T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI KELÂM BİLİM DALI EBU’L-MUÎN EN-NESEFÎ’DE PEYGAMBERLİK VE MUCİZE (YÜKSEK LİSANS TEZİ) ALİM ÇAKIR BURSA 2010       T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI KELÂM BİLİM DALI EBU’L-MUîN EN-NESEFÎ’DE PEYGAMBERLİK VE MUCİZE (YÜKSEK LİSANS TEZİ) ALİM ÇAKIR DANIŞMAN DOÇ. DR. CAĞFER KARADAŞ BURSA 2010 ÖZET Yazar : Alim Çakır Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Bölümü : Temel İslam Bilimleri Bölümü Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : İX + 69 Mezuniyet Tarihi : 10/ 03 /2010 Tez Danışmanı : Doç. Dr. Cağfer Karadaş EBU’L-MUîN EN-NESEFÎ’DE PEYGAMBERLİK VE MUCİZE “Ebu’l-Muîn en-Nesefî’de Peygamberlik ve Mucize” adlı çalışmamız bir giriş ve iki bölümden oluşturuldu. Giriş bölümünde “Peygamberlik ve İslâm İnanç Sis- temindeki Yeri” başlığı altında nübüvvete ait kavramlar ve genel olarak peygam- berliğin İslâm inancındaki yeri incelendi. Birinci bölümde ise, Ebu’l-Muîn en- Nesefî’nin peygamberliğe bakış açısı, peygamberliği temellendirmesi ve peygam- berlik karşıtı akımlara verdiği cevaplar değerlendirildi. Son olarak ikinci bölümde “Nesefî’de Mûcize” başlığı altında mûcizenin imkânı, çeşitleri, Hz. Peygamberin mûcizeleri ve mûcize ile kerâmet farkı işlendi. Anahtar Kelimeler: Ebu’l Mûin en-Nesefî, peygamber, peygamberlik, mucize, kerâmet iii    ABSTRACT Author : ALİM CAKİR University : University of Uludağ Main Department : Basic İslâmic Sciences Department : Kelam Quality of Thesis : Master’s Thesis Page’s Number : İX + 69 Date of Graduâtion : 10./ 03./2010 Advisor : Cağfer KARADAŞ, Ph. D., Assistant Professor of Sociology of Religion THE PROPHETHOOD AND MİRACLE ACCORDİNG TO EBU’L-MÛİN EN-NESEFî The study of us named “The prophethood and miracle according to Ebu’l- Mûin en-Nesefî” consist of one introduction and two chapters. İn the introduction chapter is analysed under the title of “The prophethood and its position in the system of the belief of the Islam” concepts concerning prophethood and the position of the prophethood in the belief of Islam in general. İn the first chapter, it is judget the perspectives to prophethood, being grounded to prophethood and the replies to the prophetic anti-currents. Finally, in the second chapter, it is processed the possibility and varieties of miracles, the miracles of Muhammed the prophet and the differences between miracles and oracles. Key words: Ebu’l-Mûin en-Nesefî, prophet, prophethood, miracle, oracle iv    ÖNSÖZ Matürîdî Geleneğinin Seçkin bir İsmi olan Ebû'l-Muîn En-Nesefî, kelâm ve fıkıh sahasında kendisini çok iyi yetiştirmiş bir ilim adamıdır. Bu iki dalda zamanın önemli ilim adamları arasında gösterilen Nesefî, Mâverâünnehir bölgesinin ilim merkezlerinden olan Nesef’te dünyaya gelmiştir. Nesefî’nin hocaları ve talebeliği/öğrenimi hakkında aydınlatıcı bir bilgiye sahip değiliz. Onun bilgin bir ailede doğup neşet ettiği bilinmek- tedir. Sahip olduğu ilmi öncelikle ailesinden edinmiş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü dedesi Mekh’ul en-Nesefî bölgenin hanefî âlimlerindendi. İslam’da peygamberlik konusu, Allah’ın varlığından sonra ikinci derecede önem ta- şıyan bir konudur. Çünkü, bütün semâvî dinlerde Allah ile yaratılan varlıklar arasındaki bağ, nübüvvet müessesesiyle kurulmuştur. Bu kurum aracılığıyladır ki insanlar din ile tanışmakta ve dine muhatap olmaktadırlar. İlahî emir ve yasaklar bu kurum aracılığıyla insanlara tebliğ edilmektedir. Allah ile yaratılan varlıklar arasındaki ilişkiyi düzenleyen din müessesesi vahiy ve peygamberliğe dayanır. Çünkü gerçek dini tanıtanlar peygam- berlerdir. Hak dinin kaynağı vahiy ve peygamberliktir. Bizi yaratan Allah’ın rızasının nerede ve nasıl olduğunu bilmek ve ona göre hareketlerimize yön vermek, akılla değil, ancak peygamberlikle sağlanabilir. Allah’a kullukta bulunabilmek için onun emirlerini öğrenmek konusunda ilâhî vahyi alan peygamberlere ihtiyacımız açıktır. Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim’de ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Adem’den son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.s)’e kadar birçok peygamber gönderilmiş olduğu, başka bir ifadeyle “Her ümmete bir peygamber gönderildiği” belirtilmektedir. Değerli hocalarımızın tavsiye ve teşvikiyle Matürîdî ekolün sistemleşmesine büyük katkısı olan Ebu’l-Mûin en-Nesefî’nin peygamberlik ve mûcize hakkındaki görüşlerini araştırmayı düşündüm ve “Ebu’l-Mûin en-Nesefî’de Peygamberlik ve Mûcize” konusu- nu kendime yüksek lisans tezi olarak seçtim. Çalışmamız bir giriş ve iki bölümden oluşturuldu. Giriş bölümünde “Peygamberlik ve İslam İnanç Sistemindeki Yeri” incelendi. Birinci bölümde “Nesefî’de Peygamber- lik” ve son olarak ikinci bölümde “Nesefî’de Mûcize” konuları işlendi. Tezin planlanması ve hazırlanmasında her türlü destek ve yardımını esirgemeyen danışman hocam Doç. Dr. Cağfer Karadaş’a ve gerek yüksek lisans derslerinde ve ge- v    rekse tezin hazırlanmasında katkıları bulunan sayın Prof. Dr. A.Saim Kılavuz ile sayın Doç. Dr. Tevfik Yücedoğru’ya teşekkür ederim.  Alim ÇAKIR BURSA 2010 v i     İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI................................................................................................... İİ ÖZET .............................................................................................................................İİİ ABSTRACT...................................................................................................................İV ÖNSÖZ ........................................................................................................................... V İÇİNDEKİLER ........................................................................................................... Vİİ KISALTMALAR ...........................................................................................................İX GİRİŞ PEYGAMBERLİK VE İSLÂM İNANÇ SİSTEMİ İÇİNDEKİ YERİ I. PEYGAMBERLİK..................................................................................................... 1 II. PEYGAMBERLİĞİN İSLAM İNANÇ SİSTEMİ İÇİNDEKİ YERİ................... 5 BİRİNCİ BÖLÜM NESEFÎ’DE PEYGAMBERLİK I. NESEFÎ’ DE PEYGAMBERLİK KAVRAMI VE KURUMU ............................. 11 II. PEYGAMBERLİĞİN İMKÂNI (MÜMKÜN OLMASI)................................... 14 III. PEYGAMBERLİĞİN TEMELLENDİRİLMESİ............................................... 19 A. HİKMET AÇISINDAN.................................................................................. 19 B. ADÂLET AÇISINDAN ................................................................................ 23 C. TEKLÎF /İMTİHAN AÇISINDAN ................................................................ 27 D. AKLA DESTEĞİ AÇISINDAN .................................................................... 31 IV. PEYGAMBERLİK KARŞITI AKIMLAR.......................................................... 37 A. BERÂHİME ...................................................................................................... 38 B. SÜMENİYYE .................................................................................................... 40 C. İBÂHİYYE / HULEÂ....................................................................................... 41 D. TÂBİİYYÛN ..................................................................................................... 43 V. PEYGAMBER-VAHİY İLİŞKİSİ ......................................................................... 45  vii     İKİNCİ BÖLÜM NESEFÎ’DE MUCİZE ANLAYIŞI I. MUCİZE KAVRAMI ............................................................................................... 51 II. MUCİZENİN İMKANI........................................................................................... 52 III. MUCİZE ÇEŞİTLERİ........................................................................................... 53 IV. HZ. PEYGAMBERİN MUCİZELERİ................................................................. 54 A. HİSSÎ MUCİZELERİ...................................................................................... 54 B. AKLİ MUCİZELERİ ...................................................................................... 56 V. MUCİZE VE KERAMET FARKI......................................................................... 59 SONUÇ .......................................................................................................................... 63 BİBLİYOĞRAFYA ...................................................................................................... 65    viii   KISALTMALAR a.g.e. : Adı Geçen Eser AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi Bkz : Bakınız c. : Cilt Numarası (C.C.) : Celle Celêlühû DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı Dr. : Doktor H. : Hicrî İSAM : İslami Araştırmalar Merkezi M.Ö. : Milattan Önce M.S. : Milattan Sonra Nşr. : Neşreden s. : Sayfa Numarası S. B. E. : Sosyal Bilimler Enstitüsü (S.A.S) : Sallallahu Aleyhi ve Sellem Trc. : Tercüme Eden Ts. : Tarihsiz Thk. : Tahkik TDK : Türk Dil Kurumu Yay. : Yayınları  iX   GİRİŞ PEYGAMBERLİK VE İSLÂM İNANÇ SİSTEMİ İÇİNDEKİ YERİ I. PEYGAMBERLİK Peygamberliğin tanımının yapılıp yapılamayacağı ile alâkalı bazı tartışmalar vardır. Kimileri tanımının yapılabileceğini savunurken, kimileri de yapılamayacağını savun- muştur. Nitekim Gazâlî’ye göre peygamberlik tarifle açıklanamaz. Çünkü eşyayı tanım- lamak, onların cins ve faslını bulmaya bağlıdır. Nübüvvetin (peygamberlik) cins ve fa- sılları olmadığı için tanımının yapılması oldukça güçtür.1 Buna rağmen biz yine de nebî, rasûl ve peygamber kavramlarını kısaca izah etmeye çalışacağız. Yeryüzünde Allah’ın dinini tebliğ görevini yerine getiren kimseler için Türk-İslâm literatüründe genellikle, Farsça kökenli “peygamber”2 kelimesi kullanılır. Bu terim ha- ber manasına gelen “peyğâm” ile getiren veya götüren manasına gelen “ber” kelimeleri- nin birleşmelerinden meydana gelmektedir. Bir diğer görüşe göre ise Farsça’daki “peyâmber” yada “peyember” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Terim olarak “pey- gamber” kelimesi Allah’tan vahiy suretiyle aldığı bilgileri insanlara tebliğ etmek için Hak Teâla tarafından seçilen ( istifâ ve ictibâ) bir zâttır. Arapça’da “peygamber”i ifade eden kelimeler “nebî” ve “rasûl”dür. Müesseseyi ifade eden “ peygamberlik” yerine de “nübüvvet” ve “risâlet” masdarları kullanılmaktadır. Eski Türkçe’de ise peygambere “yalvaç”, peygamberliğe de “ yalvaçlık” denirdi.3 Arapça’da peygamber anlamında kullanılan kelimelerden birisi “nebî ” dir. “Nebî” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de elli dört yerde tekil, yirmi bir yerde ise çoğul olmak üzere toplam yetmiş beş defa zikredilmiştir. “Nübüvvet” kelimesi ise beş yerde zikredilmiş-                                                              1 Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, Hakikat Bilgisine Yükseliş, Terc. Serkan Özburun, İstanbul, 1995, s. 133-136 2 Develioğlu,Ferit, Osmanlıca –Türkçe Ansiklopedik Lügat ,Ankara-1984, s. 1035. 3 Uludağ, Süleyman: İslam’da İnanç Konuları ve İ’tikadi Mezhebler İstanbul-1996, s.185-186; Hüseyin Kazım Kadri, “yalvaç”, Türk Lügati, TDK, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1943, IV,   1 tir.4 “Nebî” hem fâil hem de mef’ûl manasında kullanılan bir kelimedir. Sonu hemzesiz ve şeddeli olan “en- nebiyyü” şeklinde ve hemzeli olanı da “en-nebiü” olarak okunur. Hemzeli olanı, “Büyük fayda sağlayan haber” demek olan “nebe” kökünden türemiştir.5 “Nebî” hemzesiz okunursa çoğulu nübeâ olur. Nübüvve, nebve veya nebave mastarın- dan “yüksek makam sahibi” anlamına gelir. Yüksekçe yerlere de bu isim verilir. Bu takdirde “nebî” diğer insanlara üstünlüğü sebebiyle bu anlamda kullanılmaktadır.6 İbn-i Manzur peygambere nebî isminin verilmesi, onun Allah’tan insanlara haber getirmesin- den kaynaklandığı tespitinde bulunur.7 Bu kelime, “haber” anlamı taşıyan kökten türe- diğinden hem “haber alan” hem de “haber veren” anlamlarını ihtiva etmektedir. Nebî kelimesi yaygın olarak hemzesiz şekliyle kullanılır. Fakat bu durum,onun “n-b-e” kö- künden türemediğini göstermez. Kullanılırken dile ağır geldiği dikkate alınarak Arapça dil kurallarına göre, nebî kelimesinin sonundaki “hemze”,”yâ” harfine dönüştürülerek “nebî” şeklini almıştır. 8 Kur’ân-ı Kerim’de “nebî” kelimesi sadece peygamberleri anlatmak için kullanıl- mıştır. Peygamberlik müessesesi hakkında detaylı bilgiler bulunmamaktadır. Kur’an-ı Kerimde bazı kimselere “ kitap, hikmet ve nübüvvet verilmiş.”9 olduğundan bahsedil- mektedir. Konuyla ilgili âyet-i kerimelerde ifade edilen nübüvvetin “yüce makam” an- lamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, “ peygamberlik ” anlamına geldiğini söyle- yenler de olmuştur. Arapça’da peygamber anlamında kullanılan diğer bir kelime ise “rasûl”dür. ”Rasûl” kelimesi Kur’an-ı Kerimde iki yüz otuz iki yerde tekil, bir yerde tesniye,seksen beş yer- de ise çoğul olmak üzere toplamda üç yüz on sekiz defa zikredilmiştir. Bu kelime “erse- le” den türetilmiş olup “feûl” vezninde mastardır. Ayrıca “irsâl” sevgiden dolayı bir şey                                                              4 Abdülbaki, Muhammed Fuad, el-Mu‘cemu’l-Mufehres li-elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-hadis, kahire, 1987-1988, “Nebî” md , s. 859-860 5 Adam, Hüaverdi, “ Nübüvvete Dair İki Mesele Nebî ile Râsül Arasındaki Fark ve Kadının Pey- gamberliği” Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı.1 1996, s.78. 6 Can,Mustafa: Maturidi’ye Kadar Nübüvvete Karşı Çıkanlar ve Maturidi’nin Nübüvvet Anlayışı, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi S.B.E. , İstanbul-1997, s.26 7 İbn-i Manzur , Muhammed b Mükerrem; Lisanu’l Arap, daru’l-fikr, Beyrut 1990, XV., s.356 8 İbn-i Manzur , Muhammed b Mükerrem; a.g.e, C.XV., s.357 9 Bkz; âl-i İmran 3/79 ; el-en’am 6/89; el-Ankebût 29/27; el-Câsiye 45/16 ; el-Hadîd 57/26 2 göndermek anlamına da gelmektedir.10 Rasûl, lügatte bir göndericinin birisine teslim etmek üzere mektup verdiği kişiye denir mürsel ile aynı manadadır. Kısaca gönderilen elçi demek olup elçilik anlamına da gelir.11 “Nebî” ve “rasûl” kelimelerinin ıstılâhî manalarına bakacak olursak “nebî”, ıstılahta Allah’ın vahyettiğinden insanları haberdar eden kimse olup kendisine ait müstakil bir şeriatı olmayıp, önceki bir şeraitle amel eden ve insanlara bunu izah edendir. “Rasûl” ise ıstılahta Allah’ın kendisine vahyederek tebliğe memur ettiği, kendisine kitap ve yeni bir şeriât verdiği kimsedir. Başka bir deyişle; rasûl, vahiy ile tebliğe memur olmuş yeni bir şeriât veya unutulmuş bir şeriât getiren veyahut geçmiş şeriâttan insanların unuttuk- ları kısımları ihya ederek tebliğ eden peygamberdir.12 “Rasûl” ayrıca Allah ile peygam- berleri veya diğer bazı yaratılmışlar arasında elçilik yapan melekler hakkında kullanılır. Bir kısım âyetlerde Allah’ın meleklerden ve insanlardan rasûller seçtiği belirtilmiştir.13 Cebrâil’in yanı sıra insanların ruhlarını almak ve ilahi emirlere isyan edenleri helak et- mek gibi işlerle görevlendirilen meleklere “rasûl” denilmiştir.14 Nebî ile rasûl arasında bazı farklar olduğunu iddia edenler olduğu gibi hiçbir fark bulunmadığını iddia edenlerde olmuştur. Aralarında fark olduğunu ileri sürenlerin gö- rüşlerine göre bu ayrım her şeyden önce Kur’an’da mevcuttur. Hacc suresinde “nebî kelimesi rasûl kelimesine atfolunmuştur, o halde bu iki isim arasında fark vardır.” de- mişlerdir.15 Yine başka bir ayetteki16 “risâletle vasıflanmak, nübüvvetle vasıflanmaktan başkadır” ifadesi nebî ve rasûl arasında fark olduğunu gösterir. Ayrıca hadislerde de bu iki kelime arasında fark olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber (SAS) “Risâlet ve nü- büvvet kesildi. Benden sonra ne bir nebî ne de bir rasûl vardır.”17 buyurmuştur. Yine                                                              10 İsfehâni, Râğıp: El-Müfredât, İstanbul-1986, s.285 11 Adam, Hüdaverdi, a. g. e., 79-82 12 Gölcük, Şerafettn ve Süleyman Toprak, Kelâm , Konya 1991, s.286 13 Bkz; el-Hacc 22/75 14 İsfehâni, Râğıb, “nbe”, “rsl”, a.g.e.; Yavuz, Yusuf Şevki , “peygamber”, DİA, istanbul 2007, XXXIV, s. 257 15 “Senden önce hiçbir nebi ve resul göndermemiştik ki halkının hidayetini umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek,ümidini kırmak istemesin.Ama Allah,şeytanın attığı o vesveseyi giderir,sonra ayetlerini sapasağlam,muhkem kılar.Zira Allah herşeyi hakkıyla bilen,hikmetle yönetendir.” el-Hac 22/52 16 “(Rasûlüm!) Kitapta Musa’yı da an.Gerçekten o ihlaslı idi ve hem rasûl ,hem de nebî idi.” Meryem 19/51,54 17 Tirmizi, sünen, II, s.51; Ahmet b Hanbel , Müsned, III, s. 267 3 nebîler ve rasûllerin sayısını bildiren hadiste18 de nebî ve rasûl ayrımı yapılmıştır. Bura- dan hareketle nebî ile rasûl arsında farkın âyet ve hadislere dayandığı söylenebilir. Nebî , bir melek aracılığı ile Allah’tan kendisine vahiy gelen ve mûcizelerle destek- lenen kişidir. Rasûl, nebî özelliği taşımakla birlikte müstakil bir şeriâtle gelir. Nebî, genel tevhid prensipleriyle birlikte gelir. Rasûl, nebîden farklı olarak tebliğle memur- dur. Ayrıca rasûl kelimesi hem peygamberlere elçi olarak gönderilen vahiy meleğine hem de insanlara hidâyet olarak gönderilen insan türünden olanlar için kullanılabilir.19 Kadınlardan nebî olabileceğini iddea edenler var ise de20 ,rasûllerin sadece erkeklerden olduğuna dair genel kanaat vardır. Bunun yanında her rasûl nebîdir. Fakat her nebî, rasûl değildir.21 Nebî ile rasûl arsında fark olmadığını söyleyenlerin görüşleri ise kısaca şöyledir: Nebiye de vahiy gelmiştir ve şeriat gönderilmiştir. Nebî ve rasûl olmada şahsi gayret ve riyazetle kazanılan özellikler ve özel kabiliyet şartı yoktur. Allah onları seçmiş ve pey- gamberlik nimetine mazhar kılmıştır. Ayrıca nebînin tebliğ görevinin olmaması düşü- nülmez. Zira bu Allah’ın vahyini gizlemek olur. Rasûl ve nebî bazı ayetlerde aynı ma- nalarda kullanılmıştır. Mesela “ irsâl / göndermek ” vasfı nebî için de kullanılır.22 Baş- ka bir âyette Hz peygambere, rasûllerin bir kısmının bildirilip bir kısmının da bildiril- mediğinden bahsedilirken rasûl ile nebi arasında fark olmadığı görülür.23 Bu ayette pey- gamberlerin tümüne “rusül” denilmektedir. Yine peygamberlerin birbiririne tafdil / üs- tün edildiğini bildirilen ayette24 bütün peygamberler için “ rusül ” kelimesi kullanılır. Peygamberlere imandan bahseden ayetlerde25 de “rusül” kelimesi kullanılmaktadır. Hz.                                                              18 Ahmet b hanbel, müsned, V, s. 266. 19“Allah meleklerden ve insanlardan peygamberler seçer. Doğrusu Allah işitir ve görür.” el-Hacc 22/75 20 Eş’âriler “el-Kasas 28/26, Âl-i imran 3/42, el-Meryem 19/16-19” ayetlerinden istidlal ederek kadın- ların peygamber olabileceğini söylerler. Bkz; Gölcük, Şerafettn ve Süleyman Toprak, a.g.e. s. 290 21 Yavuz, Salih Sabri , İslâm Düşüncesinde Nübüvvet, insan yayınları, İstanbul (tarihsiz), s.17. 22 Bkz, el-Hacc 22/52 23 “Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise anlatmadık. Ve Allah Musa ile ger- çekten konuştu.” en-Nisa 4/164 24 “O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuş- muş,bazılarını da derece derece yükseltmiştir.” El-Bakara 2/253 25 “Allah’a peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince) işte Allah onlara bir gün mükafatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” en-Nisa 4/152; ayrıca bkz, el-Bakara 2/285 4 İsmail hakkında ki ayette “ ( Rasûlüm ) kitapta İsmail’i de an. Gerçekten O sözüne sa- dıktı, rasûl ve nebî idi.”26 buyrulmaktadır. Sonuç olarak ilgili Kur’an-ı Kerim âyetlerini ve hadisleri incelediğimizde rasûl ve nebî kavramları arasında anlam farkı olduğunu düşünmek mümkün olduğu gibi, arala- rında anlam farkının olmadığını düşünmek de mümkündür. Ancak ilgili âyetlere bakıl- dığında bu iki kavram arasında fark olduğunu düşünmek, hem kolay hem de akla ve mantığa daha uygun görünmektedir. Hz Peygamber kendisine nebî ve rasûllerin sayısı sorulduğunda “nebîlerin sayısı yüzyirmidörtbin, rasûllerin sayısı yüzonüçtür.” 