T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLÂM EDEBİYÂTI BİLİM DALI NÂMIK KEMÂL DÎVÂNI’NDA DİN VE TASAVVUF (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Zeliha GÖÇMEN BURSA-2015 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLÂM EDEBİYÂTI BİLİM DALI NÂMIK KEMÂL DÎVÂNI’NDA DİN VE TASAVVUF (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Zeliha GÖÇMEN Danışman: Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ BURSA-2015 ÖZET Yazar adı ve Soyadı : Zeliha Göçmen Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Bilim Dalı : Türk İslâm Edebiyatı Bilim Dalı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : viii+ 113 Mezuniyet Tarihi : ……/………………./ 2015 Tez Danışmanı : Bilal Kemikli NAMIK KEMÂL DÎVÂNI’NDA DİN VE TASAVVUF Tanzimat Dönemi’nde Tasavvufî düşüncede bir duraklama görülmüştür. Bu dönemde Batı edebiyatı örnek alınarak pek çok alanda olduğu gibi edebiyatta da yenilik peşinde koşan sanatçılar eski edebiyatı eleştirmişlerdir. Bu sanatçıların başında gelen Nâmık Kemâl için tasavvuf, ilk gençlik yıllarında tanıştığı şeyh, hoca ve şairlerin etkisi ile ilgilendiği bir gençlik hevesidir. Şinâsi ile ve dolayısıyla Batı edebiyatı ile tanışmasının ardından eski edebiyata karşı çıkmış, hatta bu şiir geleneğini sertçe eleştirmiştir. Devletin içinde bulunduğu durum onu toplum için sanat yapmaya yönlendirmiş, sanatta estetik zevk arayışından uzaklaştırmıştır. Eski edebiyat bu dava adamına göre içtimaî fikir açısından oldukça kısır kalmıştır. Nâmık Kemâl, on yedi yaşından yirmi iki yaşına -Şinâsi ile tanışmasına- kadar yazdığı dîvânını sonradan yok saymıştır. Gerek oğlu Ali Ekrem, gerekse edebiyat araştırmacıları bu Divân’ı incelemeye değer görmemiş, Nâmık Kemâl’in şiirlerinden söz edileceği zaman sonraki yıllarda yazdığı şiirleri ele almışlardır. Bu çalışmada yaşadığı olaylardan dolayı düzenli eğitim alamayıp kendi kendini yetiştiren, çok okuyan, çok yazan Nâmık Kemâl’in Dîvân’ı incelenmiştir. Bu çalışmanın inceleme kısmı, giriş ve iki bölüm halinde hazırlanmıştır. Giriş bölümünde, Nâmık Kemâl’in yaşadığı XIX. yüzyılın özellikleri, devrin siyasi ve sosyal durumu, kültürel ve edebî hayatı kısaca ele alınmıştır. Birinci bölümde, Nâmık Kemâl’in hayatı, eserleri ve edebî kişiliği hakkında bilgi verilmiştir. İkinci bölümde ise Dîvân’ da yoğun olarak kullanılan dinî ve tasavvufi terimler önce açıklanmış sonra da bu terimlerin kullanıldığı beyitler incelenmiştir. ANAHTAR SÖZCÜKLER Nâmık Kemâl, Dîvân, Tasavvuf , Türk İslâm Edebiyatı iii ABSTRACT Name and Surname : Zeliha GÖÇMEN Üniversite : Uludağ University Enstitü : Social Science Institution Field : Main Department of Islamic History and Arts Bilim Dalı : Department of the Turkish- Islamic Literature Tezin Niteliği : Master Sayfa Sayısı : viii+ 113 Mezuniyet Tarihi : ……/ ……./ 2015 Supervisor : Bilal Kemikli RELIGION AND SUFIZM IN NÂMIK KEMÂL’S DIVAN There was a pause in sufi thought during the Tanzimat years. At this term - taking the western Literature as an example - the literature writers who wanted to chase the new age style critized the old literature, just like many of the other area artists did. For Nâmık Kemâl, the leader of these artists, sufism was a youth willing that he once interested in by the effecet of the poets, religious people and hodjas that he met in his early years. After he met Şinâsi what meant to meet with western Literature, he protested the old literature; what’s more he critized that poem culture heavily.The condition that the goverment was in directed him to do the art for the society and got him away from stylistic thought in art. According to this missionary man, old literature was very barren from the point of social thought. Nâmık Kemâl, then dismissed his Dîvân which he wrote from the age of 17 to the age of 22 -the age that he met Şinâsi- Neither Ali Ekrem, his son nor the other literature researchers found that this divan was worth to be studied. They took his latest poems into consideration when they talked about Nâmık Kemâl’s poems. In this work, Nâmık Kemâl’s - who couldn’t get contionuus education because of the events that he had faced and had aducated himself by reading and writing a lot -sufi dîvân was studied- The evaluation part of this work was prepared in two parts as introduction and two other sections- In the introduction part, XIX. Century’s characteristics, in which Nâmık Kemâl lived, that century’s political and social condition and the cultural and literature life is evalueted brifly. In first section Nâmık Kemâl’s life, works and literature character were mentioned. In section two, the religious and sufi terms that were mentioned in the Dîvân were explained first and then the sentences in which these terms were mentioned were evalueted. KEY WORDS Nâmık Kemâl, Dîvân, Sufizm, Turkish Islamic Literature iv ÖNSÖZ Tanzimat Dönemi’nin üç büyük ustasından biri olan Nâmık Kemâl’in gençliğinde klasik geleneğe uygun tasavvufî temaya ve mazmunlara çokça yer vererek bir dîvân yazdığı edebiyat çevrelerince pek bilinmemektedir. Tasavvufun ve tasavvufî eserlerin ilmî yaklaşımlarla akademik çevrelerce inceleme girişimlerinin arttığı günümüzde Nâmık Kemâl’in eserine nazar etmek ve şâirin tasavvufî şiirlerinde hangi manaların saklı olduğunu ortaya çıkarmak gerekiyordu. Her ne kadar bu Dîvân, başta şâirin oğlu Ali Ekrem olmak üzere edebiyat araştırmacıları tarafından incelemeye gerek görülmese de bu yaklaşım doğru değildir. Yirmili yaşlarda bir dîvân yazmanın hiç de kolay olmadığının düşünülmesi ve önemsenmesi gerekir. Şâirin İbrahim Şinâsi ile tanışmasından sonra Klasik edebiyata yönelik fikrî değişimi düşünüldüğünde kendisinin bu Dîvân’a yüz çevirmesini bir dereceye kadar normal ancak kendisi dışındaki edebiyatçıların eseri göz ardı etmeleri hayret vericidir. Nâmık Kemâl’in Dîvân’ını ele almak ve incelemeye değer bulunmayan bu eseri analiz etmek için yola çıktım. Annesini küçük yaşta kaybetmiş bir insan hayatta neye sahip olursa olsun öksüzdür ve gam yüklüdür. Nâmık Kemâl’in erken yaşlarda şiir vadilerinde dolaşmasının bir sebebi sekiz yaşında annesiz kalması olabilir. On üç yaşında bir çocuğun bu kadar asker ceddi varken ve Kars’ta binicilik ve atıcılık dersi alıyorken şiire alâka duyması ruhundaki inceliği göstermektedir. Dîvân okumak ve tasavvufî şiir yazmak Nâmık Kemâl için bir ergenlik dönemi hevesi olarak da görülebilir. Hocası Mehmet Efendi’den özel dersler alan Nâmık Kemâl, örnek bir öğrencidir. Meraklı, istekli ve çalışkan… Ancak Nâmık Kemâl, Batılılaşmanın başladığı Tanzimat Dönemi’nde Klasik edebiyata sırtını dönerek kendinden sonraki ediplere fikir öncülüğü yapmıştır. Nâmık Kemâl’in asıl şâirliğini devletin içinde bulunduğu şartları haber aldığında doğaçlama söylediği şiirlerinde görmek mümkündür. Ancak bu dava adamının Tanzimat Dönemi ve sonrasındaki şiirleri çok azdır. Bunun sebebi sürgünlerle bozulan sağlığının onu genç yaşta ölüme götürmesi ve farklı türlerde çok sayıda eser vermesi olabilir. Şâir, büyük olasılıkla ölümüne yakın dönemde tarih ansiklopedisi yazmakla meşgul olduğu için şiir yazmamıştır. Vatan aşkı ile yanan ve milletin geleceği için çırpınan bu devlet adamı, zamanın şartlarından dolayı teşbihli, mecazlı şiirlerini refah günlerinin bir meyvesi olarak görmekte, belki de bu zorlu günlerde böyle şiirler yazmanın davasına katkı sağlamayacağını düşünmektedir. Çok okuyan, çok yazan, çok tesir eden ancak az yaşayan Nâmık Kemâl’in Dîvân’ını incelemenin, eserin yazıldığı dönemin tasavvufî hayatına ayna tutacağı inancındayım. Bu tezin konusunu belirleyen, çalışma sırasında yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ’ ye, tezin son şeklini verirken önerilerinden yararlandığım Prof. Dr. Mustafa KARA’ya, tezi baştan sona okuyup değerlendiren ve tashih konusunda değerli zamanlarını ayıran Yard. Doç. Dr. M. Murat YURTSEVER’e teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca yüksek lisans yapma konusunda beni teşvik eden babama, dualarında beni hiç unutmayan anneme, yıllar sonra öğrencilik yaparken ihtiyaç duyduğum şevk verici konuşmaları için ablama, çalışmamın her aşamasında maddî ve manevî destek olan eşim Mahmut Göçmen’e, tez döneminde kendilerine yeterli zaman ayıramadığım oğullarım Mert Mikdat ve Melih Berat’e sonsuz sevgi ve şükranlarımı sunarım. Bursa 2015 Zeliha GÖÇMEN vi İÇİNDEKİLER TEZ ONAYI …………………………………………………………………………...…… ii ÖZET…………………………………………………….……………………………….......iii ABSTRACT …………………………………………………………………...……….….....iv ÖNSÖZ…………………………………………………………………...……..…….…….....v İÇİNDEKİLER ………………………………………………………………...……….…..vii KISALTMALAR …………………………………………………………………...…….....ix GİRİŞ …………………………………………………………………………….………...…1 NAMIK KEMÂL’İN YAŞADIĞI DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ ……………………..…..3 1.1. DÖNEMİN SİYÂSÎ VE SOSYAL DURUMU………………...……………..…..3 1.2. DÖNEMİN KÜLTÜREL VE EDEBÎ HAYATI ……………………………...….3 BİRİNCİ BÖLÜM NÂMIK KEMÂL’İN HAYATI, ESERLERİ, EDEBÎ ŞAHSİYETİ 1.NÂMIK KEMÂL’İN HAYATI …………………………………………...……………….6 1.1.İLK GENÇLİK DÖNEMİ: MEHMET KEMÂL (0-17 YAŞ)……………………..6 1.2.ŞAİR NÂMIK (17-22 YAŞ)…………………………………………………….....8 1.2.1. İstanbul’a Dönüş ……………………………………………………….8 1.2.2. Edebî Muhiti (Encümen-i Şuara) ……………………………………..8 1.3.GAZETECİ KEMÂL (22-30 YAŞ) ………………………………………….…....9 1.3.1. Şinâsi ile Tanışması ……………………………………………………9 1.3.2.Tasvîr-i Efkâr’da Yazı Yazması ……………………………………....9 1.3.3.Yeni Osmanlılar Cemiyetine Katılması ………………………….…..10 1.3.4. Londra - Paris Macerası …………………………………………..…11 1.4. NÂMIK KEMÂL (30-48 YAŞ) ……………………………………..……….....11 1.4.1. Sürgün Şâir’in Resmî Görevleri ……………………………………..11 1.4.2. Vefâtı …………………………………………………………..………12 2. NÂMIK KEMÂL’İN ESERLERİ ………………………………..……………..………13 3. NÂMIK KEMÂL’İN EDEBÎ ŞAHSİYETİNE DAİR …………………….…….……...15 İKİNCİ BÖLÜM NÂMIK KEMÂL DİVÂNI’NDA DİN VE TASAVVUF ŞİİR, DİN VE TASAVVUF…………………………………………..……………………..18 1.DİN…………………………………………………………………………………………22 1.1 İTİKAD ……………………………………………………………………….….22 1.1.1. Allâh …………………………………………………………………...22 1.1.2. Melekler …………………………………………………………….…24 1.1.3. Kitaplar ……………………………………………………………….27 1.1.4. Peygamberler………………………………………………………….28 1.1.4.1. Hz. Muhammed……………………………………………....28 1.1.4.2. Hz. Îsâ……………………………………………………..…30 1.1.4.3. Hz. Mûsâ………………………………………………...…...31 1.1.4.4. Hz. Yûsuf……………………………………………………..32 vii 1.1.4.5. Hz. Yakûb…………………………………………………….33 1.1.4.6. Hz. İbrâhim ……...……………………………………….….34 1.1.4.7. Hz. Süleymân…………………………………………….…..34 1.1.4.8. Hz. Yahyâ………………………………………………….…35 1.1.4.9. Hz. Eyyüb……………………………………………….……36 1.1.5. Âhiret Hayatı ……………………………………………………...….36 1.1.6. Kazâ ve Kader ………………………………………………….…….41 1.2.İBADET …………………………………………………………………….……42 1.2.1.Kelime-i Tevhîd ……………………………………………….….…...42 1.2.2.Namaz ………………………………………………………………….43 1.2.3.Hac ……………………………………………………………….…….44 1.3.İNANÇ …………………………………………………………………….……..45 1.3.1.İmân –Mümin …………………………………………………………45 1.3.2.İslâm ……………………………………………………….……...……46 1.4.DÖRT HALİFE ……………………………………………………….………….46 1.4.1.Hz. Ebu Bekir ……………………………………………………….…47 1.4.2.Hz.Ömer ……………………………………………………………….47 1.4.3.Hz. Ali ………………………………………………………………….47 2. TASAVVUF……………………………………………………..………………………...49 2.1. Âlem …………………………………….…...………………...………...49 2.2. Aşk ve Âşık……….…………………….……...……….……………......51 2.3. Belâ ……………… …………………………………………………..…57 2.4. Bezm-i Elest ………………………………………………………….....58 2.5. Cân ………………..………………………………………………….....60 2.6. Cevr ve Cefâ ……………………….………………………………..….62 2.7. Cezbe……………………………………………………….…………....64 2.8. Esmâ ……………………………………..……………………………...65 2.9. Gönül ve Sevdâ………………………………….………………………72 2.10. Halvet ………………………………………………………………….82 2.11. Havf ve Recâ …………………………………………………..………83 2.12. Hayret ………………………………………………………..…..…….84 2.13. İstiğnâ ………………………………….…………………………........84 2.14. Kesret ve Vahdet ……………...…………………….………………...85 2.15. Makamât ………………………………………………………………87 2.16. Mârifet, İrfan, Ârif…………………………………….…………..…..88 2.17. Mâsivâ ………………………………………….……………….…..….93 2.18. Melâmet ……………………………………………...……………..….94 2.19. Sülûk ve Sâlik………………………………….…………………….…95 2.20. Tarîk ……………………………………………..…………………….96 2.21. Tecellî …………………………………..……………..……….……….97 2.22. Terk ve Tecrit…………………………………..……………….……..98 2.23. Teslim ve Rızâ …………………………………..……………………100 2.24. Tevhîd ve Vücûd…………………………………………...…………100 2.25. Zâhid ve Rind ………………………………………………………104 SONUÇ………………………………………………………………….…………………..106 KAYNAKLAR……………………………………………………………………….…….108 EKLER……………………………………………………………………….……………..111 viii KISALTMALAR Kısaltma Bibliyografik Bilgi a.g.e. Adı Geçen Eser Bkz. Bakınız C. Cilt çev. Çeviren DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi EKEV Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı haz. Hazırlayan Hz. Hazreti İSTEM İslâm, Sanat, Tarih, Edebiyat ve Mûsikî Dergisi JASSS The Journal of Academic Social Science Studies Nr. Numara S. Sayı s. Sayfa ss. Sayfadan sayfaya SDÜİFD Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi SÜİFD Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi UÜSBD Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi p. Page vr. Varak Vol. Volume yay. Yayınları ix GİRİŞ Bu çalışmaya, Nâmık Kemâl’in ilk dönem şiirlerini içeren Dîvân’ında din ve tasavvufun yerini araştırmak gayesi ile başlandı. Öncelikle Nâmık Kemâl hakkında çokça kitap yazılmış olmasına rağmen şâirin kısa ama verimli geçen kırk sekiz yıllık ömründe yaşadıklarından süzülen bilgiler verilmeye çalışıldı. Nâmık Kemâl’in hayatını Mimar Sinan’ın eserlerinin vasıflandırılmasından esinlenerek üç devreye ayırmak mümkündür: şiirlerini dinî-tasavvufî duyuş ve düşünüşle kaleme aldığı çıraklık dönemi; İbrahim Şinâsi ile tanışmasından sonra edebî türlerin her alanında eser verdiği kalfalık dönemi ve pek az yaşayabildiği ustalık dönemi. Pek çok usta sanatçının -Necip Fazıl, Abdülhak Hamit, Tolstoy ve daha nice üstatların- en kâmil eserlerini kırk yaşından sonra kaleme aldıkları düşünülürse yaşadığı onca zorlu günlere ve hastalıklarına rağmen yazmaktan vazgeçmeyen Nâmık Kemâl’in ustalık dönemini yaşayamadığı anlaşılır. Bu açıdan edebiyat dünyası, müellifin ustalık eserlerinden mahrum kalmıştır. Şâir, yirmili yaşlarda dinî-tasavvufî şiirler yazarak bir dîvân tertip etmiştir. İbrahim Şinâsi ile tanışmasından sonra vatan, millet, adalet, hak, özgürlük gibi sosyal temalar şiirine girince şâirin şiirlerinde tasavvufî literatür kaybolmuş ancak dinî müktesebat varlığını korumuştur. O, bundan sonra kalemini inandığı değerleri anlatmada bir araç olarak kullanmıştır. Bazı edebî eserlerindeki karakterleri Türk-İslâm tarihinden seçtiği kahramanlardan esinlenerek oluşturan Nâmık Kemâl, Harzemşahlar Devleti’nin hükümdarı Celaleddin Harzemşah’ı aynı adı taşıyan eserde İslâm kahramanı olarak anlatmıştır. Devrinde yaşanan sosyal olaylara ilgisiz kalmayan Nâmık Kemâl, Ernest Renan’ın İslâm dinine olan saldırılarına karşı duyarlılık göstermiş, değerlerine sahip çıkarak sesini duyurmaya çalışmıştır. Fransız filozof ve yazar Ernest Renan, 29 Mart 1883’te Paris’te bir konferans vermiştir. Renan, bu konferansında özellikle İslâm' ın ilme ve gelişmeye engel olduğunu savunmuş ve Müslümanların kafalarının demir bir çember ile kuşatıldığı için zihinlerinin gerçeklere kapalı olduğunu ileri sürmüştür. Renan bu konferansta, İslâm’ın yaratıcı orijinallik bakımından dinlerin en zayıfı olduğunu, Kur’ân’ın baştanbaşa 1    mugalâtaya dayanan bir muhakemeler sistemine benzediğini öne sürmüştür. Ayrıca Renan, İslâm peygamberinde hile bulunduğu, İslâm hukukunun faydasız olduğu1 gibi pek çok iddiayı da ortaya atmıştır. Dücâne Cündioğlu, Nâmık Kemâl’in ‘malumât-ı kâzibe ve tahkikât-ı nâkısa ashabından’ olmakla nitelediği Ernest Renan’ın İslâm ve Müslümanlar hakkında bu denli ta’ciz ve tahkir edici sözler sarf etmesinin sebebini, İslâm’a duyduğu kin ve nefretten dolayı olduğunu ifade etmiştir.2 Renan, bu konferansında İslâm’ın ilerlemeyi engellediğini, insan zihnini dondurduğunu, Müslümanların İslâm’dan kurtulmadıkça gelişemeyeceklerini ileri sürmüştür. Renan’ın bu yanlış ve önyargılı görüşlerine diğer bazı Müslüman aydınlar gibi Nâmık Kemâl de cevap vermek mecburiyetini duymuş ve Renan Müdâfaanamesi başlıklı reddiyesini yazmıştır. O’nun “öfke ve küçümseyiş”3 yüklü bu müdâfaanamesini yayına hazırlayan Abdurrahman Küçük, Nâmık Kemâl’in memleketin her meselesiyle ilgilenmeyi kendine millî vazife saymış bir Türk aydını olduğunu ifade etmiştir. Küçük, ayrıca şâirin dinî ve millî meselelerde susmayacak kadar duygulu ve hassas oluşunu; vatanına, milletine, dinine karşı sevgisini; bütün değerlere sımsıkı bağlılığını anlatmıştır. Abdurrahman Küçük “Nâmık Kemâl, din, devlet, vatan ve millet değerler dörtlüsünü ifade eden ‘din ü devlet, mülk ü millet’ formülündeki anlayışı en iyi yansıtan bir fikir adamımızdır.”4 diyerek Nâmık Kemâl’i övmüştür. Abdurrahman Küçük, bu müdafaaname ile Nâmık Kemâl’in Müslümanların geri kalmalarının sebebinin İslâm’da değil, XII. yüzyıldan beri Batı’nın Doğu’ya tasallutu ve bundan dolayı tahsile imkân bulamayışında aranması gerektiğini, İslâm’ın mutaassıp değil, bilakis Avrupa’dan çok daha müsamahakâr ve hürriyetperver olduğunu ortaya koymaya çalıştığını ifade etmiştir.5 Nâmık Kemâl’in Renan Müdâafaanamesi’nin orijinal nüshasının başındaki bölümde eserin şânı yüce İslâm’ı, şer’î ve mantıkî aydınlatıcı delillerle hakkıyla yücelttiği yazılmıştır. 6                                                              1 Nâmık Kemâl, Renan Müdâfaanamesi, haz. Abdurrahman Küçük, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul, 1988, s.30. 2 Dücâne Cündioğlu “Ernest Renan ve Reddiyeler Bağlamında İslâm-Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı”, Dîvân ve Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, S.2, İstanbul, 1996, s.6. 3 Osman Cilacı, “Ernest Renan’a Karşı Türk İslâm Dünyasında Reaksiyonlar”, SDÜİFD, S.2, Isparta, 1995, s.181. 4 Nâmık Kemâl, a.g.e., s.66. 5 Nâmık Kemâl, a.g.e., s.VI. 6 Nâmık Kemâl, a.g.e., s.VI. 2    NÂMIK KEMÂL’İN YAŞADIĞI DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ Nâmık Kemâl’in yaşadığı dönem, Osmanlı Devleti’nin Çöküş Dönemi’dir. Dış borçlar altında ezilen bu “hasta adam” varlığını devam ettirebilmek için direnmektedir. Bu dönemde Dîvân edebiyatı adeta köklü ama yaşlı bir devletin son nefesini alıp verirken çıkardığı sesleri, Yeni edebiyat ise ondan sonra doğacak olan yeni devletin embrio oluşumunu temsil etmektedir. Altı yüz yıl süren bir oyunun son perdesi oynanırken yeni bir oyun ise bir taraftan yazılmaya başlanmıştır. Tanzimat Dönemi’nde gerek sosyal ve siyasî hayatta gerekse edebiyatta yeni ve eski, çatışma halindedir. Yenilik taraftarları için Batı, her alanda cazibesini göstermektedir. Halk arasında Batılı bir hayat yaşamak, aydınlar arasında sanat ve edebiyatta Batı’yı anlamaya çalışmak ve taklit etmek popülerdir. 1.1. DÖNEMİN SİYASÎ VE SOSYAL DURUMU Tanzimat Fermânı, 3 Kasım 1839 tarihinde Gülhâne Parkı’nda okunurken Nâmık Kemâl henüz doğmamıştır. Yaklaşık bir yıl sonra dünyaya gelen Nâmık Kemâl’in hayat çizgisi Tanzimat Dönemi ile birleşmiştir. Bu dönem, 1876 yılında Meşrûtiyet’in ilân edilmesi ile sona ermiştir. Nâmık Kemâl, Ziya Paşa ile beraber Avrupa ülkelerindeki Monarşi’den etkilenerek Meşrûtiyet yönetimini savunmuştur. II. Abdülhamit tahta geçerek Kanun-i Esasîyi ilan edince bu şâirlerin arzuladıkları Meşrutî yönetim başlamış olur. Sultan, Kanun-i Esasî’yi hazırlayan komisyona Nâmık Kemâl’i almasına rağmen aralarındaki anlaşmazlık sebebiyle şâir gözden düşmüş ve sürgüne gönderilmiştir. 1.2. DÖNEMİN KÜLTÜREL VE EDEBÎ HAYATI Nâmık Kemâl, kırk sekiz yıllık kısa hayatı boyunca -zindanlarda ve sürgünlerde olduğunda bile- elinden kalem düşmemiş, neredeyse tüm yazı türlerinde eser vermiştir. Nâmık Kemâl, Tanzimat edebiyatının üç büyük ustasından biridir. O, köklü bir aileden gelmiş ancak düzenli bir eğitim alamayarak kendi kendini yetiştirmiş bir otodidakttir. Diğer iki ustadan biri olan İbrahim Şinâsi, başta Nâmık Kemâl’in ustasıdır. Fevziye Abdullah Tansel, Recaizâde’nin Hâmid’e Şinâsi hakkındaki görüşünü sorması üzerine “Filvâki Şinâsi ne idi; ne olsa o bizim memleketimizde hiçbir şey olmaz idi; ânın 3    en büyük fazileti Kemâl’i meydana çıkarmasıdır. Edebiyat kütüphanesinin miftâhlarını öyle mâhir bir ele vermesidir.” cevabını aktarmıştır.7 Üçüncü isim olan Ziyâ Paşa8 ise Nâmık Kemâl’in hem Avrupa yolunda kader ortağı hem de fikir düellosunda rakîbidir.9 Avrupaî Türk edebiyatının yukarıda adı geçen kurucuları öncelikle gazetecidirler. Edebî tür olarak makalenin bu dönemde Türk edebiyatına girmesi, dönemin gazeteciliğinin temsilcisi olarak görülen Şinâsi vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Selman Bayer, Şinâsi’nin “Devrin hem siyâsî hem de edebî gelişimine sağladığı katkılarla Ziya Paşa ve Nâmık Kemâl’e kıyasla daha şuurlu ve kararlı bir Batılılaşma taraftarı”10 olduğunu belirtmektedir. Bununla beraber Hikmet Dizdaroğlu, “modern anlamda ilk gazetecimiz, yani bir mesele hakkındaki kişisel görüşlerini açıklayan ilk yazarımız Nâmık Kemâl’dir”11demiştir. Nâmık Kemâl’in halkı bilinçlendirmek üzere yazdığı gazete yazıları dikkat çakicidir ve bu konuda günümüz gazetecilerine izinden gidecekleri bir yol açmıştır. Tanzimat Dönemi’nde Batı dünyası ile temasın artmasının bir sonucu da açılan okullardır. Tıp, hukuk ve öğretmenlik alanında eğitim veren bu okullar, yeni bir nesil yetiştirmeye başlamıştır. Eğitim ve kültür merkezi olarak Encümen-i Dâniş, Fransız akademisi örnek alınarak kurulan bir okul niteliğindedir. Çeşitli bilimsel ve teknik eserler yazmak, tercüme etmek ve Türkçe’yi geliştirmek yolunda birkaç kitap yayımladıktan sonra encümen dağılır.12 Nâmık Kemâl işte bu ilimler akademisinde görev yapan Şinâsi’yi Batı’yı anlama çabalarında örnek almıştır. Nâmık Kemâl, Tanzimat’ın ilk aydınları gibi özellikle Fransız sanat ve edebiyatının eserlerini sunan bu okullarda okuyarak değil, Avrupa’da birkaç yıl yaşayarak Batı’yı tanımıştır. Belli bir yaşa kadar Şark kültürü ile beslenmiş olmasının etkileri hem hayatına hem de eserlerine yansımıştır.                                                              7 Fevziye Abdullah Tansel, Hususî Mektuplarına göre Nâmık Kemâl ve Abdulhak Hamit, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005, s.95. 8 İki mübtelânın budur sûreti/ Ziyâ’nın Kemâl iledir rif’ati (485/1) 9 Nâmık Kemâl, Tahrîb-i Harabât ve Takîp adı eserlerini Ziya Paşa’nın Harabât adlı eserini eleştirmek için yazmıştır. 10 Selman Bayer, Tanzimat Edebiyatının Din Anlayışında Şinâsi Örneği, UÜSBE, YL Tezi, Bursa, 2007, s.77. 11 Hikmet Dizdaroğlu, Nâmık Kemâl, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995, s.22. 12 Hüseyin Tuncer, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı I: Tanzimat Edebiyatı, Akademi Kitabevi, İzmir, 1992, s.4. 4    I. BÖLÜM NÂMIK KEMÂL’İN HAYATI, ESERLERİ VE EDEBÎ ŞAHSİYETİ 5    XIX. Asır Batılılaşma hareketlerine dikkat edilirse ortada bir programın olmadığı görülür. İlk hamleler el yordamıyla yapılmış gibidir. Fakat zaman geçip de hâdiselerin terbiyesiyle yetişen bir nesil iş başına gelince, az çok somut hedefler belirmiştir.13 İşte Nâmık Kemâl de bahsi geçen bu yeni neslin bir ferdi olacaktır. Ali Pulat, Nâmık Kemâl’in Türk edebiyatında fikre ve aksiyona bağlı edebiyat anlayışını ilk defa uygulayan ve bu yönüyle de tesirleri günümüze kadar gelen ediplerimizden biri olduğunu14 ifade etmiştir. Nâmık Kemâl kendisinden sonraki pek çok sanatçıya ufuk açmıştır. Fevziye Abdullah Tansel, Hamit’in “Sen, benim gönlümde, edebiyat için bir büyük şevk husûle getirdin” diyerek yetişmesinde, Nâmık Kemâl’in mühim bir rol oynadığını söylediğini aktarmıştır. Bu bağlamda Nâmık Kemâl’in hayatı ve eserleri dikkate değer niteliktedir. 1. NÂMIK KEMÂL’İN HAYATI 1.1. İLK GENÇLİK DÖNEMİ: MEHMET KEMÂL (0-17 YAŞ) Mehmet Kemâl, Tanzimat Fermanı’nın ilânından yaklaşık bir yıl sonra 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya gelmiştir. Şâirin doğumuna şâir Ârif Efendi isminde bir zât, şu tarihi düşürmüştür: “Erdi şeref bu dehre Muhammed Kemâl ile” (Rûmî 1256)15 Şâir, bu tarihi ileride bir gün eleştirecek ve “verdi” ile başlamasının daha manalı olacağını savunacaktır.16 Mehmet Kemâl’in soy ağacına bakıldığında paşalara, vezirlere, şâirlere rastlamak mümkündür. Şâirin en büyük ceddi 1731 yılında I. Mahmut zamanında vezir olan Topal Osman Paşa, hazırladığı ordusuyla Bağdat’ı kuşatarak şehri muhasaradan kurtarmış ve Nâdir Şâh’ı kaçmaya mecbur etmiş bir paşadır. Topal Osman Paşa’nın oğlu Ratib Ahmet Paşa ise Sultan Ahmet’in kızı Ayşe Sultan’la evlenmiş, devrinin önemli bir veziridir. Ratip                                                              13Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1997, s.72. 14 Ali PULAT, “ Nâmık Kemâl’in Şiirlerinde Yerlilik Düşüncesi Açısından Bir Bakış Denemesi, UÜSBD, S.2, Uşak, 2009, s.38. 15 Necip Fazıl Kısakürek, Şahsı, Eseri ve Tesiriyle Nâmık Kemâl, Büyük Doğu Yay., İstanbul, 1992, s.34. 16 Fevziye Abdullah Tansel, Nâmık Kemâl ve Abdulhak Hamit, s.105. 