T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI         SEYRÜ SÜLÛK ÇERÇEVESİNDE MÜRİD VE MÜRŞİD KİMLİĞİ YÜKSEK LİSANS TEZİ MUHAMMET COŞKUN BURSA 2018   T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI         SEYRÜ SÜLÛK ÇERÇEVESİNDE MÜRİD VE MÜRŞİD KİMLİĞİ YÜKSEK LİSANS TEZİ Muhammet COŞKUN Danışman: Prof. Dr. Abdurrezzak TEK BURSA 2018 ÖZET   Yazar : Muhammet COŞKUN Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Temel İslâm Bilimleri Bilim Dalı : Tasavvuf Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Sayfa Sayısı : XİV+127 Mezuniyet Tarihi : …./… /2018 Tez Danışmanı : Prof. Dr. Abdurrezzak TEK SEYRÜ SÜLÛK ÇERÇEVESİNDE MÜRİD VE MÜRŞİD KİMLİĞİ İslam dinini ideal bir şekilde hayata uygulama metotlarından biri olarak ortaya çıkan tasavvuf, hicri II. asrın sonlarından beri İslam’ın bütün insanlığa ulaşmayı hedefleyen ebedi kurtuluş davetine her devirde yeniden ruh vererek canlılığını korumuş ve korumaktadır. Sıradan bir insana, Allah'ın istediği “kâmil insan” modelini gerçekleştirmesi için adeta bir merdiven oluşturmuş ve aşılması gereken evreleri basamak basamak göstermiştir. Bu sürece seyrü sülûk adı verilmiş olup, bunu gerçekleştirebilmek için o süreçten geçmiş ve nasıl geçileceği konusunda tecrübe sahibi olan rehberlerin yol göstericiliği ile somut bir fırsat sunulmuştur. Bu kılavuzluğa irşad adı verilmiş olup irşadı gerçekleştirenlere tarihi süreçte delîl, üstâd, şeyh, sûfî gibi farklı isimler verilmiş olmakla birlikte yine irşad kavramından hareketle mürşid isminde karar kılınmış gibidir. Bir mürşid eliyle irşad edilmek isteyenlere mürid adı verilmiş olup, onların bu isteklerine de irade denmiştir. Hem müridin hem de mürşidin amaçlarını gerçekleştirmede uyacakları kurallara ise edep denilir. Mürşid ile müridi buluşturan irşad, tasavvufun merkezi kavramları arasında öne çıkmıştır. Hemen her devirde oldukça popüler bir konu olan mürşidleri tanıyabilme meselesi, günümüzde de insanlar tarafından oldukça merak edilen bir konu olmaya devam etmektedir. Bu çalışmada mürid ve mürşidin özellikleri, seyrü sülûk süreci etrafında ve ilk dönemden günümüze kadar ki belli başlı kaynaklarda yer alan veriler bir araya getirilmek suretiyle yeni bir kompozisyonla sunulmaya çalışılmıştır. Anahtar kelimeler: İrşad, irade, mürid, mürşid, seyrü sülûk, tasavvuf vi    ABSTRACT Name / Surname : Muhammet COŞKUN University : Uludağ University Institution : Institute of Social Sciences Master of Science : Basic Islamic Sciences Science Fellow : Tasavvuf Degree Awarded : M.A. Page Number : XİV+127 Degree Date : …./… /2018 Supervisor : Prof. Abdurrezzak TEK MURID AND MURSHID RELATIONSHIP WITHIN THE FRAMEWORK OF SEYRÜ SÜLÛK Sufism that emerged as one of the methods for adopting Islam into the actual life in an ideal manner has preserved and is continuing to preserve its vitality by providing a new spirit to the eternal salvation invitation of Islam since the end of the 2nd century. It has become almost a ladder for the ordinary human being for actualizing the “perfect human being” model desired by Allah thus indicating the stages to be passed step by step. This process has been known as seyrü sülûk and an opportunity has been provided by way of guides who have passed through those stages and are experienced in how to do so. This guidance is called irşad and even though those who have performed irşad have been known throughout history with different names such as delîl, üstâd, şeyh, sûfî; the term of murshid was decided upon based on the concept of irşad. Those who wish to walk on this path guided by a murshid have been called as murid and their desire to do so has been named as irade (will). Edep (good manner) is the name given to the rules that both murid and murshid should abide by while striving to reach these goals. Guidance (irşad) which brings together the murshid and murid has come to the forefront as one of the central concepts of Sufism. The issue of recognizing murshids which has been a quite popular subject in almost all periods of time continues to be a matter of interest for the people of our day. The objective of this study was to present the characteristics of murids and murshids by bringing together the data in various sources as well as within the framework of the concept of seyrü sülûk. Keywords: Guidance (irşad), will (irade), murid, murshid, wayfaring (seyrü sülûk), Sufism vii        ÖNSÖZ   Tasavvuf, İslam dininin çizdiği, özellikle ahlaki yönden üstün vasıflara sahip mümin portresine insan-ı kâmil adını vererek, bu hedefe ulaşmak isteyen taliplere amaca uygun bir yol sunma teziyle ortaya çıkmıştır. Kâmil bir mümin olma hedefine ulaştırmak için talipleri çeşitli aşamalardan geçirerek ahlaki yönden mükemmelleştirmeyi amaçlayan sistemli bir yol kurmuş ve bu sistemli yürüyüşe seyrü sülûk adını vermiştir. İnsanın manevi terbiyesinin gerçekleşmesinde zikir, hizmet, sohbet gibi yöntemler geliştirmiştir. Tarih boyunca insanı kâmil portresini ortaya koymakta önemli başarılar ortaya koyan ve koymaya devam da eden tasavvufi terbiye sistemi, kendi içinde gelişmekte ve kurumsallaşmakta başarılı bir serüven geçirmiş, her durum ve şartta kendi reçetesini taliplilerine sunabilmiştir. İslam tarihinin her devrinde ve her ortamında tasavvufî terbiye etkisini göstermiş ve inkâr edilemez bir konum edinmiştir. Mürşid-i kâmiller her devirde ilgi ve eleştiri konusu olmuştur. Bu kişilerin ne tür bir terbiye sürecinden geçtikleri, konumlarını elde ediş şekilleri, sahip oldukları manevi hayat, dünyevi konularla olan ilişkilerini hangi çerçevede belirledikleri, tanınma yöntemleri, dini konumlarının hangi ölçülerle tespit edileceği gibi soruların cevapları hep dikkati çekmiş ve çekmeye devam edecektir. Bu çalışmada, mevzubahis sorulara cevap olabilmek adına, tasavvufî terbiyenin odağındaki mürşid ile irşadının muhatabı olan müridin kimliğini ortaya koyabilmek hedeflenmiştir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere, ilk dönemden günümüze kadar gelen belli başlı kaynaklar taranarak alakalı kavramlar ve konular bir araya getirilmiş ve yeniden kompoze edilmeye çalışılmıştır. Bu tezde giriş olarak irşad ve alakalı diğer kavramlar hem lügat açısından hem de dinî literatür açısından ele alınmıştır. İlk bölümde seyrü sülûkun tanımı, türleri, metotları ve tasavvufî terbiye yolcusunun bu yürüyüşündeki âdâbı işlenmiştir. Daha sonra ikinci bölümde irşadın muhatabı olan mürid konusuna girilerek irade kavramı, bu kavramın muhatabı olan mürid, özellikleri, terbiye aşamasında aldığı isimler, mürid ile murâd arasındaki fark, müridin seyrü sülûku esnasında ve günlük hayatında uyacağı viii    âdâp sunulmuştur. Üçüncü ve son bölümde ise müminlerin avam ve havas olarak iki kısma ayrılması, havas dairesi içinde yer alan velîlerin sahip oldukları mertebelere göre isim almaları, bunlar arasında irşad vasfına haiz olanlar, ardından tasavvufi terbiyenin kilit şahsiyeti olan mürşid-i kâmil kimliği, kavramsal ve kurumsal konumu detaylıca işlenmiştir. Ayrıca irşad vasfını taşıyan velîler arasındaki ricâlü’l-gayb diye isimlendirilen hiyerarşik yapı da işlenmiş olup, rakamsal ricâl hiyerarşisi de sunulmaya çalışılmıştır. Bu çok uzun ve çok yorucu, ama bir o kadar da eğitici olan çalışmamda bana ilmi ve akademik anlamda desteğini esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Abdurrezzak TEK hocama saygı, muhabbet ve teşekkürlerimi arz ederim. Ayrıca okumaları ile katkıda bulunan değerli dostlarım Serkan DENKÇİ, Muhammed SARIKAYA ve Hasan BULUT’a da âcizane teşekkürlerimi sunarım.   ix        İÇİNDEKİLER   TEZ ONAY SAYFASI ................................................................................................... iii YEMİN METNİ ............................................................................................................. iv YÜKSEK LİSANS İNTİHAL YAZILIM RAPORU ................................................... v ÖZET ............................................................................................................................... vi ABSTRACT ................................................................................................................... vii ÖNSÖZ .......................................................................................................................... viii İÇİNDEKİLER ............................................................................................................... x GİRİŞ ............................................................................................................................... 1 İRŞAD NEDİR ................................................................................................................ 1 I. İRŞAD VE İLGİLİ KAVRAMLAR ........................................................................... 1 A. İrşad ...................................................................................................................... 1 1. Masdar Olarak Kullanılanlar .............................................................................. 1 2. İsim Olarak Kullanılanlar ................................................................................... 2 3. Diğer Kullanımlar .............................................................................................. 2 4. Kur’an’da İrşad Ve Türevi Kavramların Kullanımı ........................................... 3 B. Hidâyet .................................................................................................................. 4 C. İstikamet ................................................................................................................ 5 D. Diğer Kavramlar ................................................................................................... 6 II. İRŞADIN KAYNAĞI VE MUHATAPLARI ........................................................... 7 BİRİNCİ BÖLÜM SEYRÜ SÜLÛK I. SEYRÜ SÜLÛK ......................................................................................................... 8 A. Seyr Türleri Ve Mertebeleri .................................................................................. 9 B. Seyrü Sülûk Yolları Ve Esasları ......................................................................... 11 C. Seyrü Sülûk Engelleri ......................................................................................... 13 II. SEYRÜ SÜLÛK METOTLARI ............................................................................. 14 A. Nefsânî Terbiye Ve Nefis Mertebeleri ................................................................ 14 1. Nefs-i Emmâre ................................................................................................. 15 2. Nefs-i Levvâme ................................................................................................ 16 3. Nefs-i Mülhime ................................................................................................ 18 x    4. Nefs-i Mutmainne ............................................................................................ 19 5. Nefs-i Râziye .................................................................................................... 20 6. Nefs-i Marziyye ............................................................................................... 21 7. Nefs-i Kâmile ................................................................................................... 22 B. Ruhanî Terbiye Ve Letâif-i Hamse ..................................................................... 23 1. Kalp .................................................................................................................. 24 2. Ruh ................................................................................................................... 24 3. Sır ..................................................................................................................... 25 4. Hafî ................................................................................................................... 25 5. Ahfâ .................................................................................................................. 26 III. SEYRÜ SÜLÛK ÂDÂBI ....................................................................................... 27 İKİNCİ BÖLÜM MÜRİD VE İLGİLİ KAVRAMLAR I. İRADE VE MÜRİD ................................................................................................. 28 A. Mürid Ve Özellikleri ........................................................................................... 29 B. Mürid Türleri ....................................................................................................... 31 C. Müridin Terbiyeye Olan İhtiyacı ........................................................................ 32 D. Müridin Âfeti ...................................................................................................... 33 II. MURÂD .................................................................................................................. 34 III. MÜRİDLE BAĞLANTILI KAVRAMLAR ......................................................... 36 A. Mübtedî, Mütevassıt, Müntehî ............................................................................ 36 B. Müteşebbih .......................................................................................................... 36 C. Muhib .................................................................................................................. 36 C. Tâlib .................................................................................................................... 38 D. Müste’nif ............................................................................................................. 38 E. Kâsıd .................................................................................................................... 38 F. Sâlik ..................................................................................................................... 39 G. Sâir, Seyyâr ......................................................................................................... 40 H. Mutasavvıf .......................................................................................................... 40 İ. Derviş ................................................................................................................... 41 J. Fakir ..................................................................................................................... 41 IV. MÜRİDİN SEYRÜ SÜLÛKU ESNASINDA ALDIĞI İSİMLER ........................ 43 A. Zâhid ................................................................................................................... 43 B. Âbid ..................................................................................................................... 46 C. Sâlih .................................................................................................................... 46 V. MÜRİDİN GÜNLÜK HAYATI ............................................................................. 47 A. Tasavvufî Terbiyede Âdâb ................................................................................. 48 1. Müridin Nefsine Karşı Âdâbı ........................................................................... 49 2. Şeyhine Karşı Âdâbı ........................................................................................ 52 3. Allah’a, Kur’an’a, Peygambere Karşı Âdâbı ................................................... 54 xi    4. İhvanına Karşı Âdâbı ....................................................................................... 55 5. Ailesine Karşı Âdâbı ........................................................................................ 57 6. Mahlûkata Karşı Âdâbı .................................................................................... 58 7. Yolun Yabancılarına Karşı Âdâbı .................................................................... 59 8. Yemek Yeme Âdâbı ......................................................................................... 60 9. Yolculuk Âdâbı ................................................................................................ 61 10. Semâ Âdâbı .................................................................................................... 62 B. Çeşitli Meslek Gruplarının Âdâbı ....................................................................... 63 1. Devlet Yöneticisinin Âdâbı .............................................................................. 63 2. Yönetici Yardımcılarının Âdâbı ....................................................................... 63 3. Müftü Ve Vâizlerin Âdâbı ............................................................................... 64 4. Zenginlerin Âdâbı ............................................................................................ 64 5. Çiftçi Ve İşçilerin Âdâbı .................................................................................. 64 6. Ticaret Ehlinin Âdâbı ....................................................................................... 65 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM VELÂYET DAİRESİ VE İLGİLİ KAVRAMLAR I. AVAM-HAVAS AYIRIMI VE HAVAS MERTEBESİNE DAİR .KAVRAMLAR ..................................................................................................................................... 67 A. Velî ...................................................................................................................... 70 1. Velâyet ............................................................................................................. 70 2. Velî ve Özellikleri ............................................................................................ 71 3. Veli – Nebî Üstünlüğü Tartışması ................................................................... 73 B. Sâdık - Sıddîk ...................................................................................................... 74 C. Sâbık .................................................................................................................... 75 D. Melâmetî ............................................................................................................. 76 E. Mukarreb ............................................................................................................. 77 F. Ârif ...................................................................................................................... 78 1. Marifet .............................................................................................................. 78 2. Ârif ve Özellikleri ............................................................................................ 80 3. Ârifin Üstünlüğü .............................................................................................. 81 G. Muvahhid ............................................................................................................ 82 II. RİCÂLÜ’L-GAYB VE HİYERARŞİSİ ................................................................. 83 A. Ricâlü’l-Gayb ...................................................................................................... 83 1. Kutub ................................................................................................................ 83 2. Efrâd ................................................................................................................. 88 3. İmâmân ............................................................................................................. 88 4. Evtâd ................................................................................................................ 89 5. Ebdâl-Büdelâ .................................................................................................... 89 xii    6. Nükabâ ............................................................................................................. 91 7. Nücebâ ............................................................................................................. 92 8. Ahyâr ................................................................................................................ 92 B. Rakamsal Ricâl Hiyerarşisi ................................................................................. 94 III. MÜRŞİD VE İLGİLİ KAVRAMLAR .................................................................. 97 A. Sûfî ...................................................................................................................... 97 1. Sûfî Kelimesinin Kökeni .................................................................................. 98 2. Sûfî Ve Özellikleri ........................................................................................... 99 B. Delîl ................................................................................................................... 100 C. Şeyh ................................................................................................................... 101 D. Mürşid ............................................................................................................... 104 1. Mürşidin Özellikleri ....................................................................................... 105 2. Mürşidliğin Şartları ........................................................................................ 106 3. Mürşidin Gerekliliği ....................................................................................... 108 4. Mürşidliğe Engel Olan Hususlar .................................................................... 109 5. Kemâlât Yönünden Mürşidler ........................................................................ 109 a. Kâmil Mürşid .............................................................................................. 110 b. Mükemmil Mürşid ...................................................................................... 110 6. Sahte Mürşidler .............................................................................................. 110 IV. MÜRŞİD ÂDÂBI ................................................................................................ 112 A. Mürşidin Nefsine Karşı Âdâbı .......................................................................... 112 B. Allah'a Karşı Âdâbı ........................................................................................... 113 C. Müridlere Karşı Âdâbı ...................................................................................... 113 D. Mürşidin Halka Karşı Âdâbı ............................................................................. 115 SONUÇ ......................................................................................................................... 116 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 119 xiii    GİRİŞ   İRŞAD NEDİR I. İRŞAD VE İLGİLİ KAVRAMLAR A. İrşad İrşad kelimesinin kökeni olan r-ş-d kökünden türeyen kelimeleri mastar, isim ve diğer şekillerde gelen kullanımlarını görerek ele almak gerekir. 1. Masdar Olarak Kullanılanlar Rüşd: Hidâyete erme, istikamet bulma anlamındadır. Fıkıh ıstılahında, bir çocuğun sorumluluk (mükellefiyet) çağına erişip, dininde ve malında sâlih olması kastedilir. Zıddı “ğayy”dır. Ayrıca; akıl bâliğ olma (rüşdünü ispat etme, isbât-ı rüşd), doğru yolu bulup sülûk etme, malına ve dinine zarar gelecek yeri bilme, kişinin akıl ve idrakinin kuvvetli olması, doğru düşünecek, bilecek ve ayırt edecek seviyede olma, olgunluk anlamlarında da kullanılır. Beşeri kanunlara göre ise kişinin tasarruf özgürlüğünü kazanacağı yaş olarak ifade edilir. Rüşdünü ispat etmek: Kanun karşısında ergin sayılacak, medeni haklarını kullanacak yaşa gelmiş olmaktır. Raşed: İşi başarma, muvaffak kılınma, kişinin malına ve dinine zarar gelecek yeri bilmesi, akıl ve idrâkinin kuvvetli olmasıdır. İrşâd: Hidâyete erdirme, delâlet etme, doğru yol gösterme, gösterilme, mânen aydınlatma, hak yolunu gösterme, gafletten uyandırma, uyarma anlamlarına gelir. İstirşâd: İrşad edilmeyi istemek, taleb-i hidâyet, Hak yoluna gitmeyi istemek, Hakk’ı aramaktır. Terşîd: Malı güzelce yönetme, en doğru yola yöneltme işi olup, ayrıca hâkimin kişiyi reşîd ilan etmesi de kastedilir. 1    Reşâd: Doğru yola girmek, hak yolunda yürümektir. Ayrıca aklın kuvvetli olması olup, zıddı aptallık anlamında gabâvettir. Reşâdet: Doğruluk, doğru yolda gitme, doğru yolu gösterme, şeyhlik anlamlarına gelen Osmanlıca bir kelimedir. 2. İsim Olarak Kullanılanlar Reşâd: Bir çeşit tohuma verilen isimdir. Reşâde: Kaya, avucu dolduracak hacimde taş anlamında kullanılır. Merâşid: Yol göstergeleri ve onunla istikamet bulunulacak şeylerdir. Reşîde: Farsçada sarık veya kuşak saçağı anlamındadır. Râşid, Râşide: Doğru yolda istikâmet sahibi olan, rüşd sahibi, müstakîm, olgun, hak yolu kabul eden kimsedir. Er-Reşid: Allah Teâlâ’nın esmâ-i hüsnâ’sından; “en güzeli takdir eden, her şeyi, bütün işleri hiçbir yardımcı olmadan, ezelî takdîrine göre yerli yerine koyan ve en doğru şekilde nizâma sokan, nizam ve hikmet üzere sonuca ulaştıran” anlamını taşıyan isimdir. Reşîd, Reşîde: Doğru yolu bulan, doğru yoldan giden, doğru düşünen, doğruyu ayırt edecek seviyede olan, rüşd çağına erişen, ergin, hidâyet bulan, doğru yola sülûk eden, âkil, bâliğ, olgunluk çağına ulaşmış, kânun nazarında haklarını kendi kullanabilecek yaşa gelmiş kimse kastedilir. Ayrıca hayır yoluna delâlet edici mürşid anlamında da kullanılır. Mürşid, Mürşide: Vâiz, rehber, kılavuz, önder, Hak ve hakîkate erişme yolunda mürîdlerine örnek olup, onları irşad ile rehberlik eden kimse, şeyh manalarını taşır. 3. Diğer Kullanımlar Reşâdetli: Osmanlıcada, doğru yolu gösterme vasfını taşıma anlamında irşad edici şeyhler için kullanılan bir unvan sözüdür. Rüşdî: Rüşd ile ilgili olma anlamındadır. Ayrıca Türkçede erkek ismi olarak ta kullanılıp “Rüştü” olarak tedavüldedir. Rüşdiye: Eskiden ortaokul derecesindeki mekteplerin kastedildiği isimdir. 2    Konumuzla alakalı olan irşad kelimesi, ََرَش د kökünden türemiş olup, hidayete erdirme, delâlet etme, doğru yolu gösterme, manevi aydınlatma, gafletten uyandırma, uyarma gibi anlamlara gelir. İrşadın zıddı iğvâ (إغواء) olup köken olarak gayy ( ّغى) kelimesinden türemiştir. İrşad, Allah’ın, peygamberlerin ve müminler içinde bu donanıma sahip kişilerin yol göstericiliğiyken, iğvâ ise şeytan ve taraftarlarının yol saptırıcılığını ifade eder. İrşadın kökeni olan rüşd kelimesi, hidâyete erme, istikamet bulma anlamlarına da gelir. Dolayısıyla irşad kelimesinin hidâyet ve istikamet ile bağlantısı vardır. Buna göre irşad; hidayete erdirme, istikamete ulaştırma işidir. Kur'an'da irşad ile alakalı olarak 6 yerde doğruluk, doğru yol, doğru, ergenlik, doğruya iletici bilgi, doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği anlamlarında rüşd kelimesi kullanılmıştır. 5 yerde doğruluk, doğru, iyilik, fayda anlamında raşed; 2 yerde “doğru yol” anlamında reşâd; 1 yerde “doğru yolda olan” anlamında râşid; 3 yerde doğru, aklı başında olan anlamında reşîd; 1 yerde de “doğru yolu gösteren dost” anlamında mürşid kelimeleri zikredilmiştir. Kur’an’da mürşid anlamıyla alakalı olarak hidâyet kökünden türeyen kavramlardan “hâd” ve “hâdî” kelimeleri 2 yerde Allah, 3 yerde peygamberler hakkında, 5 yerde ise genel anlamda kullanılmıştır. 4. Kur’an’da İrşad Ve Türevi Kavramların Kullanımı Kur’an-ı Kerîmde r-ş-d kökenli kelimeler 19 âyette, 6 farklı kalıpta kullanılmıştır. Bu kelimelerin kullanım şekillerini ve geçtikleri âyetleri, anlamlarıyla inceleyelim. Rüşd: Kur’an’da rüşd kelimesi muzâri fiil kipinde sadece Bakara suresinin 186. âyetinde “…doğru yolu bulmaları için …” anlamında ve “yerşüdûn” şeklinde geçer. 6 yerde ise “rüşd” kelimesi doğrudan masdar olarak kullanılmıştır. Bakara suresinin 256. âyetinde “doğruluk” manasında zikredilen rüşd, zıddı olan “sapıklık” anlamındaki “ğayy” kelimesi ile birlikte kullanılmıştır. A’râf suresinin 146. âyetinde ise “doğru yol” anlamında “sebîle’r-rüşd”, “sapıklık yolu” anlamında ise “sebîle’l-ğayy” ifadesi ile kullanılmıştır. Yine Cin suresinin 2. âyetinde yer alan rüşd, “doğru” anlamında; Nisâ suresinin 6. âyetinde “bülûğa erme, erginlik, reşit olma” anlamında; Kehf suresinin 66. âyetinde “doğruya iletici bir bilgi” anlamında; Enbiyâ suresinin 51. âyetinde yer alan rüşd kelimesi ise, “doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği” anlamında kullanılmıştır. 3    Raşed: Kur’an’da 5 yerde “raşed” kelimesi kullanılmıştır. Kehf suresi 10. âyette “doğruluğa ulaşma” anlamında ve yine aynı surenin 24. âyetinde “doğru olan” anlamında, isim olarak kullanılmıştır. Cin suresinin 10. âyetinde raşed, “hayır, iyilik, menfaat” anlamında, aynı surenin 14. âyetinde “doğru” anlamında; 21. âyetinde ise raşed, “fayda, menfaat” anlamında kullanılmıştır. Reşâd: Kur’an’da 2 yerde bu kelime yer almıştır. Mümin suresinin 29. ve 38. âyetlerinin her ikisinde de “doğru yol” anlamında “sebîlü’r-reşâd” kullanılmıştır. Râşid: Kur’an’da sadece Hucurât suresinin 7. âyetinde “doğru yolda olanlar” anlamında çoğul kipte “er-râşidûn” kullanılmıştır. Reşîd: Kur’an’da 3 yerde geçmekte olup, üçü de Hûd suresinde yer almıştır. 9. âyette, “bir işin doğru olması” anlamında; 78. ve 87. âyetlerde ise “aklı başında olan kimse” anlamında kullanılmıştır. Mürşid: Kur’an’da sadece 1 yerde kullanılmıştır. Kehf suresinin 17. âyetinde geçen “mürşid” kelimesi tezimizin esas konusu olan kelime olup, burada “yol göstericilik, sapıklıktan kurtarıp doğru yola ileticilik” anlamında, dost anlamına gelen “velî” kimsenin bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Bahsedilen “mürşid velî”nin, yani doğru yolu gösterici dostun irşadı, yol göstericiliği sonucu doğru yolu bulana ise “hidâyete eren, mühted” adı verilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle bir açıklama yapılmıştır: “Allah, her kimi de şaşırtırsa artık onu irşâd edecek bir dost asla bulamayacaksın. Ashâb-ı Kehf gibi kerâmet sahiplerinin irşâdlarıyla yola gelmemiş, imân ve İslâmiyet'ten ayrı kalmış, gitmişlerdir.”1 B. Hidâyet Hidâyet kelimesinin irşada işaret eden kelime kalıbı “hüdâ”dır ki, kılavuz olup yol gösterme, delâlet, bildirme, açıklama gibi manaları ifade eder. “Hüdâ”nın zıddı, idlâl ve tadlîldir. Kur’an’da geçen h-d-y kökenli kelimeler, hedâ, ihtedâ, ehdâ fiilleri ve çekimleri, hâd, hâdî, mühted, mühtedi, mühtedî, hüdâ ve ism-i tafdîl çekimli ehdâ kalıplarında olmak üzere 337 kelime, ayrıca aynı kökten türeyen hedy kelimesi 7 yerde ve hediye                                                              1 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Türkiye Diyanet İş.Bşk. Yayınları, C. V, 1960, Ankara, s. 3237   4    kelimesi ise 2 yerde olmak üzere toplamda 346 yerde geçmektedir. Hedy ve hediye kelimeleri hariç, kalan 337 kelimenin irşad kelimesi ile yakından ilgisi vardır. Mühted, mühtedi, mühtedî kelimeleri; “hidâyete eren”, “hâdî olan Allah, Peygamber veya diğer insanların irşâdıyla hidâyete, doğru yola ulaşan kimse” anlamında kullanılmıştır. Mürşid kelimesi ile alakalı olan kelimeler ise “hâd” ve “hâdî kelimeleridir. Bu kelimeler 10 yerde geçmekte olup, 2 yerde Allah, 3 yerde peygamber hakkında, diğerleri ise genel anlamda kullanılmıştır. Hidâyet kavramının zıddı olarak “dalâlet” (ضاللة) kelimesi kullanılır. Dalâlet; sapıklık, doğru yoldan ayrılmak, yanılgı anlamlarına gelir. Dalâlet ile alakalı kelimelerden dalâl; yoldan, haktan ayrılmayı, sapmayı; udlûle,yanılgıyı; medalle, kaybolmayı, yolunu kaybetmeyi; tadlîl ile idlâl ise; yanıltma, yanlış yola sürükleme ve yolunu kaybettirmeyi ifade eder. Dalâlet kelimesinin isim olarak kullanılışlarından olan dâll, sapan, yanılan, aldanan, kaybolan kimse; mudil, saptırıcı, yanıltıcı kimse; mudâllil ise, yanıltan, yanıltıcı, aldatıcı kimse anlamında kullanılır. Doğru yola iletme anlamındaki “hüdâ” kelimesinin zıddı “idlâl ve tadlîl”, çalışmamızın esas kavramı olan “irşâd” kelimesinin zıddı ise “iğvâ” kavramlarıdır. C. İstikamet İstikamet; düz olma, dürüstlük, doğruluk, samimiyet anlamlarına gelir. Zıddı dalâlet, tuğyân, i’vicâc, taharruf, inhiraf, tahrîf, fesâd, kelimeleridir. İstikamet, sözlükte; adalet üzere olmak, düz olma, dürüstlük, doğruluk, samimi olmak anlamlarına gelir. Müstakîm ise; dik, düz, dosdoğru, doğru, yerinde, isabetli, düzenli, simetrik, uygun, dürüst demektir. Kur’an’da 33 yerde “sırât” kelimesiyle birlikte, 1 yerde ise “tarîk” kelimesiyle birlikte, “yolun doğruluk vasfı” anlamında “müstakîm” zikredilmiştir. Ayrıca 1 yerde “kıstâs” ifadesiyle “doğru tartan ölçü” anlamında, 1 yerde ise hidâyet için sıfat olarak kullanılmıştır. İstikamet, Kur’an-ı Kerim’de genelde; yolun, vahyin, Rabb’e karşı gösterilmesi gereken tavrın, müttakî kimsenin, meleklerin üzerine indiği, korku yaşamayacak kimsenin ve tevbe eden kimselerin vasfı olarak zikredilmiştir. 5    D. Diğer Kavramlar Kur’an’da irşâdla alakalı kullanılan diğer terimler şunlardır2: Emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker: Muhataplara dinin emir ve yasaklarını anlatma, bildirme işidir. Kur’an’da 12 yerde geçmektedir. Bu âyetlerden biri şöyledir: “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”3 Fail olarak ise, “emredici” anlamında “âmir” ve “nehy edici” anlamında “nâhî” kelimeleri kullanılır. Da‘vet: Bir şeye tabi olmaya, uymaya çağırmaktır. İrşad konusunda Kur’an’da en çok geçen kelimelerdendir. Kur’an’da da‘vet, Allah'ın, elçilerinin ve inananların; Allah’a, hidâyete, cennete, imana, infaka, secdeye, hakka, iyiliğe ve mağfirete da‘veti, şeytanın ve taraftarlarının ise; küfre, dalâlete, cehenneme, kötülüğe da‘veti olarak zikredilir. Yaklaşık 50 âyette hayra da‘vetten bahsedilir. Fail olarak “da‘vet eden”, “da‘vetçi” anlamında “dâ‘” ve “dâ‘î” kelimesi kullanılır. Bu iki kelime de, Kur’an’da 5 âyette geçer. Tebliğ/Belâğ: Muhataplara bilgiyi duyurmak, ulaştırmaktır. Kur’an’da irşad anlamında, 26 âyette geçer. Buna göre peygamberler, Allah'ın dininin “mübelliğ”leridir. Tavsiye: Telkinde bulunmaktır. İrşad anlamıyla ilgili 17 âyette geçer. Ayrıca miras âyetlerinde vasiyet kelimesi kullanılmıştır. Fail kalıpta ise Kur’an’da, “mûs”, “muvâs”, “vâsî” kelimeleri kullanılmıştır. Tâlim: Bir bilgiyi öğretmektir. 40 civarında âyette geçer. Genel olarak Allah'ın tâliminden söz edilmekle beraber, melek, insan ve şeytanın tâliminden de söz edilir. Fail kullanımı “muallim” olarak gelir. Terbiye: Eğitmek, yetiştirmektir. Terbiye kelimesi, fiil kullanımıyla 2 âyette geçmektedir. Allah Teâlâ, âlemlerin Rabbi, yani terbiyecisidir. Terbiye eden kimseye “mürebbi” ismi verilir. Nasihat-Nush: Tatlılık ve yumuşaklıkla telkinde bulunmaktır. Nasihat ve nush Kur’an’da mastar ve fiil kiplerinde olmak üzere 7 yerde; fail kipte kullanımı olan “nâsih” ismi ise 6 yerde geçmektedir.                                                              2 Süleyman Uludağ, İslam’da İrşad, 2.B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2014, s. 27-28 3 El-A’râf, 7/199 6    Va’z-Mev’ize: Öğütte bulunmaktır. Va’z kelimesi Kur’an’da fiil ve mastar kiplerinde 15 yerde, fail kipinde kullanılan “vâiz” ismi 1 yerde geçer. Mev’ize kelimesi mastar olarak kullanılmış olup, 9 yerde geçer. Zikrâ-Tezkire: Hatırlatmak, hatırlatmada bulunmaktır. Zikir kelimesi Kur’an’da pek çok yerde, çeşitli kullanımlarla geçmektedir. İrşadla alakalı olan kullanılışı ise tezkire ve zikrâ kelimeleridir. Zikrâ kelimesi Kur’an’da 22 yerde, tezkire kelimesi 10 yerde, tezkirenin faili anlamında “müzekkir” 1 yerde, tezkire kökenli fiiller ise çok sayıda yer almaktadır. Kur’an’da irşad türevlerinden en fazla da‘vet ve tezkire kelimeleri yer almaktadır. II. İRŞADIN KAYNAĞI VE MUHATAPLARI İslâm dininde irşadın kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sünnettir. İrşad, Allah Teâlâ’dan kula ulaşan yol göstericiliğin adıdır. İrşad sahipleri, muhataplarını Kur’an’a ve sünnete uygun bir hayat sürmeye davet ederler, bunun için yol gösterirler. Tasavvufta ise irşadın kaynağı; Allah'ın kitabı Kur’ân, Hz. Peygamber’in sünneti, sâlihlerin ilhamları ve âriflerin manevi fetihleridir.4 İrşad, cahilin cehaletten kurtarılıp ilme ulaştırılması, dinsizin dine inandırılması, dini yaşamada zayıf olanın dindar olmasının sağlanması, bid’at ehlinin Kur’an ve sünnete, kemâlât yolunda yürüyen kimsenin mükemmelliğe doğru bir adım daha ilerletilmesi, yükseltilmesi işidir. Hz. Peygamber’in (sav), “İki günü eşit olan zarardadır”5 hadisiyle ortaya koyduğu ölçü gereği kişinin, her an, her gün, her olay ve davranışla yükselme temposunda olması irşad ile olur. İrşad, her hâlükârda daha iyiye yönlendirme işidir. Tasavvufta ise irşadın muhatapları, bir mürşid-i kâmilin gözetiminde irşad edilmeyi isteyen tâlib, mürid, müsterşid kimselerdir.                                                                  4 İbn Acîbe, Fütûhâtü’l-İlâhiyye-İlâhî Fetihler, (çev. Dilaver Selvi), 1.B., İstanbul , Semerkand Yayınları, 2014, s. 134 5 Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, C. IV, 1. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1987, s. 262, no: 6323; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C. II, 1. B., Kahire, Mektebetü’l-Kudsî, h. 1351, s. 233, no: 2406 7    BİRİNCİ BÖLÜM   SEYRÜ SÜLÛK   I. SEYRÜ SÜLÛK Sûfîler sülûku; bir şeyhe bağlanan kişinin, belli bir metot dâhilinde gerçekleştireceği manevi bir yolculuğun6 neticesinde davranış ve hal olarak Rabbe yakınlık mertebelerine yükselmesini7 sağlayacak olan ahlâkî eğitim olarak tarif ederler.8 Sülûk kavramı ile alakalı kelimeler sözlükte; silk, selk, teslîk olarak geçer. Silk; yürümek, gitmek, izlemek, yol tutmak anlamlarına gelirken, selk; sokmak, geçirmek (iğne-iplik gibi) anlamlara gelir. Teslîk ise; temizlemek, arıtmak, bir şeyi bir şeye sokmak anlamlarında kullanılır. Teslîk, başkasının üzerinde icra edilen bir eylem olduğundan irşadla alakalı durmaktadır. Bu kelimelerden konumuzla ilgili olan kavram ise, silk kavramıdır. Silk kavramının sözlük anlamı üzerinden tasavvufta kast edilen sülûkun anlamına; teslîk ettirecek bir mürşidin eşliğinde manevî temizlik ve arınmanın gerçekleşmesi, bu yolda yürümek, mürşidin manevi yolunu izlemek, yolunu yol edinmek anlamlarıyla varılabilir. Seyr; bir hükümden diğer bir hükme, bir halde diğer bir hale,9 mesela cehaletten ilme, kötü ve çirkin huylardan güzel ahlaka, kendi varlığından Hakk’ın varlığına, kısaca Allah'a ulaşmak üzere gerçekleştirilen hareket10 ve manevi yolculuktur.11 Dolayısıyla                                                              6 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 5. B., İstanbul, Ağaç Yayınları, 2009, s. 587 7 Abdurrezzak Kâşânî, Letâifü’l-A’lâm-Tasavvuf Sözlüğü, (çev. Ekrem Demirli), 4. B., İstanbul, İz Yayınları, 2015, s. 304 8 Hasan Kâmil Yılmaz, a.g.e., s. 183 9 İsmail Hakkı Bursevî, Usûl-i Aşere Şerhi-Tasavvufî Hayat –içinde-, haz: Mustafa Kara, (Dergâh), 1996, İstanbul, s. 42 10 Hasan Kâmil Yılmaz, Ana hatlarıyla Tasavvuf Ve Tarîkatlar, 14. B., İstanbul, Ensar Yayınları, 2011, s. .183 11 İsmail Hakkı Bursevî, Usûl-i Aşere Şerhi, s. 42 8    bir mürşid gözetiminde sülûk için gerçekleştirilen manevi sürece kısaca seyrü sülûk denmiştir. A. Seyr Türleri Ve Mertebeleri Sûfîler, seyr-i nüzûlî ve seyr-i urûcî ismini verdikleri iki tür seyrden bahsederler. Seyr-i urûcî; mukayyedin mutlakta, yani kulun Mevlâsında yok olmak üzere yaptığı seyirdir. Cüz’ün külle seyri, yani sâlikin halktan Hakk’a doğru gerçekleştirdiği seyirdir.12 Buna seyr-i şuûrî de denir.13 Bu tabir, yükseliş basamaklarını ifade etmek için kullanılır. İmam Rabbanî, seyr-i urûcî ile yükselişte olan salikin, henüz irşad kabiliyetinin olmadığına işaret eder.14 Seyr-i nüzûlî ise; mukayyed vücûd’un, yani varlığın ortaya çıkması için Mutlak Vücûdun seyridir. Bu, ahadiyyetin imkân mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün cüz’e inişi,15 yani sâlikin Hakk’tan halka doğru yaptığı seyirdir.16 Bu seyr, iniş basamaklarını ifade eder. Yine İmam Rabbânî’ye göre seyr-i nüzûli halindeki sâlik, irşad ve tekmil özelliğine sahiptir.17 Sûfîler arasındaki genel kabule göre esfar-ı erbaa olarak isimlendirilen ve dört aşamada ele alınan seyr mertebelerinin birincisi seyr ilallâhtır. Bu seyir; nefis menzilinden kalp makamının sonu olan ufuk-i mübîn’e kadar süren yolculuk olup, eşya ve maddeye karşı duyulan ilgiyi ve sevgiyi keserek Hakk'a doğru yönelip, vahdetin yüzünden kesret perdesini kaldırmaktır.18 Sülûkun dört mertebesinin ilkidir. Sâlik, zikrederek Allah'a urûc (yükselme) yoluyla hareket eder. Bunun sonu velâyet-i suğrâ (küçük velilik) olup buna fenâ fillâh denir. İki tür seyr ilallâh vardır. 