27şeklin- de cevap vermiştir. Bu hadis bize bu iki kavram arasındaki farkı açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki, nebî ile rasûl arasında bazı farklar olsa da, bu iki kavram peygamberlik müessesesinin bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde bir fark olmadığı söylenebilir. II. PEYGAMBERLİĞİN İSLÂM İNANÇ SİSTEMİNDEKİ YERİ İslâm Dîni, insanların dünya ve âhiret mutluluğuna ulaşmalarını temin etmek için bazı hükümler koymuştur. Bu hükümler üç ana başlıkta toplanmıştır: Bunlar îtikadî, amelî, ahlakî hükümlerdir.28 Bu hükümler şu âyet-i kerîmede şöylece özetlenmiştir: “Yüzünüzü doğu veya batıya çevirmeniz iyilik/takva değildir. İyilik/takva, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inananların; seve seve akrabaya, yetimlere, miskinlere, yolculara, yardım isteyenlere ve kölelere maddî yardımda bulu- nanların; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, anlaşma/sözleşme yaptıklarında gereğini yerine getirenlerin; yokluk durumunda, zarara uğradığında ve savaş halinde sabredenle- rin yaptıklarıdır. İşte bunlar doğru ve dürüst olanlardır. İşte bunlar takva sahibi kimse- lerdir.”29 Îtikad; bir şeye gönül bağlamak, gönülden inanmak, tasdik etmektir.30 Îtikadî hü- kümler ; İslâm âlimlerinin ekserisinin kabul ettiği, “Âmentü” olarak da bilinen altı iman                                                              26 Bkz, el-Meryem 19/54 27 Ahmed b Hanbel, a.g. e., s. 266 28 Karadaş, Cağfer, İslâm Düşüncesinde Âhiret, Bursa 2008, s.13; Akseki, A.Hamdi, İslam Dini, Ankara 1976, s. 22; Gölcük, Şerafettin, a. g. e. , s. 74-76 29 Bkz, El-bakara, 2/177 30 Karaman, Fikret, “îtikad”, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara 2006, s.346 5 esasıdır. Bu iman esasları; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete ve ka- dere imandır. Bu iman esasları “Cibrîl hadîsi” olarak da bilinen hadîste31 yer almaktadır. Peygamberlere iman “ Cibrîl ” hadîsinde dördüncü sırada yer alır. Ayrıca Bakara32 ve Nisâ33 sûrelerinin âyetlerinde de peygamberlere iman dördüncü sıradadır. Bu altı iman esası, islâm âlimleri tarafından genelde üç ana başlık (usûl-i selâse) altında toplanmıştır. Bunlar; Allâh’a iman, peygamberlere iman ve âhiret gününe imandır. Kısaca ilahiyyât, nübüvvât ve sem’iyyâttır. Bu üçlü sıralamada önemine binaen nübüvvet ikinci sırada yer alır. Bunların dışında kalan diğer üç iman esası (meleklere, kitaplara, kadere iman) bu üçünün (ilâhiyât, nübüvvât, sem’iyyât ) içinde değerlendirilmiştir.34 Bu taksimat Cüveynî’den itibaren görünür ve Fahrettin er-Râzi ile birlikte, Eş’arî kelam eserlerinde gelenek haline gelir. Daha sonraları bu üçlü gelenek Adüdüddin el-Îcî, Teftazânî ve Cürcânî’nin eserlerinde “ilâhiyyât” ve “sem’iyyât” olarak iki ana başlıkta değerlendi- rilmeye başlandı. Bağımsız bir bölüm olan nübüvvet bundan sonra âhiretle birlikte sem’iyyâtın içerisine dahil edilmiş oldu.35 Kelâm ilminin sem’iyyât kısmına dahil edilen peygamberlik meselesi, İslâm inanç ve düşünce tarihinin en önemli ve temel konularından birini teşkil etmektedir. Sem’iyyât ; esasları sem’, nakil, vahy ile elde edilen konulardır. Bununla birlikte akıl ve aklî araştırma ile münâkaşalar ve felsefî meseleler de sem’iyyâtın konuları arasında yer alır. Sem’iyyât , esas itibariyle âhireti konu edinir. Fakat sem’iyyât, bir nakil veya teb- liğ ameliyesi olan peygamberlik ile tanınır. O halde onu iyi bilmek için peygamberliği iyi tanımak gerekir. Peygamberlik sem’iyyât’ın aralanan kapısı mahiyetindedir. İslâm dini gerçekte peygamberlik üzerine bina kılınmıştır. O bütün önem ve değerini peygam- berlik müessesesine dayanmasından alır.36 Çünkü, Allah insanoğlunun yaratılışından itibaren kendilerine peygamberler aracılığıyla hedef ve maksadının ne olduğunu bildir-                                                              31 Müslim, “iman”, 1. 32 “ Peygamber, rabbi tarafından kendisine. indirilene iman etti, müminlerde iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.” el-bakara 2/285 33 “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” En-nisa 4/136 34 Kılavuz, A.Saim, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâma Giriş, İstanbul 2009, s. 77; Topaloğlu , Bekir, Kelâm İlmi, İstanbul- 1993, s. 47-48 35 Karadaş , Cağfer, a. g. e. , s.17 36 Gölcük, Şerâfettin, a. g. e. s. 265. 6 miş ve onları nefsânî arzularının esiri olmaktan kurtarmak istemiştir. Nübüvvet veya risâlet göreviyle gelen bütün peygamberlerin çabası Allah’tan aldıkları ilâhî vahyi in- sanlığa duyurmak ve hayatlarını tanzim edecekleri doğru yolu onlara göstermek olmuş- tur. İlk dönem kelâm kitaplarında temel konular, Allah’ın sıfatları ve insanın fiilleri idi. Peygamberlik konusuna ilişkin tartışmalar pek görülmezken daha sonraki dönemlerde islâmiyetin hızla yayılmasının ardından Hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hem Hz. Muhammed (S.A.S.)’in peygamberliğini hem de peygamberlik müessesesini inkâr edip bu hususta bazı eleştiriler ortaya atan akımlar görülmeye başlanmış, zamanla bu konuda kitaplar yazılmıştır.37 Bir taraftan Yahudî ve Hristiyanlara karşı Hz Muham- med’in (S.A.S.) peygamberliği müdâfaa ediliyor, bir taraftandan da brahmanlara karşı peygamberlik müessesesi savunuluyordu. Diğer bir yandan da peygamberleri ve sıfatla- rını inkâr edenlere karşı peygamberlik müessesesi ve bütün peygamberler müdâfaa edi- liyordu. Kelâmi eserlere peygamberlik konusu dahil edildikten sonra ilk işlenen konu peygamberlerin ismet/masumiyet sıfatıdır.38 Buna Ebû Hanife ( h.80-150)’nin el- Fıkhu’l Ekber’indeki “ Bütün peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten, küfür- den ve çirkin işlerden korunmuşlardır.” ifadelerini örnek gösterebiliriz.39 Hatta bazı araştırmacılara göre peygamberlik ve vahy meseleleri Bakıllânî (333/944)’ den itibaren kelâm eserlerinin ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir.40 Kelâm âlimlerinin tamamı peygamberlere imanı İslâm’ın inanılması zorunlu esasla- rı arasında kabul eder, zira bu husus Kur’ân ve sünnetle sabittir. Kur’an-ı Kerim “Al- lah’a ve bütün peygamberlere iman etmenin”41 zorunluluğu üzerinde durmuş ve “Al- lah’ı, meleklerini, kiyaplarını ve peygamberlerini inkar edenlerin büyük bir hüsranda                                                              37 Yavuz, Yusuf Şevki, “Nübüvvet”, DİA, istanbul 2006, XXXIII, 281. 38 Daha geniş bilgi için bkz, Gölcük, Şerafettin, a. g.e., s. 265 39 Ebû Hanife, fıkhu’l ekber, Aliyyül-Kârî şerhi, terc. Yunus Vehbi Yavuz, çağrı yay. İstanbul 1979. S. 151 40 Özervarlı, M. Said, Kelamda Yenilik Anlayışları, İstanbul 1998, s. 94. 41 “De ki: biz Allah’a, bize indirilene, ibrahim, İsmail, İshak, Ya’kub ve Ya’kub oğullarına indirilenlere, Musa, İsa ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik.” Al-i imran 3/84 7 olduklarını”42 açıkça beyan etmiştir. Ayrıca aklî bakımdan da peygamberlerin getirdiği bilgilerin varlığı ve hayatı doğru yorumlayıp kavramak ferdî ve ictimâî hayatı erdemli kılmak ,dünya ve âhiret mutluluğuna erişmek için gereklidir. Kelâmcılar, tıpkı aydınlı- ğın olmaması halinde gözlerin görememesi gibi peygamberlerin bulunmaması duru- munda da aklî bilgilerin insanları yüce amaçlara ulaştıramayacağını kabul etmiştir. Çünkü akıl yürütme gücü ne kadar üstün olursa olsun mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı sayılmadığı gibi nefsânî arzuların ve çıkarların baskısını da ortadan kaldırmaz. Yine akıl gaybı keşfedemez, doğru inançları belirleyip benimsetemez, insanı bâtıl inançlara sapmaktan kurtaramaz ve iyi davranışlara yöneltip kötülerinden sakındıramaz. Hz. Âdem’le başlayan beşeriyet tarihinde peygamber gönderilmeyen bir toplumun bulunmadığı bir gerçektir. Allah Teala her topluluğa mutlaka müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir.43 Bu konuda- Allah’ın tüm insanlığa peygamberler gönderdiği hususunda- kelam mezhepleri arasında fikir ayrılığı yoktur. Peygamberler her ne kadar kendi bulundukları topluma gönderilmiş olsalar da, tebliğ ettikleri mesaj sadece bulundukları çevredeki insanlara değil bütün insanlığa idi. Bir başka deyişle peygamberlerin mesajları evrenseldir. 44 Yine Allah (CC) bir topluma peygamber gön- dermedikçe azap etmeyeceğini Kur’ân’da açık bir şekilde ifade etmektedir.45 “ Peygam- ber göndermedikçe azap etmeyiz ” âyeti peygamber gönderilmeyen bir topluluğun ol- madığını ortaya koymaz. Bundan hareketle kendilerine ilahî mesajın ulaşmadığı (kendi- lerinden önceki peygambere yetişmeyen ve daha sonraki peygamberlerin tebliğine de ulaşamayan) kimselere azap edilip edilmeyeceğiyle ilgili kelam mezhepleri konuya farklı yaklaşmıştır. Ebû Hanîfe “ İnsanlara peygamber gönderilmese de Allah’ı bilmele- ri zorunludur.” görüşündedir. Maturîdîler de bu kimselerin azaba uğrayacağı görürüşündedirler. Eş’arîler ise bunların azaba uğramayacağını iddia etmişlerdir.46 So-                                                              42 “Ey iman edenler! Allah’a,peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkar ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” en-Nisa 4/136 43 “ Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her millet için mutlaka bir uyarıcı bulun- muştur.” el-Fâtır 35/24; en-Nahl 16/36; en-nahl 16/63; Yunus 10/47 44 Kılavuz, A.Sâim, a. g. e., s.227 45 “ ….Biz peygamber göndermedikçe ( kimseye ) azap edecek değiliz.” el- İsrâ 17/15 46 Yavuz, Salih Sabri, a. g. e., s. 25 8 nuç olarak her topluma peygamberler gönderilmiştir. Fakat kendilerine ilâhî mesaj ulaşmayan kimseler de akılla bazı temel gerçeklere ulaşmakla yükümlüdürler. Kur’ân-ı Kerim peygamberler hakkında insanların kendi cinslerinden birer beşer olduklarını ifade eder. Hz Muhammed (S.A.S.)’e hitâben: “De ki (Ey Rasûlüm!): Ben ,yalnızca sizin gibi bir beşerim.”47 demesi emredilir. Diğer peygamberler de “ Peygam- berleri onlara dediler ki: (evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz.”48 gibi ifade- lerle beşer olduklarını ifade etmişlerdir. Peygamberlerin insanî özelliklerine vurgu ya- pılması düşündürücüdür. Çünkü peygamberleri inkâr edenler, inanmama gerekçelerin- den biri olarak, onların (peyganberlerin) beşer olmalarını ileri sürmüşler49 ve peygam- berlerin meleklerden gönderilmesini istemişlerdir.50 Halbuki onlar peygamberlerin, in- san üstü bir varlık olması gerektiğini sanıyorlar ve Allah Teâlâ’nın peygamberleri kendi cinslerinden göndermesindeki hikmeti kavrayamıyorlardı. Cenab-ı Hak onların bu id- dialarına, “Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik.”51 şeklinde cevap vermiştir. Öte yan- dan âlimlerin ekseriyeti peygamberlerin insanlar arasından seçili hem insanlara hem cinlere elçi olarak gönderildiği ve Hz. Muhammed’in bunlar arasında yer aldığı kanaa- tini taşısa da bu, cinlere ve insanlara kendilerinden rasûller gönderildiğine ilişkin “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle (kıyâmet) karşıla- şacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi!..”52 âyetin zâhirine aykırıdır. Kelâmcıların büyük çoğunluğuna göre Allah, ilk peygamber olarak Hz. Âdem’i göndermiş ona ilâhî emirler içeren kelâmını bildirmiş o da çocuklarına Allah’a inanıp ibadet etmeyi öğretmiş, ilâhî emirlere uyanların âhirette mükâfatlandırılacağını, isyan edenlerin cezalandırılacağını bildirmiştir.53 Âyetlerin yanı sıra hadîslerde de Hz.                                                              47 Bkz, el-Kehf 18/110; el-fussilet 41/6 48 Bkz, el-İbrahim 14/11 49 Bkz, el-İsra 17/94; el-Mu’minun 23/24 50 “ Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.” el-Hicr 15/7; el-En’âm 6/8 51 Bkz, el-İsrâ 17/95 52 Bkz, el-En’am 6/130 53 “ Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhâmlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” el -Bakara 2/37, ayrıca bkz, Ali- İmran 3/33, el- Maide 5/27-29 9 Âdem’in peygamber olduğu haber verilmiştir.54 İlk peygamber Hz Âdem (A.S.) ile son peygamber olan Hz Muhammed (S.A.S.) arasında pek çok peygamber gönderilmiştir. Allah Tealâ “ biz Allah’a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yâkub ve torunları- na indirilene, Musa ve Îsa’ya verilenlerle Rablari tarafından diğer peygamberlere veri- lenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a tes- lim olduk, deyin.”55 buyurarak, her Müslüman’a aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın, bütün peygamberlere inanmayı farz kılmıştır. Kur’ân’da bu gönderilen peygamberlerin sayılarıyla ilgili bir bilgi verilmemektedir. Fakat bazı hadîslerde Hz peygambere, pey- gamberlerin sayısı sorulmuş, o da (Hz peygamber) yüzyirmidörtbin (başka bir rivayette de ikiyüzyirmidörtbin) olduğunu açıklamıştır. 56 Peygamberlerin sayıları hakkında ra- kam belirtmek uygun değildir. Çünkü Kur’ân’da Hz Peygamber’e hitâben: “ Andolsun, senden önce de peygamber gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediklerimiz de var. ”57 denilmiştir. Şayet sayı belirtir- sek, gerçekte peygamberlerin sayısı belirtilen rakamdan fazla ise peygamberlerin bazıla- rını nebî yada rasûl saymamış oluruz. Yada belirtilen rakamdan az ise bu seferde nebî yada rasûl olmayanları peygamber addetmiş oluruz. Bu sakıncalı duruma mâ’ruz kal- mamak için sayı belirtmeksizin, ilk peygamber Hz Âdem (A.S.) ile son peygamber olan Hz Muhammed (S.A.S.) arasında gönderilmiş bütün peygamberlere inanmak, daha uy- gun olur.58                                                              54 Yavuz, Yusuf Şevki, “peygamber”, a. g. e., XXXIV, 258. 55 el-Bakara 2/136; el-Bakara 27/85 56 Ahmed b Hanbel, a. g. e., 266 57 el-Mü’min 40/78 58 Teftazânî, Şerhu’l-Akâid (nşr. Muhammed Adnan Derviş), Dımaşk ts., s. 214; Kılavuz, Ahmet Sâim, a. g. e., s. 250 10 BİRİNCİ BÖLÜM NESEFÎ’ DE PEYGAMBERLİK I. NESEFÎ’ DE PEYGAMBERLİK KAVRAMI VE KURUMU Ebu’l-Muîn en-Nesefî’ ye göre, “ peygamberlik” anlamına gelen Arapçadaki “risâlet” lafzının sözlük manası “bir grup sözü bir manaya yüklemek” şeklindedir. Te- rim anlamı ise; “insanoğlunun dünya ve ahiret maslahatlarını elde etmeleri noktasında akıllarının yetersiz kaldığı durumlarda, eksikliği ve noksanlığı gidermek için, Allah ile akıl sahibi insanlar arasında, bir kulun elçiliğidir.”59 Nesefî’ ye göre, Allâh’ ın varlığını, birliğini, mâlik’ül mülk olduğunu, her şeye yet- kin olduğunu kabul etmeyenlerle peygamberlik müessesesi üzerine konuşulamaz. Önce- likle onlara karşı Allah’ın varlığını ispat etmek gerekir.60 Nesefî’de, Maturîdî ve diğer kelâmcılar da olduğu gibi peygamberliğin imkânını Allâh’ın varlığına bağlama düşün- cesi vardır. Bu da bize peygamberlik müessesesinin doğrudan ulûhiyet konusuyla ilgili olduğunu gösterir. Bir de meseleye ulûhiyet makamı cihetinden bakılırsa, peygamberlik gerçekleşmemiş olsa Allah’ın kelâm sıfatının tecelli ettiğini söylemek mümkün olmaz. Zira peygamberlik, Allâh’ın kelâm (konuşma) sıfatının tecellisinin gereğidir.61 Dolayı- sıyla Allâh’ın insanlara dünya ve âhirete ait bilgileri ulaştırabilmesi için peygamberlik müessesesi gereklidir ve ulûhiyet makamı açısından da önem taşımaktadır. Peygamberlik müessesesi insanları iki dünya mutluluğuna ulaştırması için gerekli bir kurumdur. İnsan, yaratılış itibariyle birçok yetenek ve meziyete sahip olmasına rağ- men zayıf iradeli, duygusal, olaylardan çabuk etkilenen, inkâr etmeye ve kötülük yap- maya meyyâl bir varlıktır. Bu sebepten insana, hayatının her döneminde düşüncesinde ve amelinde onu hakka ve hayra yönlendirecek rehberlere ihtiyacı vardır.62 Nesefî, Ha-                                                              59 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, tahk. Claude Salame, Damas 1990, I, 447 60 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 448 61 Yavuz, Yusuf Şevki, “peygamberlik müessesesi ve peygamberler”, İslam’da İnanç Esasları, İstanbul 1999, s.167-169 62 Yavuz, Yusuf Şevki, a. g. e., s. 170 11 ricîlerden İbâdiyye’nin63 “peygamberlik iddia edenin sözünün deliller göstermeden de kabul edilmesi gerekir.” şeklindeki fikrine karşı çıkmaktadır. Çünkü iddia edenin pey- gamberliğinin şahsen belirlendiğine ve onun seçildiğine dair aklî deliller bulunmadığın- dan, onu kabul etmek, mutlak zorunluluk (vâcip) kapsamı içinde değildir. Bu durumda mümkün kategorisinde kalır. Çünkü peygamberlik iddiasında bulunan kişinin yalancı olması imkân dahilindedir. Böyle birinin sözünü kabul etmek, sözünü kabul etmek kü- für olan bir kimsenin sözünü kabul etmek anlamına gelir. Bu da kendi kendisiyle çeliş- mektedir. Bu yüzden peygamberlik iddiasında bulunan kişinin iddiasının kabul görmesi için delil getirmesi gerekir. Bu delil de mûcizedir.64 Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasının doğru olması ve dikkate alın- ması için bazı şartları taşıması gerekir. 1. İddianın imkan dairesinde olması, yani gerçekleşebilir bir çerçevede olması gerekir. Çünkü imkansız bir şey hakkında söylenen söz derhal reddedilir. 2. İddianın ona uygun bir delille ispatlanması gerekir. 3. İddia karşıt delillerle çürütülmemelidir. 4. Getirilen delilin, onu zayıflatacak veya iptal edilecek delile karşı dayanıklı olması gerekir.65 5. Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, peygamberlerin gelmesinin mümkün olduğu, peygamberlik kapısının kapanmadığı bir zamanda zuhur etmesi gerekir. Çünkü Hz. Muhammed (SAS) peygamberlerin sonuncusu- dur. Peygamberlik iddiasında bulunan kişi, Hz. Muhammed (SAS)’den son- ra peygamberlik iddiasında bulunursa onun peygamberlik iddiası dikkate alınmaz.66 Her konuda olduğu gibi, peygamberlik iddia edenin iddiasının imkan çerçevesinde olması önem arzetmektedir. Eğer iddia imkansız olursa, mesela Zerdüşt’ün67 “iki âciz                                                              63 İbâdiyye, Hâricî fırkalarının en ılımlısı ve günümüze ulaşan tek koludur. Adını kurucusu Abdullah b. İbâd’ dan almıştır. 64 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-dîn, (thk. Dr. Abdu’l Hay Kâbil), Kâhire 1987, s. 45-46 65 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 483 66 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-dîn, s. 44 67 Zerdüşt M.Ö. 600 yıllarında İran’da yaşamış, Zerdüşlüğün kurucusudur. Zerdüşt’e göre, evrene ege- men olan iki güç vardır. İyiliğin simgesi aydınlık ve kötülüğün simgesi de karanlıktır. İyilik “Ahura Maz- 12 yaratıcı” iddiası veya Mani’nin68 “iki kadîm asıl (ışık ve karanlık)” iddiası ilk duyuldu- ğu andan itibaren kesin delil istemekle uğraşmadan hemen reddedilmesi gerekir. Çünkü imkansız olanı doğrulayacak delil bulunmaz. Ancak iddiacının yalanını ortaya çıkarma amacı varsa ondan delil istenebilir.69 İddia imkan dairesinde ve şartlara uygunsa iddia edenden iddiasını ispat edecek deliller istenir. Eş’arîlere ve Ehl-i Hadîs’in kelâmcılarına göre, bir şey yasaklanmadıktan sonra o şeyi yapmak sefihlik (ahmaklık, cahillik) olmaz. Dolayısıyla peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir kimsenin elinde hârikulâde bir olayın zuhur etmesi imkânsızdır. Bununla birlikte peygamberlik iddiasında bulunan yalancının hârikulâde bir şey göster- mesi Allah Teâlâ’nın (hâşâ) âcizliğini gerektirir. Peygamberlik iddiasında doğru/dürüst olanın doğruluğunu ispat edememesi de (hâşâ) Allah’ın âcizliğini gerektirir. Bu her iki durum da âcizlik Allah için inkânsızdır.70 Kısaca Nesefî yalancı peygamberin elinde hârikulâde olayın zuhûrunu muhal saymaktadır. Çünkü bu durumda gerçek peygambe- rin ortaya koyduğu mûcizenin bir hükmü kalmaz.71 Peygamberlerin sözleri ve hareketleri, akılda şüphe ve töhmete yer vermeyecek mükemmellikte gerçekleşir. Bu durum onların peygamberliğini ispat eden delillerden biridir. Peygamberlerin hem cinsleriyle kıyaslanmayacak ölçüde her türlü kirlerden te- mizlenmiş ve eksikliklerden münezzeh olmaları gerekir. Peygamberlerin davranışların- da insanlar tarafından yadırganacak bir durum olmamış, aksine yüce ahlâk, cömertlik, cesaret, mahlukâta karşı şefkât ve merhamet, âhireti dünyaya tercih etme, herkese karşı mütevâzi olma, kendisini insanlığa adama gibi nice güzel hasletler neticesinde insanlar onlara saygı duymuşlardır. Ayrıca peygamberler tebliğ vazifelerini yaparken birçok sıkıntıya Allah rızâsı için katlanmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin Allah tarafın-                                                                                                                                                                                da”(Hürmüz)’nın, kötülük ise “Ehriman”ın kişiliğinde toplanır. Aydınlık-karanlık, iyi-kötü olarak karşıt- ları bir din sistemine ilk sokan kişi Zerdüşt’tür 68 Mani (ö. 276) Manihezmin kurucusudur. Manihezm III. Yüzyılda Mani tarafından eski İran’da kuru- lan günümüzde temsilcisi olmayan gnostik bir dindir. İnanç esaslarının temelini, ışık ve karanlık yada iyilik ve kötülük şeklinde birbirine zıt iki aslî prensibe dayanan gnostik bir dualizm oluşturur. Maniheist kozmogonide tanrıya yer yoktur. Aksine Aydınlık ve öfkeli Karanlık gibi iki unsur Tanrı’nın yerini al- maktadır. Karanlık kendi halinde maddi bir şey değildir. Ancak bir kere onun kümeleriri aydınlığın böl- gesine girmiş ve onu istila etmeye girişmiştir. 