6    Ahmet Paşa’nın on oğlundan sonuncusu Nâmık Kemâl’in dedesi Şemseddin Bey’dir. III. Mustafa’nın mabeyncisi olan Şemseddin Bey, yüz dokuz yaşına kadar yaşamış, beş sultana hizmet etmiştir. Mehmet Kemâl, düzenli bir eğitim alamamış ancak her gittiği şehirde mutlaka âlim veya münevver şahıslardan ders ve feyz almıştır. Mehmet Kemâl kısa bir süre okula gitmiş, ailesi tafından özel ders alma imkânı sağlanarak çok yönlü yetiştirilmiştir. Mehmet Kemâl, babasını içgüveysi alarak Tekirdağ’a götüren, bazen terfî eden bazen de azledilen dedesi ile birlikte Afyon, Trabzon, Kars ve Sofya’da da yaşamak durumunda kalmıştır. İlk gençlik döneminde beş ay Beyazıt Rüştiyesi’ne, üç yıl kadar da Vâlide Rüştiyesine devam edebilen Nâmık Kemâl, bulunduğu şehirlerde farklı istidâtlarını geliştirme imkânı bulmuştur. Afyon’da Mevlevî Dergâhı Neyzenbaşı Coşkun Dede’den Mevlevîliği, Kars’ ta bir kır serdarı olan Kara Veli Ağadan biniciliği ve silah kullanmayı, kendisine muallim tayin edilen müderris Vâizzâde Mehmet Efendi’den tasavvuf ve eski şiir zevkini, İstanbul’a ikinci dönüşte aldığı özel derslerle Arapça ve Farsçayı, Sofya’da Fransızcayı öğrenmiştir. Mehmet Kemâl’in Sofya’da bir defter dolusu şiir yazdığında henüz on yedisinde bir delikanlı olması onun şiir vadisinde ne kadar azimli olduğunun ikinci bir göstergesidir. Birinci göstergesi ise henüz on iki yaşlarında iken gittiği Vâlide Rüştiyesi’ndeki hocası Şâkir Efendi’nin padişahın huzurunda talebesinin okuması için hazırladığı yetmiş beyitlik kasideyi okurken Mehmet Kemâl’in bunu o an hıfzına almasıdır. Mehmet Kemâl Sofya’da iken şâir Binbaşı Eşref Paşa, misafir olarak Sofya’ya Abdüllatif Paşa’nın yanına geldiğinde onun pek çok şiiri olduğunu görmüş ve şâire Nâmık mahlasını vermiştir: Kabul kılındı tevâzu’la nutk-ı nâçizim Edince zâtına Nâmık tahallûsun teşvik17 Nâmık Kemâl Sofya’dan ayrılmasına yakın, dedesi Abdüllatif Paşa’nın ve anneannesinin yönlendirmesiyle Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanım ile evlenmiştir. Bu hanım çok okuyan, ilim aşığı Nâmık Kemâl’in aksine eğitimsiz bir kişidir ve şâirin hayatının anlatıldığı kaynaklarda kendisinden pek bahsedilmemektedir.                                                              17 Saadettin Nüzhet Ergün, Nâmık Kemâl’in Şiirleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1941, s.IX. 7    1.2.ŞAİR NÂMIK (17-22 YAŞ) 1.2.1. İstanbul’a Dönüş Dedesi Abdüllatif Paşa’nın son memuriyetinden azledilmesi ile yeni evli Nâmık Kemâl ve aile fertleri İstanbul’a dönmüştür. Bir müddet sonra da kendisine annesinin vefâtından sonra annelik yapmış anneannesini, bir yıl sonra da kendisine babasından çok babalık yapmış dedesini kaybetmiş, sonra da eşi Nesîme Hanım’ı da alarak ikinci eşiyle yaşayan babasının yanına yerleşmiştir. 1.2.2. Edebî Muhiti (Encümen-i Şuarâ) Nâmık Kemâl, henüz on yedi yaşındayken (1857) son dönem Osmanlının edebî muhitinin önde gelen isimleriyle tanışma imkânı bulacağı Babıâlide Hariciye Nezaretine bağlı tercüme kalemine kâtip tayin edilmiştir. Şâir, yirmi yaşında (1860) dönemin şâirleri tarafından eski şiiri canlandırmak amacıyla kurulan Encümen-i Şuarâ topluluğuna katılmıştır. Eşref Paşa, Hersekli Arif Hikmet Bey, Şeyh Osman Şems, Ziyâ Paşa, Kâzım Paşa, Lebip Efendi, Manastırlı Hoca Nailî Efendi, Hâlet Bey, Recaizâde Celâl Bey gibi edebiyatçılardan oluşan Encümen-i Şuarâ, onun eski şiirin etkisinde şiir yazmasını sağlamıştır. Eşref Paşa Dîvânı’na manzum bir takrîz yazan Nâmık Kemâl’i yukarıda sayılan isimlerden en çok etkileyen, erken yaşta (38) vefat eden Leskofçalı Gâlip olmuştur. Genç şâir Nâmık, Hersekli Arif Hikmet’in Lâleli Çukurçeşme’ deki evinde her salı toplanan Encümen-i Şuarâ’ya katılmıştır. Bu toplantılarda üyelerin bir hafta içinde yazdıkları manzumeler okunmakta ve tenkit edilmektedir. Bu mecliste şiirleri okumakla görevlendirilen kişi ise genç şâir Nâmık olmuştur. Necip Fâzıl, bu toplantıların Nâmık Kemâl’deki şiir ve fikir zevkine yardım ettiğini, ondaki istidat kumaşına renk verdiğini ifade etmiştir.18 Bu topluluğun üyeleri bir yıl kadar bir araya gelme imkânı bulmuş, Leskofçalı Galib Bey’in Trablus’a görevlendirilmesiyle dağılmıştır. Şâirin gençliğinde etkisinde kaldığı bu şâirler, onun dil zevkinin gelişmesini, tasavvuf deryasına dalmasını sağlamıştır. Ancak bu toplulukta bulunduğu süre içinde yazdığı şiirlerin diğer şâirlerinkinden farklı bir havasının olması onun ayrı bir yoldan gideceğinin habercisidir.                                                              18 Kısakürek, Nâmık Kemâl, s.73. 8    1.3. GAZETECİ KEMÂL (22-30 YAŞ) 1.3.1. Şinâsi ile Tanışması (1862) Nâmık Kemâl İstanbul’da, Sofya’da iken öğrenmeye başladığı Fransızcasını ilerletmiş, Batı dünyasını bu sayede uzaktan tanımaya çalışmıştır. O, bir taraftan da ileride birçok yönden örnek alacağı Şinâsi’nin nesirlerini okumuş fakat beğenmemiştir. Mithat Cemal Kuntay, Nâmık Kemâl’in eline bir gün Şinâsi’nin “Hak tealâ azamet âleminin Padişehi/ Lâmekândır olamaz devletinin tahtgehi ” beytiyle başlayan “İlâhi” adlı manzumesinin geçtiğini ve hayretler içinde kaldığını şöyle anlatır: “Bu hayretten sonra Kemâl artık Şinâsi’nindir. Artık Çukurçeşme’deki evde her salı toplanan dîvân şâirlerinden biri değildir. Artık makale yazacak. İşte bu ‘artık makale yazacak’ tan sonra Hubyar’daki evin rahatı kaçacak. Kemâl’i gazeteci yapan Şinâsi Efendi, farkında olmayarak onu evinden alıp cemiyete verdi. Kemâl artık evin değildi, İstanbul hapishanesinindi, Magosa zindanınındı, en sonra da Midilli menfasının.”19 Hikmet Dizdaroğlu ise, Şinâsi’nin Nâmık Kemâl üzerindeki etkisinin büyütülmemesi gerektiğini söylemiştir: “Bu etki tavsiye ve telkin niteliğindedir. Kemâl’in ruh hâli bu tavsiye ve telkinlere açık olmasaydı, belki de bu çalışma verimli sonuç doğurmayacaktı. Huyları birbirine uymayan Şinâsi ve Kemâl, hayatta ve politikada ayrı yollardan gittikleri hâlde, edebiyatta ve yeni fikirlerin memlekete girmesi noktasında birleşirler.”20 1.3.2.Tasvîr-i Efkâr’ da Yazı Yazması Nâmık Kemâl, 27 Ekim 1862’de ilk olarak “Zenci” isimli fıkrasının yayımlanmasıyla Tasvîr-i Efkâr’ a girmiş, yazılarını yazarken sadece “Kemâl” diye imza atmaya başlamıştır. Mithat Cemal, Kemâl’in politikacı tarafını gazetenin öne çıkardığını anlatmış ve onu Tasvîr-i Efkâr’ da yeni, Hürriyet’te korkunç, İbret’ te olgun olarak vasıflandırmıştır.21                                                              19 Mithat Cemal Kuntay, Nâmık Kemâl Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2010, C. I, s.15. 20 Dizdaroğlu, Nâmık Kemâl, s.15. 21 Kuntay, Nâmık Kemâl, s.55. 9    Önceleri tercüme yazıları ve küçük fıkralar yazan Nâmık Kemâl, Şinâsi’nin 1865’te Paris’e kaçması ile daha yetkin yazılar yazmıştır. İstanbul’un yangınlardan kurtarılması, maliye meseleleri gibi toplumsal sorunları yazılarına konu edinmeye başlamıştır. Nâmık Kemâl, Tasvîr-i Efkâr’daki yazılarında devamlı olarak maârif meseleleri üzerinde durmuş, kadınların okutulması meselesini ilk defa o ortaya atmıştır.22 Burada eşi Nesime Hanım’ın ümmî bir kişi olması, Kemâl’in bu noktaya gelmesinde etkili olduğunu düşündürmektedir. Kaynaklarda Nâmık Kemâl’in hayatında eşinden başka kadına rastlanmaması, ailesine verdiği önemi göstermektedir. Necip Fâzıl ise onun kadınsızlığını ferdî hayatını içtimaî hayatına feda etmiş olmasına bağlamıştır.23 Ali Ekrem, hatıralarında babasının Midilli’de tanıştığı İngiliz hanım Madamme La Princesse Loisia hakkında “ Bu kadını gördün mü Ekrem? Siyâsîyatta, edebîyatta, her şeyde bana ders verebilir.” dediğini anlatmıştır. Şâirin “İngiltere’nin kibar sınıfında kadınlar elbette bizim erkeklerimizden daha yüksektir. Madame gibi hanımefendileri Londra’da yüzlerce görürsün, İstanbul’da böyle tek bir kadın yoktur. Ne zaman bizim de böyle kadınlarımız olursa o zaman bu vatan kurtulur.” 24 şeklindeki görüşlerinde kadınların eğitimi konusunda çağını aşan bir anlayışta olduğu apaçık görülmektedir. 1.3.3.Yeni Osmanlılar Cemiyetine Katılması (1867) XIX. Asır Batı dünyası bilim, sanat ve fikir açısından şark memleketlerinden ileridedir. Dönemin gençleri, özellikle Mahmut Nedim Paşa’nın yeğeni Mehmet Bey, Ayetullah Bey, Nuri ve Reşat Beyler olmak üzere dört genç, ara sıra biraraya gelip devletin idâre şeklinin yanlışlığını tartışmışlardır. Haziran 1865’te bir Cumartesi gecesi bu dört genç, bir yalıda sabaha kadar eğlenmiş, düşünmüş ve ertesi günü Belgrad ormanında geçirmeyi planlamıştır. O gece bu grup, Ayetullah Bey’in İtalyan Karbonari Cemiyetine ait kitaplarını okuyup gizli bir cemiyet kurmaya karar vermiştir. Bu cemiyetin adı: Yeni Osmanlılar, başkanı: Mehmet Bey, buluşma yeri: Tasvîr-i Efkâr idarehânesi olmuştur. Bu gençler aralarına Nâmık Kemâl’i almak için Nuri Bey’i görevlendirmişlerdir. Nâmık Kemâl, Veliaht Murat Efendi ile de bu örgütte tanışmıştır.                                                              22 Ömer Faruk Akün, “Nâmık Kemâl”, DİA, C. XXXII, İstanbul, 2006, s.364. 23 Kısakürek, Nâmık Kemâl, s.56. 24 Metin Kayahan Özgül, Ali Ekrem Bolayır’ın Hatıraları, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,1991, s.199. 10    Muhbir ve Tasvîr-i Efkâr’ da hükümet karşıtı yazı yazan Ali Suâvi ve Ziyâ Paşa gibi Nâmık Kemâl de İstanbul’dan tayinle uzaklaştırılmak istenmiştir. Ancak onlar yeni görev yerlerine gitmek yerine Mustafa Fazıl Paşa’nın daveti üzerine “Yeni Osmanlılar” adına yayın yapmak üzere Paris’e kaçmıştır. 1.3.4. Londra-Paris Macerası (1867-1870) Nâmık Kemâl ve arkadaşları 30 Mayıs 1867’de Paris’e ulaşmış, oradan 30 Haziran’da Londra’ya geçmiştir. Mustafa Fazıl Paşa, 10 Ağustos 1867’de Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ve Ali Suâvi’yi Paris’e çağırmış, onlara maaş bağlamış ve cemiyet adına Londra’da bir gazete (Muhbir) çıkarmaları için sermaye vermiştir. Aralarındaki anlaşmazlıktan dolayı Nâmık Kemâl, 28 Haziran 1868’de Londra’da yönettiği Hürriyet gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Nâmık Kemâl gazete vasıtasıyla meşrûtiyeti savunmuş, hâlihazırdaki yönetimin aksaklıklarına çözüm yolları üretmiştir. Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ile fikir ayrılığına düşünce Ali Paşa’ya yazı yazmama sözü vererek ülkesine dönmüş, Paşa vefat edene kadar (7 Eylül 1871) da kendi imzası ile yazı yazmamıştır. İsa Kocakaplan, Nâmık Kemâl’in edebî ve fikrî gelişmesinin Avrupa’da iken daha ileri seviyeye ulaştığını, sık sık tiyatroya gittiğini25, Leon Cahun ile dostluk kurduğunu ifade eder ve devam eder “Nâmık Kemâl, Avrupa dönüşünde medeniyet ve ilerleme konularını somut örneklerle ele almıştır. Çünkü bu iki değerin örneklerini Avrupa’da görmüş bulunuyordu.”26 Şâir, tüm bu izlenimlerinin semeresi olarak Avrupa’dan döndüğünde roman ve piyes yazmaya başlamıştır. 1.4. NÂMIK KEMÂL ( 30-48 YAŞ) 1.4.1. Sürgün Şâir’ in Resmî Görevleri 25 Kasım 1870’te İstanbul’a dönen şâir, başyazar olarak çıkarmaya başladığı İbret gazetesindeki bir yazısı yüzünden 26 Eylül 1872’de Gelibolu Mutasarrıflığı’na tayin edilmiş, 25 Aralık 1872’de İstanbul’a dönmüştür. Vatan yahut Silistre 1 Nisan 1873 tarihinde oynandığında halk coşkuyla piyesi izlemiş, piyes sonunda gösteri yapmıştır. Bu                                                              25 Feyziye Abdullah Tansel, şâirin Londra’da her akşam tiyatroya gittiğini aktarmıştır. Bkz. Fevziye Abdullah Tansel, Nâmık Kemâl’in Mektupları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1973, s.119. 26 İsa Kocakaplan, Nâmık Kemâl, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, s.21. 11    piyesin halk üzerindeki etkisi yüzünden Nâmık Kemâl, 9 Nisan 1873’te Magosa’ya sürülerek zindana atılmış, sonra şartları iyileştirilmiştir. Eserlerinin büyük bölümünü şâir burada yazmıştır. Nâmık Kemâl, Sultan Abdülaziz hal edilip V. Murat tahta geçince affedilmiş ve 16 Haziran 1876’da İstanbul’a dönmüştür. Sultanın aklî dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle 31 Ağustos 1876’da II. Abdulhamit tahta geçmiştir. Nâmık Kemâl Şûra-yı Devlet (Danıştay) üyeliğine getirilmiş, Kânun-i Esasî’yi hazırlayacak kurula üye seçilmiştir. Ancak Sultan’ın aleyhinde sözler sarf edince şâir, 10 Temmuz 1877’de Midilli’de ikâmete mecbur edilmiş, iki buçuk yıl sonra da kendisine Midilli mutasarrıflığı görevi verilmiştir. Burada Vâveylâ, Vatan Mersiyesi gibi ünlü şiirlerini yazmış, Celâleddin Harzemşah isimli eserini yeniden gözden geçirmiş ve Abdülaziz’e sunmuştur. Cezmi, Mukaddime-i Celâl ve Renan Müdâfaanamesi adlı eserlerini de Midilli’de iken kaleme almıştır. Nâmık Kemâl’i kendisine üstat kabul eden Abdülhak Hamit ile şâirin ilk buluşması Midilli’de gerçekleşmiştir. 1883 yılı Kasım ayında Bombay konsolosluğuna tayin edilen Hamit, vapurun Midilli’ye uğraması üzerine, Nâmık Kemâl’le bir buçuk saat görüşme imkânı bulmuştur.27Nâmık Kemâl burada halka hizmet ettiği, yirmi tane okul açtığı, adadaki Türkler’in sayısını artırmaya çalıştığı için Rumların şikâyeti üzerine 16 Ekim 1884’te Rodos Mutasarrıflığı’na atanmıştır. Tarih ilmine çok meraklı olan şâir, Osmanlı Tarihi adlı eserini burada yazmaya başlamıştır. Rodos’ta bir lise, üç cami yaptıran Nâmık Kemâl konsoloslardan birinin evine yapılan saldırının ardından Aralık 1887’de Sakız Mutasarrıflığı’na tâyin edilmiştir. 1.4.2. Vefâtı Şâirin Rodos’ta iken düzelen sağlığı Sakız’da yeniden bozulmuştur. Orada yaşadığı süre içinde, yazmakta olduğu Osmanlı Tarihi adlı eserini bitirmeye gayret göstermiştir. Ancak saray bu eserin bir bölümü yayınlanır yayınlanmaz eseri toplatmıştır. Padişaha yaptığı müracaatlar sonuç vermeyince şâir çok üzülmüştür. Kendisine zatürre teşhisi konmuş, çok geçmeden ecel oku şâirin canını 2 Aralık 1888’de muztarib kılmıştır.                                                              27 Dizdaroğlu, Nâmık Kemâl, s.14. 12    Kılar sihâm-ı ecel cânı muztarib Nâmık Olunca âşık eder intihâb-ı gamze-i şûh28 129/6 Şâirin naâşı, önce Sakız’da bir caminin avlusuna sonra da vasiyeti üzerine Gelibolu’daki Süleyman Paşa Türbesi’nin hazîresine defnedilmiştir. Şâir için, dönemin padişahı II. Abdülhamit, Tevfik Fikret’in planını çizdiği bir türbe inşa ettirmiştir. 2. NÂMIK KEMÂL’İN ESERLERİ Nâmık Kemâl şiir, makale, tiyatro, roman, mektup, biyografi, tarih ve tenkit alanlarında eser vermiştir. Genç yaşta tertip ettiği Dîvân’ın29 günümüzde çeşitli nüshaları mevcuttur. Şâirin bu nüshalardaki şiirlerinin sayısı farklılık gösterir. Nâmık Kemâl’in gerek bu Dîvân’da bulunan gerekse ilerleyen yaşta yazdığı şiirlerini, Saâdettin Nüzhet Ergün bir araya getirip bastırmıştır.30 Nâmık Kemâl, Şinâsi ile tanışmasından önceki döneme ait şiirlerini dinî-tasavvufî anlayışla kaleme almış, ancak Şinâsi ile tanışmasından sonra değişen hayatı ve fikirleri onu vatan, millet, hak, adalet gibi konuları ele almaya itmiştir. Böylece din ve tasavvuf teması şiirlerinde gerileyerek sosyal temler öne çıkmıştır. Nâmık Kemâl’in gazete ile gelişen düşünce yazıları, şiirinin de önüne geçmiş; hayatının son döneminde ise tarih ve araştırma merakı artmış, vefat etmeden önce Osmanlı Tarihi adlı eserinin büyük bölümünü tamamlamıştır. Nâmık Kemâl te’life makale yazarak başlamıştır. Nâmık Kemâl’in siyasî ve edebî iki bin kadar makalesi, başta Tasvîr-i Efkâr olmak üzere Hürriyet, İbret, Hadîka gibi gazetelerde yayımlanmıştır. Edebî makalelerinde eski edebiyatın kusurlarını bulmuş, yeni edebiyatı savunmuştur. Siyasî makalelerinde ise milletin tüm sorunlarına değinmiş, onları harekete geçirecek hissiyâtı yaymaya çalışmıştır. Nâmık Kemâl’in tiyatro türündeki eserlerinin başında Magosa’ya sürülmesine sebep olan Vatan Yahut Silistre (1873) gelir. Bu oyun edebiyat tarihimizde sahnelenen ilk                                                              28 Mefâilün fâilâtün mefâilün feilün 29 Nâmık Kemâl, Dîvân, Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi, İstanbul, 322. 30 Saadettin Nüzhet Ergun, Nâmık Kemâl’in Şiirleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1941. 13    tiyatro eseridir. Zavallı Çocuk (1873)31, Akif Bey (1874), Gülnihâl (1875), Celâleddin Harzemşah (1885) , Kara Belâ (1908) sanatçının tiyatro türündeki diğer eserleridir. Nâmık Kemâl, Celâleddin Harzemşah adlı eserinin önsözünde tiyatronun geniş bir değerlendirmesini yapmıştır. Bu, edebiyatımızda tiyatronun değerlendirildiği ilk yazıdır. Nâmık Kemâl romanı da milletin terbiyesi açısından bir araç olarak kullanmış, bu türde iki eser vermiştir. Bunlardan birisi olan İntibah (1876) ilk edebî roman, Midilli’de iken yazdığı Cezmi (1880) ise ilk tarihî roman olarak kabul edilmektedir. Nâmık Kemâl resmî, siyasî, edebî, samimî, dostâne, vatanperverâne binlerce mektup yazmıştır. O, bu mektuplardan bazılarını Recaizâde, Hâmid, Ebuzziya Tevfik gibi öğrencilerine göndermiştir. Otuz sene aralıksız mektup yazan sanatçı, muhataplarına karşı kimi zaman eleştirici, kimi zaman öğüt verici bir tutum sergilemiştir. Nâmık Kemâl, Evrâk-ı Perişân (1872) adlı eserinde Selahaddîn-i Eyyübî, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim’in biyografilerini anlatmıştır. Tercüme-i Hâl-i Emir Nevruz (1875) adıyla basılan eser ise Evrâk-ı Perişân serisine dâhil olduğu hâlde ayrı basılan bir biyografi örneğidir. Gençliğinde babası ile beraber tarih kitapları okuyan Nâmık Kemâl’in bu merakı ömrünün son yıllarında tarih eserleri yazmakla neticelenmiştir. Devr-i İstilâ (1871), Bârika-i Zafer (1872), Kanije (1874), Silistre Muhasarası (1874 ), Osmanlı Tarihi (1889), Büyük İslâm Tarihi (1975) onun yazdığı tarih türündeki eserleridir. Nâmık Kemâl tenkit türünde de eser vermiştir. Ziyâ Paşa’nın Harabât adlı eserindeki görüşlerini tenkit niteliğinde Tahrib-i Harabât (1885) ve Tâkip (1885) adlı eserlerini yazmıştır. Mukaddeme-i Celâl (1888),Celâleddin Harzemşah adlı eserinin ikinci baskısında bulunan önsözüdür. Nâmık Kemâl, İrfan Paşa’ya Mektup (1887) adlı eserini Mecmua-i İrfan Paşa adlı eseri tenkit için yazmıştır. Nâmık Kemâl’in dikkate değer bir diğer eseri olan Renan Müdâfaanamesi, Fransız edebiyatçısı ve filozofu Ernest Renan’ın Müslümanlık aleyhine yayımladığı esere karşı kaleme alınmıştır. Bu müdâfaanamenin ilk baskısı 1908’de küçük boy olarak 56 sahife hâlinde Osmanlıca basılmıştır. Nâmık Kemâl’in bu eseri Renan’ın İslâm’ın değerlerine karşı saldırılarına cevap niteliğindedir.                                                              31 Feyziye Abdullah Tansel, Abdülhak Hâmit’in Macerâ-yı Aşk ve İçli Kız adlı eserlerini Nâmık Kemâl’in üslûbunu taklit ederek yazdığını, İçli Kız’ın Nâmık Kemâl’in Zavallı Çocuk adlı eserine nazire olduğunu söylemektedir. Bkz. Tansel, Nâmık Kemâl ve Abdülhak Hâmid, s.12. 14    3. NÂMIK KEMÂL’İN EDEBÎ ŞAHSİYETİNE DAİR Nâmık Kemâl en çok tiyatro türünde eser vermiştir. Ancak o tiyatroculuğuyla değil, şâirliğiyle ün yapmıştır. Onun şiirdeki üslûbu ve şiirlerinin teması, zaman içerisinde dönüşüm geçirmiştir. İlk gençlik döneminde Sofya’da Ehl-i Beyt ve Mevlânâ sevgisini içeren şiirler yazan şâirin bir defter dolusu şiiri mevcuttur. Şâir, İstanbul’a geldiğinde bir dîvân tertîb edecek kadar şiire sâhiptir. Encümen-i Şuarâ şâirlerinden, Nâili32, Hersekli Ârif Hikmet33, Leskofçalı Gâlip34 gibi dönemin ünlü sîmalarından etkilenen şâir, onlara nazîreler de yazmıştır. Hırka-pûşum şimdi Hikmet-hâne-i endîşede Mürşid-i âlî-cenâbım Gâlib-i âgâhdır35 262/6 beytinin birinci mısrasında Hersekli Arif Hikmet’i, ikinci mısrasında ise Leskofçalı Gâlib Bey’i övmüş, ikisini de mürşid kabul ettiğini anlatmıştır. Nazm-ı Hikmet beyt-i ma’mûr-i maânîdir anın Revnak u ârâyiş feyz-i Hüdâ’dandır bütün36 222/11 diyerek Hersekli Ârif Hikmet’in şiirini yüceltmiştir. Burada beyt kelimesini tevriyeli olarak hem nazım birimi hem de Kâbe anlamında kullanmıştır. Şâirin kalemi, bu nazmı Hikmet Bey’e arz ettiğinde, her satır mahçubiyetten bir kan girdabına döner. Bu nazmı arz edince kalem mîr Hikmet’e Her satrı reng-i şerm ile girdâb-ı hûn olur37 277/8                                                              32 Bkz. Saadettin Nüzhet Ergun, Nâmık Kemâl’in Şiirleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1941, s.77. 33 Bkz. Ergun, a.g.e., s.83. 34 Bkz. Ergun, a.g.e., s.83 35 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 36 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 37 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 15    Nâmık Kemâl’in “Bir şûha bende ol ki esîri bulunmaya/ Bir zülfe beste ol ki esîri bulunmaya” beyti Nâilî’nin “Bir veche nâzır ol ki nazîri bulunmaya/ Bir zülfe beste ol ki esîri bulunmaya” beytine nazîredir. Şâir’in “ Deşt-i bî-pâyân-ı ye’sim Nâmıkâ berk-ı belâ/ Mezra-ı âmâlime şebtâb-ı hirmendir bu şeb” beyti Hersekli Ârif Hikmet’in “Tâbiş-i hüsnünle dâğ-ı sîne rûşendir bu şeb/ Dudmân-ı şûle-i cân sûziş efgendir bu şeb” beytine nazîredir. Nâmık Kemâl “Mecma’-i kavseyn-i imkân ü vücûbum ben Kemâl/ Âdemiyyet berzah-ı zât ü sıfât eyler beni” beytini de Leskofçalı Gâlib’in “Aşk kim şem’-i haremgâh-ı sıfat eyler beni/ Lem’a lem’a mahvedip îsâl-i Zât eyler beni” beytine nazîre olarak kaleme almıştır. “Vatan şâiri” olarak bilinen Nâmık Kemâl’in Şinâsi ile tanışmasından sonra üslûbu sertleşmiş, tema vatan38 , millet39 ve hürriyet40 gibi sosyal mevzûlara dönmüştür. Bundan sonraki şiirlerinde tasavvufî içerik kaybolsa da dinî değerler varlığını devam ettirmiştir. Şinâsi ile tanışmasının ardından içtimaî meselelere ve gazeteciliğe merak salarak şâir, makale türünde yazılar yazmış ancak şiir onun hayatından hiç çıkmamıştır. İsa Kocakaplan, onun eserlerinde işlediği fikirleri şöyle sıralar: milliyetçilik, hürriyet, kanun, ahlak ve vicdan, meşrûtiyet, iktisâdi fikirler, medeniyet fikri.41 O, bu fikirleri sadece düşünmek ve yazmakla kalmamış aynı zamanda yaşamıştır. Hikmet Dizdaroğlu, onun nesrinin çağının hâkim nesri olduğunu, hiç kimsenin zamanını ve zamanından sonrasını onun kadar etkilemediğini ve bu nesrin kendiliğinden ve birden oluşmadığını söyler ve devam eder “Tercüme odasındaki sâde üslûplu yazılar, Şinâsi örneği, Fransız fikir ve edebiyatını tanıma, nesrini meydana getiren başlıca tutamak noktalarıdır. Bunlara bir de eski tarihçilerimizden aldıklarını da katabiliriz. Gerçekten, tarihimizi iyi bilen Kemâl’in üslûbunda bu çeşni de vardır.”42 Gençliğinde babası, yıllar sonra ise oğlu ile tarih kitapları okuyan, Osmanlı Tarihi adlı bir ansiklopedi yazan Nâmık Kemâl şanlı tarihini yücelten, milletinin geçmişi ile gurur duyan bir Osmanlı aydınıdır.                                                              38 Vatanı hep boyamışken kane/ Böyle durmak mı düşer bîgâne (24/1) 39 Ben bu sinnimde esîr olmuş idim milletime/ Feyz-i hürriyet ü milliyet idi maksûdum (23/1) 40 Ben esîr-i aşkıyım sultân-ı hürriyet Kemâl/ Âlem-i yekser alâikten ser azâd etse de (104/12) beyitinde hürriyeti sultana benzetmekte ve herkesi özgür bıraksa bile kendisinin bu sultana esir olduğunu anlatmaktadır. Bu beyit Hürriyet Kasidesi’ndeki “Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk asâretten” mısrasındaki manayı çağrıştırır. 41 Kocakaplan, Nâmık Kemâl, s.26. 42 Dizdaroğlu, Nâmık Kemâl, s.18. 16    II. BÖLÜM NÂMIK KEMÂL DÎVÂNI’NDA DİN VE TASAVVUF 17    ŞİİR, DİN VE TASAVVUF Tanzimat Dönemi’nde toplumun her alanında Batılı hayat tarzı ve düşünce biçimi etkili olmuştur. Bu durum halkı kendi dinî ve manevî değerlerinden giderek uzaklaştırmış, İslâm dininin modernizmi engellediği, tasavvufî hayatın halkı çağın gerisinde bıraktığı anlayışı yayılmaya başlamıştır. Tanzimat Dönemi’nde toplumdaki bu dönüşümü fark eden sûfiler, tasavvufî hayatın sönmemesi için bir takım önlemler almaya çalışmışlardır. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi adlı kitabının “Tasavvufî Düşüncenin Duraklaması” başlığını verdiği bölümde bu amaçla kurulan birkaç müesseseden bahsetmiştir. Bunlardan biri olan Meclis-i Meşâyih, tasavvûfi hayatı tanzim ve kontrol etmek için Şeyhülislâmlık makamına bağlı olarak 1868 yılında açılan bir devlet müessesesidir. Meclis-i Meşâyıh, çeşitli merhaleler geçirmiş ve 1918 tarihinde bir nizamnâme ve sekiz adet talimatnâme yayımlamıştır. Bu yayınlardan o dönemdeki tasavvufî hayattaki problemler ortaya çıkmaktadır.43 Ali Yıldız, Tanzimat Dönemi’nde İbrahim Şinâsi’nin öncülüğünde Türk şiirinin içerikte değişim geçirdiğini ve tasavvufî duyuşun terk edildiğini ifade etmiştir. Ona göre bu husus açıkça dile getirilmez. Bunun sebeplerinden biri tasavvufa açıkça cephe almanın o dönemde imkânsız oluşu ve Tanzimat aydınının mevcut medeniyetin değerlerinden tamamen vazgeçmek istememesidir.44 Tasavvufî düşüncede duraklamanın gerçekleştiği “bir dönüm noktası” 45 niteliğindeki bir dönemde yaşayan Nâmık Kemâl, tasavvuf dersleri alarak genç yaşta dinî ve tasavvufî ruhla bir dîvân oluşturacak kadar şiir kaleme almıştır. Bu şiirlerinde tasavvufî kavramları son derece tabiî bir şekilde ve sıkça kullanan şâirin46 bağlı olduğu kesin bir tasavvufî ekol tespit edilememiştir. Bununla beraber Nâmık Kemâl’in hayatına bu nazarla bakıldığında çocukluğunda Afyon’da yaşadığı dönemde Mevlevî Dergâhı Neyzenbaşı Coşkun Dede’den sema çıkarmış olan şâirin hayatının her safhasında Mevlevîler ile teması olduğu görülür.                                                              43 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010, s.287. 