1) Seyr-i âfâkî (dış seyir), ki buna sülûk adı verilir. 2) Seyr-i enfüsî (iç seyir) ki, buna da cezbe denir.19 Seyr-i âfâkî; sâlikin, maksûd olan Allah'ı kendi dairesinin haricinde aramasıdır. Bu seyr, uzaklık içinde uzaklıktır. Bu seyre, seyr-i mustatîl (düz seyir) de denmiştir.20 Seyr-i enfüsî ise; sâlikin kendi gönlü etrafında dolaşması ve maksûdu orada aramasıdır. Bu                                                              12 Süleyman Uludağ, “Sülûk”, DİA, C. XXXVIII, ss. 127-128 13 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 564 14 İmam Rabbani, Mektûbat-ı Rabbânî, (çev.Talha Hakan Alp-Ömer Faruk Tokat-Ahmet Hamdi Yıldırım), C. I, .4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011, s. 149 15 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 564 16 Süleyman Uludağ, “Sülûk”, DİA, C. XXXVIII, ss. 127-128 17 İmam Rabbani, Mektûbat, C. I, s. 149 18 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, s. 169 19 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 565 20 İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Ma’ârif-i Ledünniyye- Ariflerin Halleri, (çev. Necdet Tosun), İstanbul, Sufi .Kitap Yayınları, 2006, s. 38 9    seyr, yakınlık içinde yakınlıktır. Bu seyre, seyr-i müstedîr (dairesel seyir) de denmiştir.21 Bazı sûfîler seyr-i ilallâhı; en düşük bilgiden en yüce bilgiye, buradan da daha yüce olana giden ve bu şekilde devam edip mümkün sınıfına giren tüm ilimleri aşmak, bunlar bütünüyle zail olduktan sonra Vâcip Teâlâ’nın ilminde son bulan ilmî hareket, diğer bir adlandırmayla fenâ olarak tarif ederler.22 İkincisi seyr fillâhtır. Bu, Allah'ta seyir, kesretten vahdet hicâbını kaldırmak, Allah'ın vasıfları ile vasıflanmak ve ahlâkıyla ahlâklanmak suretiyle vâhidiyet makamının sonu olan ufuk-i alâya varıncaya kadar Hak’ta, Hak ile olan yolculuktur.23 Buna sefer-i sânî (ikinci sefer) de denir. Allah'ın sıfatlarıyla muttasıf, isimleriyle mütehakkik olmak, ahlâkullâh ile ahlâklanmak, bütün bedenî özelliklerden kurtulmak, seyr fillâh’ı tanımlar. Bu seferin nihayetinde, sâlike âlemin üzerindeki perdelerin kalkıp, ledün ilminin keşfolduğu kaydedilir.24 Bazı sûfîler seyr ilallâhı; isimler, sıfatlar, şuûn, itibârlar, takdîsler, tenzîhlerden olan ve söz ile ifade edilmesi mümkün olmayan, herhangi bir işaretle gösterilemeyen, bir isimle adlandırılamayan, bir kinaye yoluyla açıklanamayan, hiçbir âlimin bilemeyeceği ve hiçbir idrak sahibinin idrak edemeyeceği bir mertebede son bulan, vücûb mertebelerindeki ilmî hareket, diğer bir adla bekâ olarak tanımlar.25 Üçüncü seyr mertebesi olan seyr ma‘allâh, Allah ile seyir halinde olmak demektir. Zâhir ve bâtın ikiliğinden ve kayıtlarından kurtularak aynü’l-cem ve ahadiyet makamına yükselmektir. İkilik hali bulundukça bu makam “kâbe kavseyn” adını alır, ikilik hali ortadan kalkınca “ev ednâ” ismini alır. Velâyet makamının sonunun burası olduğu zikredilir.26 Seyr ma‘allâh’a “sefer-i sâlis”(üçüncü sefer) veya “fark ba’de’l- cem” (cem’den sonra fark) da denir.27 Dördüncü mertebe yer alan Seyr anillâh; seyr billâh, seyr fi’l-eşyâ, Allah'tan seyir, Allah ile Allah'tan seyir, eşyada seyir, Hak’tan halka dönmek, insanları irşad için halka geri dönmek, vahdeti kesret şeklinde, kesreti vahdet suretinde görmektir. Bu makama bekâ ba’de’l-fenâ, fark ba’de’l-cem, sahv ba’de’s-sekr, temkîn ba’de’t-telvîn                                                              21 İmâm-ı Rabbânî, Ma’ârif-i Ledünniyye, s. 38 22 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, C. I, s. 497 23 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 170 24 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 564 25 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, C. I, s. 497 26 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 170 27 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 565 10    adı da verilir. 28 Seyr anillâh, vahdetten kesrete doğrudur. Bundan gaye, Hakk’tan halka terbiye ve irşad için dönüştür.29 Kimi sûfîler, bu seyre “seyr anillâh billâh” adını verir ve bu seyri; en yüce olanın ilminden en düşük olanın ilmine, en düşük olandan daha düşük olanın ilmine inen ve bu şekilde devam edip tam olarak mümkün varlıklara dönene kadar süren ve vücûb mertebelerinin hepsinin ilminden aşağı inen ilmi hareket, Allah'ı Allah'la unutma, kaybettiği halde bulma, ayrı kaldığı halde kavuşma ve uzak olduğu halde yakın durumda bulunma olarak tarif ederler.30 Bu dört seyir mertebesinden ilk iki seyr ile velîlik makamına; son iki seyr ile ise da‘vet ve irşad makamına erişilir.31 Bazı sûfîler, seyr mertebelerini yedi tür nefsle irtibatlandırıp, bu mertebeleri de yediye çıkarmışlardır. Bu durumda nefs-i emmâre sahiplerinin Allah'a varmayan, başıboş seyirlerine seyr illallâh; nefs-i levvâme mertebesinde gerçekleştirilen seyre, seyr ilallâh; nefs-i mülhime mertebesinde gerçekleştirilen seyre seyr alallâh; nefs-i mutmainne mertebesinde gerçekleştirilen seyre seyr ma‘allâh; nefs-i râziye mertebesinde gerçekleştirilen seyre, seyr Allah; nefs-i marziyye mertebesinde gerçekleştirilen seyre, seyr anillâh; nefs-i kâmile mertebesinde gerçekleştirilen seyre, seyr billâh adını vermişlerdir.32 İmam Rabbânî, farklı bir adlandırma ile dördüncü seyre “seyr fi’l-eşyâ” adını verip seyr ilallâh ve seyr fillâhın; fenâ ve bekâdan ibaret olan velâyeti elde etmek için olduğunu, üçüncü ve dördüncü seyrin ise peygamberlere mahsus olan da‘vet makamına ulaşmak için olduğunu söyler.33 Tüm bu bilgiler ışığında, müridlerin seyrinin seyr ilallâh ve seyr fillâh, mürşid zatların seyrinin ise seyr ma‘allâh ve seyr anillâh billâh olduğu ortaya çıkar. B. Seyrü Sülûk Yolları Ve Esasları Necmüddîn Kübrâ’dan itibaren sûfiler, üç çeşit seyrü sülûk yolundan bahseder. 1.Tarîk-i ahyâr: İbadet ve sâlih amel sahiplerinin yoludur. Bu yola giren sâlikler; oruç, namaz, Kur’ân okumak, hacca gitmek vb. zâhirî ibadetleri çokça yaparlar.                                                              28 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 170 29 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 564 30 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, C. I, s. 498 31 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 170 32 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, (haz. Abdullah Aydın), 1. B., İstanbul, Mehdi-Seda Yayınları, 1999, s. .623-680 33 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, C. I, s. 498 11    2.Tarîk-i ebrâr: Mücâhede ve riyâzet sahiplerinin yoludur. Bunlar, iyi huylar edinen, gönlünü tezkiye ve kalbini tasfiye eden, gönül âlemini berraklaştıran ve iç dünyasının imar ve ihyası için gayret gösteren kimselerdir. 3.Tarîk-i şüttâr: Aşk, cezbe ve muhabbet sahiplerinin yoludur. Bu üçüncü yol, Yüce Mevlâ’ya doğru seyr ve seyahat edenlerin yoludur. Bu yola sülûk edenlerin daha başlangıçta ulaştıkları mertebe, diğerlerinin sülûk hayatlarının sonunda ulaştıkları mertebeden daha yüksektir.34 Sûfîler seyrü sülûk esaslarını 10 madde olarak zikrederler: Tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikr-i daimî, teveccüh, sabır, murâkabe, rıza.35 Tevbe; geçmişte olan kötü davranışlara pişman olmak, gelecekte olacakları ıslâh etmek, işlenen günahların hatırlanmasıyla kalbin sessiz ve hareketsiz kalması, Allah Teâlâ’nın yasakladıklarından Allah Teâlâ’nın emrettiklerine yönelmek, saf ve temiz davranışlardan ayrılmamak, Allah'a sığınmada doğruluk ve O’na olan ümitle amele devam etmektir.36 Zühd; fuzulî olanı terk etmek, nefsi arzularından uzaklaştırıp; onu, kendisini gören, var eden ve yaratana yöneltmek, ahiret rahatı için dünya rahatını içindekilerle beraber terk edip, kalbi Mevlâya bağlamaktır.37 Tevekkül; Hakk’a dayanıp güvenerek, halkı ve dünyevi şeyleri terk etmek, Allah'ın emrine uyup kazasına teslim olmak, uzuvlarına boyun eğdirmek ve böylece kalbi Allah'ın güvencesiyle ızdıraptan sükûna erdirmektir.38 Kanaat; yaşamak için zaruri olan ihtiyaçlar dışında kalan, bütün nefsî arzu ve hayvanî isteklerden uzak durmaktır.39 Uzlet; halktan uzaklaşıp, onlardan ayrı yaşamaktır.40 Zikr-i daîmî; kalbi zikrettirmek, gaflet ve unutma halini kovmaktır.41                                                              34 Necmüddîn Kübrâ, Usûl-i Aşere-Tasavvufî Hayat, (çev. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, .1996, s. 38-42 35 Necmüddîn Kübrâ, a.g.e., s. 38-68 36 İbn Fûrek, el-İbâne An Turuki’l-Kâsıdîn-Tasavvuf Istılahları, (çev.Ahmet yıldırım-Abdulgaffar Aslan), 1. B., İstanbul, T.C. Yazma Eserler Kurumu Bşk., 2014, s. 40 37 İbn Fûrek, a.g.e., s. 42 38 İbn Fûrek, a.g.e., s. 184 39 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 347 40 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 672 12    Teveccüh; kalbi Hakk’a boyun eğdirmek ve her çeşit varlık ve olgunun suretinden arınmakla Hakk’ı gözetmektir.42 Sabır; Allah'ın takdiri vuku bulup musibetlerin geldiği ilk anda acıları yudumlamak, musibetleri gönül hoşluğu ile karşılamak, şikayeti ve sızlanmayı terk etmek, acıyı tatlı gözüyle görmek, endişelenmeyi terk etmektir.43 Murâkabe; kalbin, Rabbin yakınlığını bilmesi,44 Allah'ın kişinin iç dünyasına muttali olduğunu bilerek kendine sahip çıkmasıdır.45 Rıza; acılığına rağmen kalbin kaza-i ilâhî ile sükûnet bulması, hatta bundan sevinç duyması, iradenin Hakk’ın iradesine tabi olmasıdır.46 C. Seyrü Sülûk Engelleri İnsanı hak yolundan alıkoyan en büyük engelin giyim-kuşam ve yeme-içme derdi olduğunu söyleyen sûfîler, Allah Teâlâ’nın nefsiyle perdeli bir halde bırakmak istediği bir kulun kalbini güzel giyim-kuşam ve yeme-içme derdiyle meşgul edeceğini, bedenini örtecek sade bir elbiseyle yetinen ve kendisini ayakta tutacak herhangi bir yiyeceğe kanaat eden kulun ise, kalbini tamamen kendisine bağlayacağını ifade ederler.47 İnsanlar katında bir makam elde etmek için ibadet yaparak riyakârlık yapanların sülûkunun boşa gideceğini de söylerler.48 Bunlar zâhirî engellerdir. Manevi engeller ise; seçkin kul olma yani velîlik arzusu, keramet talebi, övülme, yüceltilme, başa geçme, meşhur olma sevgisi ve bunlardan doğan haset kibir, kin, aldatma, kızma, endişe, hırs, tamah vb. kusurlardır. Ebû Tâlib el-Mekkî de, kulun kalbini saran en büyük perdenin, Allah'ın vaat ettiği müjdeler ve haber verdiği tehditler konusunda yakîninin zayıflığı olduğunu söyler.49 Yine kalplerin perdelenme sebeplerini avam için, nefsani afetler ve mal-mülk sevgisi; havas için, aklın zevkleri ve ruhların melekût alemine ait arzu ve istekleri; daha üst seviyede bulunanlar içinse, bulundukları                                                                                                                                                                                41 İbn Fûrek, a.g.e., s. 180 42 Kâşânî, a.g.e., s. 165 43 İbn Fûrek, a.g..e, s. 60 44 İbn Fûrek, a.g.e., s. 268 45 Ebû Nasr Serrâc, el-Luma-İslâm Tasavvufu, (çev. Hasan Kâmil Yılmaz), 2. B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2012, s. 55 46 Serrâc, a.g.e., s. 52 47 İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, s. 155 48 Süleyman Derin, Kur’an-ı Kerim’de Seyr u Sülûk, 1 B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2013, s. 322 49 Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb-Kalplerin Azığı, (çev. Dilaver Selvi), C. III, 4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011, s. 303 13    makamlardaki özel rahmetlere ve rağbet edilecek nimetlere takılıp kalması olarak zikreder.50 İbn Atâullah el-İskenderî, sâlike engel olabilen şeyleri; ameli önemsemek, tul-i emel sahibi olmak, velî olduğu düşüncesine saplanmak, halkın iltifatına aldanmak, rüyalarla ikna olmak, gönle gelen boş hallere ülfet etmek, kendisine gelen ilhamlardan lezzet almak, vaatlere aldanıp onlarla yetinmek, yersiz iddialar ve Allah ile aldanmak olarak ifade eder. Ayrıca sâlikin nefsinden razı olması, Allah'tan razı olmaması ve kaderle adeta çekişmesi hallerinde Mevlâ katında kıymetten düşeceğini söyler.51 II. SEYRÜ SÜLÛK METOTLARI Tasavvufun tarikatlar döneminde biri nefis üzerinden, öteki de ruh üzerinden olmak üzere iki seyrü sülûk metodu gelişmiştir. Bu metotlara göre şekillenen tarikatlara, nefsânî tarikat ve ruhanî tarikat adları verilir.52 A. Nefsânî Terbiye Ve Nefis Mertebeleri Nefsin heva ve hevesiyle mücahedeyi esas alan nefsânî tarikatlar, nefis için yedi perde, yani yedi mertebeyi esas aldıklarından, her birini esma-i hüsnâdan seçilmiş olan “esma-i seb‘a”dan biriyle terbiye ederler.53 Nefis, sözlükte; ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyet, işkence, ukûbet, arzu, murâd,54 bir şeyin varlığı, hakikati, zatı ve kendisi55 gibi anlamlara gelir. Tasavvufî ıstılahta ise nefis; kulun kötü fiilleri olan büyüklenme, haset, öfke, kötü ahlâk, tahammülsüzlük gibi çirkin huy ve niteliklerin56 kaynağı olup, ruh gibi kalıba ve bedene tevdi edilmiş57 latif bir buhar olan ve hayvanî ruh da denilen öze verilen isimdir. Nefis, insan bedeninin bütün bölüm ve                                                              50 İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, s. 156-157 51 İbn Atâullah el-İskenderî, Miftâhu’l-Felâh, s. 123 52 Ramazan Muslu, Tasavvuf El Kitabı, (ed. Kadri Özköse), 3. B., Ankara, Grafiker Yayınları, 2015, s. .336 53 Ramazan Muslu, a.g.e., s. 336 54 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 472 55 Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb-Hakîkat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), 3. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010 , s. 259 56 Kâşânî, a.g.e., s. 558 57 Hücvirî, a.g.e., s. 259 14    organlarına yayılmıştır. Nefsin bekâ özelliği vardır ki bu, bedenden ayrılınca ister cennette olsun isterse cehennemde bulunsun hep taşıyacağı bir sıfattır.58 Nefsi, kişi ile Rabbi arasındaki en büyük perde olarak kabul eden sûfîler,59 Allah'ı kızdıran en çirkin şeyin, nefisten ve onun hallerinden hoşnut olmak olduğunu zikrederler.60 Kul için en zor hicâb, nefsi görmek ve onun idaresine tabi olmaktır, derler.61 Onlara göre hakikatte nefis tektir. Manevi tezkiye, terbiye ve terakkisindeki değişik durumlara, yükseliş ve inişlerine göre farklı isimler alır.62 1. Nefs-i Emmâre Nefs-i Emmâre, kötü arzulardan ve şeytandan kaynaklanan her da‘vete kulak verdirip63 sürekli bedenî işlere meylettiren,64 günahlara itiraz etmeyi terk ettirerek kötülük işlemeye,65 maddi hazlara, lezzetlere dalmaya çağıran ve bunları yapmaya her an hazır olup, düşmanı olan şeytana yardım ederek kulu helâke götüren,66 böylece kalbi süflî yöne sürükleyen nefistir.67 Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf’un nefs-i emmâreyi tarifi şöyle yer almıştır:“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”68 Bu ayetin tefsirinde sûfîler, nefs-i emmâreyi; ruhun günahların zulmetine bulanmış hali olarak tarif ederler.69 Nefs-i emmâre; terbiye görmeyerek kendi halinde çakılı kalınca, ilim ve marifet nurundan mahrum kalır. Böylece içine düştüğü zulmetin etkisiyle sürekli kötülük işlemeyi emreder.70 Doğru olanın kötülüğü                                                              58 Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-İbâd-Tasavvuf Yolu, (çev. Halil Baltacı), 1. B., İstanbul, İFAV Yayınları, 2013, s. 157-158 59 Kuşeyrî, er-Risâle-Kuşeyrî Risâlesi, (çev. Dilaver Selvi), 3. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2007, s. 331 60 Sühreverdî, İrşâdü’l-Mürîdîn, (çev. Mehmet Emin Fidan), 3. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2006, s. 51 61 Hücvirî, a.g.e., s. 263 62 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, (çev. Dilaver Selvi), C. X, 1. B. İstanbul, Semerkand Yayınları, 2014, s. 447 63 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn-Hak Yolunun Esasları, 4. B., (çev.Dilaver Selvi), İstanbul, Semerkand Yayınları, 2006, s. 87 64 İbn Atâullâh İskenderî, Miftâhu’l-Felâh-Gönüllerin Neşesi Zikir, (çev. Abdullah Mağfur), 1. B., İstanbul, .Üsküdar Yayınevi, 2008, s. 26 65 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 87 66 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 330 67 İbn Atâullâh, a.g.e., s. 26 68 El-Yusuf, 12/53 69 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 447 70 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif-Gerçek Tasavvuf, (çev. Dilaver Selvi), 3. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2004,, s. 587 15    terk etmek değil, aksine onu işlemek olduğunu savunur.71 Bu nefis, aslında Rabbânî bir latîfe olmakla beraber şehvetlere, heva ve hevese meyletmesi sebebiyle kirli ve pis kabul edilmiştir. Nefs-i emmârenin seyri, seyr-i illallah’tır. Allah'a bağlanmadan, dilediğini kuralsızca yapma halindedir. Âlemi, şehadet âlemi olduğundan, sadece gözle görülür şeylere itibar edip ilgilenmektedir. Bütün hallerinde kötülüğe meyleder. Nefs-i emmâre; cahillik, cimrilik, hırs, kibir, öfke, şehvet, haset, kötü huyluluk, boş ve faydasız işlere dalmak, alay etmek, eziyet etmek vb. kötülükleri çokça işlediğinden, bu kötülükler onun özellikleri haline gelmiştir. Bu özelliklere sahip olan nefsin düştüğü hallerin farkına varabilmesi için öncelikle şeriatı tahsil etmesi gerekir.72 Böylesi bir nefis, halkın genelinde bulunur ve karanlıktır. Bu karanlıktan kurtulmanın yolu Allah'ı zikretmekten geçer. Karanlık bir odada yakılan kandilin, o odayı aydınlatması gibi zikir de kalbin, nefs-i emmârenin etkisiyle içine düştüğü karanlığı aydınlatır.73 Nefs-i emmârenin terbiye edileceği zikir, “Lâ ilâhe illallâh” zikridir.74 2. Nefs-i Levvâme Nefs-i levvâme; gaflet uykusundan uyanıp, mahmurluğundan kurtulduğu oranda kalp nuruyla aydınlanan ve kendine çekidüzen vermeye başlamış olan,75 böylece kendini kınayıp duran nefistir.76 Kur’an-ı Kerîm’de, Kıyâme Suresinin 2. âyetinde Allah, nefs-i levvâme ile şöyle yemin eder: “(Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).” Sûfîler bu ayetin tefsirinde nefs-i levvâmeyi, ruhun, yaptığı kötü işleri kınayan hâli olarak tarif eder. Ayrıca bu nefsin, takvaya ulaşmış nefis olduğunu söylerler.77                                                              71 Kâşânî, a.g.e., s. 558 72 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. .623 73 İbn Atâullâh, Miftâhu’l-Felâh, s. 26 74 Eroğlu Nûrî, Tasavvuf Bi’t-Tarîkat-Tasavvufa Dair, (haz. Mustafa Tatçı), 1. B., Ankara, Alperen .Yayınları, 2003, s. 41 75 İbn Atâullah, a.g.e., s. 26 76 Kâşânî, a.g.e., s. 558 77 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 443-447 16    Nefs-i levvâme sahibi, bir hata veya haksızlık yaptığında, doğru davranışın bu fiili terk etmek olduğunu fark edince, kendini kınar. Ancak yine de bu fiili terk etmeye karşı içinde bir direnç görür.78 Nefs-i levvâme, Allah'a doğru yönelmek istediğinden seyri, seyr-i ilallâh’tır. Kınama, heves, fikir, ucub, halka itiraz, azarlama, yalvarma, gizli ikiyüzlülük, baş olma isteği, şehvete karşı sevgi gibi sıfatlara sahiptir.79 Bu sıfatlar, nefs-i emmâreye göre ehven sıfatlar olmasına rağmen yine de şer barındırmaktadır. Nefs-i levvâme, ism-i zât yani “Allah” ismi ile terbiye edilir.80 Nefs-i levvâme sahibi, zikirle melâmet, yani kendini kınama özelliğini kuvvetlendirip, kötü sıfatlardan arınmaya çalışır. Bu gayreti neticesinde kendisinin köpek, domuz, pars, panter, eşek, öküz, fil gibi hayvanların vasıflarını taşıdığını görmeye başlar. Bu hayvani özelliklerin kendisinde açmış olduğu yaraları, pislikleri temizlemek, gönül evinden kovmak için zikir ve inâbe ile meşgul olmanın ulaştıracağı netice sonunda onları dışarı çıkarmaya muvaffak olur.81 Nefs-i levvâme, nefs-i mutmainne mahalline nazar ederek oranın yüceliğini idrak edince; kendisini devamlı kötülük mahalline çeken nefsini kınamaya başlar.82 Eşrefoğlu Rumi, nefs-i levvâmenin iki yüzü olduğunu, bir yüzünün emmâreye, ötekinin mülhimeye baktığını, nefisleri levvâme makamında iken ölenlerin, iyi hal üzere öleceklerini, Allah'ın fazlıyla, Rasûlullah’ın şefaatiyle, meşâyihin yardımıyla doğrudan cennete gireceklerini, kesinlikle cehenneme girmeyeceklerini söyler. Ayrıca nefs-i levvâme sahiplerinin, sırattan yıldırım gibi geçeceklerini, Allah dostu olduklarını, yani velîler sınıfına dâhil olduklarını, günahların kirlerinden temizlenmiş olduklarını, dolayısıyla ahiret saadetine erişeceklerini, ama dünyada iken keşif ve kerametin bunlarda görülmeyeceğini, Rabbânî ilhamın zevkini bilmediklerini, çünkü nefs-i levvâme makamının, keşif ve keramet makamı olmadığını, fakat onların avam müminlerin seçkinleri olduklarını belirtir.83                                                              78 Kâşânî, a.g.e., s. 558 79 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 627 80 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 41 81 Necmüddîn Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl-Tasavvufî Hayat –içinde-, (çev. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, s. 111 82 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 587 83 Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs-Nefisleri Temizleyen, (haz. Ahmet Kasım Fidan), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2010, s. 39-40 17    Nefs-i levvâme, Allah'a karşı kulluk görevleri ile dünyalık geçim işleri arasında kâh o yana kâh bu yana yanaşıp durduğundan, ne zaman karanlık tarafı ve yaratılışındaki dünyevi yön ağır basıp bir kötülük işlese, derhal ilâhî ikazın sesini içinde duyar ve yaptığından pişman olur.84 Sûfîler nefs-i levvâme sahiplerinin, ruhlar âleminde müminlerin avamı ile asilerin seçkinlerinin bulunduğu üçüncü safta yer aldıklarını söylerler.85 3. Nefs-i Mülhime Nefs-i mülhime; fücûr ve takvasını, Cenâb-ı Allah’ın ona, melek ve şeytanın vasıtası olmadan, doğrudan doğruya ilham ettiği nefstir. Bu nefsin seyri, seyr-i alallâh’tır. Âlemi, ruhlar âlemi olup, yeri ruh, hâli aşk ve vâridi marifettir. Sıfatları ise; ilim, cömertlik, kanaat, tevazu, sabır, tahammül, özrü kabul, hoş görü ve eziyetlere katlanmaktır. Bu makamda sâlik, tüm insanların masiyetlerinin Cenâb-ı Hakk’ın kudret elinde olduğunu müşâhede ettiğinden hiçbir mahlûka asla itirazı kalmaz.86 Hakk’ın aşk ve ilhamı nefsin bu sıfatında tecelli eder. “Hû” isminin zikri ile terbiye görür. Aşk, muhabbet ve ilham kapıları nefsin bu makamında açılır.87 Kur’ân-ı Kerîm’de, Şems suresinin 7 ila 9. âyetlerinde bu nefisten şöyle bahsedilmektedir: “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene and olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” Sûfî müfessirler bu âyetin tefsirinde nefs-i mülhimeyi, ruhun ilham alacak ve kalbe ilham verecek duruma gelmiş hali olarak tarif ederler.88 Nefs-i mülhime sahipleri, - günah işleseler de işlemeseler de- az veya çok bütün günahlarına tövbe edip hatalarından vazgeçtikten sonra, levvâmelikte durdukça emmâreye düşmenin mümkün olabileceğini gördüklerinde, bu tehlikeye çare arayıp, bir yandan riyâzet ve mücâhede yaparken diğer yandan mürşide sarılırlar. Bu korkunun etkisiyle şeriat ve tarikat sınırlarını gözeterek pişmanlık ve nedamet haline düşerler. Kalplerini ve nefislerini temizlemek için mücadele ederler. Böylece mülhime makamına                                                              84 İbn Atâullâh, Miftâhu’l-Felâh, s. 26 85 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 268-276 86 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 645 87 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 41-43 88 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 447 18    ulaşırlar. Rabbânî ilhamlarla şereflenir, nurlanırlar. Her şeyin gerçeğini rabbânî ilhamla bilirler. İbadet ve taate sarılırlar. İyiyi, kötüden ayırırlar. Nefsin levvâmelikte kaldığı sürece, tekrar emmâreliğe dönmesinden ve böylece cehenneme düşmekten korkarlar. Nefs-i mülhime mertebesindeki sâlikler çokça mücâhede ve riyâzet etmekle, gece ve gündüz ara vermeksizin zikrullah ile bir yandan nefislerini kötü sıfatlardan kurtarırken, diğer yandan da basiret gözünden, beşeriyet perdesini kaldırırlar. Böylece gayb âleminden gelen ilhamlardan alacakları türlü zevkleri tadarlar. Kurtuluşu ve fesadı ilhamla bilirler. Hakkı ve bâtılı fark ederler. Hakk’a uyar, bâtıldan kaçınırlar. Bu makamda nefisleri güzel ahlâkla ahlâklanır ve sonraki makam olan mutmainne makamına erişirler. Sûfîler, nefs-i mülhimeye başlangıç makamında mutlak ilham geleceğini, mülhimeliğin ortalarına doğru işaret, sonunda ise hitap geleceğini belirtmiş ve nefs-i mülhime ehlinin, kendisiyle birlikte binlerce isyankârı cehennemden kurtarıp Cenâb-ı Hakk’ın izniyle cennete gireceğini söylerler.89 Ayrıca nefs-i mülhime sahiplerinin, ruhlar âleminde evliyânın avamı ile müminlerin seçkinlerinin bulunduğu ikinci safta yer aldığını belirtirler.90 4. Nefs-i Mutmainne Nefs-i mutmainne; masivadan kurtulup, sürekli Allah'ın huzurunda bulunduğunun farkına vararak bu halini devamlı koruyan,91 daima itaat halinde olan,92 Cenâb-ı Hakkın hitabına mazhar olması sonucu, çektiği sıkıntıların ağırlığından kurtulup itminana eren nefistir.93 Nefis bu hale erince kendinde ne itaatleri terk etmeye, ne de günah işlemeye dair bir istek duymaz.94 Sûfîler, ancak nefs-i mutmainne seviyesine eren bir sâlike sûfî denilebileceğini söylerler. 95 Sûfîlere göre bu nefsin seyri, seyr-i ma‘allâh’tır. Âlemi, hakîkat-ı muhammediyye’dir. Yeri, sırdır. Hâli, kalbin tam ve gerçek inanışıdır. Kazandıkları [vâridâtı], şeriatın bazı sırlarıdır. Sıfatları ise; cömertlik, tevekkül, tefvîz, sabır, hilm,                                                              89 Eşrefoğlu Rumi, a.g.e., s. 41-56 90 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 278 91 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 447 92 Kâşânî, a.g.e., s. 558 93 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 664 94 Kâşânî, a.g.e., s. 558 95 Eroğlu Nuri, a.g.e., s. 41-43 19    teslim, ümit, doğruluk, ibadet, yumuşak gönüllü ve güler yüzlülük, hamd-u senâ, şükür, tam müşâhede, huzur, kalp sevinci, tatlı dillilik, ayıpları örtmek, kusurları bağışlamaktır.96 Nefs-i mutmainne sahipleri, nefs-i emmârenin; hevâ, gazap, şehvet, hırs, cimrilik ve kibir gibi çirkin huylarından korkarak uzaklaşırlar.97 Nefs-i mutmainnenin terbiyesi “Hakk” isminin zikriyle gerçekleştirilir.98 Sûfîlere göre mutmainne, Allah aşkına ulaşma makamıdır. Bu makamın ehli, hâssu’l-hâss dairesinde bulunup, onlara açık, rabbânî hitap gelir.99 Kalp, kendisine ihsan edilen yakînden dolayı bir üst makama yükselerek mahalline yönelince, nefis de kalbe yönelir. Bu durumda, nefiste sükûnet hali meydana gelir.100 Nefsin, mutmainne haline eriştirilmesi şu temsille de ifade edilir: “Ev süsleninceye kadar, ev eşyası toplamak için durmadan çalışılır. Böylece bu eşya ile ev zinetlenir, sultanın orada konaklamasına uygun hale gelir ve sultan oraya iner. Sultan gelerek Hakk tecelli edince de nefis tatmin olur.”101 Kur’an-ı Kerîm’de, Fecr suresinin 27 ve 28. âyetlerinde nefs-i mutmainneye şöyle hitap edilir: “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” Sûfîler, bu ayetin tefsirinde nefs-i mutmainneyi, Allah'ın varlığı ile veya zikriyle yahut O’nu müşâhede ederek huzura kavuşmuş, yakînin zirvesine ulaşmış, hiçbir şeyin kendisini korkutmadığı ve üzüntüye düşürmediği güven içinde olan nefis olarak tanımlarlar.102 Nefs-i mutmainne sahiplerinin, ruhlar âleminde peygamber ve evliyânın seçkinlerinin ruhlarının bulunduğu103, birinci safta bulundukları zikredilir.104 5. Nefs-i Râziye Nefs-i râziye; kulun nefsinin, Hakk’ın kazalarına razı oluculuğu sıfatı olup,105 bütün hâllerinde rızanın kemâl derecesini kazanan nefistir. Bu nefsin seyri, seyr-i                                                              96 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 664 97 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e., s. 42 98 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 42 99 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e, s. 42-61 100 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 587 101 Necmüddîn Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 111 102 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 717 103 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 268 104 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s.. 286 105 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s.42 20    Allah’tır. Âlemi lâhût âlemi, yeri ise sırrın sırrı olup, hâli fenâdır. Bu nefsin vâridi yoktur. Bu makâmda nefse ikram edilen sıfatlar; vera, ihlâs, muhabbet, üns, Allah'tan başkasını terk edip unutmak, teslim ve rızadır. Bu makamdaki kâmil kimse, Allah'ın cemâlini görüp kendinden geçer. Sonra bu âlemde var olan her şeyi itirazsız, gönül hoşluğu ile kabul edip haz duyar.106 Sâlike burada “Hayy” ismi telkin edilir. Bu isimle, nefsine karşı mücahede eder. Sâlik bu mertebede hakkın kazalarına, emrine ve nehyine razı olur, ıslâh olur.107 Kur’ân-ı Kerîm’de, Fecr sûresinin 28. âyetinde, nefs-i mutmainnenin bir sıfatı olarak şöyle zikredilir: “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” Bazı sûfîler nefs-i râziye’yi, nefs-i mutmainnenin iki üstün sıfatından, diğerinden mertebece düşük olanı olarak zikrederler.108 6. Nefs-i Marziyye Nefs-i Marziyye; Hakk’ın kulundan razı oluculuğu sıfatı olup,109 Allah'tan razı olan nefstir. Bu nefsin seyri, anillâh’tır. Âlemi şehâdet âlemi, yeri hafî olup, hâli hayret ve hayranlıktır. Kazandıkları [vâridâtı] şeriat, sıfatı, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmaktadır.110 Sâlikin terbiyesi için bu mertebede “Kayyûm” ismi telkin edilir. Sâlik, bu isimle mücahede eder. Bu halde devam üzere hakkın rızasına mazhar olup seyrü sülûk tamamlanır. Sonra kaderinde yazılmışsa, irşada yetkili halife olur. Allah'ın emriyle ve Rasûlullah (sav) izniyle mürşid-i hakiki ona dua eder ve enbiyanın vekili olur. Hem râziye ve hem marziyye olup aslına rücû eder.111 Kur’an-ı Kerîm’de, Fecr sûresinin 28. âyetinde, nefs-i mutmainnenin bir sıfatı olarak şöyle zikredilir: “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön!” Yine bazı sûfîler, nefs-i marziyye’yi, nefs-i mutmainnenin iki sıfatından üstün olanı olduğunu zikrederler.112                                                              106 İbrahim Hakkı, Marifetnâme s. 671 107 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 41-43 108 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e., s. 39 109 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 42 110 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 676 111 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s . 41-43 112 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e., s. 39 21    7. Nefs-i Kâmile İnsanın imanının kemâle ulaştığı daire olup,113 bütün kemâlâtı taşıyan nefstir. Bu nefsin seyri, seyr-i billâh’tır. Âlemi kesrette vahdet, vahdette kesret âlemidir. Yeri sır olup, hâli bekâdır. Kazandıkları [vâridâtı], bütün insanların öğrendiklerinin tümüdür. Sıfatları ise, insanlığın en güzel sıfatlarının tümüdür. Bu makam, bütün makamların en üstünüdür.114 Bu mertebede bulunan sâlik, “Kahhâr” ismiyle terbiye görür. Sâlik, bu makâmda esmâ ve mücâhedesi vasıtasıyla, nefsinin sıfatlarıyla mücadele ederek, imanını kemâle ulaştırıp insân-ı kâmil olur. Artık nefsini bütün yönleriyle bilir.115 Nefsin yedi aşamadaki bütün kötü sıfat ve kuvvetlerine fenâ vermek ile nefsini acze düşürür. Hz. Peygamber (sav)’in “Fakr tamamlandığı zaman, Allah ile vuslat olur”116 hadis-i şerifinde işaret ettiği fakr-ı tâm gerçekleşir.117 NEFS MERTEBESİ SEYRİ ÂLEMİ YERİ HALİ SIFATLARI VÂRİDİ ZİKRİ Nefs-i Seyr Şehâdet Sadr Meyil Cehalet, hırs, kötü Şerîat Lâ ilâhe emmâre illallâh huylar, mâlâyanî vs. illallâh Nefs-i Berzah Kalp Sevgi Levm, gizli riyâ, riyâset, Tarîkat Allah levvâme Seyr ilallâh halka itiraz vs. Nefs-i Ruhlar Ruh Aşk İlim, kanaat, tevazu, Marifet Hû mülhime Seyr alallâh sabır vs. Nefs-i Seyr Hakîkat-ı Sır Yakîn Cömertlik, tam Şerîatin bazı Hak mutmainne maa’llâh Muhammediyye müşâhede, huzur vs. esrarı Nefs-i Lâhût Sırru' Fenâ Vera, ihlâs, muhabbet, Vâridi yoktur. Hayy râziye Seyr Allah s-sır üns vs. Nefs-i Seyr Şehâdet Hafî Hayret Ahlâkullah ile Şerîat Kayyûm marziyye anillâh ahlâklanmak Nefs-i Kesrette vahdet, Ahfâ Bekâ En güzel sıfatların tümü Mahlûkâtın Kahhâr kâmile Seyr billâh vahdette kesret ilminin tümü Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde Belirttiği Nefsle İlgili Veriler Tablosu118                                                              113 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 43 114 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 680 115 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 41-43 116 Kaynak bulunamadı. 117 Eroğlu Nûrî, a.g.e., s. 41-43 118 İbrahim Hakkı, Marifetnâme, s. 623-680 22    B. Ruhanî Terbiye Ve Letâif-i Hamse Ruhanî terbiye metodunu kullanan Nakşibendîlik gibi tarikatlara göre terbiye, ruhun üzerindeki perdelerin ya da kesafetin kalkması için kalp tasfiyesi ile uğraşılır. Bunun yolu olarak da zikir, teslimiyet, rabıta gibi ameliyeler kullanılır. Ruhânî tarikatlar, nefsânî tarikatların özellikle kullandığı çile ameliyesini kullanmazlar. Daha çok, ruhun saflaştırılarak nefsin etkisinden kurtarılması, peşinden nefsin ruhun emrine alınması için çalışırlar. Ayrıca zikirlerinde gizliliği esas alan hafî zikri tercih ederler. Zikirleri de letâif üzerine, ism-i zat ile nefy ve isbat zikri çekerek seyrü sülûku tamamlarlar. Özellikle Nakşibendiyye tarikatı ruhânî metodu kullanır.119 Çoğul bir kelime olan letâifin tekili latîfe olup, letâfetten türemiştir. Letâfet Arapçada; incelik, zarafet, hoşa gitme, yumuşaklık, ince huyluluk, şeffaflık gibi anlamlara gelir. Buna göre latîfe; ince, yumuşak huylu, zarif, yumuşak, şeffaf anlamlarını taşır. Tasavvufta ise; manevi gerçekleri bilmemizi sağlayan hassas bilinçaltı yetenekler, insanın hakikatini oluşturan katmanlar, ruhun120 ya da kalbin mertebeleri veya farklı boyutları kastedilir.121 Latîfeler; beşi ruhlar âleminden, beşi de halk âleminden olmak üzere toplam on tanedir. Ruhlar âleminin beş latîfeleri kalp, ruh, sır, hafî, ahfâdan oluşmaktadır. Halk âleminden olan latîfeler ise; nefis ile insan bedenini oluşturan anasır-ı erbaa (dört unsur) adı da verilen hava, toprak, su ve ateştir. Sadece letâif-i hamse denildiğinde ruhlar âleminin latifeleri; letâif-i sitte denildiğinde buna ek olarak nefis; letâif-i seb’a denildiğinde ise ruhlar âleminin beş latîfesi, nefs ve dördü bir arada olmak üzere anasır-ı erbaa kastedilir. Latîfelerin farklılığı konusunda iki görüş vardır. Bir görüşe göre farklılıklar özde olmayıp, vasıf ve hallerdedir. Latîfeler, bazı mertebelerde kalp, beşerî kayıtlardan kurtulup daha saf olduğu mertebede ruh, saflık artınca sır, olgunlaşınca hafî adını alır. Dolayısıyla farklılık öz itibariyle olmayıp, özde hepsi birdir. Diğer görüşe göre ise latifelerdeki farklılık bizzat özde olup, her biri diğerinden ayrıdır.122                                                              119 Ramazan Muslu, a.g.e., s. 336 120 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, 4. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2013, s. 55 121 Halil İbrahim Şimşek, 18.Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendî-Müceddidîlik, 1. B., İstanbul, Litera ..Yayıncılık, 2016, s. 214 122 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, 6. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2015, s. 310 23    Ruhlar âleminin beş latîfesi iç içe geçmiş daireler şeklinde düşünülürse, dışarıdan içeriye doğru; kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ şeklinde sıralanacaktır.123 1. Kalp Latîfelerden zikirle buluşturulacak, uyandırılacak ilk latîfedir. Hz. Âdem (as) ile irtibatlıdır. Nuru, sarı renklidir.124 Değişken olup, farklı âlemlerde dolaşır.125 Vücuttaki yeri sol memenin altıdır.126 Bu latîfenin zikri esnasında sâlikin kalbinde hem Hak Teâlâ, hem de halk birlikte bulunur.127 Kalbin zikretmesi, Hak Teâlâ ile her an huzurda olması demektir. Artık onun için Hakk’ın huzuru ile halkın huzuru eşittir. Yani o, halkla beraberken, Hak ile huzurunu devam ettirir.128 Bu mertebenin seyrinde fiillerin tecellisi keşfolunur.129 Sâlik zikirle bu makamdaki on bin perdeyi kaldırınca seyrü sülûkunda istikamet sahibi olur ve kendisine gaybî sırlar zuhur etmeye başlar.130 Bu aşamada zikre alışma ve onunla hemhal olmayı alışkanlık edinme amaçlanarak, zikrin devamlılığı sağlanır.131 2. Ruh İkinci sırada yer alan ruh latîfesi, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim (as) ile irtibatlıdır. Nuru, kırmızı renklidir.132 Vücuttaki yeri sağ memenin altıdır.133 Ruh zikri esnasında sâlikte, Hakk’ın huzurunda olduğu düşüncesi kâinatla olan irtibatına galip gelir.134 Bu mertebenin seyrinde Allah Teâlâ’nın sübûtî sıfatlarının tecellisini keşfedip, sıfatları kendinden bilmez ve onun nisbetini Hak’tan bilir.135 Böylece sâlik, zikirle bu makamda bulunan on bin perdeyi kaldırarak nefsinin nurunu zayıflatır.136                                                              123 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 55 124 Muhammed b. Abdullah Hânî,, Behcetü’s-Seniyye-Nakşibendî Âdâbı, (çev. Siraceddin Önlüer), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011, s. 209-210 125 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309 126 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 57  127 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 311 128 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 251 129 Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-Maârif-Marifet Deryasından İnciler, (çev. M.Ali Özkan), 1.Baskı, İstanbul, Semerkand Yayınları, 2015, s. 106 130 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309-310 131 Halil İbrahim Şimşek, 18.Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendî-Müceddidîlik, s. 218 132 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 209-210 133 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 57 134 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 311 135 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s. 106 136 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309-310 24    3. Sır Üçüncü latife olan sır, Hz. Musa (as) ile irtibatlıdır. Nuru, beyaz renklidir.137 Sabit olup, halden hale dönüşmez.138 Vücuttaki yeri sol memenin üstüdür.139 Sır zikri esnasında sâlik, sadece Hakk’ın huzurunda olduğunu hisseder, kâinatı algılayamaz,140 kendi zatını Hakk’ın zatında kaybolmuş bilir.141 Bu mertebenin seyrinde ilâhî zatın şuûnat-ı tecellisini keşfeder.142 Sâlik zikirle bu makamda bulunan on bin perdeyi kaldırınca ledün ilmine sahip olur143 ve bu mertebede görüntülerin birleştirilmesini tecrübe eder. Yani sâlik, vahdet-i vücûdu tecrübe edip onu geçer ve vahdet-i şühûd mertebesine erişir. 144 4. Hafî Dördüncü latîfe olan hafî, Hz. İsa (as) ile irtibatlıdır. Nuru, siyah renklidir.145 Vücuttaki yeri sağ memenin üstüdür.146 Hafî zikrinde sâlikte sadece Hakk’ın zikri kalır, kendini de hissedemez.147 Bu mertebenin seyrinde ilâhî selbî sıfatlarının tecellisini keşfeder. Sâlik bu seyirde, bütün görünenleri Hak’tan ayırır.148 Hafînin zikri, ruhun varlığını sırda öylesine gizlemektir ki artık zikri yapılan zattan, yani Allah'tan başka her şey yok olur.149 Sâlik zikirle bu makamda bulunan on bin perdeyi kaldırınca Allah'ın zatî sıfatları tecelli eder ve bu latîfeyi Hakk’ın sıfatlarıyla bezeyerek her şeyi o sıfatlarla görmeye başlar. Ancak mahlûkatın tüm davranışlarını Hakk’ın vücudundan görüp, helâl ve haram arasında fark göremediğinden, bu makamda zındıklık ve ilhâd tehlikesi yaşayabilir.150                                                              137 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 209-210 138 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309 139 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 57 140 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 311 141 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 251 142 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s. 106 143 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309-310 144 Halil İbrahim Şimşek, 18.Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendî-Müceddidîlik, s. 219 145 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 209-210  146 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 57 147 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 311 148 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s. 106 149 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 251 150 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 310 25    5. Ahfâ Beşinci latîfe olan ahfâ, Hz. Muhammed (sav) ile irtibatlıdır. Nuru, yeşil renklidir.151 Vücuttaki yeri sol meme ile sağ memenin ortasıdır.152 Bu vilayetin seyrinde sıfatların aslı olan tecelli-i şân-ı câmi-i ilâhî keşfolunur. Öyle ki bu durum, parıldamaların güneş ışığının aslı olması ve güneşten daha yakın olmasına benzer. Ahfâ latîfesinde, zatî tecelli şimşek gibi zuhur eder. Bu seyirle salik, Hakk’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı ele geçirir.153 Sâlik zikirle bu makamda bulunan on bin perdeyi kaldırır. Bu latîfenin perdesinin rengi olan yeşil, Hakk’ın özel sıfatı olan mutlak nurun rengidir. Bu yeşillik, mutlak nurun tecellisiyle dirilmiş olan varlık ağacının canlı olmasının alametidir.154 Latîfeler üzerinde zikir yaptırarak seyrü sülûk gerçekleştirme, daha ziyade Nakşibendîlik özelinde Müceddidîlik ve sonraki kolların seçtiği seyrü sülûk metodudur. Bu metotta sâlike sırasıyla kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ ve nefisin vücutta bulundukları noktalar üzerinde ism-i zat zikri çektirilerek tüm bedenin zikre iştirak etmeleri sağlanır. Bu zikre, zikr-i sultanî adı verilir.155 Her latîfenin sonu, bir sonraki latîfenin başına bitişiktir. Makamların sülûku iki kısım üzeredir. Birincisi her makamın sülûkunu tamamlamaktır. Mürid kendi mürşidinin teveccühü ile bir makamın seyrini baştan sona kat eder ve ondan sonra diğer latîfenin seyri ile meşgul olur. İkinci kısım ise, atlama yoluyla makamların sülûkudur. Bu usulde mürşid, kimi isterse onun işini kolaylaştırarak sona kavuşturur. Mürşid işini kolaylaştırmak istediği müridinin ilk latîfesine teveccüh eder ve henüz ilk latîfesinin seyrini tamamlamamış olan müride ikinci latîfenin nurlarını ilka eder. Aynı şekilde ikinci latîfeyi geçmeden müridinin üçüncü latîfesine teveccüh buyurur. Diğer latîfelerde de aynısını yapar. Mürşidin teveccühü ile her makama ait feyizler, nurlar ve keyfiyetler her yerden salikin batınına yerleşir ve atlatılarak makamları geçen sâlik her makamı kısaca görmüş olur. Daha sonra her makamın tafsilatı Allah Teâlâ’nın yardımıyla sâlike hâsıl olur.156                                                              151 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 209-210 152 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 57 153 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s. 106 154 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 309 155 Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, s. 56 156 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s. 129  26    III. SEYRÜ SÜLÛK ÂDÂBI Seyrü sülûk yolcusu olan sâlik, mürşidinin göstereceği yolda ilerlerken, kendisinin yolun cahili, mürşidinin ise yolun arifi olduğunu aklından hiç çıkarmadan, tam bir teslimiyetle kendisine bildireceği kurallara uygun hareket etmeli, bu uğurda başına gelebilecek her türlü sıkıntıyı başarması gereken bir imtihan ve sülûkunun tamamlanması için aşması gereken bir basamak olarak görmelidir. Meşâyıh-ı kirâmın belirlediği seyrü sülûk âdâbını iyice öğrenmeli ve vakti gelen edebi uygulamada kararlılık göstermelidir. Bu edeplerin, seyrü sülûkunun olmazsa olmaz esasları olduğunu bilmelidir. Sâlik seyrü sülûkunu gerçekleştirirken, takvaya dikkat etmeli, nefsini olgunlaştırmaya ihtimam göstererek, her ne sebeple olursa olsun nefsiyle mücadeleye devam etmeli, kalp kuvvetinin artması için daima teyakkuz halinde olmalıdır. Allah dostlarıyla birlikte olmaya dikkat etmeli, fâsık ve şerli kimselerden uzak durmalıdır. Edeplere uyma noktasında son derece dikkatli olup, vakitlerini güzelce değerlendirmeli ve gönülden her türlü kötülüğün gitmesi için huzura dikkat etmelidir. İşlemiş olduğu amellerde ihlâslı olmalı, kalbini imara çalışmalı ve onu kendi haline bırakmamalıdır.157 Sülûku için gerekirse hicret etmeli, himmetini âlî tutmalı, her konuda sadece Hakk’ın rızasını aramalı, sebeplere güvenmemelidir. Dünya sevgisini içinden söküp atmalıdır. Sadece tarikata girmekle kemâlâtı kesinlikle elde edeceğini düşünmemeli, sülûk esnasında elde ettiği manevi kemâlâtı ve sırları başkalarından gizlemeli, her şeyiyle kendini Allah yoluna adamalı, kalbi sadece Allah’a vermelidir. Helal lokma yemeli, Allah’a iltica etmelidir. Emirlere itaatte bahane aramamalı, kemâlâta erişinceye kadar sülûku terk etmemelidir. Sükût ehli olmalı, aceleci olmayıp teenni ile hareket etmelidir. Seyrü sülûkta yarışmalıdır. Hakka karşı her daim boyun bükmeli, Allah Teâlâ ve insanlar hakkında hüsnü zan sahibi olmalıdır. Güzel amelleri nefsine atfetmemeli, kendisini sülûktan vazgeçirmek isteyenlere uymamalıdır. Dinî gayret sahibi olup, şeriat ve hakikat dengesini korumalıdır.158                                                                  157 Fikri Akbulut, Bir Osmanlı Yüzbaşısının Kaleminden Tasavvuf, 1. B., Konya, Ensar Yayıncılık, 2006, s. 226 158 Süleyman Derin, a.g.e., s. 281 27    İKİNCİ BÖLÜM MÜRİD VE İLGİLİ KAVRAMLAR I. İRADE VE MÜRİD İrade, sözlükte; istek, talep, dilek, arzu, sevme, rağbet etme, kast etme anlamlarına gelir.159 Tasavvufî ıstılahta ise irade, insanın bir şeye inanması, sonra ona azmetmesi, onu istemesi, tam anlamıyla Hakk’a yönelmesi, halktan yüz çevirmesidir.160 En temel anlamda irade; müridlik, yani Hakk’a vasıl olma isteği olup, bu istekle yola çıkmak ve bu yolculuğu bir mürşid rehberliğinde gerçekleştirmektir. İrade, hak yoluna giren sâliklerin ilk adımı olup, Allah Teâlâ’ya yönelen kimselerin ilk durağıdır. Çünkü her işin evveli iradedir. İrade konusunda meşâyihin her birinin kendi manevi durumlarına göre açıklamalar yaptığını belirten Kuşeyrî, ekseriyetin tarifiyle iradeyi alışılan boş şeyleri terk etmek ve adetlerden çıkıp kurtulmak olarak izah eder.161 Yine bazı sûfîler iradeyi; kişinin, mücâhede yoluyla sevgiliye kavuşmayı amaçlaması ya da onun razı olduğu işlerle Allah'a sevgisini göstermesi, ümmete nasihatte samimi olması, halveti sevmesi, sıkıntılara ve değişimlere sabretmesi, Allah’ın emrine adanması, O’nun bakışından hayâ duyması, uğruna çaba göstermesi, O’na ulaştıran her vesileye başvurması, O’na götüren kimseyle dostluk etmesi, gizli kalmaya kanaat etmesi, kalbin vuslat dışında bir şeyle yatışmaması olarak tarif ederler.162 İradeyi; bütün mutlulukların tohumu olan büyük bir nimet olarak gören sûfîler, beşerî iradenin bir sıfat olmayıp Hakk’ın “müridlik” sıfatının nurlarından bir şuâ olduğunu, Hak Teâlâ kuluna bu sıfatla tecelli etmedikçe kulun kalbinde iradenin                                                              159 İbn Fûrek, a.g.e., s. 206 160 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 316 161 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 405 162 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf-Sûfîlerin El Kitabı, (çev. A. Murat Özel), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015, s. 40-41 28    nurunun aksinin ortaya çıkmayacağını, bu durumda o kimsenin mürid olamayacağını belirtirler. Ayrıca kulun kalbine gelen iradenin, beslenmemesi durumunda yeniden gayba karışacağını, beslenmesinin ise kâmil bir şeyh eliyle mümkün olacağını söylerler.163 İradenin hakikati; kalbin bütünüyle Allah’ı talep etmeye yönelmesi,164 irade edilen şeyi (muradı) elde etmede çaba sarf etmesidir.165 Sûfîler; ancak Allah'a sağlam irade ile bağlanarak nefisten kurtulmanın mümkün olacağını,166 tövbenin iradeye, iradenin ise marifete götüreceğine işaret ederler.167 Gafleti iradeye engel olarak gören sûfîlere göre, gafil olan kimse irade ve kasttan yoksundur.168 İradenin sıhhati ise üç şeydedir: 1- Her şeyde Allah'ı murad etme, 2- Bütün eşyayı Allah için murad etme, 3- Sadece emr olunduğunu irâde etmeyi nefsine yerleştirme. Bunu sağlayacak şey, nefsini dünya lezzetlerine ve şehvetlerine karşı müstağni kılmaktır.169 İrade ile meşîet (dilemek) arasını ayırarak fark görenler, iradeyi ubudiyetin şartı, meşîeti ise rubûbiyetin sıfatı olarak zikrederler. Bazıları ise bunun hata olduğunu ve aralarında fark olmadığını söylerler.170 İradenin sonu, her söz ve hâl ile Allah Teâlâ’ya işaret etmek ve bütün işaretlerde O’nu bulmaktır.171 A. Mürid Ve Özellikleri Mürid; Allah’a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanma172 isteğiyle nefsini dünyanın nimetlerinden alıkoyan, ibadetlerle ilgilendiği için lezzetlerden yüz çeviren,173 bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe bağlanıp,174                                                              163 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 206 164 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 405 165 İbn Fûrek, a.g.e., s. 322 166 Ebû Nuaym Isbehânî, Hilyetü’l-Evliyâ, (çev.Hüseyin Yıldız, Hasan Yıldız, Zekeriya Yıldız), C. VIII, 1. B., İstanbul, Ocak Yayıncılık, 2015, s. 637 167 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 324 168 İbn Fûrek, a.g.e., s. 322 169 İbn Fûrek, a.g.e., s. 322 170 İbn Fûrek, a.g.e., s. 206-212 171 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 407 172 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 454-455 173 Kâşânî, a.g.e., s. 499 174 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 454-455 29    iradesini Hakk’ın ve şeyhinin iradesine teslim eden,175 böylece onun rehberliğinde seyrü sülûk yapan, manevi makamlarda yol alan, kemâl mertebelere ulaşmak için irade izhâr eden kimsedir.176 En temel ifadeyle mürid, Mevlâsı dışında bir şey irade etmeyendir.177 Mürid olmayı sûfî olmanın ilk adımı olarak sayan Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre Allah müride başarı verirse onu sûfiyye içine düşürür. Onun sonunu iradede, başlangıcını da tasavvufta kılar. Zira iradede son, dışın ve için her kirden temiz olmasıdır. Müridin iradesi temiz olunca safâsı da temiz olur. Böylece ona sûfî denir.178 Müridin alametleri olarak; Kur’ân ile meşgul olmak, ilim tahsili, ilmiyle amel etmek, malayaniden kaçınmak, ümit ve korku arasında bulunmak, başkalarıyla uğraşmak yerine nefsiyle uğraşmayı tercih etmek,179 rıza, ahde vefalı olmak, ihlâs ile amel etmek, musibete sabretmek, günahlara tevbe etmek ve iradesini kontrol altına almak gibi sıfatlar zikredilir.180 Müridin en belirgin özelliği, kötülüklerden uzak durup güzel ahlâk sahibi olmak için çabalamasıdır.181 Mürid bütünüyle Allah'a yönelince, Allah'ın ona vereceği ilk şey mâsivâdan müstağni olmaktır.182 Müridler, Mevlâ'nın onların kalplerine, sözlerine, eylemlerine ve işittiklerine vâkıf olduğundan haberdardır. Allah’ın onlara vâkıf olduğunu fark ettikleri için hayâ sahibi; Mevlâ onlara üstünlük bahşettiği için de hayret sahibi, yüceliği karşısında kusurları sebebiyle başları öne eğiktir.183 Müride galip olan duygu, şefkat, rikkat, merhamet ve bol bol vermek olup, bu da müridin edebinden ve müridliğindeki sadakatinden dolayıdır.184 Müridin dünya ile ilişkisi; onu reddedip ondan kaçmaktır. Dünyalığı istese bile müslümanların ihtiyaçlarını giderebilmek, Rabbine itaat için kuvvet kazanabilmek, din düşmanlarına karşı cihad edebilmek için, yani Allah için ister.185                                                              175 Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf Ve Tarikatlar, s. 185 176 Muhammed Mübârek Elhüseyni, Ehl-i Tasavvuf, 2. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2016, s. 118 177 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 41 178 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn-Âriflerin Yolları (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 14 179 Serrâc, a.g.e., s. 238 180 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 33 181 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 106 182 Serrâc, a.g.e., s. 237 183 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Ferâğ-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015, s. 98-99 184 Serrâc, a.g.e., s. 237 185 İbn Fûrek, a.g.e., s. 324 30    Her aradığını Kur’an’da bulamayan kulun, gerçek mürid olamayacağını savunan sûfîler, bir müridin Kur’ân’la hemhâl olmasını şart koşarlar.186 Yine müridin seyrü sülûkunda çalışkan olup, tembelliğinin olamayacağını ifade ederler.187 Ayrıca müridin iki türlü hayrete sahip olduğunu, bunlardan birinin günah işleme korkusunun şiddetinden meydana gelen hayret, diğerinin ise kalplere açılan tazim duygusundan meydana gelen hayret olduğunu söylerler. Yine bazı sûfîler; müridlerin gönül ferahlığına sebep oldukları,188 meleklerin müride merhamet duyup ağladıkları,189 Yüce Allah'ın katındaki değerinin bilinmesi durumunda, yürüyecekleri yer olunacağı,190 ayrıca sadık bir müridin ilmiyle amel edip, bu amel sonucu iyiliklerin ve kötülüklerin hakikatine ulaşacağı gibi özelliklerden bahsederler.191 B. Mürid Türleri Niyet ve amellerine göre müridler üçe ayrılır: Birincisi, Allah'ı nefsi için murad eden ve umma ve korkuya göre hareket edenlerdir. İkincisi; yalnız Allah'ı murad eden ve bunun etkisiyle karşılık beklemeden amel eden, Allah'ın emrini yerine getirmekle sevinenlerdir. Üçüncüsü ise, hiçbir şey dilemeyen, kendisi için Allah tarafından ne murad edilmiş ise onu isteyen, nefsine ne bir makam, ne hâl, ne de bir yer vermeyenlerdir. Bu meratibe göre üçüncü grup, müridlerin en üstünüdür.192 Mertebece en üstte olan müridin; kendisini gözeteni yüceltip, nefsini en çok kontrol eden kimse,193 müridlerin en altta olanının ise; kendisi ile Rabbi arasında elinde bir hüccet yokken bir fikir belirten veya bir söz söyleyen kişi olduğu söylenir.194 Kimi sûfîler ise, müridliği üç mertebede ele alarak, zayıftan kuvvetliye doğru; teberrük ve kudsiyet amaçlı müridlik, ilâhî huzura ulaşma amaçlı müridlik ile hilâfet ve yetkin marifet müridliği olarak açıklamışlardır.195 Sûfî müelliflerden Hücvirî ise müridleri dört zümre olarak zikreder. Ona göre; sûfîlerin manevi hâllerinin farkında olan ilk zümre; bâtınlarının saf, hâllerinin sıhhatli                                                              186 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., C. III, s. 224 187 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 607 188 Serrâc, a.g.e., s. 237 189 İbn Fûrek, a.g.e., s. 324 190 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 69 191 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 419 192 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 9 193 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 101 194 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 496 195 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 41 31    oluşundan dolayı sûfîlerin sırlarına vâkıf olmuşlardır. Böylece muhakkik sûfîlerin Allah’a yakınlıklarını, büyük mutasavvıfların yüceliklerini görmüşlerdir. Bu dereceye sahip olmayı arzulamaları, sûfîlerle alaka kurmalarına sebep olmuştur. Sûfîlerin batınlarının değil, zahir hâllerinin farkında olan ikinci zümre; kendilerindeki salâh, iffet, sükûn, huzur ve selamet ile onların zahir hâllerine aşina olmuşlardır. Bu suretle sûfîlerin şeriata sımsıkı bağlı kaldıklarını, İslâm’ın âdâbına riayet ettiklerini ve muamelelerinde güzel bir hâl üzere bulunduklarını görmüşler ve böylece onların sohbetine katılmayı kendilerine gaye edinmişlerdir. Karakter güzelliğine sahip kimselerin oluşturduğu üçüncü zümre ise; sahip oldukları mürüvvet, zarafet ve gidişatlarındaki güzellik sayesinde onların yollarına girme imkânını bulmuşlardır. Böylece büyüklere hürmet, küçüklere fütüvvet ve akranlara güzel münasebetler nevinden olmak üzere onların zahirdeki hayatlarının zarafet ve mürüvvetle süslenmiş olduklarını görerek, onların sohbetinde bulunmak istemişlerdir. Menfaat peşinde olanların oluşturduğu dördüncü zümreye gelince, içlerindeki tembellik, benlik, baş olma arzusu ve ilim olmadan özel bir itibara sahip olmanın yolunu araştırma düşüncesi bu zümreyi, sûfîlerin fiillerine ve davranış biçimlerine doğru sevk etmiştir. Bunlar zannetmişlerdir ki, burada bu zahir işten başka bir iş ve hâl mevcut değildir. Onun için onların sohbetini kast ve talep etmişlerdir. Sûfîler ise, kerem ve güzel ahlâklarından dolayı bu zümreye karşı yumuşak ve müsamahakâr davranmışlardır.196 C. Müridin Terbiyeye Olan İhtiyacı Mürid, yürümeyi irade ettiği hak yolda yürüyebilmek için, o yolu yürümüş, yolun tehlikelerini, inceliklerini, kestirmelerini vs. tüm özelliklerini bizzat görerek ve yaşayarak öğrenmiş usta bir kılavuza muhtaçtır. Kılavuz olmadan ilk defa yürünecek bir yolda karşılaşılabilecek tüm durumlar, yola mürşidsiz çıkacak olan mürid için de geçerlidir. Meşâyıhın tümü, yolun kılavuzsuz, mürşidsiz yürünemeyeceği konusunda ittifak halindedirler. Sülemî; müridlerin âriflere, âriflerin sûfîlere, sûfîlerin ise Rablerine iltica ettiklerini söyleyerek, bir müridin ârif kimselerden alacağı manevî terbiye ile ancak Rabbine doğru yol alabileceğine işaret eder.197 Ayrıca sâlikin manevi bir hasta olup bu hastalıktan kurtaracak tedavi aşamalarını, yani seyrü sülûk sürecini; tasavvuf                                                              196 Hücvirî, a.g.e., s. 107-108 197 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 13 32    imamlarından, nasihati kendisini etkileyeceği, sohbetinde yetişeceği bir mürşid bulması, bu arayışında nefsinin ve halkın tüm arzularını bir kenara bırakıp, yalnızca tabi olduğu mürşidin hükmünce gitmeyi amaçlaması gerektiğini anlatır. Arayıp bulmuş olduğu bu gönül hekimi mürşidin ise, müride nazar etmesi suretiyle hastalığının sebebini bulmuş olacağını, devasını ona göstermesiyle derdine derman olacağını, böylece yüce Allah’ın izniyle iyileşeceğini söyler.198 Müridlerin hakikate ulaşabilmeleri; kendilerini hedeflerinden alıkoyan şeylerden alakayı kesmek, candan çaba sarf etmek, yollarında kendilerine arız olan her türlü sıkıntıya tahammül etmek, başa gelecek olan ölümle Allah'a ulaşmayı murad etmek, küçük büyük her şeye tazim etmek, seyirlerinde ne acele ne de gevşek davranmak, yürüdükleri yolda yürümeyenlerle arkadaşlık etmemekten oluşan yedi şarta bağlanır.199 Yine bunlara ilaveten müridin kemâle ermesi için; akli yetilere sahip olmak, zihnin amele alışması, ameli hakkını vererek yapmak, aklın hevâyı kontrolü altına alması, bütün derdin Allah'ı razı etmek olması, bir şey söylemeden veya yapmadan önce o şeyin doğru olup olmadığını iyice düşünmesi, itaatleri boşa çıkaran afetlerden bütün gücüyle sakınması şeklinde yedi şart daha zikredilir.200 Müridin sülûk yolunda yürüdüğü müddetçe ilâhî yardımlarla ödüllendirileceğini,201 ifade eden sûfîler, müridin Rabbinden miras alacağı ilk şeyin marifet olacağını,202 uyması gereken âdâba uyup, gerekli ahlâk ile ahlâklandığında ona; ihlâs, yakîn, müşâhede, cem ve tefrika, bekâ ve fenâ, kabz ve bast, muhâdese ve mükâleme, bilinmeyen ilimlere vâkıf olma, levh-i mahfûzu görme vb. yüksek hâller lütfedileceğini söylerler.203 D. Müridin Âfeti Bir müridin âfeti olarak; nefsinin istediği şeyleri yemesi, lezzetlerle meşgul olması,204 keramet arzusu, bazı ilimleri, kullanmak veya hakikatlerine ulaşmak için değil de, kendini razı etmek için öğrenmek istemesi,205 bâtıl kitapları okuması,206 kalbin                                                              198 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 7 199 İbn Fûrek, a.g.e., s. 322 200 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 101 201 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 294 202 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 101 203 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s.22 204 İbn Fûrek, a.g.e., s.324 205 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 497 33    ahireti zikretmekten aciz olması,207 refaha meyletmesi,208 hırs209 ve kalbinde rızık düşüncelerinin olması zikredilir ki, bunlar müridin seyrü sülûkuna zarar veren şeylerdir.210 II. MURÂD Murâd, sözlükte istenilen, talep edilen, irade edilen gibi anlamlara gelir. Tasavvufî ıstılahta ise; Hakk’tan gelen bir cezbe kuvvetiyle Rabbine çekilen ve içindeki halleri kendisine müşâhede ettirilen, böylece riyâzet ve mücâhede ile meşgul olmadan evvel keşf derecesine ulaşarak,211 seyrü sülûkun nihayetine ulaşmış olan kimsedir.212 İbn Fûrek, müridin hakkı talep etmede gayret gösterdiğini, hakka isabet etmekle kendini mükellef kıldığını ve onunla meşgul olduğunu, her müridin haliyle murâd olduğunu, çünkü bir işi istemenin doğruluğunun ancak onun irade edildiği durumda olabileceğini söyler.213 Ayrıca murâdın, hâlleri ve makamları bizzat görmüş ve tecrübe etmiş olacağını ifade eder.214 Sülemî de murâdın; kendisinden ağırlıkları alınmış olan, sağlık ve afiyet içinde yürüyen, yani riyazet ve çile çekmeden seyrini gerçekleştiren kimse olduğunu ve kendisinin taşıyan değil, taşınan olduğunu anlatır.215 Keşf mertebesine ulaşmadan önce riyâzet ve mücâhede ile meşgul olana mürid, riyâzet ve mücahede ile meşgul olmadan evvel keşf derecesine ulaşana murâd adı verilir.216 Kelâbâzî, hakikatte müridin murâd, murâdın da mürid olduğu, çünkü Allah Teâlâ’yı irade eden kimsenin ulu ve yüce Allah'tan olan ezeldeki irade ile O’nu irade etmekte olduğunu, önce Allah’ın kulunu irade ettiği için daha sonra kulun O’nu irade ettiğini ifade eder. Ona göre, “Bizim için mücahede edenleri biz yollarımıza iletiriz”217 âyetinde kastedilen kimse müriddir. Allah Teâlâ irade ettiği müridin kalbini halktan çevirip kendine yöneltir. Yarattığı bir lütuf sebebiyle müridde Allah için mücâhede                                                                                                                                                                                206 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 643 207 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 294 208 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 385 209 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 526 210 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 532 211 Kelâbâzî, Taarruf-Doğuş Devrinde Tasavvuf, (çev. Süleyman Uludağ), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1992, s. 200 212 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 409 213 İbn Fûrek, a.g.e., s. 206-212 214 İbn Fûrek, a.g.e., s. 342 215 Sülemî, Kitâbu Sülûki’l-Ârifîn-Âriflerin Sülûkü Meselesi (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 127 216 Kelâbâzî, a.g.e., s. 200 217 El-Ankebût, 29/69 34    etme, O’na yönelme ve O’nu irade etme arzusu doğar, sonra keşfi açılır ve böylece içindeki hâlleri müşâhede eder. Murâdda ise, Hakk’ın cezbe kuvvetiyle kendine çekmesi ve içindeki halleri müşahede ettirmesiyle nâil olduğu kuvvetli hâli, kendisinde riyâzet ve müşâhede ile meşgul olma, bu hususa yönelme ve çekilen sıkıntılara tahammül etme arzusunu meydana getirir.218 Müridi sahip olduğu ilim yönetirken, murâdı ise Hakk’ın gözetimi yönetir.219 Buna göre mürid ve murâd arasındaki temel farklar şöyle sıralanabilir:  Mürid yolun başındaki kimse, yani mübtedîdir, murâd ise yolun sonunda bulunan kimse, yani müntehîdir.  Müridlik, gayret göstermektir, murâdlık ise, gayret olmadan maksuda erişmektir.  Müride, seyrü sülûkta yorgunluk, güçlük çekmek ve zorlanma varken, murâda kolaylık vardır.  Salik, mükellef olduğu ibadetinde sadık olduğu zaman müriddir. Mevlâ’nın emirlerine güzelce sarılmakta zorlanmaktan kurtulduğu zaman ise murâddır.  Müridin gayreti, Allah için amel ve bu yolda mücâhededir. Murâdın himmeti ise Allah için dostluğunda sadık olma ve bunu korumada çaba sarfetmektir. Bunu kast edenlerin mertebelerinin ilki mürid, nihayeti ise murâddır.  Mürid sâbık, murâd ise mukarrebdir.  Murâd, bir şeyin elde edilmesinde acele eder, külfeti erteler, mürid ise külfeti hemen üstlenir, isabeti erteler.  Müridin yaptığı işte ki muradı, Allah'ın irâde ettiği hâl üzere olmaktır. Murâdın muradı ise, Rabbinin iradesidir.  Müridin ameli dünyası için ve kendi dünyasındadır. Bazen ameli onu zikirden alıkoyar, onu zikirden ayırır. Çünkü o buna gayret etmiştir. Murâd olma özelliğine sahip olan ârifin ameli ise muraddır. Bu hali onu zikirden alıkoymaz, ayırmaz.220                                                              218 Kelâbâzî, a.g.e., s. 200 219 Sülemî, Kitâbu Sülûki’l-Ârifîn, s. 127 220 İbn Fûrek, a.g.e., s. 206-212 35    III. MÜRİDLE BAĞLANTILI KAVRAMLAR Mürid isminin yanı sıra, coğrafî, zamansal, meşrepsel farklılıklar gibi nedenlerle alternatif isimler gelişmiştir. Bunların başlıcaları; mübtedî, sâlik, tâlib, sâir, dervîş, fakir vs. sayılabilir. Genel tanımlarıyla bunları şöyle sıralayabiliriz: A. Mübtedî, Mütevassıt, Müntehî İbtidâ kelimesinden türeyen mübtedî, yeni başlayan, başlangıç aşamasında olan, ilk, ilkel, acemi anlamlarına gelir. Bu kelime seyrü sülûka yeni başlayanları kasdetmek için kullanılır. Tasavvufun ilk dönemlerinde kullanım alanı bulmuştur. Ancak bu kelime sadece tasavvufa has bir kelime değildir. Tasavvufta kullanıldığında, bununla mürid kimsenin kastedildiği anlaşılır. Tasavvufta mübtedî; manevi yolculuğunda başlangıç aşamasında olan, tam anlamıyla kendini Allah’a veren kimsedir.221 Kimi sûfîler ise mübtedîyi; Allah’a yönelen kimselerin, sülûk yollarına büyük bir azimle başlangıç yaparak, o yolun âdâbını üstlenen ve ahlâkını hizmetle hazırlayan kimse olarak tarif eder.222 Bu yolculuğun orta aşamasında olan için mütevassıt, yolculuğun son aşamasına varıp, nihâyete erdiren kimse içinse müntehî adı kullanılmıştır. B. Müteşebbih Teşebbüh (benzeşme) kökünden türeyen müteşebbih, kendini sûfîlere benzetmeye çalışan kimseleri ifade eder. Tasavvufun ilk basamağı iman, ikinci basamağı ilim, son basamağı ise zevk olup, birincisi müteşebbih, ikincisi mutasavvıf ve üçüncüsü ise sûfî kimselerin meşguliyetidir. Bu durumda müteşebbih, tasavvuf yolunda zevk ve ilimden mahrum olup sadece iman seviyesinde olandır.223 Müteşebbih, bu özelliğiyle müridliğin eşiğinde olan kimsedir, denilebilir. C. Muhib Muhabbet, sevgi, aşk anlamında olup, bu kelime Arapça’da “mahabbet” olarak kullanılır. Tasavvufî ıstılahta muhabbetten kasıt; muhabbetullah, yani Allah'a duyulan muhabbettir. Sûfîlerin ıstılahında muhabbet; kalbin, her birinde müstakil olarak vermek                                                              221 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 448 222 İbn Fûrek, a.g.e., s. 342 223 Muhammed Mübârek Elhüseyni, a.g.e., s. 130 36    veya vermemek konusunda himmet ile ünsiyet arasında kalması,224 yani nefsi sevgiliye feda ve kalbi sevgiliden başkasına yönelmekten engelleme arasında bulunmaktır.225 Sûfî tanımında olduğu gibi muhabbeti tarif etmek için de pek çok tanımlar yapılmıştır. Muhabbeti, mahbûba olan kalplerdeki halâvet ve mahbûbunu murad etme dışındaki her şeyi yakan ateş olarak da tarif eden Eş’ârî kelamcılarından İbn Fûrek, el-İbâne adlı eserinde muhabbet konusunu detaylıca ele almış ve çeşitli tarifler nakletmiştir. Kalplerin Mevlâ’ya istinat etmesi ve O’nda fânî olması, sevenin sıfatlarının yerine sevilenin sıfatlarının geçmesi, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşeri sıfatların yanması, devamlı Allah'ın zikri ve O’na olan münâcât üzere olmakla beraber, sevdiğine muvafakat etmeye aralıksız devam etmesi ve Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine tabi olması, sahip olduğu her şey pahasına sevgiliye ve onun sevdiği şeylere bağlanması, bu tanımlardan bazılarıdır.226 Kuşeyrî de, er-Risâle’sinde 30’dan fazla muhabbet tanımını nakleder ve bu tanımlar içinde sûfîlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir muhabbet tanımının “sevgiliye uymak” olduğunu ifade eder.227 Muhabbetin başı sülûk ve hizmet olup, ortası cezbe ve fenâ, sonu ise uyanıklık ve bekâdır.228 Muhabbet, beş çeşit olarak açıklanır: 1- Zâtî muhabbet; bir mana veya sıfat ya da başka bir şey eklemeden sevmek ve sevilmenin izafe edildiği zâttan çıkan muhabbettir. 2- Fiilî muhabbet; kendisinden tesirin çıktığı bir sıfat veya mana itibariyle zâttan ortaya çıkan muhabbettir. Örnek; yaratan-yaratılan, yazan-yazılan. 3- Hâlî muhabbet; zâttan belirli bir sıfat ve mana itibariyle çıkan muhabbettir. Bu, sûfîlerin “hâl” dediği geçici bir durumdur. Hâl bitince muhabbet de biter. 4- Mertebe muhabbeti; başkasına bir tesir ulaşmadığı halde, sebat ve devamlılığa sahip bir mana ve sıfat nedeniyle zâttan ortaya çıkan muhabbettir. İki mü’min arasındaki iman kardeşliği veya iki velî arasındaki velâyet muhabbeti gibi. 5- Sıfatî muhabbet; sebat ve sürekliliği olan bir mana ve nitelik nedeniyle zâttan ortaya çıkan muhabbettir.229                                                              224 Abdullah Ensârî Herevî, Menâzilüs-Sâirîn-Tasavvufta Yüz Basamak, (çev. Abdurrezzak Tek), 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2008, s. 120 225 Kâşânî, a.g.e., s. 488 226 İbn Fûrek, a.g.e, s. 146-154 227 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 602 228 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 33 37    Muhib; muhabbet sahibi, muhabbet ehli, Allah'ı seven ve Allah'ın sevdiği kimsedir. Allah’ın muhibbi olan kişilerin kalpleri yarılıp temizlenir. Bu ameliyenin sonucunda artık Allah'a kalplerinin nuruyla bakarlar. Onların bedenleri dünyada olur ama ruhları Allah'ın katındadır. Akılları semâvîleşmiştir. Onlar güçleri yettiğince Allah'a ibâdet ederler. Bunu da cennete girme isteği veya cehennemden kurtulmak için değil, sadece Allah'ı sevdikleri için yaparlar.230 Sâdık muhibbin en son emeli, kerem sahibi Allah’ın vechine bakmaktır.231 Sûfîler, muhiblerin ilahî bir koruma altında olduklarını söylerler.232 C. Tâlib T-l-b kökünden türeyen tâlib; isteyen, talep eden demektir. Tasavvufî ıstılahta ise; Bir şeyhe ve belli bir tarikata bağlanmaya karar veren, ancak intisabı henüz gerçekleşmeyen istekliye verilen isimdir. Başka bir deyişle tasavvuf okuluna kaydını yaptırma durumundaki kimsedir.233 Sûfîler, tâlib konumunda olan müridin yakîninin zayıf olmasından dolayı imtihanlara dayanabilme gücüne henüz sahip olmadığına işaret ederler.234 D. Müste’nif İsti’nâf sözlükte, yeniden başlamak, kaldığı yerden devam etmek anlamlarına gelir. Sûfîler ise müste’nifi; ölümü anmakla meşgul olan mürid olarak zikrederler. Buna göre müste’nif; kendini, amelleri salih olmayan, dağınık, Allah'ın huzuruna çıkmak için henüz hazırlıksız gördüğünden ölümü her hatırladığında ondan hoşlanmaz ve yaşamayı ister. Ansızın ölmekten korkar. Çünkü Allah'ın huzuruna tam bir tövbe ile temizlenmiş olarak çıkmak ister.235 E. Kâsıd Kasd, sözlükte; bir şeye teveccüh etmek, yönelmek anlamlarına gelir. Tasavvuf ıstılahında ise; Hakkın rızasına ermek üzere her şeyden sıyrılmaya azmetmek ve bütün iradeyi bu yöne kanalize etmektir. Başka bir ifadeyle kasd, itaatlere yönelmeye                                                                                                                                                                                229 Kâşânî, a.g.e., s. 489-490 230 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 508 231 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 76 232 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. V, s. 68 233 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 625 234 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 305 235 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 89-90. 38    niyetlenmek ve himmetini toplamaktır. Bazen Rabbe ulaşmayı engelleyen şeylerden kalbi boşaltmak anlamında da kullanılır. Bu boşaltma, sürekli Hakkı gözetip, onun dışındaki varlıkların etkisinden kurtularak sadece Hak ile beraber olmakla gerçekleşir. Kasd, sahibini itminana ulaştırıp, tereddütten kurtarır. Bunun yanı sıra sahibini, dünyevi istek ve gayeleri bırakmaya sevk eder. Böylece yapacağı ibadetler, makam-mevki, şöhret gibi ne dünyevi ne de uhrevi gayelerden birini talep etmez, tek gayesi Hak olur.236 Tarif edilen kasd halinin failine ise kâsıd denir. Bu tariflerin ışığında kâsıd, seyrü sülûk bağlamında tâlib ile mürid arasına oturtulabilir. F. Sâlik Sülûk, sözlükte; izlemek, gitmek, bir yol tutmak, belli bir şekilde davranmak, bir tavır içinde olmak, ayak basmak, girmek gibi anlamlara gelir. Sâlik ise sözlükte; bir yolu izleyen, belli bir şekilde davranan, dâhil olan demektir. Tasavvufî ıstılahta karşılaşılan sâlik ise; manevi olgunluk elde etmek üzere tasavvuf yoluna giren,237 bir mürşid rehberliğinde riyâzet ve mücâhede ile nefsini arıtıp, muamele ile ruhunu yüceltmeye çalışarak seyrü sülûke başlayan238 ve mesafe kat eden müriddir. 239 Sâlik çeşitlerinin açıklanmasından önce cezbe konusunun anlaşılması gerekir. Cezbe, sâlikin, seyrü sülûkunda normalde tek tek aştığı mertebeleri, güçlük ve uğraşma olmaksızın bir defada geçirten ilâhî müdahale ve inayettir.240 İki çeşit sâlik vardır; sâlik- i meczûb, meczûb-i sâlik. Sâlik-i meczûb, Allah'ın yarattığı eserleri müşâhede edip, Allah'ın isimlerine ulaşan, oradan Allah'ın sıfatlarına, oradan da yüce zâtın varlığının ispatına ulaşan kimsedir. Meczûb-i sâlik ise, istidat ve kabiliyetine göre önce yüce zâtın müşâhedesinden sıfatların müşâhedesine inen, ardından ilâhî isimlerle bağlantı kurarak eserleri ve yaratılmışları müşâhede eden kimsedir. Meczûb-i sâlikin sülûku, sâlik-i meczûbun sülûkunun tam aksidir. Buna göre sâlik-i meczûbun varış noktası, meczûb-i sâlikin başlangıç noktası sayılır. Sâlik-i meczûbun kasdı eşyayı, Allah’tan başka her şeyi Allah’a vasıl olmak için müşâhede etmektir. Meczûb-i sâlikin kasdı ise eşyayı Allah ile beraber müşâhede etmektir. Sâlik-i meczûb, mahv ve fenâ ile seyrini gerçekleştirirken, meczûb-i sâlik ise sahv ve bekâ ile seyrini gerçekleştirir.                                                              