69 Ebu’l-Mûin en-Nesefî,, et-Temhîd fî Usûli’d-dîn, s. 44 70 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 483-484 71 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 472 13 dan gönderildiğini kabul etmeyenlerde dünyevî bir menfaat veya hırs yada kötü bir niyet aranmak gerekir.72 Nesefî “Hz. Muhammed (S.A.S) şimdi resûl müdür? yoksa değil midir?” sorusuna şöyle izah getirir: “Mütekâşşife ve Kerrâmiye’ye göre araz iki zamanda kalmaz. Bundan dolayı Nebîmiz Muhammed (S.A.) şimdi rasûl değildir, derler. Ebû’l Hasan el-Eş’ârî’ye göre Rasûlullah (S.A.S) şimdi hükmen rasûldür. Bir şeyin hükmü asıl yerine kaim olur. Herkes bilir ki, bir kadın iddet zamanında nikâhlı hük- mündedir. Bu hüküm ise nikâh makamına kaimdir. Yine abdestli bir kimse namaz esna- sında abdesti bozulsa ve abdest almak için gitse o kimseye namazda gibi hükmedilir. Fakat namazın fiillerini yapmış sayılmaz. Eğer o namazın fiillerini yapmış olsaydı ab- destsiz olmakla beraber namaz sahih olmazdı. Böylece Nebîmiz Muhammed (S.A.) min peygamberliği araz idi. Araz da iki zamana kalmaz. Fakat o peygamberlik hük- mündedir. “Arazda iki zamanda kalmaz” sözüne delil ise, bir kimse öğle namazını kılsa ve ondan sonra namazdan ayrılsa bu kimse namazda denmez. Eğer o kimse namazda dense o kimsenin yemesi, içmesi, konuşması caiz değildir. Bununla sabit oldu ki, araz iki ayrı zamanda kalmaz. Fakat biz deriz ki, O şimdi peygamberdir. Çünkü O, şimdi Rasûl olmasa O’na iman eden ve Müslüman olan kimsenin imanı sahih olmazdı. Bunun gibi ezanda: “Şehâdet ederim ki Muhammed (S.A.S.) Allâh’ın rasûlüdür.” deriz. “Şehâdet ederim ki Muhammed (S.A.S.) Allâh’ın rasûlü idi.” demeyiz. Diğer peygam- berler hakkında da hüküm böyledir.”73 II. PEYGAMBERLİĞİN İMKÂNI Aklın vereceği hükümler üç kısma ayrılır: vâcib, mümkün, mümtenî. Bir şeyin var- lığı zorunlu olursa ona vâcip, olup olmaması eşit olursa mümkün, yokluğu zorunlu olur- sa ona mümtenî denilir.74 Akıl vâcib ile mümteni hakkında zorlanmadan rahatlıkla karar verebilir. Fakat akıl mümkün hakkında olumlu veya olumsuz bir karara varamaz. Yani mümkün dairesinde olan şeylerle ilgili farz ya da haram diyemez. Peygamberler (Allah                                                              72 Mâtürîdî, Kitab’üt-Tevhid, (terc. Topaloğlu, Bekir), Kitabü’t Tevhid Tercümesi, iSAM.Yay., Ankara, 2003, s. 291-293 73 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm fî Akâid’i-Ehli’l İslâm, s. 34 74 Kılavuz, A. Saim, a. g. e., s. 490 14 Teâlâ’nın bildirmesiyle) olayların ve hareketlerin sonuçlarını insanlara açıklamışlardır. Netice itibariyle akıl iyi olan şeye ilgi gösterir, kötü olan şeyden de yüz çevirir. Aslında akıl tarafından idrak edilebilen şeylerin de peygamberler tarafından açıklanması gerekir. Bu insanlara kolaylık sağlar. Aksi halde insan bu bilgileri elde etmek için kendisini dü- şünmeye ve araştırmaya yönlendirmesi gerekir. Eğer böyle olursa insan daha önemli işlerle uğraşmaya zaman bulamaz. Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara faydalı ve zararlı şeyleri bildirmesi O’nun lûtuf ve keremindendir. Nitekim Allâh “ey Habîbim, biz seni âlemlere râhmet olarak gönderdik.”75 buyurmuştur.76 İmkân: “birine bir şeyin mümkün olması, birini bir şeye gücü yeter kılmak, bir şe- yin güç yetirilebilir türden olması” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle, bir şeyin birine mümkün olmaması, o kişinin o işe güç yetiremediği manasına gelir.77 Âlimler imkânı mantıkî ve ontolojik olarak iki bölümde inceler. Mantıkî imkân, bir şeyin akla uygun bulunmasıdır. Ontolojik imkân ise, mantıkî imkânla birlikte bir şeyin tasavvur- dan varlık alanına çıkma şartlarını araştırır. Mantıkî ve ontolojik imkân arasındaki ilişki açısından bakıldığında “ontolojik yönden mümkün olan her şeyin mantıkî açıdan da mümkün olduğu fakat akla göre mümkün olan her şeyin ontolojik yönden mümkün ol- madığı” genellemesi yapılmaktadır.78 Eğer peygamberlik Allah için mümkün olmazsa “O’nun peygamber göndermeye muktedir olmadığı” manasına gelir ki bu da Allah’ın kudretiyle asla bağdaşmaz. Nesefî’ye göre, âlemin hakîm ve alîm bir yaratıcısı vardır ve âlemin her bir parçası O’nun mülkü olup mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Dolayısıyla mülkünde yegâne hü- kümrânlık sahibi olan bir zât tarafından farz ve haram kılma, serbest bırakma, yasakla- ma şeklindeki mükellefiyetlerin insanlara yüklenmesi, aklın reddedeceği yada imkansız olduğuna hükmedeceği bir konu değildir. Çünkü her mülk sahibinin mülkünde, yetkisi ölçüsünde tasarruf etme hakkı vardır. Alemin herbir cüz’ünde ve insanların herbir ferdi üzerinde Yüce Allâh’ın yaratma gücü vardır. Çünkü onları yokluktan varlığa çıkaran, bir asla dayanmadan yaratan O’dur. Allâh insanlara yüklediği bu sorumlulukları (farz ve                                                              75 El-Enbiyâ, 21/107 76 es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, ( terc. Bekir Topaloğlu), DİB İlmi eserler, Ankara 1995, s. 104; Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 461 77 İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan Ziyad, el-Mu’cemu’l-Vasît, Çevik Matbaacılık, İstanbul 1989, s. 881 78 Kaya, Mahmut, “imkân”, DİA, XXII, 224-225 15 haram kılma, serbest bırakma vs) dilediği şekilde bildirir. Dilerse onları bu bilgilerle yaratır, dilerse de bunu insanlara kendi cinslerinden yada kendi cinsleri dışından pey- gamber (elçi) göndererek yapar. Bu peygamber insanların cinsinden olsa da olmasa da O’nun imkânsız iş yaptığı anlamına gelmez. Çünkü Allah mülkünde dilediği gibi tasar- ruf eder. Bu durum muhâl değildir. Her akıl sahibi ve insaflı olan da bu konuda şüpheye ve tereddüde düşmez.79 Peygamberliğin vacip olup olmadığı hususunda kelamcılar arasında ihtilaf vardır. Ehl-i Hadis kelamcıları mümkün olduğuna inanırken onlardan biri olan Ebü’l-Abbas el- Kalânisî vacip olduğu hükmüne vardı. Aklın, iyi ile kötüyü ve nimet verene teşekkür etmenin vacip olduğunu bilmenin bir aracı olduğunu kabul eden kelamcılar ise peygam- ber gönderilmesinin vacip olduğu hükmüne gittiler. Ebu’l-Muin en-Nesefî, kendisini bu son grup içinde görür ve bu fikri destekleyen değerlendirmeler yapar. Bu cümleden ol- mak üzere şöyle bir temsil getirir: Tebasından bir grubun kendisine itaat etmediğini bi- len bir hükümdar şayet derhal silaha sarılır ve onları öldürme ve cezalandırmaya yöne- lirse bunu dışarıdan görenler onun zalimliğine hükmederler. Akıllı hükümdar cezalan- dırmaya yönelmeden önce isyan eden topluluğa heyetler gönderir, itaate çağırır; itaat ettiklerinde ödüllendirileceklerini ancak yüz çevirirlerse feci şekilde cezalandırılacakları uyarısında bulunur. Yüce Allah da kullarından bir kısmı veya tamamı dalalete düştü- ğünde destekleyici bir hüccet ile bir kulunu elçi olarak onlara gönderir.80 Mu’tezile; “Allâh’ın peygamber göndermesi vâciptir.” görüşündedir. Çünkü insan- lar yararlarına veya zararlarına olan şeyleri her zaman kendi başlarına bilemezler. Dola- yısıyla iyi ve kötüyü onlara öğretecek, dünyada karşılaştıkları problemleri çözecek pey- gamberlere ihtiyaçları vardır. Allâh’ın insanların faydasına olan bir şeyi yapmaması ve onları birçok konuda yalnız bırakması hikmet dışıdır. Bununla birlikte onları bazı mese- lelerde de sorumlu tutması da adaletle bağdaşmamaktadır.81 Mu’tezile peygamberliğe olan ihtiyacı ve onun faydasını kabul etmekle beraber akla daha fazla yetki tanımakta- dır.                                                              79 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edile, I, s. 448 80 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edile, I, s. 453, 465 81 Kılavuz, A. Saim, a. g. e., s. 239 16 Ehl-i Sünnet kelâmcılarından Eş’arî (ö. 324/936) ve onun takipçilerine göre, Al- lah’ın peygamber göndermesi aklen mümkündür. Allâh’ın peygamber göndermesi, O’nun diğer fiillerinde de olduğu gibi zorunluluk ifade etmez. Yani Allâh’ın peygamber göndermesi mümkün olduğu gibi göndermemesi de mümkündür. Allâh’ın emir ve ya- sakları insanlara peygamber göndermeksizin bildirmesi O’nun kudreti dahilindedir. Bu- nunla birlikte Allâh’ın peygamberler göndermesi bir lütûftur ve göndermemesi de bir noksanlık değildir.82 Matürîdî’ler Eş’arîler’e göre “peygamberliğin imkânı” konusunda biraz farklı dü- şünerek Mu’tezile’ye yakın bir görüş belirtmişlerdir. Mu’tezile gibi “peygamber gön- dermek vâciptir.” dememekle birlikte, aklın yeteneklerini göz ardı etmeden nübüvvetin vâcip olduğu görüşündedirler. Onlar “peygamberliği Allah’ın kendisine vâcip kılması değil, hikmetinin gereği vâciptir.” derler.83 Allah Teâlâ insanoğlunu akıl başta olmak üzere birçok güzel hasletlerle donatmış ve onu başıboş bırakmamıştır. Dünya ve âhireti ilgilendiren her türlü işinde onu yardımcısız bırakmamış ve ona yol göstermek üzere peygamberler göndermiştir.Yarattığı varlığa peygamberler göndererek yardımcı olması Allah’ın bir lütfu ve ihsânıdır; hikmet ve adalete uygun olan da budur. Gazzâlî de Allah’ın peygamber göndermesini Allah’ın fiilleri bağlamında değer- lendirmiştir. Ona göre “Lâilâhe illâllâh Muhammedün Rasûllullah” sözü kısa bir söz olmasına rağmen Allah’ın zâtının, sıfatlarının, fiillerinin ve peygamberliğin ispatını içine dercetmiştir. Meseleye tevhîd yada ulûhiyet merkezli yaklaşan Gazzâlî’ye göre peygamber göndermek Allah’ın fiillerindendir ve Allah’ın peygamber göndermesi câiz- dir.84 Gazzâlî peygamberliğin imkânıyla ilgili hükmü verdikten sonra bir de peygamber- lere iman etmenin hükmü hakkında şunları ifade eder. “lâilâhe illallâh” şehâdeti “Muhammedün Rasûlüllâh” cümlesiyle söylenmedikçe kâmil manada bir iman gerçek- leşmeyecektir. Bununla birlikte Allah Teâla, peygamberlerin dünya ve ahiretle ilgili getirdiği bilgilerin insanlar tarafından benimsenmesini şart koşmuştur.85 Gazzâlî pey- gamberliğin mümkün oluşunun tecrübe yoluyla da kabul edilebileceği kanaatindedir.                                                              82 Yavuz, salih Sabri, a. g. e., s. 77 83 Sâbûnî, Nûreddin, a. g. e., s. 103; Kılavuz, A. Saim, a. g. e., 240 84 Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-din, Nşr. Muhammed Ali Beydun, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiye, Beyrut 2001, s. 101 85 Gazzâlî, a. g. e., I, s.89 17 Gazzâlî’ye göre insanların uyku halindeyken aldığı bilgiler (sâdık rüyâlar) peygamber- liğin imkânına dair kanıtlardır. Yine peygamberlerce öğretilen tasavvuf yoluna girerek doğrudan doğruya keşif ve ilhamla gaybî bilgilere ulaşması mümkündür.86 Fahreddin er-Râzî varlıkları zorunlu (vâcib’ul vücut) ve mümkün olarak ikiye ayı- rır. Zorunlu varlık, başka bir şeye ihtiyaç duymadan, kendi başına var olabilen, zâtıyla zorunlu olan varlık kastedilmektedir. Mümkün varlıkla da varlığın ve yokluğun eşit şekilde yüklenildiği varlık kastedilmektedir. Ayrıca bu mevcudun varlığı ve yokluğu bir tercih edene ve tercih ettiren sebebe bağlıdır.87 Râzî ‘de peygamberlik bu varlık alanla- rından mümkün olanların içinde yer alır. Çünkü var olması için başka bir varlığa ihtiyaç duyar. Kendisine ihtiyaç duyulan bu varlık peygamberliği mümkünler aleminden varlık alemine çıkaran zorunlu varlık, yani Allah Teâlâ’dır. Ehl-i Sünnet kelâmcıları, Allah’ın “dilediğini yapan”88 varlık oluşu sebebiyle O’na peygamber göndermek vâciptir demekten kaçınmışlardır. Râzî’nin peygamberliği lütûf olarak algılaması ve ifadeyi yumuşatmasını onun geleneğe bağlılığı şeklinde yorumla- mak yanlış bir anlayış olmayacaktır. Bu çaba klasik Ehli Sünnet kelâmında peygamber göndermek Allah’a vâciptir ifadesinin; Allâh’ın dilediğini yapan varlık olması ile onun bir şey yapmaya zorunlu tutulamayışı bağdaştırılamamış oluşu sebebiyle buldukları ara bir çözüm olarak algılanabilir. Bu ifade farkı ile onlar ‘Peygamber göndermek Allah’a vâciptir’ diyen Mu’tezile’ye karşı olmuş ve onlardan ayrılmışlardır. Mâturîdî ekolünün en büyük temsilcisi olan Ebu’l Muîn en-Nesefî hocasının yolunu takip etmiş ve onun düşüncelerini izah etmiştir. Nesefî peygamberliği imkân açısından ele alarak aklen mümkün olduğunu ifade etmiştir. Ancak mezhebin ileri gelenlerin pey- gamber gönderilmesini vacip saymalarını ontolojik anlamda imkan açısından değil, hikmet noktasından bir gereklilik olduğunu dile getirmiştir. Ona göre her şeyin yegane sahibi olan ve yetkin bir varlık olan Allah yarattıklarında tasarruf etme yetkisine sahip-                                                              86 Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el- Munkız Mine’d-Dalel Şerhi ve tasavvufî İnceleme- ler, trc., Sâlih Uçan, Kayıhan Yay., İstanbul 1997, s. 190,191 87 Fahreddin Razi , Mealim Usulu’d Din, İslâm İnâncının Ana Konuları, (terc. Nadim Macit), Erzurum 1996, s. 30 88 Keyfe mâ yeşâ’; Allah dilediğini yapandır; O’na herhangi bir sorumluluk yüklenemez şeklinde kısaca ifâde edebileceğimiz anlayışın Arapça ifade tarzıdır.  18 tir. Dilediğini dilediğine verir, dilediğini de yasaklar veya yapılmasını emreder. Bu emir ve yasaklarını istediği bir şekilde insanlara bildirir. Eğer isterse bu teklifleri, insanları akıllarıyla bilinebilecek ilimle yaratır, dilerse de insanlara içlerinden peygamber gönde- rerek bildirir. Peygamber olarak istediği kişiyi seçer ve görevlendirir.89 III. PEYGAMBERLİĞİN TEMELLENDİRİLMESİ A. Hikmet Açısından Hikmet, sözlükte “Eşyânın faziletini bilmek90, hükmetmek, hikmetli olmak, dü- zeltmek amacıyla men etmek, ilim, felsefe, adalet”91 anlamlarında kullanılır. Terim ola- rak ise, “ insanın, mevcûdâtın hakikatlerini bilip hayırlı işler yapma sıfatı, eşyânın zâhi- rî ve bâtınî keyfiyetlerinden bahseden ilim, herkesin bilmediği gizli sebep, kâinattaki ve yaratılıştaki ilâhî gaye, Allah’a (CC) itaat, sâlih amel, Allah’tan haşyet ve takva, her şeyin alakalı olduğu ilâhî gaye, her şeyi kanun ve nizamına itaat ettiren umumî fayda- lar”92 demektir. Hikmet kavramı kur’ân-ı Kerim’de şu anlamlarda kullanılmıştır: Öğüt; “Allah’ın (CC) âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın(CC) sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan kor- kun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.”93 Bilgi ve aklî deliller; “Andolsun biz Lokman’a: Allah’a şükret! Diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlik edende bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir,her türlü övgüye lâyıktır.”94 Anlama; “Ey Yahya! Kitab’a (Tevrat) vargücünle sarıl!” (dedik) ve henüz sabi iken ona (ilim ve) hikmet verdik.”95                                                              89 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 467–468 90 İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan Ziyad, el-Mu’cemu’l-Vasîd, s. 190 91 Sarı, Mevlüt, el-Mevârid, Arapça-Türkçe Lûgat, Bahar yay.,ts., s. 331 92 Yeğin, Abdullah, Yeni Lûgat, Hizmet vakfı Yay., Tâlat Matbaacılık, İstanbul 1991, s. 221; Kara- göz,İsmail, “hikmet”, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara 2006, s. 258 93 el-Bakara, 2/231; ayrıca bkz; Nisâ, 4/54; Kamer, 54/5 94 el-Lokman, 31/12 19 Kur’ân; “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.”96 Kur’ân’ın yorumu; “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse,ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”97 Sünnet; “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arın- dıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edep bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönder- dik.”98 Peygamberlik; “Sonunda Allah’ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût’u öldür- dü. Allah ona (Davud) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı el- bette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütûf ve kerem sahibi- dir.”99 Hadîslerde de hikmet sahipleri övülmüştür: “Ancak iki kimseye gıpta edilir: Biri; Allah’ın servet verdiği ve servetini hak yolda harcayabilme imkânı lütfettiği kimse, di- ğeri ise Allah’ın hikmet verdiği ve bu hikmetle hüküm veren ve onu başkalarına öğreten kimsedir.”100 Hz. Muhammed (SAS) Allah’tan hikmet istemiş101 ve “ Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır.” 102 buyurmuştur. Nesefî hikmet ve hakîm kavramlarını dilcilere ve kelâmcılara göre iki ayrı açıdan değerlendirmektedir. Birincisi, dilcilere göre hikmet şöyle açıklanmıştır. İbnü’l-A’rabî “ hikmet ilimdir, hakîm âlimdir.” demektedir. Bazılarına göre “hakîm, kendisini nefsin kötü arzu ve isteklerinden alıkoyandır.” Nesefî bu bilgileri ifade ettikten sonra dilcilerin hikmeti şöyle tarif ettiğini belirtir: “ hikmet, eşyanın hakikatını bilmektir. Hem ilimde                                                                                                                                                                                95 el-Meryem, 19/12; ayrıca bkz; el-En’âm, 6/89; el-Enbiyâ, 21/79 96 en-Nahl, 16/125 97 el-Bakara, 2/269 98 el-Bakara, 2/151; ayrıca bkz; el-Bakara, 2/231; en-Nisâ, 4/113 99 el-Bakara, 2/251; ayrıca bkz; Âl-i İmrân, 3/48; en-Nisâ, 4/54; Sâd, 38/20 100 Buhârî, i’tisam, 13 101 Buhârî, Fedâil’s-sahâbe, 34 102 Tirmizî, ilim, 19, el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut h.1351, I, s. 363; 20 hem de fiilde (davranışta) mükemmelliğe ulaşmaktır.” İkincisi kelâmcılara göre hikmet şöyle izah edilmiştir. Eş’ârilere göre hikmet fiildedir ve onu yapanın kasdettiğine göre vuku bulmasındadır. Sefeh (câhil, akılsız) ise fâilin kasdının zıddına ortaya çıkmasıdır. Mu’tezile “hikmet, kendisinde fâil veya fâilden başkaları için menfaat bulunan şeydir. Sefeh ise, fâil veya başkaları için faydalı olmayan bütün fiillerdir.” der. Mâtürîdîler de övülmeyi hak eden fiile hikmetli, övülmeden yoksun olan fiile de sefeh demişlerdir.103 Nesefî “Allah Teâlâ hikmet sahibidir, yaptığı her iş hikmet yörüngesindedir, yaptığı hiçbir şey isabetsiz ve başıboş değildir.” sözü üzerinde bütün kelâm âlimlerinin ittifak ettiğini ifade eder.104 Nesefî’ye göre Mâtürîdî ekolü takipçileri, neticesi güzel olan ve övülmeye lâyık olan her şeyin hikmet, sonu (âkibeti) iyi olmayan hususların da sefeh ve kabih (akılsızlık/cahillik ve çirkin) olarak değerlendirirler.105 Nesefî bu konuyla ilgili Bahru’l-Kelâm adlı eserinde şöyle der: “ Bu âlemin Kâdir, Âlim, Hakîm bir yaratıcısının varlığı sabit olunca, kullarını emir ve nehiylerinden başı boş bırakmaması O’nun hikmetindendir. Çünkü onları başıboş bırakırsa, kıyamet gü- nünde onlara karşı hiçbir delili olmazdı. Zira, emir ve nehiyler ancak karşı karşıya ko- nuşmakla olur. Oysa (Allah ile) karşı karşıya konuşmanın hiçbir yolu yoktur. Çünkü bu dünya imtihan yeridir ve gaybe iman da farzdır. İnsan için bu dünyada dost da düşman da vardır. Şayet bu dünyada insanlarla onları muhâtab alarak konuşursa, dünya ve âhiret arasında fark olmaz. Dolayısıyla Allah (CC) insanlara elçi ile hitab etti ki, o da pey- gamberdir. Allah (CC) insanlara Âdem (AS)’dan bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (SAS)’e kadar, her asır ve zamanda kendilerinden birini peygamber gönderdi. Onlara, kendilerine karşı ileri sürülen delilleri ilzam için yaratılış ve âdetin dışında mûcize ver- di.”106 Nesefî, insanoğlunun hakîm bir yol göstericinin kendisine açıklaması durumunda hikmet ve ilmi kabule hazır olduğunu, yükselmeye ve kemâl derecesine ulaşmaya istekli kılındığını ifade eder. Zira insanoğlunun câhil kalması mümkün olduğu gibi öğretimle ilmi kabul etmesi de imkansız değildir. Sonra alemin yaratıcısı hakîm, âlim, rahîm ve                                                              103 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 384-385 104 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 443 105 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, II, s. 664 106 Ebu’l-Mûin en-Nesefî,Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, Konya 1911, s. 33 21 rahmân sıfatları ile nitelendiğinden yaratılmışlarına hikmet, adalet ve rahmet ile mua- mele eder, onların eksikliklerini gidermek ve kemale erdirmek için peygamber göndere- rek destek verir. Bu O'nun için imkansız değildir. Böylelikle, insanların her iki âlemde ihtiyaç duydukları hususları açıklamak ve onların kemâl decesine ulaşmalarını sağlaya- cak hikmet çeşitlerini bildirmek için Allah (CC)’ın müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler göndermesi muhâl olmayıp imkân dahilinde olduğu bilinen bir durumdur. Bu durumu şöyle de delillendirmek mümkündür: Hakîm bir yaratıcıdan peygamber vasıtasıyla gelen emir ve nehiyle insanların fayda ve zararı içindir. Emirleri yerine getirmekle faydalı olana ulaşır, yasaklardan kaçınmakla da zararlı hususlardan uzaklaşır. Meselâ bir âmâ- ya, en mükemmel faydaları elde etme amacına ulaştıran dümdüz bir yola girmeyi emre- den, derin çukurlara ve tehlikelere düşeceği için, onun sağa ve sola sapmasını yasakla- yan bir kimsenin, bu davranışı hikmet, hatta şefkat va rahmet sayılır. Bunu imkânsız gören, imkân ve muhal konusunda bilgisiz demektir.107 Mevlânâ nübüvvetin var oluş hikmetini, kainâtın ve insanlığın yaratılış hikmetine dayandırmakta ve şöyle demektedir: “Yüce Tanrı; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.”108 buyurduğu gibi, bu nurun belli olması için, karanlık olarak yaratılmış bulu- nan bu âlemi yarattı. Bunun gibi nebîleri ve velîleri de “Benim sıfatımla çık, halka gö- rün!” diyerek vücuda getirdi.”109 “Bu âlem halkı, hikmet hazineleri yazılı kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.”110 Mevlânâ burada Allah’ı bildirme ve hikmet hazi- nelerini meydana çıkarma görevinin nebîler ve velîlere verildiğini ifade etmektedir. Bil- diren (Peygamberler) olmasaydı kainatın yaratılmayacağını “sen olmasaydın”111 sözüne bağlamaktadır. Ancak Mevlânâ bu sözün Peygamber (s.a.s.)’in şahsına değil, üzerindeki peygamberlik nuruna ve inananlara hitaben söylendiğini şöyle açıklamaktadır: “Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi. Tanrı                                                              107 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 42; en-Nesefî, Ebu’l-Muîn, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 449, 451 108 Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, s. 132. Aclûni, “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât, 51/56.) âyetine atfen mânâ bakımından bu sözün sahih olduğunu söylemektedir.  