44 Ali Yıldız, “Tanzimat Sonrası Türk Şiirinde Tasavvuf”, Turkish Studies, Volume 5/2, Spring, 2010, s.528. 45 Kadriye Hocaoğlu, “Tanzimat Birinci Dönem Şâirlerinin Dîvân Şiiri Hakkındaki Görüşleri”, JASSS, Vol. 5, Issue 8, December 2012, p.704. 46 Yıldız, “Tanzimat Sonrası Türk Şiirinde Tasavvuf”, s.534. 18    Necip Fazıl, şâirin Kars’ta yaşadığı yıllarda kendisine muaallim tayin edilen şeyhin ona kuvvetli tesir ettiğini, Nâmık Kemâl’e İslâm tasavvuf semasının büyük yıldızlarından Muhyiddîn-i Arabî’yi ve Mevlânâ’yı öğrettiğini ve hikmet zevkini kendisine verdiğini aktarmıştır.47Müderris Vaizzâde Mehmet Efendi adındaki bu zât, şâire edebiyat zevkini aşılamış; onun Nâbî, Sümbülzade Vehbî gibi şâirlerin dîvânlarını okumasına vesile olmuştur. Hurşîd gibi dağın edüp şûlever-i şevk Dünyâyı döner aşk ile âvârelerin hep48 223/2 beytiyle şâir, Mevlevî âyinlerinde semazenlerin sema yapmasını, güneşin şevkle ışık saçarak yana yana dönmesine benzetmektedir. Sema, sadece kendi ekseni etrafında dakikalarca dönmeyi ve salt mûsikîyi ifade etmez. Semanın işitme anlamı da göz önünde bulundurularak kâinattaki her sesin ritmini duyma ve vecd hâlini yaşamadır.49 Mevlânâ Mesnevi’sine “Dinle Neyden” çağrısı ile başlamıştır. Ney, Mevlânâ’nın öğretilerinde insanı temsil etmektedir. Ölürsem dâğ dâğ-ı aşk ile tâ haşre dek Nâmık Olur feryâd peydâ ney gibi her bir giyâhımdan50 182/5 beytiyle şâir, aşk ateşinin şiddetiyle ölecek olursa ney gibi her yanından bir feryâd çıkacağını anlatmaktadır. Şâirin Sofya’da bulunduğu yıllarda dedesinin yanına misafir olarak gelen Binbaşı Eşref Paşa, şâirde zaten var olan Ehl-i Beyt51 sevgisini güçlendirmiştir. Sofyalı şâir Vâmık’ı örnek alarak Âl-i abâ muhabbeti tesîrinde şiirler yazan şâire, Nâmık mahlasını yakıştıran da yine bu zâttır. Ömer Faruk Akün; şâirin, Vâridat’ını kopya ettiği Halvetî                                                              47 Kısakürek, Nâmık Kemâl, s. 41-42. 48 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 49 Bilal Kemikli, Dost İlinden Gelen Ses, Kitabevi Yay. İstanbul, 2004, s.101. 50 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 51 “Ey Ehli Beyt, Allah sizden günahı, her türlü fenalığı ve kötülüğü gidermeyi, sizi kemâl üzere tertemiz kılmayı murâd ediyor.” Ahzâb / 33 19    şeyhi Bâlî Efendi hakkında bir kıta tanzim ettiğini aktarmıştır.52 Buradan hareketle şâirin Halvetîlik tesirinde de kaldığı düşünülebilir. Ezelden beri aşk bezminin dervişleriyiz, Hz. Ali’nin evlatlarını sevmeyi telkin ediyoruz. Hırkapûş-i bezm-i ayn’ül-cem’-i aşkız tâ ezel Hubb-i evlâd-ı Alî’dir ma’ni-i telkînimiz53 312/2 Yukarıdaki beyitte şâirin Hz.Ali’nin evlatlarını sevmeyi telkin etmesi şâirin Alevîliğe yakınlığı ile değil54, Halvetîlik geleneğinin tesirinde olmasıyla bağdaştırılabilir. Süleyman Hayri Bolay’ın şâire ait, İzz-i dâreyni fedâdır maksâd-ı İslâm için Halkı te’mîn eylerim dînimle îmânımla ben55 193/2 beytini dikkate alarak Nâmık Kemâl için, “Kendisini dini İslâm uğruna adamış bir kimse olarak görüyor ve gösteriyor.”56 Demesi şâirin dinî hassasiyetini ve şâire ait aşağıdaki beyit onun tasavvufa olan ilgisini ifade etmektedir. Eser-i seyr-i makamât-ı mahabbetle gönül Hâl-i hayrette olur mahrem-i esrâr-i şühûd57 103/4 mısrâları onun da bir sûfî gibi seyr-i sülûk yolcusu olduğunu düşündürmektedir. Nâmık Kemâl bu beyitte, sâlikin makamlardaki seyrinden sonra hayret makamında İlâhî sırları anlayabileceğini ifade etmiştir. Ahmet Cahit Haksever, II. Abdülhamit döneminde yaygınlaşan jurnal hareketinden son derece rahatsız olduğunu, bu sebeple aralarında Nakşibendilerin de olduğu şüpheli                                                              52 Akün, “Nâmık Kemâl”, DİA, s. 364. 53 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 54 İlk gençliğinde tasavvufa ve onun umumî kıymet hükümlerine bağlı olan Nâmık Kemâl’in hususî manada Alevîlik ve Bektaşîlikle hiçbir alakası olmamıştır.” Bkz. Kısakürek, Nâmık Kemâl, s.67. 55 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 56 Süleyman Hayri Bolay, Nâmık Kemâl’in İslâm’a Bakışı, Diyanet Yayınları, Ankara, 1992, s. 25. 57 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 20    kişileri sürgüne gönderdiğini ifade etmektedir. II. Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilenlerden biri olan Nâmık Kemâl, Nakşibendi’58 ye mensup olduğunu hissettirecek şu beyitle ise bu tarikte gizli zikir yapıldığını ve sükûtûn önemini anlatmaktadır. Nakşbend-i aşkının zikr-i hafîdir hemdemi Hânkâh-ı câna sûretbahş-ı îkandır sükût59 299/5 Nâmık Kemâl, Dîvânı’nda dinî ve tasavvufî terimleri yoğun olarak kullanmıştır. Bu tezde şâirin sıklıkla kullandığı dinî ve tasavvufî terimler önce açıklanmış, sonra da bu terimlerin içinde geçtiği beyitler incelenmiştir. Her ne kadar elimizde Nâmık Kemâl Dîvânı adı altında yazma bir nüsha mevcut olsa da Saâdettin Nüzhet Ergun’un orijinal nüshaları karşılaştırarak oluşturduğu eseri60 esas alınarak beyitler incelenmiştir. Bu eser, şâirin şiirlerinin büyük çoğunluğunu bir arada bulundurması bakımından tez için uygun bulunmuştur. Eserde şâirin bütün şiirleri toplanmış ve şiirlerin hepsine numara verilmiştir. Bu kitapta şâirin kasîde, gazel, muhammes gibi aruzla yazılmış eski tarz şiirleri olduğu gibi sayısı çok olmamakla beraber hece ile yazılmış yeni tarz şiirleri de bulunmaktadır. Tez hazırlanırken şâirin tasavvufî şiirlerinden beyitler seçilmiş ve bu beyitler Saâdettin Nüzhet Ergun’un eserindeki sıra numarasına göre gösterilmiştir.                                                              58 Ahmet Cahit Haksever, “Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektâşîlik ve Nakşibendîlik Örneği” , EKEV Akademi Dergisi, S.38, Kış 2009, s.51. 59 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 60 Saadettin Nüzhet Ergun, Nâmık Kemâl’in Şiirleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1941. 21    1.DİN 1.1. İTİKAD 1.1.1. Allâh Allâh lafzı, Müslüman milletlerin dinî hayatında önemli bir yer tutmuş ve onların edebiyat, kültür ve sanat hayatına da büyük ölçüde tesir etmiştir. Halk edebiyatımızda ilâhi, nefes, nutuk gibi türlerle, Klasik edebiyatımızda tevhîd, münacaat, esmâ-i hüsnâ türleriyle Allâh yüceltilmiştir. Nâmık Kemâl’in eserlerinde ve özellikle Dîvân’ında Yaratıcı’ya olan inancının tesiri açıkça görülür. O, tasavvufî neşve ile yazdığı şiirlerinde Allâh’ı anlatırken Hak, Rab, Hüdâ, Mevlâ, İlâh, Kird-gâr kelimelerini kullanmıştır. Tasavvuf anlayışına göre Allâh, insanı yaratmış, sonra da kendi güzelliğini aks ettirsin diye dünyaya göndermiştir. İnsanın bu dünyada hedefi Allâh’ın eserlerini görmek, idrâk etmek ve Hakk’a varmaktır (41/2). Bu, Allâh sevgisiyle mümkün olacaktır. Etmedim hiç bâtıla bir hak tasavvur bir zaman İstinâdım Hakk’adır hep âlihâtın rağmına61 67/3 sözleriyle şâir, başka ilâhlar edinenlere nazaran bâtıla hiç yönelmediğini, hep Hakk’a dayandığını vurgulamaktadır. Şâire göre hakikî mü’min Hak’tan başkasına boyun eğmez, birliğe secde edenin iki kıblesi olmaz. Mü’min-i âgâh Hak’tan gayra etmez ser-fürû Sâcid-i vahdet-pereste kıblegâh olmaz iki62 137/4 Kalbi Hakk’a bağlamak gerekir (136/11). İki sevda bir kalpte olmaz. Rabt-ı kalb et Hakk’a geç kayd-ı alâyıktan Kemâl Olmaz aslâ âşık-ı merdûd bir sevdâ iki63 135/8                                                              61 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 62 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 63 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 22    O’nun Zât’ından bahsederken gereksiz konuşulmaz. Bu sebepten doğrudan yana olanlar, az konuşmayı tercih ederler. Güftügû kabil değildir bahs-i Zâtullâh’da Ol sebepden i’tiyâd-ı Hakşinâsândır sükût64 299/3 Yalvarılacak yegâne varlık Rab’dir (109/1, 166/1, 64/4). Şâir, huşuyla cezbeye gelip “Yâ Rab, Yâ Rab!" sesleriyle inledikçe arş ve kürsü titrer. Bâng-i yâ Rab yâ Rab eyler Arş ü Kürs’ü lerzenâk Cezbe-i vecd ile Nâmık bî-karâr oldukça ben65 192/7 Her gece aşkın verdiği dertten âh çeken şâirin iniltisi gökyüzündeki yıldızları tarumâr eylemiştir ve şâir Rabbi’ne o ayyüzlü (216/5) sevgilinin bu perişan hâlden haberinin olup olmadığını sormaktadır (263/3). Şâir, cihanı yakan âhının cehennemi doldurması için Rabbi’ne yalvarır (237/2) ve âhının cehennem ateşine sermaye olmasını ister (125/1). Ciğer pür âteş-i gam sîne çâk çâk-i cünûn Huzûr-i merhamet-i Kird-gâr’e dek gideriz66 314/4 beytinde şâir, Kird-gâr adıyla da anılan Allâh’ın huzuruna, sînesini parça parça ederek gideceğini anlatmıştır. Şâir, “Bildi tamâm âlem kim derdmend-i aşkım” diyen Fuzûli edasıyla; Derd-mend-i aşkıyım makbûl-i cânânım Hüdâ Hem rekâbet hem de vaz’-ı dilnevâz eyler bana67 50/3                                                              64 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 65 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 66 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 67 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 23    diyerek aşk derdine düştüğünü söyleyen şâir, eğer Hüdâ’nın yüzünü görmek mahşerde mümkün oluyorsa, o zaman âhımla âlemi alt üst et, demektedir. Şâir, bir an önce âh ederek kıyameti koparacak ve dîdâra kavuşacaktır. Âhımla Hüdâ âlemi zîr ü zeber eyle Ger mahşere vâbeste ise rü’yet-i dîdâr68 227/5 1.1.2. Melekler Allâh’ın emirlerine tam itaat eden iyi niyetteki nurânî varlık69 olarak vasıflandırılan melekler, nurdan yaratılmış ve kendilerine birtakım vazifeler verilmiştir. Meleklerin yaptığı işler arasında diğer tabiat varlıkları ile birlikte sürekli Allâh’ı yüceltme, O’na secde etme, emirlerini yerine getirme, Peygamber’e salât ve selam getirme, mü’minler için dua ve istiğfarda bulunma gibi vazifeleri Kur’an-ı Kerîm’de anlatılmıştır.70 Farklı sûretlere girebilen bu nûranî varlıların sayısını yanlızca Allâh bilir.71 Der melâik haşre dek yâ leyteni küntü türâb Rehgüzâr-ı devletinde hâksâr oldukça ben72 192/6 Şâir yukarıdaki beyitte, kendisini meleklerle kıyaslayarak Allâh’ın emrini yerine getirmede toprak gibi oldukça melekler de “Keşke toprak olsaydım.”73 meâlindeki âyeti haşre kadar tekrar ederler, demektedir. Ahsen-i takvîm olan insan topraktan yaratılmıştır. Şâir meleklerin de bu yüzden toprak olmak istediklerini ifade etmiştir. Burada şâir, tasavvufî anlayışta yaygın olan “insanın hevâ-i nefsini terk ederek meleklerin rütbesine çıkması” anlayışının tersine, meleklerin insan gibi olmaya çalışmalarını resmetmiştir. Sûfiler, meleklerin rütbesine ulaşmak için seyr-i urûcîde âdemilikten çıkıp meleklere ait olan melekût âlemine geçer.74                                                              68 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 69 Ali Erbaş, “ Melek 1 ”, DİA, C. XXIX, İstanbul, 2004, s.37. 70 M. Sait Özvarlı, “ Melek 2 ” , DİA, C.XXIX, İstanbul, 2004, s.40. 71 Müddesir, 31. 72 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 73 Nebe, 40. 74 Bilal Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı: İnceleme Metin, MEB Yayınları, İstanbul, 2000, s.111. 24    Nâmık Kemâl’in şiirlerinde en çok yer verdiği melek, Hz.Muhammed’in kalbine Kur’ân’ı indiren melek75 olan Cebrâil’dir. Dîvân’da İsrâfil, Kirâmen Kâtibin (244/3), İblis (72/6, 104/4, 228/4), Hârut76 adlı melekler de birkaç yerde zikredilmiştir. Şâir, bir beyitte kendini Cebrail’e, sözlerini ise âyete benzetmiştir. Levh-i kemâlim hâtırım nakş-âver-i esrâr-ı kül Cibrîl-i feyzim sözlerim âyât-ı münzeldir bana77 52/3 Şâir, ezelden beri güzeller güzelinin bezminin hizmetçisiyiz, bu mahremiyetten Cibrîl’in gönlü (40/2, 123/6, 180/5, 306/2) hâlâ hoşnut değildir, diyerek Cibrîl’in sevgiliyle olan yakınlığınından dolayı kendisini kıskandığını iddia etmektedir. Biz nedîmiz tâ ezel bir bezm-i hâsü’l-hâsa kim Mahremiyyetten dil-i Cibrîl hâlâ nâmurâd78 91/2 Şâir, mübâlağa sanatıyla, gönlünün Cibrîl’in vazifelendirilmesinden önce, sevgilinin feyzinden gelen vahiyle dolduğunu söylemektedir. Gönlümü etmişti feyzin hâmil-i vahy-i mübîn Bârigâh-ı kurba Cibrîl olmadan mahrem henüz79 324/3 Şâire göre, gökyüzü aşkın Kafdağı 80olmuş, orada ruhlar Cibrîl ile beraber kanat (252/2) çırpmaktadır (123/7). Dîvân’da Cibrîl, Rûhü’l-emîn (210/3, 74/3, 87/2, 231/3) ismiyle de zikredilir. Güzellik bezminin mumuna Rûhü’l-emîn pervânedir (150/6, 163/3). Güzeller güzeline âşık olan Cibrîl, aşkından mum etrafında dönen pervâneye benzetilmiştir.                                                              75 Bakara, 97. 76 “Halka sihri ve Babil’de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.” Bakara,102. 77 Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün 78 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 79 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 80 Kafdağı’nın “sûfînin yolculuğunda uğradığı durak” anlamı için Bkz. Bilal Kemikli, Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2010, s.34. 25    Şem’i bezm-i hüsnüne pervânedir Rûhü’l-emîn Ey fürûg-i tal’atı pîrâye-i eyvân-ı arş81 290/3 Nâmûs-ı ekber, Cibrîl’i ifâde etmek için kullanılan bir başka tamlamadır. Mest olup kazâ sırrını açığa vurdukça haşre kadar Nâmûs-ı ekber (279/2)’in başı utançtan önde olur. Burada Cibrîl, sır tutamayışından dolayı pişmanlık duymaktadır. Kazâ sırlarını fâş etmiş olmak Cibrîl için utanç vericidir. Mest olup sırr-ı kazâyı gamzen ettikçe iyân Haşre dek Nâmûs-ı ekber ser-be-pîş-i neng olur82 274/4 Melekler görünmezler, onların husûsî hayatları vardır. Bu durum şâir için önemli değildir. Şâir, gözden uzak olsalar ne olacak ki Kirâmen Kâtibin83 melekleri aşkımın destânını yazmadalar, demektedir. Dîdeden pinhân ise n’ola Kirâmen kâtibîn Dâstân-ı aşkımın tahrîr ü tedvînindedir84 244/3 Bâbil halkına imtihan ve uyarı için gönderilen, sihir öğreten Hârut85 meleği (178/3, 214/1, 160/1) fitne usülleri konusunda şâirin sevgilisinden geri kalmıştır. Gamzenin efsûnuna talebe olup her ilmi senden öğrensin, diyerek şâir sevgilisinin Hârut’u bile geride bırakacak kadar usta olduğunu ifade etmektedir. Rüsûm-i fitneyi Hârût gelsin senden öğrensin Füsûn-i gamzene şâgird olup her fenden öğrensin86 220/1                                                              81 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 82 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 83 Zuhruf, 80; İnfitar,11; Kaf, 17-18. 84 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 85 Bakara, 102. 86 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 26    Şâirin aşkı ve bu aşk için gönlünden çıkan âh öyle büyüktür ki dört büyük melekten biri olan İsrâfil meleği değil de şâir, sûr87a âh ederek üfleseydi, melek bu sesten dehşete düşebilir, canını verebilirdi. Dehşetinden belki İsrâfil ederdi terk-i cân Eylese bir âh gönlüm nâle-i sûr üstüne88 112/2 1.1.3. Kitaplar İlâhî kitaplara, özellikle de dört kitap olarak vasıflandırılan Kur’ân-ı Kerim, İncil, Tevrat ve Zebur’a imân etmek, İslâm dininde imânın şartlarındandır. Nâmık Kemâl, Hüdâ’nın sırlarından birinin, gönlün dört kitabı bir noktaya89 koyup özetlemesi olduğunu söylemektedir. Bir sırr-ı Hüdâ’dır ki gönül çâr kitâbı Bir nokta-i mevhûmeye kor muhtasar eyler90 235/3 Kur’ân-ı Kerim, kendinden önceki üç kitapla91 öz itibariyle aynıdır. Yunus da ‘çâr kitab’ın manasının, özünün bir olduğunu,“Dört kitabın mânâsı bellidir bir Elif’te ” diyerek vurgulamıştır. Kur’an-ı Kerîm doğru anlatılmalı ve anlaşılmalıdır. Şâir, Kur’ân-ı Kerîm’i kötü emelleri için kullanan insanların lânetleneceğini anlatır. Eden merâmına Kur’ân’ı hüccet-i tezvîr Sezâ-yi lâ’net olur sû-i i’tikâdı kadar92 226/9                                                              87 “O gün, yani kıyamet günü onlar deniz dalgaları gibi birbirlerine çarparak çalkalanırlar. Sur’a üfürülür, insanların hepsini bir araya toplarız.” Kehf, 99. 88 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 89 “Bütün harflerin, kelimelerin ve rakamların esasının nokta olması, tek varlığın çokluk şeklinde görünmesinin güzel örneğidir.” Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2012, s.279. 90 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 91 “Ey, kendilerine daha önce kitap verilen Ehl-i kitap! Yanınızdaki kitapları tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba da iman edin.” Nisâ, 47. 92 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 27    Dîvân’da Duhâ (37/1), İsrâ (37/1), Fetih (261/1), İhlâs (284/4) sûrelerinden iktibas veya telmih edilen ayetler vardır. Bâ-yı Bismillâh-ı kudret Vedduhâ velleyl-i aşk Levha-zîb-i hüsn-i dilberdir o zülf ü hâl ü ruh93 128/6 beyitinde Duhâ sûresinde geçen “vedduhâ velleyl” ifadesine şâir, aşk kelimesini yakıştırarak “Leyla’nın aşkı” tabirini oluşturmuştur. “İlk yaratılan şey olan Hz. Muhammed’in nûru bâ, onun altındaki nokta ise insân-ı kâmildir. Vücûdun ortaya çıkması bâ ile olmuş, nokta ile ibadet edenle kendisine ibadet edilen birbirinden ayrılmıştır. Hz. Ali de bâ’nın altındaki nokta benim, demiştir.” 94Şâir aşağıdaki beyitle kendisini aşkın büyük nüshasına, mümkinâtı ise bismillâhın ba harfinin (142/3) altındaki kara noktaya benzetmiştir. Nüsha-i kübrâ-yi aşkım ben vücûd-i mümkinât Bâ-yı Bismillâh95ımın bir nokta-i sevdâsıdır96 265/2 1.1.4. Peygamberler Allâh, ilâhî mesajını kullarına peygamberler vasıtası ile iletir. Dîvân’da peygamberlere teşbih ve telmih yoluyla geniş yer verilmiş, başta son peygamber Hz. Muhammed olmak üzere Hz. Îsâ’dan ve Hz. Mûsâ’dan sık bahsedilmiştir. Dîvân’da çok fazla olmamakla beraber Hz. Süleyman’a, Hz.İbrahim’e, Hz.Âdem’e, Hz. Eyyüb’e, Hz. Yahyâ’ya, Hz. Nûh’a, Hz. Dâvud’a da atıf vardır. 1.1.4.1. Hz. Muhammed Şâir, Hz. Muhammed’e dâir yazdığı beyitlerde onu değişik isim ve sıfatlarla anlatmıştır. O, fahr-i âlem (184/4), fahr-i cihân (206/5), mefhâr-i kevneyn (146/7),                                                              93 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 94 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.62. 95 Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin şerhlerinde en çok ‘besmele’ üzerine durulmuştur. 96 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 28    Rahmeten lil’âlemin (49/6) dir. Dîvân’da Hz. Muhammed, seçilmiş anlamına gelen müctebâ (113/7) kelimesi ile de vasıflandırılmıştır. Aşk ateşi şâirin gönlünde Muhammed’in (136/8) nûrunun zerresidir. Şâir var oldukça iki cihanda bu ışık parlayacaktır. Zerre-i nûr-i Muhammed’dir dilimde dâğ-ı aşk Her dü âlem fer bulur pertev-nisâr oldukça ben97 192/2 Gönülde her an Ahmed’in (149/2, 262/1, 206/3, 287/2) güneşinin nûru parlar, Hicret günü ile İsrâ gecesi benim için eşittir, diyerek şâir Hicret günü ile Mî’râç gecesinin kıymetli iki zaman dilimi olduğunu vurgulamıştır. Hz. Muhammed varlığın ilk nûru olmasından dolayı Hakk’ın ilk eseridir. Hakk’ın sevgilisi olması hasebiyle de Hakk’a en yakın olandır.98 Cilve-gerdir dilde her dem nûr-i mihr-i Ahmedî Rûz-i hicret leyle-i İsrâ müsâvîdir bana99 51/6 Cismimizin tozu ile güneşe sürme olmuşuz, kalpten yalvararak Mustafâ’nın ayağının tozuyuz, ifadeleriyle Muhammed Mustafâ’yı güneşe benzeten şâirin kendisi de onun ayağının tozu olmak için kalpten yalvarmaktadır. Sürme-i hurşîddir Nâmık gubâr-ı cismimiz Hâk-pây-i Mustafâ’yız ibtihâl-i kalb ile100 108/6 Şâir, Resûlullâh’ın (44/11, 117/5, 113/7) vasıflarının feyzi ile şiirini yüceltmiştir. Nâmık ettim feyz-i evsâf-ı Resûlullâh ile Satr-ı nazm-ı pâkimi ârâyiş-i ünvân-ı arş101 290/8                                                              97 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 98 Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı, s.111. 99 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 100 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 101 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 29    Hz. Muhammed’in Kur’ân-ı Kerim’den sonra en büyük mûcizesi Mi’râç102 mûcizesidir. Mi’râç’ta “Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu.”103 “Peygambere olan mesafesi iki yay aralığı kadar yahut daha az oldu.”104 meâlindeki ayetlerde geçen ‘kâbe kavseyn’ iki yay aralığı (44/6, 49/7, 203/3, 272/4, 299/1, 299/2, 51/5) kadar Hz. Muhammed Rabbi’yle yakınlaşmıştır. Allâh ile Resûlü’nün bu gece yürüyüşü ve Rabbi’yle gizli görüşmesi beyitlerde halvet (107/3, 124/5) ve mahrem (50/5) kelimeleri ile ifadesini bulur. 1.1.4.2. Hz. Îsâ İslâmî telakkîde âhir zaman alâmetleri arasında Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inişinin yer alması, onu yüzyıllardır hep gündemde tutmuştur. Hz. Îsâ, klasik Türk şiirinde annesi Hz. Meryem'in temizliği ve soyluluğu, kundakta iken konuşması, hastalara şifâ vermesi, ölüleri diriltmesi, sofrasının bereketi, eşeği, kendisini dünyevî işlerden soyutlaması, göğe yükselmesi, âhir zamanda nüzûlü, Deccâl'le mücâdele etmesi, Mehdî'ye tâbi olması gibi özellikleriyle yer almıştır. 105 Hz. Îsâ hastalara şifâ vermesi (126/6, 195/6, 118/12, 126/6, 141/1, 262/3, 269/3 ) ile bilinir. Şâir, mübâlağa yaparak “Öyle hastayım ki Îsâ’nın nefesi bile gelse iyileşmem çok zor.” demektedir. Hastegân-ı dîde-i bîmârına sıhhat muhâl Cevher-i rûh eylese enfâs-ı Îsâ’dan zuhûr106 271/5 Hz. Îsâ’nın nefesi ölüleri diriltir (86/11, 126/1, 123/5, 190/2, 219/4, 126/2, 213/3, 214/5, 267/1).Onun nefesi nefhâ-i cânbahştır. Şöyle bîtâb olmuşuz derdinle kim rencûr olur Nefha-i cân-bahş-ı Îsâ’dan ten-i fersûdumuz107 323/2                                                              102 Mi’râç hadidesi Kur’an-ı Kerimde İsra ve Necm surelerinde anlatılmaktadır. 103 Necm, 8. 104 Necm, 9. 105 Ömer Okumuş-Muhsin Kalkışım, “Klasik Türk Şiirinde Hazret-i Îsâ Mazmunu” Yağmur Dergisi, S. 44, İstanbul, 2009, s. 21. 106 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 107 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 30    Hz. Îsâ tecerrüd (116/2, 117/4, 124/2, 143/6, 241/2, 295/3, 330/5, 284/2, 275/5 ) etmiş, kendini dünyevî işlerden soyutlamıştır. Kıl âlem-i fenâdan Îsâ gibi tecerrüd Gerdûna sen de kendin kudsî cenâb göster108 238/7 Hz. Îsâ göğe (228/2, 312/2 ) yükselmiştir. Berk-i şemşîrinle eyle arz-ı şehrâh-ı visâl Arşa çıksın şevk ile Îsâ şehîdânın gibi109 131/2 Vatan-ı Osmânî adını verdiği gazelinin bir beytinde şâir hem Hz. Îsâ’ya hem de Hz. Mûsâ’ya (49/4, 49/5) atıfta bulunmuştur. Bu topraklarda Hz. Îsâ güneşe yükselmiş, burada Hz. Mûsâ’ya Hakk’ın nûru inmiştir. Bunda doğmuştur Mesîh etmişse de mihre suûd Bunda inmiştir Kelîm’e nûr-i Hak bil-iftihâr110 228/2 1.1.4.3. Hz.Mûsâ İsrâiloğullarını Firavun’un zulmünden kurtarıp hürriyete kavuşturan bir lider olan Hz. Mûsa, Kur’ân-ı Kerim’de seçilmişliği, güçlü ve güvenirliği, Hz. Muhammed’i müjdelemesi yönleriyle anlatılmaktadır.111 Tasavvuf edebiyatımızda Hz. Mûsâ; Tur Dağı’nda Yüce Allâh’la görüşmesi, asâsının yılan olması, asâsını yere vurunca Kızıldeniz’in yarılması ve sonra da kapanması, Kelimullâh olması, Firavun’un kendisine olan düşmanlığı (311/7), Hızır’la dostluğu gibi yönleriyle ele alınmıştır. Dîvân’da da Hz Mûsâ’nın bu vasıflarından bazıları ile ilgili beyitler vardır. Hz. Mûsâ, Tur Dağı’nda Allâh’la görüşmüştür (53/5, 86/1, 124/3, 128/3, 190/1, 218/2, 326/1, 330/13, 252/1, 280/1, 118/3, 271/3). Şâdetti sadâ-yi Erinî rûh-i Kelîm’i Oldukça gönül nâleger-i firkat-i dîdâr112 227/4                                                              108 Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün 109 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 110 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 111 Ömer Faruk Harman, “Musa”, DİA, C. XXXI, 2006, İstanbul, s.212. 112 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 31    Hz. Mûsâ Kelimullâh’tır ( 311/7, 287/7, 117/3, 221/1). Çünkü Hz.Mûsa, Allâh ile aracısız konuşmuştur. Gamzen ol gûyâ-yi vahdettir ki bî harf ü zebân Mahrem-i bezmin Kelîmullâh ise hâmûş olur113 280/2 Hızır, Hz. Mûsâ’nın dostudur ancak aşk yolculuğu zor olduğundan Hz.Hızır bile bu minneti çekmeyebilir. Allâh’ın nûru, bu yolculukta yol gösterici olarak Hz.Mûsâ’ya benzeyen âşığa yeter. Çekmez bu pûye-gâhta Hızr olsa minnetin Mûsâ-yi aşka nûr-i Hudâ rehnümûn yeter114 237/3 1.1.4.4. Hz.Yûsuf Nâmık Kemâl’in Hz.