236 Kâşânî, a.g.e., s. 455 237 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 541 238 Muhammed Mübârek Elhüseyni, a.g.e., s. 123 239 Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf Ve Tarikatlar, s. 185 240 Kâşânî, a.g.e., s. 185 39    Sâlik-i meczûb ve meczûb-i sâlik, gerçekleştirdikleri sülûk ve cezbeyle, sülûk mertebelerini görerek öğrendikleri için irşad vazifesini görebilirler. Ancak bu ikisinden meczûb-i sâlik daha üstündür. Çünkü o, diğeri gibi zamanla sülûk görmemiş, cezbeyle yokluk ve varlık mertebelerini birden aşmış, sonra da bir mürşide uyup aştığı durakları, vardığı mertebeleri bilgiyle anlamıştır. Bu bakımdan, yolda duraksamadığı, duraklardan birinin zevkine kapılmadığı için sâliki de sülûkunda duraksatmadan, cezbeyle gereken duraklara ulaştırabilir. İki çeşit daha sâlik vardır ki bunlar irşad vasfına sahip değillerdir. Bunlar sâlik-i gayr-ı meczûb ve meczûb-i gayr-ı sâliktir. Sâlik-i gayr-ı meczûb, bir mürşide uymuş, manevi yolculuğa düşmüş, fakat cezbeye erişememiş, bu yüzden de yol alamamış kişidir. Sülûk mertebelerini bilgi yoluyla öğrenmiş, fakat cezbeye erişemediğinden bilgisini tecrübeye ulaştıramamıştır. Bu sâlik, kimseyi irşad edemez. Meczûb-i gayr-ı sâlik ise, bir mürşide bağlanmadan cezbeye ulaşmış kişidir. Cezbeden sonra sülûk görmediği, vardığı mertebeleri bilmediği yahut o mertebelerden birinde kaldığı için noksandır; hatta bazı kere irade ve ihtiyarı da yoktur. Bu yüzden tekliften kurtulmuş olup şeriatte ona ceza verilemez. Bu çeşit kişi, hiç kimseyi irşad edemez.241 G. Sâir, Seyyâr Kimi sûfîler, sâlik ismi yerine, “seyreden” anlamında “seyyâr” ismini kullanmayı tercih etmiştir.242 Sâir, yolda seyreden, seyir halinde olan demektir. Seyyâr ise, aynı ismin mübalağa vezninde gelmiş şeklidir. Yani “ziyâdece seyr eden” anlamına gelir. H. Mutasavvıf Mutasavvıf, sûfîlik yoluna giren kimsedir. Dolayısıyla henüz mürid olan kimsedir. Sûfîlere göre mutasavvıf; tasavvufla alakadâr olarak bu yola talip olan kimse olup, nefsinden fâni olmayı ve Hak ile baki olmayı mücâhede ile talep eden, talep halinde kendini onların muameleleri üzerinde doğru bir şekilde bulunduran kimsedir.243 Mutasavvıf kimsenin özellikleri olarak; öncelikle öğüt veren bir imamdan edeb öğrenip, onun gösterdiği yolda gitmek, şeyhlere hizmet edip, selef gibi giyinmeye, âdâb ve ahlâklarında onlara benzemeye çalışmak, vakitleri en uygun ibadetle geçirip, dinin emirlerini yerine getirmek için gerekli olduğu ölçüde ilim öğrenmek, gerektiğinde                                                              241 Muhammed Mübarek Elhüseyni, a.g.e., s. 126 242 Necmüddîn Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 95 243 Hücvirî, a.g.e., s. 98-99 40    mübarek ülkelere gitmek, ulemanın içtihat ve ihtilafından ruhsatlar aramaya kalkmamak, dilini başkalarına cefa etmekten korumak, fikriyâtı kendi düşüncelerine zıt kimselerin işine karışmaktan kaçınarak tüm müslümanlara saygı göstermek, acemi arkadaşlarını şefkatle eğitmek, “ben”, “biz”, “bizim işimiz” gibi benlik alameti sözleri söylememek, dünyadan ve nefsi arzulardan sıyrılmak, çarşı ve pazarlara fazla girmemek, mal yığmaktan vazgeçmek, dünya adamlarıyla, yeni yetmelerle arkadaş olmayı bırakıp, kadınların yardımından uzak durmak, dilenmekten sakınıp, eline geçen rızkın helal olmasına itina göstermek gibi alametler zikredilir.244 İ. Derviş Farsça bir kelime olup, muhtaç, yoksul, dilenci anlamlarına gelir. Farsçadaki bir anlamı da kapı eşiğidir ki, sık sık kapıya gelen dilencilerin halini ifade eder. Derviş kelimesi, Şerh-i Taarruf, Keşfü’l-Mahcûb, Tabakatü’s-Sûfiyye gibi ilk Farsça tasavvufî eserlerde Arapça’daki fakir kelimesinin karşılığında kullanılmıştır. Derviş kelimesi ile hem yoksul kişi, hem de zengin bile olsa Allah'a muhtaç olduğunun farkında olan mutasavvıf kimse kastedilmiştir.245 J. Fakir Fakr Arapçada; fakirlik, yoksulluk, yoksunluk, muhtaçlık anlamlarına gelir. Zıddı zenginlik anlamında ğınâ’dır. Tasavvufî ıstılahta ise; varlıktan kurtulup, Allah’ta fânî olmak,246 bir şeye sahip olmamaktır.247 Sûfîler anlayış ve meşreplerine göre farklı fakr tanımları yaparlar. Bu tanımların öne çıkanlarına göre fakr; kendini dünyanın lezzetlerinden uzaklaştırıp bir şeylere sahip olma isteğinden vazgeçerek, değil iyiliğini, kötülüğünü anlatmak için bile dünyanın adını ağzına almaktan kaçınmak,248 elinde olmadan bir varlığa sahip oluyorsa onun da fani olduğunu bilerek yok saymak, böylece varlıktan ve etkilerinden kurtulmaktır. Eşyaya nefsi için değil, başkasına hizmet edebilmek için sahip olmayı istemek,249 Hak dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamak,250 Allah'ta fani olup251 O’nunla gani olmaktır.252                                                              244 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 245 Tahsin Yazıcı, “Derviş”, DİA, C. IX, ss. 188-190 246 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 204 247 Kâşânî, a.g.e., s. 437 248 Herevî, a.g.e., s. 110 249 Serrâc, a.g.e., s. 48 250 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 65 251 Serrâc, a.g.e., s. 48 41    Fakr, iki türlüdür. Biri, kulun Allah'a olan ihtiyacıdır ki bu, kulun vasfı olup hiçbir zaman bu fakirlikten arî olamaz. Bu tür fakirliğe mutlak fakr denir. Kişinin günlük hayatında mala mülke, geçinmek için gerekli olan maişete ihtiyacını ifade eden fakirliğe ise mukayyed fakr adı verilir. Bu tür fakirlik mala mülke, paraya, imkâna kavuşulduğunda ortadan kalkacağından, bu fakirlik geçici bir durum olmaktan ibarettir.253 Tasavvufta kastedilen fakr ikincisi olmayıp, kulun daimi surette Allah'a olan ihtiyacını ifade eden mutlak fakrdır. Böylesi bir fakr sürekli olup, zamana veya belli şartlara bağlı değildir. Bu iki fakr ile birlikte ahlâk-ı zemîmeden olan nefis fakirliği de zikredilmiştir. Nefis, fakirlik sıfatını alınca açgözlülük, doymazlık, kanaatsizlik, hırs gibi kötü özellikler sergiler.254 Sonuç olarak fakr, kulluk vasfıdır. Kulluk, itaat ve boyun eğişi gerektirir. Kul, Rabbinin önünde hiçbir şeye gücü yetmeyen aciz bir varlıktır. Bu yüzden her an ve her şeyde Rabbinin lütfune muhtaçtır. Serrâc’a göre fakr; peygamberlerin, sâlihlerin, muttakilerin ahlâkı olup, kişiye şeref katar. Günahlara kefaret olup, sevapları çoğaltır. Sahibine yüksek derecelerin kapısını açıp Allah'ın hoşnutluğuna ve dostluğuna ulaştırır.255 Yine sûfîlere göre fakir; hakkın dışındaki hiçbir zenginliğe gönlünü vermeyip,256 faziletine yakinen inanarak fakr haline sıkıca sarılan kimsedir.257 Sûfîler, derecelerine göre fakirleri üçe ayırarak; hiçbir şeye malik olmayıp hiç kimseden maddi veya manevi talepte bulunmayan, kendisine bir şey verilse de almayan kimseye mukarreb fakir; istemediği halde, verildiğinde alan kimseye sıddîk fakir; ihtiyacını, karşılayacağını bildiği kardeşine açan kimseye de kanaatkâr fakir adını vermişlerdir.258 Sûfîlerin tanımladığı fakirler, sadece Allah'ın sözüne güvenir, insanların beğeni ve iltifatlarında ve sahip oldukları dünyevi şeylerde gözleri olmaz ve herhangi bir şey üzerinde hak iddia etmezler. Sadece şeytanı düşman bilirler. Sermayeleri olan fakr hallerini259 gizleyip,260 fakirlikleri ile beraber vera sahibi olup,261 tevazu halindedirler.262                                                                                                                                                                                252 Hücvirî, a.g.e., s. 88 253 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 219-220 254 İbn Fûrek, a.g.e., s.86 255 Serrâc, a.g.e., s.47 256 Kâşânî, a.g.e., s. 441 257 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 67 258 Tahsin Yazıcı, “Derviş”, DİA, C. IX, ss. 188-190 259 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 526 260 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 53 42    Fakirliğin hakikati; aza kanaat etmek, zilleti sevmek, uzleti adet edinmektir. Fakîrliğe ve tasavvufa girmenin ilk bereketi; tevazu, kibri bırakmak, fakirlikle sevilmek, arkadaşlara hizmet etmek, onları faziletli görmek, şeriatı bozmadıktan, haram işe girmedikten sonra kimseyi kırmamak ve mü'min - kâfir herkese iyilik etmektir.263 Sûfî çevrelerce genelde zenginlik hoş karşılanmayıp fakirlik dinî kurtuluş için daha ihtiyatlı bir yol sayılırken, gönlü meşgul etmeyecek bir zenginliğin zararlı olmayacağı da kabul edilir.264 Bu görüşteki sûfîlerden Yusuf b. Hüseyin, sahip olduğu zenginliğe hakkıyla kavuşan, kazanma sırasında birr ve takva üzere yardımlaşan, kalbini Allah'tan başka; mal vs. bağlamayan, malının yok olmasından ürkmeyen, zenginliği sırasında Allah'a muhtaç olduğunu unutmayan, kendini Allah'ın malının bir bekçisi gibi gören kimseye, zenginliğin zarar vermeyeceğini, aksine fayda vereceğini söyler.265 IV. MÜRİDİN SEYRÜ SÜLÛKU ESNASINDA ALDIĞI İSİMLER Mürîd, seyrü sülûku esnasında bazı özellikleri ile tebarüz edebilir. Fazlaca ibadet etme, dünyalık şeylere karşı müstağni davranıp zühd haline bürünme, hâllerinde ve amellerinde salah sahibi olma gibi. Bu vasıflara göre zahid, abid, salih gibi özel isimler de alır. A. Zâhid Zühd konusu erken İslam tarihinde geniş yer tutmuş, pek çok hadis kitaplarında bölüm olarak yer almış ve sadece zühd konulu müstakil pek çok eser telif edilmiştir. Abdullah b. Mübârek, İmâm Ahmed b. Hanbel, Süfyân-ı Sevrî, Vekî b. Cerrâh’ın “Kitâbü’z-Zühd”leri, bunlardan bazılarıdır. Zühd, sözlükte; rağbetsiz olmak, yüz çevirmek,266 terk, küçümsemek267 gibi anlamlara gelir. Tasavvufî ıstılahta ise; Allah’tan başka her şeyi gönülden çıkarmak,                                                                                                                                                                                261 Serrâc, a.g.e., s. 197 262 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 526 263 Sülemî, Beyânu Zeleli’l-Fukarâ-Fakirlerin Hataları Ve Gerekli davranışları (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 148-151 264 Süleyman Uludağ, “Fakr”, DİA, C. XII, s. 132-134 265 Serrâc, a.g.e., s. 254-255 266 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 734 267 Kâşânî, Letâifü’l-A’lâm-Tasavvuf Sözlüğü, (çev. Ekrem Demirli), 4. B., İstanbul, İz Yayınları, 2015, s. 282 43    değer vermemek, ne varlığa sevinmek, ne de yokluğa üzülmek, Allah ile ganî, Allah ile azîz olmak,268 dünyayı terk etmektir. Zühdün zıddı, dünyaya rağbettir. Hz. Peygamber (sav) hadis-i şeriflerinde: “Dünyaya karşı zühd göster, Allah seni sevsin; insanların ellerindekine karşı zühd göster, insanlar seni sevsin.”269 “Bir adama dünya konusunda zühd ve konuşma azlığı verilmiş olduğunu görürseniz, ona yaklaşınız. Çünkü O’na hikmet ilkâ ediliyordur”270 buyurmuştur. Kâşânî, sûfî olmayanların zühdü, “bedenin ve kuvvetlerinin lezzetlerle zorunlu ölçülerle ilgilenmesine imkân vermek” olarak tanımladıklarını, ancak sûfîlerin bu tanımı kabul etmediklerini, onlara göre terkin, sadece uzuvlarla değil, kalple de olması gerektiğini nakleder.271 Zâhid, ahireti övüp, kötü gördüğü dünyayı terk eden kimsedir.272 Ahirette kazanmak için faziletli ameller gözetir. Konuştuğu zaman faziletli amellere teşvik eder. Tevekkül sahibi olup,273 açlık ile nefsine meşakkat çektirir.274 Gözleri yaşlı halde275 ihtiyacını Mevlâsına arz eder.276 Zâhidin zıddı, “râğıb” diye ifade edilir. Râğıb; terk edilmesi gereken dünya sevgisi ya da daha genel olarak Allah sevgisi dışındaki her şeyi terk etmek yerine bunlara rağbet eden, bunları seven kimsedir. Sûfîler, zâhid kimsede bulunması gereken amelleri; nefsânî arzulardan uzak durmak, zühdün kalpte yer alması, ölüm ve ahiret ahvalini düşünmek olarak zikrederler. Ayrıca kendisinde bulunması gereken şu on tavra göre zâhid; yaptığı iyiliğe sevinir, yaptığı kötülükten dolayı da üzülür, yapmadığı iyi bir işten dolayı da övülmeyi sevmez, yanında Allah’ın zikredilmesi kendisine baldan tatlı gelir. Zâhid olan kişileri anlatan ve onlara bu yönde öğütler veren kişilerle oturmayı, ihtiyaçları anında kendisine altın ve                                                              268 Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf Ve Tarîkatlar, 14. B., İstanbul, Ensar Neşriyat, 2011, s. 179 269 İbn Mâce, “Zühd”, Riyad, Beytu’l-Efkâru’d-Devliyye, tarihsiz, 1. Bab, 4102 270 İbn Mâce, “Zühd”, 1. Bab, 4101 271 Kâşânî, a.g.e., s. 282 272 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Ferâğ, s. 94 273 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 428 274 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, 3. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2010, s. 223 275 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 174 276 Sülemî, Zikru’n-Nisveti’l-Müteabbidâti’s-Sûfiyye, (Tabakâtü’s-Sûfiyye içinde), 3. B., Beyrut, Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, 2010, s. 421 44    gümüş veren kişilerle oturmaktan daha fazla sever. Yalnız kaldığı zamanlarda işlediği günahlar için ağlar. Yapacağı amellerin kabul görmemesinden yana büyük bir korku taşır. Ahireti arzulayan bir görüntü verir. Diğer müslümanlardan birinden bile daha hayırlı olduğunu düşünmez. Başkalarının değil, kendisinin günahlarını bilir. Bu özelliklere ilaveten 7 tavır daha eklerler ki bunlar; Allah’ın karşısında yapmacık olarak değil, içten gelen bir tevazu içinde olmak, kendisiyle birlikte olanlarla, sahip oldukları şeylerde gözleri olmadan en güzel şekilde geçinmek, merkebin baytardan kaçması gibi dünya peşinde koşanlardan kaçmak, akıbetinden korkulan ve sevap getirmesi umulmayan her türlü şeyden kurtulmayı dilemek, günahlarına ağlayanlarla birlikte olup, hem kendisi hem de onlar için rahmet dilemek, ehl-i zahir âlimlerle de gönülle değil, sadece zahirde muhatap olmak, ölüm sonrasında görülecek şiddetli ve ürkütücü olaylardan yana korku taşımamaktır. Şu halde zâhid ile râğıp arasındaki fark, birbirinin tam zıddı olarak zikredilir.277 Zâhidler altı mertebede anlatılır: O’ndan en fazla korkarak Allah'a en yakın olanlar; amellerini en güzel şekilde ifa ettiklerinden dolayı Allah'ın en çok sevdiği zahidler; O’na en çok rağbet etmeleri sonucu Allah katında en üstün olanlar; O’na karşı çok takvalı olduklarından Allah katında en değerli zâhidler; en fazla alçak gönüllü ve temiz kalpli olmakla zâhidliği kemâle en yakın olanlar ve yakîni en fazla olduğu için zâhidliği en kâmil olanlar diye ifade edilir.278 Bu sınıflamaya göre zühdün aşağıdan yukarıya doğru mertebeleri; havf, amelde ihlâs, Allah'a rağbet, takva, tevazu ve yakîn olarak ortaya çıkar. Sûfîler, tüm bu güzel özelliklere sahip olmalarına rağmen zâhidleri, çektikleri meşakkatlere, işledikleri amellere kıymet vermekle ve böylece nefislerinde kemâlât vehmetmekle eleştirirler.279 Mütezehhid ise; bakışında, işitmesinde, huşu sahibi görünmesinde, sözlerinde, yemesinde, giyinmesinde, bineceğinde ve ibadetlere olan hırsında zâhidlere benzemeye çalışan kişidir. Ancak dünyaya olan sevgisi, onun böyle biri olmadığını gösterir. Rızasının, ahirete yönelenlerin rızası gibi olduğu, konuşmasından ve hareketlerinden hayatının ahirete yönelenlerin hayatı gibi sade olduğu görülür. Ancak hasedi, kini, dil                                                              277 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 167-175 278 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 173 279 İbn Fûrek, a.g.e., s. 332 45    uzatması, kibri, gururu, kötü huyu, kaba dili, kendisini ilgilendirmeyen konulara girmesi, mütezehhid olan bu kişinin münafıklığını ele verir.280 B. Âbid Âbid; çokça ibadet eden, ibadet ehli demektir. Müteabbid ise, âbid görünmeye çalışan kimse, yani sahte âbid demektir. Sûfîlere göre ise âbid; her yönüyle Allah’a boyun eğen ve ne dünya nimetlerine ne de ahiret korkularına kul köle olmayan,281 kendi üzerinde amelin baskın olduğu,282 dolayısıyla meselâ farzları vakti girer girmez yerine getiren kimsedir.283 Atâ b. Rebâh: “Âbide bakmak ibadettir”284 diyerek, âbidin ne kadar kıymet sahibi olduğunu belirterek, bu vasfa sahip olmaya teşvik ederken, kimi sûfîler de hakikat ehli âbidler hakkında; “yemeleri hastaların yemesi gibi, uykuları boğulanların uykusu gibi”285 diyerek, âbidlerin de kendi içlerinde eşit durumda olmadıklarını, bazısının bazısına üstün olacağını, üstün olan âbidlerin “hakikat ehli” mutasavvıflardan olduklarını ima ederler. C. Sâlih Salâh; düzgünlük, istikâmet üzere bulunma halidir. Islâh ise; düzeltme, istikamet verme demektir. Dinî ve tasavvufî ıstılahta salâh, kalb ve amel ile ilgilidir. Kalbin salâhı, amelin sâlih olmasına; amelin salâhı ise niyetin sahih olmasına bağlanmıştır.286 Salâhın zıddı fesâd, yani bozulma, ıslâhın zıddı ise ifsâd, yani bozgunculuktur. Sâlih, zâhirî amelleri düzgün, bâtınî hâlleri istikamet üzere olup,287 iyilik sahibi, dürüst kimsedir.288 Kur’an’da sâlih ismi; iyi kimseler289, iyi kullar290, anlamlarında kullanılmıştır. Hz. Peygamber (sav), sâlih kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:“Allah Teâlâ’nın yeryüzünde yaşayanlar içinde kapları vardır.                                                              280 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 152 281 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, (çev.Mehmet Yalar), C.II, 1. B., İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2012, s. 419 282 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 105 283 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 504 284 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 619 285 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 158 286 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. I, s. 646 287 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 106 288 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 541 289 El-A’râf, 7/168 290 El-Enbiyâ, 21/105 46    Rabbinizin kapları, sâlih kullarının kalpleridir. Bu kalplerin O’na en sevgili olanları da en yumuşak ve en ince olanlarıdır.”291 Sûfîlere göre Allah sâlihleri ıslah eder,292 onlara ihsanda bulunup ödüllendirir293 ve onları fitneden korur.294 Onlar da her hallerinde Allah'ın onları gördüğünün farkında olup,295 onu görür gibi kulluk ederler. Sâlihlerin sohbeti kalpleri gafletten uyandırıcı etkiye sahip olup, kendileriyle muhatap olanlar sâlih kimseler arasına girerler.296 Sâlih bir dostla hayat güzelleşir ve pek çok hayırlar elde edilir.297 Düşmanın bile sâlih olanı hayırlıdır ki kişiye adil davranır.298 Sâlih kişi, kerametlere şahit olup, kendisi de keramet sahibi olabilir.299 Onlar, ahirette gidecekleri yeri düşünmekten dolayı pek rahat yaşayamazlar.300 Sâlih insanlar anılıp meclislerde hikâyeleri nakledildiğinde, muhataplar kendileriyle kıyaslayıp onların üstünlüklerini görünce nefislerini kınarlar, hor görürler. Böylece Allah’a karşı tevazuları gelişir. Nitekim Mâlik b. Dinâr der ki: “Sâlih insanlardan bahsedildiğinde kendime ah çekip ofluyorum.”301 Sâlihler, her hallerinde Allah’ın kendilerini gördüğünü bildikleri için, ondan başka her şeyden uzak durmuşlardır.302 Hz. Peygamber’in (sav) “Cibril hadisi”nde tarif ettiği, kulun Rabbini görür gibi ibadet etme hali olan ihsân, sâlih kimselerde zuhur etmeye başlamış ve böylece mâsivâdan kopma yoluna girmişlerdir. V. MÜRİDİN GÜNLÜK HAYATI Bir mürid, tasavvuf yoluna girip seyrü sülûkunu gerçekleştirmeye karar verdiği andan itibaren, artık hayatı uyması gereken edeplerden ibaret olur. Artık, oturmasında kalkmasında, yemesinde içmesinde, tanıdığı tanımadığı herkesle ilişkilerinde, mürşidiyle ilgili her durumda, ibadetlerinde, her adımında ve düşüncelerinde velhasıl hayatının her anında uyması gereken kurallarla muhataptır. Ebu Hafs el-Haddâd’ın                                                              291 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VI, s. 97 292 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 240 293 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. I, s. 516 294 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. I, s. 178 295 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 478 296 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. IV, s. 270 297 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 492 298 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. V, s. 519 299 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 231 300 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 231 301 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 207 302 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 478 47    söylediği üzere tasavvuf yolu bütünüyle edeplerden ibaret olduğundan,303 bir müridin kendisini ilgilendiren tüm edepleri iyice bilmesi gerekir. A. Tasavvufî Terbiyede Âdâb Edep (çoğul olarak âdâp); iyi ahlâk, güzel terbiye, utanma, zarâfet, usluluk, insanlara kavlen, fiilen güzel davranışta bulunmaktan ibarettir. Cürcânî’ye göre edep; hatanın her çeşidinden sakınmayı bilmektir. Edepten; şerîat, hizmet ve Hakk’ın edebi anlaşılır. İlki dinin zâhirine, şeklî unsurlarına tam anlamıyla riayet etmek, ikincisi hizmette ileri gitmekle birlikte yaptıklarını görmemek, yani kendine mal edip ucba düşmemek, üçüncüsü Allah'a ve kendine ait olanı bilmektir. Mutasavvıflar genelde iki türlü edep kabul ederler. Birincisi, zâhirî edep ki, ameli riyadan, münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de bâtınî edeptir ki, kalpteki şehvet, ihtiras, irâde zayıflığı vs. gibi kötü ahlak eseri olan vasıfları temizlemekten ibarettir. Edepler, sünnetleri güçlendirmek içindir. Sünnetler vacipleri, vacipler de farzları güçlendirir. Farzlar ise imanı korumak içindir.304 Ayrıca edep, sâlikin ifrat ve tefrit arasında orta bir yol tutmasıyla, ikisinin arasındaki sınırı korumasıdır.305 Edepli insan, bütün hayırları kendisinde toplamayı başarır.306 Sûfîler, halkın edebi konusunda birbirinden farklı üç derece olduğunu söylerler ki bunlar: dünya ehlinin edebi, dindarların edebi ve havassın edebidir. Ehl-i dünya, edep denilince genellikle fesahat, belâgat, bilgi ezberleme, yöneticileri eğlendirme, şiir ve sanatkârlık gibi şeyleri anlarlar. Dindarlar da edebi daha çok riyâzât, organları eğitmek, gönlü temizlemek, şer‘î sınırları korumak, şehvetleri terk etmek, şüphelilerden kaçınmak, taatlere koşmak ve iyilikte yarışmak şeklinde yorumlarlar. Havâssın edep anlayışı ise; kalp temizliği, sırlara riayetkâr olmak, ahde vefa, hâl ve vakti muhafaza etmek, havâtıra değer vermemek, iç ve dış dengeyi korumak, kurb makamlarında, talep yerlerinde, huzur ve vuslat anlarında edebe sarılmaktır.307 ,                                                              303 Hücvirî, a.g.e, s. 103 304 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 180-181 305 Kâşânî, a.g.e, s. 46 306 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 535 307 Serrâc, a.g.e, s. 164 48    1. Müridin Nefsine Karşı Âdâbı Bir mürid, edepleri gerçekleştirmede önceliği kendisine edepleri öğretecek olan mürşidine verecektir. Ondan, nefsinde uygulayacağı edepleri, Rabbine, O’nun kelâmına, ümmeti olduğu Peygamberine göstereceği edebi, ihvanına, ailesine ve mahlûkata göstereceği edepleri öğrenecek ve bu konudaki nasihat ve tavsiyelerine dikkatle uyacaktır. Böylece seyrü sülûkunu gerçekleştirmesi mümkün olacaktır. Mürid, sürekli kalbinin gözcüsü, bekçisi ve koruyucusu olması gerekir. 308 Zâhir ve bâtınında murâkabe ve müşâhede haline devam etmeli,309 varsa kerametlerini gizlemeli ve onlara istidrâc gözüyle bakmalıdır.310 Kalbiyle sürekli zikir yapmalı ki, sair nafilelerden daha faziletli ve daha faydalıdır.311 Zikir vaktinde huzurlu olmalı, gafletle zikirden kaçınmalıdır. Allah'ı anma sırasında, zâhiren ağzını misvakla, bâtınen de tevbe, pişmanlık ve istiğfar ile temizlemelidir.312 Zikrin en yüce derecesine ve zirvesine yükselmeli ki muradına ersin, mesut olsun. Neticede, ilâhî tecelliden bir yudum almakla insanı hayrete ve dehşete düşüren vahdet sırrına vâsıl olabilsin. Bunu elde etmek için himmet ve gayret sarf etmelidir.313 Zâhiren birçok vird ve amelle meşgul olmak, müridin asıl edebi değildir. Öncelikle içini kötü düşüncelerden temizlemek, kötü ahlâkını tedavi edip güzel ahlâkı elde etmek ve kalbindeki gafleti gidermekle uğraşmalıdır.314 Hâl ve taatlerinden mümkün olanı gizlemeli, fiil ve ibadetlerini görmemeye çalışmalı,315 samimi biçimde gayret etmelidir.316 Eceli gözetmeli, geçmiş ve gelecek hâllerle uğraşmayı bırakıp, bulunduğu vakti dikkate almalı ve her vakit kendisine en uygun olan hâli yaşamaya çalışmakla beraber, bulunduğu hâli de fazla düşünmemelidir. Her hâl ve vakitte kendine gerekli olan ameli işlemelidir. Üzerinden geçen, gerek bildiği, gerek bilmediği gafletli                                                              308 Şeyh Ali Behcet Efendi, Risâle-i Ubeydiyye-Âdâb-ı Nakşibendiyye, (haz. Siraceddin Önlüer), 1. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2012, s. 65-66 309 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye-Sufilerin Âdâbını İhtiva Eden Kitap (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 62 310 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 67 311 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 735 312 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 54-71 313 Şeyh Ali Behcet Efendi, a.g.e, s. 65-66 314 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 734 315 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 59 316 Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn’den Tasavvuf ve Tarîkat Âdâbı, (çev. Osman Güman), 1.B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2013, s. 27-30 49    işlerden tevbe etmeye devam ederek ve tevbesini korumalıdır. Zâhiren ve bâtınen takvaya ve fakra sarılmalı, azalarını emirlere uydurmalı, az yemeli ve az uyumalıdır. Bâtını koruyup, zâhire riayet etmelidir. Tevekkül edip, tevekkülde incelik sahibi olmalı, kaçırdığı güzel ahlâka üzülmelidir. Ruhaniyet sıfatlarını istemeli, yüksek himmetlere meylederek mürüvvetle meşgul olmalı, işinin sonu doğru olsun diye, başını doğru yapmalıdır. Terbiyeye uygun, geniş yürekli davranmalı, hâllerde âdâba uyarak kapalı konuşarak onları gizlemeli, ehil olmayanlara bahsetmemelidir. Yaşadığı hâllerde doğru ve ihlâslı olmaya dikkat etmeli, yalnızlığı sevmelidir. Konuşma arzusu duyduğunda susmalı, susma arzusu duyduğunda konuşmalıdır. Tecrübe etmediği hiçbir bilgiden söz etmemelidir.317 Yola girişinde samimi ve sâdık, boş zan ve şüphelerden arınmış bir kalbe sahip olup318 hâline razı olmalıdır.319 Zâhirde kabul ettiği şeyleri içinden de kabul etmeli, nifaktan kaçınmalıdır.320 Mürid, kendisine arız olabilecek vesveseleri umursamamalıdır. Müridin yanında halkın kabulü ile reddetmesi aynı olmalıdır.321 Belaya sabretmeli, zarara ve açlığa şükretmeli, başına gelen musibete razı olmalıdır. Kimin için çalıştığını düşünerek, sıhhatli amellere devam edip güzel halleri celb etmelidir.322 Sadık mürid, arayışında, ahiret talebinde samimi olup, isteğinin farkında olandır.323 Neye baksa Mevlâyı görür, yalnızca324 ve her an Allah'tan (c.c), O’nun rızasını diler. 325 Aza razı olup326 azın azıyla, yani zaruri şeylerle yetinir,327 kanaatkâr olup,328 kanaati şeref bilir. Allah için terk edilecek şeyleri terk eder, tedbîr ve ihtiyârı bırakıp, teslim haline dönmüştür. Dünyalık iddialardan vazgeçmiş, fakirlik ve zayıflık sınırına dönmüştür. Rızık peşinde koşmayı terk edip, her halde kaderin getirdiğine ve Allah'ın verdiği garantiye razıdır. Dünyadan kaçınmış,329 sıyrılmıştır. 330 Dünyadan ve                                                              317 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 37-74 318 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 723-724 319 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 27-30 320 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled-Gençliğe Öğütler, (çev. Hüseyin Okur), 5. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2007, s. 56 321 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 729-729 322 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 44-67 323 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 22 324 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 40 325 Şeyh Ali Behcet Efendi, a.g.e, s. 65-66 326 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 144 327 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 42-51 328 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 144 329 Ebû Nuaym Isbehânî, C. VIII, a.g.e, s. 86 330 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 50    dünya ehlinden yüz çevirmiş olup, onları düşünmez.331 Kalbinde az da olsa dünya muhabbeti kalmamıştır. Mürid, dünyevi sebeplerden kurtulmaya mal sevgisinden başlamış,332 dünyadan yaşamaya yetecek kadarını alarak, dünya malı yığmaktan kaçınmıştır. Vebalini ve zevalini bildiği için dünya ile az meşgul olmuş, kendi isteğiyle fânî dünya malından bir şeyle kirlenmekten uzak durmuştur. Fakat kimseye muhtaç olmamak için kazançtan geri kalarak oturmamış, dini istismar ederek kazanca alet de etmemiştir. Mürid, benlik ifade eden sözleri söylemeyi terk etmeli, halkın kusurlarıyla uğraşmayı bırakıp kendi kusurlarıyla meşgul olmalı ve nefsi, kendi hastalığıyla tedavi etmeli, bütün şehvetleri terk etmeli, arzulardan yüz çevirmelidir.333 Gizlisi-açığı, büyüğü-küçüğü ile bütün kusurları terk etmelidir.334 Zenginken fakirlerle oturmamalı, uzun emelden sakınmalıdır. Fakirliği, yoksulluğu tercih etmeli, zenginlerle oturmayı hoş görmemeli, zenginlere tamah ederek onlara hizmet etmekten uzaklaşmalıdır. İstememeli, ihtiyacı olduğu halde istemekten, dilenmekten uzak durmalı, beşeriyet isteklerini gidermeli, şikâyet etmemelidir. Kendini beğenmekten, tembellikten ve usanmaktan, şerli insanlarla arkadaş olmaktan, boş durmaktan, hırs ve oburluktan, her türlü kötü halden kaçınmalıdır. Hiçbir halde gaflete düşmemeli, sebepleri yaratanı görerek sebeplerden sıyrılmalıdır.335 Sapıklık ve bid’at türü şeylerden,336 kötü mekânlardan uzak kalmalı,337 Hakk’ın dışındaki alaka ve meşguliyetleri kesmeye çalışmalıdır. Makam ve mevki hırsından çıkmalı, elini haram ve şüpheliye uzatmamalıdır.338 Nefsin Hak yolundan uzak339 ve kıymetsiz olduğunu bilmelidir.340 Nefsi arzularından menederek, 341 nefsine karşı hep suizan beslemeli, nefsini kusurlu görmeli, ondan razı olmayıp, onu hor görmeli, iyilik emretse dahi ona yüz vermemelidir. Nefse ve yaptığı işlere karşı kör olmalı, onu daima suçlamalı, hiçbir halde ondan razı                                                              331 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 48-53 332 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728-737 333 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 39-70 334 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728 335 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 37-74 336 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 724 337 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 27-30 338 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728-744 339 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 56 340 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 729 341 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 51    olmamalıdır.342 Ona öğüt vermeli, ona uymamalı, daima nefse aykırı gitmelidir. Önüne çıkabilecek seçeneklerden daima evlâ olanı yapmalıdır.343 Kendini beğenme duygusundan kurtulmaya çalışmalı, istemekte ve diğer işlerde nefsin küçük düşmesine ve horlanmasına katlanmalı, nefsinin küçük görüldüğü yerlere gidip oturmalıdır. Riyâzet yaparken açlık ve zillete katlanmalı, ekmek kırıntısı yemeli, yalnız yemeyi sevmemelidir. Mürid, vuslat makamına kavuşuncaya kadar mücahedeye devam etmelidir. Halvetteyken Allah ile edebini,344 dini edep ve hükümlerin tümünü gücü yettiğince hakkı ile muhafaza etmeli, azalarını haram olan işlerden korumalı,345 diliyle başkalarına cefa etmekten kaçınmalıdır.346 Âlim olan mürid kendini cahilliğe, zâhid rağbete ve marifet ehli suskunluğa verir,347 her halinde zarif davranır. Herkese nasihat ederek, halka şefkat gözüyle bakar,348 böylece Allah katında güzel bir hâl sahibi olmaya çalışmalıdır.349 Az konuşup çok iş yapar, insanları övmekten ve yermekten dilini korur. Ahlâklıdır, sâdıkların ahlâkını kuşanmıştır.350 2. Şeyhine Karşı Âdâbı Hakk’a vasıl olmak isteyen mürid, bir şeyhten terbiye görmeli,351 nebilerin, sıddîkların, velîlerin ve Allah dostlarının âdâb ve ahlâkıyla ahlâklanmalıdır.352 Çok sayıda şeyhle muhatap olmuşsa, kendisine sohbetinde bir bereket hâsıl olan şeyhe devam etmeli ve hiçbir sebep yüzünden ondan ayrılmamalıdır.353 Mürid, büyüklerin gittiği mezhep ve yolun dışında bir mezheple amel etmemeli,354 şeyhlerin haklarını ve onlarla oturmakla öğrenilen edebin bereketlerini hiçbir zaman unutmamalıdır. Şeyhine                                                              342 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 38-74 343 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 51-52 344 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 39-71 345 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 744 346 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 347 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VII, s. 576 348 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 43-51 349 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 144 350 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 35-58 351 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728 352 Serrâc, a.g.e, s. 238. 353 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 66 354 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 724 52    ve kendisine edep, terbiye öğreten kimselere saygı göstermeli, şeyhlerin haklarına riayet etmelidir.355 Bir mürid, şeyhinde hoşuna gitmeyen bir şey gördüğünde bunu hayra yorar, herhangi bir ayıbını gördüğünde bunu gizler, kusuru kendinde arar. Kesinlikle şeyhinin masum ve günahsız olduğunu düşünmez, onda gördüğü hata ve kusurun devam etmeyeceğini, bundan kurtulacağını ümit eder. Onu, kendi ile Rabbi arasında bir vasıta, Rabbine kavuşturucu bir yol olarak bilir. Şeyhinden azami ölçüde istifade edebilmek için ona güvenir, bulunduğu yörede ondan daha iyisinin bulunmadığına inanır ve bizzat ağzından onu terbiye etmeye daha liyakatli birinin var olduğunu duymadıkça bu düşüncesini korumaya devam eder. Şeyhi, kendisine öfkelenip surat asarsa gocunmaz ve bu durumun nedenini kendinde arar.356  Şeyhine kalbi ile itiraz etmeyip, kendinde muhalefet meydana gelirse hemen şeyhine bildirir.357 Mürid, şeyhi ile tartışmaya girmez, hata yaptığını bilse bile karşıt deliller getirmekten kaçınır,358 şeyhi adına kendi nefsine düşmanlık eder, şeyhine karşı çıkmayı terk ederek kendini ona sevdirmeye çalışır.359 Seyrü sülûku ile ilgili herhangi bir sırrını asla ondan başkasına açmaz.360 Namaz vakti haricinde önüne seccade sermez, huzurunda çokça nafile namaz kılmaz.361 Mürid, şeyhinin huzurunda gerekmedikçe konuşmaz,362 konuşması gereken durumlarda ise alçak sesle konuşur.363 Şeyhin işaret ettiği şeyi, sebebini bilsin bilmesin, derhal kabul eder, onunla istişare edip, gösterdiği yola tabi olarak emirlerine uyar ve güzelce itaat eder.364Gerek huzurda gerek gıyapta, kalbini ona karşı çıkmaktan korur.365 Mürid, terbiyesine girdiği şeyhinin yanında sürekli kalmalı,366 içi-dışı bir oluncaya367 ve ihtiyaç duymaz oluncaya dek ondan ayrılmamalıdır. Daima ona eşlik ederek yanında bulunmak için gayret etmelidir. Huzurunda iken ona ve yanındakilere                                                              355 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 47-61 356 Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn’den Tasavvuf ve Tarîkat Âdâbı, s. 30-39 357 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 730 358 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 55-56 359 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 30-39 360 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 730 361 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 55-56 362 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 30-39 363 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 35 364 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 47-61 365 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 30-39 366 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 733 367 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 55-56 53    hizmet için daima hazır olmalı, şeyhinin yanında mertebece yüksek biri varken izinsiz yanlarına oturmamalıdır. Şeyhin huzurunda tartışılan bir konu hakkında kesin cevabı biliyorsa dahi susmalı, şeyhinin cevabını yetersiz bulsa bile konuşmamalı, cevabını içinde saklamalıdır. Allah'ın, şeyhin diliyle söyleteceği cevabı ise fırsat kabul edip, hemen onu uygulamalıdır. Kendi irâdesi dışında ağzından bir söz çıkacak olsa derhal susup tövbe etmelidir. Şeyhinin emrettiği bir konuda kusuru olursa, başarılı olmak ve duasını almak amacıyla konuyu ona açmalıdır.368 3. Allah’a, Kur’an’a, Peygambere Karşı Âdâbı Mürid, Allah'a verdiği sözde durmalı,369 Rabbine ibadeti güzelleştirmelidir. İbadeti mahveden tehlikeleri bilmeli, ilmiyle amel etmeli,370 nafilelerle kendini Allah'a sevdirmeye çalışmalıdır. Allah'ın kelâmı ile dost olmalı, Allah'ın hükümlerini uygulamada sabırlı olup, emirlerini yerine getirmede azimli olmalıdır. Onun nazarından hayâ etmeli, her şeyden daha çok sevdiği Rabbi için gayret sarf etmelidir.371 Bütün hallerde Allah'a itaati tercih etmeli, usanmadan ibadet ve taate devam etmeli, Allah'a karşı edepli olmalı, O’nun emirlerini ihlâs ile yerine getirmeli, zâhiren ve bâtınen güzel muamele yapmalı, Allah'tan korkmalı, çekinmelidir. Daima Allah'a karşı vefa göstermelidir. Hastalık halinde şikâyetçi olmamalı, derdini başkasına söylerken Allah'ın gücünü düşünmelidir. İşlerini Allah'a bırakıp rahat etmeli, Allah ile işlerinde daima kendine yakışır şekilde davranmalıdır. Allah'tan bir dilekte bulunurken edepli olmalıdır. Yalnız Allah'a bağlanmaktan şeref duymalı,372kendisi ile Allah Teâlâ arasında sahih bir itikada sahip olmalı,373 Allah'tan (c.c) yardım dilemek ile birlikte sebeplere yapışmakta gevşeklik yapmamalıdır.374 Mürid, Kur’ân’ın emirlerine inanmalı, ta ki onu hayırlara, yüce mertebelere götürsün. Bütün vakitlerini, hâllerini, huylarını, fiillerini Kur’ân’a vurmalı, eksikliklerini görmelidir. Hak yolunun talibi olan mürid, şeriatte Rasul’e (sav)                                                              368 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 30-39 369 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 744 370 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 22 371 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 144 372 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye-Sufilerin Âdâbını İhtiva Eden Kitap (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 41-72 373 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 724 374 Şeyh Ali Behcet Efendi, a.g.e, s. 65-66 54    uymalı,375 şeriat ilminden kendisine lazım olanı öğrenmeli, sağlam delil ve hüccetlere dayalı ilimle amel etmelidir.376 Hakikat ilimlerine sarılmalı, hem zâhir hem de bâtın ilmini tashih etmeli, zâhir ve bâtında ilme uymalıdır. Farzları korumaya düşkün olmalıdır.377 Sûfîler, farzları ve farzların önünde ve sonunda kılınan sünnetleri muhakkak yerine getirirler. 378 Sûfîlerin izcisi olan mürid de farz ve sünneti güvence altına almak için nefsini edeplere uymaya zorlamalıdır.379 4. İhvanına Karşı Âdâbı Hakikat talibi, sadık bir mürid, kalbini gözetim altında tutar, halini korur ve tefekkür ile meşgul olur.380 Başa geçme isteğini terk edip, üstâdlık taslamaktan kaçınır.381 Kardeşleri arasında iken kendi başına bir şeyler yazmakla meşgul olmaz, bunun yerine kendini farz olan amele verir. Üstünlük görüntüsü vereceğinden kardeşlerinin arasında çokça nafile kılmaktan uzak durur. Diğer müridlerin arasında zikir yaparken veya Kur’ân okurken sesini yükseltmez, aksine kısık sesle okur ya da tefekkür etmek gibi kalbi bir ibâdete yönelir. 382 Mürid, yol arkadaşlarıyla güzel arkadaşlıklar kurar,383 her daim hizmetlerinde olup, yardımlarına koşar. Hiçbir dervişi hizmetinde kullanmaz, kendisi ise herkese hizmet eder. Kardeşlerinden birinin kendisine soğuk davrandığını görür veya gıybeti yapılarak kendisine eziyet edilirse bunu belli etmemeye çalışır ve hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır.384 Diğer müridlerle beraberken onlara muhalefet etmez, 385 karşı çıkmaz, tartışıp didişmez. Onlardan biri kendisine karşı çıksa, hakikatte onun gibi düşünmese dahi görünüşte söylediğini kabul etmiş görünür. Her zaman kardeşlerinin gönüllerini hoş tutar, hoşlanmadıkları şeyleri yapmaz. Onunla ilişkiyi kesenle ilişkisini sürdürür, kendisini mahrum bırakana verir, kendisine zulmedeni affeder. Başı dara düştüğünde, kendi derdiyle onları meşgul etmez ve onları zora sokmamak için durumunu saklar, böylece üzüntüsüyle kardeşlerinin mutluluğunu bozmamış olur.                                                              375 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 51-56 376 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 724-727 377 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 45-68 378 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 735 379 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s.41 380 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 53-59 381 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 42 382 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 383 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 38 384 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 385 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 734 55    Yapacağı işlerde kimseyi bekletmez ve üzmez. Kardeşleri uyanıkken, kendisi uyku çökmedikçe uyumaz, uyku bastıracak olursa bir köşeye çekilip ağırlık geçinceye kadar hafifçe kestirir.386 Mürid, dostlarıyla iyi geçinmeli,387 kardeşlerinin açtığı özel halleri saklamalı,388 onlara karşı gizli hasetten sakınmalıdır.389 Kimseden herhangi bir hak talebinde bulunmamalı, onların hakkını eksiksiz yerine getirmeye gayret etmeli, kardeşlerinin söylediği ve yaptığı şeylere uyum göstermeli, kendisinden nefret ettirmemelidir. Hiçbir kardeşine kin gütmemeli, birine karşı kalbinde olumsuz bir duygu meydana gelse, bu durumdan kurtulmak için ona iyilik yapmalı, geçmezse daha çok iyilik yapmalıdır. Küçüklerine şefkatle, büyüklerine saygı ve hürmetle, dengi olanlara lütuf, diğerkâmlık ve nezaketle muamele etmelidir. 390 Dostlarında gördüğü hatalardan dolayı onları mazur görmeli,391 onlara güzel zan beslemelidir. Kardeşlerinin kusurlarına bakmamalı, sevgi ve hüsnü zanla hareket etmeli, onların kusuruna kalmamalı,392 onların bir kusurunu gördüğünde onlar adına bahaneler üretmelidir.393 Kardeşlerinin kabahatlerini örtmeli, 394 ayıplarını görmezden gelmelidir.395 Onları güzellikle anmalı,396 hatalarını hoş görmelidir. Kimseyi kendine borçlu bilmemeli, herkesin kendisi üzerinde hakkı olduğunu düşünmelidir. Her daim kardeşlerinin yanında, nefsinin ise karşısında olmalıdır. 397 Mürid, kardeşlerinin ahvalini sormalı, onlara iyilikte bulunup kendine tercih etmelidir. 398 Kıdemli bir mürid, kardeşlerinin yanında kendinin haklı olduğunu bilirse, sükût eder.399 Normal konuşmalarında sesini yükseltmez. Topluluk içindeyken onlardan biriyle fısıldaşmaz ve dervişler arasında onlara elden geldiğince dünyevi konulardan ve yiyecek, içecek konularından söz etmez. Birisi kendisine akıl danışırsa onun sözünü yarıda keserek cevap vermekte aceleci davranmaz, konuşması sırasında karşı çıkarak,                                                              386 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 387 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 40 388 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 57 389 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 739 390 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 391 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 41 392 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 61-65 393 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-42 394 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 65 395 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-42 396 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 65 397 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-55 398 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 57-61 399 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 734 56    yadırgayarak tepki göstermez.400 Muhatabı, sözünü bitirdikten sonra, anlattığı şeyin doğru olmadığını düşünüyorsa ilkin ona onay vererek bu söylediğinin tercih edilecek şıklardan biri olduğunu belirtir, daha sonra kendince işin doğrusu neyse muhatabını incitmeden, küstürmeden, nazikçe söyler.401 Kardeşlerine öğüt vererek konuşur, onlara Allah yolunu gösteren kimse ile sohbet etmelerini tavsiye eder. Arkadaşlarını, nefislerini kontrol altında tutmaya ve iyi hâllerini arttırmaya teşvik eder. Herhangi bir sefere çıkacağı zaman kardeşlerine vasiyet edip kendilerine nasihatte bulunur.402 Arkadaşlarından biri hastalanınca ziyaretine gider, gidemezse, iyileştiğinde iyi dileklerini sunar. Kendisi hastalandığında kardeşleri gelmezse, bir engel sebebiyle gelemediklerini düşünür, ziyaretine gelemeyen kardeşlerine aynı muameleyi yapmaz. Bir mürid, kıyafetlerini, yaygılarını, binek hayvanını vb. şeyleri kardeşlerinden esirgemez. Kendi malını kullanmalarını herkese mübah görür, kendisi başkasının malını kullanmayı mübah görmekten şiddetle kaçınır. Onlardan biri kendisinin yaygısını ayağının altına serecek olsa bunu yadırgamaz, kendisi ise başkasının yaygısı üzerine ayak koymaz.403 Azığını arkadaşlarıyla paylaşır, malını, rızkını arkadaşlarından esirgemez,404 ama kendisi onların malını izinsiz kullanmaz. Kardeşi, kendisiyle malını paylaşmak isterse bunu memnuniyetle kabul eder. Gücü yettikçe hiç kimseden her hangi bir eşyasını ödünç istemez, fakat kendisi başkasına ödünç verir, mümkünse geri almaz. Geri istemek zorunda kalırsa da hemen işini görüp geri verir. Ödünç isteyen, her gün bile istese geri çevirmez. İhvanından biri eşyasına bakacak olursa, onu derhal ona verir. Bir topluluğun arasına sonradan katıldığında onların kurallarına uymak zorunda olan mürid, bir tekke veya medreseye misafir olduğunda, orada bir şeyh veya hizmetçi varsa, onların yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmeli, onaylarını almadan hiçbir şey yapmamalıdır.405 5. Ailesine Karşı Âdâbı Mürid, ailesine karşı ahlâklı olmalı, elden geldiğince örf ölçüsünde ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Günlük yiyeceği varsa ertesi güne bekletmemeli, saklayacaksa sadece                                                              400 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 57-59 401 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 57-61 402 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 61-70 403 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 404 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 40-43 405 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 41-59 57    ailesi için saklamalıdır. Ailesine hizmet ederken Allah'ın emrini yerine getirmeyi amaçlamalıdır. Kendine hizmet etmeyi kafasından silmeli, yemek yediğinde ailesi için yemeli, onları kendi isteğine uymaya zorlamamalıdır. Yaz mevsiminde eline kışlık yiyecek geçse onu satmalı, yazlık ihtiyacını karşılamalıdır. Kendisi ve ailesinin o gün ki maişetini kazansa, daha fazlası için çalışmakla meşgul olmamalıdır. Kendisi tevekkül edebiliyor ama ailesi yapamıyorsa onları zorlamamalı, onlar için maişet temin etmelidir. Ailesinde Allah'a itaat, sîret ve ibadet güzelliği görse dahi, çalışma konusunda şayet dayanamayacaklarsa tevekkül ve sabrı tercih etmemeli, helal kazanç peşinde olmalı, ailesine helal yedirmeli ki ibadet ve dini bütünlük yönünden ailesine olumlu etkisi olsun. Düzgün iş yapmalı ve özü sözü bir olmak için gayret göstermelidir ki Allah, sabır ile Allah'a ve kendisine itaat konusunda ailesini ıslah etsin, böylece ailesine bereket yansısın. Bir misafiri geldiğinde imkânı varsa misafire yedirdiğinden ev halkına da yedirmeli, yemeği herkese yetecek ve bir miktar da artacak şekilde yaptırmalıdır. Fakir olduğu için darlık çekiyorsa, ailesinin rızasıyla misafiri tercih edebilir. Misafirden arta kalan yemeği ev halkı -bereket umarak- yiyebilir. Aile sahibi bir mürid, bir ziyafete davet edildiğinde, evde ailesinin yiyeceği bir şey yoksa tek başına ziyafete gidip onları perişan etmesi ve kendi arzusunu onların ihtiyacına tercih etmesi mertliğe sığmayacağından, bu durumda ailesini bırakmamalı, davete gitmemelidir. Davet eden, durumu biliyorsa, ailesi ile beraber davet etmelidir.406 6. Mahlûkata Karşı Âdâbı Mahlukatın hakkı, onlara bulundukları konuma göre davranmak ve değer vermektir.407 Müridin Allah'ın kullarından ve yaratıklarından gelebilecek her türlü zorluk ve hoşa gitmeyen şeylere direnç göstermesi, hatta kendini Allah'ın kulları için toprak gibi görmesi edeptendir. Allah'ın yaratıklarına karşı şefkatle muamele etmeli,408 bela sırasında halka şefkatle, genişlik zamanında hilimle, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmalıdır. İnsanlara merhamet etmeli, ümmete şefkat göstermeli, gariplerle sohbet etmeyi sevmelidir. Dünya için kimseye düşmanlık etmemelidir. Din ve dünya işlerinde yardımlaşmalı, kendisine hizmet edenlerden dünya malını esirgememelidir. Küçüklere öğüt verip, dünyevi şeyler ve                                                              406 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 59-61 407 Şeyh Ali Behcet Efendi, Risâle-i Ubeydiyye, s. 65-66 408 Serrâc, a.g.e, s. 238 58    mâlâyanî konular konuşmamalıdır. Mürid, edepli olmalı, kimsenin kötülüğünü yüzüne söyleyerek utandırmamalıdır. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstermeli, haklara riayet etmelidir. Gücü yettiği zaman affetmeli, bütün müslümanlara hürmet etmelidir. Davetleri kabul etmek hususunda helâl, haram arasında ayırım yapmalıdır.409 Sadık bir mürid, zenginlere karşı izzet-i nefis sahibidir. Onların mallarına tamah etmemiş, zenginlere ait her şeyi kalbinden söküp atmıştır. Onlara karşı zelil davranışlar sergilemekten kaçınır, zenginlerle birlikte kalmak zorunda kalırsa onlara güzel davranır. Fakirlere karşı ise kendinde üstünlük görmez, yeme, içme, giyinme, oturma vb. her konuda fakirleri kendine tercih edip önceler, kendini fakirlerden aşağı görür. Onlara yaptığı iyilikleri başlarına kakmaz. Mürid, fakirleri kendinden istemek zorunda bırakmaz, borç isterse, görünüşte borç verip, içinden o borçtan vazgeçer, bunu da o fakirin yüzüne değil, bir yakınına söyler. Fakiri minnet altında bırakmamak ve onurunu kırmamak için yardımına sadaka demez. Ailecek muhtaçsa, sadece ona değil, ailesine yetecek kadar da yardımda bulunur. Fakir kendisine sıkıntısını arz ederken onu can kulağıyla dinler ve güler yüz gösterir, asık suratla, keskin bakışlarla ve sert sözlerle karşılık vermez. Hâlihazırda yardım imkânı yoksa durumunu düzelttiğinde yardım edeceğine söz verir. Kesin bir dille onu ümitsizliğe sevk edip bir daha kapısına gelmemesine neden olmaz. Böylelikle onu sırrını kendisiyle paylaştığına pişman etmez.410 Mürid, daima halkı nefsine tercih etmeli, insanların menfaati için sıkıntılara ve belâlara, velhasıl herkesin zahmetine katlanmalıdır.411 7. Yolun Yabancılarına Karşı Âdâbı Mürid, kendi yolunda olmayanlarla sohbeti terk etmeli,412 tarikat hükümlerini onlardan saklamalıdır. Yabancılardan aldığı sırları saklamalı, onları kendi hallerine bırakmalı, hiçbir şekilde işlerine müdahil olmamalıdır. Kötü davranışlarına karşı elden geldiğince tahammül etmeli, kendini onlardan üstün görmemelidir. Avama aldırış edilmeyeceği, havassın ise her zaman tehlikede olacağını düşünerek yabancıların değil,                                                              409 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 35-64 410 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 43-45 411 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 41-68 412 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 54 59    aslında kendisinin tehlikede olacağını unutmamalıdır.413 Müslümanların tamamına saygı göstermeli, fikirleri kendi düşüncelerine zıt kimselerin işine karışmaktan kaçınmalı, dünya ehliyle arkadaşlık yapmamalıdır.414 8. Yemek Yeme Âdâbı Yemek yiyen bir mürid, kendisine nimetler veren mevlâsından gafil olmamalı, kalben O’nu zikretmeli, asla akıldan çıkarmamalıdır. Mürid, sofra hazırlanmadığı sürece yemeği aklına getirmemeli, yemek vakti gelince sofrada gösterilen yere oturmalı, yemektekileri bekletmemeli, önüne konan yemeği yemelidir. Sofrada kendisinden büyükler varken elini onlardan önce uzatmamalıdır. Sırf nefsini tatmin etmek için yememeli, yemek konusunda iştahı olmayan hasta gibi davranmalıdır. Yemek sahibine “Gel, bizimle ye!” veya sofradaki hiç kimseye “Buyur ye!” dememeli ve kendi önündeki yiyecekten bir kısmını onların önüne koymamalıdır. Bir topluluk içinde yemek yerken, özel bir şeyi kendine almamalı ve yememeli, ilk önce kendisine bir şey verilmişse onu ortaya koymalıdır. Yemek sırasında yemeği övmemeli ya da yermemelidir. Sofrada kimsenin ağzına lokma vermemeli, su içmesi teklif edildiğinde reddetmeyip hiç olmazsa bir yudum almalıdır. Kardeşleriyle yerken teklifsiz olmalıdır. Zenginlerle birlikte yemek yerken gururlu olmalı, fakirlerle birlikte yerken onları kendine tercih etmelidir. Dinen yasak sınırı aşmadığı müddetçe, iştahı olmasa bile sofradakilerle yemeyi sürdürmeli ve onlar yemeye devam etiği sürece elini sofradan çekmemelidir. Yemeye devam ederken ve gözü sofrada iken sofrayı önünden kaldırmamalıdır. Mürid, yemek sahibi onun eline su dökmek isterse engel olmamalıdır. Kardeşlerine yemek verirken elden geldiğince temiz ve nazik olmalı, bir dervişe yemek ikram edeceği zaman onu öylece bir odada bekletmemelidir. Elden geldiğince yemeğin tamamını misafirine ikram etmeli, bir kısmını saklamamalı, yemek az ise misafirinden sonra, artanı yemelidir. 415                                                                    413 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 42 414 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 415 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 55-59 60    9. Yolculuk Âdâbı Mürid, seyahat etmeli, sefere çıkmayı sevmeli,416 mübarek ülkelere gitmelidir.417 Sefer için ilim, zikir, takva ve yakîni kuşanmalı, seferdeyken farzları eda etmek için gerekli olan şeyleri yanında bulundurmalıdır. 418Yolculuğa çıkacağı zaman, yapacağı ilk şey düşmanlarından helallik almak olmalıdır. Anne-babadan ya da hak bakımından onların yerini tutan amca, dayı, dede ve nineden kim varsa onlardan izin almalıdır. Ailesi varsa, yolculuğa çıkmasından zarar görecek ya da geçim sıkıntısı çekeceklerse, ya bu durumu düzeltmeli ya da onları da yanında götürmelidir. Mürid, yola çıktığında aklı arkada kalmamalı, aklı ne geride bıraktığı işlerinde kalmalı, ne de ileride elde edeceği şeylerin peşinde olmalıdır. Her nerede konaklasa, kalbi rahat olmalı ve bütün varlıklardan sıyrılmalıdır. Yolcu değilken vird olarak okuduğu dua ve zikirleri yolculuk sırasında aksatmamalı, yola çıkarken kalbini gözetmeli, gafletten sıyrılmalıdır. Yolculuğu boyunca Rabbini unutmamak için azami gayret göstermeli, her ne olursa olsun dünyevi bir gaye için yolculuğa çıkmamalıdır. Hac veya bir şeyhi karşılamak ya da mukaddes mekânlardan birini ziyaret etmek gibi ulvî gayelerle yolculuk etmelidir. Mürid, yolculuk sırasında konakladığı herhangi bir yerde kalbinin bütün bulanıklıklardan arınmış ve mutlu olduğunu fark ettiğinde orada kalmalı ve kesin bir emir almadan veya ilâhî bir takdir olmadan oradan ayrılmamalıdır. Kesin bir emir geldiğinde, nereye gitmesi istenmişse oraya yönelmeli ya da şehevi duyguları ve iradesi tamamen elinden alınmış, benliğini bütün varlıklardan kurtarmış, muradına ermiş, sevgili makamına gelmiş ve Allah'ın fiili ile hareket eden biri olmuşsa, kader onu nereye sürüklerse oraya gitmelidir. Müridin, yolculuk esnasında her hangi bir yerde mevki-makam bulursa Allah'ın huzurundan kovulmamak ve perdelenmemek için oradan derhal uzaklaşması ve nefsinin bu durumu kabullenmesine engel olması gerekir. Mürid, yolculuk sırasında yol arkadaşlarıyla güzel geçinmeli, onların hatalarını görmezden gelmeli, hiçbir konuda onlarla çekişmemeli, yeri geldiğinde onlara hizmet etmeli, ama hizmet beklememelidir. Yolculuk boyunca abdestli olmalı, su yoksa teyemmüm etmelidir. Yolculukta, özellikle sakalı henüz bitmemiş olan genç yaştaki insanlarla hemhâl olmamalıdır. Bir yöreye uğradığında orada bir şeyh varsa öncelikle ona selam vererek hizmetinde bulunmalı, feyiz ve bereketinden mahrum kalmamak için ona saygı                                                              416 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 43-51 417 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 21 418 Sülemî, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye, s. 43-51 61    ve hürmetle bakmalıdır. Eline bir şey geçtiğinde onu kendisine saklamayıp arkadaşlarıyla paylaşmalı, arkadaşlarından biri yolculuk etmeye engel bir durumla karşılaştığında onun yanında beklemeli, onu orada terk etmemelidir.419 10. Semâ Âdâbı Mürid, zoraki semâ yapmamalı, kendi isteğiyle semâya başlamamalıdır. İradesi dışında semâya başlayacak olursa yapması gereken şey, edebini takınarak kalbiyle Rabbini zikretmek, kalbini gaflet ve unutma sebeplerinden korumakla meşgul olmaktır. Kulağına nağmeli bir ses geldiğinde, onu okuyan kişiye bunun Hak tarafından –duyanı amel etmeye teşvik, günahtan sakındırma, azarlama, daha çok ibâdet etmeye çağırma gibi bir sebeple- söyletildiğini düşünüp, işareti alır almaz derhal gereğini yapmak için semâya başlamalıdır. Topluluk halinde semâ yapılıyorsa ve aralarında bir şeyh varsa, mürid şeyhe hürmeten elden geldiğince hareketsiz kalmalıdır. Kendini tutamaz da elinde olmaksızın dönmeye başlayacak olursa, bu dönüşüne bir yere kadar göz yumulur. Bu durum geçince, yine şeyhe hürmeten durmalıdır. Mürid, ne okuyucudan ne de ilahi okuyucusundan, Kur’ân okumak yerine ilahi söylemesini talep etmemeli, ilahiyi yinelemesini de talep etmemeli ve bunu Allah'a bırakmalıdır. Semâ sırasında başkasından yardım istememeli ama ondan yardım istenirse yardım etmelidir. Birinin okuduğu âyet veya beyit sebebiyle dönmeye başladığında diğerleri ona katılmamalı ama semâ ederken ona selam vermelidirler. Orada bulunup semâ eden müridi izleyenler, bir kusurunu ve eksiğini görürlerse bunu görmezden gelmelidirler. Özellikle uyarılması gereken bir şey görmüşlerse yumuşak bir üslupla uyarmalı ve bunu dilleriyle değil, kalpleriyle yapmalı, hata edenin nazik bir dille ve incitilmeden uyarılabilmesi için ise uyaranın sahip olduğu hâlin ileri düzeyde, kalbinin de tamamen arınmış olmasına, ayrıca ince bir bilgiye, kâmil ve övgüye değer bir âdâba ihtiyaç vardır. Mürid, semâ sırasında hırkasını çıkarıp atarsa ya onu okuyucuya vermeyi kastetmiştir -ki bu durumda o, okuyucuya aittir- ya da ortalık yere atmıştır. Bu durumda ne amaçla attığı sorulur ve ona göre hüküm verilir. Hırkasını atan kişinin geri dönüp onu kabul etmesi uygun değildir. Ancak şeyhi hırkayı almasını emrederse onu herkesin gözü önünde geri alır; fakat daha sonra başkasına verir. Hırka bir grubun tam                                                              419 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 61-64 62    ortasına düşerse onu eşit olarak paylaşmaları gerekir. Şeyh yanlarında olup, hırkanın belli kişilere verilmesini emrederse ona göre hareket edilir.420 B. Çeşitli Meslek Gruplarının Âdâbı Sûfîler, sâlikleri mesleklerine göre tasnif ederek her bir sınıfın seyrü sülûk âdâbını birbirinden farklı olarak şöyle izah etmişlerdir: 1. Devlet Yöneticisinin Âdâbı Devlet yöneticisi, bu gücün kendisine Allah tarafından bahşedildiğini bilmeli, bu makamın kendisine başkasından alınıp verildiği gibi, bir gün kendisinden alınıp başkasına verileceğini de unutmamalı, yöneticiliğin Allah'ın halifeliği olduğunu bilmeli, görevini bizzat yapmalı, başkasına yaptırmaya çalışmamalıdır. İşini doğruluk ve adaletle yapmalıdır. Halkından bir kısma meyledip diğerlerine eziyet etmemelidir. Yöneticiliği hakkıyla yerine getirmeli, bunda da hakkın emrine uymalıdır. Yönetimini icra ederken, hevâ ve hevesine uymamalıdır. Bir taraftan yöneticiliği icra ederken, öte yandan dinin kendisine yüklediği görevleri de gerçekleştirmelidir.421 2. Yönetici Yardımcılarının Âdâbı Devlet yöneticilerinin vezirleri olan yardımcılar, devlet yöneticisine ve halka karşı doğruluk, gayretkeşlik, sebat ve tahammülle davranmalıdır. Şeriat caddesinde dosdoğru yürüyerek, doğruluğu evvela Rabbine karşı göstermeli, dünyaya aldanmamalı, gözünü dünyanın değil ahiretin üstün rütbelerine dikmelidir. Din işlerinde doğru, yakîn sahibi ve sabitkadem olmalı, şeriatı yaşamak uğruna başına gelebilecek bütün sıkıntılara karşı tahammüllü olmalıdır. Devlet yöneticisinden asla gizlisi-saklısı olmayıp, kalbini ona karşı ihanet ve aldatma içinde olmaktan korumalıdır. Aldığı görevleri üstün bir gayretle yerine getirmeli, gevşeklikten, açgözlülükten, tamahkârlıktan uzak durmalıdır. Hizmetinde vefalı olmalı, sözünü tutmalı, görevini yerine getirirken çıkabilecek sıkıntılara katlanmalıdır. Emrindekilere ve halka karşı şefkatli olmalı, sıkıntılarını gidermeli, geçimlerini sağlamakla meşgul olmalıdır. Görevini icra ederken emrindekilerin tamahkârlık ve rüşvete bulaşmamaları için, onlara karşı sağlam bir karakterle muamelede bulunmalıdır. Bir görevlendirme yaptığında, başkalarının                                                              420 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e, s. 64-68 421 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 325-343 63    etkisiyle değişiklik yapmamalı, kötü niyetli kimselere kulak asmamalıdır. Halkın, ordunun ve bütün memleketin yükünü gayret ve şefkatle çekmelidir.422 3. Müftü Ve Vâizlerin Âdâbı Müftüler, faydasız ilimden ve bunların afetlerinden sakınmalı, fetva verirken işin içine nefsini katmamalı ve bu konuda oldukça ihtiyatlı olmalıdır. Zamanını iyi değerlendirip teheccüd namazına gayret etmeli, ibadetlerin sadece zâhiri ile yetinmeyip türlü mücâhedelerle nefsini terbiye etmeye ve kalbini sürekli murâkabeye çalışmalıdır. Vâizler hikâye anlatıcısı durumuna düşmemeli, konuştuğu zaman Allah'ın rızasını ve ahiret mükâfatını hedeflemeli, bid’at ve dalâletten uzak durup, sünnet yolunda ömür süren selef-i sâlihînin söz ve haberlerini nakletmeli, şeriate sımsıkı sarılarak muhataplarına tövbe, zühd ve takva telkin etmeli, havf ve recâ dengesini gözeterek, dünyalık elde etme uğruna dini kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır.423 4. Zenginlerin Âdâbı Mal mülk sahibi zenginler, her biri başlı başına birer âfet olarak kabul edilen; Rabbini unutturan gaflet, fesat ve zulüm, nimete karşı nankörlük, kendini beğenme, kibirlenme, böbürlenme, vazifelerinden ve hayırlı işlere yönelmesinden alıkoyacak aşırı meşguliyet, cimrilik, israf, gurur gibi kötü hallerden sakınıp, iffet, Hakka yönelme, şükür, tevazu, cömertlik, takva, denge, rıza gibi iyi hallere sarılmalıdır. Malını mülkünü kalbinde değil, elinde ve cebinde taşımalıdır. Malın, cennet derecelerini kazanmak ve Hakk’a yakınlığı elde etmek için bir vesile olacağı gibi, cehenneme düşmeye ve Hak’tan uzaklaşmaya sebep olabileceğini de unutmamalıdır. Sahip olduğu malı akrabalarına, komşularına, muhtaçlara harcamalıdır.424 5. Çiftçi Ve İşçilerin Âdâbı Çiftçiler; sahip oldukları ile mağrur olmamalı, gönlünü mala bağlamamalı, sahip olduğu şeylerin emanetçisi olduğunu bilmelidir. İşçilerini küçümsememeli, onlara haksızlık etmeyip ücretlerini tam ödemelidir. Dünya tohumu değil, ahiret tohumu ekme                                                              422 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 344-352 423 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 355-360 424 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 370 64    niyetinde olmalı, mal yığma sevdasına düşmemeli, kapılarını halka açık tutmalıdır. Mahsulü az olunca üzülmemeli, rızık için endişelenmemeli, Hakk'a tevekkül etmelidir. İşçileri, ırgatları yönetenler; emri altındakilerin seviyelerine dikkat etmeli, rüşvete bulaşmamalı, kuvvetliyi zayıfa tercih etmemeli, dindarları desteklemeli, emrindekilerin huzur ve refahı için gayret etmelidir. Zulüm meydana gelmemesi için tedbirli olmalı, emrindeki kimselerin malına mülküne tamah etmemeli, aza kanaat etmeli, onlardan sorumlu tutulup hesaba çekileceğini unutmamalıdır. İşçi ve ırgatlar; diyanete ve emanete dikkat etmeli, hıyanetten ve kötülükten kaçınmalı, iş sahibi hazır olsun olmasın doğru ve temiz olmalı, malını muhafaza etmeli, mesleğinde ciddiyet göstermelidir. Hayvanlara eziyet ederek fazla yük yüklememeli, çok çalıştırıp dövmemelidir. İşini yaparken zikir halinde olmalı, gerçek ekincinin Allah olduğunu unutmamalı, kendisini ekin konusunda Allah'ın vekili olarak görmelidir.425 6. Ticaret Ehlinin Âdâbı Tâcir, malını Allah'ın rızası doğrultusunda kazanıp harcamaya niyet etmeli, dindarlık ve güvenilirlikten ayrılmamalı, alışverişte insaflı olmalı, kolay olanı tercih etmeli, alım-satım yaparken yalan söylememeli ve yemin etmemelidir. Alacağı bir malı kötülememeli, satacağı bir malı da övmemelidir. Malının ayıp ve kusurlarını gizlememeli, köle ticareti yapmaktan kaçınmalıdır. Tâcir bir şehre gittiğinde mübarek insanların yerlerini, türbelerini soruşturmalı, ziyaret etmelidir. Vardığı şehrin kıymetli zatlarının sohbetlerine katılmalı, samimi bir şekilde onların hizmetlerinde bulunmalıdır. Tâcir, ölüm vakti gelmeden, gideceği yerin sermayesini önden göndermelidir. Hiçbir zaman dünyayı dine tercih etmemeli, dünyevi meşguliyetlere dalıp dini işlerden geri kalmamalı, her durumda hakkın zâkiri, ahiretin talibi olmalıdır.426 7. Sanat Ve Zanaat Ehlinin Âdâbı Sanat ve meslek ehli kimse, işini şefkat, güvenilirlik ve diyanetle yapmalı, şeriat yolundan ayrılmamalı, şüpheli ve haram maldan kendini korumalıdır. Fazla ücret almamalı, eksik vermemeli, malının haram olduğunu bildiği kimselerle iş yapmamalıdır. İşinde ve sanatında hile ve sahtekârlık olmamalı, işini hakkıyla yapıp, yaptığı işten ve malın değerinden anlamayan müşterilerden yüksek fiyat talep etmemeli,                                                              425 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 372-376 426 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 378-381 65    malını yabancılara satarken tanıdığına satar gibi satmalı, aldatmaktan uzak durmalıdır. Kazancının bir miktarını da kıymetli zatlardan birine veya muhtaç bir fakire vermelidir.427                                                              427 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 386 66      ÜÇÜNCÜ BÖLÜM VELÂYET DAİRESİ VE İLGİLİ KAVRAMLAR   I. AVAM-HAVAS AYIRIMI VE HAVAS MERTEBESİNE DAİR .KAVRAMLAR Müminler, Allah’a olan yakınlık durumlarına, bilgilerine ve yaşayışlarına göre avam ve havas olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Avam, kelime olarak çoğul olup, tekil şekli “âmm” olarak kullanılır. Sözlükte; genel, yaygın olmak, içermek, kapsamak, içine almak anlamlarına gelir. Avam ise; halk, cumhur anlamlarına gelir. Tasavvuf haricindeki diğer ilimlere göre avam kelimesiyle, dini bilgisi olmayan veya bilgisi zayıf kimseler kastedilir. Tasavvufî ıstılahta ise; ilim ve marifet ehli olmayan, derece bakımından düşük kimseler kastedilir. Tasavvufî olgunluk eğitiminden geçmemiş, nefsinin hastalıklarını iyileştirmemiş kişiler, avamdan sayılır.428 Sûfîler, avam müminleri; müridler, sevap için amel edenler, ilahi rahmeti ümit edenler, cennete talip olanlar ve henüz yeni tövbe eden kimseler olarak sınıflar.429 Havas kelimesi çoğul bir kelime olup, tekili has’tır. Sözlükte; ayrı tutmak, ayrıcalık vermek, tarafını tutmak, bahşetmek, ihsan etmek, lütfetmek anlamlarına gelir. Dinî ıstılahta ise; Allah’a kullukta, ilimde, yaşayışında sıradan avamdan sıyrılıp özel bir konuma ermektir. Bu hale erenlere “has” denir. “Has”, müzekker bir kelime olup, müennes olarak “hassa” kullanılır. “Ahass” kelimesi, “özelin de özeli” anlamında ism-i tafdîl kipinde kullanılmıştır. “Ehl-i Husûs” ifadesi de havası ifade eder. Tasavvuf ıstılahında havastan kasıt velîlerdir. Hücvirî, hırka konusu üzerinden avam ile havasın farkını şöyle ortaya koyar: “Hırka ile avam aziz, havâs zelil olur. Avamın hırka ile izzeti, bunu giymeleri halinde halkın kendilerine hürmet ve itibar etmeleridir. Havasın hırka ile zilleti, bunu giymeleri halinde halkın kendilerine avâm                                                              428 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 5. B., İstanbul, Ağaç Yayınları, 2009, s. 67 429 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., C. III, s. 342 67    nazarıyla bakmaları ve bundan dolayı kendilerini levm etmeleridir. Şu halde hırka; avam için nimet elbisesidir, havas içinse bela zırhıdır. Zira avamın çoğu alın teri ile başka bir iş yapma imkânına sahip olmayınca, bir zaruret hali olarak bu kıyafet içinde bulunurlar. Makam ve itibar elde etmek için diğer bir vasıtaya sahip olmayınca, mecburen hırka giyerler. Çünkü makam ve itibar kazanmanın vasıtası, mal ve servet toplamanın yolu, hırkadır. Hâlbuki havas, makam ve itibarın terk edilmesi kanaatini taşır, zilleti de izzete tercih eder. Bu sebeple hırka bunlar için musibet, onlar için ise nimettir.”430 Bu sözlerden anlaşıldığına göre; avam ile havas arasındaki fark çok keskin ve büyük olup, biri için iyi olan şey, üst mertebedeki diğeri içinse, içine düşülmesinden sakınılan büyük bir tehlike ve zarar hali olarak görülebilir. Sûfîlere göre Allah, seçtiği kullarından bazılarını has kabul etmiş, ibadetine tahsis etmiş, hizmetine mahsus etmiş, muhabbetine ve icabetine mazhar kılmış, davasına vekil kılmış, razı olacağı işlerde kullanmış ve dualarına karşılık nimetlerini lütfetmiştir. Kalplerine yaptıklarını ve sanatını yerleştirip davetini izhar etmiştir. Lütfu, keremi, dostluğu ve nimetleri ile beslemiş, yollarını açmıştır. Has kullar, kalplerini arındırıp, Allah'ın isteklerine bağlar, mahlukatı bırakıp gece-gündüz Allah'ın emrine âmâde olurlar. Allah'ın rahmetinden mahrum kalmaktan, Allah'ın kendilerine verdiği ihsanları ellerinden almasından korkarlar. Allah'a, zorlanmadan ibadet ederler. Varlıklarını, iradelerini Allah'a kullukta başarılı olmak için seferber ederler. 431 Sûfîler, “Her kimin güzel bir sûreti varsa veya arzuladığı güzel bir konumdaysa ve bol miktarda da rızkı varsa, bunlarla birlikte de Allah'a karşı tevazu içerisindeyse Allah'ın has kullarından olur” derler.432 Zünnûn-ı Mısrî bir duasında şöyle demiştir: “Ey sevdikleri ile has kullarının kalbinden dünya şehvetlerini silen, dostluğunu ve yakınlığını onlara bahşeden!”433 Bu duadan anlaşılacağı üzere, has kulların kalbinden dünya sevgisi silinir, bunun yerine dostluk ve yakınlık elbisesi giydirilir. Yine bir duasında der ki: “Allah'ım! Sen ki halis kullarına ihlâsı verdin, has kullarını                                                              430 Hücvirî, a.g.e., s. 109 431 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 465 432 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. III, s. 340 433 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 442 68    eksikliklerden korudun.”434 Bu dua ise havassın Allah tarafından özel bir koruma altında olduklarına işaret eder. Sûfîler, havassın bahsedilen avantajlarının yanı sıra dezavantajlarını da ifade ederler ki, bu dezavantajlar sıradan insanların, yani avamın hayatlarında normal olup, onlar için herhangi bir eksiklik ifade etmez.435 Ayrıca Allah’ın has kullarının, evliyâlık gücüyle desteklenmiş olduklarını,436 marifetin en üst seviyesine yerleştiklerini437 söylerler. Havassın avama üstün olmasını sağlayan şeyin, kalplerindeki marifet bilgisi olduğunu söyleyen sûfîlere göre,438 avam – havas ayırımında marifetullah esastır. Havassın avama üstün olduğu marifet büyür, kalplere yerleşir ve tutunursa, o zaman güçlü bir imana dönüşür. Böylece kulun ahlâkı kemâle erer, kirlerden arınır ve marifetin gücüyle Allah'ın kadrini ve celâlini celbeder. Böylece zikir ve ahlâk üzerinde düşünme imkânı bulur da onları nasıl yarattığını ve nasıl şekillendirdiğini, kaderleri nasıl takdir ettiğini, onları nasıl tasvir ettiğini, zamanı nasıl tespit ettiğini, olayları kendi iradesiyle nasıl evirip çevirdiğini tefekkür eder.439 Sûfîlere göre Allah’ın has kulları üç derecedir; Allah kimine, korkuya kapılıp sabırları zorlanmasın, takdirinden sıkıntıya duçar olmasın ve hükmünden ümitsizliğe düşmesinler diye musibetleri fazla vermemiştir. Kimini, kalplerini âlimlere yönlendirmek için, günahkârlardan ve onlarla birlikte olmaktan uzak tutmuştur. Kimine ise musibetleri boca eder, sonra da sabır ve hoşnutluk desteği gönderir de böylece belâlar geldikçe sevgileri ve takdire rızaları artar. Ayrıca Allah’ın özel olarak kendilerine nimet verdiği, ilmin zâhirini ve bâtınını lütfettiği ve isimlerini gizlediği has kulları da vardır.440 Havas dairesindekiler, sahip oldukları sıfatlara göre velî, sâdık, ârif, sûfî vb. isimlerle isimlendirilirler.                                                              434 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 527 435 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 315 436 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 341 437 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 396 438 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 397 439 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 397 440 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 340 69    A. Velî Havas dairesi içindekilerin tamamı velî olarak kabul edilir. Bu nedenle havas hiyerarşisinde en geniş tabaka olarak yer alır. Havas dairesinde yer alan sıddîk, mukarreb, melâmetî, ârif, muvahhid gibi kimseler, almış oldukları bu isimleriyle beraber aynı zamanda birer velîdirler. Dolayısıyla bu kimselerin bilinmesinden önce velî ve velâyet konusunun anlaşılması gerekir. 1. Velâyet Velâyet, lügatte; yaklaşma, yakınlık, dostluk, himaye, nusret ve yardım,441 iki veya daha fazla şeyin –araya başka bir şey girmeksizin- peş peşe gelmesi442 gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise velâyet; sâlikin, nefsi ile giriştiği mücâhedesi ve bundaki sabrı neticesinde kendisi ile Rabbi arasında oluşan yakınlık ve dostluktur. Bu dostluk vesilesiyle varlıkları görme halinden kurtulup, Allah'ın zâtında fânîi olur.443 Ermiş olduğu fenâ makamı sayesinde, sâlik ile Rabbi arasında mâsivânın tesiri kalmaz. Tasavvufta genelde dört tür velâyetten söz edilir. Bu velâyetlerin en büyüğü sayılan velâyet-i uzmâ, Hz. Peygamber’e (sav) verilen ve şahsına münhasır olan velâyettir. O’nun haricindeki sair peygamberlere verilen velâyete ise velâyet-i kübrâ adı verilir. Peygamberler haricindeki inananlar içinde, sahip oldukları iman ile öne çıkan müminlerin sahip oldukları velâyet velâyet-i vüstâ; müminlerin avamının sahip olduğu velâyet ise velâyet-i suğrâ’dır.444 Ayrıca sûfîler velâyeti üç aşamada ele alırlar. Birinci aşamadaki velâyet, iman ve takva sahibi müminlerin sahip olduğu umûmî velâyettir. Bu velâyete sahip sâliklerin seyir ve bilgisinin yerden göğe kadar olduğu söylenir. İkinci aşamadaki velâyet ise, marifetullaha yönelmiş sâliklerin velâyeti olan husûsî velâyet olup, buna sahip olan sâliklerin arştan ferşe bütün mahlûkatı kendi seyir ve tasarrufları altında tuttukları söylenir. Üçüncü aşamada bulunan en yüksek velâyet ise, marifetullahı tamamen elde eden âriflerin sahip olduğu hâssü’l-hâs velâyettir. Bu velâyete sahip kimseler, sınırlarını kendilerinden başka kimsenin bilemeyeceği, uçsuz bucaksız bilgi ve kudrete sahiptirler.445 Velâyetin başlangıcında fenâ, sonrasında bekâ ve bekâü’l-bekâ                                                              441 Hücvirî, a.g.e., s. 273 442 Kâşânî, a.g.e., s. 590 443 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 43 444 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 697 445 Eşrefoğlu Rûmî, a.g.e., s. 311 70    makamlarına ulaşılır. Fenâ ile başlayan velâyet, sonu olmayan bir yükseliş ve ilerleme ile sürüp gider.446 Bir hadis-i şerifte işaret edildiği üzere “Kul, Allah için sevip Allah için buğz etmedikçe, imanı kesin bir şekilde tahakkuk etmiş olmaz. Allah için sevip Allah için buğz ettiği zaman ise velâyeti hak eder.”447 Dolayısıyla velâyetin, sevgi ve nefret ile doğrudan ilgisi vardır. Bu iki duygunun mâsivâdan kurtarılıp, sadece Allah'ın sevdiği ve sevmediği şeylere uygun olması, velâyetin temel özelliğidir. 2. Velî ve Özellikleri Velî, sözlükte; yakın, yanında olan, bitişik, komşu, yardımcı, destek veren, arka çıkan, dost, akraba, hami, koruyucu, kanun nazarında sorumlu kişi, efendi, sahip, malik gibi anlamlarda kullanılır. Çoğul kullanımı “evliyâ” olarak gelir. Ayrıca “el-Velî”, Allah'ın isimlerinden biridir. Tasavvufta ise velî; Allah'ın, bâtınından mâsivâyı çıkarıp ilham ile nurlandırdığı,448 bunun neticesinde isyana ve şehvetlere düşmekten koruyup, araya günah sokmaksızın itaatleri peş peşe işlemekte başarılı kıldığı,449 böylece fenâ ve bekâya erdirip,450 kendisine yakın kılarak451 dost edindiği452 kimsedir. Kur’an-ı Kerîm velîlerden bahsederken, sahip oldukları imanlarının onları takvaya ulaştırdığını, böylece velîlerin ölmeden önce de, öldükten sonra da müjdelere nail olup, korku ve hüzün yaşamayacaklarını haber verir.453 Ayrıca yahudilerin velâyet iddialarına “öyle ise ölümü temenni edin (bakalım)”454 diyen Kur'an, velîlerin ölümden çekinmeyeceklerine, zira onların ölümü, dostun dosta kavuşması olarak değerlendirdiklerine işaret eder. Kudsî bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her kim veli kuluma düşmanlık ederse ona harp ilan ederim. Kulum, bana sevimli gelen şeyler içinde ona farz kıldığım şeyler kadar hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum bana nafilerle yaklaşır, ta ki onu severim. Onu sevdiğim zaman; kendisiyle işittiği işitmesi, kendisiyle gördüğü görmesi, onunla tuttuğu eli, onunla yürüdüğü ayakları                                                              446 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 43 447 İbn Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’l-Evliyâ, no: 19, Beyrut, Müessesetü’l-Kutub’is-Sakafiyye, 1993, s. 15-16 448 Abdurrezzak Tek, Nakşîliğin Osmanlı Topraklarına Gelişi: Molla Abdullah İlâhî, 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2012, s. 133 449 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 647 450 İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ-Fakirlerin Yolu, (haz. Sadettin Ekici-Meral Kuzu), 3. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011, s. 351 451 Abdurrezzak Tek, a.g.e., s. 133 452 Kâşânî, a.g.e., s. 590 453 El-Yûnus, 10/62-64 454 El-Cuma, 62/6 71    olurum. Benden isterse, kesinlikle ona veririm. Yine bana sığınırsa kesinlikle onu korurum. Müminin nefsindeki tereddüdümden başka yapmış olduğum hiçbir şeyde tereddüt etmedim. O, ölümden hoşlanmaz, onun kötü gördüğünden ben de hoşlanmam.”455 Bu hadise göre velînin Allah ile yakınlaşmasını sağlayan şey nafile ibadetlerdir. Velînin Allah ile olan yakınlığı o kadar fazladır ki, işiten, gören, tutan, yürüyen kul değil de neredeyse Allah'tır. Onlar bu yakınlıkları sayesinde Allah'tan isteyecekleri her şeye kavuşurlar. Bununla beraber, onların Allah katındaki değeri, görünüşlerine bakılarak anlaşılamaz. Allah, velîleri kubbelerinin altına alarak gizlemiş, onlara olan sevgisini, verdiği değeri gizli tutmuştur.456 Velî kimsenin nasıl tanınacağını soran sahabelerine Hz. Peygamber (sav), “Görüldüklerinde Allah'ı hatırlatan kimselerdir” demiştir.457 Bundan anlaşılan sonuca göre kişinin bir velîyi görmesi, o velînin üzerinde taşıdığı hâl ve ahlâktan etkilenerek, kendisinin de Allah'a güzel kulluk yapması gerektiğini anlamasını sağlar. Sûfîlere göre velîler, Allah ve Rasûlünün âdâbından birini bile terk etmezler.458 Allah onları seçmiş, günahlardan korumuş, ism-i a‘zamı öğretmiş ve dualarını makbul kılmıştır.459 Onları ilham ile destekleyip, kendilerine, karşısında hiç kimsenin mukavemet edemeyeceği bir güç vermiştir.460 Zâhir ve bâtın lisanına sahip kılmıştır ki zahir lisanlarıyla Hakk’ı mahlûkata tanıtır, batın lisanlarıyla ise Hak ile muhabbet ederler.461 Onlara türlü kerametler lütfetmiştir.462 Onları sevmeyi ibadet saymış,463 onlara eziyet edenleri kötü akıbet ile karşılaştırmıştır. Velî kulları övmekte -hasetçiler hariç- bütün diller birleşmiştir.464 Zira onlar, halkın üzüntüyle karşıladığı halleri, tevekkül ile karşılarlar.465 Allah, yeryüzünü onlarla ayakta tutar.466 Velî kimseler,                                                              455 Buhârî, “Rikâk”, 38 (6137), (haz. Mustafa Dîb el-Biğâ), 5. B., Dımaşk, Dâru İbni Kesîr, 1993 456 Abdurrahman Câmî, Nefehatü’l-Üns, (çev. Lâmiî Çelebi, haz.Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), 4. B., İstanbul, Marifet Yayınları, 2008, s. 84 457 İbnü’l-Mübârek, Kitâbü’z-Zühd, 2. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004, s. 100; İbn Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’l-Evliyâ, s. 14-18. 458 Serrâc, a.g.e., s. 115 459 Necmüddîn Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 153-154 460 Hakîm Tirmizî, Hatmü’l-Evliyâ-Velîliğin Sonu, (çev. Salih Çift), 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2006, s. 112-113 461 İbn Fûrek, a.g.e., s. 406 462 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 112-113 463 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 354 464 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 112-113 465 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 626 466 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 442 72    nefislerindeki hastalıklarla ilgilenir,467 niyetlerini kontrol etme ve düzeltme ile meşgul olurlar. Hayâ sahibi olup,468 Allah’ın takdirine razı olurlar ve her şeyde hakkı gözetirler. Allah için üzülüp, Allah için sevinirler, her şeyden Allah’a sığınırlar. Sadece Allah ile meşgul olup,469 Allah ile aralarındaki his ve sırları muhafaza ederler.470 İnsanlara karşı cömert davranıp onların eziyetlerine tahammül gösterirler ve onlara nasihat ile rehberlik ederler.471 Allah'ın, kendilerine ağır gelebilecek yükleri kaldırmasıyla kalpleri huzur içinde olur.472 Halkın tümüne güzel ahlâkla muamele eder,473 aklî seviyelerine göre davranarak474 onları Hakk’a yaklaştırırlar.475 İnsanların kendilerine olan teveccühlerine rağmen velî olduklarını düşünmezler. 