109 Mevlana, Fîh-i Mâfîh, s. 126-127. 110 Mevlânâ, Mesnevî, IV, 243.  111 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, s. 164.  22 sanatlarını gören gözler olmasaydı ne gökyüzü dönerdi ne de yeryüzü gülerdi. “Sen ol- masaydın” sözü, keskin ve görür gözler içindir.”112 Nesefî hikmet konusuna son derece önem vermiş ve bunu eserlerinde vurgulamıştır. Allâh’ın (CC) yetkin bir varlık olduğu ve bütün fiillerinde hikmetli iş yaptığı sık sık ifade edilmiştir. Nesefî –eserlerini incelediğimizde- bir çok konuda olduğu gibi pey- gamberlik konusunu da hikmet açısından ele almıştır. Peygamberlerin gönderilmesini Allâh’ın hikmetinin gereği olarak yorumlamıştır. Allâh’ın emir ve yasaklarını da hikmet açısından değerlendirmiştir.113 B. Adâlet Açısından İnsan sosyal bir varlık olduğu için yalnız yaşayamaz. Zaruri bir çok ihtiyacını kendi başına göremeyeceği için o hemcinsleriyle beraber yaşamaya ihtiyaç duyar. Aynı za- manda insanın fıtratında iyi ve güzel olana sahip olma arzusu vardır. Sahip olduklarını da başkalarıyla paylaşmama eğilimindedir. Bencil insan kendini her konuda haklı gör- mekte, kendi fikirlerini doğru görmekte ve başkalarının fikirlerine hayat hakkı tanıma- maktadır. Bütün bunlar insan psikolojisinin tezahürleridir. İnsanların bu duygusal ve bencil tavırları zaman zaman aralarında tartışmalara ve anlaşmazlıklara sebep olmakta- dır. Bu tavırların tezahürü olarak insanlar haklı haksız birbirlerine darılmakta ve fertler birbirlerinden ayrı düşmektedirler. Böylece toplumun temel taşını oluşturan aile ve fert- ler arasında sevgi bağlarının kopmasına ve bunun sonucu olarak toplumun fesada uğra- yıp yok olmasına sebep olmaktadır. Akıl da bunları tasvip etmemekte ve çirkin görmek- tedir. O halde akla göre de, bunların arasındaki ilişkiyi düzenleyecek, aralarındaki an- laşmazlığı kaldıracak, hakkın gerçek sahibine verilmesini sağlayacak ve dolayısıyla aralarındaki dirlik ve düzenliği yeniden tesis edecek birilerine ihtiyaç vardır. Bu kişiler de, kullarının bütün hallerini en iyi bilen Allah’ın, bu vazifeleri yapmak, emir ve nehiy-                                                              112 Mevlânâ, Mesnevî, VI, 133.  113Bkz; Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 449-468 ; en-Nesefî, Ebu’l-Muîn, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 41, 42, 43 23 lerini tebliğ etmek, doğruyu ve yanlışı kendilerine göstermek üzere görevlendirdiği peygamberlerdir.114 Nesefî’ye göre de insanların dünyanın câzibedâr güzelliklerine meyli vardır. İnsan aceleci bir yapıya sahip olduğu için bu güzelliklere çabucak ulaşarak bir an önce onlar- dan yararlanmak ister. Mesela insan güzel bir eş ve bunun yanı sıra güzel çocuklar, ev- ler, bahçeler ve arabalar gibi hoşuna gidecek şeyleri arzular.115 Eğer din insanların mülk edinmesine izin vermeseydi kötü emelli olanlar bunları haksız yere elde etmeye kalkı- şırlardı. Bu durum da insanlar arasında düşmanlık, haset ve kıskançlık tohumlarının yeşermesine sebep olur ve insanları birbirleriyle savaşa ve kavgaya sürüklerdi. Bu da kâinâtın var olma sebebi olan insan neslinin helâkine yol açardı. Öyleyse, birisinin in- sanlara istifade edecekleri nimetleri açıklaması ve başkalarının haklarına riayet etmesi gerektiğini öğretmesi gerekir. Böylece insanlar arasında husumet kalkar, hayat nizam ve intizam içerisinde devam eder. Kim dini, emir ve nehiyleri inkar ederse yani peygamber gelmesini gereksiz görürse, aslında bu kişi düzen yerine bozukluğa, barış yerine savaşa razı olmuş demektir. Hatta daha da ileri giderek Yüce Allah'ı hikmetsizlik yani sefihlikle suçlamak anlamına gelir. Çünkü Yüce Allah alemi ve içindeki insanları bir hikmete mebni yaratmıştır. O'nun hikmeti düzen, intizam ve barış içinde olmayı gerektirir. Bunu sağlamak için Yüce Al- lah peygamberler göndermiş, onlarla birlikte din göndermiş ve kitaplar indirmiştir. İndi- rilen kitaplar bir din bildirmekte ve yani helaller, haramlar, emirler ve yasaklar koymak- tadır. Bütün bunlar insanın hem birbirleri hem de çevresi ile uyumlu ve intizamlı yaşa- ması içindir. Neticede bütün bu hususlar öncelikle peygamber gönderilmesine bağlı- dır.116 Kur’ân-ı Kerîm’de “Andolsun ki biz elçilerimizi açık açık bürhanlarla gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de Kitab’ı ve mizanı indirdik”117 gibi âyetler peygambere olan ihtiyacı bizzat dile getirmektedir.                                                              114 Işık, Kemal, a. g. e., s.108; Topaloğlu, a. g. e., s.227-228  115Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 455 116Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, 456 117 el-Hadîd 57/25; Ayrıca bkz. eş-Şûra 42/17; er-Rahmân 55/7-9. 24 Kur’an’da geçmiş ümmetlerin, peygamberlere indirilen kitaplar118 ve çeşitli konu- larda119 fikir ayrılıklarına düştükleri anlatılır. Bu konular bazen dinî merkezli olmuş, bazen de insanlar arasında adaletle hükmedilmeyi gerektirecek muhtelif dünyevî mese- leler de olmuştur. Kur’ân bu noktada peygamberi, tüm yanlış anlaşılmaları ve fikir ayrı- lıklarını âdil bir hükümle giderici bir konumda takdim etmektedir. Kur’ân’da bu şöyle açıklanır: “Eğer yüz çevirirlerse de ki: ( bana emrolunanı ) hepinize eşit ( âdil ) bir şe- kilde açıkladım. Artık size vâdolunan şey ( mahşerde toplanma zamanınız ) yakın mı uzak mı, bilmiyorum.”120 Kur’an-ı Kerim’de bir ayette insanların çeşitli sebeplerle fikrî ihtilaflara düşebile- ceğine şu şekilde işaret edilmektedir: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjde- leyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştük- leri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarında- ki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola ile- tir.”121 Bu oluşan fikir ayrılıklarının, hakkı gösteren kitaplarla gönderilmiş peygamber- ler tarafından bertaraf edildiği vurgulanmaktadır. Kur’ân’ın bir başka âyetinde, iman edenlerin Allâh’a, peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri, herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştükleri takdir- de bunu Allâh’a ve Rasûlüne götürmeleri 122 emredilirken, başka bir âyette kutsal kitap- ların peygamberlere geçmiş ümmetlerin içine düştükleri ihtilafları açıklamak üzere gön- derildikleri şu şekilde dile getirilmektedir: “Biz bu Kitâb'ı sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve râhmet olsun diye indirdik.”123 Peygamberlerin, insanların arasında adâleti sağlamak üzere gönderildiklerine de Kur’ân’da işaret edilmekte ve şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri                                                              118 Bkz. el-Hud 11/110; el-Fussilet 41/45.  119 Bkz. Âl-i İmrân 3/55; en-Nisa 4/59; el-Mâide 5/48; el-Yunus 10/19,93; ez-Zuhruf 43/63,65.  120 el-Enbiya 21/109  121 el-Bakara 2/213.  122 en-Nisa 4/59.  123 en-Nahl 16/64  25 için beraberlerinde kitâbı ve mizanı indirdik.”124 Yine başka bir âyette peygamberlerin adaleti sağlamak üzere gönderildikleri dile getirilmekte ve “Her ümmetin bir peygambe- ri vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. ”125 buyrulmaktadır. Peygamberlerin temel hedefi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmektir. Onlar in- sanlara Allah’ı anlatmak ve tanıtmak, O’na ibadet etmelerini sağlamak, dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak kısaca insanlara Al- lâh’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Ayrıca peygamberler in- sanları müjdelemek ve korkutmak suretiyle aralarında adaleti tesis edecek kanunları onlara bildirmek, insanları hidayete ulaştırmak ve âhiretteki sorgulama esnasında maze- reti ortadan kaldırmak için gönderilmişlerdir. Gelmiş geçmiş bütün dinler gibi, İslâm Dini de nübüvvet müessesesi üzerine kurulmuştur. Bütün semâvi dinler önem ve değe- rini nübüvvet müessesesine dayanmasından alırlar. Ayrıca Peygamberler insanlara muvâzene ve istikâmet getirerek, ifrat ve tefritden uzaklaştırmışlardır. Peygamberler vasıtasıyla insanlar, dünya ve ukbâ dengesini kurmuş, birini diğerine feda etmemeyi öğrenmişlerdir. Eğer Allah lûtfedip de Peygamber gön- dermeseydi insanlık akıl ve vicdanla bu dengeyi asla kuramazdı. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de bu dengeyi “Allah’ın sana verdikleri ile âhiret yurdunun peşinde ol, (ama) dünyadan da nasîbini unutma!”126 buyurarak anlatır. İnsan bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini127 öbür taraftan da o nimetlerin hesabını vere- ceğini48 sürekli hatırlamalı, böylece dengeli bir hayat yaşamalıdır. Bu denge, insanın bütün hayatına yansımalıdır. Böylece insan bütün üniteleriyle dengeli ve ölçülü yaşa- maya muvaffak olabilmelidir.128                                                              124 el-Hadid 57/25 125 el-Yunus 10/47.  126 el- Kasas Sûresi 28/77. 127 ed- Duhâ Sûresi 93/11. 128 Adam, Hüdaverdi, “nübüvvet”, Bahar 2001, sayı 74; http//www.Koprudergisi.com/index.asp? 26 C. Teklif ve İmtihan Açısından Bu âlemin âlim ve hakîm bir yaratıcısı olduğuna göre, O’nun hikmeti gereği kulla- rını tekliften azade başıboş bırakması söz konusu değildir. Allâh kıyâmet gününde kul- larının itirazını susturmak için onları peygamber göndererek mükellef tutmuştur.129 Çünkü Allâh Teâlâ Kur’ân’da “Kim yola gelirse, ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim saparsa da ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günâhını çekmez. Biz pey- gamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz.” 130 buyurmaktadır. Bu âyetten de biz, Allâh Teâlâ’nın kullarını bazı mükellefiyetlerle sorumlu tuttuğunu ve âhirette kullarının mücâzâta itiraz etmemeleri için onlara peygamberler gönderdiğini anlıyoruz. Allâh Teâlâ’nın mutlak hâkim olduğunu kabul eden aklı başında bir mü’min, elbette O’nun fiillerinin hiçbirisine itiraz etmeyecek ve onları gönül rahatlığı içinde benimseyecektir. Aynı zamanda Allah’ın peygamber göndermesi insanlar için bir lütûftur. İnsanlar genel olarak yaptıkları işin iyi veya kötü olduğunu veya dünya ve âhiret mutluluğuna erebilmeleri için, neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini kendilerine bil- direcek ve onları doğru yola yöneltecek bir mürşide, bir öğreticiye muhtaç olarak yara- tılmışlardır. Bu, insanlar için doğal bir ihtiyaçtır. İşte bundan dolayı Yüce Allâh, insan- lara peygamber göndermiş ve onları kendi emir ve nehiylerini tebliğ etmek ve insanları doğru yola sevk etmekle mükellef kılmıştır. İnsanların mes’ul veya sevab yada azaba müstahak olabilmeleri için, Allah’ın emir ve nehiylerini önceden bilmeleri zorunludur. Bu husus gerçekleştiği an, artık kendileri için ileri sürebilecekleri bir mazeret veya ba- hane, ya da tutunabilecekleri bir dal veya dayanak noktası kalmayacaktır.”131 Nesefî de Allâh’ın, kıyâmet gününde insanların işlediği günahları inkar ettiklerinde ve unuttuklarında onlara iki meleği (hafaza melekleri)132 şahit gösterdiğinden bahseder. Çünkü Allah insanlar dünyada iken yaptıklarını yazmak için bu melekleri görevlendir- miştir.133 Allâh Teâlâ şu âyetle “ Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine                                                              129Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm, s. 33 130 el-İsrâ 17/15 131 Işık, Kemâl, Kelâm Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s. 119 132 Bu iki meleğe (Hafaza Melekleri) islâm literatüründe Kirâmen Kâtibîn melekleri de denir. Bkz; Kıla- vuz, Sâim, a. g.e., s. 309 133Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 37 27 fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”134 buyurarak bu iki meleğin varlığın- dan bahsetmiştir. Mu’tezile’ye göre, bizim üzerimizde ne melekler ne de hafaza melek- leri vardır. İnsanların yaptıkları bütün işleri Allah Teâlâ bilir ve dilediğini affeder. Allah Teâlâ kullarının yaptıklarını bilmeseydi o zaman hafaza meleklerine ihtiyaç duyardı. Allah’ın kullarının yaptıklarını yazmak için onları (Hafaza Melekleri) görevlendirmeye ihtiyacı yoktur. Ehl-i Sünnete göre, hafaza melekleri haktır. Her bir kimse için gece ve gündüz ikişer tane melek vardır. Gündüz ikisi gelir, gece ikisi gider. Allah Teâlâ’nın şu âyeti buna delâlet eder: “ Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar var, on- lar yapmakta olduklarınızı bilir.”135 Netice olarak, akıl ve kıyas kabul etmese bile âyet ve hadîslerin haber verdiklerine inanır fakat keyfiyetiyle uğraşmayız.136 Allâh’ın, insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, onları dünya ve âhirette ihtiyaç duydukları faydaları elde etmeleri, zararlardan kaçınmaları için peygamberler göndermesi imkan çerçevesindedir.137 Mâtürîdî insanların dünya ve âhirete ait bilinmesi gerekenleri akıl, duyu organları, araştırma veya eğitim-öğretim yollarıyla bilmelerinin mümkün olduğunu ifade eder. Ayrıca Allâh büyük bir lütfu ve ihsan olarak kendilerine peygamber göndermiştir. Buna rağmen inkâr ve inatlarında ısrar edecek olurlarsa, dünya ve âhirette, görecekleri ceza- nın çok büyük olacağını zikretmekte ve genel olarak bu cezanın üç sekilde olacağını söylemektedir : Birincisi: “Her can ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veri- riz. Sonunda bize dönersiniz.”138 “Biz onları yeryzünde iyiler ve kötüler olarak bölük bölük ayırdık; iyiliğe dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle sınadık”139 âyetle- rinde görüldüğü gibi, Yüce Allâh’ın dünyada insanları, bir günah işlemedikleri halde, kendilerine bazı sıkıntılar vermek suretiyle sınaması, imtihan etmesidir ki, bunun hik-                                                              134 El-Kâf 50/16-17; 135 el-İnfitâr 82/10-12 136 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 37 137 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din,, s. 42 138 el-Enbiya, 21/35 139 el-A’râf, 7/168 28 meti de, büyük bir ihtimalle onları uyarmak, günâh işledikleri takdirde âhirette kendile- rini bekleyen azabın büyüklüğünü kendilerine hatırlatmaktır. İkincisi, Allâh'ı inkar eden ve bu inkarlarında inat ve ısrar edenlere verilen cezadır. Bu ise, inananları uyarması ve başkalarına da ibret olması için, bu gibi kimselerin helak edilmesi ve yeryüzünden köklerinin kazınmasıdır. Bu tür cezalandırma, genellikle Al- lâh’ın, bu yoldaki bir vaadinden sonra hasıl olmaktadır. Üçüncüsü ise, dünyada iken ve son nefeslerini vermeden önce tevbe edip, günahla- rından dönmeyenlerin âhirette görecekleri ceza ve çekecekleri azaptır.”140 Nesefî, Allâh Teâlâ’nın insanı en güzel şekilde ( ahsen-i takvim ) yarattığını, yer- yüzünde ki her şeyi ona musahhar kıldığını ve bütün bu ni’metlere şükür gerektiğini ifade eder. Zira bu kadar ni’metlere şükür edilmezse Allah o ni’meti insanın elinden alır. Yapılacak şükürden Allah’ın razı olması için, şükrün verilen ni’metlerin ölçüsünde olması gerekir.141 Nesefî’ye göre ni’metler ( ikrâm ve hediyeler ) ni’met verenin seviyesi ve konumu- na göre değişir. Hediye eden önemli bir kişiyse hediyenin değeri de o ölçüde kıymetli- dir. Allah Teâlâ’nın azameti ve saltanatı akılla idrak edilemez. Dolayısıyla art arda ge- len bunca ni’meti ve ihsanı aklın anlaması mümkün değildir. Zaten akıl da bu ni’metlerin içinde olduğuna göre onların hepsini kavrayamaz. İnsan ömrü boyunca bu ni’metlerin içinde bulunmasına rağmen, eğer Allah Teâlâ kolaylaştırmazsa bu ni’metlerin şükrünü eda etmesi mümkün değildir. Şükrünü eda edebilmesi de onun için yeni bir ni’mettir. öyleyse kul ömrü boyunca şükretse sadece bir ni’metin bile şükrünü eda edemezken nasıl bütün ni’metlerin şükrünü eda eder. Şükür bütün insanlara farz- dır.142 Nesefî insanın faydasına ve zararına olan şeyleri bilmesinin mümkün olmadığını ve aklın ölüm tehlikesi olan bir şeyde kendi başına denemeye girişmeyeceğini ifade eder. Dolayısıyla bu konuları bilen biri tarafından bir açıklama gelmesi gerekir. Şayet bu açıklamalar yapılmazsa mahlûkatın yokluk için yaratıldığı anlamına gelir. Bu durumda                                                              140 Işık, Kemal, a. g. e. , s. 119, 120 141Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 458 142 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 459 29 imtihan olunan bedenlerin sadece yokluk için yaratıldığı sonucuna götürür ki bu da hikmet gerçeğinin dışına çıkmak demektir.143 Nebî göndermek amaç değildir. Asıl amaç insanın sorumlu bir varlık olduğunun ha- tırlatılmasıdır. Bu durumda nübüvvet bu asıl amaç için araçsal bir kurum olmaktadır.144 Kur’an’da bu “ Biz hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere (gönderdiğimiz) uyarıcıları (peygamberler) olmadan yok etmemişizdir.”145 Âyetten de anlaşıldığı üzere, peygam- berlik insanın sorumluluk yüklenebilmesi için olmazsa olmaz bir kurum olarak ele alı- nır. Bu durumu ifade eden bir başka ayette, sorumlulukla peygamberlik arasındaki iliskiyi “Gerçek şu ki; halkı habersiz iken Rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değil- dir.”146 diyerek ortaya koyar. Eğer peygamber gönderilmemiş olsaydı, insanlar Allâh’a karşı mazeret beyan ede- cekler, azabı gördükleri zaman “Ya Rabbi, vaktiyle bunları bize bildirseydin hükümle- rini, şeriatını, kanunlarını bildiren bir rasûl gönderseydin de bilmediklerimizi öğrenip, onlara tabi olsa idik ve bu felaketler (cehennem azabı) başımıza gelmese idi ne olur- du”147 derlerdi 148 Nesefî’ye göre Allâh’ın (CC) insanlara bunca ni’met verdikten sonra onları sorum- lu/mükellef kılması ve imtihana tabi tutması boş bir iş (sefihlik, cahillik) değildir. 