Îsâ ve Hz.Mûsâ’dan sonra en çok zikrettiği peygamber Hz. Yûsuf’tur. Hz.Yûsuf, Tasavvuf edebiyatımızda güzelliği, Zelihâ’nın kendisine olan aşkından dolayı yaşadıkları, zindana atılması, iffetli ve temiz olması yönleriyle ele alınmıştır. Dîvân’da sevgilinin güzelliği, Hz.Yûsuf’un güzelliğine (38/5, 191/2, 286/5, 272/2) benzetilerek anlatılmıştır. Ey Yûsuf güzelliğindeki sevgili! Seni gördükçe sevdâ coşar, gözyaşımın her damlasıyla ise bir kuyu peyda olur, diyerek şâir Yûsuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılmasını hatırlatır. Sevgilinin her bakışı ile şâir, adeta bin kuyuya düşmektedir. Seni gördükçe ey Yûsuf-melâhat cûş-i sevdâdan Olur her katresinden eşgimin bin çâh nâ-peydâ115 70/2                                                              113 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 114 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 115 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 32    Şâir kendisini Zelihâ’ya, Hz. Yûsuf’u da sevgilisine benzetmektedir (117/7, 146/3, 213/1, 258/6). Yûsuf yüzlünün eteğinin gölgesi toprağa düşse Zelihâ kabirde bile bin kere ümitlenir. Hâke düşse sâye-i dâmânın ey Yûsuf-cemâl Bin yed-i ümmîd eder kabr-i Zelihâ’dan zuhûr116 271/2 Zelihâ, Hz.Yûsuf’tan kâm almak istese de Hz. Yûsuf iffetlidir, böylece de temiz kalır (265/11). Yûsuf’un utancı dikenli gülün yapraklarıyla örtünmesine benzer. Pâktir dâmân-ı ismet-perverin tâ şöyle kim Şerm-i Yûsuf revnâk-i reng-i gül-i hârâsıdır117 265/5 Zelihâ’nın bu meyli ile Yûsuf’un gömleği yırtılmıştır (167/4, 199/1, 316/2, 266/6, 280/5). Zelihâ’nın eşi Mısır hükümdarı, bu olaydan sonra Hz. Yûsuf’u zindana attırmıştır (261/2). Sevgilinin saçı, güzelliğine perdedar oldukça firdevs bile Yûsuf’a zindan olur. Perdedâr oldukça zülfün gülşen-i dîdârıma Sâha-i firdevs-i a’la Yûsuf’a zindân olur118 275/4 1.1.4.5. Hz.Yakûb Hz. Yakûb, Hz. Yûsuf’un babasıdır. Kaynaklarda Hz. Yakûb, etkili duası, sesinin gür olması, kurtlarla konuşması, çok uzun mesafelerden Yûsuf’un kokusunu duyması, gam ve hüznü ile ele alınmıştır.119Ağabeyleri tarafından kuyuya atılan Yûsuf’un vahşi hayvanlar tarafından öldürüldüğünün söylenmesi ve kanlı gömleğini görüp bu yalanlara inanması ile Hz.Yakub ağlamaktan kör120 olmuştur (132/5, 317/4, 316/1). Şâir, ağlamaktan vücûdumu öyle zayıf yap ki gönlüm Yakub’un gözüne perde olsun, diyerek Hüdâ’ya yakarmaktadır.                                                              116 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 117 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 118 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 119 Mustafa Uzun, “Ya’kûb 2”, DİA, C. XLIII, İstanbul, 2013, s.276. 120 “Müjdeci gelip de gömleği Yakup’un yüzüne sürdüğü zaman, gözleri açıldı.” Yûsuf, 96. 33    Giryeden cismimi tâ şöyle zaîf ey ki Hüdâ Perde-i dîde-i Yakub ola beyt’ül-hazenim121 167/2 1.1.4.6. Hz. İbrâhim Hz. İbrâhim’in yürüttüğü tevhîd mücadelesi Allâh’a teslîmiyeti, azmi, sebâtı ve kararlılığı, zekâsı, sofrasının bereketi, misafirperverliği, seyehatleri, aile hayatı, oğlunu kurban etme girişimi şiirlere malzeme olmuştur.122 Allâh, Hz. İbrâhim’i dost ve Halîl seçmiştir (284/8). Hz. İbrâhim ise oğlu İsmâil’i Allâh için kurban etmek istemiştir (276/2). Tîg-ı hicrânına kurbân idi cân eylemeden Ten-i ferzend-i Halîl ülfet-i sâtûr henüz123 326/8 Hz. İbrâhim ateşe atılacakken ateş, berd ü selâm olmuş, gülbahçesine dönmüştür. Şâir, sevgilisinin bir selamıyla arzu ateşinin lalesinin açtığını ve bunun da İbrâhim’in gülbahçesine benzediğini söylemektedir. Bir selâmınla açup bir lâle dâğ-ı ârzû Benzedi gül-zâr-ı İbrâhim’e bâğ-ı ârzû124 300/1 1.1.4.7. Hz. Süleymân Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Süleymân’dan bahsedilen eserlerde genel olarak onunla ilgili şu özellikler ele alınır: hikmet, saltanat, ilim ve nübüvveti şahsında toplaması, problem çözme kabiliyeti, emrine rüzgârın verilmesi, kendisine kuş dili öğretilmesi, başka                                                              121 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 122 Mustafa Uzun, “İbrahim 2”, DİA, C. XXI, İstanbul, 2000, s.273. 123 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 124 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 34    hayvanlarla da konuşması, kendisinin insanlar, cinler ve kuşlardan oluşan ordusunun bulunması, asâsı, zenginliği.125. Rüzgârın gedâsıyım, makamım Süleymân’ın tahtı (53/7) bile olsa âhım ile yıkarım, diyerek şâir, âhının büyüklüğünü ifade etmek için mübâlağa sanatına başvurmuştur. Ol gedâ-yi rûzgârım ben ki Nâmık âh ile Mesnedim taht-ı Süleymân olsa berbâd eylerim126 169/8 Hz. Süleymân rüzgâra hâkimdir (184/6). Aşk mülkünün Süleymân’ı olan âşık da hasret iniltisiyle yüz rüzgâra hâkim olur. Bir âh-ı hasret ile Süleymân-ı mülk-i aşk Sad rûzgâra hâkim olur hâtem istemez127 305/2 Dîvân’da Hz. Süleymân’ın karınca hikâyesine atıf (266/11, 234/1) vardır. Hz. Süleymân bütün mahlûkatın dilini bilir, mahlûkâtın lisân-ı hâlinden anlar. Şâir, aşağıdaki beyitte kendisini Hz. Süleymân’a benzetmiş, kâinattaki sırlara vâkıf olduğunu, her zerrenin kendisiyle konuştuğunu ifâde etmiştir. Vâkıf-ı sırr-ı şuûnâtız lisân-ı hâlden Ol Süleymân’ız ki her bir zerre gûyâdır bize128 118/7 1.1.4.8. Hz. Yahyâ Hz. Yahyâ, Hz. Mûsâ’nın getirdiği dini yayan son peygamberdir. Hz. Îsâ’dan altı ay önce doğmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yahyâ’ya henüz küçük bir çocukken hikmet, kalp yumuşaklığı ihsan edildiği ve onun Allâh’tan sakınan, anne ve babasına karşı iyi davranan bir kişi olduğu belirtilmektedir.129 Galile ve Perea bölgesinin yöneticisi iken başı kesilmek suretiyle idam edilmesi130(219/2) yönüyle beyitlerde anlatılmaktadır.                                                              125 Ömer Faruk Harman, “Süleyman 1”, DİA, C. XXXVIII, İstanbul, 2010, s.59-60. 126 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 127 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 128 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 129 Âl-i İmran, 38-41; Meryem, 2-15. 130 Mahmut Aydın,”Yahya”, DİA, C. XLIII, İstanbul, 2013, s.233. 35    Şâir, sevgilinin bir bakışına hasrettir. Eğer sevgili bir kere aşkın eserlerine baksa Hz. Yahyâ’nın şehit olduğu yerden sanki taze kan fışkıracaktır. Bir nigâh etsen helâk-i aşkının âsârına Tâze hûn eyler şehâdet-gâh-ı Yahyâ’dan zuhûr131 271/4 1.1.4.9. Hz. Eyyüp Hz. Eyyüp, Kur’ân-ı Kerim’de sabırlı olma özelliği ile anlatıldığı gibi Dîvân’daki beyitlerde de bu özelliği vurgulanmıştır (131/3, 255/7). Şâir, kendini şikâyet nedir bilmeyen Eyyüp sabırlı âşığa benzetmekte ancak bu sessizlik gönlünde yaralar açmaktadır. Âşık-ı Eyyûb-sabrım iştikâ bilmem nedir Her dehân-ı zahm-ı sînemden nümâyândır sükût132 299/7 1.1.5. Âhiret Hayatı Hayât-ı câvidan (213/5) âhiret hayatıdır ve ölüm ile başlar. Ölüm, tasavvuf ehlince bir son değil bir başlangıç, dünya zindânından kurtuluş için bir berâet-nâmedir. Nâmık Kemâl, düğün ve acıyı, hayatı ve ölümü bir tuttuğunu söylemektedir. Yeksân biliriz sûr u gamı mevt ü hayâtı Sâbit-kadem-i ahd-i ezel ehl-i rızâyız133 322/4 Sûfiler ölümden korkmaz, bilakis bazıları ölürken tebessüm eder, bazıları sevincinden coşar, bazıları ölmeden cennetteki yerini görür.134Ölüm, idrâklerden gizlenmiştir; ölüm korkusu böylece azalmıştır.                                                              131 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 132 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 133 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 134 Süleyman Uludağ, “Ölüm 4” , DİA, C. XXXIV, İstanbul, 2007, s.37. 36    Değil bîhûde pîş-i dîde-i idrâkten pinhân Herâsandır ecel havf-ı nigâh-ı pür itâbından135 188/2 Ölüm, Dîvân’da ecel, mevt, merk gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Sihâm-ı ecel, şemşîr-i ecel, tîg-ı ecel, cellâd-ı ecel gibi tamlamalarla ölümün hedefini bir anda vurduğu ifâde edilmiştir (129/6, 131/1, 242/8, 274/1, 325/5).Ölümün kılıç, ok gibi nesnelere değil de kuşa benzetilmesi ise onu daha sevimli kılmaktadır. Cân-güdâz-ı çarh olur âh-ı kazâ te’sîrimiz Beyza-i mürg-i eceldir cevher-i şemşîrimiz136 313/1 Ölümün elemi Cibril’i öldürecek kadar çoktur. Taklîd ederse gamzene nihvette ger ecel Cibrîl’i öldürür elem-i imtinân-ı merk137 151/2 Şahs-ı ecel tâbiri ile ecel kişileştirilmiş ve aşk şehitlerinin meyhanesinde sarhoş olmuştur. Gör neş’e-i safâ-yi şehîdân-ı aşkı kim Hum-hânesinde şahs-ı ecel mey-fürûş olur138 281/2 Mugayyebât-ı hamse139den olan ecel, ezelden beri gözlerden gizlenmiş, utanarak tesettüre girmiş bir kadına benzetilmiştir. Tâ ezel hükm-i nigâhındır eden nez’-i hayat Dîdeden şahs-ı ecel şerm ile mestûr henüz140 326/3                                                              135 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 136 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 137 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 138 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 139 Lokman, 34; En’am, 59. 140 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 37    Kur’an’da meleklerin Allah’a dönüp O’nun yoluna uyanlar için dua ve niyazda bulundukları, Cenâb-ı Hak’tan böylelerini bağışlamasını, cehennem azabından korumasını, kendilerini iyi yoldan ayrılmayan ataları, eşleri ve nesilleriyle birlikte Adn cennetlerine koymasını talep ettikleri anlatılır141 Bu âyetlerden çıkarılabilecek sonuçlara göre ölümle başlayan âhiret hayatı neşesi veya sıkıntısı bulunmayan bir yaşantı değildir142 Kıyâmet, bütün ölülerin dirilerek mahşerde toplanacakları zamandır. Dîvân’da kıyâmet kelimesi “bir kıyâmet kametin…” tamlamasıyla birkaç beyitte (116,3, 118/6, 207/3, 265/9, 310/1, 321/3) geçmektedir. Ruhlar âleminden gelerek âdem olarak vücut bulmak “kıyamet kâmet” olarak değerlendirilmiştir.143Şâir, aşk ateşinin yüz kıyâmet güneşinin doğuş yeri, bunun kıvılcımlarının da cehennemin parçası olmasını istemektedir. Her dâğımı kıl meşrik-i sad mihr-i kıyâmet Her zerresin et şû’lede hem-pâye-i dûzah144 125/2 Mahşerde celâl isminin güneşi ateşi oluşturur. Cehennemin gölgesi ise ruhlar için bir ibâdet yeri olur. Mahşerde ki âteş-zen olur mihr-i celâlin Ervâhı eder mu’tekif-i sâye-i dûzah145 125/3 Kıyâmet günü insanlar birbirlerinden kaçacak (297/7, 297/8), büyük bir kargaşa yaşanacaktır. Vakf olur hengâme-i rûz-i kıyâmet seyrime Meşhedimden yana yana âşikâr oldukça ben146 192/5                                                              141 Mü’min, 7-8. 142 Bekir Topaloğlu, ”Kıyamet”, DİA, C. XXV, İstanbul, 2002, s.518. 143 Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı, s.111. 144 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 145 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 146 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 38    Şâir, kıyâmet vaktini, yaygın bilinenin aksine akşam vakti değil sabah vakti olarak resmetmektedir (265/7). Şâir, Hüdâ’dan her zerresini güneşiyle mahşer ateşine dönüştürmesini, her ateşini de kıyâmet sabahı ışık yapmasını istemektedir. Her zerremi mihrinle Hüdâ mahşer-i dâğ et Her dâğımı tâ subh-i kıyâmette çerâğ et147 295/1 Aşkın büyüklüğü ateş kelimesi ile anlatılır (127/7, 167/1). Şâirin kıyâmette gönlündeki aşkının zerre miktar ateşi ile kıyâmetin geniş sahası cehennemle dolacaktır. Bir zerre zuhûr etse eğer dâğ-ı dilimden Dûzahla dolar sâha-i pehnâ-yi kıyâmet148 297/3 Haşir meydanında yüce dîvan kurulacak (249/2, 322/10), dünya hayatında insanların işledikleri ameller bu dîvanda hesaba çekilecektir. Felek, şâire sayısız cefâsını çektirse bile ceza gününde herkes hakkını alacaktır. Çarh eylesin cefâsını isterse bî adâd Rûz-i cezâda yok mu bizim bir hisâbımız149 320/8 Kullar, büyük dîvan kurulduğunda hesaba çekilecek, cennetle mükâfatlandırılıp cehennemle cezalandırılacaktır. Şâir ahirette Mevlâ’dan mükâfat istemediğini vicdânına ve irfanına güvendiğini belirtmektedir. Fi’lime ukbâda Mevlâ’dan mükâfât istemem Kâni’im emniyyet-i vicdân ü irfânımla ben150 193/4 Nâmık Kemâl, Dîvân’da cennetten cehenneme nazaran daha az söz etmiştir. Şâir, cennet bahçesini, bâğ-ı naim (49/3), bâğ-ı behişt (127/3), bâğ-ı cennet (196/3), gülşen-i                                                              147 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 148 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 149 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 150 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 39    cennet (213/4), gülistan-ı behişt (298/2), Rıdvan-ı behişt (198/3) gibi tamlamalarla vasıflandırmıştır. Cennet bahçesinde Tûba ağacı (298/5) ve Kevser havuzu (311/3) bulunur. Dünya hayatında vahdete ulaşamayıp kesrette kalanlar için cehennem yaratılmıştır. Dünya ve ahiretin mahiyetini müdrik olan âşığa göre tıpkı ölüm gibi cehennem de bir ürperti sebebi değildir. Şâir, hakîki âşıklar gibi cehennem karşısında pervâsızdır. Gamınla tende bin dûzah-fürûzan olduğun görsem Gönülden havf-ı mahşer mahv ü sûzân olduğun görsem151 159/1 Şâirin talep ettiği şey cennet değildir. Onun gerçek matlûbu Resûlullâh’tır. Şâir burada kedisine beddua etmekte, eğer cennete rağbet ederse kendisi için cehenneme dönmesini istemektedir. Dûzah olsun gül-şen-i me’vâya varsa rağbetim Yâ Resûlallâh sensin matlab ü me’vâ bana152 44/11 Şâir aşk günahıyla yanmaktadır. Bu ateş o kadar büyüktür ki onun yanında cehennem ateşi bile aşk ateşine merhem olacak kadar hafif kalır (165/6). Beyitlerde cehennem ateşini hiçe sayma, aşk ateşinin cehennem ateşinden daha şiddetli olması genel temadır (81/6, 125/4, 140/2, 165/8, 171/2, 180/6, 181/3, 185/2, 188/1, 86/5, 107/6, 125/1, 125/2, 125/3, 189/2, 192/1, 200/7, 238/11, 263/1, 267/6, 275/3, 297/3, 322/7, 323/1). Şâirin gönlünde her an bin sevdâ cehennemi yanmakta, muhabbet âfetinin mahşeri olarak şâir, bizzat kendisini görmektedir (293/7). Şâir, cehennemi hiçe saymanın yanında dünyada iken asıl cehennem azabı yaşadığını, günahları için kendi vicdânında manevi bir azap çektiğini anlatmaktadır. Her günâha bin azâb-ı ma’nevî çekmekteyim Dûzahı dünyâda gördüm kendi vicdânımla ben153 193/3                                                              151 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 152 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 153 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 40    1.1.6. Kazâ ve Kader Kader, Allâh’ın ezelî hüküm ve takdîri154, kazâ ise olacağı ezelden takdîr olunan şeylerin vukua gelmesidir. Allâh’ın tabiatına ilişkin planını ve tabiatını, işleyişini gerçekleştirmesini ifâde etmek üzere literatürde kazâ ve kader kelimeleri kullanılmaktadır.155 Şâir, kazâ ve kader (109/2) işlerinin fihristiyiz (243/3), beşer sırlarının dergisinin baş manşetiyiz biz, diyerek bazı sırlara vakıf olduğunu anlatmaktadır. Fihrist-i şüûnât-ı kazâ vü kaderiz biz Serlevha-i mecmûa-i râz-ı beşeriz biz156 306/1 Kazâyı izâh etmek, kalbin anlamını açıklamakla aynıdır. Şâir, kalb kemâlatıyla kazâ ve kader kitabı157nın manasıyız, demektedir. Şerh ü tafsîl-i kazâ birdir meâl-i kalb ile Ma’ni-i Ümmü’l-kitâbız biz kemâl-i kalb ile158 108/1 Kazâ, onları idrâk gözüne görünür kılmadan önce gaybın gören ve görüneni birdi. Bir idi şâhid ü meşhûdu cihân-ı gaybın Çeşm-i idrâke kazâ etmeden ızhâr-ı şühûd159 103/6 Sevgilinin her bakışı kazâ sırlarını (231/4, 274/4) fâş etmektedir. Fâş eder râz-ı kazâyı her nigâh-ı nihveti Bezm-gâh-ı kurba kim ol gamzeler câsûs olur160 279/3 Kazâ kadehi gözünü mahmur etmeden önce sevgilinin bakışı (235/4) Elest bezminin neşe kaynağı olmuştu.                                                              154 “De ki: Allâh bizim hakkımızda ne takdir etmiş, ne yazmışsa başımıza ancak o gelir.” Tövbe, 5. 155 Yusuf Şevki Yavuz, “Kader ”, DİA, C. XXIV, İstanbul, 2001, s.58. 156 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 157 Levh-i mahfûz 158 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 159 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 160 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 41    Nigehin olmuş idi neşve-dih-i bezm-i Elest Etmeden câm-ı kazâ çeşmini mahmûr henüz161 326/4 Şâir, kazâ her an bin âlem icad etse de şarap âleminden daha ferahlık veren bir dünya yok benim için, demektedir. Âlem-i meyden müferrih bir cihân olmaz bana Ger kazâ her lâhzada bin âlem îcâd etse de162 104/7 Kazâ zincirinin halkalarını (217/2, 255/2) parçalamışız, köyünde gezen bir sürü dîvâneleriz biz. Çâk eylemişiz halka-i zencîr-i kazâyı Kûyunde gezer bir sürü dîvâneleriz biz163 306/9 Kazâ hükümlerine (222/1, 325/3) boyun eğmezken, boynumuz sitem hançerinin mahkûmudur. Hükm-i kazâya etmez iken arz-ı inkiyâd Mahkûm-i hancer-i sitemindir rikâbımız164 320/7 1.2. İBADET 1.2.1. Kelime-i Tevhîd İslâm dinine girmek isteyen birinin içtenlikle benimsemesi gereken kelime-i tevhîd; doğduğunda bebeğin, rahat döşeğinde son demlerini yaşayan kişinin kulağına fısıldanır.165                                                              161 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 162 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 163 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 164 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 165 Hatice Kelpetin Arpaguş, “Kelime-i Tevhîd”, DİA, C. XXV, İstanbul, 2002, s.214. 42    Vücûdu Zât’ının icâbı olduğu içindir ki; Allâh'a ‘Vâcibu'l Vücûd’ denmiştir. Onun varlığını kabul ve inkâr Hak’ın birliğini netice verir. Lâ, nefy; illâ ise isbât ifadesidir. Lâ ve illânın hükmü farklıdır ancak davası birdir. Müntic-i tevhîd-i Hak’tır selb ü îcâb-ı vücûd Gerçi hükm-i Lâ vü İllâ muhtelif da’vâsı bir166 239/5 Şâir, Allâh’tan başka ilâh olmadığına şahitlik yapan ilim sahipleri 167 gibi gayb bezminde imâna gerek görmediğini,‘Lâ’ ile ‘İllâ’ ifadelerinin şehâdetini engellediğini söylemektedir. Görmedim îmâna hâcet bezm-gâh-ı gaybda Eyledi nefy-i şehâdet Lâ ile İllâ bana168 44/2 Bir başka beyitte şâir, Sırr-ı vahdettir maâl-i selb ü îcâb-ı vücûd Mebhas-i tasdîk-ı aşkın Lâ ile İllâ’sı bir169 240/4 diyerek vahdetin sırrının Allâh’ın vücûdunun varlığı ile geri kalan her şeyin yokluğu anlamına geldiğini ifade etmekte; aşkı tasdik eden bahislerde ‘Lâ’ da ‘İllâ’ da birdir, aynıdır, demektedir. 1.2.2.Namaz Namaz, İslâm’ın beş ana şartından ikincisidir. Allâh “Şüphesiz ben Allâh’ım, benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.”170 meâlindeki ayet gibi pek çok ayetle Kur’ân-ı Kerîm’de bu ibâdeti îfa etme konusunda müminleri uyarmıştır. Secde171 etmek kulu Rabb’ine yaklaştırır. 172                                                              166 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 167 Âl-i İmran, 18. 168 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 169 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 170 Ta Ha, 14. 171 Secde ayeti Kur’an-ı Kerim’de on dört yerde geçmektedir. 172 “Secde et ve yaklaş.” Alak,19. 43    Şâir, her köşeden yârin kaşının kıblesini (177/3) seyretmektedir. Onun meşrebi güzelliğinin ayetlerine nerede olursa olsun secde etmektir. Kıble-i ebrû-yi yârı seyredüp her gûşeden Kande olsam secdedir âyât-ı hüsne meşrebim173 161/5 Şâir, mihrabın çevresinde masivâyı gördüğü hâlde bunlara ‘Lâ’ hayır diyerek fenânın feyzini secdede idrâk etmektedir.174 Mihrab-ı civârımda görüp sûret-i Lâ’yı Her secdede idrâk ederim feyz-i fenâyı175 130/1 Âşıklar Âllah aşkı ile mestânedir. Bu aşkla akıl baştan gider, sorumluluk ortadan kalkar. Şâir, Allâh’ın kullarını mest olmuşken namazdan nehyettiğini ifade etmiştir. Mest iken nehyeylemiştir Hak salâtından bizi Ol sebebden yâradır hep secde-i mestânemiz176 308/5 1.2.3. Hac İslâm’ın beş şartından biri olan Hac ibâdeti, Mekke’ye gidip Kâbe-i Şerîfe’yi ziyaret etmektir.177 Hac, Müslüman milletlerin edebiyatına çeşitli yönlerden akseden önemli bir ibadettir. Dinî-tasavvufî edebiyatta bir mazmun ve remiz olarak yer alan Hac için müstakil eserler de kaleme alınmıştır.178Hacc’ın gereklerinden olan tavaf sırasında Hac ibâdetini yapan hacılar ‘Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk179’ sözlerini sürekli tekrar ederler. Hacılar Hüdâ’nın davetine icabet edip Hacc’a giderler.                                                              173 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 174 Bazı melâmilerin mezar taşlarında rastlanılan lâ ve illâ harfleri fenâyı ve bekâyı simgeler. Bkz.Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.226. 175 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 176 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 177 Hac, 27-28. 178 Rahmi Yaran, “Hac 8”, DİA, C.XIV, İstanbul,1996, s.412. 179 Efendim, buyurunuz emrediniz. 44    Şâir, Hüdâ’nın dergâhına münâcâtını arz ettiğinde Hüdâ’nın arşından “Lebbeyk” cevabının geleceğini söylemektedir. Lebbeyk-i icâbet duyulur arş-ı Hüdâ’dan Dergâhına kim arz-ı münâcât ederiz biz180 307/4 Şair bu beyitte, Hac ibâdeti ile Kurban Bayramı ilişkisini ve oğlunu kurban etmek üzere iken Allâh tarafından engellenen Halil İbrahim Peygamberi hatırlatmıştır. Gönül kurbân-ı îd-i aşkıdır bir mâh-rûyun kim Halîlullah eder kûyunda Hacc-ı ekber-i ihlâs181 284/8 1.3. İNANÇ 1.3.1. İmân-Mü’min İmân ve Mü’min ‘emn’ kökünden gelen iki kelimedir. Mü’min kendisinden emin olunan İslâm dinine inanmış, Müslüman olmuş, imân etmiş kimsedir. Nâmık Kemâl, bazı beyitlerde imân ve bunun zıttı olan küfür kelimesini (251/1, 44/6, 69/6, 128/5) birlikte zikretmiştir. Aşk, öyle bir şeydir ki küfr ve imân usullerini mahvetmiştir. Yüz binlerce Kâbe’yi ve puthâneyi virân etmiştir. Aşk kim mahv-i rüsûm-i küfr ü îmân eylemiş Sad hezâran Kâ’be vü büthâne vîrân eylemiş182 286/1 Burada küfür, imân kelimeleri ile Kâbe ve büthâne kelimeleri arasında mürettep leff ü neşr sanatı yapılmıştır. Şâir Kâbe’de bulunanların imânına ‘Elvedâ’ diyerek San’ân183 gibi aşk ülkesine yöneldiğini anlatmaktadır.                                                              180 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 181 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 182 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 183 Şeyh San’an kıssası ve Nâmık Kemâl’in bu beytinin açıklaması için Bkz. Kemikli, Şiir ve İrfan, s.42. 45    Azm-i dâr-ül-mülk-i aşk ettim yine San’ân misâl Sâkinân-ı Kâ’be-i îmâna kıldım elvedâ184 36/5 İmânın nûru aşkın rüzgârının feyziyle pâye elde etmiştir. Nûr-ı îmân feyz-i bâd-ı aşk ile pâyendedir İştiâl-i şem’i bezmârâ hevâdandır bütün185 222/3 Nâmık Kemâl, Hakikî mü’min Hak’tan başkasına boyun eğmez, birlik secdesine varan için iki kıble olmaz, diyerek gerçek mü’mini tanımlamıştır. Mü’min-i âgâh Hak’tan gayra etmez serfürû Sâcid-i vahdet-pereste kıble-gâh olmaz iki186 137/4 1.3.2. İslâm İslâm dini için fıkıh kaynaklarında ibadetlerin kuralları, vakitleri gibi zahirî hükümler, kelâmda imânla ilişkisi ve âhiretteki sonuçları incelenirken tasavvufta genellikle ibâdetlerin derûnî, ruhânî ve ahlâkî boyutu üzerinde durulmuştur.187 Şâir, iki cihanda İslâm için kendi izzetini feda ettiğini, dini ve imânıyla halkı temin ettiğini söylemektedir. İzz-i dâreyni fedâdır maksadım İslâm içün Halkı te’mîn eylerim dinimle imânımla ben188 193/2 1.4. DÖRT HALİFE Nâmık Kemâl, edebiyatımızda çehâr-yâr-i güzîn olarak vasıflandırılan dört halifenin üçüne beyitlerde yer vermiştir. “Bu dört halifenin her biri bir semboldür.                                                              184 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 185 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 186 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 187 Mustafa Çağrıcı, “İslâm 4”, DİA, C.XXIII, İstanbul, 2001, s.12. 188 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 46    Ebubekir gönülden bağlanmanın, Ömer adaletin, Osman hâyânın ve Ali ise kuvvet ve cesaretin sembolüdür.”189 Dört halifenin hepsi de Hz. Muhammed’in yârıdır. 1.4.1.Hz. Ebu Bekir Nâmık Kemâl, edebiyatımızda çehâr-yâr-i güzîn olarak vasıflandırılan dört halifenin ilki olan Hz. Ebu Bekir’den bahsederken Sıddık lakabını kullanmıştır. Onun sâdık oluşu (284/9), tevekkül ehli oluşu(149/4), Hz. Muhammed’e hicret yolunda ve gizlendikleri mağarada arkadaş oluşu (258/7, 316/3) beyitlerde şâirin ele aldığı hususlardır. Şâir kendini, hicret yolundaki Sıddîk’a benzetmektedir. Bir aceb Sıddîk-ı râh-ı hicretim ki cûş eder Berk-i nûr-i Ahmedî her gûşesinden gârımın190 206/3 1.4.2. Hz.Ömer Fâruk, Hz. Ömer’in lakâbıdır. Ahlâk ve karakter sağlamlığı dolayısıyla bir beyitte Hz. Ömer’e telmih yapılmış, gönlün kuvvet tahtında Fâruk’un vârisi olduğu söylenmiştir. O dil kim vâris-i Fârûk olur taht-ı salâbette Alur peyk-i kazâdan müjde-i dem-ber-dem-i tevfîk191 149/5 1.4.3.Hz. Ali Dört halifenin sonuncusu olan Hz. Ali, Hz. Peygamber’in yeğeni ve damadıdır. Efendimize gönderilen dini kabul eden ilk dört kişiden biridir ve kıyamete kadar gelecek olan velîlerin şâhıdır. Kıyamet günü Peygamberimiz Kevser havuzunun başında Hz. Ali ile beraber bekleyecektir (147/6). Feyz mülkünün pâdişahı (330/7) olan kişinin Şâh-ı Velâyet’in kölesi olmasına şaşılmaz.                                                              189 Bilal Kemikli, “Garib-nâme’de Peygamber ve Asr-ı Saâdet Tasavvuru”, İSTEM, S.5, Konya, 2005, s.149. 190 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 191 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 47    Nâmık aceb mi pâdişeh-i mülk-i feyz isem Bir serfirâz-ı bende-i Şâh-ı Velâyetim192 174/6 Tasavvufta, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp müslüman olan, ancak kendisiyle bizzat görüşemeyen Üveys el-Karanî’nin rüya veya diğer mânevî yollarla Hz. Peygamber tarafından irşat edildiği kabul edilir.193Şâir, Üveysî-himmetiz, Hz. Ali’nin yoluna canımız feda, Resûlullâh’ın evinin gölgesi bize mezardır, demektedir. Kendisi de Üveysîler gibi Hz. Ali’ye ve Resûlullâh’a görmeden bağlanmıştır. Cân-fedâ-yi râh-ı Kerrâr’ız Üveysî-himmetiz Sâye-i beyt-i Resûlullâh medfendir bize194 117/5 Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikâr’dır (210/2, 231/2). Peygamberimiz bu kılıcı kullandıktan sonra Hz. Ali’ye hediye etmiştir. Nâmık sözünde bunca maânî-i dilnişîn İlhâmdır ki feyz-i Alî’den zuhûr eder195 234/6 Şâir yukarıdaki beyitte, sözünde bunca gönül alan manaların olmasını Hz. Ali’nin feyzinden ilhâm almasına bağlamaktadır. Ezelden beri aşk bezminin dervişleri, Hz. Ali’nin evlatlarını sevmeyi196 telkin eder. Hırkapûş-i bezm-i ayn’ül-cem’-i aşkız tâ ezel Hubb-i evlâd-ı Alî’dir ma’ni-i telkînimiz 312/2197 Dîvân’da araştırılmasına rağmen Hz. Osman’ı konu alan bir beyite rastlanmamıştır.                                                              