorluğun kuruluşundan yıkılışına kadar ki siyasi hayatında tecrübe etmiş olduğu olumlu veya olumsuz bütün gelişmeleri kendi hafızasına istemsiz olsa dahi yüklemekten kaçınamadığını, bu hafızanın da yeni devletin kimliğinin bir parçası olduğu son derece doğru bir değerlendirme olacaktır. Osmanlı Devleti’nin özellikle 19. Yüzyılda yaşamış olduğu gerileme ve dağılma sürecinin, Osmanlı aydınlarında ortaya çıkardığı devleti koruma refleksi temelindeki fikir ve değerlerin, Cumhuriyetin kurucularına ve aydınlarına sirayet etmesi kaçınılmaz olmuştur. Osmanlı Devleti’nin denge politikaları içinde, toprak kaybı yaşandıkça, oluşturduğu statüko bağlamındaki tutum ve tepkilerin, çok daha sonra Kemalist politika karar vericilerinin ve Cumhuriyet elitistlerinin fikir ve davranışlarında adeta bir hayalet 103 gibi yeniden ve tekrar tekrar vuku bulduğunu gözlemlemek mümkündür. Bu çalışmada TDP’nin hangi eksenlerde gerçekleştiği, Türk devletinin kimliğinin anlaşılması ile mümkündür tezinden yola çıkarak, bu kimliğin köklerine inme zorunluluğu bağlamında 19. Yüzyıl Osmanlı’sında, devleti koruma ve kurtarma kapsamında ortaya çıkan modernleşme hareketleri değerlendirilmiştir. Bu sebeple modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliğine dâhil etmek istediği ve minvalinde kendini dönüştürmek istediği değer ve fikirlerin temellerinin Cumhuriyet’in kurulmasından önce atıldığı düşünülerek inşacılık yaklaşımı kapsamında kimlik dönüşümünün çalışması kronolojik bağlamda Genç Osmanlılar hareketi ile başlatılmıştır. Yakın dönem Türk dış politikasının kimlik ekseninde incelenmesi hususunda üzerinde durulması gereken en temel olaylardan biri Arap Baharı’nın beklenmedik sonuçları ile birlikte patlak vermesidir. Türk devletinin kimliğinde Arap Baharı’na kadar komşularla ve bölge ülkeleri olan ilişkilerinde komşularla sıfır sorun prensibi yaklaşımı içinde mevcut ilişkileri siteminin devamlılığının korunmasını gözeten bir kodun var olduğunu ancak özellikle Suriye’de Esad rejimine karşı alınan tutum ve söylemlerin bu statükoyu korumanın ötesinde bir yaklaşımın sergilendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, Türkiye’nin diğer devlet ve aktörlerin kendi ulusal meselelerine yönelik olan eleştirilerine yönelik milli eksende aşırı tepkiler üretirken, dış politikada demokrasi ve insan hakları vurgusu yapması ile bir çeşit çelişki içinde olduğu gözlemlenmiştir. İnsan Hakları İzleme Örgütü de dâhil olmak üzere, uluslararası sistemde farklı aktörlerce muhatap olmak durumunda kalan Türkiye’nin kimliğinin bu etkileşimden etkilenip etkilenmeyeceği henüz kestirilememektedir. Çünkü Türk dış politikasının bir asırdan uzundur Batıcı bir eksende oluştura geldiği temel eğilimlerin son gelişmelerim güncel ve geçici olma ihtimalinin göz önünde bulundurulması ile kolaylıkla değişmeyeceği dikkatten kaçırılmamalıdır. Bununla birlikte statükocu bir tavırdan, daha etkin bir rol oynama çabası içine giren Türkiye’nin kendi kimliği temelinde oyun kuran bir rol içinde yer alan tutum içinde olan yeni bir dış politika süreci içine girmesi, kaçınılmaz olarak, içsel mekanizmasının kimliğinin yeniden inşasına veya inşaya karşı direnişine neden olacaktır. Türkiye’nin geçmişten gelen Batılı bağları ile ilişkilerinde