3. Veli – Nebî Üstünlüğü Tartışması Nübüvvet, velîliğe ziyade bir niteliktir. Velîlerin velâyeti, bir peygambere tabi olmakla ortaya çıkabilir. Peygambere tabi olmadan velâyet meydana gelemez.476 Bu, genel kabul gören görüştür. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, velâyetin, bütün beşeri mertebelerin en üstünü olup, velâyet vasfının sahibini asla terk etmeyeceğini, ama nübüvvet ve risalet vasfının ahirette düşüp, sahibinde yine velâyetin kalacağını söyler. Bundan dolayı velînin, nebî ve resûlden üstün olduğunu söyler. Ayrıca velînin nebîden üstün olmasını; velînin esmaü’l-hüsnâ’dan bir isim ve bu ismin de insan ve Allah'ın ortak adı olması, nebî ve resûlün ise velînin aksine sahip oldukları bâtın ilminin bilincinde olmamaları gibi nedenlere bağlar. İbnü’l-Arabî’nin bu görüşü, velâyet ve nübüvvetin bir şahısta beraberce bulunması şartıyladır. Yoksa ayrı şahıslarda ortaya çıkan bir velâyet ve nübüvvet karşılaştırması yapmaz. Çünkü ona göre de velâyet ve nübüvvet ayrı şahıslarda bulununca, her velînin bir nebîye tabi olma zorunluluğundan dolayı elbette nebî üstündür. Bu durumda nebî, gayba ait özel bilgilere sahip olma özelliğiyle velîden,                                                              467 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Keşf Ve’l-Beyân-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015, s. 77 468 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 113 469 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VI, s. 537 470 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 484 471 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s.113 472 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 378 473 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 113 474 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 484 475 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 585 476 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Keşf Ve’l-Beyân, s. 73 73    resûl ise ayrıca muhataplarına ilâhî tebliğleri iletme göreviyle hem nebîden hem de velîden üstündür.477 İmam Rabbânî ise, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bu düşüncesini sertçe tenkit eder. Ona göre velâyetin kemâlâtı ile nübüvvetin kemâlâtı arasında, sonsuz olanla sonlu olan arasındaki oran gibi bir fark bulunur. Velâyet ve nübüvvetin her ikisinde de yükseliş ve iniş mertebeleri mevcut olup inişleri sırasında nübüvvet sahibinin içiyle- dışıyla yüzü tamamen halka dönmüş olup, velâyet sahibinin ise yüzü halka dönükken içi Hakk’a dönüktür. Bu durumun sebebi, velâyet sahibinin yükseliş basamaklarını, nübüvvet sahibi gibi tamamlayamamış olmasındandır. Nübüvvet ve velâyetin aynı kişide olması şartını, velînin üstünlüğü fikrini makul bir manaya yorma çabası olarak gören İmam Rabbânî, velînin yüzünün Hakk’a, nebînin yüzünün halka dönük olmasını velî açısından kemâlât değil, bir noksanlık olduğunu savunur.478 B. Sâdık - Sıddîk Sıdk, helâk olma tehlikesinde bile, içindeki manevi hâli ifşa etmeden, özü sözü bir olup hakkı söylemektir.479 Bütün hâller ve makamlar sıdka muhtaç olup, kıymeti tartışılmaz olan ihlâs bile sıdk ile gerçekleşir. Oysa sıdkın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur.480 Sahibi bakımından sıdk üç kısımda değerlendirilir. Avamın sıdkı, amelin her türlü nefsi çıkar ve menfaatlerden arındırılarak işlenmesidir. Havassın sıdkı ise, hâllerin her türlü mâsivâ için olmasından arındırılmasıdır. Hâssatül-havâssın sıdkı ise, sahip oldukları tevhidin Allah'tan gayrisine ilgi duymaktan arındırılmasıdır.481 Sıdk, ilk olarak niyette gerçekleşir. Niyetinde sıdkı yakalayan kimse bunu, sırasıyla diline ve ameline taşır.482 Sıdkın yansıdığı yerler de üçtür: Ameldeki sıdk, amelin sözlere uygun olması, sözdeki sıdk sözlerin hâllere uygun olması ve hâllerdeki sıdk ise hâllerin sahip olduğu ilâhî sırlara uygun olmasıdır.483                                                              477 Toshihiko İzutsu, Füsûs’daki Anahtar Kavramlar, (çev. Ahmed Yüksel Özemre), 4. B., İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005, s. 345-359 478 İmam Rabbani, Mektûbât-ı Rabbânî, (çev. Talha Hakan Alp-Ömer Faruk Tokat-Ahmet Hamdi Yıldırım), C. II, 4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011, s. 45-54 479 İbn Fûrek, a.g.e., s. 52 480 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 228 481 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 37 482 İbn Fûrek, a.g.e., s. 54 483 İbn Fûrek, a.g.e., s. 54 74    Sûfîler iki tür sıdk biçiminden söz ederler. Rağbete dayalı olan sıdk-ı rağbet, dünyevi hırs ve isteklerden uzaklaşmaktır. Korkuya dayalı olan sıdk-ı rehbet ise, Allah dışındaki hiçbir şeyden korkmamak, sadece Allah'tan korkmaktır.484 Sadıklar, kalbi bütün pisliklerden arınmış,485 her nefesinde mevlâsına karşı samimi,486 halâvet, iyilik ve vakar sahibi,487 dili ile kalbi birbirine uyumlu,488 özü sözü doğru velîlerdir. Sıddîklar ise; sahip oldukları özel destek, marifet ve muhabbetle Allah'ın müşâhede edip,489 emirlerini ruhsat ve tevillere meyl etmeden en zor anlamıyla kabul eden,490 resûlüne tabi olup getirdiklerini kemâl derecesinde tasdik eden,491 çok doğru sözlü,492 içi dışı bir,493 yakîni oldukça kuvvetli olan velî kimselerdir.494 Sıddîklar, Kur’an’ı üst seviyede anlama,495 sürekli zikir halinde olma,496 haklı veya haksız yere Allah adına yemin etmeme, gıybet etmeyip ettirmeme,497 iki günlerinin eşit olmasından utanma,498 sebebe değil müsebbibe bakma499 ve kendilerinden başka ümmeti de düzeltmekten zevk alma500 gibi özelliklere sahiptirler. C. Sâbık Sâbık, sözlükte; önceki, öne geçen anlamında, fail kipte bir isim olarak kullanılır. Tasavvufta ise; Cenâb-ı Hakk’ı talep edip, O’na hiçbir bedel görmeyen,501 O’nun iradesi karşısında kendi iradesinden vazgeçen,502 büyük ve küçük günahlardan                                                              484 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Hakâik-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015, s. 102 485 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 450 486 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 82 487 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 237 488 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Hakâik, s.102 489 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. IX, s. 636 490 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, C. VI, s. 23 491 Kâşânî, a.g.e., s. 328 492 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. II, s. 446 493 Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, C. VI, s. 23 494 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. II, s. 446 495 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 198 496 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 517 497 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 300 498 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 186 499 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 476 500 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 669 501 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. VIII, s. 73-75 502 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 529 75    sakınarak dünyadan tamamen gönlünü çeken, ahiretle meşgul olup, iyilikleri ağır basan ihlâslı, âlim, hâl sahibi, öncü velîlerdir.503 Allah'ın muradı karşısında kendi isteğinden vazgeçen sâbıkın, heybet üzere ibadet etmek, Rabbini unutmamak, O’ndan geldiğini bildiği için belâlardan lezzet almak gibi özellikleri vardır.504 D. Melâmetî Melâmet kelimesi, Arapça “levm” kelimesinden türemiştir. Levm, Arapçada; yerme, kınama, azarlama, itâp etme, serzenişte bulunma anlamlarına gelir. Tasavvuf ıstılahında ise melâmet; bir taraftan nefis hakkında suizan besleyip sürekli töhmet altında tutmak suretiyle onu aşağılayarak hoşuna gidecek şeyleri yapmayı terk etmek, diğer taraftan da her iş ve davranışında halkın rızasını aramayı terk ederek onların kendisini iyi bilmemesi için çabalarken, kötü bilmelerini de engellememek ve bu durumda kendisine yönelebilecek kınamalara aldırmayarak Allah yolunda yürümektir.505 Melâmet anlayışının korku ve ümit arasındaki dengesi o kadar keskindir ki melâmetin bir Kaderî* kadar kaybetme korkusu ve bir Mürciî** kadar kazanma ümidi taşıması gerektiği söylenmiştir.506 Hücvirî, üç çeşit melâmet zikreder ki ilki, zahiren istikamet sahibi kimsenin buna rağmen halk tarafından kınanması, ikincisi halkın gözünde iyi bilinip halkın bu zannından kurtulmak için şeriate muhalif olmayan bazı fiillerle halkı kendinden nefret ettirmek ve üçüncüsü ise, tamamen şeriate aykırı hareket edip küfre ve sapkınlığa düşmüş kimsenin, bu haline melâmet adını vermesiyle ortaya çıkan bâtıl melâmet anlayışıdır.507 Melâmette nefis ile mücadele esastır. Bu mücadele; nefsi alçaltma, çabalamaya zorlama, töhmet altında bırakma, itaat halindeyken lezzet almasını engelleme, onda varlık görmeme, hep suçlu bilme, hiçbir haline razı olmama, tam anlamıyla hasım olma                                                              503 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. VIII, s. 73-75 504 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 529 * Kaderî: İlâhî kaderi reddeden Kaderiyye mezhebi mensubu. ** Mürciî: İmanı dille ikrardan ibaret sayan, ameli öteleyen mürcie mezhebi mensubu. Bkz. Abdulkahir ..Bağdâdî, .el-Fark Beyne’l-Fırak, Mektebetü Muhammed Ali Sabîh, Kahire, t.y. s. 202. 505 Ali Bolat, Melâmetîlik, 3. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011, s. 171 506 Ali Bolat, a.g.e., s. 173; Sülemî, Risâletü’l-Melâmetiyye, (haz. Ebu’l-Âlâ Âfîfî), 1. B., Beyrut, ..Menşûratü’l-Cemel, 2015, s. 110 507 Hücvirî, a.g.e., s. 125 76    gibi eylemlerle gerçekleştirilir. Öte yandan nefsini halkın gözünde hakir gösterip, iyi bilinmeyi âfet saydığından bunu çeşitli şekillerle engeller. Kısacası melâmet, nerede nefsin izzeti varsa, onu reddetmektir. Melâmetî, melâmet yolunu tutan kimsedir. Sûfilerin yaptığı çeşitli melâmetî tariflerine bakılacak olursa; içinde iyi bir kimse olduğuna dair bir düşüncesi, dışında ise yapmacıklık ve gösterişi olmayan,508 iyiliğini gizleyip kusurlarını saklamayan, Allah ile arasındaki hâlden halk bir tarafa, kendi zâhirinin bile haberdar olmadığı,509 ihlâsa sıkıca sarılıp sadakatle gereğini yapan kimsedir. Melâmetin ihlâs ile olan sıkı ilişkisinden dolayı melâmetî, var gücüyle ihlâsı elde etmeye çalışır.510 Sûfî ile melâmetîden hangisinin daha üstün olduğu konusunda yapılan tartışmalarda, melâmetîyi üstün görenler, sûfîlerin iddia sahibi olup kerametlerini gizlemedikleri, hakikate yeterince vâkıf olamadıkları, Allah'ın kendilerine verdiği lütufları gizlemeyip halka açtıkları, böylece sırları koruyamadıkları gerekçesiyle daha zayıf bir hale sahip olduklarını savunurlar.511 Öte yandan sûfîleri daha üstün görenler, melâmetîlerin ihlâstan ayrılmamakla beraber ihlâsın hakikatine nüfuz edemediklerini, kendilerini halkın gözünde küçük düşürmeye çalışmalarının halka kıymet vermelerine neden olduğunu, ayrıca bâtınlarında ihlâsa sahip oldukları düşüncesinin bulunmasından dolayı eleştirmişlerdir.512 E. Mukarreb Sözlük anlamı “yakınlık” olan kurb kelimesi, tasavvufî ıstılahta; kişinin Allah'ın emrine uygun davranarak bütün vakitlerde ibadet ve taat içinde olup513 bir makamdan başka bir makama yükselmesi suretiyle Allah'a yaklaşmasıdır.514 Sûfîler, kurba ulaşmanın özellikle farz ibadetlerden geçtiğine işaret ederler.515 Kurbun zıddı, bu’ddur. Bu’d, kişinin Allah'a itaatten uzaklaşıp, aykırı davranmasıdır.516                                                              508 Ali Bolat, a.g.e., s. 128 509 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 90; Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 50 510 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 93 511 Ali Bolat, a.g.e., s. 175 512 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 52; Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 91 513 Kâşânî, a.g.e., s. 452 514 Sühreverdî, İrşâdü’l-Mürîdîn, s. ..29 515 Gazâlî, Ravzatü’t-Tâlibîn, s. 127; Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 665 516 Sühreverdî, İrşâdü’l-Mürîdîn, s. 29 77    Mukarreb, kurb halini elde eden kimse olup, sûfîler mukarrebi; fenâ ve bekâya ulaşarak517 hâllerini kemâle erdirip,518 Allah ile yakınlık elde eden velî kimse519 olarak tarif ederler. Kur’an-ı Kerim’de mukarreb kimselerle alâkalı olarak: “(İman ve amelde) öne geçenler ise (ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir”520 buyrulmuştur. Bu âyette mukarreb kimseler, sâbık kimseler ile alakalandırılmıştır. Yine bir diğer ayette: “Fakat (ölen kişi) Allah’a yakın kılınmışlardan ise, ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır”521 buyrulmuştur. Bazı sûfî müfessirler, bu ayetin tefsirinde mukarreb kimseleri, sâbık kimseler ile bir tutarlar.522 Yine, “Ona, Allah’a yakın olanlar şâhit olur”523ile “Bir pınar ki, Allah’a yakın olanlar ondan içerler”524 ayetlerinin tefsirlerinde mukarreb kimse; Allah'ın zâtında fâni olmuş ve müşâhedeye ulaşmış, sadece Allah'ı seven ve bu sevgisine başka hiçbir şeyi karıştırmayan kimse olarak tarif edilmiştir.525 Mukarrebler; iyilik yapmaya gençliklerinde başlayıp ölünceye dek sürdürürler.526 Mâsivâ ile itminan bulmazlar.527 Allah ile aralarında bir veya birkaç ruhtan başkası bulunmaz528 ve ebrârdan olan kimselere rehberlik ederler.529 F. Ârif Ârifin kimliği ortaya konulmadan önce marifet kavramının incelenmesi gerekir. İslâmi disiplinler içinde ilimle alakası bakımından çokça zikredilen ve ilimden ziyade ilimde derinliğe ve tecrübeye teşvik etmede en fazla vurgulanan kavramdır. 1. Marifet Marifet; tanıma, bilme, vukûfiyet, derin bilgi anlamlarına gelir. Zıddı; nekret, yani tanımama halidir. Sûfîlere göre ise marifet; kulun, lehindeki ve aleyhindeki                                                              517 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 105 518 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 105 519 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 444 520 El-Vâkıa, 56/11 521 El-Vâkıa, 56/88 522 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. IX, s. 597 523 El-Mutaffifîn, 83/21 524 El-Mutaffifîn, 83/28 525 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 618 526 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 401 527 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 105 528 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VI, s. 229 529 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., C. III, s. 239 78    şeyleri,530 görme, tatma, yaşama ve tecrübe yoluyla öğrenerek,531 kendi hakikatini anlamasını sağlayan tasavvufî bilgidir.532 Bu bilgi sayesinde sâlik seyrü sülûku esnasında elde ettiği makam ve hâllerin etkisinden kurtulur.533 Yine bu bilgi vasıtasıyla Allah tarafından kalbine icmalî olarak indirilen ilimlerin tafsilatına nüfuz eder.534 Tasavvufta genel olarak iki tür marifetten söz edilir: marifetü’n-nefs ve marifetullah. Marifetü’n-nefs, kişinin kendi nefsini tanımasıdır. Nefsi terbiye ve tezkiye sürecinde gerçekleşen bu tanıma işlemi sâlikin, nefsine muhalefet etmeden Allah’a yakın olma yolunda mesafe kat edemeyeceğini anlamasını sağlar. “Nefsini tanıyan Rabbini tanır”535 sözünün de ifade ettiği üzere, kişinin marifetullahı elde etmeden önce nefsini tanıması gereklidir. Nefsi tanımayla ilgili olarak ayrıca iki tür marifetten daha söz edilir ki bunlar; marifetü’l-evâmir ve’n-nevâhî ile marifetü’l-aduv’dur. İlahi emir ve yasaklarını bilmek şeklinde tanımlanan ilk kısmı kişiye dini hayatı ilâhî kurallar çerçevesinde nasıl yaşayabileceğini gösterdiği gibi amellerini ihlâslı bir şekilde, sırf Allah rızası için yapmasının değerini de öğretir. İkinci türü olan marifetü’l-aduv ise sâlikin Allah'a ulaşmasına engel olmaya çalışan düşmanlarını tanımasıdır.536 Bu iki marifet, marifetü’n-nefsin alt türleri olarak da sayılabilir. Marifetullâh ise, Allah’ı tanıma bilgisidir. Allah'ı, isimlerini, sıfatlarını,537 kişiye O’nun iradesi olmadan herhangi bir fayda veya zararın erişemeyeceğini, O’nun iradesi haricinde hiçbir icraatın meydana gelemeyeceğini bilmek ve buna gönülden inanmaktır.538 Sûfîler, kulun yaratılış gayesini bildiren “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye [li ya’budûn] yarattım539 ayetinde geçen “li ya’budûn” [bana ibadet etsinler diye] ifadesini, İbn Abbas’ın (r.a) “li ya‘rifûn” (beni tanısınlar diye)                                                              530 Kâşânî, a.g.e., s. 526 531 Süleyman Uludağ, Keşfü’l-Mahcûb-Hakikat Bilgisi, 3. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010, s. 331, 2.dipnot 532 Kâşânî, a.g.e., s. 526 533 Sülemî, Mes’eletü Deracâti’s-Sâdıkîn-Tasavvufta Sadıkların Dereceleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 117 534 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 12 535 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C. II, s. 262, no: 2532 536 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VI, s. 153-154 537 Sülemî, Deracâtü’l-Muâmelât-İşlemlerin Dereceleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 29 538 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VI, s. 153-154 539 Ez-Zâriyât, 51/56 79    şeklinde tefsir etmesini540 delil alarak, marifetullahı bu dünyada kulun elde edebileceği en kıymetli şey olarak görürler. Nitekim Mâlik b. Dinâr, Atâ b. Rebâh ve Abdullah b. Mübârek gibi ilk dönemin önde gelen zâhid ve sûfîleri bu görüşü destekleyici sözler söylemişlerdir.541 Öte yandan sûfîler, muhatap olma açısından marifetullahı üç seviyede ele almışlardır. Bu seviyenin ilk adımı teşkil eden marifet-i âmm; Allah'ın sıfatlarını, teşbih ve ta‘tile düşmeden, yani kendisi dışındaki mahlûkatın sıfatlarına benzetmeden ve de sıfatlarını yok saymadan bilmektir. Avama mahsus olan marifetin bu türü halkı takliden de olsa tevhidin bilgisine ulaştırır. İkinci dereceyi teşkil eden marifet-i hâs ise, sâlikin; zât ve sıfat arasında farklılık görmesine neden olacak her türlü ikilikten kurtulmasıdır.542 Bu tür bir marifet fiil, sıfat ve zât açısından fenâ makamına ulaşmakla elde edilir. Üçüncü derecedeki marifet-i hâssu’l-havâssa gelince; Hakk’ın zâtını zâtıyla tanıttığı bu marifet daha ziyade vehbî olup doğrudan ilâhî lütuf ve ihsanla elde edilir. Bu marifetle sâlik tevhidin hakikatine ulaşma imkânını elde eder.543 2. Ârif ve Özellikleri Tasavvufun teşekkül döneminden itibaren üzerinde hassasiyetle durulan ârifin kimliği meselesinde sûfîler ârife ait özellikle şu hususları zikretmişleridir: Ârif; Allah'ı ve muradını bilmiş, O’nun isteklerine ve yasaklarına riayet etmiş,544 böylece müşâhedeye ermiş ve bu müşâhedesinde derinleşmiştir ki545 mevlâsına bu şekilde yönelince, O’nun tecellilerine mazhar olmuş,546 marifete erip ârif adını almaya hak kazanınca artık irade ve ihtiyarı, Hakk’ın ihtiyarına tabi olup nefsinin iradesi devre dışı kalır.547 Allah ârifi muhabbetiyle meşgul eder.548 Bu muhabbet sayesinde ârif, mabuduna bakar, onunla ünsiyet kurar, kendisine lütfettiği nimetleri gözetir, verdiği nimetleri itiraf                                                              540 Sülemî, Kitâbu’l-Mukaddime Fi’t-Tasavvuf-Tasavvufa Giriş (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 82 541 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 197; C. II, s. 623; C. VI, s. 315 542 Herevî, Menâzilüs-Sâirîn, s. 141 543 Abdurrezzak Tek, Tasavvufî Mertebeler, 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2008, s. 338-342 544 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. I, s. 49 545 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 105 546 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 243 547 Serrâc, a.g.e., s. 36 548 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 106 80    edip şükreder, hep tövbeyle O’na yönelir.549 Ârif, marifete kavuşunca kimseden etkilenmeme ve başkasını etkileme gücüne kavuşur. Böylece halkın etkisinden kurtulur, kendisinde irşad özellikleri tezahür eder ve kendisiyle yoldaşlık edenlerin de marifete ermesine vesile olmaya başlar.550 Bu şekilde kulların hidâyetine vesile olmasından dolayı, yeryüzünün en değerli bir kıymeti olarak konumlandırılır. Bir hadiste “Her şeyin bir madeni vardır; takvanın madeni de âriflerin kalpleridir”551 buyrulduğu üzere, takva onun hayatının en merkezî esasıdır.552 Ayrıca o, Rabbinin kelamı ile hemhal olup hayatını Kur’an’ın ışığıyla aydınlatır. Bu nedenle “Kur’an ârifin bostanıdır” denilmiştir.553 Ârifin en fazla meşgul olduğu amel, zikirdir. Zikir, onu besleyen temel gıdasıdır.554 3. Ârifin Üstünlüğü Tasavvuf terbiyesine yönelen kişiler bulundukları mertebe açısından çeşitli isimlerle adlandırılmışlardır. Derece bakımından, daha ilk basamaktan itibaren karşımıza çıkan mertebelemelerde zâhid başlangıcı, ârif ise çoğunlukla en üst dereceyi oluşturur. Örneğin zâhid, velî, âşık ve âriften oluşan bir sınıflandırmada, zâhid; ahireti övüp, kötü gördüğü dünyayı555 terk eden kimsedir.556 Ahirette kazananlardan olmak için faziletli amelleri gözetir, konuştuğu zaman da faziletli amellere teşvik eder. Tevekkülü kuşanarak,557 açlık ile nefsine meşakkat çektirir.558 Gözleri yaşlı olup559 ihtiyacını kullara değil sadece Mevlâsına arz eder.560 Bu güzel özelliklere sahip olmasına rağmen çektiği meşakkatlere ve işlediği amellere kıymet verdiğinden, nefsinde bir tür kemâlât vehmeder. Oysa ârif, nefsinde ne bir hâl, ne bir kemâlât ve ne de güzel bir haslet olduğuna inanır. İşi gücü niyetini kontrol edip hakkın rızasına uydurmaktır. İşlediği                                                              549 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 354; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 157 550 Sülemî, Kitâbu’l-Mukaddime Fi’t-Tasavvuf, s. 77 551 Taberânî, el-Mu’cemül-Kebîr, C. XII, s. 234; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no. 3720; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, C. X, s. 268 552 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 428; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 117 553 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. II, s. 181 554 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 223 555 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Ferâğ-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015, s. 94 556 İbn Fûrek, a.g.e., s. 332 557 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 428 558 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 223 559 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 174 560 Sülemî, Zikru’n-Nisveti’l-Müteabbidâti’s-Sûfiyye, s. 421 81    amellere değil, mevlâsına bakar.561 Meşguliyeti zikir olup,562 konuşmaları sıdk üzeredir.563 Velî, yüce makamların talibi olan kimsedir. Marifete eren ârif ise, velî kimselerin talip olduğu makamlara oldukça yakındır. Dolayısıyla ârif kimse aynı zamanda velî olup, velîler ise marifet öğrencileridir. İştiyak sahibi âşıklar ise acziyet ve mecburiyet içine düşmekten kendilerini alıkoyamayıp, iradelerini kontrol altında tutamazlarken, ârif olanlar bu hâllerden kurtulup, Rablerinin marifetine ererek sükûnete kavuşmuşlardır. Böylece ârif marifetten bahsedebilecek seviyeye yükselmiştir. Oysa âşık henüz marifete ermemiş bulunduğundan, ondan bahsedemez.564 Âşık, Rabbi ile ünsiyet kurma yoluna girmişken, yani henüz mürid iken, ârif bu ünsiyetin sonuna ulaşarak muhabbeti elde etmiştir.565 Dolayısıyla âşıklar da âriflerin takipçileri konumundadırlar. Tüm bu tarif ve ayrımlardan anlaşıldığı üzere ârif; velî, âşık ve zâhidden üstündür. Sûfî ise ârifin ilticagâhı olup ona yol gösteren irşadın sahibi konumundadır. G. Muvahhid Tevhid, sözlükte; birleştirme, bir araya getirme, tek tip haline getirme, standartlaştırma, bir yerde toplama anlamlarına gelir. Dini ıstılahta ise; Allah'a iman, birliğini ikrar, tektanrıcılık anlamlarına gelir.566 Tasavvufî ıstılahta ise tevhid; üç kısım olup, tevhîdü’l- âmme (avamın tevhidi), Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmek; tevhîdü’l-hâssa (seçkinlerin tevhidi), Hak ile birlikte başkasını görmemek; tevhîdü hâssati’l-hâssa (seçkinlerin seçkinlerinin tevhidi), tek zâttan başkasını görmemektir.567 Muvahhid, tevhid ehli demektir. Tevhidin içerdiği tüm halleri kendinde taşıyan kimse, muvahhiddir. Sûfîler, işlerin hepsinin Allah'tan geldiğine inanan kişiyi muvahhid olarak tarif edip,568 üç kısma ayırırlar: Avam tabakasındaki muvahhid; kelime-i şehâdeti tasdik, ikrar ve ilan ile müşriklerden ayrılıp muvahhid ismini alan genel müminlerdir. Havas tabakasındaki muvahhid; tevhidin hakikatine eren müminlerdir. Bu muvahhidler,                                                              561 İbn Fûrek, a.g.e., s. 332-334 562 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 223 563 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 428 564 Ebû Saîd Harrâz, Kitâbu’l-Ferâğ, s. 94 565 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 599 566 Kuşeyrî, a.g.e. s. 557 567 Kâşânî, a.g.e., s. 167 568 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 504 82    aklın esaretinden kurtulmuş olup, sebebe değil müsebbibe bakarlar. Ahassu’l-havas tabakasındaki muvahhidler ise tevhidin, dillerin anlatamayacağı bir seviyesine ulaşmışlardır.569 II. RİCÂLÜ’L-GAYB VE HİYERARŞİSİ A. Ricâlü’l-Gayb Ricâl, Arapçada “erkek kimse, adam” anlamına gelen “racul” kelimesinin çoğuludur. Tasavvufta ricâl dendiği zaman, cinsiyet olarak erkek kastedilmez. Türkçedeki adam, er, erkek kelimelerinin “cesur, yiğit kimse” anlamında kullanılışı gibi kullanılır ki; “Allah yolunda cesur, yiğit kimse” anlamına gelir. Ricâlullah; Allah adamları, ricâlü’l-gayb ise, gayb erleri, erenleri demektir.570 Sûfîler, “Ricâl kimdir?” sorusuna; “Sözlerine sâdık kalarak, Allah’ın yanında, dimdik duranlardır” diye cevap vermişler571 ve kişinin, nefsinin ayıplarını bildiğinde bunların derecesine ulaşacağını söylemişlerdir.572 Hücvirî, ricâl topluluğunun toplam üç yüz elli beş kişi sayıp “ehl-i hal ve akd” yani “işleri çözen ve bağlayan veliler” adını verir ve ricâli; üç yüz ahyâr, kırk ebdâl, yedi ebrâr, dört evtâd, üç nukabâ ve tek kutup olarak sıralar. Bu bilginin üzerinde ehl-i sünnetin icmâı bulunduğunu kaydeder.573 Kimi sûfîler ise bunların sayısının 356 olduğunu,574 kimi ise 360 kişi olduğunu nakleder.575 1. Kutub Kutub, Arapçada eksen, mihver anlamına gelir. Tasavvufî ıstılahta ise evliyâ hiyerarşisinde en tepede olan kimse kastedilir. Bazen de kutub kelimesi bir makamı gerçekleştiren kimse için kullanılır ki buna göre bir zamanda farklı makamlarda, hallerde ve ilimlerde farklı kutublar olabilir ve üzerinde bunlardan biri baskın                                                              569 Herevî, a.g.e., s. 147-148 570 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 518 571 Ebû Nuaym Isbehânî a.g.e., C. VIII, s. 344 572 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 624  573 Hücvirî, a.g.e, s. 276 574 Muhammed Nûru’l-Arabî, Noktatü’l-Beyân, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 248 575 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, Mantıku’l-Gayb, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, s. 57 83    olduğunda, filanca ilimlerde kutubdur ya da hallerde kutubdur veya makamlarda kutubdur, denilebilir.576 Sûfîlere göre kutub; her zamanda Allah'ın bakışının yöneldiği tek kişi,577 gavs,578 Hz. Peygamber’in (sav) yeryüzündeki vekili,579 her asırda halkın en üstünü580 olan kimsedir. Hz. Peygamber’in (sav) buyurduğu: “Allah Teâlâ, her yüzyılın başında, bu dini [aslî şeklinde] tutacak birisini mutlaka yaratır”581 hadis-i şerifini şerh eden Sadreddin Konevî, bahsedilen kişinin kutub olduğunu söyler.582 Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb’unda kutub ve ricâl hakkında şöyle bilgi verir: “Ulu ve yüce Allah'ın dergâhında bulunan ve ‘ehl-i hal ve akd’ komutan velîlere gelince; bunların sayısı üçyüzdür. Bunlara “ahyâr” adı verilir. Diğer kırk tanesine “ebdâl” adı verilir. Sayıları yedi olan velîler topluluğuna “ebrâr” denilmiştir. Dört tanesine ise “evtâd” ismi verilmiştir. Diğer 3 tanesine “nükabâ” denilir. Bir tanesine de “kutub” ve “gavs” adı verilmiştir. Bütün bunlar yekdiğerini tanırlar. Yapılacak işler hususunda bazıları diğer bazılarının iznine muhtaç olurlar. Nakledilen haberler bu hususu ifade etmektedir. Bunların sıhhati üzerinde ehl-i sünnetin icmâı vardır.”583 Bu bilgileri veren Hücvirî, kutub ile gavsın aynı kişi olduğunu belirtir. Ayrıca, “kutbu’l-müdâr aleyh” tabirini kullanarak kutbun; dünyanın, [kendisi] üzerinde döndüğü kişi olduğuna işaret etmiştir.584 Kutbun tek olduğu,585 aynı anda iki kutub olamayacağı görüşü sûfîlerce genel kabul görmüştür.586 Kutbun makamının Mekke ya da Yemen olmakla beraber bu yerlerde bazen veya genel itibari ile bulundukları söylenir.587 Sûfîler, kutbun on beş alâmetini şöyle sayarlar:                                                              576 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 577 Kâşânî, a.g.e, s. 456 578 Kâşânî, a.g.e, s. 456 579 İbn Âbidîn, İcâbetü’l-Gavs-Gavsın Esrarı, (çev. Hakan Tatlısu), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2015, s. 67 580 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 64 581 Ebû Dâvud, Sünen, C. IV, s. 313, no:4291; Hakim, el-Müstedrek, C. IV, s. 567-568, no:300/8592 582 Sadreddin Konevî, Kırk Hadis Şerhi, (çev. Ali Pekcan), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2010, s. 30 583 Hücvirî, a.g.e, s. 276  584 Hücvirî, a.g.e, s. 209. Dipnotta Süleyman Uludağ’ın açıklaması. 585 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 586 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 103 587 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 63 84    1-Hz. Peygamber’in (sav) kademi üzere merhamet ahlâkıyla ahlâklanıp, tıpkı onun gibi hilim, şefkat, bağışlayıcılık, akıl, vakar, cömertlik ve cesaret sahibi olmak, 2- Peygamberlerin masum olması gibi mahfuz bir velî olmak, 3- İnsanlar nezdinde nebevî hilâfetin vekili olarak, Allah'ın arzında O’nun halîfesi olmak, 4- Niyabet, yani hükümlerin uygulanmasında, ilâhî hikmetin gerektirdiği bir biçimde onun Hakk’ın nâibi, vekili olması, 5- Hameletü’l-arş meleklerinin kuvvet ve yakınlık biçimindeki medetleriyle desteklenmek, 6- Zâtın hakikatinin onun için açılması, âşikâr olması, 7- İlâhî sıfatların varlıkları ihata edişinin onun için âşikâr olması, 8- Ona iki varlık, yani tecelliden önceki ilk varlıkla, tecelli ile meydana gelen ikincisi arasında hüküm verme ve ayırım yapmanın ikram edilmiş olması, 9- İlkin ilkten ayırımının yapılmasına hükmedilmesinin ikram edilmesi, 10- Varlıkta ortaya çıkan meziyetleri, kerametleri ve bunların zıddını, genel ve icmâlî olarak bilmesi, 11- Öncekinin, yani tecelliden öncesinin hükmünü bilmek, 12- Sonrakinin hükmünü bilmek, 13 ve 14- Ne öncesi ne de sonrası olanı, yani öncesi olmayanı ve sonrası olmayanı bilmesi, 15- Başlangıcın bilgisine muttali olması.588 Sûfîlere göre halk kutbu, kutub olarak tanıyamaz. Hatta evliyâdan bile kutbu tanıyanlar azdır. Dolayısıyla onun bütün ahlâkını bilebilenler pek bulunmaz.589 Sadece belli başlı kişiler onun farkına varır. Onun sahip olduğu yüce mevhibeler ve halkın idrak edemediği ağır yükümlülüğün yanı sıra, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine giydirdiği kisvenin büyüklüğünden olsa gerek, gözler neredeyse onu idrak edemez. Kutub, Hz.                                                              588 Detay için bkz. İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107-112 589 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 64 85    Peygamberin yeryüzündeki vekilidir. Kutbun -ki o aynı zamanda gavstır- durumu, Cenâb-ı Hakk onu kıskandığından hem avâma hem de havâssa gizlidir. Yalnız şu vardır ki o; âlim görünümlü cahil, akıllı görünümlü saf, hem yakın hem uzak, hem zor hem kolay, hem güvenli hem sakıncalı görünür.590Melekler, Rahman’ın arşını taşıdıkları gibi, kutub da varlıkların arşını taşır.591 Kutbun kalbi, Hakk’ın huzurunda, insanların Kâbe’yi tavaf ettiği gibi tavaf etmektedir. Hakk’ın huzurundan hiç ayrılmaz. Her yönden Hakk’ı müşâhede eder. Kutub, Hak Teâlâ’dan halka inen bütün belâ ve yardımları karşılar. Bu yüzden başı varidatın ağırlığından sürekli çatlamak üzeredir. Bedeni ise, ne Mekke'ye ne de başka bir mekâna has değildir. O, Allah'ın dilediği yerdedir. Beldelerin en üstünü Belde-i Harâm, evlerin en üstünü Beytü’l-Harâm olduğu gibi, her asırda halkın en üstünü ise kutubdur. Belde-i Harâm onun bedeni, Beytü’l Harâm da onun kalbi gibidir. İmdatlar ondan herkese, istidadına göre yayılır.592 Yeryüzüne has belâlar ilkin kutba iner, ardından ondan taşar ve yeryüzüne dağılır. Ona bir belâ indiğinde, onu korku ve teslimiyetle karşılar. Ardından Allah'ın kendisine levh-i mahfûzda gösterdiklerini beklemeye koyulur. Eğer onda silme ve değişim gözükürse Allah'ın bu yöndeki hükmünü yüce dergâhının kapıcılarına -bunun kendisinden feyiz ettiğini hissettirmeden- infaz ettirir. Eğer ona, o belânın gerçekleşeceği ve engel olamayacağı görünürse, o zaman görevi kendisine en yakın olan iki imâma verir onlar da görevi alır ve bu görevi kendilerine en yakın dört evtâda verirler. Bu durum, kendi dairesindekilerin tümüne ulaşıncaya kadar böyle devam eder. Eğer bu belâ kalkmazsa, o zaman âriflerden efrâd olanlar, bunu mü’minlerin avâmından ahadlara dağıtır, ta ki Allah bunu onların üstlenmesiyle ortadan kaldırsın.593 Kutubluğun belli bir süresi yoktur. Bir an da, bir ömür de sürebilir. Kutubluk, verildikten sonra geri alınmaz, ancak ölümle sona erer. Çünkü kutub, mahfûz olduğundan kutubluğun elinden alınmasına sebep olabilecek bir hataya düşmez. Gökyüzünden yeryüzüne inen her belâ, önce kutba iner. Bu yüzdendir ki, gece-gündüz sürekli -birileri ağır ağır vuruyormuşçasına- baş ağrısı çeker. Kutbun ehl-i beytten olması şart değildir. Zira bu vehbî bir durumdur, Allah dilediğine verir. Soylu da                                                              590 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 67-69 591 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 109 592 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 63-64 593 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 73-74 86    olabilir, başkaları da olabilir.594 Hz. Peygamber (sav) zamanındaki kutbun Üveys el- Karanî, Hz. Peygamber’den (sav) sonra ilk kutbun Hz. Fatıma (r.ah) olduğu söylenir. Sahabeden sonra ilk kutub ise, Ömer b. Abdülaziz’dir.595 İbn Mesrûk, kendi zamanının kutbunun Cüneyd-i Bağdâdî olduğunu söyler.596 Kutbun kabzasında on sekiz bin âlemin, hardal tanesi gibi olduğu nakledilir.597 Bazı sûfîler, kutubların Hz. İdrîs’in (as) naipleri olduğunu, bütün evliyânın kutbun dairesi içinde olduklarını, kutbun bazen zâhiren de halife olabileceğini, bazen zâhiren zalim görünebileceklerini, zâhirî halifelerin kutbun naibi ve gölgeleri olduklarını, kutbun; dairenin merkezindeki bir nokta gibi olup, tüm varlıkların onun etrafında döndüklerini, kutubluktan muradın, âlemin işlerini yürütmesi bakımından Hak halifeliği olduğunu, bir kimse kutub olduğunda Hak Teâlâ’nın misal âleminde onu bir tahta çıkardığını, tabilerinin ilmini arttırdığını, kutbun çok evleneceğini, her asrın halkının o asrın kutbunun bayrağı altında haşr olacağını, kutubların yaş bakımından uzun ömürlü olduklarını söylerler.598 Bursevî’ye göre önceki ümmetlerin çok uzun ömürlü olmalarından dolayı, Hz. Peygamber’e (sav) kadar 25 kutub gelmiştir. Zira önceki ümmetler çok azgın olmalarından dolayı onlarla ancak peygamberler baş edebilmiştir.599 Kutbun, âlemde son ölecek kişi olup ve o ölünce kıyametin kopacağı da söylenir.600 Kutupla ilgili bir terim olan gavs Arapçada; yardım çağrısı, yardım, imdat anlamlarına gelir. Tasavvufî ıstılahta ise; velîler zümresindeki en üstün kişi kastedilir. Gavs; en yüksek manevi makâm sahibi, kutub601 ve zamanın biriciğidir. Gavs, yardım istendiğinde gavs, istenmediğinde kutubdur.602 Gavs, bir tane olur.603 Zirvedeki tek kişi, kutubdur, gavstır.604 Sadece bir kimsenin nitelenebileceği bir makam kastedildiğinde                                                              594 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 65-66 595 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 23-24 596 Hücvirî, a.g.e, s. 209 597 Muhammed Nûru’l-Arabî, Noktatü’l-Beyân-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, s. 246 598 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, s. 103-109  599 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 108  600 Muhammed Nûru’l-Arabî, Noktatü’l-Beyân, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 250 601 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 225 602 Kâşânî, a.g.e, s. 419 603 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 604 Hücviri, a.g.e, s. 276; İbn Âbidîn, a.g.e, s. 54-55 87    gavs terimi kullanılır. Gavs, kendisinden necîb, nakîb, evtâd, ebdâl gibi velîler zümresine ruhani medetin ulaştığı kimsedir. Bâtınî önderlik, varislik ve hilâfet onundur. O, varlık âleminin etrafında döndüğü ruhudur. Göze göre gözbebeği mesabesindedir. Onu ancak bekâ billâh sırrından payı ve nasibi olanlar tanıyabilir. Onun gavs olarak adlandırılması, onun, desteği ve özel rütbesiyle âlemlere yardımcı olması sebebiyledir.605 2. Efrâd Efrâd, Arapça ferd kelimesinin çoğuludur. Ferd, tek, biricik, yegâne, eşsiz, yalnız, benzersiz gibi anlamlara gelir. Efrâdın, velîlerden kutbun nazarı606 ve tesiri dışındaki ferdler olduğu kabul edilir.607 Ancak kimi sûfîler, efrâd kimselerin kutubdan bağımsız olmadıklarını, kendilerini öyle zannettiklerini söyler.608 Efrâdın sayıları iki, üç, altı, on olur. Bazı yönlerden kutubdan üstündürler. Talebeleri olamayacağından irşad makamına inememişler, tasarrufu terk etmişlerdir. Sırt üstü uyuyup, uyurken yüzlerini örttükleri söylenir.609 3. İmâmân İmâmân Arapçada; iki imâm anlamına gelir. İmâmın sözlük anlamı; önder, lider kimsedir. Dini ıstılahta; daha çok, ilimlerin en büyük âlimleri için kullanılır. Her ilmin öncüleri ve önde gelen âlimleri, o ilmin imâmı olarak vasıflandırılır. Hadis imâmı, fıkıh imâmı vs. Namazda en önde olduğu için, namaz kıldırana da imâm denir. Tasavvufî ıstılahta ise, velîler zümresinin en tepesinde yer alan kutbun, bir altında yer alan iki yardımcısı kastedilir.610 İki imâmın, kutbun işlerini infaz edip yüklerini çektikleri, sağdaki imâmın adının Abdurrab olup, melekût âleminin muhafazasına baktığı; soldaki imâmın adının ise Abdulmelîk olup, mülk âleminin muhafazasıyla görevli olduğu, ismi Abdullah olan                                                              605 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107  606 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 184 607 Kâşânî, a.g.e, s. 76 608 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 103-109  609 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 147-150  610 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 308 88    kutbun vefatı halinde, soldaki imâm olan Abdulmelîk’in kutbun yerine geçtiği zikredilir.611 4. Evtâd Evtâd, Arapça vetid kelimesinin çoğuludur. Kazık, direk anlamına gelir. Tasavvufî ıstılahta ise evtâd, ricâl hiyerarşisindeki bir kısım velî kastedilip, her devirde Hz. İdris, Hz. İlyas, Hz. İsa ve Hz. Hızır’a naip olan, Hak tarafından âlemin dört yönünü korumak üzere tayin edilen612 ve menzilleri, makamları dört yön, yani doğu, batı, güney, kuzey olan kimselerdir. Yine Allah'ın kendileriyle âlemi koruduğu, Hakkın nazargâhı olup,613 marifetullahta derinlik sahibi olan, varlık âleminin dört köşesinin sütunları mesabesindeki dört kişi olarak tarif edilir.614 Evtâdın, âlemi her gece dolaştıklarına işaret edilir.615 Bunlardan; doğuyu hıfzedenin adı Abdülhay, batıyı hıfzedenin adı Abdülalîm, kuzeyi hıfzedenin adı Abdülmürîd, güneyi hıfzedenin adı Abdülkâdir olduğu, şeytanın onlara sokulamadığı ifade edilir. Evtâd; Hz. Âdem, Hz. İbrâhim, Hz. İsa ve Hz. Peygamberin (sav) kalpleri üzere olup, imdatları da İsrafil, Mikail, Cebrail ve Azrail’dendir. Yine her biri Kâbenin rükünlerinden rükn-i şâmî, rükn-i ırâkî, rükn-i yemânî ve rükn-i hacer hükmünde olup, erkek oldukları gibi kadın da olabilirler.616 Evtâda bazen “dağlar” anlamında “cibâl” de denir.617 5. Ebdâl-Büdelâ Büdelâ ve ebdâl kelimeleri bedel kelimesinin çoğuludur. Arapçada kelimenin kökü olan “bedl”; değiştirmek, yerini almak anlamına gelir. Bedel adı ise, bu fiilin faili için kullanılmıştır. Tasavvufî ıstılahta ricâlü’l-gayb erlerinden bir kısmını kastetmek için kullanılır. Bu kimselere bedel denmesinin sebebinin; kötü huylarını iyi huylara tebdil etmeleri yahut diledikleri vakit, diledikleri yerde kendilerine bedel gösterebildikleri, yani bir anda birçok yerlerde görünebildikleri ya da kendilerinden                                                              611 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 110 612 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 201  613 Kâşânî, a.g.e, s. 93 614 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 615 Hücviri, a.g.e, s. 289 616 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 112- 113 617 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 33 89    hiyerarşik olarak üstte olanların eksilmeleri durumunda onların yerine geçmeleri olduğu söylenir.618 Ayrıca peygamberlerin halifeleri olmaları,619 kötülükleri iyiliklerle, kendi sıfatlarını sevgilinin sıfatlarıyla değiştirmiş olmaları da zikredilir.620 Yedi şahıs oldukları belirtilir.621 Bunlardan birisi bir yerden ayrılıp, bedenini sureti üzere bırakır ve hiç kimse onun gittiğinin farkına varmaz. O, başkası değil, bedeldir. Bedeller, Hz. İbrahim’in (as) kalbi üzerinde bulunurlar.622 Ebdâl, ulaştıkları mertebelere, oruç ve namazla ulaşmış değillerdir. Bu mertebeye cömertlikle, cesaretle, temiz gönüllerle ve kendi kendilerini hesaba çekebilmeleri ile ulaşmışlardır.623 Ebdâlden biri olmak istenirse, Allah’ın dileyip istediği şeyleri sevmek gerekir. Zira Allah’ı seven kişi, Allah’ın takdiri ve hükümlerinden herhangi biriyle bu sevgi dâhilinde karşılaşır.624 Sûfîler, ebdâlin; sükût, uzlet, açlık ve uykusuzluk ile ebdâl olduklarına işaret eder.625 Kimi sûfîler, ebdâl ile büdelânın ayrı gruplar olduğunu söyler ve ebdâl hakkında şu bilgileri verirler: “Ebdâl her asırda yedi kişidir. Her biri yedi iklimden birine bakar. Her bir bedel kendisine mensup olan iklimin işlerine vâkıf ve esrârını âriftir. Ebdâl sürekli dolaşır. Önceden evli değillerse ebdâl olduktan sonra evlenemezler. Yine ebdâlin baktığı yedi iklim vardır ki, şunlardır: Birinci iklim; Zuhal’e (Satürn) mensup olup, Hind beldeleridir. İkinci iklim; Müşteri’ye (Jüpiter) mensup olup, Çin ülkesidir. Üçüncü iklim; Merih’e (Mars) mensup olup, Türk illeridir. Dördüncü iklim; Şems’e (Güneş) mensup olup, Horasan taraflarıdır. Beşinci iklim; Zühre’ye (Venüs) mensup olup, Mâverâü’n-nehirdir. Altıncı iklim; Utarid’e (Merkür) mensup olup, Anadoludur. Yedinci iklim; Kamer’e (Ay) mensup olup, Bulgar’dır (Avrupa).                                                              