192 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 193 Necdet Tosun, “Üveysilik”, DİA, C.XLII, İstanbul, 2012, s.400. 194 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 195 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 196 “İlk gençliğinde tasavvufa ve onun umumi kıymet hükümlerine bağlı olan Nâmık Kemâl’in husûsî manada Alevîlik ve Bektaşîlikle hiçbir alakası olmamıştır.” Bkz. Kısakürek, Nâmık Kemâl, s.67. 197 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 48    2. TASAVVUF Sûfî mütefekkirler genel anlamıyla varlığı ve bunun içinde en özel yere sahip insanı anlamlandırmaya çalışmışlardır. Sûfîler, tefekkür aşamasında kalmayıp çoğu zaman bu anlayış ve duyuşlarını dizelere dökmüşlerdir. Sûfî kimliğiyle Nâmık Kemâl, tasavvufun önemli kavramlarını Dîvân’daki beyitlerde konu edinmiştir. Bu kavramlar sûfînin sırlar âleminin şifresini çözmeye çalışırken durup dinlendiği duraklardır. 2.1. Âlem Âlem; kâinât, bütün yaratılmış varlıklar, dünya, cihan demektir. Tasavvufta Allâh hariç bütün mümkün ve yaratılmış varlıklara âlem denir.198 Dîvân’da âlem, on sekiz bin âlem (118/8), bin âlem (104/7) ya da âlemler (53/3, 240/6) şeklinde vasıflandırılmıştır. Şâir için âlemin dönmesi (205/3, 226/10), başında ve sonunda kavuşma ümidi görmediği için baştan ayağa gam sebebidir. Müntehâ vü mebdeinde görmedim nûr-i visâl Devre-i âlem serâpâ devre-i gamdır bana199 54/4 Âlem, kişileştirilmiş (209/5, 305/5), sevgilisinin ihsan yüzünü -lâyık olmadığı hâlde- görerek şâd olması, bir tarafta cevr ve ayrılık yüzünden kanlı gözyaşıyla ağlaması yanında, şâir tarafından kıskanılmaktadır. Şâd ola âlem ne lâyık vech-i ihsânın görüp Ben ciğer hûn ağlarım yüz cevr ü hicrânın görüp200 225/1 Ma’rifetullâh’a erememiş gâfiller, alçak dünyada ebediyyen kalmak isterken âlem ise “Adem, adem!” diyerek yokluğa gitmek için acele eder. Gâfil bekâ-yi devlet umar dehr-i dûndan Âlem adem adem deyu her dem şitâbda201 35/8                                                              198 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.34. 199 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 200 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 201 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 49    Âlem-i imkân (36/6, 134/5) yaratılmışlar âlemidir. Şâir, âlem-i imkâna meyilli olmasa bile gönlünün her köşesinde başka âlemlerin bulunduğunu ve buna meyletme tehlikesi içinde olduğunu vurgulamaktadır. Âlem-i imkâna meyyâl olmasam Nâmık n’ola Gönlümün her gûşesi bir başka âlemdir bana202 54/7 Görünmeyen ve görünen âlemi ifade eden âlem-i gayb ve şehâdet (44/1, 53/7, 136/5, 174/5) vahdete aynadır. Âlemler sadece görüntülerden ve sûretlerden ibarettir. Âlem-i gayb ü şehâdet vahdete âyînedir Sûret-i ma’kûse-i meşhûd bir meclâ iki203 135/4 Âlem-i gayb, âlem-i mutlak (217/2, 190/5), ve âlem-i lâhut (214/1) aynı manayı ifade eder. Dü-âlem (134/10, 129/5, 243/4, 270/2) tabiriyle dünya ve ahiret kastedilir. Şâir, gönlün sevgilinin dudağının gizli nüktelerini idrâk ettiğinden beri iki âlem ibret bakışımızla mahvoldu, diyerek bu sırlara vâkıf olduğunu ifade etmiştir. Dil fehmedeli nükte-i pinhân-ı dehânın Mahvoldu dü âlem nigeh-i ibretimizde204 107/5 Misâl âlemi (139/1) uykuda görülen âlemdir. Varlık hükümlerini tasavvur etmek gafletle olur, uykuda bin kere misâl âlemini görmüşüzdür. Gafletledir tasavvur-ı hükm-i vücûd hep Gördük misâl-i âlemi bin kerre hâbda205 35/7 Âlem-i ulvî (194/2) ruhlar âlemidir. Ruhlar âlemine kırmızı şarabın neşesini gönder ki Allâh’ın rindleri yine dehşete düşsünler.                                                              202 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 203 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 204 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 205 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 50    Kıl âlem-i ervâha revân neşve-i lâ’lin Rindân-ı İlâhî yine medhûş görünsün206 221/2 Âlem-i süflî (159/2) dünya âlemidir. Nasıl ki kuşları zillet toprağında tutan dâne hırsıdır, bu dünya âleminde sakince bulunabilme de masivâya bağlılıktandır. Tutan mürgânı hırs-ı dânedir hâk-i mezellette Sükûn bu âlem-i süflîde kayd-ı mâsivâdandır207 268/3 Âlem-i emr maddî ölçülere girmeyen manevî âlemdir. Allâh gölgesini vücûdun yüzüne süs yapmıştır. Âlem-i emre olup mihr-i amâ cilve-nümûn Eyledi zıllini ârâyiş-i sîmâ-yi vücûd208 102/4 2.2. Âşk ve Âşık Nâmık Kemâl Dîvânı baştanbaşa aşkla doludur. Dîvân’da şâirin aşk için gözyaşı dökmesi (45/7, 53/1, 55/2, 77/2, 59/1), aşk neşesi içinde olması (78/3, 61/5, 97/1, 163/5, 178/3, 185/5, 292/5), aşk sarhoşu olması (78/5, 78/1, 329/3, 97/4, 141/7, 143/6, 203/), aşkın mesti olması (204/1, 224/5, 308/1), aşk ile mahv olması (79/5, 102/, 103/1, 115/5, 317/1, 323/6) aşk ile hayrete düşmesi (224/9, 306/10), aşk için hasta olması (151/6, 224/7, 264/4,), aşk derdinin rüsvâsı olması (165/7, 224/4, 180/6), aşk ateşiyle yanması (106/1, 128/9, 159/2, 171/2, 172/1, 172/2, 170/3, 168/1, 195/5, 208/2, 265/10, 275/6, 277/2, 280/4, 285/6, 286/8, 310/1, 279/5), aşk derdinin çok olması (49/5, 50/1, 50/3, 51/2, 59/2, 57/1, 86/11, 80/5, 83/4, 86/3, 80/1, 120/5, 223/5, 225/7, 125/5, 247/1, 150/2, 155/5, 156/6, 177/2, 170/9, 216/2, 260/8, 294/4, 311/4, 312/5, 318/3, 313/6, 314/6), aşkla cünûn olması (118/2, 174/1, 135/1), aşk için pervâne olması (279/4, 322/6, 140/7, 115/3), aşk şehidi                                                              206 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 207 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 208 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 51    olması (112/5, 127/2, 129/3, 232/6, 234/2, 263/2, 281/6) aşkın bülbülü olması (105/1, 117/1, 140/6, 178/1) aşk yolunda seyr-i sülûk etmesi (47/1, 36/5, 226/12, 231/5, 109/8) aşkın sultanı olması (40/4, 51/1, 52/12) gibi temalar işlenmiştir. Aşkın anlatıldığı beyitlerde beşerî aşktan çok ilâhî aşktan söz edilmektedir. Sînemiz müstağrak-ı envâr-ı feyz olsa n’ola Cevher-i aşk-ı İlâhî mâye-i tendir bize209 117/8 Sûfilere göre aşk, Yüce Allâh’ın kâinatı yaratış sebebidir. Kâinat, aşk için aşkla yaratılmıştır. Şâir, aşk eserlerinin cezbesinin nasıl zuhûr ettiğine, Yaradan’ın cihânda bir düzen kurduğuna dikkat çekmektedir. Nâmık zuhûr-i cezbe-i âsâr-ı aşkı gör Koymuş cihânı keşmekeş-i inkılâbda210 35/9 Kur’ân-ı Kerîm’de “İmân edenler, Allâh’ı şiddetle severler” 211 mealindeki ayetle mü’minlerin Allâh’ı aşk derecesinde sevdikleri anlatılmıştır. Şâir için aşk bir tür ibâdettir. Ahiret arzusu, Kevser için değil aşk içindir. Sâi-i tâât-ı aşkım ârzû-yi âhiret Kevser ü havrâ değil sahbâ vü dilberdir bana212 55/4 Bütün dinlerin kendine mahsus âyini mevcuttur. Şâir de sevgilinin kaşını kıble yapıp kirpiklerine secde ederek yeni bir âyin îcâd etmek ister. Tîğına secde edip kıble-i ebrûya bedel Aşkda ben de bir âyîn-i nev îcâd edeyim213 177/3                                                              209 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 210 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 211 Bakara, 165. 212 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 213 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 52    Aşk duasında şâirin içinin ateşi o kadar derindir ki âmini, arşın huzurunda yol gösterici bir ışık olur. Şöyle pür sûz-i derûndur kim duâ-i aşkta Bârigâh-ı arşa bir mişkât olur âmînimiz214 312/4 Kâinatın oluşumu ve aşk tabirleri Bezm-i Elest’i çağrıştırır. Aşk kadehi, Elest’in sarhoşluğunu hatırlatır. Görünür neşve-i keyfiyyet-i serbezm-i Elest Câm-ı aşkın bize hâlâ mey-i pür cûşunda215 37/4 Hakk’ın bakışları, hatır defterine kalem yaratılmadan evvel aşk ayetlerini yazmıştır. Yazmıştı levh-i hâtıra halk olmadan kalem Âyât-ı aşkı kilk-i bedâyi’ nigâr-ı Hak 147/2 Aşk ateşi şâirin gönlünde Muhammed’in nûrunun zerresi gibidir. Şâir var oldukça iki cihânda bu ışık parlayacaktır. Zerre-i nûr-i Muhammed’dir dilimde dağ-ı aşk Her dü âlem fer bulur pertev-nisâr oldukça ben216 192/2 Süleyman Çelebi edâsıyla söylenen şu beyitte aşk, canı tenden ayıran bir âfete benzetilmiş, dünya ve âhiretin icaplarından azâde olunduğu vurgulanmıştır. Merhabâ ey cânı tenden dûreden âfât-ı aşk Eyledin âzâde-i dünyâ vü mâfihâ beni217 141/2                                                              214 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 215 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 216 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 217 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 53    Aşk, gönlü gülistâna çevirir (59/4). Aşk ehli için sevgilinin zülfünün bir kez koklanması bile mahşere kadar sevdâya sebeb olur (39/4). Aşk derdi çekenler, zayıflar (289/1). Şâir de mübalağa sanatı ile beraber ruhânilerin meclisinde nedimlik yapacak kadar çok zayıfladığını ifade etmektedir. Aşk eyledi vücûdumu tâ ol kadar nizâr Oldum nedîm-i meclis-i rûhâniyân-ı gayb218 87/4 Şâir, dünyada aşk için çalışmak gerektiğini (237/5), kendisinin aşkın Kays’ına benzediğini (59/1, 34/2), seyr-i cânân aşkına divâne olduğunu (77/5, 63/2), kendisini aşk yolunun kurbânı edebileceğini (174/2), aşk günâhı içinde bulunduğunu (165/6, 267/4, 274/3, 275/3), aşk ile belinin büküldüğünü (211/10), aşktan vazgeçmeyeceğini (100/3), mezara da girse aşkının gönülden kaybolmayacağını (88/5, 314/6), aşk sebebiyle yüzünün güldüğünü ama gönlünün ağladığını (161/3, 170/5) anlatmaktadır. Vücût bağışlayan (Allâh), sevgiliye güzelliğinin özünden verip semtin (dünyanın) ileri gelenlerini semtin görünen yüzüne tâlip olmalarını sağlamıştır. Tâlib-i semt-i zuhûr eyledi aşk a’yânı Cevher-i hüsnün olup râtibe bahşâ-yi vücûd219 102 /3 Aşk, insanın vücûdunu Hakk’a âyine kılmaktadır (147/5). Aşk öyle bir şeydir ki sıfatların bağlayıcılığından kurtarır, Hak cezbesi Mutlak Zât’a ulaştırır. Aşk kim vâreste-i kayd-ı sıfât eyler beni Cezbe-i Hak vâsıl-ı ıtlâk-ı zât eyler beni220 142/1 Âşık olan mâşukunun bakışlarına hasret kalır. Öyle ki âşığa bu hasretle bayram günleri bile mâtem günü gibi gelir (98/3). Aşk erbâbı sevgilinin bir bakışı (138/10) için bin canı olsa her birini ölüm armağanı kılar.                                                              218 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 219 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 220 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 54    Bir şîve-i nigâhına erbâb-ı aşk eder Bin cânı olsa her birisin ermegân-ı merg221 151/7 Şâir, bunca zaman aşkla ölüm ararım ama sen şu mihnetzedeyi mutlu etmezsin, diyerek sevgilinin ilgisizliğine sitem etmektedir. Bunca demdir olurum aşk ile cûyâ-yi memât Hiç demezsin ki şu mihnetzedeyi şâd edeyim222 177/4 Şâir, aşağıdaki beyitte feyzin cezbesinin aşk ve güzelliği ile birleşmesini ayın ıztıraptan denizin pençesine düşmesine (230/5) benzetmektedir. Kıyâs et ittihâd-ı hüsn ü aşka cezbe-i feyzin Düşünce pençe-i ummâna mihrin ıztırâbından223 187/3 Şâir, sevgiliye kavuşma anında sevgilinin bakışıyla (196/4) vücût perdesini parça parça etmesini, böylece aradan perdenin kalkmasını istemektedir. Çâk çâk et zahm-ı şemşîrinle Allâh aşkına Perde-i cismim dem-i vuslatta çıksın areden224 196/2 Şâir kendini aşka yeni düçar olmuş bir çocuğa benzetmekte, beşikten mezara kadar gamdan kaynaklanan sallantı ile rahata kavuşacağını söylemektedir. Burada ‘beşikte sallanan çocuk’ ibaresiyle açık istiâre yapılmıştır. Tıfl-ı aşkım lerziş-i gamdır medâr-ı râhatim Menzil-i tâbûta dek tâ hücre-i gehvâreden225 196/5                                                              221 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 222 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 223 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 224 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 225 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 55    Aşk bir sırdır, bu sırrı idrâk etmek akılla olmaz. Olmadın Nâmık mukayyed akl ile idrâk ile Tâ o demlerden ki râz-ı aşkı idrâk eyledin226 210/5 “Zahm-ı sîne” gönül yarası demektir. Sevgilinin zahmı cennet bahçelerinde aşk ehlinin sînelerinde birer ahiret lütfudur. Sînelerden gülşen-i cennette de olmaz cüdâ Zahmın ehl-i aşka lûtf-i câvidânındır senin227 213/4 Aşağıdaki beyitte sema kişileştirilerek aşk bezminin safasını seyretmesi, kadehlerin ise şarap zamanında dönmeye başlaması istenmektedir. Âsmân dursun safâ-yi bezm-i aşkın seyrine Devr-i sahbâdır kadehler devre âgâz eylesin228 215/2 Şâir, Yunusvâri229 yaratılanlar ruha kavuşmadan evvel kendisinin aşk çarşısında (323/5) can sattığını anlatmaktadır. Cânfürûş-i çârsû-yi aşk idim Nâmık henüz Cevher-i rûh olmadan pîrâye-i bâzâr-ı sun’230 218/7 Şâir, başında sevdâ, gönlünde ateş, gözünde yaş ile aşktan oluşmuş bir vücûttur. Bir mücessem rencişim aşk ile Nâmık şöyle kim Serde sevdâ dilde âteş gözde hûn âzürdedir231 246/6                                                              226 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 227 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 228 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 229 Aşkın pazarında cânlar satılır/ Satarım cânımı alan bulunmaz. 230 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 231 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 56    Cismini öyle yak ki baştan ayağa ateş ol, dudağında âhın (304/4, 312/4), teninde toprağın, gönlünde kanın kalmasın, diyerek şâir aşkla cismin yakılması gerektiğini anlatmaktadır. Dâğ dâğ et aşk ile cismin serâpâ âteş ol Lebde âhın tende hâkin dilde kanın kalmasın232 208/2 Şâir Mesih’e seslenmekte, aşk yolcusu olup feleğin çemberinden geçtiğini, hakîmin alçak dünyanın hükümlerini kendisinden öğrenmesi gerektiğini söylemektedir. Mesîhâ seyr-i aşkım çenber-i eflâkten geçtim Hakîm ahkâm-ı dehr-i dûnu gelsin benden öğrensin233 220/3 Muhabbet kanununun hükmünün anlamı şudur: Aşka çâre arayana ölümden yeter cevap olmaz. Meâl-i hükm-i kânûn-i mahabbet böyledir Nâmık İfâkat cûy-i aşka mergden şâfî cevâb olmaz234 301/5 2.3. Belâ Belâ, şâirler tarafından iki manada kullanılan bir kelimedir. Elest bezminde ruhlar “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? sorusuna “Belâ” (evet) demişlerdi. Belânın diğer manası ise azap, musibet, felaket, imtihan, denemedir. Tasavvufta Hakk’ın kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hâllere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesi; bu amaçla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir. Kulun Hakk’a yakınlığı, O’ndan gelen ezâ ve cezâlara samimî bir şekilde katlanması nispetinde olur.235                                                              232 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 233 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 234 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 235 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.71. 57    Dünya âşık için imtihan yeridir, gönül ehli sevgisinin büyüklüğü nispetinde belâ çeker. Cihân ki âşıka bir dâr-ı imtihân görünür Çeker eşedd-i belâ ehl-i dil vedâdı kadar236 226/5 Şâir dünyayı belâ çölüne benzetmekte (45/3), sevgiliden ayrı düşüp hasret çekerek (304/5, 322/7) aşk ateşinin acısıyla (93/2, 182/2, 216/1, 80/6, 106/3) belâya düçâr olduğunu anlatmaktadır. Ancak şâir, belâ çekmekten lezzet almaktadır (319/1, 318/5, 217/11). Dünyanın ikbâl ve rütbe hevesine düşersen havada bin tane belâ şimşeği (289/4, 75/3, 84/7) çakar. Düşme heves-i rif’at ü ikbâline dehrin Bin berk-ı belâ hâsıl olur cevv-i hevâda237 34/4 Şâir, burada tecrid sanatı yaparak kendine seslenmekte ve öyle bir aşk belâsına tutulduk ki Kalubelâ’dan beri (246/2, 251/5 ) bu eski gamı çekmekteyiz, demektedir. Biz giriftâr-ı belâ-yi aşk-ı yârız Nâmıkâ Tâ dem-i Kâlû-belâ’dandır gam-ı dîrînemiz238 309/5 2.4. Bezm-i Elest Bezm-i Elest, Hakk’ın “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim diye sorduğu, ruhların da “Evet öyledir,” şeklinde cevap verdikleri meclistir. Bu olay, insanlar yaratılmadan evvel Allâh ile insan ruhları arasında meydana gelmiştir.239 Elest bezmi240nde âşıklar sevgilinin güzelliği karşısında hayrettedir. Aşkın kadehini içerken âşıklarda hâlâ Elest bezminin keyifli sarhoşluğu (103/7) görünür.                                                              236 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 237 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 238 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 239 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.75. 58    Görünür neşve-i keyfiyyet-i ser-bezm-i Elest Câm-ı aşkın bize hâlâ mey-i pür cûşunda241 37/4 Şâir, Elest bezminde mest olmuş ruhlardan birinin de kendisi olduğunu, bu temiz aşk şarabının kendisine de bulaştığını ifade eder. Mest-i güstâh-ı Elest’im rind-i bezm-i ismetim Dâmenim âlûdedir sahbâ-yı aşk-ı pâkten242 202/7 Sûfiler, Kalûbelâ anında aşk belâsına tutulmuştur. Bu eski derdi o zamandan beri çeken şâir, burada aşk belâsı ile Kalubelâ kelimeleriyle cinas yapmıştır. Biz giriftâr-ı belâ-yi aşk-ı yârız Nâmıkâ Tâ dem-i Kâlû-belâ’dandır gam-ı dîrînemiz243 309/5 Âşıklar, muhabbet yolunda Elest ahdini hatırlayıp “Evet, evet ” diyerek yârin köyüne kadar gider. Edüp tarîk-ı mahabbette yâd-ı ahd-ı Elest Belâ belâ diyerek kûy-i yâre dek gideriz244 314/3 Elestin öyle sarhoşlarıyız ki içki kadehi işret meclisimizin virdidir, diyerek şâir “Evet, evet” sözlerinin tekrar edilmesini virde benzetmiştir. Mestâne Elest’iz ki olur vird-i tecellî Peygâle-i mey encümen-i işretimizde245 107/2                                                                                                                                                                                      240 Araf, 172. 241 Feilâtün feilâtün feilâtün feilün 242 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 243 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 244 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 245 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 59    2.5. Cân Cân, tasavvufta insan ruhu, ilâhi (rahmâni) nefes, Hakk’ın tecellîleri demektir. Mevlevîlikte derviş ve mürit anlamına da gelir.246 İslâmî inanışa göre can da ten de Allah’ın insana emanetidir. Vakti gelince can kuşu (mürg-i cân) Azrâil’in tuzağına (dâm-ı ecel) düşecek ve onun tarafından avlanacaktır. Ayrıca can uçucu oluşundan dolayı kebûter, bülbül, tûtî, hüdhüd ve kumru gibi kuşlara benzetilerek bunlarla ilgili çeşitli vasıflarla anılır. 247 Aşk, Hak yolunda cana aşk samîmi bir rehber olur. Tarîk-ı Hak’ta câna aşk olunca rahber-i ihlâs Açar her çâk-i sînem sûy-i arşa bir der-i ihlâs248 284/1 Şâir, can hânesinin pasını sildik, âyinemizi Zât’ına cilve yeri yaparız, demektedir. Tâ mâhi-i jeng-i suver-i hâne-i cânız Âyînemizi cilvegeh-i zât ederiz biz249 307/2 Aşk üstâdı olan Allâh, bu eczaneyi düzenlediğinde gönül erbâbına dert vermiş, bu derdi onların canına sermaye yapmıştır. Tarhedince tâ bu eczâhâneyi üstâd-ı aşk Derdin erbâb-ı dile sermâye-i cân eylemiş250 286/6 Şâir, canını sevgili uğruna feda etmekten kaçınmaz (209/1), sevgilinin yüzünü görmek için pervâne gibi canını verip o güzellik ateşiyle yanarak elvedâ (36/1) der. Şevk-i dîdârıyla mahv-i cân edüp pervâne-vâr Ol çerâğ-ı hüsne yana yana kıldım elvedâ251 36/3                                                              246 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.83. 247 Mustafa Uzun,“Cân”, DİA, C. VII, İstanbul, 1993, s.138. 248 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 249 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 250 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 251 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 60    Kelime anlamı yok etme, ortadan kaldırma anlamına gelen mahv, tasavvufta beşerî eksikliklerden kurtulma hâlidir. Aşk ateşiyle cism ve candan kurtulunursa sıratta bu yükün taşınmasına gerek kalmaz. Sûziş-i aşk ile mahv ol cism ü cânın kalmasın Tâ sırât-ı haşra bir bâr-ı girânın kalmasın252 208/1 Can şeydâdır (239/7, 190/1, 230/1), sevgilinin zahmetini çeker ama bundan mutlu olur; bayram geldiğine sevinir ama zaten her saat sevgiliye kurbândır. O sevgiliye hep yakındır. Hîç dem yoktur ki cân zahmınla şâdân olmaya N’ola îd eylerse her sâat ki kurbândır sana253 63/4 Bu mihnet diyârına geliş sebebi kurban olmaktır (174/4) ve kurban olan canlar kıskanılır (276/2). Sûfîde verilecek tek bir canı olmasına rağmen sevgili uğruna bin kere can verme isteği vardır (63/5, 151/1, 276/1). Sevgilinin gamzesi can alır (245/3). Tasavvufta gamze idrak edilen işaretlerdir. Mi’râç’ta Cebrâil bir yerden sonra durur, ilerlemez. Şâir, öyle can almadasın ki Cebrâil bile hareketlerinden çekinir oldu, demektedir. Müctenibdir cünbişinden hâtır-ı Rûhül’emîn Gamzeni cân almada ta şöyle bî-bâk eyledin254 210/3 Şâir, sevgilisinin bir bakışı ile can vermenin tadını almak için bin derdi olduğu hâlde canını vermeyip beklemiştir. Bir tîğ ile al cânımı kim bunca zamânlar Bin derd ile cân vermediğim anın içindir255 255/6                                                              252 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 253 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 254 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 255 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 61    Yukarıdaki beyitte anlatıldığı gibi sevgili uğruna can vermek (248/2, 274/6, 216/5, 276/6, 281/6) can feda etmek (189/6) senelerce sabırla beklenilen bir durumdur. Can gözü ile görmek basirettir (216/6). Öte yandan cemâlin temâşâsı (227/9) için de gözler pencere olmuştur, gözün hayret verici kirpiklerinin ucu cana mesken olmuştur. Temâşâ-yi cemâle tâ ki çeşmim revzen olmuştur Ser-i müjgân-ı hayret-dîde câna mesken olmuştur256 283/1 Ten fâni olsa da sevdâ bitmez (326/1), gönülde aşkın gamı vardır, canda ise bu derde karşı takat kalmamıştır. Cânda yok derde tüvân dilde gam-ı yâr henüz Ten fenâ buldu o sevdâdan eser var henüz257 325/1 2.6. Cevr ve Cefâ Cevr, tasavvufta sâliki ruhen yükselmekten alıkoymak258 demektir. Şâir sevgiliyi kan dökücü olarak nitelendirmekte ve cevr ile kasdetmesinden (216/5, 209/4) rahatsızlık duymaktadır. Şâir sevgiliye, bu mahzun canı veren sensin, neden cevr etmektesin? diye sormaktadır. Böyle bin cevr ile kasdın n’olsun hûnî bana Kendi lûtfundur veren bu cân-ı mahzûnî bana259 48/1 Cevr ile bin parça olsa da kemikler duymadan yâra canı vermek gerekir. Bahş-i cân et yâra cism-i nâtüvânın duymasın Cevr ile bin pâre olsun istühânın duymasın260 209/1                                                              256 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 257 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 258 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.88. 259 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 260 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 62    Azab ayetlerini öğrenmek cana yârdan gelen cevr gibidir. Sîne, yüz parçaya bölünmüş mektepteki yazı tahtası gibi olmuş. Câna cevr-i yâr eder ta’lîm-i âyât-i azâb Nâmık olmuş sîne-i sad şerha levh-i mektebim261 161/7 Şâir cevri şu iki beyitte, mahkeme ve dava ile ilişkilendirmiştir. Şâir, istiare sanatıyla beraber cevrinin kılıcıyla gönlü yüz parça (307/8) etmekten maksat aşk davasında delilleri artırmaktır, demektedir. Tîg-i cevrinle dili sad pâre etmekten hemân Da’vi-i aşkında tezyîd-i delâildir garaz262 304/6 Kazâ divânının sahnesi, senin şiir dîvânın mıdır ki her bir harfi aşk cevrinin mahkemesi oldu? sorusunu sorarak istifham sanatına başvuran şâir, dîvân kelimesini kullanarak da cinas yapmıştır. Oldu her bir harfı Nâmık dâd-hâh-ı cevr-i aşk Sahn-ı dîvân-ı kazâ dîvân-ı eş’ârın mıdır263 264/5 Kinci rüzgâr yüzü gülen birini görmesin, gonca gibi eteğini cevr ile parça parça eder. Gonca-veş dâmânını cevr ile eyler çâk çâk Rûzgâr-ı kînever bir yüzü handân görmesün264 216/8 Yukarıdaki beyitte rüzgâr kelimesi zaman anlamında da kullanılarak kinâye yapılmıştır. Rüzgâr, etek giymiş kinci bir kadına benzetilerek kişileştirilmiştir.                                                              