149 Çünkü insanın bir mükellefiyeti olmazsa sevap ve ceza da olmaz. O zaman dünya, iyi- nin mükâfatlandırıldğı ve kötünün cezalandırıldığı bir yer olmazdı. İnsanlar ebedî hayat olan âhiretlerini bu dünyadaki yaptıklarına göre yaşayacaklar. Eğer böyle olmasaydı, bu âlem hedefsiz, boşu boşuna yaratılmış olur ve kötü bir sonla yok olur giderdi. İşte böyle bir şey sefihlik (akılsızlık) olur. Bunu yapan da kınanır ve ona hakîm (hikmetli iş yapan) denmez. Bu durumun Allâh’a isnat edilmesi kesinlikle câiz değildir. Öyleyse bu âlem sorumlulukların yerine getirilmesinin sınanması için yaratılmıştır. Kim bunun aksini iddia ederse onun câhil olduğuna hükmedilir. Allâh insanların yaptığı şeylerdeki kötü-                                                              143Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 43 144 er- Râzi , fahreddin, Tefsir-i Kebir,( terc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, vd.), X, s.466,467 145 eş-Şuarâ 26 /208; bkz, ez- Zümer 39 /71 146 el-En’âm 6/131 147 Bkz, Tâhâ 20/134 148 Yazır, M. Hamdi(Elmalılı) Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, İstanbul ts., III, s. 130   149 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 449 30 lükleri yasaklamıştır. Eğer böyle yapmasaydı kötülükler mübah sayılmış olur ve kötülü- ğü mübâh kılmak da kesinlikle sefihlik olur.150 Mükellef üzerinden sevap ve ceza kaldırılırsa nefsin emrettiği kötü isteklere kapı açılmış ve nefsi fesada, çalıp çırpmaya, kan dökmeye, bozgunculuğa, kentleri yakıp yıkmaya yönlendirmiş olur. Öyleyse bunların hepsine yasak koymak hikmettir. Aksi halde sefihlik olur. Allâh Teâlâ hikmetine karşı şükretmeyi kullarına emretmez ve ken- dine ortak koşmanın ni’meti kaybetmek olduğunu onlara bildirmezse, bu (haşa) sefihlik olur. Ni’metlere karşı şükrün emredilmesi, Allâh’a ortak koşmanın yasaklanması gerek- lidir. Bu da insana sorumluluk (teklif) yüklemektir.151 D. Akla Desteği Açısından Allah Teâlâ insanı, ruh ve beden kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli olarak yaratmış ve yeryüzündeki her şeyi onun emrine musahhar kılmıştır.152 Âyet-i Kerîme’de ki “en güzel biçimde yarattık”153 ifadesi bu hususu belirtmektedir. İnsan ak- lını kullanarak ya “kâmil insan” olacak, ya da aksi yönde hareket ederek şuurlu varlıkla- rın ve canlıların en aşağı mertebesinde yer alacaktır. Nesefî aklı “Allâh’ın insanlara bahşettiği en büyük ni’met” olarak ifade eder. Çün- kü akıl insana eşyanın hakikatini düşündüren, ilim öğreten, öğrendiği ilimle insanlar arasında saygınlık kazandıran ve insanların baş tacı ettiği bir ni’mettir.154 Akıl nimetle- rin hepsini idrak edemez ve bu ni’metlerin şükründe ve kıymetini bilmede aciz kalır. Eğer Allâh muvaffak kılmaz ve kolaylaştırmazsa, bu ni’metlerin şükrünü eda etmesi mümkün değildir. Onun şükre muvaffak olması da bir nevî şükürdür. Kul ömrü boyunca şükretse sadece bir ni’metin bile şükrünü eda edemezken bütün ni’metleri hakkıyla şük- retmesi imkânsızdır.155 Akıl şükrün cinsini ve ne zaman yapılacağını bilemediği için ona bildirilmesi gerekir ki, şükrünü gereken şekilde yerine getirebilsin. Örneğin yumu- şak huylu olan bir kişi kölesine bir şey emrettiği zaman ona iyice izah eder ki o köle                                                              150 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 465 151 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 466 152Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 458 153 et-Tîn 95/4 154 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 456 155 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 459 31 emredildiği işi tam anlamıyla yerine getirebilsin. Eğer izah edilmezse bu iş mükellefin kapasitesinin üzerinde olur ki bu da hikmet dışı olur.156 Nesefî aklın iyi ve kötüyü, emir ve yasağı idrak etmede eksik kalacağını ifade eder. Akıllı, zeki ve anlama kapasitesi yüksek bir vezir bile dünya işlerinde kendisine yol gösterecek birine ihtiyaç duyar. Akl-ı selim sahibi insanlar dünya ve âhiret menfaatleri için peygamberlerden müstağni olamazlar. Zira insanların akılları farklı seviyelerde yaratılmıştır. Kulların bunu şikayet konusu etmemeleri için peygamberler gönderilmiş- tir. Nesefî fiilleri aklen üç kısma ayırır: vâcip, mümteni, mümkün. İnsan aklı birçok bakımdan eksik ve yetersizdir. Akıl neyin vacip ve neyin mümteni olduğunu bilebilse bile, mümkün olan varlıklar âlemini tam olarak bilemez. Mümkün, ortada olan konular- dandır. Mümkün olan konuları bilen bir elçiye ihtiyaç vardır. Çünkü insan aklı mümkün olan konuları vacip veya haram kabul edebilir. Mümkün olan konuların vacip veya ha- ram kılınmasından ne çıkar demek yanlışa sebebiyet verir. Mümkün vacip kılınırsa se- vap, haram kılınırsa ikap vardır. Dolayısıyla vacip kılınan mümkün terk edilmekle vaci- bin terk edilmesinin mübâhlığı, eğer haram ise haram olan şeyin işlenmesinin vacipliği gibi hikmet dışı bir durum hasıl olacaktır. Nesefî, bundan dolayı Allah’ın insanoğlunu ilâhi bilgiden yoksun bırakmadığını ve peygamberlerini gönderdiğini zikreder. Nesefî insanların zekâ durumlarına göre üç sınıfa ayrıldıklarını beyan eder. Birinci- si: yüksek akıllı, keskin zekâlı ve meselelerin özüne vâkıf kişilerdir ki kendilerini ilâhî meseleleri anlamaya ve düşünmeye adamışlardır. Bunlar behimî lezzetlerden ve cismanî arzulardan yüz çevirmişlerdir. İkincisi: akılca ve zekâca üstün olmalarına rağmen kendi- lerini dünya meselelerine fazlaca verdiklerinden dolayı aklî delilleri düşünmekten kaçı- nanlardır. Üçüncüsü ise, zekâca geri, âdî karakterli ve katı fikirli kimselerdir.157 Nesefî bu üç sınıfı şöyle özetler: “Birinci sınıf, eşyânın hakikatini araştırır ve nazarî bilgilere itibar eder, peygamberlere ve vahyî bilgilere karşı da müstağni davranırlar. Diğer iki sınıf ise bundan müstağni kalamazlar. İkinci sınıftakilerin akılları yüksek olsa da, onlar zekâlarını dünyalık kazanmaya ve dünyevî lezzetler elde etme yolunda kulla- nırlar. Üçüncü sınıf ise akıl seviyeleri düşük ve hantal zekalı olduklarından ötürü Al-                                                              156 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 460 157Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 460, 461 32 lâh’a şükür görevini yerine getiremezler. Bunlar sadece kendi akıllarıyla baş başa bıra- kılırsa istikâmeti bulamaz ve yollarını şaşırırlar. Onlara yol gösteren olmalı ki kulluk vazifelerini gereken şekliyle yerine getirebilsinler. Birinci sınıf yani kendi başına haki- kate ulaşabilecek olanlar diğerlerine nisbeten (oranla) çok azdır. Durum böyle olunca sayıca çok az olan bu sınıfın vahyî bilgiye ihtiyaç hissetmemesi dikkate alınmaz. Hü- küm genele göre olacağı için çoğunluk dikkate alınır.”158 Nesefî peygamberlerin getirdiği bilgilerin akla desteğini bir başka açıdan şöyle değerlendirir: “ şüphesiz, Allâh’ın âlemde yarattığı cevherlerden, yaratılmışların beden- lerinin faydası için olanlar vardır. Hayatlarını devam ettirmek için gerekli olan gıdalar, hem sıhhatlerini korumak hem de ârız olan hastalıkları gidermek için kullanılan ilaçlar bunlardandır. Yine alınması ile hızlı bir şekilde ölüme götüren öldürücü zehir gibi he- laklerine sebep olanlar vardır. Bunların tabiatına vâkıf olmak, içerdikleri fayda ve zararı bilmek akılların gücü dâhilinde değildir. Onların iç yüzünü bilen birisi tarafından, fay- dalı olanla faydalanmamız, zararlı olandan da kaçınmamız için bir açıklama gelmesey- di; her bir cevherin fayda ve zarar üzere yaratılmasında, her hangi bir hikmet kalmaz- dı.159 Akıl yok olma tehlikesine karşı tecrübeli değildir aslında bu tehlikelerden korun- mak tecrübeyle de olmaz. Çünkü zehirlerin tümü aynı anda öldürmez ve tüm zararlı şeyler kullanıldıktan hemen sonra etkisini göstermeyebilir. Bazı zehirler etkisini bir hafta, bir ay, hatta bir sene sonra gösterir. Varlıkların özelliklerini araştırıp uzmanlaşan ilim adamları bu konuyu çok iyi bilirler.160 Nesefî “sözgelimi bir kişi harhangi bir yiyeceğin zehirli olup-olmadığını görmek için emri altındakilere yemelerini emretse ve bu arada kendiside açlıktan ölmemek için yese eğer yediği yiyecek zehirli değilse hep birlikte kurtulmuş olurlar, şayet zehirli ise bir müddet sonra ölürler. Aslında yemedikleri takdirde yanlarında başka yiyecek de ol- madığından bu takdirde da açlıktan ölmek gibi bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” bu duruma şu şekilde açıklık getirir: “Öncelikle, Allâh Teâlâ gıdaların faydalı yada zararlı (ilaç yada zehir) olduğunu bildirmeseydi akıl sahipleri bu yiyecekleri yemeye cesaret edemezlerdi. Böylece hayatların devamı için gerekli olan gıdaların yaratılması hikmet dışı olurdu ki Allâh abes iş yapmaz. İkinci olarak, imtihan olan insanların bedenlerin                                                              158 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 462 159 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 42, 43 160 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 454 33 canlılıklarını devam ettirebilmeleri için gerekli olan gıdalar yaratılmasaydı kısa zaman- da onlar ölüp giderlerdi ki bu da yaratılışı manasız hale getirirdi. Mahlukâtın gayesiz bir şekilde yok olmak için yaratılması ve özelliklede sonunun kötü olması hikmet dışıdır. Allâh Teâlâ eşyanın menşeini ve özelliklerini öğretmeyi kulları arasından seçtiği kişiler- le yapar. İnsanlara hayatta kalmaları için gereken faydalı gıdaları Allâh’ın öğretmesi şüphesiz hikmetinin tezâhürüdür. Üçüncü olarak, herkes hayatlarını devam ettirecekleri şeyleri öğrendikten sonra şüphe yok ki tabiatı gereği yaşamayı sevecek ve hayatını de- vam ettirecek şeyleri elde etmek isteyecektir. Eğer din insanlara hayata tutunmayı em- retmese, dinin hükümleri hayat kanunlarını sınırlamasa insanlar bu hükümleri yerine getirmede ümitsizliğe düşerdi. İşte o zaman herkes tabiatının meylettiği, hayatı için ge- rekli gördüğü, istifade edeceğini umduğunun peşinden koşardı. Bu durumda ise çekişme ve düşmanlık meydana gelir, bu ise kin ve nefretin doğmasına sebep olurdu. Bunların hepsi de savaşa ve birbirini yok etmeye sevkeder ki böyle bir halde mahlûkatın son bulması, insanoğlunun soyunun kesilmesi ve cinsinin ortadan kalkması söz konusudur. Oysa yaratılışın amacı öncelikle bekadır. Yani insanın ve içinde yaşadığı alemin devam- lılığıdır. Eğer insana bu devamlığı sağlayacak bilgi ve tecrübe öğretilmezse insanın ve çevresinin helakı söz konusu olur.161 Dolayısıyla peygamberlerin gönderilmesinde ve dinlerin vazedilmesinde yaratıl- mışlar için güzel bir sonun elde edilmesi ve kullar arasında bozgunculuğa yol açan et- kenlerin giderilmesi söz konusudur. Her türlü bozgunculuk ve sapıklıktan korunmak ancak Allâh’ın yardımıyla mümkündür.162 İyiliklere ve kötülüklere tek tek değil genel olarak vâkıf olma akılların yetenekleri dahilindedir. Nesefî bu durumu iki vecihte açık- lar. Birincisi: Şeref ve hikmet insanların kendilerini bilmeleridir. Böylece deneyimli âlimle, aptal ve câhil olanlar birbirinden ayrılır. Bu fertlere iyi ve kötünün bildirilmesi gerekir ki akıl sahibini iyiliğe yöneltsin ve kötülükten de sakındırsın. Zira böyle olmaz- sa aklın yaratılışında ki “ iyiliğe meyilli ve kötülükten de kaçınır ” olması bir anlam ifade etmez. İkincisi: Akıl kendi haline bırakılırsa iyiliğe meyilli, kötülükten nefret etse bile sahibine gerçek iyiliği ve kötülüğü gösteremez. Akıl iyiliğe meyilli olduğu için sa-                                                              161 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 455; en-Nesefî, Ebu’l-Muîn, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 43 162 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 43 34 hibini iyilik yapmaya ve kötülükten de sakınmaya çağırır. İşte emir ve nehyin manası budur. Çünkü emir ve nehiy sadece yapmaya ve yapmamaya davettir. Allâh Teâlâ’nın aklı “meyledilmesi gereken iyi şeylere meyleder” ve “nefret edilmesi gereken kötü şey- lerden de nefret eder” kabiliyette yaratması onun emir ve nehiylerin delili ve işaretçisi olduğunu gösterir.163 Nesefî aklın tabiatında dünya ve âhirette istediği şeylere ulaşma imkânının olama- yacağını ifade eder. Eğer ulaşma imkânı olsaydı sürekli tefekkür, araştırma ve fikir üretmesi gerekirdi ki bu da ona çok zahmetli ve meşakkatli bir iş olurdu. Şayet akla bü- tün bu bilgiler birisi tarafından bildirilirse zahmet çekmeden arzuladığı şeylere nail olur. Genellikle de peygamberlere tabi olanlar – çoğunluğu itibariyle akıl seviyeleri yüksek olmasa bile – hakka tutunur ve hayatlarını devam ettirirler. Ayrıca bununla bağlantılı olarak Nesefî filozofların üstün zekâlı, yetenekli ve ömürlerinin büyük bir kısmını ilme adamış olsalar da, küfür ve dalâletin içine saplandıklarını zikreder. Bu filozoflardan neredeyse hiç birisi Allah'ın birliğini itiraf eden, emir ve nehiyleri kabul eden ve ahireti yani yeniden diriltilmeye inanan kişiler değildirler. Ancak bir peygambere tabi olanlar ve ondan istifade eden filozoflar bunların dışındadır. Peygamberler insanlık için büyük bir ni’mettir. Kim bu ni’mete şükürle mukabele etmezse ahmaklık ve cahillik etmiş olur.164 Peygamberlerin gönderilmesi Allâh’ın insanoğluna gönderdiği sayılamayacak ni- metlerden bir ihsan olarak değerlendirilmelidir. Bazı nimetler vardır ki onlardan fazla haz ve lezzet alınmaz. Fakat fazla lezzet alınmayan bu nimetlerden beklenen ihtiyaç giderilir. Mesela yünden bir lezzet alınmaz ama setri avret onunla sağlanır ve sıcakla soğuktan onun vasıtasıyla korunur. Bazı nimetlerden ise lezzet ve rahatlık elde edilir. İştah açıcı yemek ve şatafatlı giyecekler bu kategoride değerlendirilir. Bunlar da Allâh- 'ın bir diğer ni’met ve fazlı olarak değerlendirilmelidir. Allâh insan vücudunda iki el, iki göz gibi organlarda tekle yetinmedi, fazlasıyla insanoğlunu ni’metle donattı. Eğer tek el, tek göz yaratsaydı o da ni’met sayılırdı. Nesefî’ye göre Allâh Teâlâ varlığına ve birliğine tek aklî delille yetinmemiştir. Bi- lakis yarattığı her şeyde Allâh’ın varlığına ve birliğine işaret eden bir çok deliller vardır.                                                              163 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 457 164 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 463 35 Allâh’ın peygamber göndermesi bu delillerden sadece bir tanesidir. Akıl Allâh’ı bulma- ya yetse bile peygamber gönderilmesi hikmet dışı değil bilakis inâm ve lütûftur.165 İnsanların din ve dünya ile ilgili meselelerini anlama ve çözümleme hususunda bil- ginlerin yetenekleri bakımından çeşitli olmaları bilinen bir gerçektir. Bir bilginin insan- larla ilgili tüm meseleleri bilmesi ve bunları tek basına halletmesi, elbette ki mümkün değildir. Akla göre de böyle bir şey muhaldir. Gerek dînî, gerekse dünyevî, insanlarla ilgili tüm meseleleri, onlar için neyin iyi, neyin kötü olduğunu hakkıyla bilen tek varlık, şüphesiz Yüce Allâh’tır. Allâh’ın bildiği bu gerçekleri kullarına ulaştıracak bir vasıtaya ihtiyaç vardır. Bu da, bu görevi yerine getirmek üzere gönderdiği peygamberlerdir.166 Mâtürîdî, akılla her şeyin idrak edilmesinin imkânsızlığını ve dolayısıyla bazı şeyleri kavramada aklın da hi peygambere ve onun irşâdına muhtaç olduğunu bu şekilde ifade ettikten sonra, özetle şunları zikreder167: “insanların sadece akıllarını kullanmak veya bilenlere danışmak, ya da tüm kabiliyet ve yeteneklerini kullanarak içtihâd etmek sure- tiyle her an karşılaştıkları türlü problemlerini çözmeyi başardıkları kabul edilse da hi, peygamberlerin gönderilmesinin yine de kendileri için büyük bir ni’met, kıymetli bir yardım olduğunda şüphe yoktur. Bu, Allah’ın onlara büyük bir lütfu ve ihsânıdır. Bunu inkâr etmek, cehâlettir, ahmaklıktır, lütfun ve ihsânın değerini bilmemektir. Oysa pey- gamberin gönderilmesinin basta gelen nedenlerinden biri de, insanların yükünü hafif- letmek ve yorulmadan doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır. işte bunun için akıl da genel olarak peygamberlik müessesesini sevmiş ve ona karsı sempati duymuştur. Ayrıca insanların her an karşılaştıkları problemlerini çözmek, yaptıkları hatalardan dolayı ken- dilerini ikaz etmek, uyarmak bakımından da peygamberlerin gönderilmesi büyük bir nimettir. Bu da, şüphesiz onları, akıllarını kullanmalarına, gerçekleri araştırmalarına ve dolayısıyla şeytanın güzel gösterdiği şeylerden kaçınmalarına, hevâ ve heveslerine uy- mamalarına vesile olacaktır.”168 Sonuç olarak Nesefî peygamberliği temelledirirken mezhep önderi Mâtürîdî’nin or- taya koyduğu tespitleri detaylandırır ve aklın temel bazı şeyleri bilebileceğini kabul                                                              165 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille., I, s. 464.   166 Isık, Kemal, a.g.e., s.108;Mâtürîdî, Kitab’üt-Tevhid, (terc. Topaloglu, Bekir), Kitabü’t Tevhid Tercü- mesi, s.227;   167 Işık, Kemal, a.g.e., s.109.  168 Topaloğlu, a.g.e., s.231; Işık, a.g.e., s.109 36 eder. İnsanın hayatını devam ettirebilmesi için kâinatta bulunan gıda maddelerine ihti- yaç duyar. Hangisinin faydalı yada faydasız olduğunu ancak denemeyle bilebileceğini ifade eder. Böyle bir tecrübe de ölümlere sebebiyet verebilir. Kâinattaki bu gıdaların ilaç yada zehir olduğu akılla bilenemez. Bunları insanlara açıklayacak bir rehbere ( pey- gambere ) ihtiyaç vardır.169 Bu akıl yürütmeyle peygamberliğin ispat edilmeye çalışıl- ması, insanlığın ilk dönemleri dikkate alınarak değerlendirilirse isabetli kabul edilebilir. Bilim ve teknolojinin, tabiî ilimlerin ve laboratuar imkânlarının son derece geliştiği gü- nümüzde, bu tarzda peygamberliğin ispat edilmeye çalışılması tutarlı gözükmemekte- dir.170 IV. PEYGAMBERLİK KARŞITI AKIMLAR İnsan aklının, dünya hayatının sürdürülmesinde yeterli olduğunu, dolayısıyla pey- gamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığını savunanlar olmuştur. Bunların başında ise; Sümeniyye, Berâhime ve İbâhiyye gelir. Onlara göre, eğer peygamber aklın bilebileceği şeyleri getirirse o taktirde peygamberlerin gönderilmesi faydasız ve hikmet dışı olur ki bu da Hakîm olan Allâh’a yakışmaz. Şayet peygamber aklın kabullenmeyeceği şeyleri getirirse bu da reddolunmaya mahkumdur. Çünkü akıl da Allâh’ın sarsılmaz bir delili- dir. O’nun delilleri ise birbirini nakzetmez. Dolayısıyla aklın kabullenmediği şey bâtıl- dır. Özet olarak bunlar şöyle diyorlar: “Kullar bazı emiri yerine getirmek ve yasaklar- dan kaçınmakla yükümlüdür. Onların fiilleri güzel ve çirkin kısımlara ayrılır. Güzel şeyler emredilmiş, çirkin olanlarsa yasaklanmıştır. Fakat iyilikleri sevme kötülüklerden de nefret etme fıtratıyla yaratılan insanın aklı bunları bilmek hususunda yeterli olduğu için peygamberlerin gönderilmesine gerek yoktur.”171 Nesefî bazı fırkaların “İcabet etmeyecekleri ve hatta kötülük yapacakları bilinen bir kavme peygamber gönderilmesi aklın kabîh sayacağı bir husustur.” görüşlerinin yanlış-                                                              169 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî usûli’d-Dîn, s. 43 170 Yavuz, Salih Sabri, İslâm düşüncesinde nübüvvet, s. 91 171 es-Sâbûnî, Nureddin, Maturidiyye Akaidi, trc. Bekir Topaloğlu, s. 103; ayrıca bilgi için bkz, Ebu’l- Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 460 37 lığını izah eder.172 Bir hükümdar kendisine isyan edenlere elçi gönderse, elçi de halka iyi davransa hatta elçiye kötü davranıldığında sadece misliyle mukabelede bulunsa bu hükümdar için sefihlik midir? Şüphesiz bu sefihlik değildir diye cevap verilir. Yani el- çiye kötü davranılacak diye hükümdarın elçi göndermemesi akla uygun düşmez. Aynı şekilde peygamber gönderen Allah, peygambere yapılacak olan kötü muameleden dola- yı sefeh olmakla itham edilemez. Peygamberler peygamberliklerini çeşitli yollarla ispat ederler. Bu ispat yollarından biri de mûcizedir. Mûcize ile peygamber mukabil taraftan gelebilecek ret ve kötülüğü bertaraf edebilirler.173 A. Berâhime Sanskritçe’de “söylemek, konuşmak, bağırmak, güçlü olmak” anlamlarındaki “brh” kökünden türetilmiş olan brahman kelimesi “kutsal kudret, yüce gerçek” anlamındadır. Kelimenin müzekker şekli olan brahmâ ise “bu kudrete sahip erkek kişi” demektir. Brahman kelimesi zamanla her şeyin özünü ifade etmeye başlamış, dünyaya şekil ve düzen verdiği için ilâh olarak nitelendirilmiş ve yaratıcı tanrının adı olmuştur. Bu kav- ram aynı zamanda din adamını da ifade etmektedir. Brahmanizm ise Hindistan’ın kuze- yinde Vedalar174 sonrasında ortaya çıkıp M.Ö. 1000- M.S. 500 yılları arasında yaşayan ve Hinduizm’in nüvesini oluşturan dinî ekolü ifade eder.175 İslâm kaynaklarında Brahmanizm’den “el-Berâhime” veya “el- Berhemiyye” diye sözedilir.176 Berahime hint asıllı Berham veya Berâhim adlı şahsa tâbi olanlara verilen addır. Şehristânî Berâhime’nin “İbrâhim’e intisab eden kimseler olduğundan dolayı bu ismi aldıkları” fikrini reddeder. O’na göre Berâhime aslında peygamberliği inkâr eden bir gurup olduğu için Hz. İbrâhime nispet edilmeleri doğru düşmemektedir.177                                                              172 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 464.   173 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 465 174 Veda “bilgi” anlamına gelmektedir. Hint dinî düşüncesinin en önemli kutsal metinleri olan vedaların en belirgin özelliği politeist karakterde oluşudur. Vedalar’da oldukça gelişmiş bir tanrılar topluluğu (pan- teon)vardır. Vedalar’da neredeyse her gücün ilahlaştığı görülür. Tanrıların sayısını hesaplamak imkansız- dır. Çok tanrılı bir yapı içinde zamanla bir tanrıyı öne çıkarma sonucu bazı tanrılar (Prajapati, Varuna) önem kazanmıştır. Vedalar tanrılara adanan dualar, büyü formülleri ve ilahilerle doludur. 