618 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 11 619 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 25 620 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 621 Kâşânî, a.g.e, s. 106 622 Kâşânî, a.g.e, s. 106 623 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VII, s. 338 624 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VII, s. 404 625 İbn Arabi, Hilyetü’l-Ebdâl-Allah Erlerinin Süsü-Hakikat Yolcusuna Kılavuz-içinde-, (çev. Muhammed Bedirhan), 2. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2010, s. 121  90    Bu yedilerin adları şunlardır: Abdülhay, Abdülmürîd, Abdülalîm, Abdülkâdir, Abdüssemî’, Abdülbasîr, Abdüşşekûr. İlk dördü aynı zamanda evtâdın isimleridir.”626 Ebdâlin; çocuklarının olmadığı ve hiçbir şeye lanet okumadıkları nakledilir.627 Genel olarak ebdâlin sayısı 7 olarak kabul edilmekle beraber 9 veya 40 kişi olduklarını söyleyenler de bulunmaktadır.628 Ebdâl ve büdelâyı ayıranlar, büdelânın 12 kişi olduğunu ve ebdâl ile karıştırılmasının isim benzerlikleri sebebiyle olduğunu söylerler.629 6. Nükabâ Nükabâ, nakîb kelimesinin çoğulu olup, Arapçada lider, başkan, reis, müdür, şef anlamlarına gelir. Tasavvufî ıstılahta ise, ricâl hiyerarşisinin üç yüzler seviyesinde bulunan kimseler kastedilir. Sûfîlere göre nükâbâ, “el-Bâtın” ismini gerçekleştirmiş velîler zümresidir.630 Nefislerin gizliliklerini ortaya çıkartan,631 varlık âlemini aşıp, varlığı vereni görmenin yüceliğine çıkan632 kimseler olup, üç yüz kişidirler.633 Sayıları, kimilerine göre üç yüz değil, on kişidir.634 Bazıları ise nukabânın on iki kişi olduklarını savunur. İsmail Hakkı Bursevî, nükabâyı 12 kişi olarak kabul edenlerden olup, 12 olmalarını 12 burç ile ilintilendirir. Bu burçların özelliklerine vâkıf olduklarını, sırlarını ve tesirlerini bildiklerini nakleder. Ayrıca onların, insanların bâtınlarını keşfettiklerini, sırlarını ortaya çıkardıklarını, nefis ve İblis hakkında derin bilgi sahibi olduklarını, bıraktıkları izden, sahibinin saîd (cennetlik) veya şakî (cehennemlik) olduklarını anlayabildiklerini söyler.635 Bazı sûfîler de nükabânın; kırklar olup, tasarruflarının sıkışık durumdakilere yetişmek, halkın ıslâhı, velâyete münasip kimselerin tespit edip velîlere katmak olduğunu naklederler.636                                                              626 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 113-118 627 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 54 628 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 11 629 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 138 630 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 490 631 Kâşânî, a.g.e, s. 559 632 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 633 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s.490; Kâşânî, a.g.e, s. 559 634 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 635 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 119 636 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57 91    7. Nücebâ Nücebâ, tekili necîb olan Arapça bir kelimedir. Necîb, soylu, asil, mümtaz, seçkin anlamlarına gelir. Tasavvufî ıstılahta ise nücebâ; soyluluk ve seçkinlikleri sebebiyle Allah'a erkenden varan,637 yaratıkların ağırlıklarını taşıyan ve Hakk’ın dışındaki şeylerde tasarruf edebilen kırk kişidir.638 Nücebâ hakkında; “Allah’ın, yarattıkları arasından halis, nücebâ ve seçkin kulları vardır. Bunlar, dünyada bedenleriyle yaşarlar, ama ruhları melekût âlemine bağlıdır. Bunlar, Allah’ın kulları arasında en seçkin kullarıdır. Yeryüzünde O’nun eminleridir. İnsanları marifetullaha dâvet edenlerdir. Allah’ın dinine yönelmeye vesiledirler” denilir.639 Bazı sûfîler, nücebânın üç yüzler olduğunu, tasarruflarının halka mansıp üleştirmek olduğunu, kimini azledip kimini nasb ettiklerini söylerler.640 Bazıları ise nücebânın sekiz kişi olduklarını,641 makamlarının kürsî olduğunu, kendi dertlerini bırakıp halkın dertleriyle ilgilendiklerini söyler.642 Nücebânın kırk, on iki, üç yüz643 veya yetmiş kişi oldukları da nakledilir.644 8. Ahyâr Ahyâr, Arapçada hayırlılar anlamına gelir. Dünya düzenini koruyan, özel olarak da “ricâlü’l-gayb” veya “ricâlullah” denilen seçkin insanlardır. Bunların sayıları çeşitli kaynaklara göre, altı ila üç yüz küsur arasında değişmektedir.645 Ahyârın alâmetleri; kulun rahatını bozması, taat için var gücüyle çalışması, alçak gönüllü olması,646 hilim, inâbe ve gece ibâdetidir.647 Ahyârın mertebelerine ancak sıdkla ulaşılabileceği kabul edilir.648                                                              637 İbn Acîbe, Mi’râcü’t-Teşevvüf, s. 107 638 Kâşânî, a.g.e, s. 554 639 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VII, s. 472 640 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57 641 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 120; İbn Âbidîn, a.g.e, s. 35 642 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 120 643 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 644 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 138 645 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 43 646 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. I, s. 40 647 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VI, s. 225 648 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 638 92    9. Ebrâr Birr Arapçada; hürmet, saygı; dürüstlük, dindarlık, zühd; kibarlık, nezaket; sadaka anlamlarında kullanılır. Ebrâr, çoğul bir kelime olup tekili “berr”dir. Berr; bağlı, sâdık, hürmetkâr; doğru dürüst, dindar, nazik, kibar anlamlarına gelir. Dinî ıstılahta ise; birr sahibi, iyiliğe erişmiş, iyilik yapan kimse kast edilir. Tasavvufta ebrâr; imanında samimi olanlar, karıncayı bile incitmeyen649 ve kötülüğe niyet etmeyen,650 Allah'a itaat eden,651 marifette istikâmet sahibi olan,652 muttaki,653 delil ve burhan ehli, cennetlik, mümin kimselerdir.654 Ebrâr, Allah'ın sevgili, iyi kulları için kullanılan bir tabirdir. Ahyâr kelimesi ile aynı manaya geldiği, ayrıca ebdâl kelimesi ile de eş anlamlı olduğu söylenir. Ahyâr, derece olarak mukarrabûnun altındadır. Bu gruba mensup olanlar ikiye ayrılır: Allah bir kısmını, kullarına iâde etmiştir; onlar arasında yaşar, onları irşâd eder. İkinci grubu ise, Allah kullara iade etmemiş, kendisiyle meşgul etmiştir. Hiyerarşik rical sıralamasında bunlara yediler de denir. Bunlara uyulmaz, ancak inkâr da edilmez. Birinci grup, hizmet ehli olup, halk ile meşgul edilmiştir.655 Ayrıca el-Berr (cc), esmâü’l-hüsnâdan bir isimdir ki, “cömertliği bir an olsun kesintiye uğramayan” anlamındadır.656 Ebrârın kalbinin güzel amellerle, eşrârın, yani şerlilerin ise kalplerinin kötülükle coştuğu söylenir.657 Ebrârın üç temel özelliği vardır. Bunlar; çok istiğfâr etmek, merhametli olmak ve bol sadaka vermektir.658 Sûfîler, ebrârın ilimlerinin mukarrebûnun ilimleri ile güzelleştiğini, amellerinin onların müşâhedesi, yani nezâret ve şahitliği ile ilâhî huzura yükseldiğini; onların, bu âriflere yakınlıkları sayesinde kendilerinde manevi bir ilerleme bulduklarını söyleyerek onların, mukarrebûnun talebeleri konumunda olduklarına işaret ederler.659                                                              649 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 616. 650 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 466 651 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 616 652 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. II, s. 303 653 Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, s. 377 654 İbn Acîbe, Bahru’l-Medîd, C. X, s. 618 655 Ethem Cebecioğlu, a.g.e, s. 179 656 Abdülkerîm Cîlî, el-Kemâlâtü’l-İlâhiyye-İlâhî Kemaller, trc: Cevher Caduk, 1. B., İstanbul, İlkharf Yayınları, 2011, s. 210 657 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. II, s. 221 658 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. VIII, s. 155 659 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e, C. III, s. 239. 93    B. Rakamsal Ricâl Hiyerarşisi Ricâlin, sayılarına göre tasnifi de, daha net bilgi sunabilir. Bu çalışmada İsmail Hakkı Bursevî’nin, İbnü’l-Arabî’ye dayanarak ortaya koyduğu ricâl sayıları esas alınmakla beraber660, farklı veriler de dipnotlarda gösterilerek şu şekilde sunulmuştur: Birler  Kutub  Gavs  Havârî  Efrâd  İsrafilî ferd  Kadından da olabilen vâhid  Kadından da olabilen bir diğer vâhid  Sakîtü’r-refref bin sakîtü’l-arş isimli vâhid  Vâhid  Vâhid-i şebh-i İsa (a.s)  Hızır (a.s)  İlyas (a.s) İkiler  İmâmân  Ricâlü’l-Ganî Billâh isimli ikiler Üçler  İlâhiyyûn ve Rahmâniyyûn isimli üçler  Muhtârûn661  Hâtemü’l-Evliyâ: Hz. İsa, İbnü’l-Arabî ve Hz. Mehdî662  Kutup ve İmâmân birlikte, üçler olarak da isimlendirilirler.  Nükabâ663 Dörtler                                                              660 Ayrıntılı bilgi için bkz: İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde- 661 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57; İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 662 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 125-126 663 Hücvirî, a.g.e, s. 276 94     Evtâd  Ricâlü’l-Heybet Ve’l-Celâl isimli dörtler Beşler  Beşler  Cebrâîlî beşler  Ricâlü’l-İştiyâk isimli beşler  Urefâ664 Altılar  Ricâlü’l-Eyyâmi’s-Sitte isimli altılar Yediler  Ebdâl  Halilî Yediler  Ricâlü Meârici’l-Âlî isimli yediler  Mülâzımân665  Ahyâr666  Urefâ667  Ebrâr668 Sekizler  Nücebâ669  Ricâlü’l-Kuvvet ve Ricâlü’l-Kahr isimli sekizler Onlar  Ricâlü’l-Gayb isimli onlar  Ricâlü’l-Ayni’t-Tahkîm Ve’z-Zâid isimli onlar  Nükabâ670                                                              664 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, Mantıku’l-Gayb, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, s. 57 665 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57 666 İbn Abidin, a.g.e, s. 39 667 İbn Abidin, a.g.e, s. 40 668 Hücvîrî, a.g.e, s. 276 669 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 119  95    On birler  Ricâlü Tahti’l-Esfel isimli on birler On ikiler  Nükabâ671  Büdelâ isimli on ikiler On dörtler  On dörtler672 On beşler  Ricâlü’l-Hannân Ve Atfi’l-İlahî on beşler On sekizler  On sekizler Yirmi dörtler  Ricâlü’l-Feth isimli yirmi dörtler Otuzlar  Ebdâl673 Kırklar  Nûhî kırklar  Recebiyyûn  Nükabâ674  Ebdâl675  Sıddîklar676  Evtâd677                                                                                                                                                                                 670 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 671 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 119 672 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e, C. IV, s. 397 673 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 28 674 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57 675 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 28 676 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 28  677 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40  96    Kırk dörtler  Ebdâl. Kırk erkek ve dört kadın.678 Yetmişler  Nücebâ679 Üç yüzler  Üçyüzler  Nücebâ680  Nükabâ681  Ahyâr682 Beş yüzler  Beşyüzler683 Binler  Binler684 Sayısı Belli Olmayanlar  Ricâlü’l-Mâ’  Muhaddesûn. III. MÜRŞİD VE İLGİLİ KAVRAMLAR A. Sûfî Tasavvuf dünyasına mensup kimseler hakkında en fazla kullanılan kelime sûfî ismi olup, birçok mevzu bu isim etrafında dönüp durmaktadır. Tasavvufa karşı dışarıdan yöneltilen eleştiriler de, içeride yapılan tartışmalar da hiç şüphesiz bu kavram üzerinden gerçekleştirilir. Dolayısıyla en fazla yaygınlaşma alanı bulmuş olup tasavvuf ismi bile bu kavramdan sonra ortaya çıkmış gözükmektedir.                                                              678 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 40 679 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 39 680 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 57 681 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 39 682 Hücvirî, a.g.e, s. 276 683 İbn Âbidîn, a.g.e, s. 39 684 Akşemseddin, Makâmât-ı Evliyâ, (haz. İhramcızâde İsmail Hakkı), (Basılmamış eser), s. 44  97    1. Sûfî Kelimesinin Kökeni Sûfî kelimesinin kökeni hakkında çokça tartışmalar mevcuttur. Bu tartışmalar ışığında ortaya çıkan ihtimaller şöyle zikredilir: 1- Sûfî: Dindar kimsedir. İslâm’dan önce Kâbe’yi ziyarete gelen birine sûfî denildiği nakledilir.685 2- Safevî: Bu kelimenin dile ağır geldiğinden kısaltılarak sûfî şeklinde söylenildiği mervîdir.686 3- Sûf: Yün demektir. Sûfîler Hz. Peygamber’in (sav) ve sahabenin yün elbise giymelerinden dolayı yün ismine nispetle sûfî denilmiştir.687 4- Ehl-i suffa: Ehl-i suffanın özelliklerine yakın olmalarından dolayı bu isme nispet edilmiştir.688 5- Safâ: Saflık, arılık, duruluktur. Sûfîlerin batınlarını saflaştırmalarından mütevellittir.689 6- Saf: Sûfîler Hakka kullukta hep ön safta bulunduklarından, bu kökenden türemiştir.690 7- Sıfat: Ahlâk-ı hamîde ile sıfatlandıkları için, sûfî kelimesinin sıfat kelimesi ile alakalı olma ihtimali de dillendirilir.691 8- Sufâne: Bir çöl bitkisinin adı olup, sûfîlerin seyahatlerinde bu bitkiyle beslendiği nakledilir.692 9- Sûfetü’l-kafâ: Enseye sarkan saç anlamında olup, saçlarını uzatmalarından dolayı bu ismin sûfîlere verilmiş olabileceği de ihtimaller arasında zikredilir.693                                                              685 Serrâc, a.g.e., s. 22 686 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 76 687 Kelâbâzî, a.g.e., s. 54 688 Kelâbâzî, a.g.e., s. 53 689 Kelâbâzî, a.g.e., s. 53 690 Kelâbâzî, a.g.e., s. 53 691 Kelâbâzî, a.g.e., s. 55 692 Abdurrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf Ve Tarikatlar, 2. B., Bursa, Emin Yayınları, 2017, s. 67 693 Abdurrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf Ve Tarikatlar, s. 67  98    10- Benu Sûfe: İslâm’dan önce kendilerini Kâbe’ye adamış oldukları rivayet edilen bir kabilenin adı olup, bunlara benzetilerek de sûfî ismi kullanılmış olabileceği anlatılır.694 11- Kuşeyrî, sûfî kelimesinin bunlardan hiç biriyle alakalı olmadığını, bu ismin bu taifeye özel bir isim olarak verildiğini savunur.695 2. Sûfî Ve Özellikleri Sözlüklerde sûfî kelimesi için; yünlü, yün giyen, yün ürünü gibi anlamlar verilir. Dini ıstılahta ise sûfî; tasavvuf yoluna giren,696 Hakka ulaşan,697 Allah'ın seçkin kullarının özellikleriyle nitelenmiş kimsedir.698 Sûfi müelliflerden Sülemî, diğer ilimlere kıyasen yaptığı sûfî tanımında hadisçilerin, haberleri nakledip, onları ezberleyip toplamakla, sağlamını zayıfını ayırt etmekle meşgul olduklarını; fıkıhçıların, eserlerin hükümlerini, manalarını, nâsih - mensûh, mücmel ve mufassal olanlarını açıkladıklarını; amel işleme yolunu tutup zühd yoluna giren muamelatçıların da, fiilleri ve mücâhedeleri düzeltmeye çalıştıklarını; hakikatçilerin ise tevhidin hakikatlerine dalıp, tecrîdsiz tefrîde yani çokluk içinde birliği bulmaya işaret ettiklerini ve hâllerin manalarından söz ettiklerini, işte bunlara sûfiyye adı verildiğini söyler.699 Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb’unda tasavvuf ehlini sûfî, mutasavvıf ve mustasvif diye üçe ayırarak sûfînin, seyrü sülûk yolcularından kemâl ehli olup, nefsinin etkisinden kurtulan ve hakikate ulaşan kimse olduğunu, mutasavvıfın ise; seyrü sülûk yolculuğuna başlayarak henüz tâlip konumunda olan, nefsinin etkisinden kurtularak hakka ulaşmayı talep edip mücahede eden, sûfîlerin yolunu onların belirlediği usullere uygun olarak takip eden kimse olduğunu, mustasvifin ise; mal ve makam sahibi olmak gibi dünyevi gayelerle kendini sûfîlere benzettiğini söyler.700 Sûfîlerin, sahip olduğu hâl ve makamlara göre farklı bir sûfî tanımı vardır. Bunlar binlerle ifade edilir. Örneğin Kuşeyrî, elli civarında sûfî tanımı nakleder. Belli                                                              694 Abdurrezzak Tek, Tarihi Süreçte Tasavvuf Ve Tarikatlar, s. 67  695 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 527 696 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 527 697 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 581 698 Kâşânî, a.g.e., s. 338 699 Sülemî, Kitâbu Sülûki’l-Ârifîn-Âriflerin Sülûku Meselesi (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 122-123 700 Hücvirî, a.g.e., s. 98-99 99    başlı tanımlara göre sûfî; dünyanın, isyan ve itaatsizliklerin, şer olan her şeyin, hatta kendi varlığı da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ dışındaki her şeyin,701 kişinin ruhunda oluşturduğu tüm bulanıklıklardan arınan,702 böylece nefsine kölelikten kurtulan,703 sebepleri görmeyip müsebbibe odaklanan, bunun sonucunda nefsinin etkisinden kurtulup mevlâsına bağlanan,704 Rabbinin her aldığına ve verdiğine razı olup kendini istemekle ve üzülmekle yormayan, 705 sürekli Allah ile birlikte olup ondan kendisine gelen ilim ile beslenen,706 her güzel şeye tabi olmaya âmâde olup707 hakkın huzurunda ilk safta yer alan,708 hâliyle müridlere önderlik yapıp,709 insanlara nasihat eden,710 Hakk’ın seçtiği,711 kâmil ve öncü velîdir. Avârif müellifi Sühreverdî, binden fazla tariften hareketle ortaya koyduğunu belirttiği tanımda sûfînin, devamlı kalp temizliği ile uğraşan kimse olduğunu belirtir.712 İlk dönem sûfî müelliflerden Sülemî'nin yaptığı tespitlere göre sûfîler; Allah'ın yeryüzündeki güvenli dostları, Allah'ın kendilerine özel sırlar ve ilimler verdiği seçkin kullar olup, peygamber lisanıyla övülen kimselerdir.713 Sonuç olarak sûfî; tasavvuf yolunda hedefe varmış kişi; mutasavvıf, sûfî olma yolculuğuna başlayan kimse; mustasvif ise, sûfî görüntüsü vermekle beraber, tasavvufla alakası olmayan kimsedir. B. Delîl Delâlet, Arapçada; işaret etme, gösterme, rehberlik, liderlik, başkanlık anlamlarına gelir. Bu yüzden yol gösterici kılavuzlara delîl adı verilmiştir. Bu isimlendirme, mürşidlik yapan kimse için kullanılmaya oldukça uygun düşmektedir. Ancak yaygınlık kazanmamıştır.                                                              701 Serrâc, a.g.e., s. 259 702 Sülemî, Beyânu Ahvâli’s-Sûfiyye-Mutasavvıfların Halleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 112 703 Serrâc, a.g.e., s. 12 704 Serrâc, a.g.e., s. 25 705 Serrâc, a.g.e., s. 24 706 Serrâc, a.g.e., s. 25 707 Serrâc, a.g.e., s. 12 708 Hücvirî, a.g.e., s. 100. 709 Sülemî, Menâhicü’l-Ârifîn, s. 14 710 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. I, s. 49-50 711 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 641 712 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 72 713 Sülemî, Kitâbu’l-Mukaddime Fi’t-Tasavvuf, s. 106-108 100    Hâris el-Muhâsibî‘nin nakline göre Allah, irşadla vazifelendirdiği kullarına şöyle buyurmuştur: “Ey delîller topluluğu! Beni kaybettiği için hasta olarak size geleni tedavi edin, hizmetimden kaçanı geri gönderin. Verdiklerimi ve nimetlerimi unutana hatırlatın. Size hitap ettim, çünkü ben Halîm’im. Halîm olan, halîm olanları istihdam eder.714 Görüldüğü üzere bu nakilde mürşidlere “delîl” adı verilmiştir. Ayrıca Ahmed b. Ebi’l-Havârî hakkında, onun kadar Allah'a delâlet eden kimse olmadığı denilmiş ki,715 buradan da mürşidin yaptığı irşad işine “delâlet” de denildiği anlaşılmaktadır. C. Şeyh Şeyh Arapçada; saygı duyulan yaşlı kişi, ihtiyar adam, reis, şef, başkan, üstâd gibi anlamlara gelir. Dinî ıstılahta; ilmi ile öne çıkan büyük âlimlere şeyh denilmiştir. Fıkıh, tefsir, kelam vb. ilimlerin literatüründe önde gelen âlimler hakkında şeyh kelimesi önceden beri kullanılagelmiştir. Kimi âlimlere de şeyhü’l-islam, yani islamın öncü âlimi lakabı verilmiştir. Hadis literatüründe bazı muhaddisler için şeyh ismi hadis ilminde bir derece olarak kullanılmıştır. Tasavvufta ise şeyh; şeriat tarikat ve hakikat ilminde derinleşmiş,716 hak bir yolda sülûk eden ve bu yoldaki zararlı ve tehlikeli hususları tanıdıktan sonra, hâl ve makamlar konusunda müridini bilgi sahibi yapmak suretiyle irşad eden,717 müridinin terbiye, sülûk ve keşfinde üstâdının seviyesine erişmesi için muhtaç olduğu işlerin tümünü kendinde toplayan, her durumda uygun olan ve olmayan işleri bilen kimsedir.718 Şeyh kelimesi ilk dönemlerden beri zâhidler ve sûfîler arasında kullanılagelmiştir. Ebû Abdullah b. el-Cellâ’nın altı yüz şeyhle görüştüğü,719 Ahmed b. Hanbel’in, Serî es-Sekâtî hakkında “yemeği koklamasıyla ünlü şeyh” dediği,720 Cüneyd- i Bağdâdî’ye üstâd ve şeyh diye hitap edildiği nakledilir.721                                                              714 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII,, s. 65-66 715 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 580 716 Kâşânî, a.g.e., s. 319 717 Necmüddîn Kübrâ, Risâle İle’l-Hâim-Tasavvufî Hayat, (çev. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996, s. 87 718 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 78 719 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII,, s. 641 720 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII,, s. 160 721 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII,, s. 429 101    Şeyhlik rütbesi, sûfîlerin yolunda rütbelerin en yükseği ve Allah’a da‘vette peygamber vekilliği olarak kabul edilir.722 Kâmil bir şeyhin; himmetiyle, fiiliyle ve sözüyle müridine fayda verdiği, gerek huzurda gerekse gıyapta müridini koruduğu kabul edilir.723 Gazâlî, gerçek bir şeyhte bulunması gereken hâl ve sıfatları açıklarken, bir şeyhin dünya ve makam sevgisinden yüz çevirmesi, tabi olduğu bir silsile ile Hz. Peygamber’e (sav) ulaşması, nefsini terbiye etmiş olması, güzel ahlâklı, yemesinde, konuşmasında, uykusunda azlığı tercih etmesi, çokça namaz, oruç, sadaka vermesi gerektiğini belirtir. Ayrıca şeyhin kendisinin de basiret sahibi bir şeyh eliyle yetiştirilmiş olup, sabır, dua, şükür, tevekkül, yakîn, kanaat, nefis huzuru, ağırbaşlılık, tevazu, ilim, sadakat, hayâ, vefa, vakâr, sükûnet ve temkin gibi güzel ahlâka dâir niteliklere sahip olması gerektiğini zikreder.724 Sûfîler, şeyhliğin şartlarını iki kısma ayırıp, birinci kısımda; bir şeyhin; Hakk’ın has kulu, Allah katından verilen hakikatleri aracısız alabilme, özel bir rahmete sahip olma, ilimleri bizzat Hak’tan talim etme ve vasıtasız olarak ledün ilmine ulaşabilme kabiliyetinin olması gerektiğini söylerler.725 İkinci kısımda ise; ilim, ehl-i sünnet itikadı, akıl, cömertlik, şecaat, iffet, dünyadan etkilenmemek, şefkat, hilim, affedicilik, güzel ahlâk, îsâr, kerem, tevekkül, teslimiyet, rıza, sebat ve heybet sahibi olmayı zikrederler.726 Ayrıca bir şeyh; rüyalar, düşünce ve vesveseler, ilhamlar ve keşifler hakkında da gerekli bilgiye sahip olmalıdır.727 Tasavvuf yoluna girip seyrü sülûk ile kâmil bir insan olma hedefini gerçekleştirmek için müride bir şeyhin mutlaka gerekli olduğu anlaşıldıktan sonra, şeyhlerin de çeşitleri olduğunu, dolayısıyla müridin, kendisini gayesine eriştirecek olan şeyhin hangisi olacağını da bilmesi gerektiği vurgulanır. Şeyhler, daha çok sohbet, talim, hırka şeyhleri olarak bilinmekle beraber, bu çeşitlendirmeler usül ve meşreplere göre farklı isimlendirmeler de almıştır. Sûfîlerce zikredilen şeyh türleri genel olarak şunlardır:                                                              722 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s.102; Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, 1. B., Kahire, el-Mektebetü’s- Sekâfeti’d-dîniyye, 2006, s. 94 723 Abdullah b. Alevî el-Haddâd, Risâletü âdâbi sülûki’l-mürîdîn, (çev. Muhammed Danışman), 1. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2015, s. 63 724 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 54-55 725 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 196 726 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 196-205 727 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 78 102    Sohbet Şeyhi: En iyi, en kâmil ve en yüce şeyhtir.728 Hırka, zikir gibi vasıtalarla değil, aracısız irşad eden,729 Allah'a yakınlık kapısını gösteren şeyhtir.730 Sohbet şeyhi, müridlerini çoğunlukla söze ihtiyaç duymaksızın hâl ve tavırlarıyla etkileyerek terbiye eder.731 Bundan dolayı, kelâmdan ziyade böyle bir şeyh ile birlikte bulunma haline daha fazla önem verilir. Talim Şeyhi: Talebelerine ilim öğreten, ilim yolunu gösteren, zikir talim eden şeyhtir.732 Talim şeyhleri, İslam’ı bilen, takva sahibi, sâlih müminlerdir. Kendilerine başvuran müminlere dinin zâhir hükümleriyle birlikte bâtın hükümlerini de öğretir; sohbet ve nasihatlerle nefislerini arındırıp ahlâklarını düzeltmek hususunda onlara yardımcı olurlar.733 Bu tür bir şeyhin kitapları, ilmin kaynaklarını bilen, mahir ve zeki kimse için yeterli olur.734 Böyle bir şeyhe, ilim şeyhi adı da verilir.735 Terbiye Şeyhi: Terbiye şeyhi, kendisine bağlanan bir müridi, tıpkı bir anne babanın çocuklarını, bir öğretmenin öğrencisini, bir ustanın çırağını yetiştirmesi gibi yetiştirir. Dindar, akıllı ve samimi bir kimse için bu tür bir şeyhle bulunmak yeterli olur.736 Hırka Şeyhi: Hâli, önce hırkaya, sonra müride geçen şeyhtir.737 Burada hırka, irşada vasıta olmuştur. Zikir Şeyhi: Hâli, müride zikir vasıtasıyla geçen şeyhtir.738 Hizmet Şeyhi: Böyle bir şeyhin terbiyesine ve hizmetine giren bir mürid, kendi nefsinin kibrinden ve isteklerinden kurtulur. Müridin yükselişi hizmet ile gerçekleşecektir.739                                                              728 Şeyh Ali Behcet Efendi, a.g.e., s. 45 729 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 135 730 Abdulkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî-Âlemlerin Anahtarı, (çev. Osman Güman), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2010, s. 203 731 Reşat Öngören, “Şeyh”, DİA, C. XXXIX, ss. 50-52 732 İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, s. 187 733 Reşat öngören, “Şeyh”, DİA, C. XXXIX, ss. 50-52 734 Ahmed b.Zerrûk, Kavâidü’t-tasavvuf-İslam Tasavvufunun Temel Esasları, (çev. Ali Pekcan, İbrahim Aydın, Mustafa Topcu), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2015, s. 100-101 735 Abdulkâdir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, s. 203 736 Ahmed b.Zerrûk, a.g.e., s. 100-101 737 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 136 738 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 136 739 Bülent Akot, Müştâk-ı Bitlîsî Hayatı, Eserleri Ve Tasavvuf Anlayışı, 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011, s. 141 103    Ayrıca; bey’at şeyhi,740 tarikat şeyhi, irşad şeyhi, sülûk şeyhi,741 manevi terakki şeyhi742 tabirleri de kullanılmıştır. D. Mürşid Mürşid, Arapçada; irşad eden, rehber, kılavuz, doğru yolu gösteren, öğüt veren, öğretmen, eğitimci, kaptan, önder gibi anlamlara gelir. Tasavvufî ıstılahta ise mürşid; şeriat ve tarikata uygun olarak, kâmil bir şeyhin huzurunda sülûk edip cezbeye erişmiş,743 irşad etmeye ehliyetli744 olduğuna dair hilâfet icazeti almış tarikat lideridir.745 Ebû Nuaym Isbehânî, bir mürşidi ve geçirdiği evreleri şu sözlerle ifade eder: “Hak kimi yalnız koyup, zikrine has kılarsa ve arındırırsa, onun dostu olur, onu seçer ve onunla irtibat halinde kalır. Peygamberlerin bilgilerine mirasçı kılar, kendisine daha fazla yakınlaştırır, yakardığında hazır bulunur, kendisine özel dost edinir, en üst makâmlara yükseltir, müntehâ mertebesine yüceltir. Zirvelerin zirvesinden rüşd ve hidâyet topraklarını, birr ve takva ehlinin derecelerini, safvet ve evliyâ menzilelerini gösterir. Her şeyiyle yerleşmiş ve her şeyi kapsamış olur. Peygamberleri bilen ve haberdar, açıklama gücüne hakim, talebeleri irşada vâkıf, onlara devamlı faydalı ve imamların kendisine verdiği göreve sadık biri olur. İşte hidâyet imamları, büyük elçiler ve Allah'ın İslâm için direk, yeryüzü için sütun kıldığı değerli yüceler bunlardır.”746 “Mürşid” kelimesinin, ilk dönemlerde, az da olsa kullanıldığına dair rivayetler mevcuttur. Bunlar arasında Hz. Ebû Hüreyre’nin, çocukların ve sefihlerin yönetici olmaları ve alametleri hakkında sorulan soruya bu durumla karşılaşmaktan Allah'a sığınarak verdiği cevapta; azgınlara itaat edilip, mürşid kimseye isyan edilmesinden bahsettiği rivayettir. 747 Ayrıca seleften Havşeb’in; “Ey Ebû Selmân! Eğer uzun yaşarsan teselli olacağın birini bulamayışın yakındır. Eğer uzun yaşarsan mürşid birini bulamayışın yakındır” dediği nakledilir.748 Zünnûn-i Mısrî; “Beytü’l-Makdis’de üzüntüye gark olmuş bir adam gördüm. Ona: “Seni bu hale getiren nedir?” diye                                                              740 Bülent Akot, a.g.e., s. 140 741 Reşat Öngören, “Şeyh”, DİA, C. XXXIX, ss. 50-52 742 İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, s. 187; Ahmed b.Zerrûk, a.g.e, s. 100-101 743 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, Mantıku’l-Gayb-Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, s. 41 744 İbn Arabi, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Bâbü’ş-Şuyûh bölümü-Hakikat Yolcusuna Kılavuz-içinde-, (çev. Muhammed Bedirhan), 2. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2010, s. 64-65 745 Ethem Cebecioğlu, a.g.e., s. 455 746 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g..e, C. VIII, s. 409 747 Buhârî, Edebü’l-Müfred, Bab 32, no: 66, s. 37 748 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. V, s. 120 104    sorduğumda: “Zâhidler ve âbidler ihlâsın özü ile gittiler, ben ise bulanık bir eksiklik içinde kaldım. Beni doğruya yönlendirecek bir mürşid veya beni uyandıracak bir hakîm var mı?” karşılığını verdiği rivayeti de bunlara birer örnektir.749 Gazâlî de, “Eyyühe’l- Veled”inin 19. nasihatinde şeyhin sıfatı olarak mürşid ve mürebbî kelimelerini kullanır.750 Öte yandan bazı sûfî müfessirler, Kur’ân’daki çeşitli tabirleri mürşid-i kâmile yorumlarlar. Bu tabirler şunlardır: Hablullâh (Âl-i imrân, 3/103), İnsanlar üzerine şâhid (Nahl, 16/84), Ûlü’l-emr (Nisâ, 4/63), Rabbânî (Mâide, 5/44), Ehlü’z-zikr (Nahl, 16/43), Borcu affeden zengin (Bakara, 2/280), Ölü kalplere hayat veren Cebrail (Tâhâ, 20/95-96), Zırh ustası (Sebe, 34/10-11), Halîfetullâh (Bakara, 2/30), Ûlü’l-azm velî (Ahkâf, 46/35. Ûlü’l-azm peygamberlere kıyasen), Âyetullâh (Mü’min, 40/69), Ni’metullâh (Mâide, 5/7), Seçilmiş kul (Âl-i İmrân, 3/33. Seçilmiş peygamberlere kıyasen), Maneviyat sihirbazı (Şuarâ, 26/68. Hz. Musa’ya iman eden sihirbazlara kıyasen), Hidâyet imamı (Secde, 32/24), Ebeveyn (İsrâ, 17/23. Zahirî ebeveyne kıyasen).751 1. Mürşidin Özellikleri Sûfîler, mürşidin vasıfları olarak; sözü özüne uygun, çalışkan ve gayretli, muhasebe, şerîat, tarîkat, marifet ve hakikatte mamur, bekâya ermiş, zühd ve takva sahibi, kısaca Allah yolunda olup, başka bir şey hedeflememeyi zikrederler.752 Rivayete göre Cüneyd (rh.a), Bağdat'taki mahallelerden biri olan Tâk’ta çok güzel bir Hıristiyan gördü ve: “Ya İlâhî! Bu kişiyi bana musahhar kıl, irademe ram olsun, çünkü gayet güzel bir şekilde yaratılmış” dedi. Bir zaman geçtikten sonra Hıristiyan geldi ve Cüneyd’e: “Ya şeyh! Bana kelime-i tevhîd getirttir” dedi. Cüneyd ona kelime-i tevhid getirtti. Bu zat, böylece müslüman olmuş ve Allah'ın velîlerinden biri haline gelmişti.753 Bu örnekte mürşidin duasının makbul olmasının yanı sıra mürşid vasfına sahip velî zatların duasını almanın önemi de ortaya çıkar.                                                              749 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 513 750 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, 4. B., Beyrut, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 2010, s. 128 751 Süleyman Derin, a.g.e., s. 222-233 752 Kırımlı Selim Dîvâne, Burhânü’l-Ârifîn ve Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn-Ariflerin Delili Müşkillerin Anahtarı, (haz. Mustafa Tatcı-Halil Çeltik), Ankara, Akçağ Yayınları, 2004, s. 28-29 753 Hücvirî, a.g.e., s. 116-117 105    Mürşid-i kâmillerin üzerinde, Allah Teâlâ’nın vakarının ve heybetinin olduğu, onlara tabi olan ve meclislerinde bulunan müridlerin, mürşidlerin üzerindeki edep ve heybete bakıp, zâhiren ve bâtınen edep sahibi oldukları söylenir.754 2. Mürşidliğin Şartları Sûfîler, bir mürşidin, müridin bütün manevi hastalıklarını ve tedavisini mükemmel seviyede bilmesi gerektiğini şöyle ifade ederler: “Şayet tabip hastasının derdini bilmiyorsa, yapacağı tedaviyle onu mahveder. Zira onu nasıl tedavi edileceğini ve hastanın bakımını bilmemektedir. Hastanın tehlikeli olan yerlerini tanımamaktadır. Bundan dolayı hastaya vereceği yiyecekleri ve içecekleri, hastanın derdine muhalif olacak şekilde tespit eder. Peygamberimiz (sav)’in “Kavmi içindeki şeyh, ümmeti içindeki peygamber gibidir”755 demesinin sebebi budur. Şu halde, halkı dâvet eden peygamberler, basiret üzere oldukları halde onları (Hakk’a) da‘vet etmişler, herkesi kendi derecesine sahip ve malik kılmışlardır. Aynı şekilde da‘vet esnasında şeyhin de basiretli hareket etmesi icap eder. Herkese kendi gıdasını vermeleri lazım gelir.”756 Mürşidliğin şartları olarak; görevlerini tamamlamaları, fiille sözlerini tasdik ederek, öncelikle Allah'a karşı sadakat, sonra da kendisine tabi olanlara örnek olmasını da sayarlar.757 Bazıları, mürşidliğin yirmi şartı olduğunu söyler ve bunları şöyle sıralarlar; itikad,758 ilim, akıl, cömertlik, şecaat, vera, dünyadan etkilenmemek, şefkat, mütehammil, affedicilik, nezaket, îsâr, kerem, tevekkül, teslimiyet, rıza, vakar, tedricilik ve sebat.759 Ayrıca şeriate uygun yaşayıp aksine davranış sergilememesi ve dervişlerinin hakikat sırlarından ve kalp hallerinden konuşuyor olması,760 bekâya ulaşıp sâlikleri terbiye için geri dönmüş olması, Muhammedî sülûk sahibi olması, yolun sağlamlığını bozukluğunu bilmesi, nurları ve makamlarını öğrenmesi, rüya tabir edebilmesi, sâlikin meşrebini, neye uygun olduğunu anlayabilmesi, ayne’l-yakîne ulaşmış olması,761 zekâ                                                              754 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 103 755 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, C. II, s. 17 756 Hücvirî, a.g.e., s. 115 757 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VIII, s. 402 758 Ehl-i sünnet itikâdı. 759 Seyyid Yahya Şirvânî, Şifâü’l-Esrâr-Sûfî Yolunun Sırları, (çev. Mehmet Rıhtım), 3. B., İstanbul, Sûfi Kitap Yayınları, 2014, s. 267-269 760 Ünsî Hasan Şabânî, Kelâm-ı Azîz, , (çev. Mustafa Tatcı, Cemal Kurnaz), 1. B., İstanbul , Sûfi Kitap Yayınları, 2011, s. 27 761 Musa b. Şeyh Tâhir Tokâdî, a.g.e, s. 41 106    ve firâset erbabından olması,762 Allah'ın işini insanların işinden ayırması, ibadet ehlinin makamlarını tanıması, karakter ve tabiatları anlaması, hilâf ile ihtilâfı birbirinden ayırması,763 hâl itibariyle istikamet üzere olması, tasavvuf yolunun bütün engellerini aşmış olması, hâllerin hazzını tatması, amellerin meşrebini ve istifade edilen yönlerini elde etmesi, celâl sıfatlarındaki kahr ile cemâl sıfatlarındaki lütfü müşâhede etmesi, müridin haline vâkıf olması, müridin hâlinin netice itibariyle nereye ulaşacağını bilmesi gibi şartlar sayarlar.764 Yine derler ki; “hırka giydiren zatın bu yolda o kadar büyük bir manevi gücü olmalıdır ki şefkat gözüyle baktığı zaman garibi karîb [Allah'a yakın kimse], bigâneyi âşinâ hale getirebilmeli, elbiseyi bir asiye ve günahkâra giydirince de onu Allah'ın evliyâsından kılabilmelidir.”765 Yine kimi sûfîlere göre bir mürşid, nefsânî hazları ve alışkanlıkları terk etmiş, sahih ilim ve cezbe sahibi, maneviyat yolunda tecrübe ve yüksek himmetli, hayatta ve erkek olup, iç ve dış güzelliğine sahip olmalıdır.766 Bir mürşidin, zaruri ilimleri tamamlaması, makâmât-ı aşere-i sûfiyye olarak bilinen tevekkülü, kanaati, zühdü, sabrı vb. diğer makamları tahsil etmesi, dünya ehlinin sohbetinden kaçınması, meşâyih-ı kirâmın feyizlerinden nasiplenmesi, keşif ve idrak sahibi olup mâsivâî düşüncelerden temizlenmesi, zahirinin şeriat ile bâtınının tarikat ile süslenmiş olması gerekir.767 Tüm bu bilgiler ışığında ortaya çıkan sonuca göre bir kimsenin mürşidlik yapabilmesi için öncelikle diri, mü’min, mükellef, âkil, ehl-i sünnet mutekidi olup, âlim, âmil, muhlis, sâlih, velî, sâdık, seyrü sülûkunu tamamlamış bir ârif, ihsan mertebesinde bir muhsin, kâmil, meczûb, mukarreb, keşif ehli olması, ayrıca silsile sahibi, halife ve mükemmil bir sûfî olması gerekir. Bunlar olmazsa olmaz şartlardır. Bu şartlardan bir kaçını veya birini bile taşımayanın mürşidliği noksandır. Buna göre; ölü, mü’min olmayan, mükellefiyeti bulunmayan, aklı tam olmayan, ehl-i sünnet itikadına sahip olmayan, bir mürşid nezaretinde seyrü sülûkunu tamamlayarak halîfelik almayan, yeterli ilme sahip olup ilmiyle âmil ve ameli de sâlih olmayan, marifeti elde edememiş,                                                              762 Nimetullâh Nahçivânî, Hidâyetü’l-İhvân, (çev. Orkhan Musakhanov), 1.B., İstanbul, İlkharf Yayınları, 2012, s. 73 763 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 641 764 Hücvirî, a.g.e., s. 115 765 Hücvirî, a.g.e., s. 116 766 Süleyman Derin, Kur’an-ı Kerim’de Seyr ü Sülûk, s. 234-238 767 Raûf Ahmed Müceddidî, a.g.e., s.147 107    Hz. Peygamber’e (sav) ulaşan bir silsilesi bulunmayan, tasavvufta kemâlât elde edip başkasını da kemâle erdiremeyecek olan kimse asla mürşidlik yapamaz. 3. Mürşidin Gerekliliği Tasavvuf ve velâyet yoluna girip ilerlemek isteyen kimse seyrü sülûk sürecinden geçmesi gerekir. Ancak bu seyrü sülûku kendi başına değil, bir mürşidin eşliğinde gerçekleştirmelidir. Bu konuda genel bir ittifak oluşmuştur. Sûfîlere göre kul ilk önce Allah'a, onun velîleri vasıtasıyla yaklaşır, sonra kalbinin artık sadece Allah ile meşgul olması devresi gelir.768 Hak yolcusunun önünde, terbiyesiyle ondaki kötü ahlâkı çıkarıp yerine güzel ahlâkı koyacak, onu yetiştirecek mürşid bir şeyhe, rehbere ihtiyacı vardır. Terbiye, mahsulünün olgun ve güzel olması için tarlasındaki dikenleri ve yabancı otları söküp atan çiftçinin işine benzer.769 Bir ağaç, onu diken ve ona bakan biri olmadan kendi başına büyürse yaprak açar, fakat meyve vermez. Aynı şekilde bir müridin de her zaman kendisinden terbiye ve feyiz alacağı bir üstâdı yoksa o, nefsinin kötü arzularına kulluk eder; tek başına ondan bir kurtuluş yolu bulamaz.770 Bir insan en yüce mertebe ve makamlara ulaşıp kendisine gayb bilgileri açılsa bile şayet üstâdı yoksa bundan hiçbir fayda elde edemez.771 Ayrıca sûfîler, bir üstâddan eğitim almayan kimsede hayır olmayacağını,772 seyrü sülûk yolunda üstâdı olmayanın rehberinin şeytan olacağını,773 bir üstâd kapısına varılmadıkça bu işin başarılamayacağını savunurlar.774 Bir üstâddan edep öğrenmeyenin içinin boş olduğunu,775 edebini bir terbiyeciden almayan kimsenin, kendisine tabi olanları da ifsad edeceğini ifade ederler.776 Ebû Saîd Ebu’l-Hayr, mürşidin gerekliliği konusunda şu örneği vererek: “Cehenneme götürülen bir kul uzakta bir nur görür ve sorar: Bu nur kimin? Falan pirin                                                              768 Ebû Nuaym Isbehânî, a.g.e., C. VII, s. 585 769 Gazâlî, Eyyühe’l-Veled, s. 53 770 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728 771 Ali Bolat, a.g.e., s. 192-193; Sülemî, Risâletü’l-Melâmetiyye, (haz. Ebu’l-Âlâ Âfîfî), 1. B., Beyrut, Menşûratü’l-Cemel, 2015 s. 115 772 Ali Bolat, a.g.e., s. 193; Sülemî, Risâletü’l-Melâmetiyye, s. 115 773 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 728; İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, (çev. Dilaver Selvi), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2014, s. 186 774 Muhammed b. Münevver, Esrâru’t-Tevhîd-Tevhidin Sırları, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2004, s. 320 775 Muhammed b. Münevver, a.g.e., s. 290 776 İbn Acîbe, Fütûhât-ı İlâhiye, s. 185 108    nurudur, derler. O da: Ben bu dünyada onu seviyordum, der. Rüzgâr bu sözü o pire ulaştırır. Bu azîz, ulu ve yüce Allah katında o günahkârın şefaatçisi olur, Hak Teâlâ o azizin şefaati sebebiyle günahkârı âzâd eder” diyerek uhrevî kazanca da işaret eder.777 Bu konuda sayısız söz söylenmiştir. Genel olarak ortaya çıkan sonuç, kişinin kendi başına manevi bir yolculuğa çıkması mümkün olsa bile, yolda sayısız tehlikeler bulunduğundan, yolunu şaşırmamasının, şeytanın ve nefsin tuzağına düşmekten kurtulmasının hemen hemen imkânsız olduğudur. 4. Mürşidliğe Engel Olan Hususlar Sûfîlere göre sohbeti, sâlih kimselerin sohbetinden daha az yararlı olan,778 tarikatta sülûk etmeyen, gayb âleminde iyi ve kötü şeyleri görmeyen, manevi taarruzlara göğüs germeyen kimse şeyh olamaz.779 Dini konularda cehalet, haramı iptal etme, manasız ve faydasız davranışlarda bulunup dini işlerde saygısızlık, nefsin arzusuna uyup bid’at işleme, kötü ahlâk sahibi olma gibi kusurlar da, mürşidliğe engeldir.780 Nitekim Abdulkâdir Geylânî, bir mürşidde olmaması gereken özellikleri şöyle sıralar; özel olarak mürid seçmek, müridin sırrını açığa vurmak, sert ve kaba olmak. Ayrıca bir mürşidin, bu tür kusurların elinde olmadan kendisinden sâdır olduğunu görmesi durumunda, kendini velâyetten azledip, bu kusurlarını terbiye ile düzeltecek bir mürşid arayıp bulması ve ona tabi olması gerektiğini söyler.781 Mürşidin kesinlikle meczub-i gayri salik olmaması,782 sülûkunu tamamlayıp kâmil olması gerekir. Kendisi kâmil olmayanın, başkasını kâmil yapması doğal olarak mümkün olamayacaktır. 5. Kemâlât Yönünden Mürşidler İrşad için yeterli olup olmama yönünden mürşidler kemâle ermiş ancak başkasını kemâle erdirme vasfını henüz elde edememiş olan kâmil ile başkasını da kendisi gibi kemâle erdirebilecek donanımda olan mükemmil mürşid olarak iki grupta değerlendirilir.                                                              777 Muhammed b. Münevver, a.g.e., s. 287-288 778 Necmüddîn Kübrâ, Risâle İle’l-Hâim-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 88 779 Necmüddîn Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl-Tasavvufî Hayat –içinde-, s. 159 780 Fikri Akbulut, a.g.e., s. 222-224 781 Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn’den Tasavvuf ve Tarîkat Âdâbı, s. 41 782 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 199 109    a. Kâmil Mürşid Sûfiler, mürşidlikte kemâlât şartını her fırsatta dile getirmişlerdir. Örneğin Muhammed Nûru’l-Arabî; “Hakikatte esmâ, ayn-ı müsemmâdır. Lâ ilâhe illallâh, tevhîd-i ef’âle işarettir. ‘Allah’ tevhîd-i sıfata işarettir. ‘Hû’ tevhîd-i zâta işarettir. ‘Hak’ makâm-ı cem’, ‘Hay’ hazret-i cem’, ‘Kayyûm’ cem’u’l-cem’, ‘Kahhâr’ ahadiyyetü’l-cem’e işarettir. Makâmât-ı tevhîd bunlardır. Bu yedi makâmı “bekâ ba’de’l-fenâ” ile mutehakkık olmadıkça kâmil olamazlar.”783 diyerek yedi tevhîd makamının hakikatine fenâ ve bekâ ile ermedikçe kâmil olunamayacağına, dolayısıyla mürşid de olunamayacağına işaret etmiştir. Bu yedi tevhid makamı nefsin yedi mertebesine işaret eder ki, nefs-i kâmile mertebesinde kemâlâta ulaşılır. b. Mükemmil Mürşid Mükemmil mürşid, başkasını kâmil edebilme donanımına sahip mürşiddir. En kıymetli mürşidler, mükemmillik vasfını taşırlar ve sayıca da az bulunurlar. Bu vasfa sahip mürşidler hakkında “Kâmil ve mükemmil, eğer isterse tek bir cezbeyle şehrin halkını hakîkat âlemine taşır”784 ve “Mürşid, şu üç çeşitten biridir. Ya kâmildir, ya mukallittir, ya da mükemmildir. Kâmil ve mükemmil olan iş bitirir” denilir. Yine kâmil ve mükemmil bir mürşidin; müridinin maşuku, bütün sıfatların mazharı olduğu, ilhâm-ı ilâhî ile sâdık müridin gönlünü bütün geçici bağlardan kurtaracağı785 anlatılır. Kâmil ve mükemmil şeyhlerin her dönemde mutlaka bulundukları ancak bunların kibrit-i ahmer786 gibi nadir oldukları kabul edilmiştir. 6. Sahte Mürşidler Gerçek şeyhleri iddiacılardan ayırmanın tek delili ve en önemli kaidesi, şeriat amellerini sünnete göre yapmak, tarikat edeplerini tarikat şeyhine tabi olarak, onun sîret ve ahlâkına uyarak edepli bir şekilde yerine getirmektir. Şeyhlerinden izin almadan şeyhliğe özenen kimselerin bozdukları, yaptıklarından; zararları, kârlarından daha                                                              783 Muhammed Nûru’l-Arabî, Noktatü’l-Beyân, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, s. 266 784 Yakûb-i Çerhî, Neynâme, (çev. Ahmed Cahid Haksever), 1. B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2009, s. 27 785 Yakûb-i Çerhî, a.g.e., s. 30-39 786 Kibrit-i Ahmer: Toprağı altına çevirdiği söylenen bir iksirdir. 110    çoktur. Böylece yol kesenlerin, yol kesmekle elde ettikleri günahın aynısını elde etmiş olurlar. Bu gibi kimseler şeyh olmak şöyle dursun, sadık bir mürid bile olamazlar.787 Sahte ve cahil şeyhlerin özellikleri olarak; hiçbir şeyhin sohbetinde bulunmamaları, bir büyükten edep öğrenmemeleri, sıkıntılara katlanmamaları, hak etmeden hırka giymeleri, kendilerini sûfîlerin arasına atmaları, böylece onların sohbetinde saygısız bir şekilde laubalilik yolunu tutmaları gibi vasıflar sayılır.788 Ayrıca kâmil bir mürşidde olmaması gereken şeyler arasında; cehalet, şeriate muhalefet, mâlâyanî ile meşguliyet, nefse uyup bid’at sahibi olmak ve kötü ahlâk sahibi olmak gibi hususlar zikredilmiştir. Ayrıca kâmil mürşidi nakıs olandan ayıran özellikler arasında; helâli ve haramı çok iyi bilmek, dolayısıyla haramı helâl sayarak şeriate muhalefet etmemek; sözleri hayırlı, ibretlik, hikmetli, dünyevî kısmı dahi hayırlı ve hep Allah için olmak; dünya ehli ile oturup kalkmamak ve bid’atten kaçınmak; kötü ahlâk yerine güzel ahlâkı kuşanmış olmak sayılır.789 Hücvirî, sahte şeyhler hakkında kendisi ve mürşidinin şahit olduğu şöyle bir olay nakleder: “Bir zamanlar Azerbaycan’da şeyhimle birlikte iken, bir buğday harmanının yanında duran ve içine buğday doldursun diye elbisesini açarak çiftçiye doğru uzatan hırka giymiş şahıslar gördüm. Şeyh onlara yöneldi ve “İşte bunlardır ki hidâyeti satarak yerine sapıklığı satın almışlardır. Yaptıkları alışverişte kar etmiş değillerdir. Ayrıca hidayete de ermemişlerdir”790 meâlindeki âyeti okudu. Dedim ki: Ya şeyh! Bunlar ne gibi bir saygısızlık yaptıkları için böyle bir belâya müptelâ olmuşlardır ve halka karşı rezil ve rüsva olmuşlardır? Dedi ki: Çünkü bunların şeyhleri, mürîd toplamaya haris idi, bunlar da dünya malı toplama hususunda ihtiraslıdırlar. Bu iki ihtirastan biri öbüründen daha çok tercihe şayan değildir. Emirsiz (ve dini hükümlere riayetsiz yapılan Hakk’a) da‘vet, hevâ ve hevesi besleyip geliştirmekten başka bir şey değildir.”791                                                              787 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 151 788 Hücvirî, a.g.e., s. 84 789 Fikri Akbulut, a.g.e., s. 222-223 790 El-Bakara, 2/16 791 Hücvirî, a.g.e., s. 116 111    IV. MÜRŞİD ÂDÂBI Bir mürşidin, icra edeceği irşad vazifesinde uyacağı âdâp ve erkân, geçmiş Meşâyıh tarafından belirlenmiş olup, kâmil mürşid bu âdâba sıkıca uyacaktır. Kendi şeyhlerinden aldığı bu mirası en güzel şekilde taşıyacak ve yüklenmiş olduğu emaneti taşıyabilecek yeni talipler yetiştirecektir. Kendisi için konulmuş edepler, yaşadığı müddetçe hayatının rengi olarak etrafına yansıyıp, irşadını sadece sözleriyle değil, hal ve davranışlarıyla da gerçekleştirir. Tasavvufun kâl değil hâl ilmi olması, işte bu edeplerle ortaya çıkar. Dolayısıyla mürşidin uyacağı irşad âdâbı, onun en etkili tebliğ aracı olacaktır. Mürşidin meclis-i âmme, meclis-i hâssa ve meclis-i infirâd adlı üç tür meclisi olur. Meclis-i âmme, bütün müridlerini kabul edeceği meclis olup, meclisine girmek isteyen ve onunla bulunmak isteyen herkesi kabul edeceği meclistir. Bu meclisinde bulunmak isteyen hiç kimseyi engellememelidir. Bu meclisinde dinin emir ve yasaklarına uymaktaki kazanç ve bereketi anlatmalı, velîlerin bu konularda ne kadar dikkatli ve titiz olduklarından bahsetmelidir. Meclis-i hâssa, mürşidin özel dostlarıyla bulunacağı meclistir. Bu mecliste ise, zikir, halvet, riyâzet vb. Allah'a ulaşmanın yollarını ve şekillerini anlatmalıdır. Meclis-i infirâd ise, müridleriyle tek tek görüşeceği meclistir. Bu mecliste müridin eksikliklerini tespit etmeli, hatalı hallerinden kurtulacağı reçeteyi sunmalı, onu gerekli hallerde ikaz etmelidir.792 Mürşid, gerçekleştireceği irşad vazifesinde bulunduğu zamanın gereklerine göre yeni usuller geliştirmeli ve bunları kullanmalıdır. Vahiyde nesh olması gibi, mürşidin aldığı ilhamlarda da nesh olabilir. Bu durumda zamanın ve şartların gerektirdiği usul ve metot değişikliklerini yapabilir. Bu tutarsızlık değildir.793 A. Mürşidin Nefsine Karşı Âdâbı Her gün kendini kontrol etmeli, kendisini temkin makamına ulaştıracak işi her gün gözden geçirmelidir. Tevekkül halini de kontrol etmelidir. Ayrıca başkasının bilmediği, nefsi için azık olarak biriktirdiklerini de kontrol etmelidir.794 Müridlerinin tamamıyla görüşeceği bir odası, özel dostlarıyla görüşeceği ayrı bir odası ve hiç                                                              792 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 153 793 Süleyman Derin, a.g.e., s. 242-243 794 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 154 112    kimsenin giremeyeceği, Rabbiyle baş başa kalacağı kendisine has bir odası da bulunmalıdır.795 Mürşid, derece bakımından kendinden daha üstün ve yolu daha iyi bilen bir şeyh gördüğü zaman nefsine söz geçirerek, müridleriyle beraber ona gitmeli ve hizmetine girmelidir.796 İrşad yolunda karşılaşacağı eza ve cefaya katlanmalı, sabretmeli, hilim sahibi olmalıdır. 797 B. Allah'a Karşı Âdâbı Sûfîlere göre bir mürşidin öncelikle Allah'a karşı niyeti halistir. Hiçbir hâl ve makama iltifat etmeyip, sadece Allah'ın zâtını ve rızasını diler. Hâl ve makamların etkisiyle zâhirî amelleri terk etmeyeceği gibi,798 mücâhedesini arttırır.799 Özel bir halvet yeri ve vakti olup,800 zaruret bulunmadıkça dizüstü ve edeple oturur.801 Nefsi adına irşad işine talip olmaz ve riyaset sevdasına düşmez.802 C. Müridlere Karşı Âdâbı İrşadla görevli bir mürşid, müridini Allah için kabul edip, terbiyeleri karşılığında Allah'tan bir şey beklemez, mürid seçmeyip Allah tarafından kim gelirse gelsin, kabul eder. 803 Müridine ilk olarak tevbe telkin edip,804 dinin kolaylık hükümlerini uygulamasını emreder ve yavaş yavaş azimete doğru taşır.805 Zikir telkininde aceleci olmaz.806 Müridi tecrübe ederek, zikre hazır olup olmadığını tespit eder; sağlam bir azme şahit olursa, o zaman bu yolda başına gelecek birçok ilâhî tecellilere ve acı-tatlı hâllere razı olmasını şart koşarak, karşılaşacağı zarar, zillet, fakirlik, hastalık ve elem gibi şeylerden dolayı bu yoldan ayrılmayacağına dair ondan söz alır.807 Ona öncelikle tarikat edeb ve âdâbını öğretir.808 Müridin kusuruna göz yummaz ve onu kendi haline                                                              795 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 155 796 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 157 797 Süleyman Derin, a.g.e., s. 247 798 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 799 Karabâş-ı Velî, Mi’yar-ı Tarikat-Tarikat Âdâbı, (haz. Mustafa Tatcı, Cemal Kurnaz), 1. B., Ankara, Alperen Yayınları, 2002, s. 47 800 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 538 801 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 802 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 536 803 Abdulkâdir Geylânî, Gunyetü’t-Tâlibîn’den Tasavvuf ve Tarîkat Âdâbı, s. 39-40 804 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 46 805 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 39 806 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 807 Kuşeyri, er-Risâle, s. 730 808 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 113    bırakmaz.809 Kendisinin yapmadığını müridine emretmez810 ve ona ancak gücünün yeteceği kadar yük yükler. Hoşa gitmeyen hareketleri ima ve işaretle düzeltip,811 dine aykırı hal ve tavırlarını gizlice uyararak öğüt verir, mürid ucba düşünce de onu ikaz eder.812 Yüzüne karşı onu övmez. Müridin yanında keşif ve kerametten, manevi hâl ve makamlardan bahsetmeyip, ona başka bir kâmil insanı övmez, yine bir insanı –kâfir bile olsa- kötülemez. Müridine yolun zorluklarından bahsedip onu, ümitsizliğe düşürmez. Müridde manevî hâller meydana gelince, kendisine hissettirmeden bu makamdan geçirir.813 Gerektiği zaman müridinin sözlerine itiraz eder, karşılık verir ve bu hususta müsamaha göstermez.814 Mürşid, müridlerine karşı şefkatli ve merhametli,815 güzel muamele ve tevazu sahibi olmalıdır. Güler yüzlü ve yumuşak olup,816 dünyalık bir şey için müridlerine öfkelenmemelidir.817 Müridlerin hakkına riayet edip, haklarını korumalı,818 onların eziyet ve sıkıntılarına karşı, sabırlı ve tahammüllü olmalıdır. Bütün mülkünü müridleri hakkında harcamalı ve sarf etmeli,819 cömertlik sergilemelidir.820 Müridleriyle yakınlaştığında gözlerinde azamet ve heybetinin azaldığını görürse, onlara halveti ve yalnızlığı emretmeli; kalplerinde saygısının kalmadığını görürse münasip bir dille uzaklaştırmalıdır. Onlarla halka şeklinde oturmalı,821 ancak yanlarında fazla kalmamalıdır.822 Müridleriyle konuşurken, kalben devamlı Allah'tan yardım istemeli ve onlarla kabiliyetlerine göre konuşmalı, şahsına hürmet beklememelidir.823 Müridlerin işlerini güçlerini terk etmelerine razı olmamalı,824 sahip oldukları mal ve mülkten uzak durmalıdır.825 Ancak istisnai durumda kullanabilir.826 Müridlerinin şahit                                                              809 Kuşeyri, er-Risâle, s. 730 810 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 811 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 541-543 812 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 40 813 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 46-47 814 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 815 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149, Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 39 816 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 538-540 817 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 47 818 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 540 819 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 46-47 820 Necmeddîn-i Dâye, a.g..e, s. 202 821 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e, s. 137-149 822 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 46 823 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 537-538 824 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 46 825 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149; Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 541; Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 39 114    olduğu manevi sırlarını saklayıp,827 onlara himmet etmeli, Aralarında kıskançlık çıkmaması için içlerinden birine daha fazla iltifatta bulunmamalıdır.828 D. Mürşidin Halka Karşı Âdâbı Mürşid, halkın kendisini ayıplamasından ve yermesinden endişe etmemek için korkusuz ve cesurdur.829 Nefsine ait hakların yerine getirilmemesi konusunda müsamahakâr olup, başkasını kendisine tercih eder. Edebin en iyi örneği olan bir mürşid, âlimlerin bulunduğu meclislerde, kendisine sorulmadan marifet, hakikat, hâl, makam, tefsir, hadis ve fıkıhla ilgili meselelerde konuşmaz, konuşması sırasında hevâ ve hevesten, şaka ve ciddiyetsizlikten, boş ve gereksiz sözlerden sakınır.830 Mürşid, vali ve hâkimlerin ayağına gitmekten sakınmalıdır ki müridleri de kendisi gibi o makamlara uğramayı adet haline getirip de kendilerini helak etmesinler.831                                                                                                                                                                                   826 Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 40 827 Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, s. 543; Abdulkâdir Geylânî, a.g.e., s. 40 828 Karabâş-ı Velî, a.g.e., s. 47 829 Necmeddîn-i Dâye, a.g.e., s. 202 830 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 137-149 831 Muhammed b. Abdullah Hânî, a.g.e., s. 158  115    SONUÇ İrşad, bir yol göstericinin rehberliği ile doğruya ulaştırılma eylemidir. İrşad kavramının türediği kök olan rüşd; hidayete erme, istikamet bulma anlamlarına gelir. Dolayısıyla irşad kavramının hidâyet ve istikamet kavramları ile ilgisi vardır. İrşad Allah'ın, peygamberlerin ve müminler içindeki ehliyetli mürşidlerin yol göstericiliği iken, zıddı olan iğva ise; şeytanın, emmare vasfına sahip nefsin ve taraftarlarının yol saptırıcılığını ifade eder. Tasavvufta irşadın kaynağı Kur’an-ı Kerim, sünnet, ilham ve manevi fetihlerdir. İrşadın muhatapları ise irşad edilmek isteyen müridlerdir. Seyrü sülûk, müridin bir mürşidin gözetiminde belli bir metot dâhilinde gerçekleştireceği manevi bir yolculuğun sonucunda Rabbiyle yakınlaşmasını sağlayacak olan ahlâkî eğitimdir. Cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, kendi varlığından Hakk’ın varlığına, kısaca Allah'a ulaşmak üzere gerçekleştirilen manevi bir yolculuktur. Seyr mertebeleri; seyr ilallâh, seyr fillâh, seyr ma‘allah ve seyr anillâh olmak üzere esfar-ı erbaa adı verilen dört mertebedir. Bu dört mertebenin ilk ikisi ile velayet makamına, diğer ikisi ile ise irşad makamına erişilir. Seyrü sülûk yolları; ibadet ve amel sahiplerinin yolu olan tarik-i ahyar, mücâhede ve riyâzet sahiplerinin yolu olan tarik-i ebrar ile aşk, cezbe, muhabbet sahiplerinin yolu olan tarik-i şüttar olmak üzere üç yoldur. Seyrü sülûk esasları; tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murakabe ve rıza olmak üzere on esastan oluşmaktadır. Seyrü sülûk yolcusu salike giyim-kuşam ve yeme-içme derdi, zâhirî engel olarak zikredilir. Manevi engeller ise; velîlik arzusu, keramet talebi, övülme isteği, riyaset derdi, meşhur olma sevgisiyle bunlardan doğan kibir, haset, aldatma, öfke, hırs gibi kusurlar zikredilir. Seyrü sülûk metotları, nefsanî ve ruhanî terbiye olmak üzere iki çeşittir. Nefsanî terbiyede nefis için yedi mertebe tespit edilmiş olup, her bir mertebede esma-i hüsnâdan bir isimle zikir yaptırılıp bir üst mertebeye geçirilir. Ayrıca çile ve riyazet yöntemleri kullanılır. Ruhanî terbiyede ise letâif-i hamse adı verilen manevi latîfeler kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ isimli latîfelerin her birine ism-i zat ve nefy ispat zikri çektirilerek ruhu kaplayan manevi kesâfet dağıtılarak terbiye gerçekleştirilir. Hak yoluna giren sâliklerin ilk adımı olan irade, tasavvufta; insanın bir şeye inanıp ona azmetmesi, istemesi, tam anlamıyla Hakk’a yönelerek halktan yüz çevirmesidir. Mürid ise; Allah'a vuslatı arzu eden, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmak isteğiyle nefsini dünyanın nimetlerinden alıkoyan, ibadetlerle ilgilenip lezzetlerden yüz çevirerek olgunluğa ulaşan, bu olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanarak iradesini Hakk’ın ve mürşidinin iradesine 116    teslim eden kimsedir. Müridliğin alametleri olarak; ilim tahsil edip onunla amel etmek, mâlâyanîden kaçınmak, musibetlere sabretmek, günahlara tevbe etmek ve iradesini kontrol altına almak gibi sıfatlar zikredilir. En belirgin özelliği ise, günahlardan uzak durup güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmasıdır. Müridler; nefsi için Allah'ı isteyen, ümid ve korkuya göre hareket eden mürid, yalnız Allah'ı murad eden, ceza veya ödül etkisiyle olmadan, saf teslimiyetle amel eden mürid ile hiçbir şey dilemeyen, Allah tarafından kendisi için ne murad edilmiş ise onu isteyen, nefsine hal ya da makam vermeyen mürid olmak üzere üç çeşit olup, sonuncusu en üstün mürid çeşididir. Kendi isteğiyle yola çıkan, hedefe ulaşmak için çile ve zorluk çekerek ilerleyen talipliye mürid denirken, bundan farklı olarak Hak tarafından bir cezbe ile tüm aşamaları tek defada geçmek suretiyle yolculuğunu tamamlayan sâlike ise murad adı verilir. Müridlere yolculuktaki durumuna göre mübtedî, müteşebbih, talib, müste’nif, kâsıd, sâlik, seyyar, mutasavvıf, derviş, fakir gibi isimler verilir. Müminler Allah'a olan yakınlık durumları, bilgileri ve yaşayışlarına göre avam ve havas olmak üzere iki grupta değerlendirilir. Herhangi bir terbiye sürecinden geçmemiş kimseler, avam tabakasından kabul edilir. Havas ise ilim ve marifet ehli, bir terbiye sürecinden geçen, böylece Allah'a kullukta avamdan sıyrılarak üstün bir konuma yerleşen kimselerdir. Havas tabakası sıddîk, mukarreb, melâmetî, sâbık, sûfî, ârif, muvahhid gibi bulundukları hâl ve makama göre isimler alan velîler zümresinden oluşmaktadır. Havas tabakasındaki müminlerin genel sıfatı olan velayet, sâlikin nefsiyle mücadelesi ve bundaki sabrı sayesinde Rabbi ile arasında oluşan yakınlıktır. Bu hâle sahip sâlike velî denir. Marifeti kemâle erene ârif, durmadan nefsi aleyhine çalışıp onu kınayana melâmetî, tasavvuf ahlâkıyla ahlâklanan kimseye sûfî, sıdk halinin sonuna ulaşana sıddîk, kurb makamlarında ilerleyene mukarreb, tevhid ehline ise muvahhid adı verilir. Havas dairesi içerisinde üst tabakaya oluşturan öncü velîlere ricâl adı verilir. Ricâl tabakası genellikle sayılarla ifade edilerek üç yüzler, kırklar, yediler, üçler ve kutup şeklinde bir hiyerarşi örneği sergilerler. Havas dairesi içerisinde irşad vasfı ile öne çıkan şahsiyetlere genel olarak delîl, sûfî, şeyh, mürşid isimleri verilmiş olup, ağırlıklı olarak şeyh ve mürşid isimlerinde karar kılınmıştır. Bir mürşidde görülen özellikler genelde; özü sözü bir, çalışkan ve gayretli, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ile mamur, bekâya ermiş, zühd ve takva sahibi, Allah yolunda olup başka bir gaye taşımamak zikredilir. Mürşid olmanın şartları olarak ise; manevi hastalıkları ve tedavisini mükemmel olarak bilmek en başta zikredilir. Seyrini tamamlamış olmak, ehl-i sünnet itikadına sahip olmak, âlim, âkil, cömert, cesur vera sahibi kimse olup, şefkat, tahammül, nezaket, îsâr, tevekkül, teslimiyet, rıza gibi güzel ahlak unsurlarını kendinde barındırmak, önde gelen şartlardandır. Ayrıca rüya tabiri yapabilmek, meşrepleri bilebilmek, müridin haline vâkıf olmak, müridin gidişatının nereye varacağını bilmek gibi şartlar da zikredilir. Sonuç olarak mürşidin; 117    diri, erkek, ehl-i sünnet mutekidi, âmil, muhlis, sâlih, sadık, ârif, muhsin, kâmil, meczûb, mukarreb, keşif ehli, silsile sahibi, halife ve mükemmil bir sûfî olması gerekir. Bu şartlardan birkaçını veya birini bile haiz olmayanın mürşidliği noksan olacaktır. Bir mürşid eliyle yetişerek sülûkunu tamamlamayan, cahil, bid’at ehli, kaba saba kimsenin mürşid olması söz konusu değildir. 118    KAYNAKÇA ACLÛNÎ, Keşfü’l-Hafâ, Kahire, Mektebetü’l-Kudsî,1351 AKBULUT Fikri, Bir Osmanlı Yüzbaşısının Kaleminden Tasavvuf, 1. B., Konya, Ensar Yayıncılık, 2006 AKOT Bülent, Müştâk-ı Bitlîsî Hayatı, Eserleri Ve Tasavvuf Anlayışı, 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011 AKŞEMSEDDİN, Makâmât-ı Evliyâ-Evliyâ Makamları, (haz. İhramcızade İsmail Hakkı Altuntaş, https://ismailhakkialtuntas.files.wordpress.com/2011/03/evliya-makamlari.pdf ALİ BEHCET EFENDİ, Şeyh, Risâle-i Ubeydiyye-Âdâb-ı Nakşibendiyye, (haz. Siraceddin Önlüer), 1. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2012 ANKARAVÎ, İsmail, Minhâcü’l-Fukarâ-Fakirlerin Yolu, (haz. Sadettin Ekici-Meral Kuzu), 3. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011 ARABÎ, Muhammed Nûr, Noktatü’l-Beyân, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, (haz: Tahir Hafızalioğlu), 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012 BAĞDÂDÎ, Abdulkahir, el-Fark Beyne’l-Fırak, Mektebetü Muhammed Ali Sabîh Ve Evlâduh, Kahire, t.y BOLAT Ali, Melâmetîlik, 3. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011 BUHÂRÎ, Sahîh, 5. B., Beyrut-Dımaşk, Dâru İbni Kesîr, 1994, ----------, Edebü’l-Müfred,3. B., Beyrut, Daru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 1989 BURSEVÎ, İsmail Hakkı, Kitâbu’l-Hitâb’tan bir bölüm-Gayb bahçesinden seslenişler – içinde-, (haz. Tahir Hafızalioğlu), 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012 119    ----------, Usûl-i Aşere Şerhi-Tasavvufî Hayat –içinde-, (haz. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996 CÂMÎ, Abdurrahman, Nefehâtü’l-Üns, (çev. Lâmiî Çelebi, haz.Süleyman Uludağ- Mustafa Kara), 4. B., İstanbul, Marifet Yayınları, 2008 CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 5. B., İstanbul, Ağaç Yayınları, 2009 CÎLÎ, Abdülkerîm, el-Kemâlâtü’l-İlâhiyye-İlâhî Kemaller, trc: Cevher Caduk, 1. B., İstanbul, İlkharf Yayınları, 2011 ÇERHÎ Yakûb, Neynâme, (çev. Ahmed Cahid Haksever), 1. B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2009 DÂRİMÎ, Müsned, Beyrut, 1. B., Dâru İbn Hazm, 2002 DÂYE, Necmeddîn, Mirsâdü’l-İbâd-Tasavvuf Yolu, (çev. Halil Baltacı), 1. B., İstanbul, İFAV Yayınları, 2013 DERİN, Süleyman, Kur’an-ı Kerim’de Seyr u Sülûk, 1. B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2013 DEYLEMÎ, Firdevsü’l-Ahbâr, 1. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1987 EBÛ DÂVUD, Sünen, 1. B., Beyrut , Dâru İbn Hazm, 1997 ELHÜSEYNİ, Muhammed Mübârek, Ehl-i Tasavvuf, 2. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2016 ELMALILI, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Ankara, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1960 ERZURUMÎ, İbrahim Hakkı, Marifetnâme, (haz. Abdullah Aydın), 1. B., İstanbul, Mehdi-Seda Yayınları, 1999 GEYLÂNÎ, Abdulkâdir, el-Fethu’r-Rabbânî-Âlemlerin Anahtarı, (çev. Osman Güman), 1. B., Gelenek Yayınları, 2010, İstanbul ----------, Gunyetü’t-Tâlibîn’den Tasavvuf ve Tarîkat Âdâbı, (çev. Osman Güman), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2013 120    GAZÂLÎ, Ravzatü’t-Tâlibîn-Hak Yolunun Esasları, (çev. Dilaver Selvi), 4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2006 ----------, Eyyühe’l-Veled-Gençliğe Öğütler/Ey Oğul, (çev.Hüseyin Okur), 5. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2007 ----------, Eyyühe’l-Veled, 4. B., Beyrut, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, 2010  GÜRER Dilâver, Abdulkâdir Geylânî, 6. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2013 HADDÂD, Abdullah b. Alevî, Risâletü âdâbi sülûki’l-mürîdîn, (çev. Muhammed Danışman), 1. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2015 HAKÎM, el-Müstedrek, 2. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2002 HÂNÎ, Muhammed b. Abdullah, Behcetü’s-Seniyye-Nakşibendî Âdâbı, (çev. Siraceddin Önlüer), 1. B., İstanbul, Semerkand, 2011 HARRÂZ, Ebû Saîd, Kitâbu’l-Ferâğ-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 ----------, Kitâbu’l-Hakâik-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 ----------, Kitâbu’l-Keşf Ve’l-Beyân-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 ----------, Kitâbu’s-Safâ-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 HEREVÎ, Abdullah Ensârî, Menâzilüs-Sâirîn-Tasavvufta Yüz Basamak, (çev. Abdurrezzak Tek), 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2008 HEYSEMÎ, Mecmau’z-Zevâid, 1. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, t.y. HÜCVİRÎ, Keşfü’l-Mahcûb-Hakikat Bilgisi, (çev. Süleyman Uludağ), 3. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010 ISBEHÂNÎ, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, (çev. Hüseyin, Hasan ve Zekeriya Yıldız), 1. B., İstanbul, Ocak Yayınları, 2015 İBN ÂBİDÎN, İcâbetü’l-Gavs-Gavsın Esrarı, (çev. Hakan Tatlısu), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2015 121    İBN ACÎBE, Bahru’l-Medîd, (çev. Dilaver Selvi), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011-2015 ----------, Fütûhât-ı İlâhiye, (çev. Dilaver Selvi), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2014 ----------, Mi’râcü’t-Teşevvüf-Sûfîlerin El Kitabı, (çev. Ahmet Murat Özel), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 İBN ARABÎ, Hilyetü’l-Ebdâl-Allah Erlerinin Süsü-Hakikat Yolcusuna Kılavuz-içinde-, (çev. Muhammed Bedirhan), 2. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2010 ----------, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin Bâbü’ş-Şuyûh bölümü-Hakikat Yolcusuna Kılavuz- içinde-, (çev. Muhammed Bedirhan), 2. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2010, İstanbul İBN ATÂULLÂH, Miftâhu’l-Felâh-Gönüllerin Neşesi Zikir, (çev. Abdullah Mağfur), 1. B., İstanbul, Üsküdar Yayınlar), 2008 İBN BÂKÛYE, Hikâyâtü’s-Sûfiyye-Kalplerin Makamları-içinde, (çev. Hacı Bayram Başer), 1. B., İstanbul, Hayykitap Yayınları, 2015 İBN EBİ’D-DÜNYÂ, Kitâbu’l-Evliyâ, 1. B., Beyrut, Müessesetü’l-Kütüb’is-Sakafiyye, 1993 İBN FÛREK, el-İbâne An Turuki’l-Kâsıdîn, (çev. Ahmet yıldırım-Abdulgaffar Aslan), 1. B., İstanbul, T.C. Yazma Eserler Kurumu Bşk. Yayınları, 2014 İBN MÂCE, Sünen, Riyad, Beytü’l-Efkâru’d-Devliyye, t.y. İBN MÜBÂREK, Abdullah, Kitâbü’z-Zühd, 2. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004 İBN MÜNEVVER Muhammed, Esrâru’t-Tevhîd-Tevhidin Sırları, (çev. Süleyman Uludağ), 1. B., İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2004 İBN ZERRÛK, Ahmed, Kavâidü’t-tasavvuf-İslam Tasavvufunun Temel Esasları, (çev. Ali Pekcan, İbrahim Aydın, Mustafa Topcu), 1. B., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2015 İZUTSU, Toshihiko, Füsûs’daki Anahtar Kavramlar, (çev. Ahmed Yüksel Özemre), 4. B., İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005 122    KARABÂŞ-I VELÎ, Mi’yar-ı Tarikat-Tarikat Âdâbı, (haz. Mustafa Tatcı, Cemal Kurnaz), 1. B., Ankara, Alperen Yayınları, 2002 KÂŞÂNÎ, Abdürrezzâk, Letâifü’l-A’lâm-Tasavvuf Sözlüğü, (çev. Ekrem Demirli), 4. B., İstanbul, İz Yayınları, 2015 KIRIMLI, Selim Dîvâne, Burhânü’l-Ârifîn ve Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn-Ariflerin Delili Müşkillerin Anahtarı, (haz. Mustafa Tatcı-Halil Çeltik), 2. B., Ankara, Akçağ Yayınları, 2004  KELÂBÂZÎ, Taarruf-Doğuş Devrinde Tasavvuf, (çev. Süleyman Uludağ), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1992 KUŞEYRÎ, er-Risâle-Kuşeyrî Risâlesi,(çev. Dilaver Selvi), 3. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2007 ----------, Letâifü’l-İşârât, (çev.Mehmet Yalar), 1.B., İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2012 KÖLE Bekir, Zeynüddîn-i Hâfîi Ve Tasavvufi Görüşleri, 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2011 KÜBRÂ, Necmüddîn, Fevâihu’l-Cemâl-Tasavvufî Hayat –içinde-, (haz. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996 ----------, Risâle İle’l-Hâim-Tasavvufî Hayat –içinde-, (haz. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996 ----------, Usûl-i Aşere-Tasavvufî Hayat –içinde-, (haz. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996 MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtü’l-Kulûb-Kalplerin Azığı, (çev. Dilaver Selvi), 4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011 MUSLU, Ramazan, Tasavvuf El Kitabı, (ed. Kadir Özköse), 3. B., Ankara, Grafiker Yayınları, 2015, MÜCEDDİDÎ, Raûf Ahmed, Dürrü’l-Ma’ârif-Mârifet Deryasından İnciler, (çev. M.Ali Özkan), 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2015 MÜSLİM, Sahih, Riyad, Beytü’l-Efkâru’d-Devliyye, 1998 123    NAHÇİVÂNÎ, Nimetullah, Hidâyetü’l-İhvân, (çev. Orkhan Musakhanov), 1. B., İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2012 NESÂÎ, Sünen, Beyrut, Dâru’l-Marife, t.y. NÛRİ, Eroğlu, Tasavvuf Bi’t-Tarîkat-Tasavvufa Dair, (haz. Mustafa Tatçı), 1. B., Ankara, Alperen Yayınları, 2003 RÛMÎ, Eşrefoğlu, Müzekki’n-Nüfûs-Nefisleri Temizleyen, haz. Ahmet Kasım Fidan, 1. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2010 ÖNGÖREN, Reşat, “Şeyh”, DİA, C. XXXIX, s. 50-52 SERRÂC, Ebû Nasr, el-Luma-İslam Tasavvufu, (çev. Hasan Kâmil YILMAZ), 2. B., İstanbul, Erkam Yayınları, 2012 SİRHİNDÎ, İmâm-ı Rabbânî Ahmed, Ma’ârif-i Ledünniyye- Ariflerin Halleri, (çev. Necdet Tosun), 1. B., İstanbul, Sufi Yayınları, 2006 ----------, Mektûbât-ı Rabbânî, (çev. Talha Hakan Alp-Ömer Faruk Tokat-Ahmet Hamdi Yıldırım), 4. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2011 SÜHREVERDÎ, Avârifü’l-Ma’ârif-Gerçek Tasavvuf, (çev. Dilaver Selvi), 3. B., İstanbul, Semerkand Yayınları, 2004 ----------, İrşâdü’l-Mürîdîn, (çev. Mehmet Emin Fidan), 3. B., İstanbul, Hâcegân Yayınları, 2006 ----------, Avârifü’l-Ma’ârif, 1. B., Kahire, el-Mektebetü’s-Sekâfeti’d-dîniyye, 2006 SÜLEMÎ, Beyânu Ahvâli’s-Sûfiyye-Mutasavvıfların Halleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Beyânu Zeleli’l-Fukarâ-Fakirlerin Hataları Ve Gerekli davranışları (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Cevâmiu Âdâbi’s-Sûfiyye-Sufilerin Âdâbını İhtiva Eden Kitap (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 124    ----------, Deracâtü’l-Muâmelât-İşlemlerin Dereceleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Kitâbu’l-Mukaddime fi’t-tasavvuf-Tasavvufa Giriş (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Kitâbu Nesîmi’l-Ervâh-Ruhların Nesimi (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Kitâbu Sülûki’l-Ârifîn-Âriflerin Sülûkü Meselesi (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Menâhicü’l-Ârifîn-Âriflerin Yolları (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Mes’eletü Deracâti’s-Sâdıkîn-Tasavvufta Sadıkların Dereceleri (Tasavvufun Ana İlkeleri/Sülemî’nin Risâleleri içinde), (çev. Süleyman Ateş), Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 ----------, Risâletü’l-Melâmetiyye, (haz. Ebu’l-Âlâ Âfîfî), 1. B., Beyrut, Menşûratü’l- Cemel, 2015 ----------, Tabakâtü’s-Sûfiyye, (haz. Mustafa Abdulkâdir Atâ), 3. B., Beyrut, Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, 2010 ----------, Zikru’n-Nisveti’l-Müteabbidâti’s-Sûfiyye, (haz. Mustafa Abdulkâdir Atâ), 3. B., Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2010 SÜYÛTÎ, el-Câmiu’s-Sağîr, Dımaşk, Dâru’l-Fikr, t.y. ŞABÂNÎ, Ünsî Hasan, Kelâm-ı Azîz, (haz. Mustafa Tatcı, Cemal Kurnaz), 1. B., İstanbul, Sufi Yayınları, 2011 ŞİMŞEK, Halil İbrahim, 18.Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendî-Müceddidîlik, 1. B., İstanbul, Litera Yayıncılık, 2016 125    ŞİRVÂNÎ, Seyyid Yahya, Şifâü’l-Esrâr-Sufi Yolunun Sırları, haz. Mehmet Rıhtım, 3. B., İstanbul, Sufi Yayınları, 2014 TABERÂNÎ, el-Mu’cemül-Kebîr, 2. B., Kahire, Mektebetü İbn Teymiyye, 1983 TEK Abdurrezzak, Tasavvufî Mertebeler-Hace Abdullah el-Ensârî el-Herevî Örneği, 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2008 ----------, Nakşîliğin Osmanlı Topraklarına Gelişi: Molla Abdullah İlâhî, 1. B., Bursa, Emin Yayınları, 2012 ----------, Tarihi Süreçte Tasavvuf Ve Tarikatlar, 2. B., Bursa, Emin Yayınları, 2017 TİRMİZÎ, Hakîm, Hatmü’l-Evliyâ-Velîliğin Sonu, (çev. Salih Çift), 1. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2006 TOSUN, Necdet, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, 4. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2013 ----------, Bahâeddîn Nakşbend, 6. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2015 TOKÂDÎ, Musa b. Şeyh Tâhir, Mantıku’l-Gayb, Gayb bahçesinden seslenişler –içinde-, haz. Tahir Hafızalioğlu, 2. B., İstanbul, İnsan Yayınları, 2012 ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Istılahları-Tasavvufî Hayat –içinde-, (haz. Mustafa Kara), 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1996 ----------, Dört Kapı Kırk Eşik, 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010 ----------, İslâm’da İrşâd, 2. B., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2014 ----------, “Sülûk”, DİA, C. XXXVIII, s. 127-128 ----------, “Fakr”, DİA, C. XII, s. 132-134 YAZICI, Tahsin, “Derviş”, DİA, C. IX, s. 188-190 YILMAZ, Hasan Kâmil, Ana hatlarıyla Tasavvuf Ve Tarîkatlar, 14. B., İstanbul, Ensar Yayınları, 2011 126