261 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 262 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 263 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 264 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 63    Allâh, ihsân yüzünü gösterdiğinde âlem layık olmadığı hâlde şâd olur, benimse cevr ve hicrândan ciğerim kan ağlar. Şâd ola âlem ne lâyık vech-i ihsânın görüp Ben ciğer-hûn ağlarım yüz cevr ü hicrânın görüp265 225/1 Yukarıda şâirin sevgilisinin cevr ile kastından duyduğu rahatsızlık anlatılmıştır. Bu beyitte ise şâir sevgilinin her belâ ve cevrine bin canla âmâde olduğunu söylemektedir. Bin belâya vakf iken bir cân-ı hasret-dîdemiz Her belâ vü cevrine bin cân ile âmâdeyiz266 318/5 Şâir, feleğin cevr etmekteki arzusundan çekinmez. Zîra, Kur’ân-ı Kerim Fatiha sûresiyle başlar, Fatiha’nın ilk ayeti ile de âlemlerin Rabbine hamd edilir. Yok iştihâ-yi cevr-i felekten nisâbımız Ser-levhasında hamdile başlar kitâbımız267 320/1 Felek sayısız cefâlar etse de gün gelecek cezâ gününde mizân kurulacak ve ruhlar hesâba çekilecektir. Şâir, felekten o gün hakkını alacaktır. Çarh eylesin cefâsını isterse bî-adâd Rûz-i cezâda yok mu bizim bir hisâbımız268 320/8 2.7. Cezbe Celbetme, çekme manasına gelen cezbe tasavvufta Allâh’a koşmak, ilâhî inâyetin gereği olarak Cenâb-ı Hakk’ın kendisine giden yolda ihtiyaç duyulan her şeyi kuluna bahşedip çabası ve çalışması olmaksızın onu kendisine çekmesi ve yakınlaştırmasıdır.269                                                              265 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 266 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 267 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 268 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 64    Şâirin canı ezelden beri parlak güneş tarafından kendine çekilmekte (86/6), canının yüz parçaya bölünmüş zerresi hâlâ acı çekmektedir. Burada parlak güneşten kasıt Allâh’tır. Gördü cân bir cezbe mihr-i tal’atından tâ ezel Cismimin her zerre-i sad-çâki hâlâ muztarib270 86/9 Hak karşısında Hakk’ı taleb edenlerin irfanî cezbeleri görülmeye değerdir. Hak-cûyların cezbe-i irfânını seyr et Nâmık eser-i ra’şeyi gör kıblenümâda271 34/7 2.8.Esmâ Esmâ, Yüce Yaratıcı’nın isimleridir. Sûfiler, O’nun isimlerini zikrederek272 yine O’na ulaşmayı murad eder. Dîvân’daki beyitlerde tespit edilebilen esmâ şöyledir: celâl, cemâl, hakîm, kerîm, rahîm, rahman, vâhid, nûr, kahhâr, settâr, bâri, vedûd. Şâir, yüce Yaratıcı’nın tevhîd ismi ile bütün esmaları bir görmektedir. Burada bir kelimesi ile hem sayı hem de ayniyet kast edildiği için tevriye sanatı yapılmıştır. Her cemâl eyler iyân sırr-ı celâl-i vahdeti Merd-i tevhîdim ki birdir cümle-i esmâ bana273 44/5 Görünüşte fiiller ve esmâ çoktur ama manası birdir (239/2). Şâir, ben Âdem’im, benim meşrebimde lütûf ve celâl neşesi tektir, bütün esmâ benim için eşittir, demektedir. Yek safâdır meşrebimde neş’e-i lûtf u celâl Âdemim ben ser-te-ser esmâ müsâvîdir bana274 51/4                                                                                                                                                                                      269 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.89. 270 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 271 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 272 “İşte onlar imân edip gönülleri Allâh’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir.” Rad, 28 273 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 274 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 65    İsm-i a’zam cümle esmâ içinde gizlemiştir.275 Şâirin ism-i a’zamı Rabb’ür-Rab-ı irfandır. Olsa Hallâk-ı maânî bende-i hâsım n’ola Şimdi Rabbü’r-Rabb-ı irfân ism-i a’zamdır bana276 53/6 Şâir, ezelden beri Fahr-i cihân’ın ravzasının277bülbülü gibi ism-i a’zamı zikretmektedir. Andelîb-i ravza-i Fahr-ı cihânım tâ ezel İsm-i a’zamdır meâli nağme-i ezkârımın278 206/5 Şâir, mutlak âleminde vahdet nûrunda fani olduğunu; eşyanın yok olduğunu, fiil ve esmâdan iz olmadığını anlatmıştır. Mahv-ı nûr-ı vahdetiz bir âlem-i mutlakta kim Zât-ı eşyâ mün’adim ef’âl ü esmâ bî-nişan279 190/5 Burada ise şâir, ezelden beri zâtının nûrunda fâni olduğunu, seyr-i sülûkundan esmâ ilminin âriflerinin habersiz olduğunu anlatmaktadır. Âdemiz ammâ ki mahv-i nûr-i zâtız tâ ezel Seyrimizden ârifân-ı ilm-i esmâ bî-haber280 230/4 Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi davanızda sâdıksanız şunların isimlerini bana haber verin”281 dedi, mealindeki âyet-i kerimede                                                              275 İsm-i âzâmın gizlenmesinin hikmeti, kullarının bütün Esma-ül Hüsnâ’ya rağbetini sağlamak, kendisine bütün isimleriyle dua edilmesini sağlamaktır. İsm-i Azam belli olsaydı, insanlar yalnızca o isimle dua ederler, diğer isimleri terk ederlerdi. 276 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 277 Temiz bahçe demektir. Bu tâbir, Hz. Muhammed’in kabri ile minberi arasındaki bölüme denir. 278 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 279 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 280 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 281 Bakara, 31. 66    Âdem’e ilm-i esmâ verildiği anlatılmaktadır. Ancak şâir der ki asıl Âdem ne âdemi bilir ne de esmâyı282. İlm-i esmâdır mücerred sanma şânı âdemin Âdem oldur bilmeye âdem nedir esmâ nedir283 248/3 Aşağıdaki beyitte kelime oyunu284 yapılmıştır. Arapça yazılışta Ehad ile Ahmed kelimeleri arasında mim farkı vardır. Birlik bezminde Allâh ile Hz. Muhammed imkân sırrının ortaya çıkışı dolayısıyla farklılık gösterir. Hemân ayn-i Ahad’dir nâm-ı Ahmed bezm-i vahdette Zuhûr-i sırr-ı imkân aradan bir mîm göstermiş285 287/2 Celâl kelime anlamı olarak ululuk, büyüklük, cemâl ise güzellik demektir. Kâinatta Allâh, celâl isminin tecellîsi ile kahrını ve cemâl isminin tecellîsi ile lütfunu gösterir. “Celâl ve ikrâm sahibi Allâh’ın ismi ne yücedir?”286 mealindeki ayetle bu iki isme işaret edilmektedir. Kulluğun feyzine nâil olan gönül ehli için yarın bu iki ismin anlamı aynı olacaktır. Yarından kasıt “ahiret günü” dür. Nâil-i feyz-i ubûdiyyet olan ehl-i dile Yarın envâr-ı cemâliyle celâli bir olur287 278/3 Vahdet celâlinin sırlarını cemâl açığa çıkarır (44/5). Birliğe ulaşanlar için bütün esmâ aynıdır (51/4). Celâli tecellî, ilâhî darbe; kahr, cebr, intikam, azap ve gazaba vesile olan ilâhî tecellîler288dir. Mahşerde celâlin güneşi ateşi hazırlar, ruhlar cehennemin gölgesine sığınırlar.                                                              282 Bu bilmezlik Fuzûlî’nin “Hikmet-i dünya vü mâfiha bilen ârif degül/ Ârif oldur bilmeye dünya vü mâfiha nedür?” beytini hatırlatır. 283 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 284 Bkz. Hasan Kaya, “Dîvân Şiirinde Harf ve Kelime Oyunlarına Dair Bir Tasnif Denemesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, S.48, İstanbul, 2013, s.71-114. 285 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 286 Rahman, 78. 287 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 288 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.85. 67    Mahşerde ki âteşzen olur mihr-i celâlin Ervâhı eder mu’tekif-i sâye-i dûzah289 125/3 Cemâl ise Allâh’ın rahmetle tecellîsidir. Elest bezminde ruhlar Allâh’ ın cemâlini seyretmiştir. Ruhlar cemâlî tecellîlere mazhar olduklarında akıllarında ne yokluk vardı ne de vücût sevdâsı. Ey hoş ol dem ki olup mahv-i tecellâ-yi cemâl Ne adem var idi fikrimde ne sevdâ-yi vücûd290 102/8 Cemâlî tecellîler kâinatta bin sûretle olur (274/2). Bu tecellîlerin seyircileri cemâl bağının gülyapraklarını eteklerinde hayretle görürler. Biz sâir-i hayretzede-i bâğ-ı cemâliz Gülberg-i tecellî görünür dâmenimizden291 201/4 Ten örtüsü cemâl tecellisine engel olmaz. Berk-i cemâle hâil olur mu hicâb-ı ten Pinhân kalur mı pertevi mihrin sehâbda292 35/3 Aksine insanın bedeni cemâl tecellîlerine aynadır (226/4, 307/3). Her cemâl-i pâke Nâmık sîne-sâf âyîneyim Berk urur mihr-i tecellâ cevherimden reng reng293 150/10 Kâinattaki her varlıkta O’nun sûreti vardır (161/6). Dîvân’da cemâli seyretmek, cemâle meftûn olmak, cemâl için sîneleri yakmakla ilgili pek çok beyit (147/5, 186/3,                                                              289 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 290 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 291 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü faûlün 292 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 293 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 68    164/3, 201/2, 253/5, 159/5, 308/3, 283/1, 112/7, 108/2, 151/3, 267/5, 174/3, 69/1, 75/4 ) vardır. Mi’râç’ta Hz. Muhammed, Cebrail’i de geride bırakıp Rabb’ine yaklaşmıştır. Burada O’nun cemâlini müşahade etmiş onunla konuşmuştur. Bunu şâir, bezm-i cemâl olarak nitelendirir. Bir tarz-ı garîb üzre yürü bezm-i cemâle Etvârına Cibrîl’i dahi bâ-haber etme294 109/6 Bezm-i cemâle kalple ulaşmak ve bu halvetin şâhidi olmak mümkündür. Şâhid-i maksûd halvethâne-i hâtırdadır Vâsıl-ı bezm-i cemâliz biz visâl-i kalb ile295 108/5 Yakîn mertebesine erişilince hem kahredilmek hem de rahmetle muamele görmek mümkündür. Sonsuz mesafeler de mi’râçtaki yakınlık da eşittir. Vâsıl-ı bezm-i yakînim mazhar-ı kahr u cemâl Bu’d-i mutlak kurb-i “ev ednâ” müsâvîdir bana296 51/5 Allah’ın cemâli nûr ile süslenmiştir (330/2). Allah göklerin ve yerin nûrudur297. Şâir, nûr-i cemâl terkibini bazı beyitlerde (326/2, 179/7, 272/2) kullanmaktadır. Dîvân’da cemâl güneşe (100/4, 226/10, 276/4, 232/5), çiçeğe (112/1, 242/7) muma (170/4), gül bahçesine (229/7) şimşeğe (35/5, 46/2, 100/2, 214/3, 280/1) benzetilmiştir. Kerîm, Allâh’ın keremi bol, cömert olan anlamındaki ismidir. Pek çok âyette298de bu isim geçmektedir. O can isteyene verir, âdeti düşmana bile ihsân ve keremdir.                                                              294 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 295 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 296 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 297 “Allâh göklerin ve yerin Nur’u dur. O’nun nurunun misâli; içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur kap içindedir. Bu sırça inci gibi parlayan yıldıza benzer. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir ağaçtan zeytinden tutuşturulur. Ki onun yağı nerdeyse kendine ateş dokunmasa bile ışık verir. Nur üzerine Nur’dur. Allâh kimi dilerse Nur’una yöneltir ve insanlara birçok misâller verir. Allâh her şeyi hakkıyla bilendir.” Nur, 35. 298 Alak, 3; Neml, 40; İnfitar, 1. 69    Gel murâdın cân ise olmaz dirîğ ey çerh-i dûn Ben kerîmim hasma ihsân ü keremdir âdetim299 176/6 Rahmân, Allâh’ın genel anlamda ve inanç farkı gözetmeden rahmet ve merhamet eden, anlamına gelen ismidir. Şâir için eşyanın hakîkati bir ayna gibidir, Rahmân’ın sûreti bu aynayla görünür. Sûretimden sûret-i Rahmân-ı eyler âşikâr Özge mir’ât-ı safâdır cevher-i eşyâ bana300 44/3 Sîmâlar muhteliftir ancak kaynağı birdir ve kesretten vahdete erilince Rahmân’ın sûreti görülür. Vahdet-i kesret-nümâ-yı sûret-i Rahmân’ı gör Aks-i nâ-ma’dûd-ı sîmâ muhtelif meclâsı bir301 239/3 Beden kâinatın bir garip bütünlük örneğidir. İnsanın yüzünde Rahmân’ın sûreti görülür (272/6). Kâinata bir garîb enmûzec-i küldür tenim Sûret-i Rahmân benim sîmâ-yi timsâlimdedir302 243/2 Şâir, aşk günahını işlediğini, bu aşkın belâsı yüzünden akıttığı gözyaşlarının rahmet denizini (272/5, 274/3, 284/3) ateş rengine boyadığını söylemektedir. Ben o pür-sûz-i belâyım kim günâh-ı aşk ile Bahr-i rahmet katre-i eşkimden âteş-reng olur303 274/3                                                              299 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 300 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 301 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 302 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 303 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 70    Rahîm, Allâh’ın özel anlamda müminlere rahmet ve merhamet eden anlamına gelen ismidir. Âlemlere Rahmet (150/8) olana bağlı olunca Rahîm isminin sırrına vâsıl olmak şüphesiz mümkündür. Muktedâ-yi himmetimdir Rahmeten lil-âlemîn Bî-gümândır vâsıl-ı sırr-ı Rahîm olmak bana304 49/6 Vedûd, Allâh’ın çok muhabbetli çok şefkatli anlamına gelen ismidir. Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçmektedir.305Şâir, muhabbet sevdâsıyla sînesinin dolmasını ve ism-i Vedûd diyerek inlemeyi istemektedir. Kıl sînemi pür-sûziş-i sevdâ-yi mahabbet Her nâle-i âteş eserim ism-i Vedûd et306 294/2 Kahhâr, Allâh’ın kahredici anlamına gelen ismidir. Şâir, mümkinâtın oluşumu sırasındaki sarsıntıyı hep hatırladığını, kalpte bulunan celâl ile Kahhâr isminin hikmetinin bu olduğunu ifade etmektedir. Yâdımızdır lerziş-endâz-ı vücûd-i mümkinât Biz meâl-i ism-i Kahhâr’ız celâl-i kalb ile307 108/3 Settâr, Allâh’ın örten anlamına gelen ismidir. Şâir, o Hak bezminde Settâr’ın sırlarına vâkıf olduğunu, esmâdan müsemmâya ulaştığını söylemektedir. Mahrem-i esrâr-ı Settâr’ım o bezm-i Hak’ta kim Eyler ıtlâk ile esmâdan müsemmâ insilâh308 124/6                                                              304 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 305 Hud, 90; Buruc; 15. 306 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 307 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 308 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 71    2.9. Gönül ve Sevdâ Tasavvufta kalbin önemi büyüktür. Türk Tasavvuf edebiyatında kalp ve dil terimlerinin yanında Türkçe gönül kelimesi de kullanılmış, bazı tasavvufî kavramlar bu terimle ifade edilmiştir. Genellikle gönül “tasavvuf”, gönül ehli de “sûfîler” anlamına gelir.309 Tasavvufta gönül, Allâh’ın nazar ettiği mahal, ilâhi kemâlin ve cemâlin en güzel tecellî ettiği yer310dir. Sühreverdi, sûfinin kalbini ilâhî sevginin bütün lezzetleriyle konakladığı yer olarak tavsif etmiştir.311 Gönülden fenâ emellerini silmek gerekir (109/3) çünkü orada sevgili tecellî eder (120/1, 112/7, 218/2, 275/2, 271/6, 311/1, 322/5). Bu anlamda gönül bir âyine312 gibidir (75/4, 307/8, 309/4). Ma’rifetin mahalli, Hakk’ın nazargâhı olan ve bütün bâtınî faaliyetlerin meydana geldiği kalp, gönül kelimesi ile anlatılır.313 Nâmık Kemâl bir beytinde kendisinin de gönül ehli olduğunu, ilâhi güneşin izinden gittiğini ifade etmiştir. Peyrev-i nev-eser-i Şems-i İlâhîyiz biz Ki odur ehl-i dile kâşif-i etvâr-ı şühûd314 103/9 Kulluğun feyzine nail olan gönül ehli (103/9, 189/7, 273/3, 102/10 ) için sevgilinin cemâl ve celâl nurları aynı olur. Nâil-i feyz-i ubûdiyyet olan ehl-i dile Yârin envâr-ı cemâliyle celâli bir olur315 278/3 Gönül ehli (222/7); akıldan azâde (56/3), sevgiliye duyduğu aşkla divâne (74/4, 185/9, 186/6, 203/6, 308/3) ve avâre (225/5, 110/3, 315/4) dir. Gönül yokluk çöllerinden                                                              309 Cemal Kurnaz, “Gönül”, DİA, C. XIV, İstanbul, 1996, s.152. 310 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.107. 311 Sühreverdi, Tasavvuf’un Esasları (Avârifü’l- Maarif Tercümesi), çev. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.23. 312 Bkz. Kemikli, Şiir ve İrfan, s.109. 313 Kemikli, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı, s.180. 314 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 315 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 72    bu çilehaneye -dünyaya- gelmiştir ve geldiği yere hasret kalan (283/6) bir kuş misâli virâne316 den virâneye gezer durur. Geldi sahrâ-yi ademden dil bu mihnethâneye Mürg-i hasrettir gezer vîrâneden vîrâneye317 115/1 Gönül aşkla (190/7), ateşle (60/1, 75/6, 116/1, 140/2, 140/7, 128/9, 170/4, 215/6, 225/3, 309/3, 191/7, 246/6, 194/1, 112/4, 121/1, 170/5, 202/6, 309/3, 329/1, 326/2), hüzün ve kanla (36/4, 77/2, 135/1, 134/1, 127/1, 200/5, 208/2, 208/5, 214/2, 225/6, 150/3, 181/1, 233/3, 308/6) dolar. Bu aşkla gönül, parça parça (105/1, 113/1, 196/3, 202/3, 311/1) olur. Gönül sevgilinin yüzünün güzelliği ile mest olur (221/1), hayretten bir hoş olur. Hayret-i berk-i cemâlinden ki dil bîhûş olur Nûr-i çeşmim pertev-i Tûr ile hem-âgûş olur318 280/1 “Fahr-i âlem” âlemin kendisi ile övündüğü Hz. Muhammed’tir. Gönül, Fahr-i âlemin fakrının sırlarına mazhardır, bu övünmeden feyz alan felekler de iftihar etmektedir. Gönül kim mazhar-ı esrâr-ı fakr-ı Fahr-i âlemdir Felekler müftehirdir şimdi feyz-i iftihârımdan319 184/2 Yukarıdaki beyitte fahr, müftehir, iftihar kelimeleri kullanılarak tenasüp sanatına başvurulmuştur. Her nefeste sevgilinin incitmesi ile yaralansa (326/7) bile gönül, arzularından asla vazgeçmeyecektir. Nâil-i kâm olsa bin zahmınla gönlüm her nefes Yine gelmez hâtıra asla ferâğ-ı ârzû320 300/5                                                              316 Hazine veya definelerin virânelerde bulunmasından hareketle gönül de sevgilinin aşkını veya hayâlini hazine gibi kendinde saklayan bir virâne şeklinde düşünülür. Bkz. Kurnaz, “Gönül”, s.151. 317 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 318 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 319 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 320 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 73    İki dünya vardır, kâm isteyen mahsun gönül ise bir tanedir. Kâm-hâh olmuş dil-i mâhzûn bir dünyâ iki Hayf sâhil-cûy olan meftûn bir deryâ iki321 136/1 Şâirin şiiri, mürekkebi gönül dumanının isinden oluşmuş, sözü ise kara bahtından esinlenerek yazılmış bir destan gibidir. Mürekkebdir sevâd-ı dûd-i dilden Nâmık eş’ârım Olur her bir sözüm bir dâstân baht-ı siyâhımdan322 183/5 Ne mutlu o gönle ki yârin ismini halis kalp ile nefesi sayısınca zikr323 eyler. Saâdet ol dile kim zikr-i nâm-ı yâr eyler Hulûs-i kalb ile enfâsının adâdı kadar324 226/11 Gönlü yüce himmete bağlamak gerekir. Zîrâ hikmetli olan insan Hakk’a güvendiği kadar keremin kemâlini görür. Ulüvv-i himmete rabt-ı dil et ki merd-i hakîm Görür kemâl-i kerem Hakk’a i’timâdı kadar325 226/15 Burada yüce himmet sözüyle mürşid-i kâmil kast edilmiştir. Sûfi bir mürşide bağlanarak yola çıkar ve ne kadar belâya düçâr olursa olsun istikametten ayrılmaz. İstikâmette kalır câm-ı dil-i sâf yine Düşse de üstüne bin berk-ı belâ pîç-â-pîç326 90/6                                                              321 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 322 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 323 “İşte onlar imân edip gönülleri Allâh’ı zikretmekle O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki gönüller ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” Rad, 28. 324 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 325 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 326 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 74    Gönül yarası âlemde kapanmamalı ki herkes aşk belasını kolay çekilir sanmasın. Bu yolda yürüyemeyecek olan yola çıkmasın. İltiyâm-ı zahma dil âlemde imkân görmesün Tâ belâ-yi aşkı herkes kâr-ı âsân görmesün327 216/1 Gönül aşkla dolunca nurlanır ve yücelerde olmaya layık hâle gelir (59/2, 59/4, 150/1). Tenin gölgesi ise toprak olmaya namzettir. Aşkın zilleti ile ikbâli, yer ve göğün birbiri ile zıtlığı gibidir. Neyyir-i dil evc-gîr sâye-i ten hâksâr Zillet ü ikbâl-i aşk arz u semâdır bana328 56/5 Şâir, vahdet bezminin rindiyiz, gönül de kadehimizdir (292/3), bize varlığın idrâkinin verdiği neşe din ve dünyanın feyzidir, demektedir. Rind-i bezm-i vahdetiz dil câm-ı sahbâdır bize Neş’e-i idrâk feyz-i dîn ü dünyâdır bize329 118/1 Yere göre sığmayan Hak, gönle sığmıştır. Gönül, tıpkı Kâbe gibi Allâh’ın evidir. Kesret deryasından geçip gidenler, gönül şehrinden geçselerdi Kâbe’ye ulaşırlardı. Bu talihsizler Kâbe’ ye varmak için iki yol olmadığını bilmezler. Müddeâ deryâ-yi kesretten güzâr etmektedir Şehr-i dilden Kâbe-i maksûda râh olmaz iki330 137/3 Güneşin gölgesinin olmadığı mâlumdur ama gönlün çektiği âh (86/2, 89/2, 216/9, 216/7, 184/8, 237/2, 112/2, 169/4, 181/1, 195/2, 321/5, 93/1, 117/2, 194/6, 227/4) güneşe benzeyen cananın peşinden bir gölge gibi ayrılmaz.                                                              327 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 328 Müfteilün fâilün müfteilün fâilün 329 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 330 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 75    Âh-ı dil cânânın ayrılmaz peyinden bir zaman Yoksa zâhirdir ki olmaz âftâbın sâyesi331 145/2 Gönlün hamur mayası nasıl bir ateşten oluşmuş ki (260/8) bela deryâsının dibi bile ışık saçar. Ka’r-ı deryâ-yi belâdan şu’le efşandır yine Gönlümün bilmem ne âteştir hamîr-i mâyesi332 145/3 “Hamîr-i mâye ” tamlamasını burada gönül için kullanan şâir, ileride vatan için kullanacaktır: “Vücûdun kim hamîr-i mayesi hak-i vatandır”. Gam çekmekten (112/3 120/5, 134/4, 135/5, 195/6, 254/1, 217/11, 222/8, 241/4, 246/4, 270/1, 289/5, 324/1, 325/1) tende bin cehennem oluşunca gönülde mahşer korkusunun kendisi de mahv olup yanar. Gamınla tende bin dûzah fürûzan olduğun görsem Gönülden havf-ı mahşer mahv ü sûzân olduğun görsem333 159/1 Gönlün aşktan şikâyet etmesi küstâhlıktır. Şâirin gönlü de aşktan şikâyet etmektedir. Yâra Nâmık yine şekvâger-i aşk oldu gönül Bu ne güstâh reviş hâk ile dolsun dehenim334 166/5 Burada “Ağzım toprakla dolsun!” ifadesiyle kinâye sanatı yapılmış, hem susturmak hem de ölüm kast edilmiştir. Gönül sevgilinin köyüne yüz sürmek ister (88/11). Gönül tendeki ateşten sevgilinin köyüne bakar, pencereden tecellî bahçeleri görünür.                                                              331 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 332 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 333 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 334 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 76    Dil nâzır olur kûyuna dâğ-ı tenimizden Firdevs-i tecellâ görünür revzenimizden335 201/1 Acz ile Allâh’a boyun eğmesi oranında gönül mülkünün sultanına yer ve gök mahkûm olur. Şehân-ı mülk-i dile arş ü ferş olur mahkûm Kemâl-i acz ile Allâh’a inkiyâdı kadar336 226/13 Hakk’ın feyzi her gönülde bir başka hâldedir, tecellî kadehinin neşesi farklı farklıdır, ancak sehpa bir tanedir. Gönüller ne kadar farklı olsa da aynı ortak noktada birleşip feyz alırlar. Feyz-i Hak her dilde bir hâletle olmuş âşikâr Neş’e-i câm-ı tecellâ muhtelif sahbâsı bir337 239/6 Gönül, can ışığı ve ateşinden rencîde olmasına rağmen ölümsüzlük iksirine bir iltifat bakışı bile atmaz. Gönlün, ölümsüzlüğe karşı bir arzusu yoktur. Eylemez âb-ı hayâta bir nigâh-ı iltifât Dil ki Nâmık sûz ü tâb-ı cândan rencîdedir338 241/6 Aksine gönül ölüm için iştiyaklıdır. Gönlü ihyâ etmek irâdi bir ölümün gerçekleşmesi demektir. Bâis-i ihyâ-yi dil mevt-i irâdîdir bize Âşık-ı cân-dâde hem mevcûd hem nâbûd olur339 273/4                                                              335 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 336 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 337 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 338 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 339 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 77    Burada bahsedilen irâdî ölüm, ölmeden evvel ölmektir. Tasavvufî literatürde irfanî ölüm olarak da adlandırılmaktadır. İrfâni ölüm, kalbin ma’rifet ve hakîkatle neşvünemâ bulması; insanın ölüm gerçeğini kavrayıp içinde yaşadığı hayatın fâniliğini idrak ederek ebedî hayat olarak tarif ve telmih edilen ölüm sonrası hayata hazırlanma bilincidir.340 Gönül muhabbet rüsvâsı ve aşk şarabının mestidir (260/7). Şâir, Ruhî-i Bağdadî’nin “Sanman bizi kim şûle-i engûr ile mestiz.” mısraını hatırlatan beyitle ümit ve korku arasında sarsıldığımızı sanmayın, Allâh’ın evi olan gönlün yönünü gösteren kıblenümâyız, demektedir. Sanman bizi lerzende-dil-i havf ü recâyız Bir Kâ’be-i matlab gözedir kıblenümâyız341 322/1 Güneş ışığın kaynağıdır, görmeyi sağlar. Ama ışığın görmesi beklenmez. Onun görmeye ihtiyacı yoktur. Nurdur, görür ve gösterir. Ey mihr-i amâ sînemi bir dâğ-ı cünûn et Kıl gönlümü şem’-i harem-i ismet-i dîdâr342 227/3 Buradaki mihr-i amâ (102/4) sevgilidir. O, saçtığı nur ile aşığın gönlünü yaralayacaktır. Fakat ışık olduğu için, âşıkta açtığı yarayı görme gereği duymayacak, ona bakmayacaktır. Aşk gönülde ebediyen kalıcıdır (88/5). Gönül, sevgilinin güzelliğinin güneşine ezelden vurgundur (247/2, 282/4). Ezelden beri sevgilinin güzelliğine duyulan bu aşkla mahv olan şâirin, gerçekte olmayan gönlü tecellî güneşinin zerresi (258/1) dir. Mahv-i aşkız ıztırâb-ı tal’atinle tâ ezel Zerre-i mihr-i tecellâdır dil-i nâbûdumuz343 323/6                                                              340 Bkz. Bilal Kemikli, Sûfi Aşk ve Ölüm, Sütun Yayınları, İzmir, 2007, s.53. 341 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 342 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 343 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 78    Tasavvufun yüce gerçekleri ve ilâhi sırları açıkça değil üstü kapalı bir şekilde mecazlar kullanılarak şiir diliyle anlatılır. Ama bundan daha iyisi bir noktada sessiz kalmaktır.344 Gönül bir bezmin naz ve niyâz lîsânıdır, ondan bahs edilirken sözler ilgisiz, mana ise habersiz olur. Sözün tükendiği an, işte o andır. Dil zebândân-ı niyâz ü nâzdır bir bezme kim Bahsine elfâz olur bîgâne ma’nâ bî-haber345 230/2 Gönül, hattın sırlarının manasını (103/8, 103/4, 103/9, 107/5) öğreneceği kişiyi aramaktadır. Zîra takdir edilen kitap hayrân, yüce kalem habersizdir. Ma’ni-i esrâr-ı hattın kimden öğrensin gönül Münşi-i takdîr hayrân kilk-i a’lâ bî-haber346 230/5 Yukarıdaki beyitte hat, mana, kitap ve kalem kelimelerinin bir arada kullanılmasıyla tenâsüp sanatı yapılmıştır. Nâmık’ın gönlü katmerli bir güle düşmüş, ayrılık dikeni ile yakası parçalanmıştır (219/7). Nâmık Kemâl, Mevlâ’sına derin bir aşkla bağlıdır. Şâir, gönlünün parça parça olarak bir nûr içinde Mevlâ’ya gidişini ayışığının denizdeki akislerine benzetmiştir. Mehtâb sanma düşmüş deryâya pâre pâre Dil nûr içinde gitmiş Mevlâ’ya pâre pâre 347 113/1 Gönül, sevgilinin bakışlarıyla gönlünün parçalanmasının ( 64/5, 73/2, 73/2, 279/1) lezzetini hatırlasa (317/8) kaza oklarının yaralarından tat alır. Yâd etse gönül lezzet-i şemşîr-i nigâhın Cân ile olur zahm-ı kazâdan mütelezziz348 319/3                                                              344 Uludağ, “Tasavufta Şiir” , s.17. 