175 Tümer, Günay, “Brahmanizm”, DİA, c. 6, s. 329 176 Tümer, Günay, a. g. e., DİA, VI, s. 332 177 Yavuz, Salih Sabri, İslam Düsüncesinde Nübüvvet, 140 38 Kelâm eserlerinde nübüvvete itiraz niteliğindeki görüşler genelde Berâhime’ye nis- pet edilmektedir. Berâhime’ye nispet edilen görüşler genel olarak şu noktalarda yoğun- luk kazanmaktadır:178 a. Aklın peygamberlik konusunda kendi kendine yeterli oluşu, hem de bunun Allah hakkında muhal bulunuşudur. Zira Allah aklı kemale erdirmiş, nakle bağlı maslahatlar dahil her şeyin ölçüsünü ve bilgisini ona yerleştirmiştir. Bu sebeple peygamberlerin getireceği hükümler akla uygun düşecekse zaten onlara ihtiyaç olmaz, aykırı şeyler geti- receklerse de onları kabul etmekle kendimizi inkâr etmiş oluruz. Ayrıca peygamberlerin getirdikleri namaz, kâbeyi tavaf, sa'y, bazı gıdaların haramlığı, hayvan kesimi (kurban) gibi hükümler hep aklın çirkin bulacağı hususlardır.179 b. Peygamberliğin belgelenmesi için delil olarak kullanılan mûcizelerin oluşumu ve fiilen gerçekleştiği sabit değildir.180 Peygamberlerin doğru oldukları ancak mûcizelerle sabit olur. Mûcizeler aklen imkânsız olduklarına göre, peygamberlerin doğruluğunu ortaya koyacak başka bir delil olmadığından nübüvvet imkânsızdır.181 c.Peygamberlerin beşer olmalarıyla ilgilidir. Aklen, elçi ile onu gönderen varlık aynı türden olmalıdır. Kadim varlık zatı gereği yaratılmışların türünden olamayacağına göre onlara insan türünden peygamber göndermesi de düşünülemez.”182 d. Peygamberlerin getirdiği ibadetler manasız olup herhangi bir fayda sağlamaktan uzaktır. Dolayısıyla bu faydasız teklifleri getirmek Allâh’ın hikmetine uygun değildir.183 Gazzâlî’ye göre Brahmanlar hem Hz. Peygamber’i ve hem de diğer bütün peygam- berleri tekzip etmişler, bunların peygamberliklerini kabul etmemişler ve böylece de Hı- ristiyanlardan ve Yahudilerden daha çok tekfir edilmeye layık olmuşlardır.184 Nesefî Berâhime diye bilinen bu grubun Hint felsefesine bağlı olduğu görüşünü benimsemektedir.185                                                              178 Tümer, Günay, a. g. e., DİA, VI, s. 333 179 Can, Mustafa, a.g.e., s.45  180 Tümer, Günay, “a. g. e., DİA, VI, s. 333 181 Yavuz, Salih Sabri,a. g. e., s. 141 182 Can, Mustafa, a.g.e., s. 47  183 Yavuz, Salih Sabri, a. g. e., s. 141 184 Gazzâlî, el-İktisad fi’l-itikad, (İtikad’da Orta Yol”, trc. Kemal Işık), AÜİF Yay., Ankara 1971, s. 188.  185Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 444 39 Nesefî Tabsıratu’l-Edille adlı eserinde Berâhime’nin peygamberlikle ilgili şu fikir- leri savunduğunu ifade eder: “Berâhime, Allah Teâlâ’nın kulları üzerinde emirleri ve nehiyleri olduğunu ve insanların amellerinin iyi ve kötü olarak iki kısma ayrıldığını, iyiliklerin emredildiğini, kötülüklerin nehyedildiğini savunmuşdur. Ancak Allah Teâlâ insanın tabiatını iyiliğe meyilli yaratmış olduğundan, onun tabiatına bütün iyilikleri yer- leştirmiş, ayrıca kötülükleri ona bildirmiş, insan tabiatını da ondan nefret ettirmiştir. İnsanlar akıllarıyla emir ve nehyi yapmakla mükelleftir. Yani insanının aklıyla mükellef kılınması yeterlidir. Dolayısıyla insan aklı peygambere ihtiyaç duymadan bütün istekle- rine ulaşabilir. Eğer Allah Teâlâ insanlara peygamber göndermiş olsa ( peygamberlere ihtiyaç duymamalarına rağmen) o zaman Allah Teâlâ faydasız ve neticesi hoş olmayan bir iş yapmış olur ki bu da hikmet dışıdır. Allah Teâlâ bundan münezzehtir.” Nesefî Berâhime’nin -akla uygun olsa da olmasa da- peygamberliği imkân daire- sinde görmediklerini ifade eder. Zira Berâhime’ye göre, peygamberlik akla uygun de- ğilse batıldır. Çünkü akıl da Allâh’ın bir delilidir. Allâh’ın delilleri arasında tezat olmaz. Şayet akla uygunsa yine akıl peygambere ihtiyaç duymaz. Bununla beraber Nesefî Berâhime’nin “Allah Teâlâ peygamberini gönderdiği kavmi tarafından yalanlanacağını, kabul edilmeyeceğini hatta dövülmeye ve işkenceye maruz kalacağını bildiği halde göndermesi hikmetine uygun düşmez ve saçmalık olur.” görü- şünde olduklarını zikreder. Çünkü eğer Allah Teâlâ peygamber gönderiyorsa onu kendi cinsinden üstün kılması gerekir. Bir şeyin cinsinden üstün kılınması ve yaratılış itibariy- le denk olması hikmet değildir.186 Nesefî’ye göre emirler ve nehiyler mükellefin durumuna göre olmalıdır. Mükellefin durumuna göre olmayan emir ve nehiylerde bir hikmet olamaz. Diğer yandan insanların akıllarında farklılıklar mevcuttur. Allah’ın insan aklına göre beyan ulaştırması hikmete uygun olandır. Bu kadar açıklamadan sonra Berâhime’nin peygamber gelmesini kabul etmemesine hayret etmek gerekir. Bu kadar şeyi aklıyla bilebileceğini iddia eden kim- senin bunları bilemeyeceği kesin olunca o, kendisini Allah’la aynı hissediyor demektir.                                                              186 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 444 40 Dolayısıyla böyle bir iddiada bulunan kimsenin cehaletine ve şaşkınlığına denilecek başka bir söz yoktur.187 B. Sümeniyye Bugün Budizm olarak bildiğimiz dine İslam Kaynaklarında Sümeniyye ismi veril- miştir. Bağdâdî Sümeniyye’nin Tenâsüh’e inanan ve âlemin kıdemini ileri süren akım- lardan biri olduğunu ifade eder. Ayrıca tüme varım ve tümden gelimi reddetmişler ve beş duyunun haricinde hiçbir şeyin bilgi sebebi olamayacağını savunmuşlardır. Bu akım islâmiyetten önce doğmuştur. Onların bir çoğu âhireti ve ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmişlerdir. Yine Sümeniyye’nin büyük bir kısmı, ruhların değişik şekillerde tenâsühüne inanmış ve insan ruhunun köpeğe, köpeğin ruhunun da bir insana geçmesini caiz gör- müşlerdir. Onlara göre bir bedende günah işleyen birisi cezasını başka bir bedende çe- kecektir. Ayrıca Sümeniyye “Bir şey ancak duyular vasıtasıyla bilinebilir.” demelerine rağmen, tenâsühün duyularla bilinemeyeceğini ifade etmişlerdir.188 Nesefî Sümeniyye ve Berâhime gibi fırkaların Allâh’ı kabul edip peygamberliği inkâr ettiklerini ifade eder. Bu fırkalara göre, haber bilgi vasıtası değildir. Onlar pey- gamberin haber verdiği şeylerin bir mana ifade etmediği bu yüzden de peygamber gön- derilmesinin faydasız olduğu görüşündedirler. 189 Nesefi bu fırkaların haberin bilgi vasıtası olmadığına ilişkin iddialarının da bir ha- ber olduğunu, dolayısıyla haberin butlanına ilişkin iddialarının söz konusu haberin yan- lışlığını ortaya koymak için de geçerli olduğunu kaydederek onları ilzam etmektedir.190 Kısaca ifade etmek gerekirse Sümeniyye ve Berâhime gibi fırkalar peygamberlik inancını reddederek; peygamberlik yerine aklı ve duyuları ikame etmektedirler. Aklın ve duyuların peygamberlerin ortaya koyacağı esasları bulabileceğine inanan bu düşünce mensuplarına göre peygamberlik gereksizdir.                                                              187Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 460. 188 Ebû Mansur Abdukaahir el-Bağdâdî, “Mezhepler Arasındaki Farklar”, (tec. Ethem Ruhi Fığlalı),TDV Yay., Ankara 1991, s. 208 189 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 447 190 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 15 41 C. İbâhiyye / Huleâ İbâhiyye "Mübah kılmak, bir şeyin mübah ve meşru olduğunu kabul ve ilan etmek" anlamlarına gelen "ibâha" görüşünde olanların oluşturduğu bir gruptur. Asılsız te'villerle, İslâm dininin koymuş olduğu yasakların bütününü veya bazılarını helâl sa- yan, farzları ortadan kaldıran; nefsin hoşlanıp zevk aldığı her şeyi mübah ve meşru gö- ren sapık ve batıl bir anlayıştır.191 İbâhîlere göre: "Bir insan sevgi ve aşkın son haddine ulaşır, kalbi saf hale gelir ve münafıklık bahis konusu olmadan imanı küfre tercih eder duruma ulaşırsa; emir, nehiy ve dinî mükellefiyetler ondan sâkıt olur. Büyük günah işledi diye Allah böylelerini ce- henneme sokmaz. Bu mertebeye ulaşan insanlardan bedenî ve zahirî ibadetler düşer. Böyle kimselerin ibadeti, tefekkürden ibaret olur"192 Nesefî bu akım için tekili hâlia’ çoğulu ise huleâ’ şeklinde bir isim kullanır. Hâlia’ Allaha itaat bağlarını kesmiş aklının onu çağırdığı iyi şeylerden yüz çevirmiş, heva ve nefsinin emrettiği kötülüklerle meşğul olan biridir. Bu kişi tasavvufun arkasına saklan- mış ancak gerçek yüzü ortaya çıkınca huleâ’/ibâhiyye fırkasına mensup olduğu ortaya çıkmıştır. Bu fırka serbest düşünce fikrini savunmaktadır.193 Ebu’l Mu’în en-Nesefi “Allah Teâlâ hikmet sahibidir, yaptığı her iş hikmet yörün- gesindedir. Yaptığı hiçbir şey isabetsiz değildir.” sözü üzerinde bütün İslam âlimlerinin icmâ ettiğini zikreder. Ancak Allah Teâlâ’nın dünya ve âhirette kullarının ihtiyaç duy- dukları şeyleri onlara duyurmak için onların içinden birini seçip peygamber göndermesi, bu fırka mensuplarının ihtilâf ettiği bir husustur. İlim ve firâset sahibi insanlar Allah Teâlâ’nın kulları içerisinden seçtiği birini onlara göndermesinin doğru ve hikmet oldu- ğunu, Allah’ın kullarına müjde veren ve onları uyaran peygamberler gönderdiğini ve onları mûcizelerle desteklediğini ifade etmişlerdir. Fakat hulea gibi bazı akımlar peygamberliği kabul etmemişlerdir. Onlara göre pey- gamberlik; emir, nehiy, teklif konuları ile helâl ve haram kılma gibi hususları içerdiği için hikmetsizdir. Halbuki Allâh Teâlâ’ya emretme, neyetme ve haram kılma gibi fiiller                                                              191 Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi Giriş, Damla Yayınevi, İstanbul 1993, s. 242 192 Teftazânî, Şerhu'l-Akâid, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay. İstanbul 1991, s. 347   193 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tebsıratu’l-Edille, I, s. 443 42 uygun düşmez. Çünkü emreden için yerine getirilmesinde fayda olan bir emir ve nehyeden için yapılmasında zarar olmayan bir nehiy hikmetsizlik olarak görülür. Haram kılanın ihtiyacı olmayan bir şeyi haram kılması cimriliktir. Allâh Teâlâ sefihlik ve cim- rilikten menezzehtir.194 Nesefî bu iddialara cevaben şunları ifade eder: Bir kimse kendisine ve başkalarına faydası olmayan bir işi yapıyorsa bu sefihliktir. Kendisi faydalanmasa da başkalarının faydasına olan bir iş sefihlik değildir. Allâh da başkalarına fayda veren bir iş yapmıştır. Bu durum ne görünür âlemde ne de gayb âleminde sefihlik sayılmaz. Allâh Teâlâ kâinâ- tı kendisi için bir menfaat beklemeden yaratmıştır. Faydalanmak onun için söz konusu değildir. Eğer faydalanıyor olsa ihtiyaç duyması manasına gelir ki, bu da O’na noksan- lık atfetmek olur. Bu da sonradan yaratılmışlık alâmetidir.195 D.Tâbiiyyûn Nesefî tabiatçıları “âlemi yaratan bir Tanrı’yı kabul eden fakat peygamberliği inkâr eden” bir akım olduğunu ifade eder.196 Onların peygamberliği inkar konusunda asıl iti- raz ettikleri nokta peygamberliği ispat eden mûcizenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği- dir. Bu akıma göre peygamberliğin ispatı mümkün olmadığına göre peygamberlik câiz değildir. Çünkü hakiki peygamberle yalancı paygamber (mütenebbî) ancak bir delil (mûcize) ile ayırt edilebilir. Onlara göre peygamber, peygamberliğini ispat için mûcize- ye başvurursa gerçekleşmesi imkânsız bir yola girmiş olur. 197 Peygamberliği temellendiren ve nebî ile mütenebbîyi ayırt edecek olan mûcize iki şekilde gerçekleşebilir. Ya tabiat kanunları dışında yahut tabiat kanunları çerçevesinde gerçekleşir. Tabiatçılara göre birinci durum muhaldir. Çünkü tabiat kanunlarının dışına çıkmayı ve hârkulâdeye benzer bir şey getirmeyi mütenebbî de başarabilir. Ancak mütenebbî gerçek hârikulâde şeyler getiremez. Zira tabiat üstü şeylerin yapılması im- kânsızdır. İkinci durumda ise nebî ile mütenebbîyi birbirinden ayırt edebileceğimiz bir                                                              194Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tebsıratu’l-Edille, I, s. 443 195 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tebsıratu’l-Edille, I, s. 449 196Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 446 197Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 445 43 delil bulamayız. Bu durumda peygamberlik ispat edilmiş olamayacağı için nübüvvet batıl olmuş olur.198 Tabiatçılar tabiat üstü olaylarla ilgili haberleri tevatürle da hi gelmiş olsa kabul et- mezler. Mesela: Asanın yılana dönüşmesi, taştan suyun çıkması, denizin ortadan ayrıl- ması, körün ve alaca hastasının iyileştirilmesi, ölünün diriltilmesi, devenin ve zehirli koyunun konuşması, parmaklardan su akması gibi olaylar bu kabildendir.199 Nesefî on- ların bu görüşlerine cevaben şunları zikreder: “ Peygamberlerin birçoğunun gösterdikle- ri olağan üstü olaylar, onların peygamberliğinin ispatına bir delildir. Taştan devenin çıkması, ateşin soğuk ve selametli olması, asanın yılana dönüşmesi, rüzgâr, cin ve şey- tanların peygamberin emrine verilmesi, dağın tesbih etmesi, demirin eritilmesi, ölülerin diriltilmesi, kuru kütüğün inlemesi, devenin şikâyeti, zehirli koyunun konuşması, par- maklardan suyun akması, gibi alışılmışın dışında ki olaylar peygamberliğin delilleridir. Zuhur ettiği zamanda yaşayan insanlar bütün bu olağan üstü olaylara şahitlik etmiştir. Onlardan sonrakiler için mütevâtir haber kesin bir bilgi niteliğindedir. Bu haberleri son- raki nesillere taşıyanları töhmetle, fıskla ve menfaat elde etmekle suçlayamayız. Çünkü bu güvenilir insanların yalan olan bir haber üzerinde icmâ etmeleri mümkün değildir.200  Tabiatçılara göre tabiat kanunlarının dışına çıkmak imkânsızdır. Nesefî bu görüşün yanlışlığını vurgulayarak, onların delilsiz ve şüpheye dayanarak inkâr ettikleri bu olağan dışı olayların ilim elde etme vasıtalarından biri olan duyularla sabit olduğunu ifade et- miştir. Şayet onların itirazları sağlam bir delille desteklenmiş olsaydı ve de bu delilin reddi mümkün olmasaydı belki de bu itirazları kabul edilecekti. Çünkü aklî delil istidlâlî ilmi gerektirir. İstidlâlî ilimde yanılma ve hata mümkündür. Halbuki onların itiraz ettiği şey kendisinde hata ve yanılma olmayan, zarurî ilim gerektiren selim duyularla sabittir. Bunlardan biri reddedilecekse hata ve yanılma ihtimali olanın yani istidlâlî bilgiye da- yanan ve hatalı olma ihtimali bulunan bilginin reddedilmesi böyle bir ihtimali taşımaya- na göre daha isabetlidir.201                                                              198Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 445 199 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 445 200 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 475 201Ebu’l-Mûin en-Nesefî,, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 475 44 Bu gruptan bazılarına göre tabiat kanunlarının dışına çıkmak Allâh’ın güç yetirebi- leceği bir şeydir. Öte yandan peygamberin getirdiği mûcizeye benzer şeyleri sihirbazla- rın da yaptığı görülür. Böylece birini diğerine tercih edemeyeceğimiz bir durum meyda- na gelir ve nebî ile mütenebbînin birbirinden ayırt edilmesi mümkün olmaz.202 Nesefî tabiatçıların bu görüşlerinin de yanlış olduğunu ifade eder. Çünkü sihirbaz- ların yaptıkları incelemeye tabi tutulacak olursa bunların her geçen gün zayıfladıkları ve yok olmaya başladıkları görülecektir. Aynı zamanda bunların bir aldatmaca ve uyutma- ca olduğu anlaşılacaktır. Göz boyamacı / İllizyonistin yaptığına gelince, onun yaptığı da insanların dikkatini bir şeyde yoğunlaştırıp onlara başka bir şey göstermektir. Bu sadece bir el çabukluğu marifetidir. Fakat mûcize üzerinde araştırma yapıldıkça sağlamlığı, günler geçtikçe de sübutu ve devamı artar. Sihir (büyü) ise, tam manasıyla küfür, şirk ve şeytanı yücelten kelimeler kullanılarak yapılır. Sihir Allâh’ın isminin anıldığı yerde yapılmaz. Çünkü Allâh’ın ismi anılırsa sihir derhal silinir ve yok olur. Bundan dolayı sihir şirkin yaygın olduğu ve putlara tapılan yerlerde daha çok görülür. Peygamberlerin durumu ise bunlardan tamamen farklıdır. Peygamberler devamlı Allâh’ın zikriyle ve O’na yaklaştıracak şeylerle meşgul olurlar. Aynı zamanda onlar temizliği ve temiz olan şeyleri tercih eder ve pislikten de kaçınırlar.203 Peygamberliği inkâr eden tabiatçıların bir başka itirazı da teklif konularının anlam- sızlığı ile ilgilidir. Onlara göre peygamberlerin getirdiği emir ve yasaklar anlamsızdır. Mesela: abdest bozulduğunda necasetin çıktığı yerin değil de başka azaların yıkanması, hacda şeytan taşlanması, iki mekân arası ibadet diyerek koşulması ve faydası yada zara- rı olmayan Hacerü’l-Esvad’in selâmlanması anlamsızdır.204 Nesefî bu itiraza da cevaben şunları ifade eder: Peygamberlerin getirdiği emir ve yasaklar doğru ve hikmetlidir. Şayet peygamberler mûcize ile te’yid edilmemiş olsalar bile getirdikleri şeylerin hikmetli ve yararlı oluşu peygamberliklerinin kuvvetli bir delili olurdu. Çünkü peygamberlerin getirdiklerinin bir kısmı Allâh’a yaklaştıran ve şükretti- ren şeyler, bir kısmı güzel ahlâk kurallarıdır. Bir kısmı da insanları sükûn ve huzura                                                              202Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 445 203Ebu’l-Mûin en-Nesefî,, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 477, 478 204 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 446 45 kavuşturacak faziletli sosyal kurallardır. Peygamberlerin getirdikleri itikâdî meselelere gelince bunlar sağlam aklın tasdik ettiği şeylerdir. Dahası akıl bu prensiplerin dışındaki inanışların yanlışlığını delâlet etmektedir. 205 V. PEYGAMBER VAHİY İLİŞKİSİ Allâh ile insanoğlu arasında iletişimi gerçekleştiren yegâne unsur peygamberlik ku- rumudur. Peygamberlik meselesinde en önemli kavramlardan biri, vahiy kavramıdır.206 Dünyaya gönderilen insanoğlu başıboş bırakılmamış, ilâhi bilgi olan, vahiy ile uyarılmış ve ona uyması gereken birtakım kurallar hatırlatılmıştır. Bu işlevin gerçekleşmesinde de son halka peygamberler olmuştur.207 Her millet kendisine gönderilen bu peygamberler aracılığıyla ilâhî bilgiye muhatap olmuş ve uyarılmışlardır.208 İnsanoğlunun peygamber- ler aracılığıyla uyarılarak, birtakım kurallara uymasının istenmesinde yine insanoğlunun menfaatinin olduğu görülmektedir. Zira medeni hukukun da ilham aldığı birçok şey insanoğluna ilahi bilgiler yoluyla da bildirilmiştir. Hırsızlık,209 cinayet,210 zina211 ve yalancılığın yasaklanması212 bu cümleden sayılabilir. Vahiy kavramı Arapça bir kelime olan “ve-he-ye” fiilinin mastarıdır. Sözlükte; gizli konuşmak, emretmek, ilham etmek, göstermek, süratli ve gizli telkinde bulunmak, îma                                                              205 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 480 206 Geniş bilgi için bkz. Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul Ts. III, s.125.   207 “ Ey ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açiıklıyor ki (kıyamette): “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.” demeyesiniz.” el-Maide, 5/19  208 “ Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.”el-En’âm, 6/48; Ayrıca bkz, Yu- nus,10/47; en-Nahl, 16/36; el-Fatır, 35/24  209 “ hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allâh’tan bie ibret olmak üzere elle- rini kesin. Allâh izzet ve hikmet sahibidir.”, “ Kim (bu) haksız davranıştan sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allâh onun tevbesini kabul eder. Allâh çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” el-Mâide 5/38,39 210 “ Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak her kimin cezası, öldürülenin velisi tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti ) ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafif- letme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa muhakkak onun için elem verici azap vardır.” el- Bakara, 2/178; bkz. en-Nisâ 4/93  211 “Zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur.” el-İsrâ, 17/32; bkz.el-Furkan, 25/68; en-Nur, 34/2  212 “ Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allâh için şahitlik eden kimselerden olun. (haklarında şahitlik ettkleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allâh onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız ( biliniz ki) Allâh yaptıklarınızdan haberdardır.” en- Nisa, 4/135  46 ve işaret etmek, yazı ile bildirmek ve fısıldamak, esinlenmesini sağlamak, insanın içine doğmak, vb. gibi manalara gelir. Genel olarak "bir şeyi gizli ve hızlı bir şekilde bildir- mek" şeklinde tarif edilmiştir.213 Kur’ânî bir kavram olan vahyin Kur’an’da kullanılış biçimlerine baktığımızda ona; cin ve insan şeytanlarının aldatmak için birbirlerine fısıl- damaları,214 Hz. Zekeriyyâ’nın kavmine işaret ve îma etmesi,215 Allâh’ın varlıkların kaderini belirlemesi anlamında yere ve göğe vahyetmesi,216 balarısına ilham etmesi,217 Hz. Mûsa’nın annesine vahyetmesi,218 meleklere vahyetmesi,219 peygamberlere vahyetmesi,220 gibi anlamlar yüklenebilir.221 Vahyin ıstılah anlamına gelince; Allah’ın kullarına bildirmek istediği bir takım me- sajları ya da bildirimleri, peygamberine doğrudan veya dolaylı yollarla bildirmesidir.222 Kur’ân-ı Kerîm’in “Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.”223 âyetine göre Allah Teâlâ peygamberlerle üç şekilde konuşur: a. Vasıtasız: Allah bildirmek istediği şey konusunda doğrudan doğruya kulunun kalbinde kesin bir bilgi yaratır. Hz. Peygambere Mîraç’ta gelen vahiy bu tür- dendir.                                                              