son dönemlerde özellikle söylemleri boyutunda birtakım esnemeler yaşanmaktadır. Türkiye’nin AB ve 104 NATO gibi kendisini içinde görmek istediği temel kurumlarla ilişkilerinde karşılıklı olarak tansiyonun artması ve ilişkilerin gergin bir döneme girmesi Türk dış politikasında genel bir sapma olmamakla birlikte, bir çeşitliliğe gidilmenin kaçınılmazlığının göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu noktada AB, ABD ve Rusya’nın Türkiye’nin ulusal çıkarlarına karşı aldıkları konumun etkisi olmakla birlikte, Türk dış politika karar vericilerin özellikle Arap coğrafyasında İslami kimlik ile elde etmek istediği liderliğin de denklemdeki faktörlerden biri olduğunu ifade etmek gerekir. Sonuç olarak ulusal çıkar, temel Batıcı konumlanma ve İslam temelli idealist yaklaşımlar arasında kimliğinin inşası devam Türkiye’nin, kimliğini daha rasyonel ve realist bir boyutta var etmesi zorunludur. Bugün Türk toplumu içinde Doğu ülkelerine karşı olduğu kadar Batı’ya da karşı olumsuz fikir ve tutumlar yer almaktadır. Modern Türkiye’nin kuruluşunda modernlik anlamında ortaya koyulan Batıcılık o zaman için bağımsızlık mücadelesinin yeni verilmiş olması ve Batı’nın emperyalizmine karşı onlar gibi modern kurumlara sahip olma eksenlerinde toplum içinde büyük oranda kabul görmüştür. Bu kabul görme Soğuk Savaş ile birlikte Türkiye’nin algıladığı güvenlik tehditlerinin azalması ile doğru oranda azalmıştır. Kıbrıs sorununda toplum nezdinde Batı tekrar sınıfta kalmıştır. Nitekim 1990’larda Batı’nın gerek terör meselesinde gerek AB’nin bir parçası olma sürecinde yaşanılan hayalkırıklığında Türk toplumu haklı olarak Batı’yı daha çok öteki olarak algılamaya başlamıştır. Dış politikada çeşitlenmeye gidilmesi gerekliliğinin fikirleri artık daha net bir şekilde toplumda satın alınırken, bu fikirlerin yüksek perdeden söylemlerle dile getirilmesi 2000’lerde AK Parti dış politika belirleyicilerince gerçekleşmiştir. Bu söylemler, Ortadoğu, Afrika ve Orta Asya ülkelerine yapılan ziyaretler ve bu ülkelerle yapılan ekonomik ve sosyal işbirlikleri pratikleri ile reelde de gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türk dış politikasındaki bu çeşitlenmeyi doğrudan kimlik değişimi ile açıklamak doğru olmaz. Öncelikle bu değişikliğe yol açan etkenler, geçmişte Batı ile yaşanan soğuk ilişkilerin hem toplumda hem devlet yöneticilerinde sabırları taşırması ve Türkiye’nin 2000’lerde ekonomik ve askeri anlamlarda daha etkili bir güce sahip olması olarak görülmelidir. Bununla birlikte AK Parti elitistlerinin Osmanlı Devleti geçmişine olan bizzat kendi kişisel kimliklerinden gelen duygusal yakınlık Türk dış politikasında kimlik değişimi gibi algılanabilen çeşitliliğin çıkış kaynağı olmuştur. Türk devletinin kimliğinin, bu hususta bir değişim gösterebilmesi 105 için, temel olarak ulusal kimliğin bir değişim geçirmesi gerekliliğini ortaya koymak gerekir. Toplumdaki Batı’ya karşı tutum ve kendilerinin Batı aktörüne karşı inşa ettikleri kimlik, geçici bir tepkisel yaklaşım sebebi ile değil; daha derinlikli bir boyutta gerçekleşirse devletin kimliğinin değişebilmesinin zemini ancak oluşacaktır. Bugün Türk devleti kimliğinin ulus kimliği ile daha çok yakınlaştığını, yani normalleştiğini görüyoruz. Fakat son zamanlarda devlet kimliğinde ve ulusal kimlikte gerçekleşen değişimin, devletin ve ulusun kendi biricikliği temelinde olmayıp, ulusal ve uluslararası arenada gerçekleşen olaylara bir tepki minvalinde gerçekleştiğini söylemek yerinde olur. Tepkilerin doğasında ötekikeştirme unsurunun harekete geçtiğinşi ve aktif olarak kimliğin inşasında rol oynadığını belirtmek son derece önemlidir. Çünkü aktörlerin kimlikleri her ne kadar kendi farklılıkları ve biriciklikleri üzerine inşa edilirse, bu aktörlerin zaman içerisinde kimlik bunalımları yaşamaları da o kadar az olur. 106 KAYNAKÇA KİTAPLAR Ahmad Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 5. Baskı, Mart 2014, İstanbul Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, 8. Baskı, Bursa, MKM Yayınları ,2013 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1-Kimlik, Kültür, Güvenlik ve Dış Politika, Bursa, MKM Yayınları, 2012 BAYRİ, Hakan, Türkiye’de Kimlik Siyaseti, 1.B., İstanbul, A Kitap, 2013 BERNARD Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 2.B., İstanbul, Arkadaş Yayıncılık, 2015 BİLGİN Nuri, Kollektif Kimlik, 1.B., İstanbul, Sistem yayıncılık, 1999 BİLGİN Nuri, Kimlik İnşaası, 1.B., Ankara, Aşina Kitaplar, 2007 BURR Vivien, Sosyal İnşacılık, 1.B., Ankara, Nobel Yayınları, 2012 ÇALIŞ Şaban, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri-Kimlik Arayışı,Politik Aktörler ve Değişim, 5.B., Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2015 ÇİFTÇİ, Kemal, Türk Dış Politkası-Tarih Kimlik ve Eleştirel Kuram Bağlamında, 1.B., Ankara, Siyasal Kitapevi, 2010 ÇOLAK, Yılmaz, Türkiye’de Devletin Kimlik Krizi ve Çeşitlilik, 1.B., Ankara, Kadim Yayınları, 2010 DAĞI, İhsan, Kimlik Söylem ve Siyaset, 1.B., İstanbul, İmge Kitabevi, 1998 DONNAN Hastings, WİLSON Thomas M., Sınırlar- Kimik, Ulus ve Devletin Uçlar,1.B., Ankara, Ütopya Yayınevi, 2003 107 ERALP Atilla, Devlet, Sistem ve Kimlik, 11.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009 ERMAN Arif, Kimlik ve Egemenlik, 1.B., İstanbul, Truva Yayınları, 2011 GÜVENÇ, Bozkurt, Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, 3.B., İstanbul, Boyut Yayın Grubu, 2016 HALE, William, Türk Dış Poltikası 1774-2000, 1.B., Petek Demir (Çev), İstanbul, Mozaik Yayınları, 2003 İNANÇ Hüsamettin, Türkiye’nin Kimlik Problemleri, 2.B., Bursa, MKM Yayıncılık, 2012 KARPAT Kemal, Kimlik ve İdeoloji-Osmanlı’dan Günümüze, 6.B., İstanbul, Timaş Yayınları, 2017 KASABA Reşat, BOZDOĞAN Sibel, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, 4.B., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2014 KAYAN Ramazan, Kimlik İnşası, 12.B., İstanbul, Çıra Yayınları, 2014 KATZENSTEIN Peter, Milli Güvenlik Kültürü-Dünya Siyasetinde Normlar ve Kimlik, 1.B., İbrahim Efe (Çev), Sakarya, Sakarya Üniversitesi Yayınları, 2015 KÖSEOĞLU Nevzat, Milli Kültür ve Kimlik, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2013 MARDİN Şerif, Türk Modernleşmesi Makaleler 4, 25.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017 ORAN Baskın, Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt2 İstanbul, İletişim Yayıncılık, 2003 ÖZBUDUN Sibel, Zamanın Ruhu-AKP, Muhafazakarlık Milliyetçilik, 1.B., Ankara, Ütopya Yayınevi, 2012 PAMUK Akif, Kimlik ve Tarih, 1.B. İstanbul, Yeni İnsan Yayınevi, 2014 PHILLIPS Andrew Bradley, Constructivism, Oxon, Routledge, 2007 SANDER Oral, Türkiye’nin Dış politikası, 4.B., Ankara, İmge Kitabevi, 2013 108 SARIBAY Ali Yaşar, Siyaset, Demokrasi ve Kimlik, 1.B., Bursa, Asa Kitabevi, 1998 SMITH, Antony, Milli Kimlik, 7.B., Bahadır Sina Şener (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2014 SONMEZOĞLU Faruk, Uluslararası ilişkiler Sözlüğü, 4.B., Deniz Ülke Arıboğan, Gülden Ayman (Der), İstanbul, Der Yayınları, 2010 TAŞKIN Yüksel, AKP Devri, 1.B., İstanbul, Birikim Yayınları, 2013 TEZCAN Baki, BARBIR Karl K., Osmanlı Dünyasında Kimlik ve Kimlik Olıuşumu, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, UYANIK Mevlüt, Üç Tarz-ı Siyaset-Bir Üst Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik, 1.B., Ankara, Metropol Yayınları, 2003 VATANDAŞ Celaleddin, Ulusal Kimlik-Türk Ulusçuluğunun Doğuşu, 1.B., İstanbul, Açılım Kitap, 2004 WENDT, Alexander, Uluslararası Siyasetin Sosyal Teorisi, 2.B., İstanbul, Suna Gülfer Ihlamur Öner, Helin Sarı Ertem, Küre Yayınları, 2016 YAŞLI Fatih, AKP, Cemaat, Sunni-Ulus, 2.B., İstanbul, Yordam Kitap, 2015 ZURCHER Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 32.B., Yasemin Gönen (Çev), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016 MAKALELER AĞIR Bülent Sarper, Güvenlik Kavramını Yeniden Düşünmek: Küreselleşme, Kimlik ve Değişen Güvenlik Anlayışı, Güvenlik Stratejileri Yıl:11, Sayı 22, s.s. 97- 1294 AKÇAY Ekrem Yaşar, 1970’lerde Siyasi Partilerin Gözüyle Türkiye’nin AET’ye Bakışı: AP, CHP, MHP, MSP, DP, TKP Örnekleri, Mehmet Akif Ersoy 109 Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 4, Sayı 7, 2012 Güz, s.s. 25-45 ASLAN Ali, Problematizing Modernity in Turkish Foreign Policy: Identity, Soverignty, and Beyond, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 9, Sayı 33, 2013, ss.27-57 ATABEY Figen, KNC Dünya Harbi Öncesi Türk-İngliz-Fransız Ortak Deklarasyonu, Uluslararası Sosyal Aratırmalar Dergisi The Journal of International Social Research, Cilt: 7 Sayı: 31 Volume: 7 Issue: 31 ATEŞ Davut, Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivizm: Ortayol Yaklaşımının Epistomolojik Çerçevesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Haziran 2008, s.s.213-235 BEHRAVESH Maysam, Realism and Neorealism: An Investigative Overview, Lund University, 2010 BENHÜR Çağatay, 1920’li Yıllarda Türk-Sovyet liskileri:Kronolojik Bir Çalısma, TÜRKİYAT ARASTIRMALARI DERGİSİ BÜYÜKTANIR Derya, Toplumsal İnşacı Yaklaşım Ve Avrupa Bütünleşmesinin Açıklanmasına Katkıları, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:14, No:2 (Yıl: 2015), s.s.1-24 CLEVELAND William L, Modern Ortadoğu Tarihi, Ankara, Agora Yayın, 2004- (Çev.), 2008 ÇELEBİ Çelebi, Atatürk Dönemi Ve Sonrasında Türkiye-İtalya İlişkilerini Etkileyen Faktörler,Sayı 91, Bahar 2015, s.s. 93-130, 110 ÇELİKPALA Mitat, Türkiye ve Kafkasya:Reaksiyoner Dış politikadan, Proaktif Ritmik Diplomasiye Geçiş, Uluslararası ilişkiler Dergisi, Cilt7, sayı 25,, Bahar 2010, s.s.93-126 CHECKEL Jeffrey T., The Constructivist Turn in International Relations Theory, World Politics, Vol. 50, No. 2,Cambridge University Press, (Ocak., 1998), s.s.324-348 ÇETİN Osman, Dinsel Kimliğin Siyaset ile İlişkisi: Alevi Kimliği Örneği, Civilacademy, s.s.35-53 ÇİÇEKÇİ Ceyhun, Arap Baharı Sürecinde Türk Dış Politikası’ndaki Dönüşümün Anahatları, Didem YAMAN’a Armağan Kitabı, Çanakkale, 2012 ÇOBAN ÖZTÜRK Ebru, Kimlik, Dış Politika ve Uzlaşma: İnşacı Kuram Çerçevesinde Ulusal Kimlikler ve İkili İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme, Yeni Türkiye 60, 2014 DAVUTOĞLU Ahmet, Türk Dış Politikası’nın İlkeleri ve Bölgesel Siyasal Yapılanma, Stratejik Araştırmalar Merkezi, No. 3, Ağustos, 2012 DEMİRÖZÜ Damla, Megali İdea'dan Ankara Antlaşmasına (1930) Eleftherios Venizelos, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 35-36, Mayıs-Kasım 2005, s.s. 291-312 DOSTER Barış, Türkiye’de NATO Karşıtlığının Tarihsel ve Siyasal Kökenleri, Ortadoğu Analiz, Nisan 2012 - Cilt: 4 - Sayı: 40 ERDAĞ Ramazan, Türkiye’nin Stratejik Kültürü ve Dış Politikada Yansıması, Akademik İncelemeler Dergisi (Journal of Academic Inquiries) Cilt/Volume: 8, Sayı/Number:1, Yıl/Year: 2013 111 ERDEM Gökhan, 12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’nin Avrupa İle İlişkilerine Etkileri: Avrupa Topluluğu Ve Avrupa Konseyi’yle İlişkiler, Ankara, Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt:14, No:1, Yıl: 2015 ERDOĞAN Mehmet Murat, Soğuk Savas Sonrasnda Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri 1990-2005, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2006 ERTEM Barış, Türkiye Üzerindeki Sovyet Talepleri ve Türk-Sovyet İlişkileri (1939- 1947), Uluslararası Sosyal Arştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Volume 3 / 11 Spring 2010 FINNEMORE Martha and SIKKINK Kathryn, “International Norm Dynamics and Political Change”, International Organization, Cilt: 52, Sayı: 4, 1998 GÖKÇAY Kemal, Statükoculuk’tan “Çok Yönlü Dış Politika’ya”: “Komşularla Sıfır Sorun” Değerlendirmesi ,YükseK Lisans Tezi, Selçuk üniversitesi, Konya, 2012 GUZZINI Stefano, “A reconstruction of Constructivism in International Relations,” European Journal of International Relations, cilt:6, Sayı:6, 2000 GÜLEN Ahmet, İnönü Hükümetleri’nin Kıbrıs Politikası (1961-1965), Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 50, Güz 2012, s.s 389-428 HOPF Ted, The Promise of Constructivism in International Relations Theory, International Security, Vol. 23, No. 1(Summer 1998), s.s.171-200 HURD Ian, CHAPTER 17 Constructıvısm, 17-Smit-Snidal-C17 Oup218-Reus-Smit (Typeset By Spi, Delhi), January 18, 2008, ,s.s. 298-316 İLKİN Selim, “A History of Turkey’s Association,” 1990, s.s. 35-49 112 KARAKOÇ, Jülide, Konstrüktivizmde Dış Politika ve Etnik Kimlikler, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt:28, Sayı: 2, Yıl:2013, s.s.131-160 KAYA Sezgin, Uluslararası İlişkilerde Konstrüktivist Yaklaşımlar, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63, 3, s.s. 83-111 KILIÇ Seyfi, Yazılı Basında Türkiye'nin Ab Üyeliği Süreci: Hürriyet Gazetesi Örneği, Cilt:13, No:2, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, No:2, 2014, s.s.87-109 KINALITOPUK Ömer Tugay, Türkiye Suriye İlişkileri 2002-2014 Dönemi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilimdalı Yüksek Lisans Projesi, Edirne 2014 KISIKLI Emine, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Ensitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 24, Kasım 1999-2003 s.s. 487-52 KOÇER Gökhan, “Avrupalılaşmak”: Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Bir Deneme, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:26, 2002, s.s.105-127 KURUBAŞ Erol, “Davutoğlu Dönemi Türk Dış Politikasının Geleneksel Dış Politika İlkeleri Açısından Analizi”, 2. Uluslar arası Davraz Kongresi, Isparta, Süleyman Demirel Üni, 29-31 Mayıs, 2014, s.s.1416-1413 KÜÇÜK Mustafa, Uluslararası İlişkileri Kuramında “Konstrüktivist Dönüşü” Anlamak, Ege Akademik Bakış, 9 (2) 2009, ss.771-795 LEBOW, Richard Ned, Constitutive Causality: Imagined spaces and Political Practices, Journal of International Studies, Vol 38, No.2, 2009, ss1-29 113 LEBOW Richard Ned, Identity and International Relations, International Relations Copyright © 2008 SAGE Publications Los Angeles, London, New Delhi, Singapore and Washington DC, Vol 22(4): 473–492 LEGRO Jeffrey W., Which Norms Matter? Revisiting the "Failure" of Internationalism, International Organization, Vol. 51, No. 1 (Winter, 1997) NUR Bilge-Criss,“Türkiye-NATO İttifakının Tarihsel Boyutu”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s.s. 1-28 OGUZLU Tarık, NATO ve Türkiye: Dönüşen İttifakın Sorgulayan Üyesi, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s. 99-124. ORHAN Duygu Dersan, Ortadoğu’nun Krizi: Arap Baharı ve Demokrasinin Geleceği, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi 3 (1-2), 17-29 ÖDEMİR Ali Ulvi, Lozan’da Başarıyı Ölçmek: Konular Bazında Bir Değerlendirme, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 155-200, s. 53 ÖZTÜRK Ebru Çoban, İnşacı Kuram Gözüyle Ulusal Kimlik, İkili İlişkiler ve Uzlaşma, Ermeni Araştırmaları, 2014, Sayı 47, s.s.85-101 POYRAZ Tuğçe, ARIKAN Gülay, Avrupa-Türkiye İlişkileri ve Dönemsel Olarak Değişen “Öteki” Tanımları, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2003, Cilt 20, Sayı 2, s.s. 61-71 PRICE Richard and SMITH Christian Reus, “Dangerous Liaisons, Critical International Theory And Constructivism”, Vol 4, Issue 8, 1998, s.s.266-267. PUSCHKARSKY Tatjana, Norm Entrepreneurs in International Politics - A Case Study of Global Footprint Network and the Norm of Sustainability, 2009 114 RONNING Helge, Problematising the Concept of Chinese Soft Power, Presentation at the “The Voice of China in Africa” Conference organised by IESE and CMI, Maputo, Wednesday 19th of February and Thursday 20th of February 2014 SARI ERTEM, Helin, Kimlik ve Güvenlik İlişkisine Konstrüktivist Bir Yaklaşım: “Kimliğin Güvenliği” ve “Güvenliğin Kimliği”, Güvenlik Stratejileri, Yıl:8, Sayı:16, ss.177-237 SAYARİ Sabri, “Turkish Foreign Policy in the Post-Cold War Era: The Challenges of Multi-Regionalism,” Journal of International Affairs 54 (Fall 2000): 169- 182 SELÇUK Fatma Ülkü, 1965-1971 Döneminde Başbakan Demirel: Koşullar, Vaatler, İcraatlar, Haziran 2011 SLAUGHTER Anne-Marie, International Relations, Principal Theories, Wolfrum, R. (Ed.), Max Planck Encyclopedia of Public International Law (Oxford University Press, 2011 SÖNMEZ SELÇUK Senem, Postmodern Dönemde Farklılığın Kutsanması ve Toplumun Parçacıllaştırılması: “Öteki” ve “Ötekileştirme”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi Cilt 15, Sayı: 2, Güz 2012, ss.78-99 SÖNMEZ Şinasi, Cezayir Bağımsızlık Hareketlerinin Türk Basınına Yansımaları(1954- 1962), ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, 2010, ss. 289–318, STEIN Janıce Gross, “Threat Perceptıon In Internatıonal Relatıons”, Leonie Huddy, David O. Sears, and Jack S. Levy (ed), Oxford University Press, 2013 TAŞKIN Hüseyin, Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi Ve TürkBasınındaki Yansımaları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,Ankara, 2006 115 WELDES Jutta, Constructing National Interest, European Journal of International Relations, September 1996, pp.273-318 WENDT Alexander“Anarchy is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics,” International Organizations, Cilt: 46, Sayı:2, WENDT Alexander, Constructing International Politics, International Security, Vol. 20, No. 1, (Summer, 1995), ss.71-81 YAŞ Sedef Zeyrekli, Küba Füze Krizi Ve Türkiye’nin Durumu, Edirne, 2011 YAVUZ Hakan M., “Cleansing Islam from the Punlic Sphere,” Journal of International Affairs 54, 2000): 21-42 YILDIRIM Emre, Türkiye’de Milliyetçilik Ve Milli Kimlik:Türkçülügün Keşfi Ve Ulus-Devletleşme Sürecinde Türk Milli Kimliği, The Journal of Academic Social Science Studies, s.s 73-95, 2014 YILDIZ Süleyman, Kimlik Ve Ulusal Kimlik Kavramlarının Toplumsal Niteliği, Millî Folklor, Yıl 19, Sayı 74 , 2007 YILMAZ Hakan, Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yayın Evi, İstanbul, 2005 ZEHFUSS Maja, Constructivism and Identity: A Dangerous Liaison, European Journal of Internationaş Relations, SAGE Publications and ECPR, Vol. 7(3), 2001, 315-348 116 ELEKTRONİK KAYNAKLAR Abdullah Gül, “Türkiye Küresel Barışın Teminatıdır”, Anlayış, Haziran 2004, Sayı 13, htttp//www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=&makaleid=3256, (e.t. 09.06.2016) Adana Mutabakatı Ve Bugün, Uluslararası Politika Akadmisi, 10 Nisan 2012, http://politikaakademisi.org/2012/04/10/adana-mutabakati-ve-bugun/ (e.t.18.04.2016) Ahmet DAVUTOĞLU, Türkiye Merkez Ülke Olmalı, 26 Şubat 2004,Radikal (erişim), http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=107581 (e.t. 28.04.2016) “Davutoğlu: Asıl eksen değiştiren Avrupa’da” 9 Aralık 2009, Milliyet, (erişim) http://www.milliyet.com.tr/davutoglu--asil-eksen-degistiren-avrupa- da/dunya/dunyadetay/09.12.2009/1171588/default.htm . (e.t. 03.03.2016) Eksen Kayması: Bir Yorum da Davutoğlu’ndan”, CNN Türk, , http:// www.cnnturk.com/2010/dunya/06/15/eksen.kaymasi.bir.yorum.da.davutoglundan/5801 79.0/index.html, (e.t. 15.06.2016) Murat TEKEK, Arap Baharı ve Nedenleri, 28 Kasım 2012, TUİÇ Akademi, http://www.tuicakademi.org/arap-bahari-ve-nedenleri/ . (e.t. 12.03.2017) Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu Arasında bir Ortaklık Yaratan Anlaşma (Ankara Anlaşması)-12 Eylül 1963, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ile-avrupa- ekonomik-toplulugu-arasinda-bir-ortaklik-yaratan-anlasma-_ankara-anlasmasi_-12- eylul-1963-.tr.mfa (e.t. 07.03.2017) 3. Büyükelçiler Konferansı’nın Açılış Konuşması, 3 Ocak 2011 (Erişim), http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-3_-buyukelciler- konferansı_nin-acilisnda-yaptigi-konusma_-03-ocak-2011.tr.mfa, (e.t. 08.05.2016) 117