345 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 346 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 347 Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâîlâtün 348 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 79    Âlemi tahrîb eden halkın kırık kalbidir, cihânı âbâd etmeye çalışan kişinin önce gönül yıkmaması gerekir. Eden tahrîb-i âlem inkisâr-ı kalbidir halkın Gönül yıkma cihânı eylemek âbâd lâzımsa349 73/3 Sevdâ, tasavvufta ilâhi aşktır. Yürekte siyah bir nokta vardır; buna habbetul-kalp, sevdaül-kalp, suveydaül-kalp, dâne-i dil gibi isimler verilir. Kalbin en değerli yeri burasıdır. Canın canıdır. “Canımın içi” sözüyle buna işaret edilir. Bazen aşırı sevgi ve şiddetli aşk sebebiyle bu siyah nokta tahrip olur, parçaları bütün vücuda dağılır. Artık bu türlü âşıklarda akıl mantık kalmaz, sevdiklerini çılgınca severler. Bunlara sevdalı (sevdâî) denir. Bunlar aşk yoluna başlarını koyan âşıklardır.350 Şâir, kimileri devlet ve ikbâl peşinde olsa bile kendisinin aşk derdinin esiri olarak başka bir sevdâya tutulduğunu (318/3) kendisinin aşktan hayrete düşmüş (224/9) bir sevdâzede olduğunu (306/10) ifâde etmektedir. İsteyen nâdânın olsun devlet ü ikbâl-i çerh Biz esîr-i derd-i aşkız başka bir sevdâdayız351 318/3 Şâirin ateş kaynağı teni, baştan ayağa sevdâ yanığıdır (164/2, 132/1). O sevdânın gamıyla ( 163/2, 178/2, 229/4) bir âh eylese (245/1, 249/1, 321/5) âlemin parçaları perişan elbise gibi dağılır. Eylesem bir âh sevdâ-yi gamınla âlemin Dağılır eczâsı gîsû-yı perîşânın gibi352 131/5 Yukarıdaki beyitte dost ve düşman kelimesi birlikte kullanılarak tezat sanatı yapılmıştır.                                                              349 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 350 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.315. 351 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 352 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 80    Sevdâ vadisinde avâre Nâmık (240/9), Mecnûn kadar çılgın bir âşıktır (217/8, 181/5, 196/6). Sevgilinin zülfünün hilesi (217/8, 181/5, 217/1) âşıkları rüsvâ (260/7) eder. Sevdâ zilleti şâiri öyle bir hâle getirmiştir ki düşmanlar hakaret etmekten çekinir (141/1). Şâirin sinesinde her an bir sevdâ cehennemi yanar (294/2, 267/6, 267/7, 267/1, 179/10, 185/2, 150/1). O, muhabbet âfetinin mahşeridir. Her lahza yanar sînede bin dûzah-i sevdâ Nâmık benim ol mahşer-i âfât-ı mahabbet353 293/7 Şâir, fâni emellere gönlün bağlanmaması gerektiğini, sevdâ yolunda aşığın mahv olup, varlığını ispatlaması gerektiğini anlatır. Nâmık nice bir rabt-ı dil âmâl-i fenâya Mahv ol reh-i sevdâda var isbât-ı vücûd et354 294/6 Ayrılık acısını (238/3) görüp aşkın sevdâsını ayıplayanlar benim sevgilimi görüp şimdi ateşlerde yansınlar, diyen şâir bu beyti Zelihâ’nın ağzından söylemiştir. Mısır kadınları Zelihâ’yı ayıplamışlardı, ancak Yûsuf’un güzelliğini görünce ellerindeki bıçaklarla fark etmeden ellerini kesmişlerdi. Aybeden sevdâ-yi aşkı sûz-i hicrânım görüp Âteş-i gayretle yansın şimdi cânânım görüp355 224/1 Şâir, kendisini yârin endamının sevdâsına düşüp iki cihânı vezinli bir mısraya değişmiş şâirlere benzetir. Sevdâ-yi kad-i yâr ile Nâmık dü cihânı Bir mısra’-i mevzûna değişmiş şuarâyız356 322/11                                                              353 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 354 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 355 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 356 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 81    2.10. Halvet Kelime anlamı uzlet, inzivâ, yalnızlık, tek başına yaşamak olan halvet, tasavvufta mâsivâdan ilgiyi kesip tamamen Hakk’a yönelmek ve kendini ibadete vermektir.357 Halvet, Mi’râç hadisesinde Hz. Muhammed’in Yüce Yaratıcı’yla perdesiz konuşmasını hatırlatır. Şâir, Mi’râç buluşmasında kendisini Hz. Muhammed’in nedîm-i halvet (halvet arkadaşı) olarak tasvir eder. Bu bezimde (108/5) o can sohbeti duyulur ki buluşma mirâcının manası bu sohbetin bahis konusudur. Bir mebhasidir ma’ni-i mi’râc-ı visâlin Ol sohbet-i cân kim duyulur halvetimizde358 107/3 Sükût, can mirâcının halvetinin sırrını bilen, meclis arzusundaki Yezdân’ın yakın bir arkadaşıdır. Râzdân-ı halvet-i mi’râc-ı cânındır sükût Meclis-ârâ bir nedîm-i kurb-i Yezdân’dır sükût359 299/1 Şâir, özel bir halvet içinde varlığın sırlarını bilmek istediğini fakat kaza ve kaderin haberdar olmasını istemediğini anlatmaktadır. Bir halvet-i hâs içre beni gark-ı şühûd et Esrârımı ma’lûm-i kazâ vü kader etme360 109/2 Sevgilinin bakışının oku, gönlü yaralar ve yaradan bir kestirme yol açar. Bir bakışla aşkın halvet sarayının (258/4, 305/3) buluşması gerçekleşir. Bir nazarda vâsıl-ı halvet-serây-ı aşk olur Açtı bir kesdirme yol tîg-ı nigâhın yâreden361 196/4                                                              357 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.156. 358 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 359 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 360 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 361 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 82    2.11. Havf ve Recâ Havf u recâ, korku ve ümit demektir. Tasavvufta insanın Allâh azâbına veya gazâbına maruz kalabileceğini düşünmesi havfa, lütfuna ve nimetine nâil olabileceğini düşünmesi recâya sebep olur.362 Akıllı olan rahat etmek isterse alçakgönüllü olmalıdır. Fenâ bezminde korku ve (110/2, 162/1) ümîdin karmaşası bulunmaz. Mahviyyet olur âkile sermâye-i râhat Yok dağdağa-yı havf ü recâ bezm-i fenâda363 34/5 Hüseyin’in yolundan giderek bir can için korku ve ümit arasında olmaktan vazgeçip, aşkın Kerbelâ’sına mertçe ulaşmak gerekir. Hüseynî meşreb ol bir cân içün havf ü recâdan geç Fezâ-yi Kerbelâ-yi aşka var merdâne merdâne364 110/2 Şâir, korku ve ümitten uzak olarak Hayder meşrep ve canan yoluna can feda edebilecek bir Hüseynî mezheb olduğunu vurgulamaktadır. Fârig-i havf ü recâyım rind-i Hayder-meşrebim Cân fedâ-yi râh-ı cânânım Hüseynî-mezhebim365 162/1 Sûfiler için sevgilinin güneşinin feyzi ile aşkın gülbahçesinin şebnemi gibidir, ümîdin doruğuna ermiş garip üftâdelerdir. Şebnem-i gülzâr-ı aşkız feyz-i mihr-i yâr ile Vâsıl-ı evc-i ümîd olmuş garîb üftâdeyiz366 318/4                                                              362 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.292. 363 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 364 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 365 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 366 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 83    2.12. Hayret Şaşmak, şaşırmak demek olan hayret tasavvufta kalbe gelen tecellî (vârit) sebebiyle sâlikin düşünemez, muhakeme edemez hâle gelmesidir.367 Aşktan hayrete düşenler hem vâkıf hem de habersiz olurlar. Bu hâl onları bir bilmezliğe (248/1) sürükler. Nâmık yine sevdâzede-i hayret-i aşkız Ol hâlete hem vâkıf u hem bî haberiz biz368 306/10 Sevgilinin güzelliği hayret edilecek (57/2, 61/4, 116/5, 120/1, 174/3, 227/1, 187/4, 280/1, 283/1, 286/5, 176/1) derecededir. Aşk, âşığı hayrete (224/8, 224/9, 230/6, 245/4, 250/1, 250/2, 267/3, 201/4) düşürürür. Şâirin gece hayret (105/3) ışıkları ile hasret gözyaşları, dostun sohbet meclisini aydınlatmaktadır. Nâmık şuâ’-i hayret ile çeşm-i hasretim Mişkât-ı bezm-i sohbet-i ahbâbdır bu şeb369 85/5 Şâir, sevgilinin Zât’ının sırrının yolunda hayrettedir, evvel akıllıdır ama hidâyet yolunu o işaret eder. Hayret-i mahzım tarîk-ı derk-i sırr-ı Zât’ta Akl-i evvel hâdi-i sûy-i necât eyler beni370 142/5 2.13. İstiğnâ Zengin olmak anlamına gelen istiğnâ, tasavvufta sâlikin kendisine kâfi olduğuna inanarak ondan başkasına ihtiyaç duymaması ve tenezzül etmemesi hâlidir.371Dîvân’da                                                              367 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.163. 368 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 369 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 370 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 371 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.192. 84    istiğnâ, kanaatkâr olma anlamıyla (215/3, 265/7, 260/1, 273/5) birkaç beyitte geçmektedir. Şâir, gönlünü kanaat doruklarında uçan, devlet gölgesinde olmaktan dolayı övünmeyen hikmetli bir kuşa benzetmiştir. Hümâ-yi evc-i istiğnâ-yi hikmettir dilim Nâmık Değildir mültecâ-yi iftihârım sâye-i devlet372 296/7 Azl edilme ve yükselmeye rağbet etmeyen şâir için başına gelebilecek herhangi iyi ya da kötü hâdise şâirin duruşunu etkilememektedir. Onun için zilletin zemini ile kanaatin arşı eşittir. İnfisâl ü i’tilâ-yi câha yoktur rağbetim Hâk-i zillet arş-ı istiğnâ müsâvîdir bana373 51/3 2.14. Kesret ve Vahdet Bir olan Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla tecellî edip çokluk hâlinde görünmesine kesret, bu çokluğun hakikî bir varlığı olmadığını kavramak, yalnızca Hakk’ı görmeye vahdet denir.374 Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi yalnızca bir görünüş meselesidir, gerçek sûfi çoklukta birliği görür375. Vahdetle kesretin manada farkı yoktur, bakılsa bin ile bir hesapta aynıdır. Ma’nâda yok tefâvütü vahdetle kesretin Birdir bakılsa elf ile vâhid hisâbda376 35/5 Ehl-i keşf olanlar kesrette vahdeti bulurlar. Kesretin görünen sûreti vahdete engel değildir, yüz bin yıldız olur ama ay iki olmaz.                                                              372 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 373 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 374 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.212. 375 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.372. 376 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 85    Kesret-i reng-i mezâhir mâni’-i vahdet değil Sad-hezârân necm olur ammâ ki mâh olmaz iki377 137/2 Âlemin vahdet âleminde vücûdu yoktur, güneşte gölge görünmez. Yoktur vücûdu âlem-i vahdette âlemin Nâbûd olur nümâyiş-i zıl âftâbda378 35/6 Sûrethane, şehadet âlemidir. Bu görüntüler diyârının (162/4) hayâli bile çokluk kabul etmez. Varlıkların düzeninin379 kaynağı hep bir noktadan gelmektedir. Heyûlâsı bu sûrethânenin kesret kabûl etmez Ki hep bir noktadandır mebde-i tertîb-i eşkâlin380 212/5 Büyük işlerin kitabının nüshalarının anlamı bir vahdet sırrıdır. Görünüşte fiiller ve isimler farklıdır ancak anlamı aynıdır. Sırr-ı vahdettir meâl-i nüsha-i kübrâ-yi sun’ Sûretâ ef’âl ü esmâ muhtelif ma’nâsı bir381 239/2 Kesret ile vahdetin manası aynıdır. Hikmet, damla ile deryayı eşit kılar. Kesret ü vahdetteki ma’nâ müsâvîdir bana Ben hakîmim katre vü deryâ müsâvîdir bana382 51/1                                                              377 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 378 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 379 “Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’ dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin.” Mülk, 3. 380 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 381 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 382 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 86    Ârife her damlası bir başka âlem olsa da hâdiselerin dalgalarının (165/4) çokluğu tek bir denize aittir. Burada dalga kesreti, deniz ise vahdeti sembolize eder. Ârifler kesretten vahdete ulaşır. Olsa da her katresi bir başka âlem ârife Kesret-i mevc-i şuûnâtın yine deryâsı bir383 240/6 Mutasavvıflar mahviyyet hâlindedir. Mahviyyet ehli çokluk eserlerinden bağımsızdır, âlemler sayısız ve hesapsızdır ama yokluk bir tanedir. Olur âzâde-i âsâr-ı kesret ehl-i mahviyyet Avâlim gerçi bî-hadd ü hîsâb ammâ adem birdir384 256/3 Kesretin insanı aldatan oyunlarını görebilmek ve kesretten sıyrılabilmek, dünyayı bir kenara itebilmek zordur. Şâirin gönlü de dünyanın derdinden arınmış, kesretten uzaklaşmış kimliğinin başka bir aynasıdır. Sûret-i gamdan muarrâ reng-i kesretten berî Özge mir’ât-ı hüviyyettir dil-i bî-kînemiz385 309/4 2.15. Makamât Makamât, kelime anlamı menzil, mertebe, konak olan makamın çoğuludur. Tasavvufta sâlikin gösterdiği faaliyetle ulaştığı ve ikâmet ettiği yerdir. Hâller, Allâh’ın sâlike bağışıdır. Makam ise iradeyle çalışarak kazanılır. HÂller gelip geçici, makamlar ise kalıcı ve süreklidir. Başlıca hâller şunlardır: Mürakebe, kurb, mahabbet, havf, reca, şevk, üns, itminân, müşahede, yakîn. Başlıca makamlar şunlardır: Tevbe, verâ, zühd, fakr, sabr, rızâ, tevekkül.386                                                              383 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 384 Mefâîlün mafâîün mefâîlün mefâîlün 385 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 386 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.234.  87    Gönül, muhabbet makamlarını seyr eder. Hayret makamında görüntülerin sırları açığa çıkar. Eser-i seyr-i makamât-ı mahabbetle gönül Hâl-i hayrette olur mahrem-i esrâr-i şühûd387 103/4 Aşk yolculuğunun makamlarını araştırma ve seyr etmeden maksat, durak yerlerini geçme, maksûda ulaşmaya çalışmadır. Seyr ü tahkîk-i makamât-ı sülûk-i aşktan Kâ’be-i maksûda hep tayy-i menâzildir garaz388 304/3 Bu durak yerleri kemâl makamlarıdır ve sâlik bunları devr etmeye çalışır. Devr etmeye sa’y eyle makamât-ı kemâli Ger cilvegehin hâne-i arş olsa yer etme389 109/5 2.16. Ma’rifet, İrfân ve Ârif Kelime anlamı olarak ma’rifet bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, âşinâlık demektir. Tasavvufta sûfîlerin ruhâni hâlleri yaşayarak, mânevî ve ilâhî hakîkatleri tadarak (iç tecrübeyle vasıtasız olarak) elde ettikleri bilgi, irfan anlamına gelir. Bu yoldan Hakk’a dair elde edilen bilgiye mârifetullah, buna sahip olan kişiye ârif-i billâh (ârif, urefâ) denir. Sûfilere göre ulu ve yüce Allâh hakkında tam anlamıyla mârifet sahibi olmak imkânsızdır. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir “ Ma’rifet, sâlikin O’nun hakkında mârifet sahibi olmaktan âciz olduğunu idrak etmesidir.” demiştir. Ma’rifetin sonu hayret ve dehşettir. Onu en iyi tanıyan onda en çok hayrete düşendir.390 Şâir, mâ’rifete erdiğini, dünyanın yüceliğinden daha yüce bir şekilde ilim ve irfana aşinâ olduğunu söylemektedir.                                                              387 Feilâtün feilâtün feilâtün feilün 388 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 389 Mef’ûlü fâilâtün mefâîlü feûlün 390 Bkz. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.236. 88    Feyz-âşinâ-yi izzetim izzet-pezîr-i ma’rifet A’lâ-yi ulviyyât-ı dehr esfelden esfeldir bana391 52/11 Şâir burada kendisinden farklı biriymiş gibi söz ederek tecrîd sanatına; dâver, menşur, müseccel kelimelerini kullanarak ise tenasüp sanatına başvurmuştur. Şâir, aşkın hükümdarı olduğunu, ma’rifet makamının fermânının kendisi için tescilli bir hüküm olduğunu ifade etmektedir. Ben dâver-i aşkım Kemâl bî-minnet-i izz ü celâl Menşûr-i câh-i ma’rifet hükm-i müsecceldir bana392 52/12 Şâir, “Kelîm-i ma’rifet” tamlaması ile Hz. Mûsâ’yı kast etmekte, o öyle ma’rifet ehlidir ki Hak Teâlâ kalemini feyzin tecellî ettiği ağaca dönüştürmüştür, demektedir. Ol Kelîm-i ma’rifet kim pertev-i irfân ile Eylemiş Hak hâmesin nahl-i tecellîzâr-ı feyz393 330/13 Ma’rifet ile irfan aynı manayı karşılayan kelimelerdir. Şâir bu beyitte zamandan şikâyet etmekte, bu devri kötü bir pazara benzetmekte ve irfan sermayesine sahip olanların zarar ettiğini söylemektedir. Bir devrde geldik ki bu bâzâr-ı fenâya Sermâye-i irfânı olanlar zarar eyler394 235/7 Arzular irfan içinde olmayı, her şeyden el çekmiş olmayı engeller. Ne kadar uzak durulmaya çalışılsa da sebeplere takılıp kalınır. Dest urur dâmen-i berçîde-i irfânıma kâm Fâriğ olsam da tevessüldedir esbâb bana395 45/5                                                              391 Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün 392 Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün 393 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 394 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 395 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 89    Gerçi arzu edilen yollar nefeslerden ziyâde olur ama irfan âleminin yüce Kâ’besi bir tanedir. Gerçi râh-ı ârzû müzdâd olur enfâstan Âlem-i irfânın ammâ Kâ’be-i ulyâsı bir396 240/8 İrfan, her damlasından nur akan bir içkiye (61/3) güneşe (103/10, 330/11), ışığa (330/13), nura (179/8), cevhere (176/5) benzetilmiştir. Hamiyyet, millî onur ve haysiyet demektir. Şâir, hamiyyet mesleğinde ecdâd nasıl gayretli ise irfanda yükselmek de yeni nesil için o kadar elzemdir, demektedir. Tefevvuk-yâb-ı irfân eylemek ahfâda elzemdir Hamiyyet mesleğinde gayret-i ecdâd lâzımsa397 72/4 Şâir, kendisini irfan sahibi Hızr’a benzetmekte, menzilinin bekâ içinde fenâ olduğunu, gönül ehlinin dünyada hem var hem de yok olduğunu anlatmaktadır. Hızr-ı irfânım bekâ-ender-fenâdır menzilim Ehl-i dil dünyâda hem mevcûd hem nâbûd olur398 273/3 Şâir, Hersekli Arif Hikmet’ten aldığı feyzi (60/13) irfanının mayası olarak görmektedir. Nazmım olsa n’ola hayret-figen-i Eflâtûn Feyz-i Hikmet ki benim mâye-i irfânımdır399 266/12 Mecaz, irfan erbâbını bilgili yapar, asıl hüner sûret eserlerini, yani görüntüleri manaya kavuşturabilmektir.                                                              396 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 397 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 398 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 399 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 90    Hakîkatten mecâz âgâh eder erbâb-ı irfânı Teyessür vuslat-i ma’nâya âsâr-ı suverdendir400 253/2 İrfân ve ma’rifet sahibi anlamına gelen ârif, tasavvufta Allah Teâlâ’ nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşahede ettirdiği kimsedir.401Beden, ârif olan için tecellî aynasıdır. Hakk’ın cemâli gönlünün parlaklığı kadar görünmektedir. Gönül ne kadar parlaksa tecellî de o kadar net olacaktır. Beden ki ârife âyîne-i tecellâdır Cemâl-i Hak görünür revnak-ı fuâd-ı kadar402 226/4 Ârifler kesrette vahdeti görebilir (240/6). Onlar için bu imtihan yeri bir acayip sırdır. Haddi hesabı olmayan dedikodu nev’inden, her şeyden hâsıl olan ma’nâ birdir. Ârifâna bir aceb sırdır bu dâr-ı imtihân Güftügû bî-hadd ü ihsâ hâsıl-ı ma’nâsı bir 240/2 Şâir, tecrid sanatıyla kendine seslenmekte ve ârifin gönlünü matem kisvesiyle siyah örtüyle bürünmüş Hüdâ’nın evine benzetmektedir. Nâmık dil-i ârif harem-i beyt-i Hüdâ’dır Hep kisve-i mâtemle siyeh-pûş görünsün403 221/6 Ârif, ilm-i yakîne mazhardır. Şâir, hem ârif hem kâmil404 olduğunu ve Hak irfanının kendisinde bulunduğunu, eş dostunun da şerefli ve kâmil olduğunu söylemektedir.                                                              400 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 401 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.44. 402 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 403 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 404 “İnsan-ı kâmil Hakk’ın gözüdür.” Bkz. Bilal Kemikli, Dost İlinden Gelen Ses, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2010, s.140. 91    Ben ârifim ilm-i yakîn irfân-ı Hak’dır zâtıma Bir kâmilim yâr ü karîn eşrâf ü kümmeldir bana405 52/8 Âriflerin yakîni Zât’ının ilmiyle birleşmiştir. Bu yüzden isim ve fiilleri biliyor olmak şâir için çok değildir. Müttehiddir ilm-i zâtınla yakîn-i ârifân Çok değil esmâ vü ef’âlin alîm olmak bana406 49/2 Hadiseler ârifâne işler (218/6).Yaratılış eserlerinin mecmuası gönlün büyük bir nüshasıdır ve noktasından bile ârife malum olur. Nüsha-i kübrâ-yi dildir mecma’-ı âsâr-ı sun’ Noktasından ârife ma’lûm olur esrâr-ı sun’407 218/1 Ârif için mi’râç, açık bir sevap yoludur. Kutsîler ârif için öncülerdir, onları takip ederek yolu rahatça aşarlar. Ârifim mi’râc şehrâh-ı savâbımdır benim Kudsiyân peymûde-i pîş-i rikâbımdır benim408 165/1 Kulun gidebileceği en son nokta Sidre’dir. Şâir, kendini ilham âleminde kutsî fıtratlı kuşlara benzetmekte ve irfanî olarak Sidre’de bir yer edindiğini anlatmaktadır. Âlem-i ilhâma Nâmık mürg-i kudsî-fıtratız Evc-gâh-ı Sidre-i irfân nişîmendir bize409 116/9                                                              405 Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün 406 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 407 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 408 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 409 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 92    Ârifler, Refref süvarisi olup Sidre’de seyr yeri (230/4) edinmeden makam-ı cem’e varamazlar. Varmaz makam-ı cem’e o ârif ki âlemin Refref süvâr-ı Sidre mesîri bulunmaya 75/5 Ârif olan için sükût irfan kaynağıdır (299/4). O devamlı Hak ile beraberdir (273/6). Ârif ‘in parlak hâliyle melâli tıpkı güneşin kemâli ve zevali gibidir. Ârifin revnak-ı hâliyle melâli bir olur Gör ki hurşîdi kemâliyle zevâli bir olur410 278/1 Meşhur atasözümüzü411 anımsatan bir beyitle şâir, ârifin kadrini hayattayken kimsenin bilmediğini, yokluğunda kıymet kazanan bir cevher olduğunu anlatmaktadır. Kimse bilmez kadrini oldukça ârif ber-hayât Bir güherdir kim hüner fikdân ile kıymetlenir412 257/5 2.17. Mâsivâ Mâsivâ, Allâh’tan başka her şey demektir. Mutasavvıflar mâsivâyı (51/4) belâ olarak görmüşler413 ve gönüllerini bundan temizlemek istemişlerdir. Şâir de gönlünü mâsivâdan temizleme niyetindedir. Niyeti böylesine temiz olan şâire Allâh’ın tevfîki414, inâyeti yardım edecektir. Gönlümü tathîr Nâmık mâsivâdan niyyetim Pâk olunca niyyetim tevfîk yâverdir bana415 55/7                                                              410 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 411 Kel ölür sırma saçlı olur, kör ölür badem gözlü olur. 412 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 413 “Belâ-yı mâsivâya mübtelâyım ya Resulâllah ” Ziyâ Paşa 414 “Muvaffak olmam sadece Allâh’ın yardımı ile olur.” Hûd, 88. 415 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 93    2.18. Melâmet Kınama, ayıplama, kötüleme, karalama demek olan melâmet tasavvufta kınayanların kınamasından çekinmeden doğru yolda yürümektir. Allâh’ın kânunu öyledir ki, kim halkı hak yola davet etse herkes onu kınar. Peygamberler, veliler hep kınanmışlardır.416 Şâir, kendisini her sözünden melâmet eserleri görünen çöllerin Kays’ına (48/2, 59/1, 203/9, 139/4) benzetir. Nâmık benim ol Kays-ı beyâbân-ı beyân kim Âsâr-ı melâmet görünür her sühanımdan417 199/5 Şâir, kendisini sevenin de sevmeyenin de acıyacağı şekilde cisminin ayrılık acısıyla perişân olmasını istemektedir. Şöyle bîtâb et İlâhî cismimi hicrân ile Kim desin gördükçe hâlim yâr hayf ağyâr hayf418 120/4 Yârin köyünün köpekleri utancından ayakaltında dolaşmaz ancak melâmet, şâiri topraktan alçak yaptığı için o yârin köyünde ayakaltında dolaşmaktan hicab etmez. Pâymâl etmez hicâbından segân-ı kûy-i yâr Eylemiş Nâmık melâmet hâkten ednâ beni419 141/9 Kalbimiz Hüdâ’nın evidir, onu tahripten bahsetmek melâmet tûfânını dalgalandırır. Beyt-i ma’mûr-i Hüdâdır kalbimiz ammâ olur Mevc-i tûfân-ı melâmet bâis-i tahrîbimiz420 310/3                                                              416 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.241. 