213 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, TDV Yay. Ankara 1997, s. 37.; ibn Manzur ,, “vahiy” mad., Lisanûl Arab, XV,171–172; Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, İst. Beyan yay. 1990, s.22   214 “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirle- rine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbim dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” el-En’âm 6/112; Bkz. el-En’âm, 6/71, 121; 215 “Bunun üzerine Zekeriyya, mabeddet kavminin karşısına çıkarak onlara: “sabah akşam tesbihte bulu- nun” diye işaret verdi.” el-Meryem 19/11 216 “Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı, toprak ağılıklarını dışarı çıkardığı ve insan “ne oluyor buna!” dediği vakit, işte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” ez-Zilzâl 99/1- 5; Ayrıca bkz. el-Fussilet, 41/12; es-Secde 32/12 217 “Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovan- lar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır.” En-Nahl 16/68,69 218 “Musâ’nın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehri- ne) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız, diye bildirdik.” El-Kasas 28/7 219 “Hani Rabbin meleklere: “Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; ben kafirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına! diye vahyediyordu.” El-Enfâl 8/12 220“Biz Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik ve (nitekim) İbra- him’e, İsmail!e, İshak’a, Yakub’a, Esbâta (torunlara), İsa’ya, Eyyûb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davut’a da Zebûr’u verdik.” en- Nisa, 4/163; Bkz; el-Enâm, 6/19  221 Kılavuz, A. Saim, a. g. e. , s. 266 222 Paçacı, İbrahim, “vahiy”, Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yay., s. 678 223 Eş-Şûrâ 42/51 47 b. Vasıtalı vahiy: Allah’ın perde arkasından konuşmasıdır. Peygamberler Allah’la bazen- Allah’ın bazı cisimlerde yarattığı sesle- konuşurlar. Hz. Mûsa’nın Al- lah’la Tur Dağı’nda konuşması vasıtalı vahye bir örnektir. c. Melek aracılığı ile vahiy: Allah Teâlâ peygamberleriyle bazen de gönderdiği me- lek vasıtasıyla konuşur. Bu melek genellikle Cibril’dir.224 Cebrâîl vasıtasıyla gelen vahiyler şunlardır; a. Cebrâîl’in vahyi Hz. Peygamber uyanıkken kalbine ilkâ etmesidir. Bu çeşit va- hiy Kur’ân’da şu şekilde ifade edilmiştir: “(Rasûlüm!) Onu Rûhu’l-Emîn (Ceb- râîl) uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir.”225 Ayrıca Hz. Peygamberin “ Rûhu’l-kuds rızkı tamamlayıncaya kadar hiçbir kim- senin ölmeyeceğini benim kalbime üfledi. O halde Allah’a karşı gelmekten sa- kınınız. Rızkınızı araştırırken güzel bir yol tutunuz.”226 şeklindeki ifadeleri de konuya açıklık getirir. Yani Cibrîl kur’ân âyetleri getirmek için indiği gibi sün- net için de iniyordu. Hz. Muhammed (S.A.S.) “Bana Kur’ân ve onun gibi bir misli verildi.” demiştir. Hz. Peygamberin kur’ân dışı vahiy aldığını kabul et- mekle birlikte, bütün hadîslerin vahiy ürünü olduğunu söylemekte mümkün de- ğildir. b. Hz. Peygamber uykuda iken Cerâîl’in vahiy getirmesidir. Bu çeşit vahiy Kur’ân değildir. c. Cebrâîl’in melek sûretinde vahiy getirmesidir. Bu şekildeki vahiy sadece iki defa olmuştur. Birincisi Hirâ Mağarası’nda, ikincisi de mi’raç’da vuku bulmuştur.227 d. Cebrâîl’in insan sûretinde vahiy getirmesidir. Cebrâîl genellikle Dıhye isimli sahabinin şeklinde vahyi getirirdi. “ Cibrîl hadîsi” olarak bilinen hadîs buna güzel bir örnektir.228                                                              224 Uludağ, Süleyman, a. g. e. , s. 196 225 eş-Şuarâ 26/193-195 226 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, s. 231 227 “Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrâîl) öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruldu. Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, Sidretü’l Müntehâ’nın yanında önceden bir defa daha görüşmüştü.” En-Necm 53/5-14 228 Buhârî, “îman”, 37; Müslim, “îman”, 1 48 e. Cebrâîl’in görünmeden vahyin çıngırak sesi şeklinde gelmesi. Hz. Peygamber: “Vahiy bazen bana çıngırak sesi gibi gelir ki bana en ağır geleni de budur.”229 der. Hz. Peygambere vahiy bazen arada Cebrâîl olmadan rüyada gelirdi. Buna sadık rü- yalar da denir. Hz. Âişe’nin de ifade ettiği230 gibi Hz. Muhammed (SAS) ‘in gördüğü rüyalar aynen çıkardı. Bu durumu bilen sahabiler Efendimizi (SAS) uyandırmazlar, kendiliğinden uyanmasını beklerlerdi. Bazen de vahiy Hz. Peygamber uyanıkken, arada bir vasıta ( Cebrâîl ) olmaksızın doğrudan Allah’la konuşması şeklinde vuku bulur. Mi’râç gecesi meydana gelen vahiy bu türe güzel bir örnektir. Bazı zamanlarda da, kendisi görünmeden doğrudan doğruya vahiy Allah’tan gelir. Mi’râç gecesi beş vakit namaz bu şekilde farz kılınmıştır.231 Nesefî’ye göre Allâh Teâlâ dünyayı ve insanları yarattığından beri onlara sem’î de- liller sunmuş ve bunu da peygamberler vasıtasıyla yapmıştır. Nesefî aynı zamanda in- sanların zekâ (akıl) yönüyle üç gruba ayrıldığını ve akıllarının seviyeleri ne olursa olsun dünya ve âhireti anlamada vahye ihtiyacı olduğunu zikreder.232 Sadece vahiyle Allâh’a karşı şükredebilir ve ibâdetlerini gereken şekilde yerine getirebilirler. Sahibini sıkıntı ve bıkkınlık kapladığında, akla da mutlaka rahatsızlık ve yorgunluk gelir. Çoğu zaman karşısına şüphe ve tereddütler gelir. Arzu ve şehvetlere kapılır ve onu araştırma ve dü- şünme hakikatinden alıkoyar. Elem, keder, arzu ve istekler gibi aklî ve kalbî meşguli- yetlerin onu bırakmamasıyla zihin gizli ve açık hususları bütünüyle ihata edemez. Araş- tırma ve teemmülde hedeflerini yakalayamaz. İşte insanın iradesini ve aklını güçlendi- recek bir yardımcıya ihtiyacı vardır ki bu da semavî vahiydir.233 Akıl peygamberlerin getirdiği iki dünya mutluluğunu içeren bilgilerden bir kısmına ulaşabilir, bir kısmına da ulaşamaz. “Allâh’ın varlığı, birliği ve sıfatları, peygamberlik kurumu” gibi konular aklın ulaşabileceği bilgilerdir. Aklın ulaşamayacağı hususlar ise “ ibadetlerin mâhiyeti ve nasıl ve ne zaman edâ edileceği, keffâretlerin takdiri” gibi konu-                                                              229 Buhârî, “Bed”ül-vahiy”, 2 230 “Peygamberimizin gördüğü rüyalar aynen çıkardı. Bu rüyalar sabah aydınlığı kadar açıktı.” Buhârî, “Bed’ül-vahy”, 3; Müslim, “iman”, 252 231 Kılavuz, A. Saim, a. g. e. , s. 267, 268 232 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 461 233 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 462 49 lardır.234 Nesefî insanların zekâ ve akıl seviyeleri hangi seviyede olursa olsun, dünya ve âhiret hayatlarında vahye ihtiyaç duyduklarını zikreder. 235 Bir diğer açıdan peygamber yoluyla bilgi edinilmesinin önemine vurgu yapmak ge- rekirse o da ikram sahibine teşekkür açısındandır. Şöyle ki nimetlerin dereceleri nimet sahibinin kadrine göre değişir. Hükümdarın halkına hediye vermesi ile halkın değerinin artması nasılsa Allah’ın kullarına nimet vermesi de bu kategoride değerlendirilebilir. Artık halk ne kadar hükümdarlarına hediyeler verse de hükümdarın seviyesine uygun bir hediye veremezler. Allah insanlara hayat boyu nimetler vermektedir. Bazı akıllar bu nimetin kadrini anlasa da bu kadar çok olan nimeti, cüz yoluyla külli olarak kavramak- tan aciz kalır. Kişinin Allah’ın nimetlerine karşılık şükretme sınırını bilmesi zordur. Şükrün edasının tam olması için şükür sınırlarını beyan eden bir peygambere ihtiyaç vardır. Şükrün kemiyet ve keyfiyetini insan aklının tam anlamıyla keşfetmesi zordur. İlahi bir bilgiye ihtiyaç vardır.236                                                                  234 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 32,33 235 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 462 236Ebu’l-Mûin en-Nesefî,, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 460. 50 İKİNCİ BÖLÜM NESEFÎ’DE MUCİZE ANLAYIŞI I. MUCİZE KAVRAMI Mûcize kavramı sözlükte, “bir şeye güç yetirememek” anlamındaki “a-c-z” kökün- den türeyen mu’cizin (aciz bırakan) isim şeklidir.237 Istılahta ise, “inkâr edenlere mey- dan okuduğu bir sırada, peygamberlik iddiasında bulunan zâtın elinde, benzerini getir- mekten aciz bırakacak tarzda meydana gelen hârikulâde bir iştir.”238 Nesefî bu kavramın sözlük anlamını şöyle tarif eder: “Şüphesiz acizlik, kudreti orta- dan kaldıran durumdur. Mûcize diye isim verilmesinin sebebi karşı tarafın aczini ortaya çıkardığı için mecaz olarak böyle isimlendirilmiştir. Kelimenin sonundaki müenneslik ‘te’ si, allâme, nessâbe, râviyye, kelimelerinde olduğu gibi mubâlağa içindir.”239 Nesefî’ye göre kelâmcılar bu kavramı şöyle tarif etmiştir: “Teklif yurdunda, pey- gamber olduğunu iddia eden kimsenin, doğruluğunu ortaya koymak için, kendilerine karşı meydan okunanların bir benzerini getiremedikleri ‘âdet’ e aykırı bir olayın zuhur etmesidir.”240 Nesefî bu tanımım tahlilini yaparken eserlerinde şu ifadelere yer vermiştir: “Âdeti bozan bir şey, âhirette meydana geldiğinde mûcize tanımına girmeyeceğini belirtmek için “teklif yurdu” ifadesi kullanılmıştır. “peygamber olduğunu iddia eden kimsenin, doğruluğunu ortaya koymak için” ifâdesi de ulûhiyet iddia edenin elinde meydana ge- lenleri tarifin dışına çıkarmak içindir. Çünkü ulûhiyet iddia eden bir kimse hârikulâde şeyler gösterebilir. Aynı zamanda bu ifâde ile velînin elinde zuhur eden şeyler de tarifin dışına çıkarılmıştır. Çünkü velînin kerâmet kabilinden şeyleri göstermesi bize göre mümkündür. Fakat velî peygamberlik iddia etmez. Şayet ederse anında kâfir olur ve velîliği iptâl olur. Bundan sonra Allâh düşmanı olur ve bir daha da keramet gösteremez.                                                              237 İbn Manzur, a.g.e., V, 369; H. İbrahim Bulut, “Mûcize”, DİA, İstanbul 2005, XXX, s. 350  238 es-Sâbûnî, Nureddin, a.g.e., s. 105; et-Tûsî, Nasîr’ud-dîn, Risâletün fî Kavâid’il-Akâid, (tah. Eş-Şeyh Ali Hüseyin Hazım), Lübnan 1992, s. 72; Teftazânî, Şerhu’l-Akâid, Kelâm ilmi ve islâm akâidi (hzr. Sü- leyman Uludağ),Dergâh Yay,.İstanbul 1991, s. 295; Kılavuz, A. Saim, a. g. e., s. 256. 239Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 468 240 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 469 51 “Doğruluğunu ortaya koymak için” ifâdesini kullanmamız da, peygamberlik iddiasında bulunanın yalanını ortaya çıkarmak için olsa, bu durumda mûcize onun doğruluğuna delil olmayacağı içindir. Meselâ bir kimse “ şu ağacın veya parmakların konuşması peygamberliğimin delilidir.” dese ve Allâh Teâlâ da o ağacı onu yalanlaması için konuş- tursa, bu onun mûcizesi ve doğruluğu için delil olmaz. Aksine onun yalancılığına delil olur. Tarifin içine “Meydan okunanların benzerini getirememeleri” ifadesinin konma sebebi de şudur: peygamberlik iddiasında bulunan kişinin elinde zuhur eden hârikulâde olayın benzeri, meydan okunanların da elinde meydana gelse bu her iki tarafın kullana- bileceği bir delil olmaz.241 Filozoflara göre ise mûcize; “doğa ve insan gücünü aşan, hikmetli ve ilâhî bir olay- dır.” 242 II. MÛCİZENİN İMKÂNI Nesefî, Allah Teâlâ’nın kullarına peygamber göndermesinin mümkün olduğunu is- patladıktan243 sonra, peygamberlik iddiasında bulunan kişiden nübüvvetini ispat etmesi için mûcize istenileceğini ifade eder. Nesefî’ye göre mûcize mümkündür.244 Mûcize peygamberlik iddia edenin elinde meydana gelirse, bu onun doğruluğuna delildir. Aslında biz kesinlikle biliyoruz ki, mûcize beşerin gücünün dışındadır. Böyle bir şeye Allah’tan başka kimsenin gücü yetmez. Eğer peygamberlik iddia eden kişi “ Doğruluğumun delili Allah’ın şöyle yapmasıdır.” dese ve Allah da bunu yaparsa, bu Allah’ın onu doğrulaması anlamına gelir. Bu da, Allah’ın ona peygamberlik iddiasından sonra “doğru söyledin” demesidir.245 Mesela bir kişi bir insanı bir başkasına elçi olarak gönderse ve o elçi kendisini gönderene “bana sadece ikinizin arasındaki sırları yaz” de- se o da yazsa, kendisine gönderilen kişi bu sırları ancak gönderenin bilebileceğini bilse, bu elçinin doğruluğuna delâlet eder.246 Aynı şekilde bir kralın sarayının bahçesinde bü-                                                              241 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 469; Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 46 242 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 469 243 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 443-467 244 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 468 245 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 46; Nureddin es-Sâbûnî, a. g. e., s. 105 246 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 470 52 yük bir ağaç olsa, o ülkenin bütün halkı da bu ağacı kraldan başka kimsenin hareket ettiremeyeceğini kabul etse, sonra da saraydan bisisi çıkıp halka kendisinin kralın elçisi olduğunu ve kralın bazı emirleri ve nehiyleri olduğunu haber verse, halk da onun kralın elçisi olduğunu yalanlasa, o elçi de kesinlikle kralın kendisini duyduğunu bildiği bir sesle krala seslense: “Ey kralım! Sen beni halkına gönderdin ve bana şu mektubu ilet- memi emrettin. Fakat halkın inanmadılar. Eğer beni onlara elçin olarak gönderdiysen ve ben de iddia ettiğim bu elçilik görevimde doğruysam, sarayında bulunan şu ağacı hare- ket ettir ki ağacın hareket etmesi benim doğruluğumun şâhidi olsun.” Bu seslenişin ar- dından o ağaç halkın görebileceği bir şekilde hareket etse, işte bu o kişinin kralın elçisi olduğunu gösterir ve sanki kralın ağzından şu “Doğru söyledin. Sen benim elçimsin.” sözünün duyulması gibi kabul görür.247 Hârikulâde olay peygamberlik iddia edenin iddiasının hemen ardından gerçekleşi- yorsa kesinlikle bilinmelidir ki bunu yapan Allah Teâlâ’dır. Bu da Allah’ın elçisini tas- dik etmesidir. Buna benzer olayın mütenebbinin yani yalancı peygamberin elinde zuhur etmesi mümkün değildir.248 Nesefî'nin Ehl-i Hadis'in kelamcıları diye nitelediği Eş'arîler de Nesefî ile aynı görüşü paylaşarak “Mütenebbinin mûcize göstermesinin imkânsız olduğunu” ifade etmişlerdir.249 III. MUCİZE ÇEŞİTLERİ Nesefî’ye göre mûcize iki şekilde gerçekleşir. Birincisi: Alışılmışın dışında gerçek- leşen olaylar. İkincisi ise: Alışılmış bir fiilden aciz bırakan olaydır. Meselâ: Hz. Zekeri- yâ (A.S.)’nın müjdelendikten sonra konuşmasının engellenmesi250 bu türden bir mûci- zedir. Gerçekte, bu türden mûcizeler de (Hz. Zekeriyâ’nın (A.S.) konuşamaması vb.) âdeti bozmak ve dışına çıkmak demektir.251                                                              247 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 471 248 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 472 249 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 472 250 “O: Rabbim! Dedi, (çocuğum olacağına dair) bana bir işaret ver. Allah: Sana işaret, sapasağlam oldu- ğun halde üç gü insanlarla konuşamamandır, buyurdu.” el-Meryem, 19/10 251 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 469, 470 53 IV. HZ. PEYGAMBERİN MUCİZELERİ İnsanlardan herhangi birinin peygamber olup olmadığını anlamak ancak şüpheye mahal bırakmayan kat’î bir delil ile mümkündür. Bu delil ise, ya peygamberin göster- diği mûcizeyi görmek ya da o mûcizeye mütevâtir bir haberle muttalî olmaktır. Ahir zamanda bu delillerin hiç birisi hz. Muhammed (s.a.s.)’den başkası için mevcut değildir. Çünkü daha önce gelip geçen peygamberlerin nübüvvetini ispat konusunda temel kural önce Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğini ispat etmektir. Zira diğer peygamberle- rin peygamberliği onun haber vermesiyle sübut bulur. Meselâ: “Kitapta İbrahim’i de an. Çünkü o sıdkı bütün bir peygamberdi.”252 ve “Kitapta Mûsâ’yı da an. Çünkü o ihlâsa erdirilmiş biriydi. Hem râsul hem de nebîydi.”253 gibi âyetlerde bahsedilen kişilerin peygamber olduğuna inanırız. Kur’ân’da zikri geçmeyip kıssa ve tarih kitaplarında bah- si geçen kişiler hakkında da müspet yada menfî bir hüküm vermeyiz.254 Nesefî Hz. Peygamberin mûcize konusunda diğer peygamberlerle eşit olduğunu aynı zamanda da Hz. Peygamber hakkında diğerlerinde bulunmayacak kadar çeşitli de- lillerin var olduğunu ifade eder.255 Nesefî Peygamberimiz (s.a.s.)’in mûcizelerini kılasik kelâm kitaplarında ki tasnife256 benzer şekilde sınıflandırmıştır. A. AKLÎ MÛCİZELERİ a. Kur’ân-ı Kerîm Nesefî Hz. Peygamberin mûcizelerini anlatırken Kur’ân-ı Kerîm’i ilk sırada zikre- der.257 Kur’ân-Kerîm Nesefî’nin ifadesiyle hem aklî hem de hissîdir.258 Kur’ân’ın mûci- ze oluşu iki cihetledir:                                                              252 el-Kehf 19/42 253 el-Kehf 19/52 254 Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 106 255 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 48 256 Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 106; Bulut, H. İbrahim, “Mûcize”, DİA, İstanbul 2005, XXX, 350; 257 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s.33 258 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 511 54 1. İcâzı, lafzı, nazmı ve az sözlerle çok mana ifade etmesidir.259 Sözü kısa ve çabuk söylemek anlamındaki “ve-ce-ze” kökünden gelen icâz; az, öz, kısa ve özlü konuşma, az sözle çok mana anlatma, eşsiz olma demektir. İcâzü’l-Kur’ân, Kur’ân’ın veciz ve özlü oluşuna, kelime ve cümlelerinin derin ve eşsiz anlamlar taşımasına, içerdiği manaları en az lafızla ifade etmesine ve eşsizliğine denir.260 İcâz, Kur’ân-ı Kerîm’in erişilmez üstün- lüğünü ifade eder. 2. Mânâ cihetiyle mûcize oluşu yani onun geçmiş ve gelecekten haberler vermesi- dir. Meselâ, Allah’ın “İnşâallah emniyet içinde, Mescid-i Haram’a gireceksiniz.”261 sö- zü gerçekleşmiştir. Yine Allah’ın “ Ey Rasûlüm! Yahudîlere söyle: Eğer cennet diğer insanlara ait ol- mayıp Allah tarafından size has kılınmış ise ve bu konudaki sözünüzün doğru olduğuna güveniyorsanız, ölümü temennî ediniz.”262 sözüne karşılık, Yahudiler Tevrat’ta ölümü istedikleri vakit ölecekleri bilgisini görünce, ölümü istemekten vazgeçtiler. Kur’ân bunu şöyle haber verir: “Elbette hiçbir zaman ölümü temennî edemezler.” 263 Hz. Peygamber Hristiyanları da lânetleşmeye davet etmiş, onlar bundan kaçınmışlardır. Çünkü onlar bunu yaptıklarında öleceklerini İncil’den öğrenmişlerdi. Allah Teâlâ bu lânetleşmeyi “Şöyle de: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı , bizleri ve sizleri çağıralım, sonra duâ edip yalvaralım Allah’ın lânetini yalancıların üzerine okuya- lım.”264 âyetiyle bize haber veriyor. 265 Allah Teâlâ, daha önce gelen ve daha sonra gelecek olan toplulukların haberlerinin doğruluğunu şöyle ifade eder: “Bu anlatılanlar, muhakkak ki doğru ve hak olan haber- lerdir ve Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.”266 Hz. Peygamber hiç kimseden ilim öğrenmemiş, hiçbir kimseyle de ders almak ve bilgi edinmek için bir arada bulunmamıştır. Böylece O’nun vermiş olduğu haberlerin                                                              259 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s.33 260 İsmail Karagöz, “İcâzü’l-Kur’ân”, Dinî Kavramalar Sözlüğü, DİB Yay., Ankara 2006, s. 291 261 el-Fetih, 48/27 262 el-Bakara, 2/94 263 el-Bakara, 2/95 264 Âl’i-İmran, 3/61 265 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 33 266 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 34 55 Allah’tan ve Kur’ân’dan olduğu apaçık ortadadır. Bu sebepten O’nun (s.a.s.) getirdiği emir ve nehiylere uymak gerekir.267 Ayrıca Kur’ân’ın bir benzerinin getirilmesi bir be- şerin tâkatinin üzerindedir.268 b. Hz. Peygamber’in Durumuyla İlgili Mûcizevi Deliller Nesefî Hz. Peygamberin durumuyla ilgili olanları dört kısma ayırır. 1. Kavmiyle ilgili hususlar: Hz. Peygamber’in kavmi okuma yazma bilmeyen, ümmî ve câhil bedevîlerden başka kimsenin olmadığı bir çölde yaşıyordu. O kısa süren Şam yolculuğu hariç kavminin yanından hiç ayrılmamıştır. Ayrıca Mekke’ye Ehl-i Ki- tap râhipleri ve geçmiş ümmetlerin şeriatlarının âlimleri de gelmediler. Dolayısıyla O’nun önceki dinlerden ve şeraitlerden etkilenip bilgi edinme imkânı yoktu.269 2. Hz. Peygamber’in daha önce bir hazırlığı olmadan, yapmacıksız bir tarzda, ola- ğan üstü bir güzellikte kelâm getirmesidir. İnsanın tabiatında hazırlıksız, çeşitli öğrenim aşamalarından geçmeden birden bire, insanları hayrete düşürecek kadar olağan üstü bir söz söyleme özelliği yoktur. 3. Hz. Peygamber’in zayıf, fakir, yokluk içinde olduğu ve kendisine yardım edecek ve destek verecek olanların da çok az olduğu bir zamanda, başta kendi kavmi O’na düşmanlık etmesine rağmen, dünyaya meydan okuması ve kendisine karşı çıkan herkese savaş açması, onun getirdiği Kur’ân’ın kendisinden değil,ilâhî bir kaynaktan olduğunu gösterir.270 4. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ görevini yaparken tahammülü çok güç olan me- şakkatlere katlanması, bütün bu zorluklara rağmen bıkmadan usanmadan davasını de-                                                              267 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 34 268 “Ey Rasûl’üm! De ki: Yemin olsun ki, eğer insanlar ve cinler Kur’ân’ın benzerini getirmek üzere top- lansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar yine de onun bir benzerini getiremezler.” el-İsrâ, 17/88  269 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 493 270 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 494 56 vam ettirmesi, servet ve makam teklif edilmesine rağmen kabul etmemesi gibi hususlar da O’nun peygamberliğinin apaçık delillerindendir.271 c. Hz. Peygamber’in Nesebi İle İlgili Olanlar Hz. Muhammed (s.a.s.) Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in soyundandır. Hz. İsmail’in neslinden, başka nebî veya rasûl gelmemiştir. O Hz. İbrahim’in duasıdır.272 Aynı za- manda anne ve babası soylu ve köklü bir aileden geliyordu. Hz. Peygamber’in pak ne- sebi de peygamberliğinin delilidir.273 d. Hz. Peygamber’in Duâlarıyla İlgili Olanlar Hz. Peygamberin duâlarının ve bedduâlarının kabul edilmesi O’nun peygamberliği- nin bir başka delilleridir.274 e. Hz. Peygamber’in Geleceğine Dair Müjdeler Daha önceki kitablarda ve geçmiş ümmetlerde O’nun geleceğine dair verilen haber- ler ve müjdeler de Hz. Muhammed’in peygamberliğinin delilleridir.275 B. HİSSÎ MUCİZELERİ Hissî mûcizeler, Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’in elinde meydana getirdiği, in- sanların gözü önünde ve âdetin dışında vuku bulan hayret verici olaylardır. Bunlar sayı- lamayacak kadar çoktur. Nesefî bu hissî mûcizeleri üç kısma ayırır.276 a. Zâtı Dışında Vuku Bulan Mûcizeler: Ayın yarılması,277 taşın selâm vermesi,278 çok sayıda insanın az olan sudan içip kanması, parmaklarından suyun akması,279 kütü-                                                              271 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 495 272 “ Ey Rabbimiz! Onların içinden öyle bir rasûl gönder ki, kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin. Muhakkak ki Aziz sensin, Hakîm sensin!” el-Bakara, 2/129 273 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 495,496 274 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 496, 497 275 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 497, 498 276 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 487 277 Buhârî, “Menâkıb”, 27 278 Müslim, “Fedâ’il”, 2 279 Buhârî, “Şurût”, 15 57 ğün inlemesi,280 devenin şikâyeti, kızartılmış koyunun şikâyeti,281 peygamberlikten önce bir bulutun onu gölgelemesi gibi mûcizeleridir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hissî mûcize- leri sayılamayacak kadar çoktur.282 Nesefî “Devenin şikâyeti, koyunun konuşması ve kütüğün inlemesi gibi hissî mûcizelerin, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından haber verildiğini ifade eder. Bu tür mûcizeler böyle bir topluluğun rivayetine dayandığından, herkesin bizzat görmüş gibi inanması gerekir.283 Hissî mûci- zeler Hz. Peygamberin yaşadığı zaman ve mekânla sınırlıdır.284 b. Zâtında Vuku Bulan Mûcizeler: Hz. Peygamber’in ortaya çıkıncaya kadar ne- silden nesile intikal eden nuru, omuzları arasındaki mührü, orta boylu olmasına rağmen iki uzun boylunun arasında durduğunda ikisinden de uzun görünmesi, aya ve O’na ba- kıldığında yüzünün aydan daha parlak olması, vücudunun miskten daha güzel kokması, teninin ipekten daha yumuşak olması gibi mûcizeleri zâtında gerçekleşen mûcizelerden- dir. Peygamberimizin teri alınır ve güzel koku olarak kullanılırdı. Vücut yapısı o kadar güzeldi ki daha önce hiç kimse böyle yaratılmamıştır. Firâset âlimlerinin hepsi, bu kadar özel niteliklerin bir insanda bir araya gelmesinin pek nadir olduğunu ifade ederek, bu sıfatların seçkin bir insana işaret ettiği hususunda görüş birliğine varmışlardır. Böylece Hz. Peygamberin sâdık olduğu, yalancı olmadığı ispatlanmış olur.285 c. Ahlâkıyla ilgili Mûcizeleri: O’nun asla yalan söylememesi, hiçbir zaman düş- manlarından korkmaması ve kaçmaması, güzel ahlâk ve şemâile sahip olması, cömert olması, dünya malında gözü olmaması, makam düşkünü olmaması, hilm sahibi olması, kimseyi kandırmaması, insanlarla ağız dalaşına girmemesi, kimseye çirkin söz söyle- memesi, yüksek sesle konuşmaması, parlak bir zekâya sahip olması gibi hasletler Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ilgili mûcizeleridir. Bunlar pek çok olduğu için sadece bir kaçı- nı zikretmiş olduk. Bütün bu ahlâk ve şemâile ait güzel nitelikler O’nda hayatı boyunca devam etmiştir. Bu da O’ndaki güzel ahlâkın fıtrî ve tabiî olduğunu gösterir. Çünkü fıtrî                                                              280 Buhârî, “Menâkıb”, 25 281 Müslim, “Selâm”,18 282 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 48; Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 487 283 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 492 284 H. İbrahim Bulut, “Mûcize”, DİA, İstanbul 2005, XXX, s. 350 285 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 488 58 ve tabiî olmayan nitelikler kalıcı olamazlar. O’nun her zaman bu hal üzere devam etme- si, bunların Allah vergisi olduğuna delildir.286 Hz. Peygamber’in bedeninde ve ahlâkında bütün bu özelliklerin toplanmış olması olağanüstü bir durumdur. Her ne kadar bu özelliklerin birinin yada bir kısmının bazı insanlarda bulunması mümkün ise de hepsinin bir insanda toplanması âdete aykırıdır. Çünkü Allah’ın bu güzel nitelik ve özellikleri, kendi aleyhinde yalanlar uyduracak, pey- gamber olarak gönderildiğini yalandan iddia edecek birinde cem etmesi hikmet açısın- dan düşünülemez. Eğer bu mümkün olsaydı, mütenebbînin mûcize göstermesi imkân dahilinde olurdu.287 5. MÛCİZE VE KERÂMET FARKI Kerâmet sözlükte: “iyi, ahlâklı ve cömert olmak” anlamlarına gelir. Aynı zaman da kerâmet, “kerem” gibi masdar olup “iyilik, cömertlik” manasında isim şeklinde de kul- lanılır. Terim olarak ise: “Allah’ın velî kullarının elinde zuhur eden olağan üstü olaylar- dır.” Kerâmet aynı mûcize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan sıra dışı bir olay olup mahiyeti itibariyle mûcizeden farklı değildir. Mûcizeler peygamberlerden, kerâmet ise ona bağlı velîlerden zuhur eder.288 Nesefî eserlerinde289 “kerâmet” konusunu işlerken Mu’tezile’nin bu konuyla ilgili görüşünü açıklayarak başlar. Mutezile’ye göre: “Evliyanın kerâmeti bâtıldır. Peygam- berlerin mûcizeleri ise sabit ve sahihtir.290” Nesefî, Mu’tezile’nin “kerâmetin mümteni olduğu” yolundaki iddiasını şu şekilde delillendirdiğini ifade eder:                                                              286 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 489, 490; Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d- Din, s. 50 287 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 50 288 Uludağ, Süleyman, “kerâmet”, DİA, XXV, s. 265 289 Tabsıratu’l-Edille, I, s.536; et-Temhîd fî Usûli’d-Din, s. 51; Bahru’l-Kelâm, s. 31, 32  290 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 31, 32 59 1. Peygamberle mütenebbînin ayırt edilmesi insanlar için önemli olmasına karşılık, velî ile velî olmayanın bilinmesine bir ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla tabiat üstü olaylar peygamberi tanımak ve peygamberle yalancı peygamberin ayırt edilmesi içindir. 2. Şayet evliyanın kerâmetinin sabit olduğu söylenirse, peygamberlerin mûcizeleri bâtıl olur. Böylece peygamberler ile veliler arasında fark kalmaz, bu da kabul edile- mez.291 Nesefî, Mu’tezile’nin delillerini sunduktan sonra, Ehl-i Sünnet Âlimleri’nin kerâ- metin sübûtuyla ilgili haberlerin şöhret bulması ve anlatılan hikâyelerin (rivayet ve kıs- sa) çok olması sebebiyle kerâmeti mümkün gördüklerini ifade eder. Bu rivayetlere şun- ları örnek gösterir: a. Hz. Süleyman’ın (a.s.) arkadaşının (Asaf) Belkıs’ın arşını (tahtını) göz açıp ka- payıncaya kadar getirmesidir.292 b. Hz. Ömer’in Medine’de mimberde iken Nihavent’teki ordusunu görmesi ve “ Ey Sariye dağa çekil” demesi ve Sariye’nin takriben beş yüz fersahlık mesafeden onu duya- rak dağa çekilmesi ve böylece düşmana galip gelerek büyük bür zafer kazanması. c. Halid b. Velid’in zehir içmesi ve ondan zarar görmemesi. d. Hz. Ömer’in Nil nehrine bir mektup göndermesi ve nehrin bir daha taşmaması.293 e. Ashab-ı Kehf’in kıssası ki, onlar mağaradan çıktıkları zaman, saçları uzamamış, elbiseleri parçalanmamış ve sanki onlar uyuyan insanlar gibiydiler.294 f. Tabiiyyûn ve Salihlerden bir çok kerâmet rivâyet edilmiştir ki saymakla bit- mez.295 Nesefî Mu’tezile’nin iddialarına cevap olarak görüşlerini şöyle açıklar: Mu’tezile’nin “ Velîlerin kerâmetini kabul etmek peygamberlerin mûcizelerini batıl hale                                                              291 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 536 292 en-Neml 27/40 293 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s.536 294 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 32 295 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s.536 60 getirir.” iddiası temelsiz bir düşüncedir. Aslında velînin her bir kerâmeti tabi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmetin zuhuruyla, kişinin velî olduğu ortaya çıkar. Velî olması da, onun dininde hak üzere olduğunu gösterir. Bu da velînin peygambere tam anlamıyla tabi olması demektir. Böylece peygamberin tebliğ ettiği dinin doğru olduğu sabit olur.296 Nesefî Mu’tezile’nin “Kerâmeti kabul edersek mûcizeyle karışır peygamber ile velî arasında fark kalmaz.” şeklindeki iddiasına şöyle cevap verir: Kerâmet ile mûcize birbi- rine karışmaz çünkü mûcize peygamberlik davasının ardından ortaya çıkar. Velî, pey- gamberlik iddia etse o anda kâfir olur ve Allah düşmanı olur. Böyle bir kimseden de olağan üstü bir olay sadır olmaz. Eğer velîlik iddia etse, hemen anında velîlikten düşer. Ayrıca peygamber olan kimse mûcizesini gizlemez, bilakis ilan eder. Velî ise kerâmeti- ni gizlemeye çalışır. Fakat peygamber yaptığı işin (mûcize) sonucundan emin kılındığı için hüsn-ü hâtime garantisi vardır ve masumdur. Ancak velî için durum böyle değil- dir.297 Nesefî, mûcize ile kerâmet arasındaki farkları şu şekilde ifade eder: a. Mûcize peygamberlere mahsustur. Peygamberlerin elinde zuhur eden bu âdet dışı olayı bütün insanlar görebilir. Kerâmet ise velîler içindir. Kerâmeti kendi gibi velî olan- lar görebilir, fâsıklar göremez. b. Peygamber mûcize göstermek istediği zaman Allah’a dua eder ve Allah da ona güç verir. Böylece mûcize peygamberin elinde her zaman gerçekleşir. Kerâmet ise belir- li vakitlerde gerçekleşir. Allah tarafından velîyi itaate teşvik için gösterilir. c. Peygamber elinde zuhur eden olayın mûcize olduğunu kabul eder ve bilir. Zaten, öncelikle onun Allah tarafından mûcize olduğunu kabul etmesi ve sonra da başkalarına göstermesi gerekir. Çünkü onun mûcizeliğini inkar ederse kâfir olur. Kerâmette ise, velî                                                              296 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 537 297 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 537 61 zuhur eden olay veya olgunun kerâmet olduğunu söylemez. Bilakis onun mü’minlerden birisinin kerâmeti olduğunu söyler.298 Nesefî olağan üstü olayları dört sınıfa ayırır: 1. Mûcize: Peygamberlerde görülür. 2. Kerâmet: İnsanlardan velî olanların elinde zuhur eder. 3. Maûnet: Peygamber ve velîlerin dışındaki normal insanlarda ilâhî yardım şeklin- de görülen bir haldir. 4. İhânet: Sihirbazlarda görülen olaylardır.299 Nesefî birçok klasik kelam eserlerinde olduğu gibi kerâmet konusunu mûcize ile birlikte ele alır. Mûcize ve kerâmet hakkında mukayeseli bilgiler verir. Daha sonra da mûcize ve kerâmetin farkını ortaya koyar. Mu’tezile’nin kerâmet ile ilgili iddialarına akılcı bir şekilde cevap verir. Öncelikle mûtezilenin konuyla ilgili delillerini ortaya ko- yar ve herkesin anlayabileceği bir şekilde delillerini çürütür. Netice olarak Mu’tezile’nin kerâmetle ilgili düşüncelerini yersiz bulur.                                                              298 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Bahru’l-Kelâm, s. 32 299 Ebu’l-Mûin en-Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, I, s. 538 62 SONUÇ “Ebu’l-Muîn en-Nesefî’de Peygamberlik ve Mûcize” adlı bu çalışmamızda Nesefî’nin peygamberlik ve mûcize ile ilgili görüşlerini konu sistematiği içerisinde in- celemeye çalıştık. Nesefî’ye göre ‘peygamberlik ve mûcize’ kavramlarının sözlük ve terim anlamları, diğer kelâm âlimlerinin açıklamalarıyla paralellik arzetmektedir. Nesefî, Allah’ın varlığını, birliğini ve her şeye yetkin olduğunu kabul etmeyenlerle peygamberlik müessesesi üzerine konuşulamayacağını ifade eder. Ona göre, öncelikle onlara Allah’ın varlığının ispat edilmesi gerekir. Nesefî’de, Maturîdî ve diğer kelâmcı- lar da olduğu gibi peygamberliğin imkânını Allâh’ın varlığına bağlama düşüncesi var- dır. Bu da bize peygamberlik müessesesinin doğrudan ulûhiyet konusuyla ilgili olduğu- nu gösterir. Nesefî’ye göre peygamber göndermek, Allah için zorunlu değil mümkündür. Eğer peygamberlik Allah için mümkün olmazsa “O’nun peygamber göndermeye muktedir olmadığı” manasına gelir ki bu da Allah’ın kudretiyle asla bağdaşmaz. Akıl vâcib ile mümteni hakkında zorlanmadan rahatlıkla karar verebilir. Fakat akıl mümkün hakkında olumlu veya olumsuz bir karara varamaz. Peygamberlik müessesesi insanları iki dünya mutluluğuna ulaştırması için gerekli bir kurumdur. İnsan, yaratılış itibariyle birçok ye- tenek ve meziyete sahip olmasına rağmen zayıf iradeli, duygusal, olaylardan çabuk etki- lenen, inkâr etmeye ve kötülük yapmaya meyyâl bir varlıktır. Bu sebepten insana, haya- tının her döneminde, düşüncesinde ve amelinde onu hakka ve hayra yönlendirecek reh- berlere ihtiyacı vardır. Nesefî peygamberliği temellendirirken hikmet konusuna son derece önem vermiş ve bunu eserlerinde vurgulamıştır. Allâh’ın (CC) yetkin bir varlık olduğu ve bütün fiil- lerinde hikmetli iş yaptığı sık sık ifade edilmiştir. Nesefî –eserlerini incelediğimizde- bir çok konuda olduğu gibi peygamberlik konusunu da hikmet açısından ele almıştır. Pey- gamberlerin gönderilmesini Allâh’ın hikmetinin gereği olarak yorumlamıştır. Allâh’ın emir ve yasaklarını da hikmet açısından değerlendirmiştir. Peygamberlerin temel hedefi insanlar arasında adaleti gerçekleştirmektir. Onlar in- sanlara Allah’ı anlatmak ve tanıtmak, O’na ibadet etmelerini sağlamak, dünya ve ahiret mutluluğunu temin etmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak kısaca insanlara Al- 63 lâh’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmek için gönderilmişlerdir. Ayrıca peygamberler in- sanları müjdelemek ve korkutmak suretiyle aralarında adaleti tesis edecek kanunları onlara bildirmek, insanları hidayete ulaştırmak ve ahretteki sorgulama esnasında maze- reti ortadan kaldırmak için gönderilmişlerdir. Nesefî’ye göre peygamberlik insanın so- rumluluk yüklenebilmesi için olmazsa olmaz bir kurum olarak ele alınır. Nesefî peygamberliği temelledirirken mezhep önderi Mâtürîdî’nin ortaya koyduğu tespitleri detaylandırır ve aklın temel bazı şeyleri bilebileceğini kabul eder. İnsanın ha- yatını devam ettirebilmesi için kâinatta bulunan gıda maddelerine ihtiyaç duyar. Hangi- sinin faydalı yada faydasız olduğunu ancak denemeyle bilebileceğini ifade eder. Böyle bir tecrübe de ölümlere sebebiyet verebilir. Kâinattaki bu gıdaların ilaç yada zehir oldu- ğu akılla bilenemez. Bunları insanlara açıklayacak bir rehbere ihtiyaç vardır. Bu akıl yürütmeyle peygamberliğin ispat edilmeye çalışılması, insanlığın ilk dönemleri dikkate alınarak değerlendirilirse isabetli kabul edilebilir. Bilim ve teknolojinin, tabiî ilimlerin ve laboratuar imkânlarının son derece geliştiği günümüzde, bu tarzda peygamberliğin ispat edilmeye çalışılması tutarlı gözükmemektedir. Nesefî’ye göre akıl Allâh’ı bulmaya yetse bile peygamber gönderilmesi hikmet dışı değil bilakis inâm ve lütûftur. Ayrıca Nesefî insanların akıl seviyeleri ne olursa olsun vahye ihtiyaçları olduğunu ifade eder. Nesefî eserlerinde bazı peygamberlik karşıtı akımların delillerine yer verdikten son- ra, onlara akılcı cevaplar vererek delillerini çürütür. Nesefî, bir çok kelâm âlimi gibi peygamberliği mûcize ile temellendirir ve pey- gamberlik iddiasında bulunan kişiden nübüvvetini ispat etmesi için mûcize istenileceği- ni ifade eder. Nesefî’ye göre mûcize mümkündür. Nesefî kerâmet konusunu mûcize ile birlikte ele alır. Mûcize ve kerâmet hakkında mukayeseli bilgiler verir. Daha sonra da mûcize ve kerâmetin farkını ortaya koyar. Mu’tezile’nin kerâmet ile ilgili iddialarına akılcı bir şekilde cevap verir. 64 BİBLİYOĞRAFYA El-ACLÛNÎ, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Daru’l İhyâ, Beyrut( h.) 1351, I, ADAM, Hüdaverdi, “Nübüvvete Dair İki Mesele Nebi ile Rasûl Arasındaki Fark ve Ka- dının Peygamberliği” Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı.1 1996 --------------------------, “Nübüvvet”, Bahar 2001, sayı 74; http//www.Koprudergisi.com/index.asp? AHMET B. HANBEL, “Müsned”, I-VI, İstanbul 1982 El-BAĞDÂDÎ, Ebû Mansur, el-Fark Beyne’l-Fırak, “Mezhepler Arasındaki Farklar” (trc.Ethem Ruhi Fığlalı), TDV yay., Ankara 1991 CAN, Mustafa, “Mâtürîdî’ye Kadar Nübüvvete Karşı Çıkanlar ve Mâtürîdî’de Nübüvvet Anlayışı”, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi S.B.E.,İstanbul, 1997 CERRAHOĞLU, İsmail, “Tefsir Usulü”, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1997. ÇAĞATAY, Neşet, İ. Agâh Çubukçu, “İslam Mezhepleri Tarihi”, Ank. 1985, DEVELİOĞLU, Ferit, “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat”, 23. Baskı, Aydın yay, Ankara, 2006 EBÛ HANİFE,” el-Fıkhu’l Ekber”, Aliyyül-Kârî Şerhi, (trc. Yunus Vehbi Yavuz), Çağrı yay. İstanbul 1979 EBU’L MUÎN En-NESEFÎ, “Tabsıratu’l-Edille”, (tah. Claud Salame), Damas 1990 --------------------------, “et-Temhîd fî Usûli’d-Din”, (tah. Dr. Abdü’l-Hay Kâbil, Daru’s- Sekafe, Kâhire 1987 --------------------------, “Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslâm”, Meşrıkı İrfan matbaası, Konya (h.) 1329 GAZZÂLÎ, “İhya’u Ulumi’d-Din”, (nşr., Muhammed Ali Beydun), Daru’l Kutubi’l İlmiye, Beyrut 2001 --------------------------,(trc., Salih Uçan), “el-Munkızu Mine’d-Dalel Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler”, 2. Baskı, Kayıhan yay., İstanbul, 1997 -------------------------, “el-İktisad fi’l İtikad,İtikad’da Orta Yol”, (trc. Kemal Işık), An- kara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., 1971 65 GÖLCÜK, Şerafeddin ve Süleyman Toprak, “Kelam”, Tekin kitabevi, II. Baskı, Konya 1991 -------------------------, “Kur’an ve İnsan”, Esra Yayınları, Konya 1996 KADRİ, Hüseyin Kazım “Yalvaç” Türk Lügati, TDK, Cumhuriyet Mat- baası, İstanbul 1943, IV KARADAŞ, Cağfer, İslâm Düşüncesinde Âhiret, Bursa 2008 IŞIK, Kemâl, “Kelâm Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik Anlayı- şı”, fütüvvet Yay., İstiklâl Matbaası, Demetevler/Ankara 1980 (doçentlik tezi) İBRAHİM Mustafa, Ahmed Hasan Ziyad, el-Mu’cemu’l-Vasîd, Çağrı Yayınları, Çe- vik Matbaacılık, İstanbul 1989 İSFEHÂNİ, Rağıp, “El-Müfredeat”, İstanbul 1986 KILAVUZ, A. Saim, İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş, Ensar Neşriyat, İstan- bul 2009 KARAMAN, Fikret, “Dini Kavramlar Sözlüğü”, DİB Yayınları, Ankara 2006 İBN-İ MANZUR , Muhammed b Mükerrem; Lisanu’l Arap, daru’l fikr, Beyrut 1990 MEVLÂNÂ, Celâleddîn Rûmî, “Mesnevî”, I-VI, (trc. Veled İzbudak), Mili Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990 --------------------------,Fîh-i Mâfîh, (trc. Meliha Ülker Ambarcıoğlu), M.E.B, Yayınları, İstanbul 1990 En-NEVEVÎ, Muhyittin; “el-Minhaç”, (sahihi Müslim şerhi), Daru’l Marife, Beyrut 1995 ÖZERVARLI, M.Sait, “Kelâmda Yenilik Arayışları”, İSAM Yay., İstanbul 1998 Er-RÂZÎ, Fahreddin, “Mealim Usuli’d-Din” (İslam İnancının Ana Konula- rı), Terc. Nedim Macit, İhtar Yay., Erzurum 1996 ------------------------, “Tefsiri Kebir”, (Terc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kı- lıç, C. Sadık Doğru), AkçağYay., Ankara 1988 66 Es-SÂBÛNÎ, Nûreddin, “Mâtürîdiyye Akaidi”,( terc. Bekir Topaloğlu), DİB İlmi Eserler, Ankara 1995 SARI, Mevlüt, “el-Mevârid”, Arapça-Türkçe Lûgat, Bahar Yay.,ts. TEFTAZÂNÎ, “Şerhu’l-Akâid”, (nşr. Muhammed Adnan Derviş), Dımaşk ts. TOPALOGLU, Bekir, “Kitabü’t Tevhid Tercümesi”, iSAM Yay.,Ankara, 2003 Et-TÛSÎ, Nasîr’ud-dîn, “Risâlet’ün fî Kavâid’il-Akâid”, (tah. eş-Şeyh Ali Hüseyin Hazım), Lübnan 1992 ULUDAĞ, Süleyman, “İslam’da İnanç Konuları ve İ’tikadi Mezhebler”, İstanbul 1996 ÜNAL, Ali, “Kur’an’da Temel Kavramlar”, Beyan Yayınları, İstanbul 1990 YAVUZ, Salih Sabri, “İslâm Düşüncesinde Nübüvvet”, İnsan Yay., Merter/İstanbul ts. YAVUZ, yusuf Şevki, “Peygamberlik Müessesesi ve Peygamberler”, İs- lam’da İnanç Esasları”, İstanbul 1999 YAZIR, M. Hamdi (Elmalılı), “Hak Dini Kur’an Dili”, Azim Dağıtım, İstanbul ts. YEĞİN, Abdullah, “Yeni Lûgat”, Hizmet vakfı Yay., Tâlat Matbaacılık, İstanbul 1991 67 ÖZGEÇMİŞ ALİM ÇAKIR Doğum Yeri ve Yılı: KEÇİBORLU-1970 Öğr. Gördüğü Kurumlar: Başlama Yılı Bitirme Yılı Kurum Adı Lise: 1981 1988 Keçiborlu İmam Hatip Lisesi Lisans: 1989 1995 Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans: 1996 2010 Doktora: Medeni Durum: Evli :İngilizce Bildiği Yabancı Diller ve Düzeyi: İngilizce orta düzey, arabça iyi :Arapça Çalıştığı Kurum (lar) : Başlama ve Ayrılma Tarihleri Çalışılan Kurumun Adı Diğer: Özel okullar 04/ 03/ 2010 Alim ÇAKIR 68