417 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 418 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 419 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 420 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 94    Şâir, aşk ve melâmet yükünden feyz alır (180/2). Melâmet duygusu olan kişide utanma olmaz. Şâir, aşk şarabı ile öyle mest olmuş ki melâmet bile şâirdeki iffetsizliği görüp bizzat kendisi utanır. Özge mestim bâde-i idrâk-sûz-i aşk ile Kim melâmet âr eder alûde dâmânım görüp421 224/5 Şâir, kendini rüsvâ hissetmekte, ölürse melâmet taşının (169/5, 246/5, 118/9) başından ayrılmayacağını ifade etmektedir. Rüsvâyım o hey’ette ki ben seng-i melâmet Ayrılmaz ölürsem de yine fark-ı serimden422 200/6 2.19. Sülûk ve Sâlik Aşk tarîkinde sâlikin yolculuğu sülûktur. Bu yolculuk çetindir ve bir rehber edinmek şarttır. Deşt-i vahşettir sülûk-i aşkta vâdî bana Minnet-i rehberden istiğnâ yeter hâdî bana423 47/1 Bu hayret edilecek dünyada hedef Hakk’a ulaşmaktır. Bu yolculukta her sâlik kendine göre bir güzergâh bulur. Bu hayret-gehte sûy-ı Hakk’a varmaktır saded yoksa Eder her sâlik-i deşt-i taleb bir rehnümûn peydâ424 41/2                                                              421 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 422 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 423 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 424 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 95    Hakk’ın ispatında delil ve zanları terk etmek gerekir. Bu yolda sâlike mürşid olarak çılgın feyz yeter. İsbât-ı Hakk’a terk-i delîl ü zunûn yeter Mürşid bu yolda sâlike feyz-i cünûn yeter425 237/1 2.20.Tarîk Sûfi, Hakk’ı ararken kendisini neyin beklediğini bilmediği, tehlikelerle dolu, uzunca bir yola (284/1) çıkar. Hüsn ü Aşk’ta Aşk’ın, Mantıku’t-Tayr’da Simurg’un zorlu yolculuk sonunda aradıklarının yine kendileri olduğunu fark etmeleri gibi Mansûr’un mezhebini tutarak Hakk’ı kendinde aramak gerekir. Gerçi yol çok taleb-i feyzde cümhûra göre Hakk’ı kendinde ara mezheb-i Mansûr’a göre426 114/1 Âşık olan, iki dünyanın zevklerini heba ederek, aşkın sonunu bilerek yolculuğa başlar. Kâm-ı kevneyni hebâ etmekle âgâz eyledik İbtidâmız aşka Nâmık intihâdandır bütün427 222/10 Allâh’la beraber olmak isteyen gönül, aşk ve muhabbet yolunda (142/5, 314/3) yanına aldığı azığı kadar Allâh’a yakın olur. Olur karîb gönül bezm-i Lî-ma’allâh’a Tarîk-i aşk u mahabbette hayr-ı zâdı kadar428 226/12                                                              425 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 426 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 427 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 428 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 96    Sûfîler, Zât’ın sırlarına vâkıf olup hayrete düşülen (142/5) muhabbet yolunda Elest bezmindeki ahdi hatırlayıp, “Evet, Evet!” diyerek yârin köyüne dek gider. Edüp tarîk-ı mahabbette yâd-ı ahd-i Elest Belâ belâ diyerek kûy-i yâre dek gideriz429 314/3 2.21. Tecellî Tecellî, tasavvufî anlamda “Gaybden gelen ve kalpte zâhir olan nurlardır. Görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Her ilâhî ismin tecellî ettiği yere göre türlü türlü şekilleri vardır.” 430 Setr ise “Sâlikle murâdı arasındaki perde olur. İnsanı Hak’tan ayıran şey; tecellînin olmaması hâlidir.”431 Beden, Hak cemâlinin görüldüğü tecellî aynasıdır (226/4). Şâirin gâfil gönlü farkında olmasa bile teni tecellîye gark olmuştur. Tenim gark-ı tecellâdır dil-i âgâh nâ-peydâ Hüveydâ her taraftan Hak Kelîmullâh nâ-peydâ432 40/1 Tasavvufta Tur, nefs ve tecellîgâh anlamına gelir. Tecellî ifadesi Tur dağını, Allah’ın “Len terâni!” ikazından sonra Hz. Mûsâ’nın ısrarını ve Allâh’ın dağa tecellî edişini (54/1, 65/6, 117/1, 118/3, 120/1, 144/2, 190/1, 218/2, 247/3, 267/3) hatırlatır. Terâne-i Erinî’den cihâna lerze verip Firâz-ı Tûr-i tecelli-medâra dek gideriz433 314/5 Tecellî sırasında hayretten mest (91/1, 107/2, 201/4, 206/9, 150/9) olunur. Nahl-i Tûr, Hz. Mûsâ’nın Eymen Vadisi’nde (116/1) üzerinde tecellî eden İlâhi nurları görmüş                                                              429 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 430 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.346. 431 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.314. 432 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 433 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 97    olduğu mukaddes ağaçtır (330/13, 99/2, 147/1, 229/1). Nazlı sevgilinin endâmı o tecellî ağacına benzer ki, gölgesi ateşe düşse cennetin Tûba ağacı orada biter. Kaddin ol nahl-i tecellâdır ki ey firdevs-i nâz Sâyesi nîrâna düşse şu’leden tûbâ biter434 236/2 2.22.Terk ve Tecrit Kelime anlamı ‘bırakmak’ olan terkin tasavvufta dört anlamı vardır. Terk-i dünya: Zâhit bütün dünya nimetlerini, malı, mülkü ahiret için terk eder. Terk-i ukba: Ârif; cenneti ve oradaki nimetleri, ilâhî cemâli temaşa için terk eyler. Terk-i hestî: Sâlik; kendi varlığını da terk ederek, Hak’ta fani olur. Terk-i terk: Kâmil ârif; terki de terk eder; aklında ve zihninde terk diye bir kavram kalmaz.435 Şâir, Dîvân’da bu terk basamaklarından en çok dünyanın terk edilmesini konu edinmiştir. Aceb bir derd-i tâkat-sûza düşmüş Nâmık-ı nâçâr Tahammül hecre müşkil terk-i dünyâ ârdır sensiz436 315/9 Şâir, yukarıdaki beyitte çaresizliğini dile getirmekte ve tâkât kesen bir derde düştüğünden ayrılığa dayanmanın zor olduğunu ve sevgili olmadan dünyayı terk (65/3, 65/5, 99/1, 99/2, 175/1, 194/3, 154/3, 272/3) etmenin ayıp olduğunu söylemektedir. Cihânın devleti elemine değmez, terk ve inzivâya çekilmekten maksat sıkıntıları def etmektir. Nâmıkâ değmez cihânın devleti âlâmına Terk ü uzletten bize def’-i gavâildir garaz437 304/7 Ehl-i tecrît, dünyayı terk edendir. Tecrît vadisinde terk ehlinin padişahıyım, diyen şâirkanaat dağının eteği benim için (İbrahim) Edhem’in tahtı gibidir, demiştir. Pâdişâh-ı ehl-i terkim vâdi-i tecrîdde Dâmen-i kûh-i kanâat taht-ı Edhem’dir bana438 53/2                                                              434 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 435 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.353. 436 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 437 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 438 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 98    Âlem-i imkânın sağ, sol, ön, arka, alt ve üst olmak üzere altı yönü vardır. Şâir, tecrîdin feyziyle imkân âleminden uzaklaştığını anlatmaktadır. Feyz-i tecrîd ile Nâmık azm-i ıtlak eyledim Şeş-cihât-ı âlem-i imkâna kıldım elvedâ439 36/6 Şâir, ipek kıyafetler giymeyi (146/2) arzu etmez, yüz parçaya bölünmüş cismi tecrîd elbisesi (124/2) olarak ona yeter. Atlas-ı çarh olamaz hil’at-i ümmîd bana Cism-i sadpâre yeter câme-i tecrîd bana440 46/1 Mal mülk elemi ile Karun’a benzememek, tecrîd ile Hz. Îsâ gibi (116/2, 143/6, 275/5, 274/6, 330/5) arzulardan sıyrılmak gerek. Kârûn-sıfat olma elem-i mâl ile pâmâl Îsâ gibi tecrîd ile tahsîl-i ferâğ et441 295/3 Terk-i ukbâ, bu dünya ve içindeki nimetleri terk etmenin yanında ahirette kazanılacakları da terk etme düşüncesine dayanır. Can, sevgilinin köyünün başında iki dünyânın amellerini terk etmiştir. Terk-i âmâl-i dü kevn etti ser-i kûyunda cân Eyledi na’leynden Tûr üzre Mûsâ insilâh442 124/3 Terkin üçüncü basamağı terk-i hestî, yani canını terk (112/2, 274/6) etmektir. Hakîkî âşıklar belli mertebede canlarını terk edip Allâh’ta fâni olur.                                                              439 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 440 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 441 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 442 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 99    2.23.Teslîm ve Rızâ Allâh’ın emrine boyun eğme ve hoşa gitmese bile itirazda bulunmama anlamına gelen teslim, tasavvufta kaderin tecellîsini rızâ ile karşılamadır. Teslimin en güzel örneği Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in yaşadıklarıdır.443 Kemâl erbâbının işi teslim ve rızadır (63/3), ukalâda hırs ve alçaklığın elemi olmaz. Teslîm ü rızâdır işi erbâb-ı kemâlin Olmaz elem-i hırs u tezellül ukalâda444 34/6 Rızâ, kelime anlamı itibariyle sızlanmama, yakınmama; hoşnut ve memnun olma hâlidir. Tasavvufta rızâ iki türlüdür: Allâh’ın kullarından râzı olması ve kulların Allâh’tan râzı olması.445 Bu karşılıklı râzı olma hâli Tevbe sûresinde 446 anlatılmaktadır. Sûfîler, düğün ve acıyı, ölüm ve hayâtı aynı bilir, rızâ ehli olup ezel ahdine sadıktır. Yeksân biliriz sûr u gamı mevt ü hayâtı Sâbit kadem-i ahd-i ezel ehl-i rızâyız447 322/4 Rızâ kapısı; tasavvuf yolu, tarikattir. Sipihre gâlib olur Nâmıkâ o dil ki ola Makamı bâb-ı rızâ merci’ü meâdı kadar448 226/19 2.24. Tevhîd ve Vücûd Kâinât’ın yaratıcısı olan Allâh tektir ve benzeri yoktur. Arapça’da tevhîd ‘birlik’ demektir.Tasavvufî terim olarak tevhîd, Allah’ın zâtını, aklen tasavvur edilen ve zihnen                                                              443 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.354. 444 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 445 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.295. 446 “Allâh onlardan râzı, onlar da Allâh’tan razı oldular.” Tevbe, 100. 447 Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün 448 Mefâilün feilâtün mefâilün feilün 100    tahayyül edilen her şeyden tecrît etmek449tir. Sûfîler tevhîd (239/5, 136/4) gibi en hassas konuları bile şiirle anlatmayı tercih ederler.450 Âlem sırlarla dolu bir muammadır. Sûfiler bu sırlara vakıftır. Şâir, mezhebimiz ve âyinimizin anlamı vahdetin sırrıdır, dinimizin esası İlâhî tevhîdin451 hükmüdür, diyerek bu sırlara işaret etmektedir. Sırr-ı vahdettir meâl-i mezheb ü âyînimiz Hükm-i tevhîd-i İlâhîdir esâs-ı dînimiz452 312/1 Tevhîdin ışığı şâire şevk vermektedir. Nahl-i Tûr etti tenim bârika-i nûr-i cemâl Verdi bir şevk-i derûn şu’le-i tevhîd bana453 46/2 Göz, tefekküre açılan kapıdır. Ancak her göz bu kapının ardını göremez. Hakk’ı gören gözler için her şiir Hüdâ’nın birliğini gösterir. Her nağme tevhîd-i Hüdâ her lâfza ism-i Kibriyâ Her bâtılın ma’nâsı hak her söz müevveldir bana454 52/10 Nâmık Kemâl, aşkı efsunlu bir suya benzetmiştir. Bu suyun her damlası saf tevhîd denizinden bir inci gibidir. Şâir bu suyu içerken duyduğu hayretten zevk almaktadır. Zevk-senc-i hayretiz bir âb-ı pür-nîrenge kim Dürr-i nâb-ı kulzüm-i tevhîddir her katresi455 143/3                                                              449 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.359. 450 Süleyman Uludağ, “Tasavufta Şiir” , Dergâh, S.192, İstanbul, 2006, s.16. 451 “Ölürken kelime-i tevhîd veya kelime-i şehadet söylemek İslâm’da önem taşır. Bazı sûfiler ise şiir okuyarak son nefeslerini teslim etmişlerdir.” Bkz. Uludağ, “Tasavvufta Şiir”, Dergâh, s.17. 452 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 453 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 454 Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün 455 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 101    Şâir, bâde-i tevhîd tamlamasıyla (194/1) gönlü aşk kadehine benzeterek tevhîd şarabıyla ağzına kadar dolu olduğunu vurgulamıştır. Gerdişimdir mâyedâr-ı neşve-i bezm-i Elest Câm-ı aşkım bâde-i tevhîd ile leb-ber-lebim456 162/3 Şâir gönlünü vahdetin pervâsız Kays’ına, tevhîd halkasını da Leylâ’nın kıvırcık saçının büklümlerine benzetmiştir. Şimdi deşt-i vahdetin dil Kays-ı bî-pervâsıdır Halka-i tevhîd çîn-i turra-i Leylâ’sıdır457 265/1 Hakk’ın vücûdunu her yerde görmek için insan kendine bakmalıdır. Vücûdun manasını bilmek için vücûtsuz olup nefsini idrâk eylemek gerekir. Bî-vücûd ol yürü var nefsini idrâk eyle Olmak istersen eğer ârif-i ma’nâ-yi vücûd458 102/7 İnsanın yüzü cemâl ve celâl tecellîlerini yansıtır. Ancak hakikî âşıklar bu âyinedarlık vazifesini üstlenebilir. Şâir, öyle yürek yakan bir güzeliğe sahiptir ki aşk, vücûdunun her zerresini Hakk’a âyinedâr etmiştir. Nâmık o sîne-sûz-ı cemâlim ki etti aşk Her zerre-i vücûdumu âyînedâr-ı Hak459 147/5 Şâir, dudağının feyzine mazhar olduktan sonra aşk beni hem vücûttan hem yokluktan istisnâ kıldı, diyerek aşkta geldiği noktayı anlatmıştır.                                                              456 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 457 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 458 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 459 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 102    Tâ ki oldum mazhar-ı feyz-i femin i’câz-ı aşk Hem vücûd ü hem ademden kıldı istisnâ beni460 141/5 Vücutsuz sıfır, bin ile biri birbirinden ayırır. Kesret ve vahdet iki farklı kelimedir ancak manası aynıdır (135/7, 134/8).Sûfiler, Hak ile daim olur, halkın vücûdu ile tükenir. Hakîki ârif hem daima var olan hem de yok olandır. Hak ile dâim vücûd-i halk ile müstehlekiz Ârif-i âzâde hem mevcûd hem nâbûd olur461 273/6 Eğer hâdiselerin manası iyi anlaşılırsa bu cihânda vücûdun bekâsı aranmaz. Vücûdun yokluğu ile varlığın sırrı anlaşılır. Nâmık olmaz bu cihân içre bekâ-cûy-ı vücûd Fehmeden nolduğunu nükte-i ma’nâ-yi hudûs462 285/7 2.25. Zâhid ve Rind Zâhidin bir anlamı dünyaya rağbet etmeyen, dünyadan yüz çeviren, el etek çekendir. Ancak genelde Klasik şiirimizde ve Tasavvufî şiirimizde zâhid diğer anlamıyla- ham sofu, ham ruhlu, pişmemiş, olgunlaşmamış, dinin özünden habersiz şekilci ve zâhirci kişi- rindin mürâdifi olarak kullanılır. Rind ise halkın hakkında söylediklerine aldırmadan gönlünce hareket eden, keyfince davranan, içi irfanla süslü, ilimle dolu olduğu hâlde halktan biri gibi sâde yaşayan hakîm, bilge kişi, rızâ mertebesine erdiği için her şeyin ilâhî takdire göre meydana geldiğini bilen, bunun şuur ve idrâkine eren kâmil insandır. Rindler daha çok Melâmîler ve Kalenderîler gibi gelenek ve göreneklere aldırmadan geniş bir hürriyet ve gönül rahatlığı içinde yaşarlar.463                                                              460 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 461 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 462 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 463 Bkz. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.297. 103    Şâir, âleme cellâd lazımsa bunu pekâlâ şeriat yapardı. Hataların cezalandırılmasında zâhidin bu hırsı nedendir? diyerek onun dinî meselelerdeki katı duruşunu, sofuluğunu eleştirmektedir. Mücâzât-ı kabâyihte nedir bu hırsın ey zâhid Şerîat nasb ederdi âleme cellâd lâzımsa464 73/5 Rindler hiçbir şeye karşı hırs göstermez, aza kanaat eder (91/4). Onlar hiçbir şeyi umursamaz, korku ve vehim onlarda bulunmaz. Kemâl de rindâne tavırlarıyla bu meşreptendir. Lâubâlî meşrebim rindâne etvârım Kemâl Hâtırım âzâdedir teşvîş-i vehm ü bâkten465 202/8 Şâir, bu beyitte ise korku ve ümitten uzak olarak Hayder meşrep ve canan yoluna can feda edebilecek bir Hüseynî mezheb olduğunu vurgulamaktadır. Fârig-i havf ü recâyım rind-i Hayder meşrebim Cân fedâ-yi râh-ı cânânım Hüseynî mezhebim466 162/1 Şâir, vuslat bezminin rindi olduğunu, sıfat tecellîsinin mesti olduğunu, İlâhî nûrun kadehinden fışkırdığını söyler. Burada içilen şeyden kasıt ilâhi aşktır (221/2). Rind-i bezm-i vuslatım mest-i tecellâ-yi sıfat Cûş eder nûr-ı İlâhî sâgarımdan renk renk467 150/9 Şâirin kadehinin neşesi ölümü zehirler, aşk rindinin meşrebi belâ âyinidir.                                                              464 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 465 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 466 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 467 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 104    Mergi tesmîm eyler ednâ neş’esi peymânemin Rind-i aşkım turfa âyîn-i belâdır meşrebim468 161/4 Şâir, mescit kandilini muhabbet meyhanesine kadeh yapacak kadar pervâsız aşk rindini kıskanmaktadır. Sad reşk o rind-i aşka ki kandîl-i mescidi Meyhâne-i mahabbete câm-ı bilûr eder469 233/4 Aşkın kanaatkâr bir rindi olan şâir, bu fakirliği ile övünmektedir. Kemâl ol rind-i sâmân-sûz-ı istiğnâ-yı aşkım kim Olur şân ü şükûh-i iftikârım mefhar-i tecrîd470 99/13                                                              468 Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün 469 Mef’ûlü fâilâtü mefâîlü fâilün 470 Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün 105    SONUÇ Bu tezde önce Tanzimat Dönemi sanatçısı Nâmık Kemâl’in yaşadığı dönem, sosyal ve siyasî açıdan kısaca ele alınmış; sonra şâirin hayatında sırasıyla Mehmet Kemâl, şâir Nâmık ve gazeteci Kemâl oluşu incelenmiş, son olarak şâirin Dîvân’da bulunan şiirlerindeki tasavvufî unsurların neler olduğu tespit edilmiştir. Şâirin Edebî Şahsiyeti İlgili Sonuçlar 1.Tasavvuf esasen yaşanmadan anlatılabilecek bir olgu olmamasına rağmen birçok isim Nâmık Kemâl’deki tasavvuf mefhumunu klişeleşmiş kalıplarla sınırlı ve yüzeysel görmüş ve İbrahim Şinâsi ile tanışıncaya kadar yazmış olduğu bir dîvân oluşturacak kadar şiirini beğenmemiştir. Nâmık Kemâl’in gerçekten hissetmeden, tasavvufun özüne inemeden, ünlü şâirleri taklit ederek yüzeysel şiir yazdığını ileri sürmüşlerdir. Necip Fazıl, dîvân yazdığı dönemini anlatırken Nâmık Kemâl hakkında “İleride basitin büyüğü olacak insan, büluğ ve ilk gençlik devresinde basitin kendisidir.”471 demiştir. Necip Fazıl bununla da kalmayıp “Nâmık Kemâl’in ilk şiir devresinde baş tema olarak el attığı tasavvuf dünyası onda çilesi çekilmemiş ve hususi bir fikir ve his meşrebi hâlinde temsil edilmemiş arızî ve sathî bir unsur taklitçiliğinin müthiş sırıtışına örnek” ifadeleriyle Nâmık Kemâl’in tasavvufî şiirlerini eleştirmiştir. Dîvân’ı tertib ettiği dönemde şâirin 17-22 yaşlarında olduğu hatırlanırsa Dîvân’ın hafife alınmaması gerektiği soncuna varılır. Üstelik eğitimini kendi kendine yapmış bir sanatçının bu yaşta böyle şiirler yazması takdirle karşılanması gerekirken acımasızca eleştirilmiştir. 2. Şâirin eski edebiyata yüzünü döndükten sonra yazdığı şiirlerinde tasavvuf etkisi azalsa da dinî muktesebât varlığını devam ettirmiştir. Şâir, ömrünün sonuna kadar dindar ve imânlı kimliğiyle eserlerini kaleme almıştır.                                                              471 Kısakürek, Nâmık Kemâl, s.52. 106    Şâirin Eseriyle İlgili Sonuçlar 1. Şâirin Dîvân’ı dinî ve tasavvufî terimler açısından sınıflandırıldığında ‘aşk’ kavramının Dîvân’ı baştanbaşa kuşattığı tespit edilmiştir. Şâirin şiirlerinde beşerî aşktan ziyâde ilâhî aşkı anlattığı açıkça görülmektedir. ‘Aşk’ kavramının yanında ‘gönül ve sevdâ’ kavramlarının da Dîvân’da büyük yer tuttuğu tespit edilmiştir. Şâirin tasavvuf ruhuna vakıf olduğu bu terimlerin geçtiği beyitlerden anlaşılmıştır. Dîvân’da tasavvufu içinde hissedip, bu hâlleri yaşamayan bir kimsenin yazamayacağı beyitler göze çarpmaktadır. 2. Şâir, her ne kadar ünlü şâirlere nazireler yazmışsa da şiirlerinin tamamını taklit ürünü olarak görmek doğru değildir. Bu çalışmada görülmüştür ki şâir, tasavvufî terimleri yoğun olarak şiirlerinde kullanmış ve etkili şiir yazmıştır. Nâmık Kemâl, şiirlerinden de anlaşılacağı üzre tasavvufî neşveyi içinde hissederek şiirlerini kaleme almıştır. Mihrâb-ı civarımda görüp sûret-i lâyı Her secdede idrâk ederim feyz-i fenâyı472 130/1 beyitiyle şair, etrafındaki mâsivâyı görüp her secde edişte fâniliğini bir kez daha idrâk ettiğini anlatmaktadır. Önder Göçkün, Nâmık Kemâl’in Fakr u fenâ mâye-i feyz-i Hüdâdır bana Feyz-i Hüdâ saye-i fakr u fenâdır bana beytini ele almış ve şâir için ‘fakr u fena’ nın kendisine Allâh’ın bir lütfu olduğuna işaret etmiştir,473demiştir. 3. Nâmık Kemâl’in etkilendiği tasavvufî ekollerin başında Mevlevîlik gelir (223/2, (182/5). Hz.Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi, Halvetî Şeyhi Bâlî Efendi hakkında kıt’a tanzim etmesi onun Halvetî geleneğine yakın olduğunu göstermektedir. Şâir, Nakşibendi’ye mensup olduğunu hissettirecek beyitler de (299/5) yazmıştır. Bu çalışmada Nâmık Kemâl Dîvânı dinî ve tasavvufî açıdan mercek altına alınmıştır. Gelecekte bu esere yönelik daha kapsamlı çalışmaların yapılması ile Nâmık Kemâl daha iyi anlaşılacaktır.                                                              472 Mef’ûlü meâîlü mefâîlü feûlün 473 Önder Göçkün, “Nâmık Kemâl’in İslâmî İnanç ve Telakkîsi”, SÜİFD, Konya, 1985, s.44. 107    KAYNAKLAR Kitaplar BOLAY Süleyman Hayri, Nâmık Kemâl’in İslâm’a Bakışı, Diyânet Yayınları, Ankara,1992. DİZDAROĞLU Hikmet, Nâmık Kemâl, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995. ERGUN Saadettin Nüzhet, Nâmık Kemâl’in Şiirleri, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1941. KARA Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010. KEMİKLİ Bilal, Sun’ullâh-ı Gaybî Dîvânı: İnceleme Metin, MEB Yayınları, İstanbul, 2000. KEMİKLİ Bilal, Dost İlinden Gelen Ses, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2004. KEMİKLİ Bilal, Sûfi Aşk ve Ölüm, Sütun Yayınları, İzmir, 2007. KEMİKLİ Bilal, Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2010. KISAKÜREK Necip Fazıl, Şahsı, Eseri ve Tesiriyle Nâmık Kemâl, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul,1992. KOCAKAPLAN İsa, Nâmık Kemâl, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009. KUNTAY Mithat Cemal, Nâmık Kemâl Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2010. Nâmık Kemâl, Dîvân, Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi, nr.322. Nâmık Kemâl, Renan Müdâfaanamesi, haz. Abdurrahman Küçük, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul,1988. ÖZGÜL Metin Kayahan, Ali Ekrem Bolayır’ın Hatıraları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,1991. Sühreverdi, Tasavvuf’un Esasları (Avârifü’l- Maarif Tercümesi), çev. H.Kâmil Yılmaz- İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık, İstanbul, 1990. TANSEL Fevziye Abdullah, Hususi Mektuplarına Göre Nâmık Kemâl ve Abdülhak Hâmid, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005. TANSEL Fevziye Abdullah, Nâmık Kemâl’in Mektupları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1973. 108    TANPINAR Ahmet Hamdi, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1997. TUNCER Hüseyin, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı I: Tanzimat Edebiyatı, Akademi Kitabevi, İzmir, 1992. ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2012. YILMAZ H.Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yayınları, İstanbul, 2009. Makaleler AKÜN Ömer Faruk, “Nâmık Kemâl”, DİA, C. XXXII, İstanbul, 2006, ss.361-378. ARPAGUŞ Hatice Kelpetin, “Kelime-i Tevhid”, DİA, C. XXV, İstanbul, 2002, ss.212- 214. AYDIN Mahmut, “Yahya”, DİA, C. XLIII, İstanbul, 2013, ss.232-243. CİLACI Osman, “Ernest Renan’a Karşı Türk İslâm Dünyasında Reaksiyonlar” , SDÜİFD, S. 2, Isparta, 1995, ss.181-191. CÜNDİOĞLU Dücâne, “Ernest Renan ve Reddiyeler Bağlamında İslâm- Bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı”, Dîvân ve Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, S.2, İstanbul, 1996, ss.6-90. ÇAĞRICI Mustafa, “İslâm 4”, DİA, C.XXIII, İstanbul, 2001, ss.11-15. ERBAŞ Ali , “Melek 1”, DİA, C.XXIX, İstanbul, 2004, ss.37-39. GÖÇKÜN Önder, “Nâmık Kemâl’in İslâmî İnanç ve Telakkisi”, SÜİFD, Konya, 1985, ss.37-49. HAKSEVER Ahmet Cahit, “Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektâşîlik ve Nakşibendîlik Örneği” , EKEV Akademi Dergisi, S.38, Kış 2009, ss.39-60. HARMAN Ömer Faruk, “Mûsâ”, DİA, C.XXXI, 2006, İstanbul, ss.207-213. HARMAN Ömer Faruk, “Süleyman 1” ,DİA, C.XXXVIII, İstanbul, 2010, ss.55-60. HOCAOĞLU Kadriye, “Tanzimat Birinci Dönem Şâirlerinin Dîvân Şiiri Hakkındaki Görüşleri”, JASSS, Vol. 5 Issue 8, December 2012, p.701-720. KAYA Hasan, “Dîvân Şiirinde Harf ve Kelime Oyunlarına Dair Bir Tasnif Denemesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, S. 48, İstanbul, 2013, ss.71-113 109    KEMİKLİ Bilal , “Garib-nâme’de Peygamber ve Asr-ı Saâdet Tasavvuru”, İSTEM, S.5, Konya, 2005, ss.135-154. KURNAZ Cemal, “Gönül”, DİA, C.XIV, İstanbul, 1996, ss.150-152. OKUMUŞ Ömer-KALKIŞIM Muhsin, “Klasik Türk Şiirinde Hazret-i Îsâ Mazmunu”, Yağmur Dergisi, S. 44, 2009, ss.21-27. ÖZVARLI M.Sait, “ Melek 2 ” , DİA, C.XXIX, İstanbul, 2004, ss.40-42. PULAT Ali, “ Nâmık Kemâl’in Şiirlerinde Yerlilik Düşüncesi Açısından Bir Bakış Denemesi, UÜSBD, S.2, Uşak, 2009, ss.37-43. TOPALOĞLU Bekir, ”Kıyamet”, DİA, C. XXV, İstanbul, 2002, ss.516-522. TOSUN Necdet,“Üveysilik”, DİA, C.XLII, İstanbul, 2012, s.400. ULUDAĞ Süleyman, “Tasavvufta Şiir” , Dergâh, S.192, İstanbul, 2006, ss.16-18. ULUDAĞ Süleyman, “Ölüm 4” , DİA, C. XXXIV, İstanbul, 2007, ss.37-38. UZUN Mustafa, “Cân”, DİA, C. VII, İstanbul, 1993, ss.138-139. UZUN Mustafa, “İbrahim 2”, DİA, C. XXI, İstanbul, 2000, ss.272-273. UZUN Mustafa, “Ya’kûb 2”, DİA, C. XLIII.,İstanbul, 2013, ss.276-277. YILDIZ Ali, “Tanzimat Sonrası Türk Şiirinde Tasavvuf ”, Turkısh Studies, Volume 5/2, Spring, 2010, ss.526-572. YARAN Rahmi, “Hac 8”, DİA, C.XIV, İstanbul, 1996, ss.410-413. YAVUZ Yusuf Şevki, “Kader”, DİA, C. XXIV, İstanbul, 2001, ss.58-63. Diğer Kaynaklar Selman Bayer, Tanzimat Edebiyatının Din Anlayışında Şinâsi Örneği, UÜSBE, YL Tezi, Bursa, 2007. 110    EKLER EK I: Nâmık Kemâl Dîvânı, Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi, İstanbul. 111    EK 2: Nâmık Kemâl Dîvânı, kıt’a, münâcat ve na’t örneği 112    EK 3: Nâmık Kemâl Dîvânı’nın son sayfası 113      ÖZGEÇMİŞ  Adı, Soyadı  ZELİHA GÖÇMEN    Doğum Yeri ve Yılı  15.02.1978    Bildiği Yabancı Diller  İNGİLİZCE    Düzeyi  ORTA    Eğitim Durumu  Başlama ‐ Bitirme Yılı  Kurum Adı  Lise  1991  1995  Ünye Anadolu Öğretmen Lisesi  Lisans  1995  1999  Marmara Üniversitesi  Atatürk Eğitim Fakültesi  Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü  Yüksek Lisans  2011  2015  Uludağ Üniversitesi  İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı  Türk İslâm Edebiyatı Bilim Dalı  Doktora      YOK  Çalıştığı Kurumlar  Başlama ‐ Ayrılma Yılı  Çalışılan Kurumun Adı                                   1.  1999  2004  İstanbul Özel Sevgi Çiçeği Anafen Dershanesi                                   2.  2004  2008  İstanbul Özel Maltepe Coşkun Lisesi                                   3.  2008  2011  Bursa Özel Rafet Kahraman Lisesi                                  4.  2012  devam  Bozüyük Özel Orhangazi Koleji  Üye Olduğu Bilimsel ve  Academia.edu  Mesleki Kuruluşlar  Katıldığı Proje ve  Pegem‐ Eğitimde Kalite Arayışları Semineri  Toplantılar  Yayınlar:    İlgi Alanları:  Ebru Sanatı   İletişim (e‐posta):  gocmenzel@yahoo.com  Tarih:  05.05.2015  İmza: