T. C. ULUDAĞ ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ TÜRK DĐLĐ VE EDEBĐYATI ANABĐLĐM DALI EDĐRNELĐ GÜFTÎ’NĐN ŞÂH U DERVÎŞ MESNEVĐSĐ ĐNCELEME VE TRANSKRĐPSĐYONLU METĐN (YÜKSEK LĐSANS TEZĐ) Teymur EROL Danışman Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRĐ BURSA 2009 T. C. ULUDAĞ ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda 700741003 numaralı Teymur EROL’un hazırladığı “Edirneli Güftî’nin Şâh u Dervîş Mesnevisi” konulu Yüksek Lisans ile ilgili tez savunma sınavı 25 / 12 / 2009 günü 14:00 -16:00 saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin başarılı olduğuna oybirliği ile karar verilmiştir. Üye (Tez Danışmanı ve Sınav Komisyonu Başkanı) Üye Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRĐ Prof. Dr. Mustafa KARA Uludağ Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Üye Yard. Doç. Dr. Özlem ERCAN Uludağ Üniversitesi 25 / 12 / 2009 ÖZET Yazar Teymur EROL Üniversite Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı Türk Dili ve Edebiyatı Tezin Niteliği Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı IX + 219 Mezuniyet Tarihi …. /…. / 2009 Tez Danışmanı Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRĐ EDĐRNELĐ GÜFTÎ’NĐN ŞÂH U DERVÎŞ MESNEVĐSĐ Çift kahramanlı aşk mesnevileri sınıfına giren Şâh u Dervîş’lerin ilk örneği Đranlı şair Hilâlî-i Çağatayî tarafından on beşinci yüzyılda yazılmış, sözü edilen mesnevi türü on altıncı yüzyıldan itibaren edebiyatımızda görülmeye başlamıştır. Edirneli Güftî tarafından yazılan Şâh u Dervîş mesnevisi ise bu türün edebiyatımızdaki son örneğidir. Bu çalışma, Edirneli Güftî Ali’nin hayatını, edebi kişiliğini, Şâh u Dervîş mesnevisinin transkripsiyonlu metni ile incelenmesini kapsamaktadır. Mesleği kadılık olan Edirneli Güftî Ali on yedinci yüzyıl divan şairlerindendir. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan şair, manzum biçimde yazdığı Teşrîfâtü’ş- Şu’arâ adlı tezkiresiyle ünlenmiştir. Türkçenin giderek ağırlaştığı on yedinci yüzyılda, dönemin dil anlayışına paralel olarak kaleme alınan Şâh u Dervîş mesnevisi, içerik bakımından tasavvuf ekseninde gelişen bir aşkı işlemiştir. Teze konu olan eserin, aşk ve ızdırap çizgisinde ilerleyen olay örgüsünü ortaya çıkarmak için şairin imge ve tasvirleri dikkate alınarak geniş bir özeti yapılmış, gerekli görüldüğünde beyitler düzyazıya çevrilerek verilmiştir. Ayrıca şair tarafından dönemin estetik anlayışı çerçevesinde ele alınan kimi kavramlar, olayın akışını bozmamak kaydıyla dipnot referansları etrafında tahlil edilmeye çalışılmıştır. Çalışmada, edebi eserlerde yapıyı oluşturan kişi, mekân ve zaman gibi tahkiye unsurları tespit edilmiş, bunların yanında şairin temel anlatım tekniklerinden ne şekilde yararlandığı gösterilmiştir. Son olarak, transkripsiyonlu metin için sözlük verilmiş; hedeflenen bulgulara ulaşmak için atıfta bulunulan araştırmacılara ve farklı münasebetlerle bahsi geçen isim ve kavramlara dair dizin eklenmiştir. Anahtar Sözcükler MESNEV ÂH U DERVÎ EDĐRNELĐ DĐVAN Đ Ş Ş GÜFTÎ EDEBĐYATI TASAVVUF III ABSTRACT Writer Teymur EROL University Uludağ Üniversitesi Department Türk Dili ve Edebiyatı Purpose of Thesis Yüksek Lisans Tezi Page Count IX + 219 Graduation Date …. /…. / 2009 Supervisor Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRĐ THE ŞÂH U DERVÎŞ MASNAVĐ OF EDĐRNELĐ GÜFTÎ The first example of “King and Beggar” (Şâh u Dervîş), a dual character love masnavi, was written in the fifteenth century by Iranian poet Hilâlî-i Çağatayî, and this type of masnavi began to be seen in Turkish literature in the sixteenth century. The “King and Beggar” masnavi written by Edirneli Güftî was the last example of this Turkish literary type. This thesis encompasses Edirneli Güftî Ali’s life, his literary identity and an examination of the transcribed text of the “King and Beggar” masnavi. Edirneli Güftî Ali, who was a kadi by profession, was a seventeenth century divan poet. Not much is known about his life; he is famous for his biography in verse entitled Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ. In the seventeenth century, when Turkish became increasingly ponderous, the “King and Beggar” masnavi paralleled the language of its period, addressing an unfolding love story from a sufistic perspective. To portray the events of love and agony, a comprehensive summary of the work has been prepared, paying attention to the poet’s imagery and descriptions and, when necessary, converting the poetry into prose. Additionally, certain concepts, which the poet approached with that period’s aesthetic understanding, have been analyzed through footnotes in order not to damage the work’s flow. Analysis has been made of the story elements such as its author, milieu and period. Besides the way the poet took advantage of foundational expression techniques is shown. Finally, a glossary is provided for the transcribed text; and an index has been added of the names of the various researchers who have been referred to and of the names and concepts which have been mentioned in various connections. Key Words MASNAV KĐNG AND EDĐRNELĐ DĐVAN Đ BEGGAR GÜFTÎ LĐTERATURE SUFĐSM IV ÖN SÖZ Klasik Türk şiiri; yüzlerce yıldır biriken kültür, fikir, inanç, duygu ve hayalleri döneminin estetik ve poetik anlayışı etrafında günümüz insanına aktaran renkli bir aynadır. Bugün için geçmişin kültürel değerlerine olduğu kadar, lisanına ve estetik sistemine yabancılaşmış kuşakların eski şiirle tanışması, bu mirasın günümüz diliyle yeniden yorumlanmasına bağlıdır. Hiçbir sanatsal söylem-eskiye tepki ve onu tahrip etme amaçlı olsa bile- geleneğin ırmağından büsbütün kopuk değildir. Esasen “yeni ve özgün” olanın “eski”nin değerlerine göre şekillendiğini söylemek mümkündür. Çünkü yenilikler, var olana göre kurgulanır. Bu bakımdan asırlar boyunca zarif ve taşkın bir ruh haliyle vücuda getirilmiş divan şiirini yeni edebiyattan koparmak doğru değildir. Muhtelif zamanlarda iç ve dış tesirlerle ortaya çıkan farklı edebi cereyanları kesintisiz akan bir ırmağın kolları olarak görmek gerekir. Dili ve alfabesi hususunda mevcut olan bütün zorluklara rağmen, modern edebiyatımızın önemli beslenme damarlarından birinin divan şiiri olduğu unutulmamalıdır. Vasıfları önceden tayin edilmiş bir güzele her şairin âşık olup, onu şiirin büyülü diliyle farklı anlatma becerisi göstermesi kolay olmasa gerektir. Bu nedenle zamanın süzgecinden akıp gelen divan şiirini anlamak, ondaki ifade zenginliğinden yararlanmak modern şiirin de ihtiyacıdır. Mesneviler, divan edebiyatı mahsulleri arasında konu ve estetik unsurlar bakımından şairler tarafından özenle işlenmiş bir türdür. Derin hayaller, tasvirler, mübalağa ve ızdırapla bütünleşen bu “romansı destanlar” bize hayat ve tabiata ait önemli malzemeler sunar. Bu eserlerde; din, tasavvuf, tarih, ahlak, aşk ve macera gibi konular ustaca kullanılmış bir dille nazmedilirken, geniş bir coğrafyada farklı inanç ve kültürlerle aynı çatı altında birleşmiş halkların içtimai, siyasi, iktisadi, askeri ve dini yelpazede canlı bir şekilde sürüp giden hayatlarının izlerine rastlamak mümkündür. Bu mütevazı çalışma köklü bir medeniyet kurmuş olan Osmanlının sözü edilen bu kültürel mirasına küçük bir katkı sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Çalışmanın konusu olan Şâh u Dervîş mesnevisi çift kahramanlı bir aşk hikâyesidir. Eserde, aşk marifetiyle beşeri kusurlardan arınarak sevgiliye ulaşma, ondan V daha ötelerde bulunan kâinatın sahibine yaklaşma çabasında olan bir âşığın ruhsal yolculuğu işlenmiştir. Đnceleme; giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde Türk edebiyatındaki Şâh u Dervîş’ler hakkında bilgi verilmiştir. Çalışmanın birinci bölümünde Edirneli Güftî’nin hayatı, edebi kişiliği ve eserleri mevcut kaynaklar ışığında tahlil edilmiştir. Đkinci bölümde kişi, zaman, mekân ve olay örgüsü gibi yapı unsurlarıyla anlatım teknikleri tespit edilerek eserle ilgili hedeflenen bulgulara ulaşılmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümü transkripsiyonlu metni, metin için hazırlanan lügati ve eserin tıpkıbasımını ihtiva etmektedir. Bu tezin her aşamasında sınırsız hoşgörüsüyle yanımda olan, fikri ve insani açıdan örnek davranışlarıyla beni bu çalışmaya teşvik eden değerli hocam Sayın Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRĐ’ye minnet ve şükranlarımı sunarım. Teymur EROL Bursa 2009 VI ĐÇĐNDEKĐLER Sayfa ÖZET............................................................................................................ III ABSTRACT.................................................................................................. IV ÖNSÖZ ........................................................................................................ V ĐÇĐNDEKĐLER ............................................................................................ VII KISALTMALAR.......................................................................................... IX GĐRĐŞ ŞÂH U DERVÎŞ MESNEVĐLERĐ............................................................... 1 I. BÖLÜM EDĐRNELĐ GÜFTÎ A. Hayatı....................................................................................................... 4 B. Edebi Kişiliği............................................................................................ 12 C. Eserleri ..................................................................................................... 18 II. BÖLÜM ŞÂH U DERVÎŞ’ĐN ĐNCELENMESĐ A. Eser Đle Đlgili Genel Bilgiler .................................................................... 23 B. Eserin Tertibi Ve Bölümleri..................................................................... 25 1. Eserin Tertibi ............................................................................................ 25 1.1. Giriş Bölümü ...................................................................................... 26 1.2. Konunun Đşlendiği Bölüm .............................................................. 32 1.3. Bitiş Bölümü ................................................................................. 56 C. Tahkiye Unsurları Açısından Şâh u Dervîş ............................................. 61 1. Şâh u Dervîş’te Vak’anın Takdimi .......................................................... 61 2. Şahıslar .................................................................................................... 66 2.1. Dini-Tarihi ve Efsanevi Şahıslar ...................................................... 72 3. Mekân ....................................................................................................... 74 4. Zaman ....................................................................................................... 78 5. Bakış Açısı ve Anlatıcı ............................................................................ 81 VII 6. Anlatım Tekniği ....................................................................................... 84 6.1. Tasvirî Anlatım Tekniği ..................................................................... 84 6.2. Mektupla Anlatım Tekniği .............................................................. 84 6.3. Özetleme Tekniği ......................................................................... 85 6.4. Söyleşmeye Bağlı Anlatım Tekniği ........................................... 85 6.5. Đç Monolog Tekniği ................................................................ 86 6.6. Đç Çözümleme Tekniği.......................................................... 87 6.7. Duraklama Tekniği ............................................................ 88 D. Metnin Okunmasında Takip Edilen Usul ................................................ 89 I. Türkçe Kelime ve Eklerin Yazımı ............................................................ 89 II. Arapça ve Farsça Ek, Kelime ve Terkiplerin Yazımı ............................. 94 III. Transkripsiyon Sistemi .......................................................................... 98 Sonuç .......................................................................................................... 100 III. BÖLÜM Transkripsiyonlu Metin ................................................................................ 102 Sözlük ........................................................................................................... 161 Kaynaklar ...................................................................................................... 189 Dizin ............................................................................................................. 196 Özgeçmiş ...................................................................................................... 199 Tıpkıbasım ................................................................................................... 200 VIII KISALTMALAR Kısaltma Bibliyografik Bilgi AKM : Atatürk Kültür Merkezi Ans. : Ansiklopedi Bk. : Bakınız c. : Cilt çev. : Çeviren H. : Hicrî haz. : Hazırlayan Hz. : Hazreti M. : Miladî mad. : Madde Mec. : Mecaz nu. : Numara s. : Sayfa Ty. : Türkçe yazma v. : Varak vb. : Ve benzeri vd. : Ve diğerleri Yay. : Yayınları IX GĐRĐŞ ŞÂH U DERVÎŞ MESNEVĐLERĐ Mesnevi nazım şekli Đran edebiyatının tesiriyle on birinci yüzyıldan itibaren Türk edebiyatına geçmiş ve on dokuzuncu yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştür. Yazılış amaçlarına, nitelliklerine ve ele aldıkları konulara göre dinî, tasavvufî, ahlakî, ansiklopedik mesneviler, aşk ve macerayı konu alan mesneviler, konusunu tarihten alan mesneviler gibi birçok kola ayrılır.1 Şâh u Dervîş mesnevileri “sanat yönü ön planda olan, okuyucunun edebi zevkine hitap eden, ana çizgisi aşk ve macera olan” (Ünver, 1986: 441) mesnevilerdendir. Leylâ vü Mecnûn, Husrev u Şirin, Cemşîd u Hurşîd, Gül ü Bülbül vb gibi çok bilinen mesneviler bu gruptandır. Bu gün itibariyle bilinen ilk Şâh u Dervîş mesnevisi Đranlı şair Hilâlî-i Çağatayî’ye aittir. Hemen her dönemde Đran edebiyatının yoğun etkisi altında olan divan şairleri, on beşinci yüzyıl Đran şairlerinden Hilâlî’nin sözü edilen mesnevisini ya model olarak alıp bu adla yeni bir mesnevi yazmış ya da bu mesneviyi tercüme etme yoluna gitmiştir. Agâh Sırrı Levend’in “çift kahramanlı aşk hikâyeleri” grubuna dâhil ettiği bu tür (1998: 133), bize Đran ve Arap edebiyatlarından geçen veya bunlardan yoğun izler taşıyan mesnevilerdir. Bu mesnevilerin kurgusunda farklılıklar söz konusu olsa da hikâyelerde, serüvenin merkezine yerleştirilmiş kahramanların işlevleri ve akıbetleri çoğu zaman benzerlik gösterir. Bunun sebebi, “her şairin gelenekçe belirlenmiş ve mutlaka seçip kabul etmek mecburiyetinde olduğu önceden hazır konu ve duygular, yerlerine başkalarının konulamayacağı motiflerle sabitleşmiş bir imaj sistemine bağlı olmasıdır. Şair, edebi gelenek ve göreneğin kendisine gösterdikleri ve tanıttıkları ile yetinmek, onları aşmamak durumundadır.” (Akün, 1994: IX, 413). Bu eserlerde kullanılan dil, kimi mahallî unsurlar ve yerleşik metaforlarla süslü, klasik bir dildir. Şair, bilinen bir öyküye ince, hassas, yeni ama genellikle süslü bir kıyafet giydirmek zorundadır. Özgün olmayan hikâyede, başka bir deyişle normatif bir edebi geleneğin 1 Geniş bilgi için bk. Ünver, 1986: 430–563; Çelebioğlu, 1999: 22–25, 172–174; Levend, 1998: 128– 135; Ateş, 1960: VIII, 127–133. 1 koyduğu kurallar gereğince sıkça işlenen bir konuda, sanat açısından hüner gösterebilmenin yolu “her sühanı dil-keş ü sencide kıl”maktan geçmektedir. Nitekim incelenen Şâh u Dervîş mesnevinin pek çok beyti sözün büyüsünü ve tesirini işlemiştir. Böyle bir tasarruf divan şiirinin retoriği esas alan yaklaşımıyla ilgilidir. “Retorik, yeni bir şey söylemeye değil diğer şairlerin söylemiş oldukları şeyi özgün bir biçimde söylemeye dayanan Osmanlı şiirinin özüdür.” (Holbrook, 2005: 218). Tezkireler, edebiyat tarihi kaynaklarının ve son zamanlarda yapılan çalışmaların haber verdiği; ancak bazılarının nerede olduğunun bilinmediği belli başlı Şâh u Gedâ/ Şâh u Dervîş’ler şunlardır: Fuzûlî, Şâh u Gedâ: Agâh Sırrı Levend, Sadıkî-i Kitabdâr’ın Mecmau’l-Havas ve Lebib’in Cevâhir-i Mültekata adlı eserlerini kaynak göstererek Fuzûlî’ye ait böyle bir eser olduğunu öne sürer.2 Sevim Birici, “Türk Edebiyatında Şâh u Dervîş’ler ve Hilâlî-i Çağatayî’den Yapılan Şâh u Dervîş Çevirilerinin Đncelenmesi” adlı doktora tezinde (2004: 7) Fuzûlî’ye ait olduğu iddia edilen bu eserin Konya Mevlana Müzesi’nde 2617 nolu mecmua içindeki 6. risale olduğunu; ancak bu eserin Fuzûlî’ye ait olmadığını belirtmektedir. Bursalı Rahmî, Şâh u Gedâ: On altıncı yüzyıl şairlerinden olan Bursalı Rahmî Hilâlî’nin Şâh u Dervîş manzumesini manzum olarak genişçe tercüme etmiş, esere Şâh u Gedâ ismini vermiştir (Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, 1972: II, 299). Rahmî’ye ait bu eserin üç nüshası mevcuttur (Birici, 2004: 9). Đmam-zade Ahmed Đbn-i Mehmed, Şâh u Gedâ: 1570 tarihinde vefat eden şair, Bursa-Zeyniler’de defnedilmiştir. Bursalı Mehmet Tâhir Efendi Osmanlı Müellifleri’nde şairin eserleri arasında Manzûme-i Şâh u Gedâ’yı zikreder (1975: III, 70). Bu manzumenin nerede olduğu bilinmemektedir. 2 Agâh Sırrı Levend; tezkireci Sadıkî’nin, Fuzulî’nin el yazısı ile yazılmış otuz bin beyit tutan şiirini okuduğunu ve şairin Şâh u Gedâ’sını da görmüş olması gerektiğini ifade eder. Levend, sözü edilen eserin nerede olduğunu bilmediğini de ekler (1954: III, 656). Hasibe Mazıoğlu da Fuzûlî’nin bu adda bir mesnevisinin olduğundan bahseden tek kaynağın Sâdıkî Tezkiresi olduğunu, fakat bu esere kütüphanelerimizde rastlanılmadığını dile getirdikten sonra Sâdıkî’nin yanılmış olabileceğini belirtir (1997: 42, 185). 2 Taşlıcalı Yahya Bey, Şâh u Gedâ: Hamse sahibi olan şairin beş mesnevisinden biri bu eserdir ve “yazarın eserlerinin de en dikkate değer olanıdır… Đranlı Hilâlî’nin Şâh u Dervîş’iyle isim benzerliğinden başka hiçbir ortak tarafı yoktur; konularının ayrıntılarında olduğu kadar tasavvur olunan umumi tertip ve kavramda da iki şiir tamamen farklıdır.” (Gibb, 1999: III, 95). Eserin nüshaları çeşitli kütüphanelerde mevcuttur. Diğer Şâh u Gedâ’lara göre oldukça rağbet gören bu eser hakkında hazırlanmış tezler de bulunmaktadır (bk. Birici, 2004:9). Sinoplu Beyanî, Şâh u Dervîş: On altıncı yüzyıl şairlerinden Sinoplu Beyanî bu mesnevisini Gazi Giray adına yazmıştır (Levend, 1998: 134). Sevim Birici’nin sözü edilen tez çalışmasında, Hilâlî’nin ve Bursalı Rahmî’nin Şâh u Dervîş’leri yanında üçüncü mesnevi olarak Beyanî’nin Şâh u Dervîş mesnevisi ele alınmış ve bunların metin çevirileri yapılmıştır. Beyanî’ye ait bu eserin elde bulunan tek nüshası Đzmir Milli Kütüphane’dedir. Edirneli Güftî, Şâh u Dervîş: Güftî ve eserleri üzerinde yapılan çalışmalarda varlığından söz edilen Şâh u Dervîş mesnevisinin tek nüshası Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Ty. 811, nu. 599/1 kaydıyla bulunmaktadır. Tezimize esas olan bu eserle ilgili ayrıntılı bilgi daha sonra verilecektir. 3 I. BÖLÜM EDĐRNELĐ GÜFTÎ A. Hayatı Güftî on yedinci yüzyıl divan şairlerindendir. Yüzyılın ilk yarısında dönemin ilim ve siyaset merkezlerinden biri olarak kabul edilen Edirne’de doğmuş, 1677 yılında (H. 1088) yine Edirne’de vefat etmiştir. Asıl adı Ali’dir. Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan şairin, ailesi ve doğum yılı hakkında açık bilgi yoktur. Kaynaklarda iyi öğrenim gördüğü ve müderrislik, kadılık gibi görevlerde bulunduğu belirtilmektedir. Fakat hangi medreselerde ve kimlerden ders aldığı meçhuldür. Edebiyat tarihi kaynaklarında, daha çok manzum tezkire biçiminde yazdığı Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ adlı eseriyle anılan Edirneli Güftî Ali hakkında bilgi veren kaynaklar sınırlıdır. Şuara tezkirelerde onunla ilgili verilen bilgiler kısa, yetersiz ve birbirinin tekrarı mahiyetindedir. Safâyî Tezkiresi’nde3, Şeyhî Zeylî’nde4 (Vekâyîü’l-Fudalâ), Belîğ Tezkiresi’nde5, Âsım Tezkiresi’nde6, Sicill-i Osmânî’de7, Osmanlı Müellifleri’nde8, Tuhfe-i Nailî’de9 şair hakkında az çok malumat bulunmaktadır. 3 Nâmı Alîdür... Evâil-i hâlinde tahsîl-i maârifden sonra mülâzım ve tarîk-i kazâya âzim olmağla Rûm ili kâdıları silkine sâlik olup... bin seksen sekiz hudûdında fevt olmışdur (Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü nu. 2549, v. 237b). 4 Güftî Alî Efendidür. Gülbün-i vücûdı hâk-i pâk-i Edirne’den zuhûr ve âfitâb-ı feyz-i ezelîden istifâza-i nûr-ı şu’ûr idüp ulemâ-yı kirâma hizmet ve birinden ihrâz-ı şeref-i mülâzemet eyleyüp devr-i merâtib ve ahz-i revâtib iderek kırk akçe medreseye mevsûl ve andan dahi ma’zûl oldukdan sonra sâlik-i semt-i kazâ ve mâlik-i ezimme-i hükm ü imzâ olup Rûm ili kalem-revinde birkaç mansıba kâdî olmış idi. Bin seksen sekiz târihinde fevt oldı. Âsarından müretteb divân-ı belagat-unvânı olındıkdan mâ’adâ hezl- gûne tezkire-i şu’arâ nazm itmişdür (Şeyhî Mehmet Efendi, 1989: I, 688–691). 5 Edirnevî. Rûm ili kudâtından Alî Efendidür. Bin seksen sekiz senesinde güftârını itmâm idüp dembeste oldı (Đsmail Belîğ, 1985: 454–460). 6 Đstanbul Üniversitesi, nu: 2401, v. 54. 7 Güftî Efendi Edirnelidir. Müderris olup 1088’de (1677) vefat etti. Maarifte ve özellikle ilm-i feresde (atçılıkta) mâhirdir. Hicivci olup hezel şeklinde Tezkire-i Şuarası vardır. (Mehmed Süreyyâ, 1996: II, 549). 8 Değerli şairlerden ve kadılar sınıfından olup Edirnelidir. 1088’de vefat etti. “Tezkire-i Şuara”sı ile “Eimme-i Đsnâ Aşer” Hazretlerinin hususiyetlerine dair bir manzumesi vardır. Eserleri basılmamıştır. 4 Kaynaklarda geçen bilgilere göre Güftî, Edirne’de öğrenimini tamamladıktan sonra Rumeli şehirlerinde kırk akçe10 müderrisliğine tayin edilmiş, bu görevden azledilince çeşitli yerlerde kadılık yapmıştır. Uzun müddet Rum ili kadılıklarında dolaştığını divanında mevcud hezl-âmîz bir “Selânik Seyâhâtnâmesi” göstermektedir (Köprülü, 1928: 1736): Diñleñ ey nükte-şinÀsÀn-ı cihÀn-ı maénÀ Yine bir hezl-eåer nÀdire-i tÀze-edÀ Niçe hezl ol ki ola neşve-i taébìrì Ànuñ Nÿş-ı dÀrÿ-yı meõÀú dil-i erbÀb-ı şaúÀ Sergüõest-i dil-i miónet-keş ü àam-fersÀyı Đdeyin zìver-i nevk-i úalem-i nÀdire-zÀ Belki vÀrÿnìé-i ùÀliéden idüb şekvÀyı ĐútidÀrum ideyüm fen-i süòanda icrÀ RÿzigÀr ile o şehre gelüp oldum vÀãıl Eyledüm her ùarafa ãarf-ı nigeh bì-pervÀ (Köprülü, 1928: 1736) Yukarıdaki beyitlerle başlayan bu seyahatnamenin devam eden beyitlerinde Güftî, Selanik halkı arasında hüner kumaşından başka her şeyin makbul olduğunu, halkının cimriliğini, sofralarının düşünüldüğü gibi zengin ve gösterişli olmadığını ironik bir üslupla dile getirir. Selaniklileri ağır bir dille alaya alan bu seyahatname, Güftî’nin bedbin ve kederli mizacının gölgesinde kalan nüktedan tarafını ortaya koymaktadır. Manzûm Tezkire-i Şuarası maalesef hezel ve istihfaf tarzındadır. Fakat şairane teşbihleri toplayıcı ve güldürücüdür. Çağdaşı bulunduğu şairlerin hayatlarından bahseder. Gam-name, Şâh ve Dervîş isimlerindeki manzumeleri ile rubailerini ihtiva eden mecmua Edirne’de Sultan Selim Kütüphanesi’ndedir (Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, 1972: II, 130–131). 9 Mehmet Nail Tuman, 2001: 856. 10 Osmanlı medreselerinde müderrisler için kullanılan bir rütbe adıdır. Örneğin Hâşiye-i Tecrid medreseleri müderrisi yirmi-yirmi beş akçe, Miftah medreseleri müderrisi 30 akçe, Telvih medreseleri müderrisi 40 akçe, Hariç medreseleri müderrisi 50 akçe alırdı. Edirne başkent olduktan sonra yapılan Üç Şerefeli Medrese ise bütün Osmanlıdaki en yüksek dereceli medreseydi ve bu medresenin müderrisine yüz akçe yevmiye verilirdi. 5 Bununla birlikte istihzâ ve lâkaydî perdesi altında gizlenen derin bir şikâyet edası (Köprülü, 1928: 1736) onun eserlerinde daha baskın bir kişilik özelliğidir. Edirneli Güftî, Selânik Seyâhâtnâmesi’nin sonunda, söylediği her şeyin rüya ve hayalden ibaret olduğunu, bunları şaka maksadıyla kaleme aldığını ifade eder: Gördüm ol şehrde kÀlÀ-yı hünerden àayrı Cümle maúbÿl ü pesendìde vü zìbende revÀ Cümle hep emtièa-i buòl u denÀéet rÀyic Cins-i kÀlÀ-yı hüner nÀúıã u bì-úadr ü behÀ Görmemiş süfrelerin dìde meger naúş-ı òayÀl Görmemiş gÿşe-i nÀnını meger bÀd-ı ãabÀ Öyle pür-habå u siyeh kÀse ki gÀhì birisi Eylese úÀiède-i süfre-güşÀ-yı icrÀ Düşicek süfresine sÀye-i dest-i tamaèı Ánı bìgÀne úıyÀs idüb olur nevóa-serÀ BÀd nÀéil olamaz devlet-i meclislerine Đtse cÀrÿ[b]-keşì-i derlerini ãubó u mesÀ Áòir ey Güftì olup dìde-küşÀ seyr itdüm Cümle hep òºÀb u òayÀl imiş olan cilve-nümÀ ÓÀşÀ sırr-ı heõeyÀn-güster ola kilk-i terüm Belki oldı úalemüm semt-i şaúada ber-pÀ BÀèiå-i güft ü şünÿd olmaà-içün yÀrÀna Eyledüm ùarz-ı nev-Àyìn-i şaúayı icrÀ (Köprülü, 1928: 1736) Güftî’nin Rumeli bölgesinde kaldığına dair başka bir bilgi de Teşrîfâtü’ş- Şu’arâ’nın Tâlib maddesinde, Selânik’te Tâlib’le görüşmelerine ait kayıttan anlaşılmaktadır (Yılmaz, 2001: 12). Tezkiresinde yer verdiği şairler için tercih ettiği tehzilâne üslup, Tâlib maddesinde vefalı bir dostun sevgi ve beğeni dolu dizelerine dönüşür: 6 ÙÀlib-i Àmil-i óaôìre-i Rÿm ÜstÀd-ı edìb-i nükte-rüsÿm Ülfet-endÿz-ı Güftì-i şeydÀ YÀr-ı dìrìne-i dil-i rüsvÀ Bezm-i yÀrÀna olsa pìş-nihÀd Böyledür şièri ÙÀlib-i üstÀd SÀbıúÀ bu dil-i heves-perver Ki SelÀnìki itdi cÀy u maúar Oldı manzÿr-ı şièr-i ÙÀlibden Baña bu şièr-i òÿb u tÀze-süòen11 (Yılmaz, 2001: 169) Güftî’nin tezkiresinde Tâlib’in yanı sıra, şair Neşâtî (96. madde) ve Vâhid (106. madde) ile de dostluk kurduğu görülmektedir (Yılmaz, 1996: XIV, 218). Neşâtî hakkında yazdığı kırk altı beyitlik madde aynı zamanda on yedinci yüzyılın edebiyat mahfillerine önemli eleştiriler ihtiva etmektedir. “Şière yok mülk-i Rÿmda rÀàib” (Yılmaz, 2001: 225) diyen Güftî, dönemin sanat çevrelerini şiirden ve marifetten anlamayan, hatta “şièr-i yÀrÀnı” anlamak için “tercemÀn”a muhtaç idraksiz kişiler olarak tenkit eder. Böyle bir sanat ikliminde “Noúùa-i şièrin her-dem dÀà-pìrÀ-yı òoş-dilÀn-ı èAcem” eyleyen Neşâtî, Güftî’nin övgüsüne mazhar olur. Sanat anlayışında Hint ve Acemâne tarzı benimseyen “bu iki rencÿr” arasında önemli bir benzerlik de kötü talihtir. Aşağıdaki beyitler Neşâtî ile ilgili maddeden seçilmiştir: Rÿmuñ ol söz ki òoş-neşÀtidür Eåer-i lehçe-i NeşÀtìdür Noúùa-i şièrin itmede her-dem DÀà-pìrÀ-yı òoş-dilÀn-ı èAcem Lafô-ı şièri òoş u sitÀre-redìf Metn-i iècÀz-ı rÿzgÀra redìf 11 Burada ve bundan sonraki örneklemelerde Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’dan alıntılanan beyitler ardışık olarak alınmamış, beyitlerin arasından gerekli görülenler seçilmiştir. 7 Her sözi gerçi nükte-yi cÀmiè O da Güftì gibi siyeh-ùÀliè Bu siyeh-kÀse rÿzgÀr-ı denì Đtmiş anı da dÀà-ı dil-şikenì Rÿmda tÀze-gÿy-ı bì-pervÀ Óaú budur kim NeşÀtì-i şeydÀ Güftì-i zÀr u miónet-Àyìne Hem-dem ü àam-küsÀr-ı dìrìne RÿzgÀriyle bu iki rencÿr Oldı telò-Àbe-nÿş-ı bezm-i óuøÿr (Yılmaz, 2001: 224–227) Güftî’nin, tezkiresinde ele aldığı şair dostlarını anlatırken satır aralarına yerleştirdiği bu sınırlı bilgilerin dışında, kendisine ait maddede söyledikleri, onun bu gün için muğlâk kalan yaşam öyküsünün aydınlatılmasına önemli katkı sağlamamaktadır. Bununla birlikte şairin kendisine dair yargıları önemli kişilik özelliklerini ortaya koymaktadır. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’da kef harfinin ilk maddesinde (84. madde) Edirneli Güftî altmış sekiz beyitte kendisini anlatmaktadır: Mülk-i Rÿmuñ óarìf-i bed-şinevì Güftì-i i...ekÀr-ı Edirnevì YÀve-perver zügürd-i kìse-kebÿd ŞÀèir-i köhne-gÿy-ı tÀze-nümÿd Sifle-inkÀr-ı bezm-i bì-bÀki MütelÀşì úadìd (ü) tiryÀkì Bezm-i dehrüñ tamÀm-ı dil-hÿnı Đ...enüñ Bÿ èAlì-i gerdÿnı Yaèni i...e cemÀèat-ı dehre MütelÀşì imÀm-ı bì-behre Olmaz anuñ óarìf ü pÀ-dÀşı èÁlemüñ merdüm-i Úızılbaşı 8 Ne berehmen ne rind ü zÀhid Küfr ü ilóÀda vÀriå-i vÀóid Düşmen-i zÀhid ü verÀè-endìş Şaòs-ı ĐslÀm ü küfr hem der-pìş Rÿze-telkìn (ü) rÿze-muètÀdÀn Rind-i mirÀs-òºÀre-i RamaøÀn Eyler ol ser-girÀn-ı bed-güheri RamaøÀnı delìl ü rÿze-òïrı Lìk şaòã-ı süòan-şinÀsìdür Óatem anuñ süòan-gedÀsıdur Ülfet-endÿz-ı mülk-i àurbetdür Ser-girÀn (u) vaùan ferÀàatdür Úalem-i şehr-i nüktede her-Àn PÀsbÀn-ı maóalle-i düzdÀn Cümle dÀàum bu vaøè-ı serdemeden áalaù itdüm àalaù-meèÀl-i süòen Hep àaraø baóå-ı mÀcerÀdur hep Meşk-i enmÿzec-i şaúadur hep Kimseden kimseye óìmÀyet yoú Yaèni dünyÀda ehl-i himmet yoú (Yılmaz, 2001: 200–204) Güftî, alıntılanan beyitlerde; ironik anlatımla “Mülk-i Rûm”un kötü anılan, yalancı, züğürt, köhne bir şairi olduğu halde kendisini yeni şeyler söylüyormuş gibi gösteren bir şair olarak tanıtmaktadır. Başkaları için kullandığı argolu, ironik ve yer yer müstehcene varan üslubu, şahsı için de kullanan şair, devam eden dizelerde kendisini telaşlı, zayıf ve tiryaki kelimeleriyle tasvir eder. Ne rind ne zahit ne de putperest olduğunu; tersine korkuyu düşünerek ibadet eden zahit tipini düşman bildiğini, üstelik oruç tutmadığını belirten Güftî, hem inançsız hem de küfrün tek varisi olduğunu söyler. Bu olumsuz mizaca karşılık iyi bir şair olduğu iddiasından vazgeçmez. Güftî, uzun zamandan beri gurbete alışmaya çalıştığını da dile getirir. Kendisine son derece 9 acımasız davranan şair, kırk beşinci beyitte Selânik Seyâhâtnâmesi’ndeki gibi niyetinin şaka yapmak olduğunu açıklar. Kendisi ile ilgili söylediklerinin “galat” olarak anlaşılmasını ister. Onun hayatıyla ilgili bu beyitlere yansıyan en önemli ve gerçekçi ifade “Kimseden kimseye óìmÀyet yoú” şeklinde dile getirdiği şikâyetidir. Gerçekten de Güftî; hayatını yeis ve hüsran içinde ve yoksullukla geçirmiş, bütün kudret ve faziletine rağmen hayatında maddeten yükselememiş, bu yüzden pek çok kahır ve elem çekmiştir (Köprülü, 1928: 1736). O, dünyada ehl-i himmet olmadığını söylemekle yetinmez; içinde bulunduğu olumsuz koşulları her fırsatta dillendirirken, kendi kader çizgisinden başlayıp sosyal, siyasi ve fikri alanlara dek uzanan yozlaşmayı tenkit eder: Ber-ùarafdur bu òıùùada temyìz Eylemiş òalúı cÿddan perhìz (Yılmaz, 2001: 141) Eleştirilerine halkı da açıkça katan Güftî, hak etmediği halde önemli yerlere gelenleri; tarzını, bilgisini, şairliğini beğenmediği kişileri eleştiri ölçülerini aşan kelimelerle yerer. O, hicvin ve mizahın ölçüsünü kaçırmışsa da divan şiirin bu yoldaki eğilimi göz önünde tutulursa bunu yadırgamamak gerekir (Özkırımlı, 2004: I, 578). Onun tezkiresine yansıyan bu tenkitlerin altında, yaşadığı dönemden ve çevreden kaynaklanan memnuniyetsizliği yatmaktadır. Kendisini anlattığı maddeye ilave olarak bu türden şikâyetleri eserin muhtelif yerlerinde görmek mümkündür: Menem ol mülk-i naôma ÒÀúÀnì Naôm-ı èUrfì zemìn-i nisyÀnì Lìk virmez sipihr-i bì-hüde-sÀz Rÿmda iètibÀr-ı naôma cevÀz Đtdi èUrfìyi şöhre-i eyyÀm ĐltifÀt-ı şehin-şeh-i AècÀm Baña olsa o luùf u ÀlÀyı Gösterürdüm zemìn-i maènÀyı Rÿmda úadr-i maèrifet yoúdur Lìk Bÿ Cehl-i maèrifet çoúdur (Yılmaz, 2001: 88–89) 10 Güftî’nin yoksullukla geçen hayatında kimlerden himaye gördüğü eserlerinden anlaşılmaktadır. Onun kasideleri arasında “rical-i ilmiye” hakkında methiyelere tesadüf olunuyorsa da en ziyade Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi ve Şeyhülislam Bahâyî Efendi haklarında yazılmış kasidelerin bulunması, bu iki büyük şeyhülislamın Güftî’ye takdir ve himaye hususunda en fazla kadirşinaslık gösterdiklerini ortaya koymaktadır (Köprülü, 1928: 1736). Özellikle Şeyhülislam Bahâyî’den çok büyük lütuflar gördüğünü ve onu bir hami, bir velinimet olarak tanıdığını, Divan’ında adına yazdığı mesnevilerden, kasidelerden, tezkiresindeki ilgili maddeden anlaşılmaktadır (Yılmaz, 2001: 13).12 Sultan IV. Mehmet dönemi şeyhülislamlarından Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi’den övgüyle bahseden kasidelerin yanında Đmamzade Efendi, Mezakî Süleyman Efendi, Ebu Said Efendizade Feyzullah Çelebi, Rumeli Kazaskeri Hüsamzade, Kabakulakzade, Kudsizade, Anadolu Kazaskeri Beyzade gibi devlet büyüklerine yazılmış methiyelere tesadüf edilmektedir. Yine Sultan IV. Mehmed’in yaptırdığı bir hamam için kaside yazıp tarih düşürmüş, Sadrazama, Vezir Ali Paşa’ya, Defterdar Đbrahim Paşa’ya ve Hasan Ağa’ya kasideler yazmıştır. Bunlardan başka Güftî’nin, Mahmud Paşa Cami-i harîminde Kızlar Ağası Süleyman Ağa’nın yaptırdığı çeşme için iki tarih yazması onun saray çevresine girmeye çalıştığına işaret etmektedir (Köprülü, 1928: 1736). Netice olarak, iyi bir şair olduğuna inanan Güftî, yaşadığı dönemde şairliğiyle ün kazandığı halde arzu ettiği değer ve rağbeti görememiştir. Kıymeti takdir edilmeyince ve müreffeh hayat beklentisi gerçekleşmeyince, bu durum -şiirine yansıdığı kadarıyla- talihinden, felekten ve yaşadığı çevreden şikâyet eden kırılgan, hüzünlü ve karamsar bir şair olmasına sebep olmuştur. Böylece nüktedan kişiliğini tehzil ve tenkitle yoğurmuş, mizah yoluyla söylediği dizelere ızdıraplarını aksettirmiştir. Güftî, geçen zaman içinde giderek unutulan ve daha az sözü edilen bir şair olarak edebiyat tarihi kaynaklarında yerini almıştır. 12 Kâşif Yılmaz, aynı sayfada dipnot olarak Divân’daki III ve IV numaralı mesnevilerle XXXIII, XXXIV, LI, LII, LIII numaralı kasidelerin Şeyhülislam Bahâyî adına nazm edildiğini belirtir. Köprülü, Şâh u Dervîş’in de Şeyhülislam Bahâyî adına yazıldığını söyler (1928: 1750). 11 B. Edebi Kişiliği Güftî’nin yaşadığı on yedinci yüzyıl, divan şiirinin şekil ve içerik bakımından en yetkin örneklerinin kaleme alındığı yüzyıldır. Yüzyılın siyasi ve sosyal yapısı, içe kapanık bir şair kuşağı yaratmış, gerçek hayattan tasavvufa sığınan ve ızdırabı sıkça terennüm eden bir anlayışı getirmiştir. Đnce ve nazik üslup kullanmaya gayret eden bu devir şairleri, yabancı kelime ve uzun tamlamaları çokça tercih etmiş, sözün güzelliği yanında anlamda derinlik ve hayallerde genişlik aramışlardır (Đpekten: 1997: 61). Yaşadığı devrin edebi zihniyeti eserlerinde görülen Güftî, geleneğin tekrar eden yerleşik söylemiyle tatmin olmamış, hayal, duygu ve ifade bakımından yeni bir ses bulmaya çalışmıştır.13 Onun “tâze bir lehçe-i güftâr” peşinde olduğu, Safâyî Tezkiresi’nde şu şekilde ifade edilmektedir: “Asrun şu’arâsından eş’âr-ı âbdârı pâk ve tâze lehçe-i güftârı tâbnâkdur. Manzûme-i mazbûtü’l-abâ kurnı silk-i tedvîne keşîde iden şu’arâ-yı bedîü’l- beyândandur.”14 Safâyî dışında Güftî’nin şairlik kudretiyle ilgili sadece Osmanlı Müellifleri’nde “...şairane teşbihleri toplayıcı ve güldürücüdür.” (Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, 1972: II, 130–131) şeklinde bir tespite yer verilmiştir. Tezkiresinde söylediği kadarıyla, eskiden beri kullanılagelen sözlere yeni bir renk verme iddiasında olduğu anlaşılan şair, sözün kıymetli olanından anladığını ve kaleminin her an için nükte şehrinden kelime çalmaya hazır olduğunu (Yılmaz, 2001: 201–202) belirtmektedir. Đlk ve tek manzum tezkirenin onun tarafından yazılmış olması, Güftî’nin yenilik peşinde olduğu fikrini desteklemektedir. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’nın “sebeb-i te’lîf” bölümünde bu arayış daha açık şekilde dile getirilmiştir: 13 Tezkirede, kendisini anlattığı maddede, bu düşünceyi “ŞÀèir-i köhne-gÿy-ı tÀze-nümÿd” (Yılmaz: 2001: 201) dizesiyle dile getiren şair, Şâh u Dervîş’in sebeb-i te’lîf bölümünde de benzer arayışı özellikle vurgular: 94. Bülbül-i ùabèuñ ger ola naàme-zen Nesò ola Àyìn-i nevÀ-yı kühen 95. ŞÀhid-i maènÀ-yı nezÀket-fezÀ Ùarz-ı nev ile ola cilve-nümÀ 14 Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü nu. 2549, v. 237b 12 Ùarz-ı naômuñla ey heves-taèbìr Rÿmda eyle teõkire taórìr Selefüñ teõkire-nüvìsÀnı Neår ile gerçi virmiş èunvÀnı Naôm ile lìk itmemiş eslÀf Úalemin reşk-i òÀme-i VaããÀf Olmamış böyle bir sütÿde-eåer Mücmelen zìb-i levó-i ùaró-ı diger Nükteyi tÀze saùr-ı ìrÀd it Başúa bir ùarô-ı òaã inşÀd it Ùaró-ı nev úıl zemìn-i òurremde Bir eåer úoy bu bÀà-ı èÀlemde (Yılmaz, 2001: 95–96) Kendi ülkesinde şiirin ve şairin kıymet görmediğini belirten Güftî, tezkirede kendisine “Rum şiirinin Hint bülbülü” der ve bu namla tanındığını özellikle vurgular. Onun, Hint ve Acemane tarzı beğendiği, sanatında bu yolu takip ettiği beyitlerinden anlaşılmaktadır. Çünkü Đran şairlerine ve Hint edasına sıkça gönderme yapar, üstelik Türk şairlerine meydan okumaktan da geri durmaz: Göre muèciz-demÀn-ı köhne-rüsÿm Ne imiş tÀze-gÿy-ı kişver-i Rÿm Đde bu Àteşin òayÀl-i eåer Rÿmı Àteş-perest-i Hinde maúar Düşe bu ùaró-ı tÀzeden nice Rÿh-ı pÀk-i NiôÀmì-i Gence Murà-ı Keşmìr-i naàme-i Rÿmem Ki ser-À-pÀy-ı dehre maèlÿmem Murà-ı Rÿm u HerÀt-demdemeyem Ùÿùì-i bÀà-ı Hind-zemzemeyem 13 Úıùèa-ı Rÿm naômumı her dem Eyledüm çÀr-bÀà-ı mülk-i èAcem Menem ol murà-ı bÀà-ı Hind-nijÀd Kéeyledüm Rÿmı bÀà-ı Hinde sevÀd ÒÀr-ı pehlÿ-yı CÀmìyem şimdi DÀà-ı rÿó-ı NiôÀmìyem şimdi Menem ol mülk-i naôma ÒÀúÀnì Naôm-ı èUrfì zemìn-i nisyÀnì (Yılmaz, 2001: 85–88) Takipçisi olduğu Hint ve Acem üslubu Güftî’nin sözcük ve terkiplerine belirgin biçimde yansımıştır. Onun en büyük hususiyeti, üslubundaki Acemane edanın yoğunluğudur. Farsçayı çok iyi bildiği anlaşılan şair, her türlü tasarruflarda, Fars dili hususiyetlerine yaklaşmaktadır. Bu hal bazen son hadde varır (Timurtaş, 1948: II, 199). Onun bu özelliği muasırı olan diğer şairlerden daha ağır ve anlaşılması zor bir dil kullanmasına sebep olmuştur. Nitekim kullandığı bazı kelimeler mevcut sözlüklerde bulunmamaktadır. Özellikle uzun terkiplerle kurulan dizelerini ilk anda anlayıp yorumlamak oldukça güçtür. Aralarında çok az alaka bulunan biri mücerret diğeri müşahhas mefhumları ilişkilendirip terkiplerle bir araya getirme mahareti (Timurtaş, 1948: II, 200) onun şairliğinin önemli özelliklerinden biridir. Güftî, şiirde yeni hayal ve kapalı anlamdan yanadır. Bu husus, onun Sebk-i Hindî’nin anlamı sözden üstün tutan anlayışını benimsediğini gösterir. Ancak şairlik kudreti, bu vadide çok başarılı olmasına imkân tanımamıştır. Çünkü on yedinci asrın divan şiirinde bu akıma örnek olarak verilen isimleri arasında adı geçmemektedir.15 Bu 15 Halûk Đpekten, on yedinci yüzyılda divan şiirinde Sebk-i Hindî’nin bütün özelliklerinin görüldüğü gerçek temsilcileri arasında Şehrî, Nâ’ilî, Đsmetî, Neşâtî ve Fehîm gibi isimleri; on sekizinci yüzyılda ise Nedîm ve Şeyh Gâlib’i göstermektedir (1997: 68). Kâşif Yılmaz da Đpekten’in bu tespitine şunları ilave eder: Güftî’de ne muasırı olan bu şairlerde ne de adı geçen on sekizinci yüzyılın iki büyük şairinde görüldüğü gibi Hind üslubunun bütün özellikleri görülür. Onda Sebk-i Hindî’nin özelliklerinden sadece, ızdıraplarını dile getirdiği şiirlerinde, soyut ve somut kavramların uzun tamlamalar halinde birleştiği özelliğini görebiliriz (2001: 47). Bunun dışında onun üslubuyla ilgili “Güçlü ve sağlam bir nazım dili vardır.” (Canım, 1995: 321) tarzındaki yüzeysel değerlendirmelerin bir benzerine, Büyük Türk 14 akımın derin, geniş ve girift anlama dayanan söyleminde, onun başarısızlığı ya da temsil kudretiyle ilgili verilen hükümler, daha ziyade Güftî’yle aynı asırda yaşadığı halde şöhret bakımından öne çıkan Nef’î ve Nâ’ilî gibi büyük şairlerle mukayese edilmesinden kaynaklanmaktadır.16 Bu yargıların haklılık payı olsa da Sebk-i Hindî’nin öne çıkan hayal unsuru, ızdırap, tasavvuf, yeni mazmunlar ve kelimeler, mübalağalı söyleyiş, kapalı anlam gibi özelliklelerini Güftî’nin şiirinden büsbütün ayrı tutmak mümkün değildir. O, bu üslubun önemli isimlerinden biri olan Neşâtî için yazdığı tezkire maddesinde -ara söz niteliğinde- dönemim şairlerine ve şiirine önemli eleştiriler yöneltir. Yaptığı eleştiriler, onun Sebk-i Hindî akımını sanat estetiği bakımından benimsediğini göstermektedir. Şiirin ehil olmayana tercüme edilmeyecek kadar özgün ve müstesna bir sanat olduğunu, “tercemÀnıyla añlanan güftÀr”ın şiirin yerli yerinde ve değişmez bağlarla kurulan dil anlayışına aykırılık teşkil ettiğini düşünen şairin, muhteva ve ifade biçimiyle ilgili söyledikleri Hind üslubu anlayışla paralellik taşımaktadır: Rÿma ãanma òayÀl lÀzımdur TercemÀn-ı maúÀl lÀzımdur TercemÀn-ı òayÀluñ ol sözidür Şièrinüñ rÿzgÀr balyozıdur Germ-raàbet olur mı ey dil-i zÀr TercemÀnıyla añlanan güftÀr (Yılmaz, 2001: 226) Güftî, şiir diline hâkim olmasına karşın kasidelerinde büyük bir başarı gösterememiştir. Nef’î’deki Acemâne eda onda görülmekle birlikte hayal zenginliği ve ifade gücü bakımından zayıftır (Yılmaz, 2001: 24). Buna karşılık, sağlam bir dille ve kuvvetli bir nazım tekniğiyle güzel gazel ve rubailer söylemiştir (Timurtaş, 2005: 321). Klasikleri’nde “Üslubu, Đran ve Hind şâirlerinin üslubunu andırır.” şeklindeki kısa bir tahlil gösterilebilir (Ayan vd., 2004: V, 238). 16 Faruk Kadri Timurtaş, Güftî’nin ikinci planda kalmış bir şair olduğunu söyledikten sonra şu değerlendirmeyi yapar: O, ne Nef’î gibi muhteşem bir ifadeye malik zengin hayalli bir şair, ne de Nâ’ilî gibi ince, münakkah bir nazım dili ile -beyitler içine- manayı harikulade teksife muktedir bir şairdir (1948: II, 199). 15 Rubailerinin Azmi-zâde Haletî’nin rubaileriyle aynı mecmuada istinsah edilmiş olması17 onun bu alanda takdir gördüğüne işarettir. Gazel ve rubailerinde karamsar bir ruh hali görülmektedir. Güftî’nin edebi zevki ve şairliği üzerinde kimlerin tesirli olduğuna dair herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’da dile getirdiği kadarıyla onun, Neşâtî (96. madde) ve Vâhid (106. madde) ile dostluk kurduğu ve onları takdir ettiği görülmektedir. Bu iki şairin dışında Güftî; Tarzî, Şehrî, Nâ’ilî ve Nedîm gibi şairleri “siór-senc ü òoş-erkÀm” (Yılmaz, 2001: 156) olarak ayrı tutmakta; Mezâkî, Vecdî, Neşâtî’yi de üstatlardan saymaktadır (Yılmaz, 2001: 71). Şairin verdiği bu bilgilerden başka, Güftî’nin Şâh u Dervîş mesnevisindeki kimi beyitlerin kendisiyle aynı yüzyılda yaşamış olan hamse sahibi Nev’î-zâde Atâî’nin Sohbetü’l-Ebkâr18 adlı mesnevisindeki beyitlerle olan benzerliğini bu bölümdeki değerlendirmeye eklemek yararlı olacaktır. 1625 yılında yazılan Sohbetü’l-Ebkâr’ın (Gibb, 1999: III, 171) 1650 yılında telif edilen Şâh u Dervîş’ten çeyrek asır önce kaleme alındığı düşünülürse aradaki benzerlik dikkat çekicidir: Güftî: èAşúdur aãl-ı süòan-ı ehl-i óÀl Belki hem ol ayìne vü hem cemÀl (477) èAşúladur zìver-i óüsn ü cemÀl èAşúdur Àyìne-i rÿy-ı kemÀl (495) Atâî: èIşúdur gevher-i ikãìr-i kemÀl èIşúdur lemèa-i òÿrşìd-i cemÀl Güftî: èAşúdur Àyìne-i esrÀr hem èAşúdur el-úıããa óudÿå u úıdem (296) Atâî: èIşúdur meşèale-i bezm-i úıdem èIşú ile geldi ôuhÿra èÀlem Güftî: èAşúdur ol feyø-i ÒudÀ-yı èalìm äayúalì-i úalb-i ãaóìó ü saúìm (239) 17 Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Ty. 811, nu. 599/3. 18 Atâî’nin Sohbetü’l-Ebkâr’ından yapılan alıntılar, Agâh Sırrı Levend’in Ümmet Çağı Türk Edebiyatı adlı kitabından iktibas edilmiştir (1962: 45). 16 Atâî: èIşúdur gevher-i deryÀ-yı vücÿd èIşúdur ãayúal-ı mirèÀt-ı şühÿd Güftî: PÀdişehi èaşú ider geh gedÀ GÀh gedÀyı şeh-i úuds-i aèlÀ (295) Atâî: èIşúdur silsile-cünbÀn-ı ÒudÀ èIşúa dil-beste olur şÀh u gedÀ 17 C. Eserleri 1. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ Türk edebiyatının manzum biçimde yazılmış ilk tezkiresidir. Güftî’ye şöhret kazandıran bu eser, aruzun “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” kalıbıyla ve mesnevi nazım şekliyle kaleme alınmıştır. Telif tarihinin 1658–1660 (H. 1069–1071) olduğu tahmin edilmektedir (Yılmaz, 2001: 61). Bilinen dört nüshasından biri Ali Emirî Millet Kütüphanesi’nde (nu. 1234), diğerleri Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir (nu. 1533, 9619, 462/11). Eserde mizahi bir üslupla 106 şaire yer verilmiş,19 onların hayatlarından ziyade kişilik özellikleri, kusurları, vücut yapıları, meslekleri, ruhsal özellikleri üzerinde durulmuştur. Başka kaynaklarda yer verilmeyen 25 şair hakkında bilgi ihtiva eden Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ, oldukça ağır bir dille yazılmıştır. Güftî beğendiği ve takdir ettiği birkaç isim dışında eserinde yer verdiği şairleri bazen hiciv sınırını aşan bir dille anlatmıştır. Hicvettiği kişiler arasında kendisi de vardır. Eserdeki önemli bir nokta da dönemin şairlerin anlatıldığı maddelerde veya müstakil başlıklar altında yapılan sosyal eleştiridir. Yaşadığı zamandan sıkça şikâyet eden Güftî, Rum diyarında şiire ve şaire değer verilmediğini, hatta Rum’un şiirden anlamadığını yakınarak ifade etmektedir. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ Kâşif Yılmaz tarafından yayımlanmıştır. 2. Dîvân Güftî Dîvânı 8 mesnevi, 76 kaside, 28 kıt’a, 3 terkib-i bend, 7 tahmis, 1 müseddes, 1 muhammes, 269 gazel, 12 tarih, 2 müfred, 113 rubai, 1 na’t, 8 mesnevi ihtiva eden mürettep bir dîvândır. Güftî Dîvânı’nın pek az yazması vardır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde (Bağdat, Ty. nu.162) şairin kendi el yazısı ile yazılmış nüshanın dışındakiler Süleymaniye (Hamidiye) Kütüphanesi’nde (Ty. nu. 1113), Nuruosmaniye Kütüphanesi’nde (Ty. nu. 4959/33) ve Đstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (Ty. nu. 1861, 462/11) bulunmaktadır. Güftî Dîvânı Kâşif Yılmaz tarafından doktora tezi olarak hazırlanmıştır. 19 Tezkirede yer alan şairler için bk. Yılmaz, 2001; Đpekten vd., 2002. 18 3. Zafer-nâme Güftî’nin, 1660 (H. 1070) yılında Köse Ali Paşa’nın Varad’ı fethetmesi üzerine yazdığı 646 beyitlik bir mesnevidir. Savaş ve muhasara konusunu heyecanla dile getiren bu eserin iki yazma nüshası bulunmaktadır. Zafer-nâme, Dîvân ve Teşrîfâtü’ş- Şu’arâ’yla birlikte Kâşif Yılmaz’ın doktora çalışmasında yer almaktadır. 4. Hilye-i Güftî Güftî ve eserleri hakkında doktora tezi bulunan Kâşif Yılmaz, Güftî’ye ait olduğu kaynaklarda bildirilen hilyenin yazma nüshalarını bulamadığını belirtmektedir (2001: 18). Safâyî Tezkiresi’nde (Süleymaniye Esad Efendi, Ty. nu. 2549, v. 237b) ismi Düvâzdeh Đmâm olarak geçen bu eserle ilgili olarak Ahmet Atillâ Şentürk bir nüshasının Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Laleli 1715/7) olduğunu bildirmektedir (2005: 394). Güftî’nin Hilye-i Aşere-i Mübeşşere’sinde, Hz. Hasan ve Hüseyin ile ashâb-ı kirâmdan daha hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabenin hayatı hakkında hikâyelere yer verilmiştir. Hakanî ve Cevrî tarafından kaleme alınan hilyelerin devamı mahiyetinde olan eserde,20 sadece şahısların tasvirleriyle yetinilmeyip onların hayatları ve maceraları da anlatılarak eser destan haline getirilmiştir (Şentürk- Kartal, 2005: 394). 20 Güftî’nin hilyesini görüp okuduğu anlaşılan Vasfi Mahir Kocatürk de eserle ilgili Şentürk’ün tespitlerini daha ayrıntılı biçimde dile getirmektedir: Hilye-i Güftî iki kısma ayrılmaktadır. Hasan ve Hüseyin’in hilyesi ve Aşere-i Mübeşşere’nin hilyesi. Bu eser de Hakanî ve Cevrî hilyelerinin devamıdır. Şair Hakanî’nin hilyesine hayranlığını ve onu taklidi kendisi için bir şeref saydığını saklamıyor. Yalnız Hakanî’nin dilinin eskidiğini ve kendisinin taze dille yazdığını söylüyor. Cevrî’ye gelince onun hilyesini çok muhtasar, doyurmayıcı ve nazmın değerini de orta derecede buluyor. Gerçekten de kendi nazmı Hakanî diline nispetle on yedinci yüzyıl mahsulü olarak taze ve Cevrî’nin sade dilinden biraz daha sanatlı olduğu gibi hilyesi de onunkinden ve Hakanî’ninkinden geniştir... Güftî ruhu, edası ve duygusuyla devrinin değerli şairleri derecesindedir. Bununla beraber, eseri, -Cevrî’nin küçücük eserinden üstün sayılabilirse de- Hakanî’nin Hilyesi’ndeki samimi ruh ve ilahi eda ile boy ölçüşecek durumda değildir. Nitekim devrinde de, daha sonra da geniş bir tesir yapmamış, Hakanî’nin Hilye’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlut’u gibi mühim bir rağbet görmemiştir... (1970: 458). 19 5. Gam-nâme Güftî’nin Varâdin kadısı iken 1652 (H. 1062) yılında yazdığı şikâyetname türünde bir eserdir. Osmanlı Müellifleri’nde eserin Edirne’de Sultan Selim Kütüphanesi’nde olduğuna dair bir not verilmiştir (Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, 1972: II, 131). Kâşif Yılmaz adı geçen kütüphanede Bursalı Mehmet Tâhir Efendi’nin haber verdiği mecmuayı bulamadığını belirtir (2001: 19). M. Fuat Köprülü, elindeki külliyâtda Gam-nâme unvanlı küçük bir mesneviye daha tesadüf ettiğini söyledikten sonra şu bilgiyi verir: “Güftî’nin Varâdin kadısı bulunduğu sırada 1062 Ramazanının yirmi birinci günü itmam ettiği Gam-nâme, tahminen iki bin beyitten mürekkep olan bu manzume, güzel ve kuvvetli bir şikâyetnamedir.” (1928: 1750). Osman Nuri Peremeci ise Edirneli Güftî’nin H. 1050 tarihinde 785 beyitli Gam-nâme adlı bir manzume yazdığını haber vermektedir (1939: 252). Gam-nâme’yi yüksek lisans tezi olarak hazırlayan Enver Acar, Peremeci’nin eserin yazılış tarihi ile ilgili olarak verdiği bilginin yanlış, buna karşılık Köprülü’nün tarih ile ilgili değerlendirmesinin doğru olduğunu dile getirir. Acar, şu tespitte bulunur: “Gam-nâme’de IV. Mehmet’e yönelik bir medhiye yer almakta olup Peremeci’nin verdiği tarihte henüz IV. Mehmet saltanata geçmemiştir.” (2005: 11). Güftî, Đstanbul’a gelip Şeyhülislam Bahâyî Efendi ve Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi’nin himayesini görmüş, dönemin sadrazamından ve diğer birkaç devlet büyüğünden de aynı ihsan ve ilgiyi beklemiş; fakat arzularına ulaşamayınca bu eseri kaleme alarak devrin idarecilerinden başlayarak tüm asırlara yönelik bir şikâyette bulunmuştur (Acar, 2005: 9). Gam-nâme’nin bilinen tek nüshası Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi’nde (Ty. 811, nu. 599/4) bulunmaktadır. 6. Zelle-nâme Kaynaklarda adı geçmeyen bu eserin varlığından M. Fuat Köprülü bahsetmektedir: Güftî’nin bu eseri tamamıyla hezl-âmiz hatta bazen hicvî bir mahiyette olan küçük bir mesnevidir (1928: 1750). Kâşif Yılmaz, Güftî Dîvânı’ndaki yedinci mesnevinin Zelle-nâme olduğunu belirtir (2001: 20). 20 7. Şâh u Dervîş Bu çalışmanın konusu olan eserle ilgili ayrıntılı bilgi inceleme kısmında, “Eserle Đlgili Genel Bilgiler” başlığında verilmiştir. Bu bilgilere, şimdiye kadar söylenenleri de dikkate alarak birkaç ilave daha yapılabilir: Osmanlı Müellifleri’nde, “Gam-nâme, Şâh u Dervîş isimlerindeki manzumeleri ile rubailerini ihtiva eden mecmua Edirne’de Sultan Selim Kütüphanesi’ndedir.” (Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, 1972: II, 130–131) şeklindeki bir bilgi ile kendisinden söz edilmiştir. Edirne Tarihi’nde ise, “1061’de 644 beyitli Şâh ve Dervîş adlı bir de hikâye nazmetmiştir.” notuna yer verilmiştir (Peremeci, 1939: 252). M. Fuat Köprülü bu eserle ilgili olarak, “Elimizdeki külliyâtda Şâh u Dervîş tercümesi adlı bir mesneviye daha tesadüf ettik. Şairin, Bahâyî Efendi namına nazma başlayıp -elimizdeki nüshaya nazaran- ikmal edemediği Şâh u Dervîş tercümesi, onun bütün muasırları gibi, Acemâne edadan kurtulamamakla beraber kuvvetli bir nazım lisanına malik olduğunu göstermektedir.” der (1928: 1750). Köprülü’nün bu tespitinden yola çıkılarak yazıldığı anlaşılan Şair Tezkireleri’nde ise “Güftî’nin Şeyhülislam Bahâyî Mehmet Efendi adına başlayıp tamamlayamadığı bir mesnevi tercümesidir.” (Đpekten vd., 2002: 99) denilmektedir. Köprülü’nün ikmal edilmediğini belirttiği Şâh u Dervîş mesnevisi, çalışmamızda incelenen nüshaya göre, mesnevilerin düzenleniş biçimi ve kompozisyonu açısından herhangi bir eksiklik taşımamaktadır. Klasik bir mesnevide bulunan tüm başlıklar Şâh u Dervîş mesnevisinde aşağı yukarı bulunmaktadır. Sadece giriş bölümünde mesnevilerde yaygın biçimde bulunan, dönemin padişahına ya da herhangi bir devlet büyüğüne dair yazılan övgüye yer verilmemiştir. Bu durum, asrının meşhur bir şairi olduğu halde, Güftî’nin hayatında önemli bir himaye görmemiş olmasıyla açıklanabilir. Onun himayeden ümidini kestiği, Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’da kendisini anlattığı maddede çok açık biçimde görülmektedir: Kimseden kimseye óìmÀyet yoú Yaèni dünyÀda ehl-i himmet yoú (Yılmaz, 2001: 204) 21 Köprülü’nün, hususi kütüphanesinde mevcut olduğunu belirttiği Şâh u Dervîş mesnevisi, nüsha bakımından bu çalışmada kullanılan nüshadan farklıymış gibi görünmektedir. Çünkü incelenen nüshada, eserin tercüme olduğuna dair Köprülü’nün ifade ettiği türden herhangi bir bilgi bulunmadığı gibi, Şeyhülislam Bahâyî Mehmet Efendi namına nazmedildiğiyle ilgili bir malumat ya da övgü bölümü mevcut değildir. Tercüme konusunda söylenenlerin aksine Güftî, yazdığı eserin yeni olduğunu şu beyitte dile getirmektedir: 95. ŞÀhid-i maènÀ-yı nezÀket-fezÀ Ùarz-ı nev ile ola cilve-nümÀ 22 II. BÖLÜM ŞÂH U DERVÎŞ’ĐN ĐNCELENMESĐ A. Eser Đle Đlgili Genel Bilgiler Şâh u Dervîş mesnevisinin bilinen tek nüshası Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Nüsha, kütüphanenin tespit fişinde Güftî’ye ait külliyatın birinci mecmuasında, Ty. 811 tasnif numarasıyla kayıtlıdır. Mesnevide Güftî’nin isminin üstü kırmızı çizgiyle çizilerek (53, 110, 559. beyitler) özellikle vurgulanmıştır. Eserin demirbaş numarası 599/1’dir. Varak numaraları 2b ile 19a arasındadır. 198 x 116 (145 x 76) mm ebadında olan mesnevi aharlı kalın beyaz kâğıda iki sütun ve on dokuz satır şekilde tanzim edilmiştir. Kötü “nestalik”le yazıldığı kaydedilen eserin cildi Avrupa cilttir. Başlıklar Farsça olup kırmızı mürekkeple (surh) yazılmıştır. Mesnevinin 1066 (M. 1656) yılında Yahyâ isminde bir müstensih tarafından istinsah edildiği eserin sonunda belirtilmiştir. Müstensihin yazım hususunda genel olarak dikkatli davrandığını söylemek mümkündür. Nadiren de olsa yapılan yazım hatalarının üstü çizilmiş, yerine doğrusu yazılmıştır. Sadece son sayfada müstensih tarafından düşülmüş bir sah kaydına tesadüf edilmektedir. Güftî, Şâh u Dervîş mesnevisinin son beytinde eserini ne zaman tamamladığına dair tarih düşürmüştür: 637. Mühr-i úabÿl ile virüb zìb-i tÀm Eyledi tÀrìòini zìbÀ òitÀm “zìbÀ òitÀm” ifadesi ebced hesabına göre hicri 1061 tarihine rastlamaktadır. Bunun miladi takvimdeki karşılığı ise 1650’dir.21 Eserin yazılış tarihi için kullanılan sözcük grubunun Arap alfabesindeki ebced değeri şu şekildedir: 1061 = (40) م ,(1) ا ,(400) ت ,(600) خ ,(1) ا ,(2) ب ,(10)  ,(7) ز Mesnevinin ismi ile ilgili bilgi üç yerde geçmektedir. Bunlardan birincisi, eserin ilk başlığında (ser-levhada) “KitÀb-ı ŞÀh u Dervìş Güftì-i Edirnevì...” biçiminde verilen 21 Bk. Unat, 1994: 72. 23 isimlendirmedir ki gelenekselleşmiş tür adı olması sebebiyle tercih edilmesi gereken isim de budur. Đkincisi, mesnevinin hatime bölümünde “Der ÒÀtime-i Nüsòa-i Dervìş ü Şehest Ìn” şeklinde geçmektedir. Edirneli Güftî, eserine koyduğu ismi yine hatime bölümünün ilk beyti olan 612. beyitte vezin gereği “Dervìş u ŞÀh” olarak beyan eder: 612. Oldı bu dìbÀce-i óamd-ı ĐlÀh Zìb-dih-i nÀme-i Dervìş u ŞÀh Şâh u Dervîş, aruzun bahr-i serî kalıplarından biri olan “müfte’ilün/müfte’ilün/fâ’ilün” vezni ile yazılmıştır. Mesnevide yer alan dokuz rubai ise Türk şairleri tarafından en fazla kullanılan (Dilçin, 2005: 208) şu dört aruz kalıbıyla yazılmıştır: Mef’ûlü / mefâ’îlü / mefâ’îlü / fa’ûl Mef’ûlü / mefâ’îlü / mefâ’îlün / fa’ Mef’ûlü / mefâ’ilün / mefâ’îlü / fa’ûl Mef’ûlü / mefâ’ilün / mefâ’îlün / fa’ Şâh u Dervîş mesnevisinin bazı kaynaklarda (Peremeci, 1939: 252) 644 beyitten meydana geldiği belirtilse de mesnevi 628 beyitten oluşan kısa bir eserdir. Bu beyitlere ilave olarak mesnevide dokuz rubai yer almaktadır. Eserdeki beyit sayısı rubailerle birlikte 646’ya ulaşmaktadır. Bu sayının yanlış hesaplanması muhtemelen rubailerin beyit cinsinden ele alınmasıyla ilgilidir. Bu şekilde olsa bile elde edilen rakam incelenen nüshanın beyit sayısıyla eşleşmemektedir. Bu durumda, ya tespit edilemeyen başka bir nüshanın beyit sayısı esas alınmış ya da bu bilgiyi veren ilk kaynak beyitleri sayarken dikkatsiz davranmıştır: Başlangıç beyti: Óamd-ı ÒudÀvend-i cihÀn Àferìn Zìver-i tebyìn-i beyÀn Àferìn Son beyit: Mühr-i úabÿl ile virüb zìb-i tÀm Eyledi tÀrìòini zìbÀ òitÀm 24 B. Eserin Tertibi ve Bölümleri 1. Eserin Tertibi Şâh u Dervîş; mesnevi geleneğinin tertibine uygun olarak giriş, konunun işlendiği bölüm ve bitiş olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır.22 Giriş bölümünde “tahmîd, na’t, sebeb-i te’lîf, münâcât” parçaları müstakil başlık altında verilmiş, mu’cizât ve medh-i çehâr-yâr na’t bölümü içinde ele alınmıştır. Konunun işlendiği bölüm beşinci başlıktan yirmi üçüncü başlığa kadar olan parçaları kapsar. Eserin bitiş bölümü ise “hâtime-i hikâye, nefsin kötülükleri, münâcât, Bâyezîd-i Bistâmî’ye dair temsil ve hâtime-i nüsha”dan oluşmaktadır. Mesnevinin ana bölümleri içinde verilen alt başlıklar ve beyit aralıkları (parantez içinde verilmiştir) şair tarafından şu şekilde düzenlenmiştir: 1. KitÀb-ı ŞÀh u Dervìş Güftì-i Edirnevì ĐbtidÀé-i Taómìd-i BÀrì (1–19) 2. Der Naèt-ı Seyyidüél-EnÀm ve ÒiùÀb-ı BÀ-ÒÀme-i èAnberìn-erúÀm (20–51) 3. Der BeyÀn-ı Sebeb-i Teélìf-i KitÀb ve Dìden-i ÒÀºb (52–109) 4. Der MünÀcÀt-ı BÀrì èAzze ve Đsmuhu (110–134) 5. Der BeyÀn-ı Şürÿè Kerden-i KitÀb (135–153) 6. Der BeyÀn-ı Ùaró-ı Sÿr Nümÿden-i PÀdişÀh (154–187) 7. Der BeyÀn-ı AóvÀl-i Dervìş (188–234) 8. Ameden-i Dervìş Be-Mekteb-i ŞÀh ve Óasret-Àlÿd Reften (235–242) 9. Ameden-i Dervìş Be-Mekteb ve Rÿy Ùaleb Nümÿden (243–277) 10. Ruòãat YÀften-i Dervìş-i Taèallüm-rÀ Ez-Muèallim-i Mekteb (278–324) 11. Ámeden-i ŞÀh Ez-ÇÀşt Be-Mekteb ve Ágeh Şuden-i Muèallim Ez-èAşú-ı Dervìş (325–350) 12. Ágeh Şuden-i ŞÀh Ez-èAşú-ı Dervìş ve Òışm Nümÿden ve SeyÀóat Fermÿden (351– 364) 22 Tezimize konu olan Şâh u Dervîş mesnevisinin incelenmesinde takip edilen usul ve plan açısından Đsmail Ünver’in 1986 yılında Türk Dili dergisinde yayımlanan “Mesnevi” adlı makalesinden geniş ölçüde yararlanılmıştır. 25 13. SeyÀóat Kerden-i Dervìş Ez-Şehr (365–400) 14. Rÿy-ı Meróamet Nümÿden-i ŞÀh Ber-ÓÀl-i Dervìş (401–410) 15. äıfat-ı Şeb ve NÀme FiristÀden-i ŞÀh BÀ-Dervìş (411–426) 16. Der äıfat-ı NÀme-i èAnberìn-şamÀme (427–462) 17. Der äıfat-ı èAşú (463–477) 18. Be-Tarìúuét-Temåìl ÓikÀyet-i Merd-i Külòanì ki èAşıú-Şude-i ŞÀh-ı BaàdÀd-rÀ (478–516) 19. Ámeden-i ÚÀãıd-ı BÀ-NÀme-i ŞÀh (517–530) 20. Ámeden-i Dervìş ve NevÀziş Kerden-i ŞÀh Dervìş-rÀ (531–537) 21. Rÿy-ı NiyÀz Ber-Zemìn NihÀden-i Dervìş-i MübtelÀ (538–548) 22. Vaøè-ı Rÿy-ı NiyÀz Kerden Be-DergÀh-ı BÀrì ve Peyk-i ĐcÀbet Resìden (549–558) 23. ÒÀtime-i ÓikÀye ve Nuãó Kerden èAlÀ-vechiél-icmÀl (559–565) 24. Der ÒiùÀb-ı Nefs-i Òiyel-endÿz (566–576) 25. Der MünÀcÀt-ı BÀrì-i TeèÀlÀ (577–584) 26. ÓikÀyet-i Úuùb-ı Merkez-i DÀyire-i VelÀyet BÀyezìd-i BisùÀmì Úaddesaéllah (585– 611) 27. Der ÒÀtime-i Nüsòa-i Dervìş ü Şehest Ìn (612–637) 1.1. Giriş Bölümü Güftî’nin Şâh u Dervîş mesnevisi, klasik mesnevilerdeki “tevhîd” yerine “tahmîd” bölümüyle başlar. Şair, bu bölümde, Allah’a şükrettikten sonra O’nun yeri ve göğü eşsiz bir biçimde yarattığını dile getirir: Güzel yüzlü ay ve büyülü yıldızlar aydınlatılmış, şarap kızıllığındaki güneş parlatılmış, böylece dünya denilen meclis süslenmiştir. O, bütün cisimlerin ilk maddesi olarak varsayılan özü yaratmış ve bütün bu feyizli eserlerini bir noktada birleştirmiştir. Yarattığı bu güzelliklere, gökyüzü denilen parlak kubbeyi dayanak kılmıştır. Gece, O’nun yarattığı bu eserlere bir örtü olmuştur. Đnce fikirlerle ve nükteli sözler söyleyen akılla O’nun varlığını hayal edip nitelendirmek mümkün değildir. O’nu akıl ve fikirle anlamaya çalışanlar, pişmanlık ve 26 hayret denizinin dalgalarında boğulacaktır. Şair, Allah’ın bu eşsiz eserleri karşısında aklı küçümser, bunları anlamak için gönül gözüne itibar eder. Mesnevideki ikinci bölüm “na’t” bölümüdür. Şair, kalemine seslenir ve ondan iki cihan peygamberi Hz. Muhammed’i kusursuz övmesini ister. Şaire göre kalem, Hz. Peygamber’in methini yazmak için mürekkebinin siyahlığına gecenin zifiri karanlığını da eklemelidir. Her sözü, insanı can evinden vuracak kadar ölçülü ve güçlü söylemeli, harflerin noktasını gözbebeği kadar nazik yazmalıdır. Hz. Peygamber o kadar büyüktür ki bütün dünya onun güzel yüzünü görmeye susamıştır. Đnanmayanları, küfürde olanları ortadan kaldıran o makamı kutsal Şâh, gösterişli ve haşmetli bir savaşla müşriklerin gönlündeki arzuyu ortadan kaldırmış ve Đslâm dininin güneşi olmuştur. Cebrail, o yüksek ahlaklı Peygamber’in kılavuzudur. Bütün dünya onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Güftî, “mu’cizât (peygamberin gösterdiği olağanüstülükler)” ve “medh-i çehâr- yâr (dört halife övgüsü)” bölümlerini ayrı bir başlıkta almamış, sözü edilen parçaları bu bölümün içinde vermiştir. Şair, peygamberin “şakku’l-kamer” (39) mucizesini (ayı ikiye bölme) dile getirdikten sonra dört halifenin övgüsüne geçer. Bu bölümde Hz. Ebubekir temiz yaradılışıyla, Hz. Ömer dinin temellerini sağlamlaştıran özelliğiyle, Hz. Osman yumuşak tabiatıyla, Hz. Ali gücü ve heybetiyle övülür ve onlara dua edilir. Mesnevideki üçüncü bölüm eserin yazılma sebebi ve görülen rüya hakkındadır. Şair; heveslerine tutsak, dert çeken, gamlı ve nasipsiz biri olarak halinden şikâyet eder. Kimse kendisini himaye etmemektedir. Buna rağmen boş umutların peşinden koşmaktadır. Felek kendisini yormuş, bedenini rüzgârla sallanan güçsüz bir ağaca dönüştürmüştür. Yüzünde aşığınkine benzer bir bezginlik çökmüştür. Gönlü de dünya isteklerine köle olmuştur. Divan şairlerinin karakteristik özelliği burada da kaşımıza çıkar: Şair hayat karşısında karamsardır. Aşk peşinde koşan, sürekli aşk için nöbette olan şairin gönlü bir ateş rüzgârı gibi yanmaktadır. Ne var ki onun payına derin bir ümitsizlik ve gözyaşı düşmektedir. Şair, sonunda içinde bulunduğu perişanlığı kabullenip kendince kurduğu hayal sarayının yalnızlık köşesine çekilir ve rüyaya dalar. Rüyasında cennete benzeyen bir çimenlik (bahçe) görür. Bu büyüleyici bahçede dolaşırken göz kamaştıran bir köşkle 27 karşılaşır. Toprağı, hizmetçileri ve kapısı amber kokulu olan bu saray, cennet bahçesi kadar güzeldir. Şairin ifadesiyle Ülker yıldızından bile daha güzel bir “sanem-i ser- firâz” da güzellikte insana ferahlık veren bu kasrın biricik süsüdür. Bu emsalsiz güzel, dikkatli bakışlarıyla şairi süzer ve onun neden kederli göründüğünü sorar. Şair bilindiği şekliyle talihsizliğinden, çektiği sıkıntılardan uzunca söz eder. Bu arada kadının güzelliği şairin aklını almış, bütün kederini unutturmuştur. Bu güzel kadın, şairin hayal dünyasında biriktirdiği ince sözlere şevk verir ve ondan güzel bir eser yazmasını ister: 91. Didi niçün vaãf-ı perì peykerÀn Olmaya ÀrÀyìş-i levó-i beyÀn 92. Sen ki òuãÿãÀ olasun nükte-fen Ùabèuñ ola nÀdire-senc-i süòan 93. Mürg-i òayÀlüñ olıcaú evc-gìr Ola kemìn lÀnesi çarò-ı eåir 94. Bülbül-i ùabèuñ ger ola naàme-zen Nesò ola Àyìn-i nevÀ-yı kühen 95. ŞÀhid-i maènÀ-yı nezÀket-fezÀ Ùarz-ı nev ile ola cilve-nümÀ 96. Olsa úaçan kilk-i bedÀyiè meéÀl Çehre ùırazende-i bikr-i òayÀl 97. Eyleyicek nergis-i mestin raúam Şìfte-i àamzesi ola úalem 98. ŞÀhid-i maømÿnuñuñ ey nükte-kÀr CÀme-i zer-beftì degül müsteèÀr 99. Bikr-i òayÀlüñ ki füsÿn-sÀzdur Her süòan Àbisten-i iècÀzdur 28 100. ÒÀme ki zìb-i dür-i meşóÿn ola Ruúèa perì-òÀne-i maømÿn ola 101. Rÿy-ı èarÿs-ı süòan-ı dil-peõìr áÀliye vü àÀzeye olmaz esìr 102. Đtse raúam òÀmeñ olur bì-úuãÿr Maóşer-i ervÀó-ı maèÀnì-suùÿr Sevgilinin bu cesaret verici övgüsü, şairin el değmemiş hayallerini “tarz-ı nev” dediği sözlerle dile getirmesine ve “sebeb-i te’lîf-i kitâb”a vesile olur. Şair rüyada gördüğü bu “sanem”e “Eyleye Óaú cÀme-i èömrüñ dırÀz” (104) diyerek dua eder. O, artık kusursuz bir söyleyişe ulaşabilecek, bulacağı yepyeni hayaller insanları adeta büyüleyecektir. Güftî bu şevkle söyleyeceği her sözün mucizevî olacağına inanmaktadır: 106. Eyleyem Àheng-i süòan-güsteri ÔÀhir ola úuvvet-i naôm-Àveri 107. Eyleyem ıùlaú-ı èinÀn-ı süòan Raòş-ı òayÀlüm ola tÀ úaùre-zen 108. Nÿş úılub her gìce devr-i çerÀà Şemè-i fürÿzende ola dilde dÀà 109. Òÿn-ı sirişkümle yazam evvelin Nÿr-ı nigÀhumla çekem cedvelin Mesnevilerin “sebeb-i te’lîf başlığı altında şair, eserinin yazılış sebebini açıklamakla kalmaz; bu konuda kendinden önce eser veren büyük şairleri anar, onlara nazire yazmakla övünür. Mesnevisinin çeviri ya da taklit olmadığını bildirir. Şairler, sebeb-i te’lîfe ayrılan kısmın sonunda, yanlışlarının ya da eksikliklerinin bağışlanması dileğinde de bulunabilirler. Bu yüzden, şair ve eser hakkında en önemli bilgilerin sebeb- i te’lîf başlığı altında toplandığı söylenebilir.” (Ünver, 1986: 437). Güftî, ele alınan bu mesnevisinde Ünver’in yukarıda belirttiği ayrıntıların çoğuna yer vermemiştir. Elli dokuz beyitten oluşan bölümde tahkiye edilen mevzu bir rüyadan ibarettir. Rüyada 29 görülen/görüşülen birinin telif sebebi olarak gösterilmesi divan şairlerinin mesnevilerde yaygın biçimde kullandıkları motiflerdendir. Güftî’nin de sebeb-i te’lîf tercihini rüya motifinden yana kullanması, kendisi hakkında sahip olunan sınırlı malumata herhangi bir katkı sağlamamaktadır.23 Eserin sebeb-i telif bölümünden elde edilen bu bilgiler ışığında, mesneviyi gerek telif gerek etki ve esinlenme anlamında kendinden öncekilerle ilişkilendirmek mümkün görülmemektedir. 94. Bülbül-i ùabèuñ ger ola naàme-zen Nesò ola Àyìn-i nevÀ-yı kühen Şair, sanatında bülbül gibi güzel sesli olduğunu belirtikten sonra belli bir ismi ya da ekolü zikretmemiş, genel bir ifadeyle “nevÀ-yı kühen” dediği eskilerin üslubunu eleştirmiştir. Güftî’nin bütünüyle soyut bir anlatımı tercih etmesi, metnin yazıldığı dönemle ve özellikle şairin kendisiyle ilgili somut verilere ulaşmayı da engellemektedir. Mesnevinin dördüncü bölümü “münâcât”tır. Şair, kendi halinden sürekli şikâyet eder. Bu dünyada hiçbir şeyinin olmadığını söyleyen Güftî, Allah’tan lütfunu 23 Örneğin edebiyatımızın en bilinen mesnevileri olan Leyla ve Mecnun ile Hüsn ü Aşk’ta sebeb-i te’lîfler edebiyat tarihi ve estetiği bakımından çok daha açık ve anlaşılırdır. Şeyh Gâlib, Nâbî’nin Hayrâbâd’ının benzerinin yazılamayacağına inanan “ehl-i manâ”ya kızar ve ondan çok daha iyisini yazabileceğini ispatlamak için kaleme sarıldığını söyler (Doğan, 2003: 55–65). Yine Leyla ve Mecnun’da, Đstanbul’dan Kanunî Sultan Süleyman ile Bağdat seferine iştirak eden zarif insanlar –Hayâlî ve Yahya Bey– Fuzulî’ye, “Leylî Mecnûn Acemde çohdur / Etrâkde ol fesâne yohdur” diyerek ondan “eskimiş bir bostanı” tazelemesini istemişler (Genç, 2005: 62) ve bunun üzerine şair böyle bir yapıtı kaleme almıştır. Leyla ve Mecnun mesnevisi Çağatay sahasında Ali Şîr Nevayî tarafından 15. yüzyılda kaleme alınmış; aynı hikâye Anadolu sahasında Fuzulî’den önce Celilî ve Sevdaî tarafından yazılmış olduğu halde, Fuzulî’nin Türkler arasında bu efsaneyi ilk kez kendisinin yazdığını söylemesi edebiyat tarihi açısından önemli bir bilgidir. (Doğan, 2007: 16, 100). Yine Şeyh Gâlib’in Hayrâbâd hakkında söyledikleri edebi tenkit için dikkate değerdir. Ayrıca Taşlıcalı Yahyâ tarafından kaleme alınan Şâh u Gedâ’nın “sebeb-i tel’lîf-i dâstân” bölümünde, Yahyâ, daha önce yazılmış çift kahramanlı aşk mesnevilerinde ele alınan aşk kavramını ve Vâmık, Ferhad, Mecnûn gibi âşık tiplemelerini eleştirir. Aşkın akılla anlaşılamayacağını ve dolaysıyla ifadesinin de mümkün olmadığını vurgulayan Yahyâ, eleştirisini, bir mecliste arkadaşlarının bu hikâyeler ile ilgili övgü dolu sözleri üzerine yapar (Coşkun, 2007: 86). 30 esirgememesini ister. O, ezeli aşkın neşesini, feyzini arzuladığını dile getirir. Şair bu bölümde dileklerini şu şeklide sıralar: “Allah’ım! Benzersiz güzellerin aşkını gönlümün aynası, sinemi de gam sırrının hazinesi yap. Gönlümde kat kat bela yarası aç. Ta ki bu gönül, bağın ve gül bahçesinin arzulu yolcusu olsun. Aşk şarabına gönlümü kadeh eyle. Ta ki hiç bitmeyen aşk ışığıyla dönsün. Şarabın parlak renginin yansıması göze ışık olsun ve hasret gülü dal budak salsın. Gönlümdeki bu yarayı, eğlence meclisinin her zaman parlayan mumu eyle. Yıldızlar gibi parlak kıvılcımlar saçan kadehi bu gönlüme sun ki hayalimin güzel yürüyüşlü atı ateş gibi şahlansın. Yalancı bir bahçeye benzeyen bu süslü, çekici ve taze sevgiliyi, yepyeni kıyafetlerle yücelterek takdim et ve güzel şarkılarla şereflendir. Ya Rab, insana güzellik veren bu suya kanmış gülü, sonbaharın merhametsiz elinden uzak tut! Bu gülün çiğ taneleri, bakmayı ve sevmeyi bilenlerin gönül gözüne ışık olsun. Allah’ım, bu kalem gelini, herkesin gerdek odasına süs olsun. Mutluluk veren güzelliğin ebediyen devam etsin ve yüzünün güzelliğini görmek yabancılara nasip olmasın. Mucizelerin sığınağı olan gönlün yepyeni hayalleri, bilgece söylenmiş söz mücevherleriyle taçlanmıştır. Şöhretli ve gösterişli güneş güzelliğiyle övünse şaşılır mı? Onun giydiği altından işlenmiş kıyafetler hiç eğreti durur mu? Gönlüm, mumun aşkıyla dönen kelebeğe komşu ve istek saçının tarağı olsun. Gölümü aşk zinciriyle bağla ki sahip olduğu aşkı gür bir sesle haykırsın. Beni bu aşk yolunun koşan yolcusu ve derdiyle yakasını parçalayan delisi eyle. Sesi hasret kokan gönlün burnu, aşk derdinin güzel kokusuyla kendinden geçsin. Yeşil çimenleri dahi önüne katan ilkbahar rüzgârı, bu gönle Hoten ülkesinin göğsü parça parça olmuş miskini getirsin. Şarabın aleviyle gözüme ışık ve içimdeki binlerce gizli derde çare bulma gücü ver. Gam yaralarını, gönlüme süs yap ve gülleri aynadan yansıt ki gönlümün kedere alışkın kuşu, yürek kanatan sesiyle hasret şarkıları söylesin (110–134).” 31 1.2. Konunun Đşlendiği Bölüm Osmanlı Türkçesinin giderek ağırlaştığı on yedinci yüzyılda kaleme alınan Şâh u Dervîş mesnevisi, yazıldığı dönemin estetik anlayışından, dil ve edebiyat geleneğinden kesif çizgiler taşımaktadır. Đmgelere giydirilen derin hayaller, mübalağa, ızdırap, çözülmesi oldukça güç terkipler mesnevinin vak’a merkezli olan bu bölümünde varlığını sürdürmüştür. Bu anlayışla yazılan eserin, yoğun tasvirler içinde cereyan eden olay örgüsünü tespit edebilmek için geniş bir özeti yapılmıştır. Özetleme yapılırken şairin imge, hayal ve tasvirleri olabildiğince yansıtılmaya çalışılmış, tekrara düşmemek kaydıyla beyitler imkânlar ölçüsünde düz yazıya çevrilerek verilmiştir. Böylece modern edebiyatın “olay çevresinde gelişen edebi türleri”ne denk düşen; ancak düzyazının sağladığı kolaylıklar yerine, ahenk unsurlarının katı kuralları kullanarak nazm edilen mesnevi geleneğinde, edebi eserde yapıyı oluşturan temel ögelerin ne şekilde tanzim ve tasvir edildiği gösterilmeye çalışılmıştır. Mesnevinin kurgusunda şairin tercihleri esas alınarak asıl hikâyeden başka anlatımı desteklemek amacıyla şair tarafından tahkiye edilen iki bağımsız “temsil” de sıra takip edilerek ele alınmıştır. Kahramanların - özellikle Dervîş’in- hikâyenin farklı safhalarında karşılaşılan benzer ruh halleri tekrardan kaçınmak için ayrıntılara girilmeden verilmiş, yeri geldikçe içerikle ilgili değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca gerekli görüldüğünde metin bağlamında belirlenen kavramların ne şekilde yorumlandığına dair dipnotlar eklenmiştir. Mesnevinin esas konusunu teşkil eden hikâye beşinci bölümde yer almaktadır. Önce üslubunu öven şair, eskiden beri söylenegelen, Ülker Yıldızı’nın bile kendisine köle olduğu bir Şâh’ın hikâyesini anlatmaya başlar. Şâh’ın bahtının bahçesindeki güller dal budak salıp yükseldiği halde, bir gonca bile ona nasip olmamıştır. Şair, “gonca” istiaresiyle Şâh’ın çocuk sahibi olamadığını belirtir. Onun hayatı keder ve ümitsizlik içinde geçmiştir. Đçtiği şarap kadehi çektiği gamlardan dolayı bir zehire dönüşmektedir. Gözüne uyku girmeyen Şâh’ın ahları aya kadar yükselmektedir. Kısacası bu umutsuzluk ve endişelerle uzun bir zaman geçirmiştir. Şâh, bu durum karşısında emrinde bulunan ve hikmetli sözler söyleyen bilgelerden kendisi için fal bakmalarını ister. “ÓakìmÀn-ı bedÀyiè-resÀn” olan bu kişiler Şâh’ın bir erkek çocuk sahibi olup olmayacağını anlamak 32 için fal bakacaktır.24 Nihayet fal için hazırlanan kâğıtlar feleğin kara yüzüne rağmen olumlu haber verir ve Şâh’ın “devlet-i ferzendle şìrìn-kÀm” olacağı kanaati hâsıl olur. Artık kötü talih dönmüştür. Ay ve güneş gibi ışıldayan Şâh, Allah’ın lütfuyla şeref ve şans bulmuştur: 145. TÀ ola èahdında süòan-güsterÀn Yaènì óakìmÀn-ı bedÀyiè-resÀn 146. Şuúúa ber-efraşte-i sÿy-ı felek èÁzim-i siyyÀhì-i rÿy-ı felek 147. TÀ ola mı şÀh-ı sipihr-iótişÀm Devlet-i ferzendle şìrìn-kÀm 148. Oldı çü óükm-i Şeh-i úudsì medÀr Ol nesk üzre çü celì èitibÀr Şimdi sıra düğün tertibine gelmiştir. Eserin altıncı bölümünde padişahın düğünü anlatılır. Đhtişamı ve kudretiyle dünyaya hükmeden Şâh, düğün için gerekli olan malzemeyi özenle seçer. Ferah bir yerde her tarafa kilimler, döşekler, minderler serilir. Bu düğünü gören ay, meşalesini yakıp dünya meclisini aydınlatır. Sadece yeryüzü değil gökyüzü de Şâh’ın mutluluğuna eşlik etmektedir. Çobanyıldızı eline sazı almış, kederli felek de coşup oynamaya başlamıştır. Sabah rüzgârı daha coşkulu esmektedir; güneş altın renkli kadehiyle dünya meclisine parlaklık ve süs verip dönmeye başlamıştır. Esen rüzgâr, düğün için beraberinde getirdiği misk kokusunu her tarafa yaymaktadır. Kozmik unsurlar düğünün hem süsü hem davetlisidir. Makamı pek yüksek olan damat, altından 24 Şah’ın sarayında bulunan bilgelerin bakacakları fal yıldız falıdır. Metnin 151. beytinde “gayret-i hûrşîd ü mâh” (ay ve güneşin yardımıyla) ifadesiyle Şâh’ın kötü ikbalinin bir gülle (erkek çocuk) süslenmesi temenni edilmektedir. Yıldız falına ilm-i tencim denir. Yıldızların hareketinden ve durumundan hüküm çıkarmak bilimidir. Bu bilim dünyanın her tarafında sürüm kazanmıştır. Hükümdarların saraylarında müneccimler bulunur, bunlar hükümdarların tali’lerine bakarlar, önemli olaylardan haber verirler, savaş ve barış zamanını bildirirler, bunlar için “eşref-i saat” ararlardı (Levend, 1962: 31). Bu iş, eskilerin insanların kaderi ile yıldızlar arasında bir bağ mevcut olduğu inanışından gelir ve yalnız bizde değil hemen bütün eski kültürlerde yaygındır (Okuyucu, 2006: 192). 33 yapılmış nişan yüzüğünü “leylì-i gerdÿna” takar. Tam o anda Samanyolu, kıymetli taşlarla süslenmiş hediyesini bu küçük eğlence meclisine takdim eder. Düğün meclisindeki herkes büyük bir cömertlikle şevke gelince Ülker yıldızı da ipe dizilmiş incilerini sunar. Özel olarak hazırlanmış gerdek odası Şâh’a tahsis edilir. Böylece sütle şeker, ateş gibi yanan gönlün suyunda birbirine karışır. Herkese yardım eden Allah, taze gülün yaprağından güzel kokulu yasemini ortaya çıkarır. Şair burada tabiat unsurlarını kullanmak suretiyle hamilelik sürecini anlatır: 174. Gül-bün-i óüsn oldı be-feyø-i ÒudÀ Yaènì ki Àbisten-i verd-i ãafÀ 175. Mihr-i celì şaèşaèa-i óüsn-i tÀb Oldı meger óÀmile-i ÀfitÀb 176. MÀder-i çarò oldı çü zÀyende fÀl Ùıfl-ı òÿr itdi yine èarø-ı cemÀl 177. ÚÀbile-i mÀhdan irdi nevìd Kéaòter-i burc-ı şeref oldı pedìd Böylece çocuk dünyaya gelir. Sadece Şâh değil bu müjdeyle yüksekteki yıldız kümeleri de sevinç içindedir. O yeni biten taze fidan, kısa bir zamanda dal budak salarak olgunluğun doruğuna ulaşır. Nihayet ilimde ilerlemek için çok maharetli bir üstadın öğrencisi olur. Yanakları ay gibi parlak olan Şâh, güneş25 gibi doğarak gittiği 25 Sevgili divan şiirinde sık sık güneş istiaresiyle verilir. Tanpınar, bu hayal ve sembollerin, bu aşk tarzının ve sevgili tipinin alelade bir belagat oyununda kalmadığını, asırlar boyunca süren bir çalışmanın neticesi olsa bile şairin hayat şartlarıyla olduğu kadar, içtimaî nizamla da alâkalı bir sistemi ortaya koyduğunu dile getirir. Ona göre bütün bu unsurlar bize geniş ve büyük bir saray istiaresi gibi görünürler. Bu uygunluğu göstermek için saray kelimesi üzerinde duran yazara göre, saray aydınlığın ve feyzin kaynağı muhteşem bir merkeze, hükümdara, onun cazibesine ve iradesine bağlıdır. Her şey onun etrafında döner. Ona doğru koşar. Ona yakınlığı nispetinde feyizli ve mesuttur. Çünkü bir sarayda olan her şey hükümdarın iradesi itibarıyla keyfî, az çok ilâhî veya Allahlaştırılmış özü itibarıyla da isabetli, yani hayrın kendisidir. Hükümdar, gölgesi telâkki edildiği manevî âlemi, Allah’ı -Müslüman şarkta olduğu 34 okulu bir cennet bahçesine çevirir. Bütün gözler onun üstündedir. Güzellikte kusursuzdur çünkü. Bu arada okulun her tarafı dertle inleyen âşıklarla doludur. Şâh o kadar kusursuzdur ki yazısıyla ünlü Utarid’in kalemi ona teslim olmuş, ay bile onun hizmetine girmiştir. Yedinci bölüm Dervîş’in ne durumda olduğuna dairdir. Şair “Zemzeme-sÀzÀn-ı óadìå-i kühen ve sÀbıúa-gÿyÀn-ı sipihr-i dıjem” dediği kişilerden duyduğu rivayetlerle Dervîş’in hikâyesini anlatmaya başlar. Dervîş, eşi benzeri olmayan nazik ve rind yaratılışlı biridir. Nükteli söz söylemekte usta, ilim ve irfan öğrenmek hususunda da isteklidir. “äaóib-dil ü pÀkìze-òÿ” olan Dervîş’in sevgiye ve aşka meyilli tabiatı şair tarafından özellikle vurgulanır. Mizacı pek temiz olan Dervîş bir gün etrafına dikkatli bakınırken, kapısındaki kerpiçleri bile gözbebeği kadar güzel olan muhteşem bir binayla kadar Hıristiyan garpta da- nasıl yeryüzünde temsil ediyorsa hayatı da düzenler. Bütün tabiat ve eşya, müesseseler onun temsil ettiği bir hiyerarşiye göre tanzim edilmiştir. Aşk, zihnî hayat, hayvanlar ve bitkiler âlemi, kozmik nizam, varlık, hatta âdem (çünkü ölümün ve ahiretin karşılığı olarak bir saray, serây-ı âdem vardır), bütün mefhumlar, vücudumuzun kendisi, hepsi saraydır. Hepsinin hükümdarları vardır. Bütün Ortaçağ ve Rönesans edebiyatlarında ve hayal sistemlerinde görülen bu saltanatların bir kısmı her kültürde birbirinin aynıdır. Hayvanlar arasında en gösterişlisi olan aslan, çiçekler arasında gül böyledir. Buna mukabil Avrupa Ortaçağ ve Rönesans edebiyatlarında bu saltanat ağaçlar arasında meşe ve gürgene giderken bizde edebiyatımızın daha sıkı şekilde şehre kapalı kalması yüzünden çınar en muhteşem ağaç addedilir. Hükümdara benzetilmese bile şeyhe, mürşide benzetilir. Binaenaleyh aşk da bu cinsten bir istiare olacak, sevgili hükümdara benzeyecekti. O kalb âleminin hükümdarıdır. Bu sistemde hükümdara, dolayısıyla sevgiliye asıl hususiyetlerini veren güneştir. Ortaçağ hayallerinde hükümdar daima güneştir. Onun gibi kendi menzilinde ağır ağır yürür. Rastladığını aydınlatır. Gül, bulunduğu yeri, tıpkı güneş gibi parıltısıyla bir merkez, bir nevi saray yapar. Hayvanlar âleminde aslanın hükümdarlığı da yüzü güneşe benzediği içindir. Böylece hükümdara, dolayısıyla güneşe benzeyen sevgili, onun unvan ve vasıflarını, kudretlerini elbette ki taşıyacaktır. Đşte edebiyatımızın aşk etrafındaki hayalleri bu sistemi bize verir. Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabii vergi gibi sevilmeyi kabul eder. Đsterse iltifat ve lütfeder. Hattâ hükümdar gibi ihsanları vardır. Yine onun gibi, isterse, bu lûtfu ve ihsanı esirger. Hatta cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır, fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mabeyinci, gözde veya gözde olmaya namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Âşık tıpkı bir saray adamı gibi bu rakiplerle mücadele halindedir. Hulâsa saray nasıl mutlak ve keyfî irade, hatta kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir (1956: XIX-XXI). 35 karşılaşır. Sonra da bunun insana ferahlık veren bir okul olduğunu fark eder. Gözleri oradakilere daha belirgin doğrulunca, yüzleri aya benzeyen pek çok güzelin rastgele toplandığını görür. Fakat içlerinden biri vardır ki hepsinden uzundur, üstelik fidana bezeyen boyu nazla süslenmiştir. Gerçi bu bahçenin her gülü bir başka güzeldir. Fakat o gülde bir başka eda vardır. Yanakları güneş gibi parlamaktadır. Bakışlar ona çevrildiği anda, onun aya benzeyen yanaklarının güzelliğine tutulmakta ve bakanların gözleri adeta dermansız kalmaktadır. Onun yanağının parlaklığı akan bir ışık gibidir. Bunun karşısında durup bakan gönüller yüz parçaya bölünmüş bir laleye benzemiştir. Yan bakışı sihirbazları bile kandıracak kadar büyülüdür. Her bakışı sabrın tahammül ve takatini yok edecek kadar etkileyicidir. Eğer nazla yürümeye kalksa, geçtiği yollar mahşer yerinin kargaşasına dönmektedir. Şarap kadehi dahi onun yanaklarının kırmızılığını kıskanmaktadır. Ne gonca ne gül ne ay ne güneş bu güzellik karşısında durup kendi güzelliğiyle övünebilir. Aksine hepsi utancından kan ter içinde kalmıştır. Şair, bilinen mazmunlarla Şâh’ın yanaklarını, kaşlarını, yan bakışını uzun uzadıya anlatır. Bu güzellik karşısında âşıkların inlediklerini, büyük bir hayret ve kararsızlık içinde donup kaldıklarını ifade eder: 209. ÙÀb-ı ruòı şuèle-i seyyÀledür èÁrıøı dÀà-ı dil-i ãad lÀledür 210. Heyéet-i ebrÿsını itmiş ÒudÀ Gÿşe-i miórÀb-ı niyÀz u duèÀ 211. áamzesi efsÿn-ger-i cÀdÿ-firìb Her nigehi óavãala-sÿz-ı şikìb 212. NÀzla mestÀne òırÀm itse ger Maóşer-i Àşÿb ola reh-güõer 213. Görse eger tÀb-ı ruòun cÀm-ı mey Sìne-i ãaóbÀya ura dÀà u key 36 Nihayet aşkla perişan olan Dervîş’in gönlü bahçedeki “cümle gülden ferâz” ve “naòl-i úadd-i zìb-i òıyabÀn-ı nÀz” olan Şâh’a tutulur. Artık pek hiddetli olan Şâh’ın kapısında kul, kemende benzeyen saçlarına esirdir. Ehl-i melâmet olan Dervîş, Şehzade’ye böylece âşık olur. Dervîş’in gönlüne Şâh’ın aşkı düşünce şair sözü ona bırakır. Onun gözünde Şâh, insanı büyüleyen ve ateşe benzeyen kırmızı yanaklarıyla cennet hurisidir. Boyu kusursuz süs ağacı, kaşı, gözü, yan bakışı ve kirpikleri birer fitne yuvası, gözleri yalvarma yakarma ve naz meyhanesi, gamzeleri insanı aldatan büyüleyici bir sakidir. Her bakışı yüzlerce gürültü ve şamataya gebedir. Gözleri kızıl renkli duru şaraba kanarak sarhoş olmuştur. Kaşları kemana benzemektedir. Oka benzeyen kara kirpikleri insanı can evinden vurmaktadır. Bunlar göz değil, sanki uykuya dalmış görünen fitnedir. Alnına dökülen saçlarının halkaları kıvrım kıvrımdır. Yanakları ayın süslü gülüne benzemekte, bir cadı kadar marifetli olan mahmur bakışları melekleri bile aldatmaktadır. Şair, aşk derdiyle bu şekilde kendinden geçmiş Dervîş’in ızdırabını bir rubaiyle yine onun ağzından söyletir: 234. Ey sürme-i çeşme-mihr olan òÀk-i rehi ÜftÀde-i naòl-i úÀmetüñ serv-i sehì Men òÀke düşerse feyø-i iksìr eyler Kemter-i nigeh gÿşe-i çeşmi siyehi Sekizinci bölüm Dervîş’in Şâh’ın okuluna gelmesi ve hasretle okuldan gitmesi başlığını taşımaktadır. Sadece sekiz beyitten oluşan bu kısa bölümde, mesnevinin olay örgüsü içinde asli gayeyi oluşturan ve asıl aksiyonun meydana çıkmasına sebep olan aşk kavramına dikkat çekilir. Gözleri aşkla kararan Dervîş, yukarıda ifade edilen “içsel monolog”dan sonra okuldan ayrılır. Artık aşkın hararetiyle kendinden geçmiş; aklını ve mantığını bir tarafa bırakmıştır. Şimdi söz söyleme sırası şairindir. Güftî, iki kahraman arasında alevlenen aşka tasavvufî bir anlam yükler. Şaire göre insandaki sevincin sebebi aşktır. Beşeri aşk, ezel meclisinde yazılmış ilahi aşkın küçük bir nüshasıdır. Allah’ın feyzi olan aşk, samimi ve hastalıklı kalpleri parlatan ciladır. Aşk, “Zât” (Allah) ve “Sıfat”ın (Allah’ın sıfatları) aslından doğan 37 ışıktır.26 Aşk, şarap kadehinin verdiği neşe, arşın üstünde Allah’ın yazdığı kaza ve kader kitabıdır. Şair son olarak yaradılışın esasını aşka dayandırarak ezeli aşk sayesinde kâinatın vücuda geldiğini ifade eder.27 “Çünkü aşk, kâinatın yaratılışının ve dünyaya gelişin sebebidir; henüz kâinat yaratılmazdan evvel aşk mevcuttur. Her insanın fıtrattan sahip olduğu aşk cana can katar ve insana ebedilik kazandırır. Her şey aşk ile kaimdir. Devran aşk ile döner.” (Arı, 2008: 52): 238. èAşúdur ol neşve-i sırr-ı celì Nüsòa-i èaşú-ı ezelüñ mücmeli 239. èAşúdur ol feyø-i ÒudÀ-yı èalìm äayúalì-i úalb-i ãaóìó ü saúìm 240. èAşúdur ol pertev-i envÀr-ı õÀt Maôhar-ı keyfiyyet-i õÀt ü ãıfÀt 26 Zât öz, bir şeyin kendisi, bir şeyi o şey yapan ve diğer şeylerden ayıran mahiyet demektir. Tasavvufta kendi kendine var olan, nefsiyle/zâtıyla kâim olan Allah’ın kendisini ifade eder. Varlık âleminde birden çok zât yoktur. Đkilik asla söz konusu değildir. Birçok sıfatları bulunan Hakk’ın tek zâtı vardır. Vücûd da O’nun zâtının aynıdır. Yani vücûd birdir, o da Hakk’ın zâtından ibaret olan vücûdudur. Hakk’ın zâtı idrak edilip bilinemez; ancak mahlûkatta görünen sıfatları ile anlaşılabilir. Ârifler de Allah’ın zâtını değil ancak sıfatını temaşa edebilirler... Divan şiirinin klasik yapısı içinde âşığın sevgilinin zâtına yaklaşamamasında, tasavvufun zât-sıfat anlayışının etkisi bulunduğu söylenebilir (Üstüner, 2007: 63). 27 Tasavvuf sevgiyi, kozmik varoluşun cevheri olarak nitelendirir. Bu nazariyeye göre varoluş, bir güzelliğin tezahüründen ibarettir. Sultân-ı aşk olarak nitelendirilen yaratıcı, kendi güzelliğini görmek için yaratma eylemini gerçekleştirmiştir. Bu bakımdan âlem, Mutlâk Hüsn’ün tecelli ettiği bir aynadır (Kemikli, 2007: 17). Şair, mutasavvıfların “âlemin aşk halinde kemale geldiği” anlayışından beslenmektir. Tasavvufî aşkta her katman (nefis mertebeleri) bir sınav meydanıdır. Ayrı gerçeği ayrı kılavuzu vardır. Vuslata ermek için bütün aşamalardan geçmek, bütün sınavları vermek gerekecektir. Çünkü “bu yol uzundur ve menzili çoktur.” Başarı ancak içsel tecrübeler sonucunda gelecek, piramidin en tepesine varmak için hiyerarşik bir terbiyeden geçmek gerekecektir. Âşık, gerçek aşkın büyük ızdırapların toprağında filizlendiğini bilmelidir. Bunun için duyguları adeta kabuklarından ayıklanan bir çekirdek gibi saflığa ve çıplaklığa ulaşmalıdır. Ancak o zaman çokluk makamından geçilecek; noksandan kemale, oradan da birlik diline ulaşılacaktır (Ülken, 2004: 14). 38 241. èAşúdur ol neşée-i cÀm-ı şarÀb èAşúdur ol nüsòa-i ümmüél-kitÀb 242. èAşú-ı ezel úılmasa hergiz eåer Olmaz idi cÀm-ı felek cilve-ger Dokuzuncu bölüm Dervîş’in okula gelip taleplerini dile getirmesine ayrılmıştır. Sevdiğinden bir süreliğine ayrı kalan Dervîş, aşk ateşi ve ızdırabıyla daima acı çekmiştir. Çektiği bu hasret acısı yüzünden kendinde değilmiş gibi konuşmaya başlamış, duygularının pençesinde bir deliye dönmüştür. Aşkı; her şeyden ilgisini kesmesine sebep olmuş, bu durum onu çilenin müptelası yapmıştır. Dervîş çile çeken bir “èÀşıú-ı miónet-heves”tir.28 Şair, Dervîş’in iç dünyasını şu şekilde tasvir eder: “Onun yüreği, ayrılığın hançeri ile yaralanmış, gam ve keder yarasıyla derde düşmüştü. Gönlü lale gibi kederle dağlanmış ve gözleri kanlanmıştı. O, aşkı istemekle aslında tersine dönmüş bir eğlence kadehi talep ediyordu; çünkü sevgilinin taze bir fidana benzeyen kusursuz boyuna âşıktı. Bu aşkla, ne yöne eseceğini bilmeyen rüzgâr gibi kararsızdı. Sevgilinin büyüleyici gözlerinin zincirine bağlanmış ve onun siyah saçlarının kıvrımlarına tutulmuştu. Yârin bakışının kılıcıyla öldürülmüş, gönlü de sevgilinin amber saçan kâkülüne esir oluştu. Sevgilinin akıl alan yanağının hayali aklına düşse, gönlü gözlerdeki o hayalin önünde secde ederdi. Onun işveli yürüyüşü Dervîş’i adeta eritiyordu. Saçlarını düşünüp hayal etmek aklını başından alıyordu (248–254).” Đçine düştüğü aşk belası Dervîş’in zihnini bulanıklaştırsa da sonunda bir karara varmasına vesile olur: 256. Saèy-i reh-i èaşúda muúaddem ola NÀãıye-fersÀ-yı muèallem ola 28 Divan edebiyatında aşkın belli kuralları yolu yordamı vardır. Daima elem veren aşk, her şeyden önce bir sabır işidir. Çünkü sevgili kudretli ve zalim bir hükümdardan farksızdır. Bir dert ve bela kaynağı olan aşk derdiyle gözden kanlı yaşlar dökmek, sinede yaralar açmak, kan yutmak vs. en basit çilelerdir. Aşk için candan ve baştan geçmek gerekir; bu iş söz ile olmaz. Bu yüzden âşık olmak her kişinin kârı değildir (Arı, 2008: 44–45). 39 257. Ánuñ ile neyl-i şeref eyleye VÀsıùa-i meyl-i şeref eyleye O, aşkın bu çetin yolculuğunda ilim öğrenmeye ve onunla şeref bulmaya gayret edecek, ilim vadisinde en önde olmak için şevkle ders almaya başlayacaktır.29 Bu, kolay bir süreç değildir; aşkına gözyaşlarını katar, aklını ve fikrini aşkın verdiği sarhoşluğa kurban eder. Nihayet talim göreceği okula doğru büyük bir merakla yönelir. Şehzade’nin de okuduğu bu okula gelen kederli Dervîş, buraya varır varmaz aşkı kat kat alevlenir. Öğretmeni onun bu halini görünce, nazik bir dille ona şu sözlerle seslenir: “Ey aşkın güzel yaradılışlı arifi ve ey kavuşma tuzağının gecesine ram olmuş âşık! Ey hayretle gözyaşı döken ve ey ayrılık acısıyla gönlü yaralı! Ey tuzak ipliğine ayağından yakalanmış heves kuşu! Ey kafesin tenha bir köşesinde ahla yanan! Yüreğin hasretin ateşiyle yanmış gibi. Utangaçlık ve merhamet kadehiyle sarhoş gibisin. Sevgilinin güzel yanaklarının ateşiyle yanmışsın. Sanki yanağın mumuna pervane olmuşsun. Yârin dudaklarının arzusuyla ateş dolu bir kadehi içmişsin. Hayret içinde kalmış ve bilgece sözler işitmiş bir âşıksın. Söyle bize, bu kara yazılmış yazın nedir? Muradında gizlenmiş anlamlar nedir (263–269)?” Dervîş şu şekilde cevap verir: “Ey ilimde makamı pek yüce olan bilge! Gam ve mihnet derdinin esiriyim. Elem meclisinin en seçkiniyim. O fitne çıkaran bakışlar her dem gönlümün yarasına elmas tozu döker. Alçak feleğin düzenbazlığı gönlümü ümitsizlik içinde bırakmıştır. Yüreğime mutluluk veren kadehi elime alsam, bu felek onu keder taşıyla kırmaya kalkar. Benim alçak bahtım o kadar kötü ki 29 Divan şiirinde ilmin üstün tutulması Đslam dininin ilme verdiği değerle ilgilidir. Kur’ân’da, hadislerde, din ve tasavvuf büyüklerinin hikmetli sözlerinde ilmin insanı yücelten ve ebedi mutluluğa ulaştıran bir değer olarak kabul edilmesi divan şairlerinin ilim anlayışını şekillendirmiştir. Şairler cehaletten arınmak, ilmin şerefine ve kemaline nail olmak, ahlakı güzelleştirmek, Hakk’a ve hakikate ulaşmak için ilim tahsil etmeyi ısrarla tavsiye etmişlerdir. (Güftâ, 2004: 304, 320). Çift kahramanlı birçok aşk mesnevisinde -bu mesnevide olduğu gibi- âşıkların daha çocukken okula başlatılması onların zihnen/ruhen gereken eğitim ve tecrübeyi edinmesi için gerekli görülmüştür. Örneğin Leyla ve Mecnun’da Mecnun on yaşında sünnet olur ve ardından okula verilir (Genç, 2005: 71). 40 gül bahçesine baksam, gül bahçesinde insana huzur veren çiçekler kanlı gözyaşlarımla kana boğulur (270–276).” Dervîş bu sitem dolu sözlerinden sonra “iç monolog” yöntemiyle şu hükmü verir: “Ey insanın yaradılışına ve iç gözüne kalemiyle güzellik veren kâtip! Yaptığın güzel resimleri yanlışlarla süsleme. Çünkü gönül ehlinin kara yazısını güneşin yaprağına da yazsan onu, bahtı kara olmaktan kurtaramazsın (277).” Onuncu bölüm ilim öğrenmesi için öğretmenin Dervîş’e izin vermesi hakkındadır. Dervîş, şehirdeki yalnızlığını ve garipliğini şiirdeki çalıntı bir dizeye benzeterek dertlerini kaldığı yerden anlatmaya devam eder. Kahraman anlatıcı görevini yüklenen Dervîş, bahtının karalığını bir kez daha vurgular: Sabah rüzgârının bile âhıyla ateş gibi yakıcı olduğunu, her nereye baksa orayı taze gözyaşlarıyla kan gölüne çevirebileceğini, bu kederin verdiği delilik ile aşkın aklını başından aldığını ifade eder. Kendisine “èÀşıú-ı miónet-keş u àam-Àzmÿn” diyen Dervîş, ilimde yükselmeye, şairin ifadesiyle (Oldı òıred ùÀlib-i feyø-i òiùÀb, 284) hitabet sanatını30 öğrenmeye talip 30 Divan şiiri, sanatçı muhayyilesinin binlerce yıl titiz bir ustalıkla işleyip ortaya koyduğu eşi emsali görülmeyen bir kelam sultanlığıdır. Halkından aydınına kadar toplumun her kesiminde aynı seviye ve değerde ifadesini bulan, sözü ölçüp tartarak söyleme geleneği, mantık ile duygunun aynı anda ve aynı güçte işlemesinin eseridir (Bilkan, 2006: 35). èĐlmden olmaàa bu dem behre-yÀb / Oldı òıred ùÀlib-i feyø-i òiùÀb (284) beytinde söz (hitap), akıl (hıred) ve bilgi (ilim) arasında kurulan semantik bağ açıktır. Bir sanat malzemesi olarak söz, şairin düşünce okyanusunda işlene işlene bir inciye dönüşür ve sonrasında onun kaleminden kâğıda dökülür. Üstelik söz kutsaldır. Cihanın temeli “Kün” emri ile atıldığı zaman ilk anda beliren sözdür. Âlem mülkü söz sebebiyle mamur bir hale geldi, her meclisin temeli söz ile atılır... Sözün fazileti cihanda güneş gibidir, zira varlık âleminin ekseni “Kün” sözü olmuştur. Yani iki âlem, gökyüzü ve yer ile ikisi arasındakiler “Kün”den doğmaktadır... Mademki cihanı aydınlatan söz çarkıdır, sözden ateşin güneş gibi doğmasına şaşılır mı? ... Sözden başka inci olsaydı, hüner sahipleri onu baş tacı ederdi (Üzgör, 1990: 133, 135). Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde de söz kutsandığı gibi, bizzat Kutsal Kitab’ın kendisinin mucize oluşu da söz cihetiyledir (Okuyucu, 2006: 73). Şair açısından bakıldığında şiir, adeta iç dünyasındaki kemale erme sonucu ortaya çıkan bir taşma halidir. Bilgi ve manevi birikim itibariyle doyuma ulaşan fert, bunu başkalarına aktarma noktasında şiirin ifade ve etki gücünü kullanma ihtiyacı hisseder... Nitekim Fuzûlî, Türkçe Divanı’nın mukaddimesinde çocukluk yıllarından itibaren 41 olur. Asil ve şerefli bir soydan gelen Şehzade’nin hocası, Dervîş’in bu talebine karşılık verir. Böylece iki âşık, münbit bir çeşme gibi feyiz veren söz ustası bir “hâce”nin talebesi olur. Ters talih dönmüştür. Hocasından en ince hayalleri, duyulmamış sözleri öğrenen Dervîş, öğrendiği her harfte Şâh’ı görür. “Elif” onun fidana benzeyen kusursuz boyu, “ra” onun iki güzel kaşı, “dal” harfi de kendisinin eğrilmiş boyu olmuştur.31 Bu kararsız âşık, uzun zaman bu şekilde düşünüp konuşarak orada kalır. Hocası da bu çaresiz aşığın durumuna bakıp onu Şehzade’ye öğrenci olarak verir. Aşk, ona “bÀzìçe-i ùıfl-Àne(yi) pìr” eyler. Dervîş, bir yandan dersi dinler diğer yandan Şâh’ın güzel yüzüne bakarak ne zamandır yüklendiği aşk ızdırabıyla kendinden geçer. Okunan kâğıtlar bile “sîne-çâk” olmuş, gamzeler yeniden bir hançere, yanaklar geceyi aydınlatan muma ve güzellik bahçesini süsleyen bir güle, kaşlar fitne çıkaran iki kemana, bakışlar yüreğe yavaş yavaş saplanan oka, ağız mim harfine, gözler ceylanın gözlerine dönüşmüştür. Ne var ki Şâh ilgisizdir ve aşığın gönlü heves, aşk ve hayret içinde yolunu kaybetmiştir. Şairin, bu ilk derste daha da alevlenen aşk üstüne söyledikleri sözler her seven ruhun aşinasıdır:32 değişik şiirler yazdığını, fakat bir zaman sonra bilgisiz şiir yazmanın temelsiz bir duvar örmekten farksız olacağını anladığı için kendini ilme verdiğini, ondan sonra gerçek anlamda şiirler üretmeye başladığını ifade eder (Şentürk, 2007: I, 362). 31 Đslâm kültüründe harflerle güzellik arasında her dönemde ilişki kurulmuştur. Harfler birer güzellik numunesi addedilmiş ve ilahi nura benzetilmiştir. Sevgilinin güzelliği tasvir edilirken birer benzetilen (müşebbehü’n-bih) olarak karşımıza çıkan harfler, mimariden inanç sistemlerine kadar birçok alanda estetik zenginliği ifade etmek için sanatçılar ve âlimler tarafından kullanılmıştır. Güzel yazı anlamına gelen hat sanatı, faziletli bir ilim kabul edilerek, fazileti pek çok ayet ve hadise dayandırılmış ve bu konuda kitaplar yazılmıştır (Harflerle ilgili geniş bilgi için bk. Eğri, 2005). 32 Đncelenen mesnevide aşkın doğrudan tanım ya da tasvirinin yapıldığı beyit sayısı oldukça fazladır. Metnin yapısında bir tür harç görevi gören aşk kavramı kahramanlar için aşamalılık arz eden katmalar görevini görür. 297. beyitte şair “cevher-i zât”ın aslını aşka dayandırır. Başka beyitlerde de (bk. 238, 239, 240 vd.) bu anlayış karşımıza çıkmaktadır. Tasavvufun büyük üstatları (Gazalî ve Mevlânâ gibi) dünyevî aşka pedagojik yaklaşıp onu Allah’a kulluk eğitimi olarak görürler. Çünkü insan sevgili de, Allah gibi, mutlak boyun eğilesi bir varlıktır… Âşık ile maşuk birbirisiz düşünülemez. Âşığın eylemleri tamamıyla niyaz’dan ibarettir, sevgiliyse baştanbaşa naz’dan oluşmuştur; bu karşıtlığın dışında aşk birliği bulunmamaktadır. Güzellik, her ne kadar aslında statik bir kavramsa da, onu seyreden ile aşk olmazsa 42 295. PÀdişehi èaşú ider geh gedÀ GÀh gedÀyı Şeh-i úuds-i aèlÀ 296. èAşúdur Àyìne-i esrÀr hem èAşúdur el-úıããa óudÿå u úıdem 297. Nefy-i óudÿå itmez idi ehl-i èaşú Cevher-i õÀt olmasa ger aãl-ı èaşú 298. èAşúdur ehl-i dile mièrÀc-ı rÿó Zìver-i dìbÀce-i aãl-ı fütÿó 299. èAşúdur ãavb-ı HüdÀya sübül Cevhere-i mÀdde-i aãl-ı kül 300. Ceõbe-i èaşú èÀúili mecnÿn ider ÓÀlini hem-vÀre diger-gÿn ider Güftî’nin aşka dair sözleri özetle şunlardır: “Aşk bazen padişahı dilenci yapar; bazen de dilenciyi yüce bir padişah yapar. Aşk aynı zamanda esrarlı bir aynadır. Sözün kısası her şeyin öncesi ve sorası aşktır. Kişinin özü aşkla yaratılmasaydı, aşk ehli de yoktan var edilip sürgüne gönderilmezdi. Aşk; gönül ehli için ruh miracıdır. Aşk, gönül ferahlığının aslını anlatan önsöze süs olmuştur. Aşk, insanı Allah’a götüren doğru yoldur. O’nun kül iradesinin esasını ve özünü oluşturan cevher aşktır. Aşkın cazibesi akıllıyı deli eder ve insanı olmadık zamanlarda halden hale sokar (295–300).” Güzelliği akıl alan Şehzade, ilk dersini Dervîş’e anlattıktan sonra dinlenmek için ara verir. Bütün öğrenciler verilen izne sevindiği halde Dervîş’in gecesini aydınlatan yıldız takımları sönmeye başlamıştır. Bu kısa ayrılık bile ondaki umut güneşini alıp anlamı tam açığa çıkmaz, sevgilinin olgunlaşması için de aşığa ihtiyacı vardır… Güzel sevgili için şahit sözcüğü kullanılır; çünkü Tanrısal güzelliğin gerçek şahididir o. Ona bakmak, ona belli bir uzaklıktan perestiş etmek sûfîyi (aşığı) gerçek dinsel vecde getirebilmektedir. Yüzünü seyre dalmak ise tapınmaktır (Schimmel, 1982: 252–253). 43 götürmüş, “mÀh-ı felek-tÀb revÀn” olmuştur. Şehzade gidince kederli Dervîş, derdiyle baş başa kalır. Başına gelen uğursuzluğu, melâmet kılıcıyla ciğerinin deşilmesini, talihsizliğini, güçsüzlüğünü; bu dünyada bir an bile huzurlu olsa binlerce gam ve ümitsizliğin bir araya gelip kendisini bulduğunu düşünür: 321. Eyler idi èaşúla ùurmaz cevÀb Yaènì heyÿlÀ-yı òayÀle òiùÀb Hayallerine sığınan Dervîş, Şâh’ın yokluğunda şu dileklerde bulunur: “Ey sevgili! Taze bir fidana benzeyen boyun naz bayrağını çeker. Yanağının ışığı dünyayı yakan bir ateşe benzer. Lütfunun gölgesiyle başımı yücelt. Ayağının toprağı olan bu aşığa meyl edip şeref ver. Ey cihanın şuh güzeli! Aşağılayan gamzelerinin ve öfkeden kan saçan iki gözünün kılıca benzeyen kirpikleri için acımasız gözlerinin yaralısı olan bu gönlüme acı. Derdimle kana bulandım. Başının hatırı için bana kıyma (322–324).” On birinci bölümde Şâh teneffüsten okula döner ve Dervîş’in aşkından haberdar olur. Ay gibi parlayan Şâh, “Dervìş-i melÀmet-rehin”e33 yeniden görünür. Okul, onun gelişiyle Dervîş’in gözünde yeniden aydınlanır. Bu geliş, ölmüş bir bedenin yeniden hayat bulması, suya kanmış bir gülün canlanması, her tarafın “Yusuf-sitân” olması demektir. “Dervìş-i melÀmet-eåer” kendisine hâkim olamamakta ve Şâh’ı gizli gizli süzmektedir. Bir taraftan da durduğu yerde kirpiklerinin kenarından kanlı gözyaşlarını dökmektedir: 33 Güftî, Dervîş’in ruh halini tasvir etmek için sık sık melâmet kavramına başvurmaktadır. Aşka ve âşığa yüklenen bu nitelik metne tasavvufî eksende yaklaşılmasını gerektirmektedir. Şair, melâmet-eser (222 ve 334), melâmet-rehîn (325 ve 397), melâmet-nijâd (359), melâmet-medâr (433) sıfatlarını doğrudan Dervîş’in niteleyicisi olarak kullanır. Melâmet, dokuzuncu yüzyılda Horasan bölgesinde ortaya çıkıp daha sonra bütün Đslâm dünyasında yaygınlık kazanan tasavvuf anlayışıdır. Sözlükte kınamak kötülemek, ayıplamak gibi anlamlara gelmektedir. Melâmetin tasavvuf terimi olan kullanımı Kur’an’daki bazı ayetlere dayandırılmaktadır. Sûfîler, “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” (Mâide 5/54) şeklindeki ayetten hareketle melâmet ve muhabbet terimleri arasında ilişki kurarlar. Bu terimin kavramsal çerçevesi Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek, O’nun yolunda nefisle mücahede etmek ve bu mücahede sırasında kendisini kınayanların kınamasından korkmamak şeklinde ifade edilebilir (Azamat, 2004: XXIX, 24). 44 340. Hic ola mı èaşúı beyÀn itmemek Laòlaòa-i müşgi èayÀn itmemek Dervîş, miskin güzel kokusunu ayan etmemek hiç olur mu deyip aşkını beyan etmeye karar verir. Bunun üstünden bir nice zaman geçer. Aşkından dolayı herkes tarafından ayıplanır. Bunu öğrenen Şehzade herkese merhamet gösterdiği halde, “cÀnib-i Dervìşe àaøabla nigÀh” eder. Bülbülün inleyen sesine keder gelir, gül yine bülbüle kızıp kaşlarını çatar. On ikinci bölüm Şâh’ın, Dervîş’in aşkından haberdar olup öfkelenmesi ve bunun üzerine Dervîş’in okuldan ayrılmak zorunda kalmasını işler. Mutlu ve huzurlu bir şeklide yaşayan Şâh, gönlü yaralı Dervîş’in çektiği aşk acısından haberdar olunca kendini nazla istiğnaya çeker. O, hiçbir sebep sormadan artık her türlü eziyeti çektirip aşığının gönlünü öldürmeye kastetmiştir.34 Kaşlar yay gibi gerilmiş, gamzeler pusu kuran avcıya dönüşmüştür. “Dervìş-i melÀmet-nijÀd” nihayet Şâh’ın bu öfkesini ve niyetini anlayıp gam çölüne seyahat etmeye karar verir. Gönlünde yanan dert çırasıyla kederin engin çölünde yalnız kalıp dolaşır. Bu gam sahrasında gezerken tek dostu ızdırapları olan Dervîş sevgiliye şöyle seslenir: “Ey aklı ve fikri kötü olan dünyanın şuh güzeli! Ey inceliğin ve sabrın harmanında alev gibi parlayan! Aşk derdiyle ızdırap çeken gönül ikiyüzlü olmaz. Yeter ki gönülde aşkının yarası yakıcı olsun (364).” 34 Sevgilinin özellikleri içinde acı ve ızdırap verici oluşu başta gelir. Cevr oku atar, cana kasteder, zulüm ve eziyette aşırı sınırları zorlar. Kimse ona hesap soramaz. Hatta bunlar günah bile olsa melekler ona günah yazmaz. Gönlü taştır, âşıka yâr olmaz, ele geçmez, vuslatı yoktur, söz verir ama sözünde durmaz, ağlayıp inlemek ona tesir etmez, merhametsizdir. Âşıkın ağlaması ona zevk verir. Âşık ne kadar çok ağlarsa o kadar makbûl olur. Sebepsiz yere cevr ü cefa eder. Zulmettiği kişiler zavallı, günahsız âşıklardır. Âşıkın âh u feryadını duymazdan gelir. Bütün bu haller sevgilinin kendine has özellikleri olup yadırganmaz, ayıplanmaz. Çünkü o, gönül mülkünün sultanıdır. Sevgilinin eziyetten vazgeçesi âşıktan yüz çevirmesi gibi telakki edilir. Gerçek âşık sevgiliden şikâyetçi olmaz. Kısacası o, dert ve belâ, cevr ü cefânın yegâne temsilcisidir (Pala, 2002: 415). 45 On üçüncü bölüm Dervîş’in şehre geri gelmesine dairdir. Dervîş, başındaki dertle şehirden gitmeye karar verdikten sonra nereye baksa gözlerinin önüne hasretini çektiği o ay yüzlü sevgili gelir. Nerede yeni yetişmiş bir güzel fidan görse yârin hayalini seyreder gibi olur. Netice olarak ne yapacağını bilmeden hayallerine sığınır. Gönlüne söz geçirmesi mümkün değildir. Böylece çöllerde beyhude dolaşır.35 Felek bütün kudretiyle ona tuzaklar hazırlamıştır. Günler geceleri, geceler sabahları takip eder. Kâh yıldızlar bir ateş topuna dönüşür kâh geceler bir örtü gibi her yeri kaplar. Arada bir hilal ince gerdanıyla buhurdan gibi süzülür. Dervîş’in bu gam çölündeki dostları kozmik unsurlardır. Tabiat onun hem sığınağı hem de yoldaşıdır. Onun gözünde dünya bile yolunu kaybetmiş bir yolcu gibi kader ortağı olmuştur. Dervîş, gece vakti gördüğü hilali Şâh’la özdeşleştirir ve ona şöyle seslenir: “Ey melâmet gösteren şuh sevgili! Verdiğin gam yarasının acısı istenilirken sitem kılıcını kınına sokma. Bunlar keskin bir kılıç mı yoksa kaşların mıdır? Gece mi bu, yoksa saçlarının kıvrımı mıdır? Şarap içen, güzelliğinin sakisi midir? Altın renkli keskin hançer ince boyun mu? Yoksa o kemana benzeyen kaşların mıdır? Belki gönül alan sevgili altın kuşağını gökyüzüne asmıştır (379–384).” Çeşit çeşit sıkıntılarla acı çeken Dervîş, hilalin o parlak ışığına taparcasına secde eder ve ondan ne istediğini “arz-ı niyâz” eyler: “Ey naz kadehinin şarabıyla kendinden geçip sarhoş olan hilal! Gamının yarası gönlümü yakıp dağlasın. Altın düğmeli elbisem paramparça olsun. Gönlün pembe yaraları alev alev tutuşsun. Belki kederin çırası bu şekilde yanmaya başlar. Saçlarının düşüncesiyle perişan olayım. Ayrılık kederiyle başıboş dolaşayım. Sen bana naz gösterip düşmanları sevindiresin. Gönlümün derdine çare olmayasın. Ağyarın gözlerine parlaklık veresin. Bana 35 Âşığın en önemli özelliklerinden birisi, ağyâr olanla, sevdiğinden başka şeylerle bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Âşık aslında toplum içinde yaşayan bir yalnızdır. Kendini kaybetmeye başlar. Gece gündüz maşukunu, sevgilisini düşündüğü için artık kendisini onda yok etmiştir. Toplumsal alanla irtibatı asgariye inmiştir. Âşık kimse, yeryüzü sathında, ister çöllerde, ister dere kenarlarında, ister yeşillikler içerisinde dolaşsın artık gözü onları görmez olur. Her şeyin yüzünden onu temaşa eder. Her nerede dolaşırsa dolaşsın, deli divane olsun bütün aradığı artık bir şeydir. O da o sevdiği, maşukasıdır (Kılıç, 2007: 186). 46 lütufta bulunup ilgi göstermeyesin. Dünya meclisini aydınlatan yanağının mumu, sinemi yakan bir gam yarası olsun. Rakipler lütfunun kadehini elde tutsun. Bana da aşk yaraları nasip olsun. Benim gönlüm ayrılığının acısıyla parça parça olsun ve ayrılıktan dolayı ciğerim yansın. Başkaları iyiliklerinle gam ve gussadan uzak kalsın (386–395).” diyen Dervîş ağyarı (rakipler) ilk kez ikincil dereceden kahraman olarak hikâyeye dâhil eder. Böylece divan şiirinin “sevgili-âşık-rakip”36 olarak bilinen üçlüsü kurguyu oluşturan temel kişiler olarak bir araya getirilmiş olur. Güzellik, ulaşılmazlık ve yücelik ilgileriyle hilalde sevgilisini gören Dervîş, “çeşmi siyÀh-mest-i mey-òÀne-i nÀz” olan Şâh’ı sabaha kadar ahlar çekerek yâd eder; uzun bir zaman bu dağ başında tarifsiz feryatlar, inlemeler ve ayrılık belasıyla baş başa kalır: 399. Bir niçe eyyÀm-ı ser-i kÿhde Yaènì ki ol cÀy-ı àam-ı enbÿhde 400. Úaldı belÀ-yı àam-ı hicrÀn ile NÀliş ü feryÀd-ı firÀvÀn ile On dördüncü bölüm Dervîş’in bu kötü durumuna Şâh’ın merhamet göstermesi hakkındadır. Dervîş’in; pençesine düştüğü aşk onu harap etmiş, üstelik uzun bir süre sevdiğinden ayrı kalmak zorunda bırakmıştır. Onun durumunu öğrenen Şâh, sonunda Dervîş’e merhamet eder. Şair, hikâyenin kurgusunda duyguları sürekli edilgen olan Şâh’ı ilk kez aşkla bütünleştirerek, hikâyedeki gezginlik sürecinden sonra Dervîş’i ödüllendirir: 36 Divan şiirindeki aşk çemberinde önemli bir kişi de rakiptir. Âşık için ağyar sevgili için yardır. Biz onu daima aşığın gözüyle tanırız; bu sebeple kötü, çirkin, zararlı ve zalimdir. Sevgili ile sıkı münasebettedir ve aşığı ondan uzaklaştırır. Âşığın sevgiliye tembihlerde bulunup rakip hakkında onu uyarması da fayda vermez. Hatta sevgili inat olsun diye âşıktan çok rakibe ve ağyara imkân tanır ve onlarla beraber olup yüz verir. Rakip de bunu bildiğinden aşığa içten içe güler, onunla alay eder. Kıskanç ve dedikoducudur. Sevgilinin bir âşığı da odur ve âşık ile aralarında daimi bir mücadele vardır (Pala, 2008: 316). 47 405. èAşú ola bir dilde çü hengÀme-gìr Eyleye maèşÿúı muúaddem-eåìr “Aşk bir gönlü ele geçirmişse evvela maşuku esir eder” hükmü verilerek bu durum şair tarafından geçerli bir sebebe bağlanır. “Çünkü aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasına hareketlilik olur. Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar. Âlemler kıyama kalkarsa aşktandır. Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat.” (Pala, 2008: 313). Şair, maşuk ile âşık arasında nihayetsiz bir daire biçiminde devreden aşk ateşine dair görüşlerini takip eden beyitlerde daha vurgulu söyler: 408. èAşú muúaddem dil-i şemèi yaúar Sÿzişi pervÀneye eyler eåer 409. Olmasa gül èaşúla ger sìne-çÀk Bülbüli itmezdi esìr-i èaşú-ı pÀk 410. Olmasa keyfiyyet-i cÀm-ı raóìú Đtmez idi bÀde-keşÀnı óarìú Artık iki taraf açısından da endişeler yerini ferahlığa bırakmıştır. Divan şiirinin en bilinen istiareleri (şem-pervane ile gül-bülbül) kullanılarak aşığın maşuka meyletme sebebi yaradılıştaki güzellik unsuruna bağlanır. Şairin ifadesiyle, bülbülü güle âşık eden, gülün aşkla “sìne-çÀk” olmasıdır. Yine aşk önce mumun gönlünü yakar; gönüldeki bu yakıcılık pervaneye sonra etki eder. On beşinci bölüm gecenin tasviri ve Şâh’ın Dervîş’e mektup göndermesi ile ilgilidir. Dervîş, gösterilen merhamet karşısında kötümser ruh halinden kurtulur. Asık suratlı felek gülmekte, her taraftan misk kokusu saçılmaktadır. Uzun süren gecelerin sonunda doğan güneş onun gönlüne ilk kez ferahlık getirmiştir. Geceyi uğurlayan sabah güzel yüzlü bir sevgili gibi doğmuştur. Dervîş için tabiat artık ızdıraplarının ortağı değil aksine ruhuna huzur veren bir bahçedir. Fakat iki âşık hala kavuşamamıştır. Şâh, sonunda aşığının perişan halini sormak ve misk kokulu mektubunu yazmak için nazik parmaklarına kalemi alır. Duru bir şaraba benzeyen sihirli sözcükler dizerek Dervîş’e mektup yazar. Yazılanlar, hasret çeken bu gönlü yaralasa da Şâh’ın “teşne-i dìdÀrı ve óasret-keş ruòsÀrı” olan Dervîş’i ziyadesiyle mutlu eder. 48 On altıncı bölümde amber kokulu mektup anlatılır. Bu mektup insana ilham ve güzellik vermektedir. Her bir noktası göz nuru gibidir. Nihayet şimşek gibi hızlı bir haberciye mektup verilir ve Dervîş’e götürmesi söylenir. Haberci o kadar hızlıdır ki gölgesi bile ona yetişememektedir. Yârin aşkıyla tükenmiş olan Dervîş’in gözleri bir haber ya da bir selam için hep yollardadır. Haberci, mektubu vermek için yola koyulur. Bütün ömrünce belanın elinde kalmış ve gönlünü Şâh’a vermiş kederli Dervîş’i nihayet bulur. Bülbüle taze bir gül vermiş gibi kapalı mektubu ona verir. Bu, vefanın ve aşkın kapalı mektubudur. Dervîş mektubu alınca gönlünde kavuşmanın umudu filizlenir. Mucize şeklinde yazılmış bu kısa mektup açılır. Güzel yüzlü sevgilinin gamzeleri, yanakları Dervîş’in gözünde bir kez daha canlanır. Dervîş, mektubu Habeşî bir güzele benzetir ve okur okumaz söyleyişteki güzellikten, yazılanların Şâh’a ait olduğunu fark eder: “Demiş ki ey gam derdine düşüp muradına erememiş ve ayrılığın kederiyle uzaklara düşmüş Dervîş! Cefanın kalbi delen oklarına hedef olmuşsun. Bahtın sevgilisinin güzel yanaklarına tutulmuşsun. Gönlünün yarasına elmas tozu saçılmış. Gam ve melalin dikeniyle yüreğin parçalanmış. Sinen yara dolu ve ayrılık acısına dost. Gam bahçesinin acı acı öten bir bülbülü olmuşsun. Mihnet ve hasretle karışmış gam, aşkın yanağından gözyaşı akıtır. Aşkla kendinden geçip çöllerde başıboş dolaşıncaya kadar kendini bu yolda beyhude çaba gösteren biri olarak gör. Aşkımın ateşiyle tutuşup hasretin yakıcılığıyla yanmayasın. Ayrılık acısını çekenlere dâhil olup onların başı mı olmuşsun? Hasret kadehinin şarabını mı içmişsin? Derdinle sabah ve akşam uykusuz musun? Aşkınla sabah ve akşam kendinde misin (450–458)?” Bu sözler Dervîşi kendinden geçirerek sarhoş eder. Bunun ancak bir rüya olabileceğine kanaat getiren âşık olanlara inanmakta güçlük çeker: 459. CÀm-ı mey-i lûùf-ı Şeh-i nüktedÀn Đtdi dil-i bÀde-keşi ser-girÀn 461. Didi ĐlÀha bu nevÀl-i èaùÀ ÒºÀb mıdur kéoldı baña rÿ-nümÀ 49 On yedinci bölüm aşkın niteliği hakkındadır. Şair aşka dair düşüncelerini müstakil bir başlık halinde ele alma ihtiyacı duyar ve aşk kavramını kimi tasavvufi göndermelerle izah etmeye çalışır. Sûfi anlayışa paralel olarak akıl küçümsenir. Mutasavvıflar baştan beri akılla Allah’a varılamayacağını, O’na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır (Uludağ, 1991b: IV, 14). Bu anlayış mutasavvıfların Allah’ı bilip tanımanın, O’nun yarattığı varlıklarda tecelli eden güzelliği temaşa ve idrak etmenin ancak aşk ile olabileceği inancından doğmuştur. Akıl ilme, gönül irfana ulaştırır. Âlim akılla, arif irfanla bakar. Sınırları ve kabiliyeti mahdut olan insan aklının, gerek varlıklara gerekse yaradılışın esrarına derinlemesine nüfuz edemeyip yüzeyde kalışı tasavvufî metinlerde hep tenkit konusu olmuş; bunun yerine aşkın ezeli yuvası kabul edilen gönül, en derin ızdıraplara, çilelere, en çetin sınavlara kapısını açması yönüyle yüceltilmiştir (463). Şair, “LÀzıme-i èaşú olur maóv-ı kül” (464) mısraında aşk yolculuğunun zirvesi kabul edilen, bireyin insani vasıflarından sıyrılarak ulaştığı “fenâ” kavramını ele alır ve “mahv37-ı kül”ün aşk yolunun en eski usulü olduğunu ifade eder. Đnsanın aşkla “küll” iradesi olan Đlahî varlıkta yok olması, tasavvuf literatüründe “fenafillâh”tır. “Sûfî bütün varlığını yok ederek, her şeyi unutup, her türlü dünya alakasından geçerek Allah ile bir olmayı amaçlar. Fenafillâh kesiksiz bir vecd ve coşkunluk halidir. Ancak o zaman sûfî gerçek olmayan varlığından geçmiş, Allah’ın varlığı ile var olarak O’nu gönlünde duymuştur. Yokluk tamamlanınca ortada yalnızca Tanrı kalır. Sûfî de böylece kendini Tanrı’da yok etmiş olur.” (Pala, 2002: 161). Şair devam eden beyitlerde insanda tecelli eden aşkın, güneşin parlaklığına benzediğini ve tefrit âleminin rabıtası olduğunu belirtir. Ona göre aşk, yakan, eriten bir ateştir; isteklerin, emellerin yüzüne süstür. Aşk, duyulmamış garip manalardır. Đnsanın gözbebeğinin ışığıdır. Güftî, tasavvuf düşüncesinin yüz güzelliğine yüklediği kesafeti özellikle vurgular. Đnsanın güzelliğinin yüzüne -özellikle de gözlerine- yansıması Đslam inancındaki “Allah nurunun göze yansıması” inancını hatırlatır. Đnsanın gözbebeği 37 Bir şeyin, izi kalmayacak şekilde ortadan kalkması. Yüksek derecedeki kullarını Hak kendine çeker, onların nefslerini mahv (yok) eder, onları kendi katında var kılar. Kulun fiillerinin Hakk’ın fiillerinde fani olması (Uludağ, 1991a: 313–314). 50 aşktan mürekkepse baktığı her şeyde aşkı görür. Böyle bir göz yaratılan her eserde, işlenen her nakışta Đlahî varlığa götüren işaret ve ipuçlarını görecek, şairin “maènì-i ne- şinìde” (bilinmeyen, duyulmayan anlamlar) dediği gizli manaların ve ötelerin keşfine çıkacaktır. Şair, sonraki dizelerde güzellik meclisinin devamlılığını ve maşukun geçit vermez gönlünün yumuşamasını aşka bağlar. Ayrıca sûfîlerin bir hadis-i şerife istinaden kısaca “kenz-i mahfî”38 (gizli hazine) dediği tasavvufi bakışı aşkla ilişkilendirir: 475. èAşúdur esrÀr-ı nihÀndan murÀd Nükte-i maòfì vü èayÀndan murÀd Aşkı insan nurunun aynasına benzeten Güftî, gözün gördüğü tüm varlıkların- yüzler, şekiller, resimler- özünü aşkla izah eder. “èAşúdur ol bÀde-i lÀy-ı úadìm” (474) dizesinde elest bezmine39 telmihte bulunur. Kendini beğenmiş akıl, bu meclisteki kadehin dibinde kalmış bir yudumun sarhoşudur. Aşk gönle hem şarap hem de kadehtir. Onu içenler, Bistâm şehrinin seçkin ariflerdir. Bistâm, aynı zamanda mercan gibi değerli taşlara verilen isimdir. Güftî, kelimeyi tevriyeli kullanarak okura çoklu anlama seçeneği sunmuştur. Peygamberin miraç mucizesinin “daèvet-i èaşú” olduğu için 38 Arapçada gizli hazine demektir. Mutlak gaybda gizlenmiş bulunan hüviyet-i ehadiyye yerine kullanılır. Bu, bilinmesi muhal olan gizlerin gizlisidir. “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, bilineyim diye âlemi yarattım.” kutsî hadisi ile bu hususa işaret vardır (Uludağ, 1991a: 283; Cebecioğlu, 1997: 445). Gizli zata “Mahfî” – “Gizli” dendi. Burada gizlilik, zuhurun selbi manasınadır ki Zât-ı ehadiyetin, aslında zuhuru yoktu. Maruf da değildi. Zira marifet başkasının vücudu üzerine olacaktır. Đşte bu sebeple başkası olmayınca marifet de olamaz. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim...” Đşte bu manaya göre bu makamda dahi başkası yoktur ki ona göre Hak zahir ve marif ola. Ama o zatı ile zatı için zahirdir. Yani kendi özünde kendi zahirdir ki buna mertebe-i cela derler. Nitekim esma ve tecelliyatına da mertebe-i cela derler ki bu Zat’ın taayyün mertebelerindeki zuhurudur ( Đsmail Hakkı Bursevî, 2000: 51– 52). 39 Meclis, mahabbet ve sohbet toplantısı. (Tas) Hakk’ın: “Ben sizin Rabbınız değil miyim” diye sorduğu, ruhların da: “Evet, öyledir.” şeklinde cevap verdikleri meclis (bk. A’raf, 7/172). Bu olay insanlar yeryüzünde yaratılmadan evvel Allah ile insan ruhları arasında meydana gelmiştir (Uludağ, 1991a: 97). Şairler sevgililerine elest bezminde âşık olduklarını, aşklarının o zamandan bu yana devam ettiğini söylerler. Kelime yalnızca “elest” olarak da anılır. Çok zaman telmih youyla kullanılır (Pala, 2002: 81). 51 gerekleştiği fikrinde olan şair, hâl ehlinin sohbetine sebep olarak da aşkı işaret eder. Sûfî anlayışına göre sohbet bir sevgi aktarımıdır. Bu aktarım hem gönderici hem de alıcı arasında beşeri zaafların tamir ve tasfiyesini kolaylaştıran iki yönlü bir iletişimdir. Sohbet, aynı zamanda noksan kişilerin kemale ermiş olanlarla birleşip aynîleşmesi sürecidir. Beşeri ilişkilerin sevgi üzerine tesis edildiği bu anlayışta insanı gönül berraklığına ulaştıran merdivenlerden biri sohbettir. Şair, ifade edilen “ehl-i hâlin sühan”ına tasavvufî düşünce paralelinde yaklaşır. On sekizinci bölümde Bağdat Şâh’ına âşık olan bir külhaninin (serseri, avare) temsili hikâyesi anlatılır. Bu hikâye, mesnevi’nin esas konusunu oluşturan Şâh ile Dervîş’in sergüzeştini “temsili anlatım” tekniğiyle desteklemektedir. Bu yöntem geleneksel anlatım türleri içinde sıkça başvurulan bir yöntemdir. Özellikle Mevlana’nın Mesnevi’sinde temsili anlatımın kullanıldığı birçok hikâye vardır. Bu, Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Muhammed’in tebliğ anlayışında da kullanılan metotlardan biridir. Sadece Đslam dünyasında değil Batı’da kaleme alınmış (örneğin Ezop ve La Fontaine Masalları bu tür anlatıma sahiptir) eserlerde de bu yönteme başvurulduğu görülmektedir. Temsil, soyut, girift, anlaşılması güç olan mevzularda somutlamaya başvurarak okurun anlam katmanlarını daha kolay geçmesini sağlar. Şair, temsil göstererek hayalden hakikate, somuttan soyuta, bilinenden bilinmeyene, yakından uzağa giden bir çeşit anlam basamaklarını kullanır. Böylece okura vermek istediği iletiyi daha anlaşılır kılar. Güftî’nin kısa bir temsil mahiyetinde40 anlattığı bu hikâyede-ana hikâyedekine benzer şekilde- Şâh ile külhanî vardır. Külhanî gül bahçelerinin şehri olan Bağdat’ta gamlı bir âşıktır. Şehrin padişahını görür görmez ona âşık olmuştur. O da tıpkı Dervîş gibi gönlünün elinde kararsız kalmış, keder yolunun yolcusu olmuştur. Gözleri Şâh’ı görebilmek için her an yollardadır. Onun yürüyüşünü seyretmek, her sabah ava giden Şâh’ın ardından hayret ve hasretle bakmak bile kendisi için büyük bir ihsandır. Ondan gelecek anlık bir bakışa ya da onun ayaküstü hal hatır sormasına razıdır külhanî. 40 Konusu aşk olan mesnevilerde olaylar birbiri ardınca sıralanırken, şair konuyla ilgi kurarak başka bir hikâye anlatabilir (Ünver, 1986: 446). 52 Şâh’ın hüner ve akıl bakımından benzersiz bir veziri vardır. Vezir, aşk derdinin pençesine düşüp mihnetle kıvranan külhanînin durumundan kısa süre sonra haberdar olmuştur. Bunu uygun bir dille Şâh’a anlatınca, Şâh beklenmedik şekilde kızıp öfkelenir. Külhanî bir gün Şâh’a bakarken yakalanır. Bunun üzerine Şâh cellâdına onu derhal katledip bir çukura atmasını emreder. Ne var ki “vezìr-i güzìn” Şâh’ın verdiği karara razı değildir. Vezir devletli Şâh’ın huzuruna çıkar; onun merhametli bir devlet adamı olduğunu, bu eylemin padişahlık makamına yakışmadığını, üstelik adalet bakımından da kusur sayılacağını belirterek nasihatlerde bulunur. Bunlara ilaveten aşkın yüceliğini över: “Yüzün güzelliğinin süsü aşkladır. Kemale ermiş yüzün aynası aşk sayesinde parlamıştır. Aşkın süslü gelini ortaya çıkmasaydı, güzelliğin yanağı parlamazdı. Aşk bir gönülde cilve etmeye başlayınca sabrın mülkünü yağma ve talan eder. Aşk ister istemez gönlü kendine esir eder. Đnsanın elinden sabır ve tahammülü alır (495–498).” Makamı pek yüce olan Şâh, hünerli vezirin bu sözlerinden sonra yumuşar. Şairin deyişiyle aşk ateşi onun gönlüne tesir eder. Şâh’ın öfkesi geçer, üstelik gönlünde aşkın geceyi aydınlatan mumu tutuşur. Artık aşığına iltifat etmekte, her sabah kendisini bekleyen külhanîyi gördüğünde mutlu olmaktadır. Şâh günlerden bir gün, âdeti olduğu üzere sabah vakti ava giderken yol gözleyen o kararsız aşığını göremez. Endişeyle anlar ki kendisine tulumuş gönül gitmiş, güzelliğinin aynası ortadan kaybolmuştur. Dostluğun ve sadakatin değerini saklayan hazine artık yoktur. Gül bahçesi bülbülsüz kalmıştır. Bu üzgün hali gören vezir Şâh’a şöyle seslenir: 513. Didi ki ey ŞÀh-ı muèallÀ-penÀh Maóz-ı füyÿøÀt-ı CenÀb-ı ĐlÀh 514. èAşúladur zìver-i óüsn-i bütÀn èAşúdur ÀrÀyiş-i meh-ùalèatÀn 53 Vezir, güzellerin süsünün aşk olduğunu söyleyince onun gönlüne muhabbet gelir. Şâh kendi perişan haline bakıp şunları söyler: “Biz o aşk bülbülleriyiz ki ne zaman başımızdaki dertle inleyip ağlasak o zaman aşkın nasıl bir şey olduğundan haberimiz olur. Biz her ne kadar gül gibi kana boyansak da yine dikenli hançere kucağımızı açarız (516).” Şâh’ın bu sözlerinden sonra temsili hikâye biter ve esas hikâyeye kalınan yerden devam edilir. On dokuzuncu bölüm habercinin Şâh’ın mektubuyla gelmesi başlığını taşır. Böylece on altıncı bölümde Şâh’ın gönderdiği mektuba geri dönülür. Güftî, aşka ilişkin görüşlerine ve temsili hikâyeye yer vererek olayın akışına müdahale eder.41 Bu durum, öyküdeki aksiyonu düşürmüş gibi görünse de okurda merak unsurunu kamçılamaya yönelik bir tavırdan kaynaklanmaktadır. Dervîş, Şâh’ın “bilÀ-àaye” yazdığı mektupla çok umutlanmışsa da hala gamının esiridir ve çektiği sıkıntılarla yapayalnızdır. Şâh’ın lütufkâr tavrı onda ayrı bir hüzne sebep olmuş, bu bilinmezlik çölünde onu gözyaşlarına boğmuştur. Şimdi ona merhamet eden, onun ne durumda olduğunu bilmek isteyen sevgiliye dönmek vaktidir. Dervîş yola çıkar, mesafelere hasretini katar ve nihayet kendisinden sadece keder kalan Şâh’ın kapısına gelip yüz sürer. Yaşlı gözlerle ve yaralı bir sineyle şehirde gönlünü süsleyen o güzelin bulunduğu yerleri gezer. Gezerken bir taraftan da feryat edip inlemektedir. Yüzünü sevgilinin gezdiği toprağa süren âşık, sevdiğine şöyle seslenir: 528. Didi niçün ol ãanem-i şìve-kÀr Olmaya üftÀdesine dest-yÀr 529. Dìde-i èuşşÀúına ol àonçe-fem Eylemeye nÀzla vaøè-ı úadem 41 Genellikle aşk ve macerayı konu edinen mesnevilerde şairler, olayların takdim-tehiriyle, araya küçük parçalar eklemek veya çıkarmak suretiyle aynı konuda yazılmış başka mesnevilerden farklı bir eser ortaya koymaya çalışmışlardır (Ünver, 1986: 445). 54 Sevdiğini göremediği için sitem eden Dervîş, ümit bağına renk veren güzel yüzlü sevdiğinden gönlünü parçalamasını ve ömrüne son vermesini ister. Yirminci bölüm Dervîş’in gelmesi ve Şâh’ın ona ilgi gösterip gönlünü alması hakkındadır. Dervîş ah ü zar ederken Şâh ortaya çıkıp onun sitemlerine karşılık verir: “Dedi ki ey aklı başından gitmiş ve aşkıyla dillere düşüp mihnete sığınmış âşık! Aşkımın gül bahçesinde güzel sesinle her daim hasret şarkıları söyleyen dertli bir bülbül olmuşsun. Bana âşık olup bedeninde şevkle yaralar açmayasın. Aşkına karşılık vermem için benden bir işaret beklememelisin (532–534).” Aşığının gönlüne bu şekilde seslenen Şâh, naz perdesinin arkasına gizlenip gider. Kendisine gönül vermiş âşığı yersiz yurtsuz bırakarak, onu gam evinin başköşesine mahkûm eder. Yirmi birinci bölüm Dervîş’in yalvarıp yakarması ile ilgilidir. Şâh’tan umduğunu bulamayan âşık, Allah’ın yüce kapısına ümit bağlar. O’na yalvarıp yakarır: “Dedi ki ey yıldız takımlarına ışık verip kevn ü mekânı yaratan! Güzellerin gamzesini nazdan sarhoş eden sensin. Yalvarmayı ve tahammül mülkünü yıkan her bakışı yaratan sensin. Sevgilimin yanaklarını pembe pembe eden sensin. Aşığın gönlünü ona bülbül eden sensin. Sevgilinin kaşlarını yay gibi, bakışıyla can alan kirpiklerini ok gibi yaptın. Saçlarını kıvrılmış bir ejder gibi, kan akıtan gamzelerini bir hançer gibi keskin yarattın. Gözlerini naz meyhanesi gibi mahmur eyledin. Aşığı yalvarıp yakarmanın sarhoşu eyledin. Sevgilinin işveli yürüyüşünden çeşit çeşit fitneler çıkaransın. Kusursuz boyunu naz bahçesinin servi’si yapansın. Şâh’ın yüreğine merhamet, kalbine şefkat ve utanma ver. Gönlümdeki bu ateş ile Şâh’ın gönlüne sıcaklık ver. Onun taş gibi katılaşmış yüreğini ahımla yumuşat. Ta ki naz etmeye alışmış o Şâh, kısmetsiz gönlümün bu haline merhamet etsin (539–548).” Yirmi ikinci bölümde Dervîş niyaz etmeyi bırakır; çünkü dilekleri Allah tarafından kabul edilir. Naz ve istiğnası sınırsız Şâh, Allah’ın lütfuyla yeniden ortaya çıkar. Dervîş’in kararan dünyası aydınlanır. Sevgilinin parlak yüzü onun viraneye benzeyen evine bir ışık gibi doğar. Âşık, kavuşmanın sevinciyle yeniden can bulmuş 55 gibi olur. Şâh ona güzel sözler söyleyip iltifat eder, halini hatırını sorar. Dervîş sarhoş olmuşçasına kendinden geçer ve kapanmayan yaralar bu kavuşmayla deva bulur: 556. Vaãlı ile itdi nüvÀziş Ànı Eyledi mest-i mey-i pürsiş Ànı 557. Laèl-i lebi oldı tefaúúud-nümÿn Úıldı şeker-pÀşì-i zaòm-ı derÿn 558. Eyledi dil-òastesine ol perì Şerbet-i laèl ile müdÀvÀ-gerì 1.3. Bitiş Bölümü Eserin bitiş bölümü nasihat, nefsin kötülükleri, münâcât, temsil ve hatime-i nüshadan oluşur. Yirmi üçüncü bölümde hikâye bitince nasihate başlanır. Güftî, hikâyenin sonunda “mihnet-neverd” sıfatıyla kendisine seslenir. Mihnet kelimesi metin boyunca yirmi iki kez tekrar edilmiş, öyküdeki aslî kahramanlardan biri olan Dervîş’in ruh hali için sık sık bu sıfata başvurulmuştur. Denilebilir ki şairin kurmaca metin vesilesiyle hayal dünyasında yarattığı kahraman, gerçek yaşamda ciddi bir himaye görmeyen ve bu yüzden hayata kötümser bakan şairle özdeşleşmiş gibidir. Her ikisi de emel defterindeki kara yazıdan muzdariptir. Güftî de Dervîş gibi isteklerine kolay ulaşamamış, bu durum onda bedbin bir ruh hali yaratmıştır. Hayatını yeis ve hüsran içinde ve yoksullukla geçirdiği pek aşikâr olan bu kıymetli şairin (Köprülü, 1928: 1736) burada olduğu gibi hemen her eserinde derin bir şikâyet vardır. Güftî, Dervîş’in hikâyesini merkeze alarak bir nevi muhasebe yapar. Đnsanın bu dünyada sıkıntılarla imtihan edildiğini dile getirirken yine tabiata ait unsurları kullanarak dünya hayatına güvenilmemesi gerektiğini vurgular. Şairin bu bölümde kullandığı “sipihr-i dıjem, müttehem, seng-i sitem, şikest, ur-, sîlî-i dest, kâse-i hûn-ı ciger” gibi kelimeler, divan şairlerinin söz varlığı içinde yaygın bir kullanıma sahip olmakla birlikte onun hayat karşısında nasıl durduğuna dair ipuçları vermektedir. Fakat bu tahlilde Güftî’nin hayata büsbütün umutsuz bakmadığını eklemek gerekir. 56 Hikâyedeki kişilerin macerasını mutlu sonla bitiren şair, aynı pratiği yaşam hakkında da düşünür. Şairin, ayrılık derdiyle usananların zamanla kavuşabileceği hükmüne varması (564), dünya denilen meclisi bazen gam bazen zevk bazen eğlence bazen de yürek sızısı olarak tasvir edip yaşamda iyi kadar kötünün de olabileceğine inanması buna örnek gösterilebilir: 565. Böyledür Àyìn-i sipihr-i sì-penc Geh àam ü geh õevú ü gehì èayş ü renc Yirmi dördüncü bölüm nefsin kötülükleri üzerine tanzim edilmiştir. Şair, bu bölümde insanlara şöyle seslenmektedir: “Ey nefsin buyruklarına karşı korumasız kalıp daima isyan yolunda yürüyen kimseler! Celadet sahibi olan Allah’ın rahmetini ister isen, kendine acizliği ve arınmışlığı, halisliği rehber kıl. Kavuşmanın Kâbe’sine varmak ister isen, yoluna çıkan deve dikenlerine aldırma, onları zemmederek yoluna devam et. Sürekli kavuşmanın arzusuyla yanıp tutuşanlar, önce sevgiliden ayrı kalmanın derdini çekmelidir. Durma, hemen Hak için ibadet etmeye başla. Çünkü Hakk’a ibadet kurtuluşun süsü olmuştur. Đtaatsizlik, isyan, ihtiyaç, kusur ve günah sahibi kimseler, Allah’ın merhametinden feyiz ister. Rahmetin lütfunu ister isen, Allah’a kulluk etmeyi huy edin. Sen hiç durmadan Halik’a ibadet et. Ona yalvarıp yakarmanın ateşiyle benliğini erit. Rahim olan Hazret-i Allah, elbet bir gün kendisine muhtaç olan kuluna pek çok lütufta bulunur. Belki samimi dualarının yakıcılığı, O’nun dergâhında karşılık bulur. Ümidinin bahçesi mutlulukla dolar. Azamet ve kudret sahibi olan Allah’ın altınla döşenmiş kapısında her an kulluk edip ibadet içinde ol (566–576).” Yirmi beşinci bölümde mesnevinin bitiş bölümü içinde yer alan ikinci bir münâcâta yer verilmiştir.42 Şair Allah’a seslenerek işlediği günahlardan dolayı af ister: “Ey kerem ve lütfuyla bir olan Allah! Sen ebedi feyizlerin hazinesine sahipsin. Zamanın ve zeminin tüm eserlerini yoktan var eden sensin. Kâinattaki her şeyi bir araya getirip yaratan sensin. Günah denizinde 42 Kimi mesnevilerde “konunun işlendiği bölümle” “hatime” başlığı arasında, “tevhîd”, “münâcât”, “mev’ize”, “temsîl”, “fahriyye” … gibi başlıklar görülür. Mesnevinin işlendiği konu tamamlandığına göre, bu başlıkları da bitiş bölü içinde saymak gerekir (Ünver, 1986: 447). 57 boğulmuşum. Đşlediğim suçların pişmanlığıyla yüreğim ateş gibi yanar. Rahmet ve merhametine güvenip günah işlemeyi adet eylemişim. Kimi zaman alışkanlıkların pençesine düşüp aklıma geleni yaptım. Aşkla heves ve arzularımın peşinden gidip perişanlığa düştüm. Sevgilinin olduğu yeri hayal edip belki de onun bir tel saçına tutuldum. Beni gurur şarabıyla sarhoş ederek kurtuluşa götüren yollara engel oldu. Đsyana düşüp kendimi rezil ettim, işlediğim günahların vesvesesiyle perişanım (577–584).” Mesnevinin yirmi altıncı bölümünde, velilerin kutbu sayılan Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine atfen üçüncü bir hikâye/temsil anlatılır. Şairin Şâh u Dervîş mesnevisinin kompozisyonuna yerleştirdiği bu parça bütünüyle didaktik unsurlar taşır. Anlatılan hikâye, eserin yirmi dördüncü bölümünde nefsin kötülükleri üzerine dile getirilen uyarıları ve hemen ardından gelen münâcâtta, şairin nefsiyle ilgili söylediklerini destekleyici niteliktedir. Bu açıdan bakılınca, temsili hikâyenin, şairin nefsine uyup işlediğini söylediği kusurların bir vak’a içine sindirilip oradan bir hisse çıkarma ihtiyacından doğduğu söylenebilir. Anlatılanlar ana hikâyeyle ilişkili değilse de mesnevinin tertip ve tanzimine uygundur. Temsilde, Allah’ın her türlü kusuru affedebileceği düşüncesi işlenmiş, O’ndan ümit kesilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki şair, bu düşünceyi desteklemek amacıyla kısa bir temsile yer verme gereği duymuştur. Unutulmamalıdır ki dini ve ahlaki öğretiler kolaylık ve kalıcılık sağladığı gerekçesiyle büyük oranda temsil ve tahkiyeyle tebliğ edilmiş ve bu tür, geleneksel anlatım türleri içinde bu yönüyle tercih sebebi olmuştur. Şaire göre Bâyezîd-i Bistâmî devrinin Aristo’sudur ve akılda Eflatun’la eş değerdedir. O, feleğin huzur ve mutluluk veren yıldızı, gök kubbenin ışık yayan güneşidir. Her şeyin aslını bilen, en girift meseleleri çözen, mertebesi güzide olan bir filozoftur. Ulemanın şeyhi olan Bâyezîd-i Bistâmî ibadeti ve saflığı ile eşsiz biridir. Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün bayram namazını kılıp sadık dostlarıyla hankâha doğru giderken yolun başında “âb ü gil içre mahal” tutmuş sarhoş bir rind görür. Üstü başı çamur ve pislik içinde olan bu adam, Hazret-i Şeyh’e bakıp “Beni dualarınla Allah’ın feyzine nail eyle.” der. “SÀye-i nÿr-ı ĐlÀh” olan Şeyh bunun üzerine “kef-i luùfın dırÀz ve onu ser-firÀz” eyler. Onun yardımıyla sarhoş adam bencillikten ve 58 kibirden kurtularak şeref bulur. Bu olaydan sonra Bâyezîd-i Bistâmî Allah’a şöyle seslenir: “Dedi ki ey eşsiz ve yüce olan Allah! Sen güzellik ve bereket manzumesini yazansın. Ey kerem sahibi olan Allah! Dış görünüşü kirliliğe alışmış olan bu kulunun gösteriş elbisesini parçaladım. Dünya meşgalesinin görünen kirlerini temizledim. Zamanın ve zemini yoktan var edip yaratansın. Varlığının güzelliği, sende yok olan bütün cisimlerin ebedi nuru olsun. Senin eserlerini anlamak için akıl yürütülerek verilen anlama çabası daima heba olsun (598–603).” Bâyezîd-i Bistâmî sonra da sarhoş adama dönüp “bâtınını” bütünüyle temizlemesini, doğruluğun ve kurtuluşun nuruyla onu parlatmasını öğütler. Şair bu olay üzerine Allah’ın rahmetinin büyük olduğunu, günah işlemiş kulların affedilebileceğini söyleyerek kendisi için dua eder: “Ben ki senin iyilik ve lütuf dergâhına, bağışlama ve rahmetinin eşiğine alnımı sürüp her daim bağışlanma dilerim. Belki bu şekilde aczimle eşiğine yüz sürüp sana yakın olurum. Senin Đlahlığının yüce rütbesine ve şanına hiç umutsuzluk uğrar mı? Mahrumiyet ve ümitsizlik ile yalvarıp kapına geldiğimde beni reddeyleme. Ümit kapısını yüzüme kapatma. Cenab-ı Huda bağışlayıcı dergâhını hâşâ ki hiç umutsuzluk kapısı yapar mı (607–611)?” Mesnevinin yirmi yedinci bölümü “Dervîş ile Şâh”ın hikâyesinin bittiğini bildiren “hâtime-i nüsha” bölümüdür. Şair, mesnevi geleneğinde mutat olduğu üzere eseriyle övünür. “Bu alanda kendisiyle yarışabileceklere meydan okur. Mesnevisinin her beytinin, hatta her harfinin sırlarla dolu olduğunu, söz ve anlam sanatlarıyla süslendiğini, bu haliyle herkesin ulaşamayacağı bir geline benzediğini söyler.” (Ünver, 1986: 448). Güftî, Allah’a şükrettikten sonra sözlerini süslü yakut taşlarına benzetir, sonra da onu ehil olmayanlardan koruması için dua eder: “Bu süòan-ı dil-keş ü zìbendeyi, bu aldatan süslü gülü ehil olmayanların gözlerinden uzak tut ki onların kalemi satırlarda gizlenmiş hikâyeyi incitmesin. Şiirin dilberi yüzünü ehil olmayanlara gösterince, daima, her elifini kan döken bir oka dönüştür. Sin harfini keskin bir testereye çevir. Hem o gül bahçesinin güzel yanakları hüzün veren sonbaharın musibet 59 sillesini görmesin. ‘SÀàar-ı maømÿnı’ her daim üslup kilimindeki desenlerin meclisini aydınlatsın. Çünkü icazlı sözler yazan ve gönlü cezbeden kalem, Allah’ın yardımıyla güzel bir nebatın büyümesi gibi bu nüshayı güzel bir şekilde yazdı (613–620).” Şair, devam eden beyitlerde “bÀà-ı òayÀle yine urdı úalem” (621) diyerek eserini nasıl yazmaya başladığını açıklar: “Zamanın hüküm sahibi olan Eflatun’un aklı ve mucize sözler yazan kâtibi; düşüncenin öfkesini bir araya toplayıp hayalin en yüksek makamına yolculuk etti. Bu yolculukta güneşin yapağını yine ahar edip her tarafını sırların saklandığı bir mahzene çevirdi. Ülker yıldızının cevhere benzeyen anlam incisi, kör gözlere saf bir parlaklık verdi. Kadehindeki tortuya Ülker yıldızının dilenci olduğu, güneş gibi parlak olan bir meclis gördü. Đnsanı yakan ve eriten bir gül bahçesi gördü ki bütün goncaları tebessüm ederek gönül okşardı. O bahçenin goncası çimene parlaklık vermekteydi. Dikeni, bülbülün gönlünü yaralayıp incitmezdi. Rüzgârın gönlündeki hazinelerin sırrı, bu bağın aynasında herkese görünmekteydi. Keder veren sonbaharın musibeti bu gül bahçesinin yanına bile uğramazdı. Gülleri her zaman mutlulukla açardı. Goncalarının süsü insana güzellik veriyordu. Süsen çiçeği çiğ tutunca, ilkbahar padişahının kılıcına dönerdi. Parlak fikirlerin cevheri onun mana incisine baktı. Nükteden anlayan akıl, zarif inciye benzeyen sözlerini düşüncenin terazisine koyup ona incinin güzelliğini kattı ve onu terazinin üstün olan kefesinin süsü yaptı (622–635).” Şair, düşünce ve hayal dergâhında biriktirdiklerini mana incisine dönüştürmek için insanı yakan ve eriten bir mutluluk bahçesinden etkilendiğini, bu bahçenin kör olan gözlerine saf bir parlaklık verdiğini, bu şekilde inciye benzeyen sözlerini nazm edip teraziye koyduğunu ve kıymeti noksan olan kehribar taşının saf yakuta benzeyen sözlerinin değerini anlayamayacağını söyler. Güftî, son beyitte eserine tarih düşürür: 637. Mühr-i úabÿl ile virüb zìb-i tÀm Eyledi tÀrìòini zìbÀ òitÀm 60 C. Tahkiye Unsurları Açısından Şâh u Dervîş 1. Şâh u Dervîş’te Vak’anın Takdimi Mesnevi nazım şekli vak’a odaklı, anlatma esasına dayanan bir edebi türdür. Bu türler -gerçek hayatta karşılığı olsun olmasın- kurmaca bir çatı altında inşa edilir. Gerçek ya da gerçeklik, insan merkezli bir durum üzerinden sanatkâr tarafından yeniden yorumlanınca kurmaca ortaya çıkar. Kurmacanın oluşmasındaki en önemli etken birbirine zincirlenen olayların teşkil ettiği örgüdür. Dolayısıyla anlatma esasına dayalı türlerde “olay”, metni oluşturan yapıların asıl unsuru durumundadır. Şüphesiz ki olay halkalarından oluşan örgü kendi içinde karmaşık kompozisyonları barındıran muhayyel bir âlemde meydana gelir ki buna itibarî âlem denir. “Đtibarî âlem, harici âlemin bir düşünce sitemi etrafında sanatkâr tarafından yorumlanması neticesi vücut bulur.” (Aktaş, 1991: 15). Kurmaca bir metin olan edebi eserlerde, ardışık ya da karışık şekilde anlatılan olayların fiktif bir düzlemde yazar tarafında tanzim ve takdim edilmesi olay örgüsünü meydana getirir. Şâh u Dervîş mesnevisinde modern edebiyatın tahkiyeli ürünlerine benzer bir olay kurgusu vardır.43 Güftî, vaktin birinde erkek çocuğu olmayan bir padişahın, çocuk sahibi olma arzunu dile getirerek hikâyeye başlar. Mesnevinin “çocuksuz padişah” motifini esas alarak başlaması bakımından masallara benzediğini söylemek mümkündür. Hikâyenin başından sonuna kadar olay örgüsünü oluşturan toplam on dokuz halkadan söz edilebilir. Buna, mesnevinin içinde tertip edilen iki küçük temsili hikâye dâhil edilmemiştir. Bu halkalar şunlardır: 43 Geleneksel anlatı türlerinin (destan, masal, mesnevi, halk hikâyeleri) işlev açısından bu günkü hikâye ve romana benzediği tezi, Şerif Aktaş tarafından Hüsn ü Aşk mesnevisi üzerine kaleme alınan bir makalede dile getirilmiştir: “Bu yazıyla mesnevilerin, bu arada Hüsn ü Aşk’ın bir roman olduğunu iddia etmek istemiyoruz. Ancak, mesnevilerin belirli bir tarihi devirde toplumuzda roman ihtiyacını karşılayan edebi nevilerden biri durumunda olduğunu söylemekten de çekinmeyeceğiz. Hüsn ü Aşk adlı mesnevi, anlatma esasına bağlı diğer edebi metinlerde olduğu gibi, bir vak’a etrafında itibarî bir âlemi dikkatlere sunar. Bu vak’a roman adını verdiğimiz birçok eserde karşımıza çıkan cinstendir. “A” şahsı “B”ye alaka duyar, vuslata mani engeller araya girer, bunları ortan kaldırmak için vak’aya iştirak eden ve onlara yardım eden şahıslar bir biriyle mücadele ederler.” (1983: 94, 96). Bu hususta geniş bilgi için bk. Holbrook, 2005; Kahraman, 2000. 61 1. Erkek çocuğu sahibi olmak isteyen padişahın sarayındaki bilgelere fal baktırması 2. Faldan olumlu bir haberin çıkması ve düğün hazırlıklarına başlanması 3. Düğünün yapılması ve padişahın karısının hamile kalması 4. Şâh’ın dünyaya gelmesi 5. Şâh’ın okula verilmesi 6. Dervîş’in okula gelip Şâh’la karşılaşması 7. Dervîş’in Şâh’a âşık olması 8. Dervîş’in okuldan gitmek zorunda kalması ve gam müptelası olması 9. Dervîş’in tekrar okula gelip ilim tahsil etmek istediğini söylemesi 10. Öğretmenin ilim öğrenmesi için Dervîş’e izin vermesi 11. Dervîş’in öğretmenin izniyle Şâh’tan ders almaya başlaması 12. Dervîş’in aşkını beyan etmesi ve Şâh’ın gazabına uğraması 13. Dervîş’in gam çölüne seyahat etmek zorunda kalması 14. Şâh’ın merhamet ederek Dervîş’e mektup göndermesi 15. Şâh’ın kapısına Dervîş’in gelip yüz sürmesi 16. Şâh’ın nazlanıp Dervîş’in isteklerine cevap vermemesi 17. Dervîş’in Allah’a yalvarıp niyazda bulunması 18. Dervîş’in dualarının Allah tarafından kabul edilmesi 19. Đki kahramanın kavuşması Şairin, iki kahraman arasında yaşanan aşk tema’sını duygu med-cezirleriyle tanzim ettiği olaylar zinciri kronolojik bir sıra izlemektedir. Dikkat edilirse nedensellik ilişkisiyle birbirine bağlanan bu parçalar, aksiyonu gerçekleştirmek amacıyla olumluluk-olumsuzluk, mutluluk- mutsuzluk, iyimserlik-kötümserlik gibi tezatlar etrafında birbirine eklemlendirilmiş, böylece “çatışma metodu” kullanılarak yapı 62 parçaları bir araya getirilmiştir. Şair, vak’a kompozisyonunu oluşturacak parçaları kurgularken bir sonraki hamleye zemin hazırlayan sebepleri mantıksal bir ağ içinde sıralamıştır. On dokuz halkaya ayrılan bu yapı birlikleri birbirini tetikleyen itici güç fonksiyonundadır. Çevre (Dervîş)-merkez (Şâh) ve merkez-çevre istikametinde bir mıknatıs gibi hem birbirini çeken hem de birbirini iterek çatışan iki kahramanın yarattığı olay halkaları eserdeki ana çatıyı destekleyen direklerdir. Mesnevide anlatılan diğer iki temsil, çerçeve hikâye olarak adlandırılabilecek Şâh ile Dervîş’in iç çerçevedeki hikâyeleridir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin hikâyesi konunun anlatıldığı gelişme bölümüne, külhanînin hikâyesi de bitiş bölümünün didaktizmine bağlanmıştır. Bunu şu şekilde şematize etmek mümkündür: ÇERÇEVE HĐKÂYE (ŞÂH U DERVÎŞ) ĐÇ BÂYEZÎD-Đ ÇERÇEVE KÜLHANÎNĐN BĐSTÂMÎ’NĐN TEMSĐLLERĐ HĐKÂYESĐ HĐKÂYESĐ Çatışma ve aksiyonun tertibinde, divan şiirinin edilgen sevgili tipini oluşturan Şâh, olay örgüsünü oluşturan on iki (Dervîş’e öfkelenmesi), on dört (Dervîş’e mektup göndermesi) ve on dokuzuncu (Dervîş’in duygularına karşılık vermesi) bölümlerde dinamik bir kimliğe bürünür. Bunun dışındakilerde durağandır. Altıncı halkadan sonra âşık tipini temsil eden Dervîş’in hikâyeye dâhil edilmesiyle kurgunun asıl dinamiği onun üzerinden yürütülür. Dervîş, olayların kronolojik çizgisinde aksiyonu hem yükselten hem de düşüren, dolayısıyla okurun merak unsurunu tahrik eden özne konumundadır. Olay halkalarının akışı içinde genellikle karamsar ruh haliyle takdim edilen Dervîş, on dördüncü (Şâh’ın mektubuna sevinmesi) ve on dokuzuncu (sevdiğine 63 kavuşması) bölümde bu psikolojiden kurtulur. O, Şâh’a ulaşabildiği, onu görebildiği sürece olumludur. Güftî’nin yirmi yedi başlık altında tertip ettiği mesnevisinde olay örgüsüne dâhil edilmeyen; ancak arka planda mesnevinin yol haritasını çizen “aşk”ın, tahkiyeli eser içinde en önemli lokomotif güç olduğu unutulmamalıdır. Şair, “Der Sıfat-ı Aşk”la (on yedinci başlık) hikâyenin özüne bir usare gibi yedirilen aşkı tanımlamaya çalışır. Denilebilir ki mesneviyi oluşturan bütün vak’a unsurları bu özden doğmuş, bu düşüncenin kanatları altında konumlanmıştır. Bu yüzden olaylar, kişiler ve diğer unsurlar bu çekim merkezinin tavrına göre şekillenmiştir. Đster beşeri ister evrensel olsun, geleneksel anlatı türleri içinde “aşk” en büyük meydan muhaberesidir. Muhayyel kahramanların gerek kendileriyle gerekse başkalarıyla giriştiği çetin mücadeleler hep bu asil duygunun eseridir. Dervîş’in ızdırabını bir nevi alışkanlığa dönüştüren, onu gam çölüne düşürüp bir gece vakti hilâl ile konuşturan, Allah’a arz-ı niyaz ettiren hep bu duygudur. Bu nedenle olay örgüsü “fikret-i zülüfle perişan olan” (389) bir gönül yolculuğundan ibarettir. Sözü edilen yolculuk, son kertede trajik bir ayrılıkla değil mutlu bir sonla biter.44 Oysa aşk hikâyelerinin çoğu -Leyla ve Mecnun bunların başında gelir- “dünyevi bir trajedi” ile son bulur. Şairin son noktada aşka bakışı manidardır: Ruhsal birleşme bu dünyada gerçekleşmelidir. Aşk ve macera mesnevilerinde vak’anın takdim ve tanziminde yapıyı bütünleştiren önemli unsurlardan biri de sıkça karşılaşılan motiflerdir. Şairin amacı güzelliği eserin bütününde değil, parça parça renkli ve alımlı tasvirlerle hüner ve marifet göstermek olduğu için, hikâyelerin ağırlık merkezi olaylar arasında sık sık yer alan savaş, av, eğlence meclisleri, düğün, ziyafet tasvirleri gibi motifler üzerinde toplanır 44 Hüsn ü Aşk’ta da öykü kavuşmayla biter. Victoria R. Holbrook’un Şeyh Gâlib’in bu tasarrufu ile ilgili görüşlerini burada zikretmek yararlı olacaktır: Fuzûlî’nin bitirişi tinsel bir zaferi ve dünyevi bir trajediyi betimler. Oysa Gâlib’in Aşk’ı Mevlânâ’nın üçüncü şehzadesi gibi “her şeyi – hem biçimi hem anlamı – kazanır.” Onu Hüsn’le ilgili tüm arzularının keyfini çıkarmak üzereyken bırakırız. “Gizlenmiş olan her şey şimdi açığa vurulabilir / ve açığa vurulmuş olan her şey şimdi gizlenebilir”in ifade ettiği düşünce, âşık ve maşukun kopuk öznelliğinden kalemle gösterilmeyecek bir birliğe geçilmiş olduğudur. Kalemle gösterilemez çünkü bu birlik söylemin ve böldüğü şeylerin ötesinde gerçekleştirilir (2005: 261). 64 (Levend, 1962: 74). Şâh u Dervîş, kısa bir mesnevi olduğu için yaygın olarak kullanılan motiflerden çok azını barındırır. Giriş bölümündeki “düş görme motifi” mesnevilerde genellikle konunun işlendiği bölümde, kahramanların doğumu ya da aşkıyla ilgili olduğu halde (Ünver, 1986: 456) bu eserde ana konuyla ilgili değildir. Daha önce de izah edildiği gibi şairin “sebeb-i te’lîf” başlığında sanat yapmak amacıyla kullandığı bir girizgâhtır. Şâh u Dervîş mesnevisindeki ikinci motif padişahın düğünü için düzenlenen “eğlence meclisi”dir. Eğlence meclisleri, şairlerin adeta okuyucuyu coşturmak istercesine zengin ve hareketli bir tasvir üslubuyla oluşturmaya çalıştıkları sahnelerdendir. Aşk, ızdırap ve hallerinin konu edildiği bölümlerde elden geldiğince kederli ve kasvetli bir atmosfer oluşturmaya çalışan şair, bu defa tam aksine neşe dolu tablolar sergilemeye çalışır (Şentürk, 1987: 621). Saraydaki bilgelerin faldan olumlu netice çıkarması sonucu düzenlenen eğlence meclisi kısa olmakla birlikte başarılı tasvirlerin yapıldığı bir bölümdür. Özenle seçilen malzemelerle kurulmuş zengin bir sofra tasviri, ardından işret faslıyla keyiflenen kahramanların ve onlara eşlik eden kozmik unsurların coşkusu gerdek gecesiyle bütünleşen bir tablo olarak verilir. “Çocuğu olmayan padişah” motifi mesnevilerdeki en yaygın motiflerdendir. Masallarda da bir anlatı ögesi olarak kullanılan bu motif, kurgunun önemli parçalarından biri olarak Şâh u Dervîş’te konunun hemen başında rivayet şeklinde aktarılır. Mesnevide, Ülker yıldızının bile kendisine köle olduğu kudretli bir padişahın yegâne mutsuzluğu çocuk sahibi olamamasıdır. Onun bu kederli haline herkes üzülmektedir. Nihayet yıldız falına bakılarak çocuk sahibi olacağı anlaşılır. Sevgililerin mektuplaşması her aşk mesnevisinde karşılaşabileceğimiz bir olaydır (Ünver, 1986: 456). Şairin “dür-i nÀ-süfte” (delinmemiş inci, 448) olarak vasıflandırdığı mektup, Şâh tarafından Dervîş’in gönlünü almak için gönderilmiştir. Mesnevide uzun uzadıya anlatılan bu mektup on beşinci bölümde yazılmıştır. On altıncı bölüm ise bütünüyle sevgilinin amber kokulu mektubunun tasviridir. On yedinci bölümde kısmen yer alan bu mektup mesnevideki aksiyonu yönlendiren önemli motiflerdendir. 65 2. Şahıslar Şâh u Dervîş mesnevisi iki ana kahraman etrafında kurgulanır. Şâh ve Dervîş’ten başka hikâyenin belli evrelerinde ortaya çıkan figürler şunlardır: Şehzade’nin babası (Şâh), Şâh’ın etrafındaki bilgeler, okuldaki öğretmen, okulun öğrencileri, mektup götüren haberci ve aşığın rakipleri. Mesnevinin içinde verilen ilk temsili hikâyede geçen kişiler padişah, külhanî, padişahın veziri ve cellâtlarıdır. Đkinci temsili hikâyede geçen kahramanlar Bâyezîd-i Bistâmî, sarhoş bir rind ve Bistâmî’nin müritlerinden ibarettir. Derviş, çerçeve hikâyenin âşık tipidir. Mesnevideki dramatik aksiyonu yönlendiren kişi konumundadır. Bütün hikâye boyunca fiziksel değil ruhsal açıdan öne çıkarılmış bir kahramandır. Ahvâl-i Dervîş’in anlatıldığı bölümde (yedinci bölüm) eşi benzeri olmayan nazik yaratılışlı bir rind olarak tanıtılır (191). “Nükte-şinÀsende-i devrÀn” ve “Kesb-i maèÀrifde şitÀbÀn” (192) olan Dervîş’in öne çıkarılan başka bir özelliği âşıklık (muóabbet-úarìn) tabiatıdır. Nükte, maarif ve muhabbet onun davranışlarını belirleyen başlıca amillerdir. Derin bir aşk insiyakıyla söylediği şiirler onun “nükte” tarafını ortaya çıkarır. Maarif onun manevi/deruni tekâmülünü, muhabbet ise gönül ızdırabını sembolize eder. Mektepteki hocanın ifadesiyle o “èÀrif-i òïş-õÀt-ı èaşú”tır (263). Dervîş, şair tarafından güdülenmiş, tek bir amaca hizmet eden ve geliştirilmesi gerekmeyen bir tiptir. Hikâyenin başından sonuna kadar aşk duygusunun çekim merkezine maruz bırakılmış, “vasıfları belirlenmiş bir sevgiliye âşık olmakla yükümlü” (Okuyucu, 2006: 197) hale getirilmiştir. O, davranışlarını/kaderini belirleyen değil belli davranışlara zorlanan bir kişiliktir. Akıl ve mantığın onun hayatında yeri yoktur. Bu anlamda kaderini tayin edemeyen, tek bir fikrin veya niteliğin sembolü olan düz bir kişiliktir (Stevick, 2004: 164). Dervîş, yerleşik ahlak anlayışına karşı âşıklığı seçer. Daha doğrusu ezelden öyle yaratıldığı için, bu bir seçim değil tayindir; şair tarafından kendisine izafe edilen bir roldür. O, hikâyenin içinde bütün teçhizatıyla sefere hazırlanmış bir gönül yolcusudur. Çektiği ızdıraplara rağmen bunları isyan etmeden kabullenen ve bir lütuf gibi karşılayan, aşkın yüksek bir ruh ve tevekkül terbiyesine erişmiş âşık imajını aksettirir 66 (Akün, 1994: IX, 415). Şair, diğer aşk mesnevilerinde olduğu gibi onun çocukluğuna ya da mutlu zamanlarına inmez. Tersine, üzerine bir âşık kıyafeti giydirir ve bir aşk şövalyesi olarak onu öyküye dâhil eder.45 Dervîş, aşkını beyan edince -aşk açıklanmamalıdır- herkesçe suçlanıp ayıplanır (341). Bu yüzden hemen her aşk hikâyesindeki gezginlik tecrübesini o da yaşar. Aşığın toplumdan ve sevgiliden uzaklaştırılıp duygusal anlamda tekilleştirilmesi içsel yoğunluk için gerekli bir aşamadır. Bu yolculuk, aşığın duygularındaki samimiyeti test eden bir tecrübedir. Dervîş bu yolculuk için şair tarafından “beyÀbÀn-ı àam”a (360) gönderilir ve uzun bir zaman gam meclisinin olduğu bu dağ başında tarifsiz feryatlar ve inlemelerle baş başa kalır. Böylece âşık hicran acısıyla pişirilir. Bu gam sahrasında dökülen her gözyaşı bir aşk ummanına dönüşür, çekilen her ah gönüldeki aşk çerağını daha da alevlendirir. Mesnevi boyunca onun temayüz eden tarafı perişanlığıdır. Anlatıcı değişse de sıfatları değişmez. Metinde sık tekrar ettiği için rastgele seçilen şu kelime tasarrufları Derviş’in tasvirinde kullanılmıştır: “Àşıú-ı bì-tÀb (333), èÀşıú-ı dil-rìş (352), Àşüfte-òayÀl (246), Àşüfte-óÀl (254), bì- úarÀr (206), bì-iòtiyÀr (250), cünÿn (283), çebìn-sÀye (220), derd-nÀk (248), dìde-òÿn (249), dil-şüde (279), felÀket-nüvìd (287), àarú-ı òÿn (415), òÀùır-òırÀş (264), küşte (252), melÀmet-eåer (334), melÀmet-rehin (325), miónet-heves (247), miónet-naãìb (278), miónet-keş u àam-Àzmÿn (283), miónet-nihÀd (359), miónet-füzÿn (281), 45 Mesnevilerde gerek erkek gerekse kadının âşıklık halleri yeri geldikçe zikredilmişse de eserin bütünü itibarıyla esas âşık tipini teşkil eden cins dâimâ erkektir. Aşk uğruna her türlü zorluklara katlanır, hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz, türlü eziyetler çeker ve sonunda sevgilisini elde eder. Aşk mesnevilerinde erkek kahramanın hayatında âşık olmadan önce ve âşık olduktan sonraki hallerini ihtiva eden iki ayrı devre takip edilmektedir. Birinci devrede erkeğin doğumu, çocukluğu ve delikanlılığı her yönüyle mükemmel bir insanın hal ve sıfatlarını ihtiva eder mahiyettedir. Erkeğin âşık olduktan sonraki halleri ise önceki durumunun tam aksine bir perişanlık, ümitsizlik ve bitkinlik manzarası sergiler. Şairlerin erkek kahramanın hayatında önce güç ve iktidar, sonra da acziyet ifade eden birbirine zıt bu iki safhayı ısrarla ve mübalağalı bir üslupla işlemelerinin asıl gayesi aşkın insan üzerindeki büyük ve ezici tesirini okuyucuya en iyi şekilde vurgulayabilmektir (Şentürk, 1987: 419–420). 67 muóabbet-meniş (244), muóabbet-nigÀh (235), serÀsime-gerd (236), sìne-çÀk (248), sìne germ (266), şìfte-dil (247),...” Çift kahramanlı aşk mesnevilerinin doğası gereği arzu eden, isteyen, öykü boyunca kabuktan çekirdeğe ulaşmaya çalışan kahraman, âşıktır. Dıştan içe doğru giden bu istikamet bin bir zorlukla aşılabilir. Dervîş için takdir edilen istikamet de budur. Ulaşılamayan her arzu, geçilemeyen her engel onda derin bir bedbinlik duygusu yaratmıştır. Bu anlamda Dervîş bedbin bir tiptir ve ızdıraplar onda bir yaşam biçimine/alışkanlığa dönüşmüştür. O, mesnevinin bir yerinde (277) “gönül ehlinin kara yazısını, güneşin yaprağına da yazsan onu bahtı kara olmaktan kurtaramazsın.” der. Dervîş’in bu özelliği aşktan arındırılırsa, onun şairin birçok özelliğini taşıdığı, metindeki kimi tespitlerinde şairin sözcüsü rolünde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aslında şair ile âşık aşk ekseninde ortaktır. Her ikisi de kendini aşkla ifade eder. Fiziki özellikleri, tavırları, naz ile istiğnası önceden belirlenmiş bir sevgiliye âşık olmak, şair ile âşığın istese de kaçamayacağı bir mesuliyettir. Acı, keder, talihsizlik ve değersizlik gibi olumsuzluklar ikisine de ezelden musallat olmuştur. Bu nedenle divan şairini şiirdeki âşıktan ayırmak nerdeyse imkânsızdır. Mesnevideki diğer birincil kahraman Şâh’tır. O, divan şiirinde idealize edilen sevgili tipidir ve öyküde kusursuz güzelliğiyle sivrilmiştir. Âşığın ruh dünyasına teksif edilen aynaya onun yalnızca dış tarafı yansımıştır. Hikâyenin akışı içinde Şâh’ın duygu atmosferine dair hiçbir tahlil yapılmamıştır. Bu bakımdan her insanda sıkça görülebilecek duygu değişimlerinden arındırılmış bir sevgilidir. Dervîş’in nadiren de olsa değişen ruh hallerine karşılık, o tek boyutlu ve psikolojik derinlikten mahrumdur. Đnsana özgü hiçbir olumsuzluk onun ruh dünyasına sirayet etmez. Kendisini seveni devamlı hasret ve ayrılık duygusu içinde tutmaktan, ümitle ümitsizlik arasında sürüklemekten başka bir tutum bilmeyen Şâh, âşığa bir ızdırap terbiyesi verme rolünü üzerine almış gibidir (Akün, 1994: IX, 415). Dervîş, ilk kez “mekteb-i ferruò-eåer” dediği (197) yerde Şâh’la karşılaşır. Onun güzelliği karşısında “merdümek-i dìde-i èuşşÀú-ı zÀr” “óayret ile bì-úarÀr” (206) kalmıştır. Mesnevinin muhtelif yerlerinde aşığın gözünden tasvir edilen Şâh, standartları 68 yüzyıllarca değişmeyen geleneksel bir sevgilidir.46 Bu geleneksel sevgili tipi bütün insani kusurlardan arındırılmış, şiire konu olan her aşığın aynı gözle görüp aynı mazmunlarla tasvir ettiği “malum” bir güzeldir.47 Şâh, insanı büyüleyen bir cennet hurisidir. Yanakları güneşe ve aya, kaşları kemana, kirpikleri oka, yan bakışı birer fitne yuvasına, gözleri naz meyhanesine ve 46 Klasik Doğu edebiyatlarında ortaklaşa işlenen bu sevgili tipi, Fars edebiyatının Türk asıllı şairi Şerefettin Rami’nin Enisü’l-Uşşak adlı eserinde ayrıntılı şekilde işlenmiştir. On beşinci yüzyılda kaleme alınan bu eserde sevgiliye atfedilen mazmunlar ve sevgiliyle ilgili estetik anlayış o kadar benimsenmiştir ki şairin, âşığın ve okurun bu hususta yeni bir şey söyleyip bireysel bir tercih ve irade gösterme hakkı büsbütün elinden alınmıştır. Bk. Şerefettin Rami, 1994. 47 Şâh u Dervîş’te iki asli kahraman erkektir. Eski şiirde sevgilinin cinsiyet ve hüviyeti meselesi, günümüz insanının anlayıp kabul etmekte ciddi zorluklar çekeceği bir durum oluşturur. Her şeyden önce, şunu daima göz önünde bulundurmak gerekir ki bu şiir esas itibarıyla halkın değil, yüksek ve ulvi bir ideali yakalamaya çalışan okumuş ve kültürlü sınıfın şiiridir. Bu bakımdan kendisine hedef olarak seçtiği sevgili tipinin halk edebiyatlarında olduğu gibi bir kadın yahut başka bir deyişle karşı cins olması, bu sevgilinin boyutlarını küçülten, onu eti ve kemiği ile somutlaştırıp daraltan bir kalıba sokmak olacaktır. Üstelik bir kadın için söylenmiş şiirin ne kadar saf ve platonik duygularla yazıldığı iddia edilirse edilsin, nihai süreçte ten zevkini hedeflemediğini öne sürmek mümkün değildir... Aşkı en ulvi boyutlarıyla idealize edip işlemeyi hedefleyen bir edebiyat için kadının sevgili olarak tercih edilmesi, aşkı ten zevklerine vasıta derekesine düşürmek demek olacağından kabul edilmesi mümkün olmayan bir durum oluşturur... Bu sebeple eski edebiyatın mahsullerini mutlaka bir cinsiyet ayrımı gözetmeksizin, idealize edilip yüceltilmiş, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmakla onurlandırılmış ideal “insan” için yazılmış eserler olarak kabul edip o şekilde okumak gerekir (Şentürk, 2007: I, 375, 377). Klasik şiirimizde her türlü güzellikten, insan, tabiat, arkadaş, âlim, şehzade, sultan, düşünce, mana, şiir, din büyükleri, Hz. Peygamber hatta Yaratıcı Hak’tan söz ederken hanım güzelliğine ait unsur ve benzetmelerden istifade edilir. Çünkü Đslam dünyasında miladi on birinci asra kadar şiirde genel olarak hâkim olan maddi hayatın yansıtılması anlayışı, yerini hızlı bir şekilde manevi güzelliklerin ve hayal âlemindeki duyuşların terennüm edildiği bir zevk ve anlayışa terk etti. Artık görülen ve erişilen güzel, kavuşulan değil hatta görülmeyen bir sırra büründü. Görülen dünyadan alınan özellikler ve sıfatlar ölünce kavuşulabilecek aranan güzele, “şâhid-i maksûd”a verildi. Dolayısıyla diğer şiirler gibi methiye, tebrik, hikâye ve dini konulu manzumeler hatta mersiyeler hanımlara ait zarafet, incelik ve güzellik unsurlarıyla doldu (Karaismailoğlu, 2001: 91). Daha geniş bilgi için bk. Akün, 1994: IX, 389–427; Okuyucu, 2006: 218– 222. 69 kendinden geçmiş bir sarhoşa, boyu kusursuz süs ağacına... benzemektedir.48 Alnına dökülen saçlarının halkaları kıvrım kıvrımdır. Bir cadı kadar marifetli olan mahmur bakışları melekleri bile aldatmaktadır. Bakanlar, bu güzellik karşısında dermansız kalmaktadır. Çünkü onun her bakışı sabrın tahammül ve takatini yok edecek kadar etkileyicidir. Onun karşısında hiç kimse güzelliğinden söz edemez. Bu güzellik karşısında âşığın da yapabileceği pek bir şey yoktur. Dramatik aksiyonun öteki ucunda yer alan Şâh, Dervîş karşısında mutlak otoritenin ve gücün temsilcisidir. Şairin ona atfettiği sıfat (553) “ŞÀh-ı cihÀn”dır. Her şey ona göre şekillenmektedir. Bu yönüyle aşığın kaderini belirleyen kişi durumundadır. Tıpkı bir padişah gibi hür iradenin, lütuf ve ihsan makamının sahibidir ve dilediğini yapmakta özgürdür. Şairin onun için tercih ettiği kelimeler bunu desteklemektedir: “ èÀlì-güher (222), èÀlem-güdÀz (223), Àmìòte-i nÀz (310), büt-i mÀh-çihr (214), behcet-nişÀn (301), cÀn-sitÀn (229), dil-ÀrÀ (225), gül-i mÀh-ı zìb (231), gül-i òandÀn (232), òancer-i dil-dÿz (305), òÿrì-i cennet (224), leùÀfet-úarìn (307), meh-i tÀbÀn (232), melÀéik-firìb (231), mìm-dehÀn (308), müşgìn-kemÀn (229), peyker-i behcet (224), ruò- ı pÀk (216), ruò-ı Àteşìn (204), ruò-ı tÀbende-i òÿrşìd-fer (201), şemè-i şeb-efrÿz (305), şuèle-i seyyÀle (209)...” Onun ismiyle konumu arasındaki benzerlik tesadüfî değildir. Aynı durum Dervîş için de geçerlidir. Bu adlandırmanın sosyal yapıdan beslendiği muhakkaktır.49 48 Hilmi Yavuz, Tanpınar’ın (bk. 25. dipnot) mazmunlar sitemini saray eğretilemesi etrafında toplamasına karşı çıkar. Yavuz, mazmunlar sisteminin yinelenme özelliğini, Osmanlı toplumunun kapalı ve kendi kendine yeterli köy yaşamının üretim tarzı içindeki belirleyici konumuna bağlar. Ona göre köylü sanatındaki stilize motiflerin sürekli yinelenmesiyle ortaya çıkan bu yapı, sadece kırsal sanatı değil, Saray sanatını da belirlemiştir (1987: 86). 49 Ömer Faruk Akün, divan edebiyatında işlenen aşk tema’sı ile Ortaçağ şövalyeliği ve aristokrasinin teşrifatına göre şekillenmiş aşk tarzı olan “amour courtois” arasında benzerlik olduğunu söyler. Akün’e göre arada bir gözükerek, vaad eder gibi görünerek, duygularını ümitle ümitsizlik arasında bocalatan maşuk karşısında kendisini mahkûm hisseden âşık, benliğini “amour courtois”da olduğu gibi ondan aşağı bir konumda görür. Aradaki fark “amour courtois”da sevgilinin mensup olduğu sosyal tabaka bakımından âşıktan daha üst seviyede olmasıdır. Yazara göre divan şiirindeki lirik aşkta iki sevgili arasındaki mesafeli 70 Güçlü ve ulvi olana ulaşma çabasında olan sıradan bir kahramanın, önüne çıkan engelleri teker teker aşıp -masallarda olduğu gibi- hedefine ulaşması, okurun ya da dinleyicinin hayal dünyasındaki ulaşılmaz gibi görünen mesafeleri yakınlaştırma arzusundan kaynaklanır. Aşığın engelleri birer birer geçerek vuslata ermesi, edebi eserin alıcısı konumunda olan okurun da ruh evreninde vuslat duygusu yaratır. Hikâyenin aslî kahramanları olan Şâh ile Dervîş’in farklı sosyal tabakalarda konumlandırılıp son sahnede birleştirilmeleri böyle bir arzudan doğmuş gibidir. Biri sarayı, diğeri taşrayı temsil eder. Birbirine mesafeli olan bu iki yaşam biçiminin mezcedilmesi ne kadar zorsa kahramanların tinsel birleşimi de o kadar zordur. Şâh çeşit çeşit kapıları olan, her kapıda silahlı nöbetçisi bulunan bir saray gibi fethedilmesi güç bir sevgilidir. Buna mukabil, Dervîş de maddeten bir o kadar korumasız; fakat manevi bakımından yıkılmayan kale kapıları gibi sağlamdır. Sarayın kapalı, ulaşılmaz ve kendine yeten yaşam şekli Şâh’ın müstağni tavrıyla tecessüm eder. Dervîş’in kişiliğinde sembolize edilen ve standartları oldukça düşük olan taşra hayatı ise her bakımdan muhtaçtır. Şâh ne kadar yüceyse, Dervîş o kadar perişandır. Bununla birlikte kurmacanın sunduğu özgürlük atmosferinde ütopik bir yaklaşımla âşık ile sevgili aynı mekanda buluşabilmiş, hatta birbirine kavuşma olanağı bulmuştur. Okul hocası (òºÀce-i dÀniş-pijÿh, 270) bilgili, dengeli ve ölçülü olmaya özen gösteren (Mengi, 2000: 219) orta insan tipidir. Metinde yönlendirici ve yardımcı kahraman görevindedir. Đki âşık arasında bir köprü vazifesini gören okuldaki öğretmen halden anlayan iyilik ve irfan hazinesidir. Dervîş’i “Àşüfte” (262) halde görüp onun derdini dinleyen, muradının ne olduğunu soran ve ilimde ilerlemesine yardımcı olan (286) bilge bir insandır. Aynı zamanda Dervîş ile Şâh arsında vuku bulan aşk serüveninin yönünü tayin ve tahrik eden akıl hocasıdır. Külhanînin bulunduğu temsilde aynı yardımcı görevi padişahın veziri üstlenmiştir. Vezir de tıpkı okul hocası gibi halden anlayan, dünyanın iyilik ve kötülük terazisinin nasıl dengede kalacağını bilen yol duruşun sebebi, böyle bir sosyal seviye meselesi değil üstün konumda bulunan sevgilinin güzelliği ve kaprisleriyle âşığına hükmeder durumda olmasıdır (1994: IX, 415). Đncelenen mesnevide de iki kahraman arasında yaşanan aşk serüveninde sınıfsal mensubiyet sosyal bir sorun olarak değil sembolik bir değer olarak işlenmiştir. Şâh ile Dervîş adlandırmasının sosyal yapıdan beslendiği görüşü şairin toplumsal eleştirisi olarak değerlendirilmemelidir. 71 gösterici konumdadır. Bağdat şehrinde geçen bu temsili hikâyede, padişah çerçeve hikâyedeki Şâh’la, külhanî de Dervîş’le benzer rollerdedir. Dervîş’in hikâyesinde yardımcı rolü üstlenen başka bir kişi de habercidir. Şehzade’nin babası, geleneksel anlatı türlerinden biri olan masallardaki çocuksuz padişahlara benzer. Masallarda çoğu zaman, ermiş birinin ya da Hızır’ın elinden içilen bade sonucu kötü talih değişirken, Şâh u Dervîş’te bade motifinin yerini fal alır. Şehzade’nin annesinden ise sadece hamilelik ve doğum safhasında isim verilmeden söz edilir. Bilge kişiler, gücü elinde bulunduran ve yönetici görevinde olan kişilerin ihtiyaç duyduklarında başvurdukları merci durumundadır. Şehzade’nin babasının ve Bağdat şehrinin padişahının bu bilgelerden yardım alması eserin yazıldığı dönemin siyasi ve sosyal yapısı hakkında dikkate değerdir. Çünkü yöneticilerin etrafındaki bilgeler, gerçek âlemdeki akıllı vezirlere benzemektedir. Yine padişahın emrinde, verilen görevleri yapmakla mükellef cellâtlardan söz edilmesi -kurmacanın içinde dahi olsa- tarihsel geçeklikle örtüşen bir siyasi yapıya işaret etmektedir. Mesnevide geçen okulun öğrencileri Şâh’ın güzelliğini daha vurgulu söylemek ve onun bezersizliğini ortaya koymak için yaratılmış figürlerdir. Dervîş’in sitemle bahsettiği rakipler ise, klasik edebiyatımızın başlıca konusu olan aşk macerasının âşık, sevgili ve rakip olmak üzere üçlü bir şahıs kadrosu çerçevesinde işlenmesi (Çavuşoğlu, 2006: 68) vesilesiyle eserde yer almıştır. Mesnevide âşık tipini temsil eden Dervîş dışında hiçbir figürün psikolojik tahlili yapılmadığı için bu kişiler psikolojik derinlikten yoksun silik tiplerdir. 2.1. Dini-Tarihi ve Efsanevi Şahıslar Şâh u Dervîş mesnevisinin içinde -Hz. Peygamber ve dört halifeden başka- ismi geçen dini şahsiyetlerden biri Bâyezid-i Bistâmî’dir50. Bistâmî, bir iç çerçeve temsili 50 Bistâm, meşhur mutasavvıf Bâyezid-i Bistâmî’nin doğduğu yerdir. Sûfîlerden Ebû Yezîd Tayfûr b. Đsâ Bistâmî (sultanu’l-ârifîn), mecusî iken Müslüman olan bir şahsın torunudur. Üç kardeş idiler. Âdem, Tayfûr (Bâyezid) ve Ali. Hepsi de âbid ve zâhit insanlar olmakla beraber Ebû Yezid hâl bakımından bunların en ulusu idi (Kuşeyrî, 2003: 106–107). Bâyezid hemen bütün ömrü boyunca doğum yeri olan 72 olarak verilen ve bütünüyle didaktik bir mahiyet arz eden ikinci temsilin başkişisidir. Güftî hikâyeye başlamadan önce Bâyezid-i Bistâmî’yi döneminin kutbu olarak niteler, onu Eflatun ile Aristo’ya eş değerde görür. Şaire göre makamı ve mertebesi güzide bir filozof olan Bayezid-i Bistamî ulemanın şeyhi olup ibadeti ve saflığı ile eşsiz biridir. Divan şairleri, Yunan filozoflarından Eflâtun ile Aristo’nun adını akıl, hikmet ve doğru re’y timsali olarak zikrederler (Levend, 1984: 169). Şâh u Dervîş mesnevisinde de iki filozofun ismi aynı remizler çerçevesinde geçer: 586. Úuùb-ı Arisùo-meniş-i rÿzigÀr Şeyò-i FelÀùÿn-òıred èÀlì-vaúÀr Mesnevide geçen başka bir şahsiyet de Đskender’dir. “Đskender, şairler tarafından memdûhu övmek için kullanılan kahraman ve cihangirlerden biridir.” (Tökel, 2000: 204). Peygamberimizin, inanmayanları ortadan kaldırmak için haşmetli bir savaşa girmesi cihetiyle güneşe ve Đskender’e benzetilmesi şu beyitte geçmektedir: 34. Mevkib-i iúbÀl-i dil-i müşrikìn Oldı Skender-i òÿr-pehnÀ-yı dìn Đran mitolojisinde önemli bir kahraman olan Rüstem51 savaşçılığı ve kahramanlığı bir teşbihle öne çıkarılarak verilmiştir. Şair, şafağın kızıllığı ile yaranın rengi arasında ilgi kurarak (415) sabahın gelişini Rüstem’in kılıcını kınına sokmasına bağlar. Çünkü şafak vakti peyda olan kızıllık onun kılıcının açtığı yaradır: 414. Rüstem-i devr-i felek-i fitne-nÀm Tìàını idince seóer der-niyÀm Bistâm’dan başka bir yere gitmemiştir. Vefat tarihi M. 25 Mayıs 874’tür. Ruhî ve dinî bakımdan kendini nasıl yetiştirdiğine dair teferruatlı bilgi mevcut değildir. Uzletten hoşlanan ve yaradılış itibariyle sert mizaçlı biri olan Bâyezid bütün tarih boyunca sûfi geleneğin sembol isimlerinden biri olmuştur (Massignon, 2006: 139–140). 51 Neriman’ın torunu ve Zâl’in oğludur. Keykûbâd’ın asrından Keyhüsrev’in saltanatı sonuna kadar cihan pehlivanı, emirü’l-ümerâ. Zâbilistân, Seyistân onun tasarrufunda idi. Sekiz yüz sene ömür sürdüğü menkûldür. Rüstem, adı Şehname’de adı çok geçen efsanevî kahramandır. Bîjen’i kuyudan kurtarmıştı. Bir lakabı da Tehemten, yani iri vücutlu pehlivan idi (Onay, 2007: 10–11). 73 Hz. Yakub’un on iki oğlundan biri olan Hz. Yusuf eşsiz güzelliğiyle Đslamî edebiyatta çokça işlenmiştir. Mesnevide sevgili tipi olan Şâh güzellik bakımından Yusuf peygambere benzetilmiştir: 329. èAks-i ruòıyla yine ol dil-sitÀn Her ùarafı eyledi Yÿsuf-sitÀn 3. Mekân Mekân, olayların meydana gelmesinde hazırlayıcı olduğu kadar olayların seyir çizgisini etkileyen önemli bir yapı parçasıdır. Bu bakımdan “mekân vak’a zincirinde ifade edilen hadiselerin sahnesi durumundadır. Vak’anın mahiyeti, çok defa mekân tasvirlerine ayrılan satırlarda sezdirilir.” (Aktaş, 1991: 142–143). Tahkiyeye dayanan anlatı türlerinde mekânın başka bir fonksiyonu da şahısların psikolojik durumlarına eşlik ederek eserde mekân-insan etkileşimini iki yönlü bir iletişim biçiminde gerçekleştirmesidir. Mekânın mahiyeti ve tasviri çoğu zaman kahramanın iç dünyasının yansıtılmasında kullanılan bir araçtır. Dramatik aksiyonun icrasında öteki yapı unsurları gibi kişiler etrafında vuku bulan olay halkalarının sebeb ve sonucunda mekân bütünleyici bir görev arz etmektedir. Şâh u Dervîş mesnevisinde mekânlar anlatıcının bakış açısından ve divan şiirinin retoriği esas alan anlayışı çerçevesinde tasvir edilmiştir. Gerçeklik endişesinden uzak bir şekilde ve abartılı betimlemelerle ele alınan mekânlar okurun gözünde soyut kalmaktadır. Bu nedenle eserdeki mekân tasvirlerinin gerçek hayatta karşılığı yoktur. Şâh u Dervîş mesnevisinde öne çıkan en önemli mekân “mektep”tir. Gönlü ve yaradılışı pek temiz olan Dervîş’in bir gün etrafına dikkatli bakınırken karşılaştığı bu okul daha ziyade Şâh’ın güzelliğini vurgulamak için kurgulanmıştır. Çünkü edebi eserde mekân hem kahramanların macerasıyla hem de onların fiziksel ve ruhsal portreleriyle/halleriyle uyumlu olmak zorundadır. Mekânın cazibeli hali aşka meyilli bir kahraman olan Dervîş’in kişiliğine uygun olduğu gibi, aşk macerasına da zemin hazırlayan bir fonksiyon üstlenmiştir. Aşk ekseninde ilerleyen olaylar zincirinde kahramanların –özellikle Dervîş’in– duygusal reaksiyonları burada filizlenmiş, böylece şair tarafından hazır olarak verilen mekân unsuru hikâyenin yol haritasını teşkil eden 74 aşk serüveninin merkezi olmuştur. Bu bakımdan “mektep” öyküdeki olayların temerküz ettiği ideal bir yerdir. Bir “ùaró-ı pesendìde ve òışt-ı deri merdümek-i dìde “ olarak idealize edilen okulun bahçesindeki güller/güzeller de mekânın ihtişamıyla yarışır durumdadır. Öyle anlaşılıyor ki edebi eserin alıcısı olan okurun estetik duygularına hitap etmek ve muadillerine kıyasla daha üstün olduğu fikrini vermek kaygısıyla hem mekân hem de kişiler olabildiğince abartılı biçimde sunulmuştur: 195. Gördi ki bir ùaró-ı pesendìdedür Òışt-ı deri merdümek-i dìdedür 197. Diúúat ile eyleyüb ol dem naôar Gördi ki bir mekteb-i ferruò-eåer 198. Gördi müşaòòaã idüb ol dem nigÀh äaf-zede olmış niçe pervìn-i mÀh Đlim ve irfan yeri olması münasebetiyle mekân olarak mektebin seçilmesi anlamlıdır. Tasavvuf anlayışında aşk, en zor ilimlerden biri kabul edilir. Üstelik aşk yolunda bir kılavuz (mürşid) olmadan menzile varılması imkânsızdır. Bu bakımdan mektepteki öğretmenin üstlendiği görev mürşidinkine benzemektedir. Burada meşk edilip öğrenilen her harf, okunan her satır ve dokunulan her yaprak aşkla vücut bulmakta, maşukla mana kazanmaktadır. Talim konusu olan her şeyde zaten maşuk vardır. Elif boya, re iki güzel kaşa, mim ağza, dal sevenin bükülmüş bedenine dönüşmüştür (288–291). O halde meşkin kendisi bu okulda aşkla kıymet bulmaktadır. Sûfîlerin aşka pedagojik yaklaşıp insan merkezli bir talimden sonra nihayet Đlahi bir mertebeye uzanan bir paradigmayı benimsemesi, mekân olarak mektebin seçilmesinde etkili olduğu söylenebilir. Klasik edebiyatın zirve mesnevilerinden olan Hüsn ü Aşk’taki Mekteb-i Edeb, Leyla ve Mecnun’daki mektep motifleri bu bağlamda dikkat çekidir. Aşk ile yoğrulan, çeşit çeşit zorluklarla aşk imtihanlarından başarıyla geçen kahramanların vuslatı, başka bir deyişle maşuku aşıka meylettiren tekemmül süreci bu aşk mektebinin bir nevi mezuniyet vesikasıdır. 75 Đdealize edilen başka bir mekân da “sebeb-i te’lîf” bölümündedir. Şair sekiz beyit (73–80) boyunca rüyasında gördüğü bir kasrı tasvir eder. Bu tasvir eserdeki kesintisiz en uzun mekân tasviridir. Şairin rastgele dolaşırken karşılaştığı bu köşk, efsanevi Havernâk52 köşkü kadar göz alıcıdır. Toprağı, hizmetçileri, kapısı amber kokuludur ve cennet bahçesi kadar güzeldir. O ferahlık veren yerde, yani o yıldızlar kadar yüksek köşkte benzersiz bir güzel yaşamaktadır. Bu, öyle bir güzelliktir ki yüce göğün ayı gibi parlamaktadır. Ülker yıldızı bile güzellikte onun hizmetçisidir. Metnin devamında şairin kalemine ilham kaynağı olacak kişinin çirkin olması ya da sıradan bir yerde yaşaması divan şiiri geleneğinde elbette beklenemez. Sevgiliyi kusursuz bir mekânda âşıkla ve dolayısıyla okurla buluşturan şair, kendisi için de aynı tasarrufta bulunur. Şairin mekân ile insan arasında kurduğu ilişki dönemin estetik anlayışına paraleldir. Zira mekânı güzel kılan oranın yaradılıştan gelen estetiği değil öyküde kusursuz olan Şâh’ın, gittiği her tarafı adeta bir cennet bahçesine çeviren güzelliğidir: 181. äaón-ı debistÀnüñ o tÀb-èiõÀr Her ùarafın eyledi firdevs-zÀr 329. èAks-i ruòıyla yine ol dil-sitÀn Her ùarafı eyledi Yÿsuf-sitÀn Mekân tasvirleri kahramanların kişiliğine ve aksiyondaki rollerine uygun olarak verilmektedir. Örneğin iyimserlik telkin eden abartılı ve süslü tasvirler Şâh’ın müstağni ve mesut tavrına eşlik eder. Buna karşılık kötümser bir ruh hali taşıyan Dervîş’in harici âlemi algılanmasının takdim ve tasviri benzer şekilde bedbindir. Gam çölüne yapılan yolculukta aşığın kozmik âleme bakışı bu türden bir algılamadır: 377. Yaènì berÿz eyleyüb aåÀr-ı şÀm Oldı cihÀn güm-şüde-i tÀr-ı şÀm 52 Mimar Sinimmâr tarafından şimdiki Necef’in yerinde bulunan Hîre şehrinde yapılmış bir köşktür. Köşkü Yezdcird’in yaptırdığı sanılmaktadır. Bu köşk çok güzel ve çok büyükmüş. Bu bakımdan divan şâirleri özellikle yapılardan bahsederken Havernâk’ın da adını anarlar (Pala, 2002: 210). 76 378. Eyler iken nÀle o miónet-nevìd MÀh-ı nev oldı yine ol dem pedìd 399. Bir niçe eyyÀm-ı ser-i kÿhde Yaènì ki ol cÀy-ı àam-ı enbÿhde 400. Úaldı belÀ-yı àam-ı hicrÀn ile NÀliş ü feryÀd-ı firÀvÀn ile Eklenmesi gereken başka bir nokta da mekân değişimlerinin âşıkta herhangi bir irade değişikliğine ya da zayıflığına yol açmamasıdır. Tersine tabiat veya mekân unsurları sevgiliyle bütünleşir, Dervîş’in gözünde sevgiliyi yansıtan bir aynaya dönüşür. O nereye baksa gözlerinin önüne Şâh gelmektedir (366). “BeyÀbÀn-ı àam”da geçen zaman diliminde kozmik unsurların sevgiliyle özdeşleştirilmesi, yine şehre dönen Dervîş’in yüzünü sevgilinin gezdiği toprağa sürmesi (527) buna örnek olarak gösterilebilir. Mesnevide Dervîş için okul dışındaki her mekân ızdırap vericidir ve bir çeşit deruni tekâmül görevindedir. Şairin yolculuk metaforuyla öyküye yerleştirdiği ayrılık süreci bu tür bir mekânda geçer. Burası âşığı mana yönünden besleyen bir mahiyette verilerek dikkatlere sunulur. Okul dışında kalan bu yerlerin betimlemesi de aşığın psikolojik durumuna paralel biçimde keder verici bir özellik arz eder. Buna mukabil sevgilinin olduğu her yer âşık için mutluluk vericidir. Bunun sebebi mesnevilerde genel olarak mekânların, olayların niteliğine göre tasvir edilmesidir. “Kişileri mutlu kılan olaylar, gösterişli saraylarda, tabiatın güzel olduğu yerlerde geçerken; mutsuzluklar, insanın içini karartan sıkıntılı yerlerde, çetin tabiat şartları altında gelir. Mesnevilerde, kişinin çevresini içinde bulunduğu ruhi duruma göre görmesi ve değerlendirmesi de oldukça mübalağalı olarak anlatılır.” (Ünver, 1986: 455). Bütün bunların dışında Şâh u Dervîş’in giriş bölümünde padişahın düğününe dair kozmik âlem tasvirleri önemli bir yer tutar. Mesnevilerde bilhassa hikâye kahramanlarının işret ettikleri gece tasvirleri çizilirken yıldızlar da kendi aralarında eğlenip işret eden fertler olarak tasavvur edilmişlerdir (Şentürk, 1987: 214). Bu anlayış padişahın düğününün anlatıldığı bölümde belirgin biçimde ortaya çıkar. Zemin ile asuman arasında bir işret yarışı şeklinde ilerleyen düğün töreninde göğün çalgıcısı eline 77 çengini alan Zühre’dir. Yıldız ilminde şehvet ve işretin sembolü olarak bilinen Zühre (Çobanyıldızı) çalgıcı şeklinde tasavvur edilirken eğlence meclisinde ona eşlik edip raks edenler gökteki bütün yıldızlardır: 158. Zühre alub destine çengiñ o dem Geldi hemìn raúsa sipihr-i dıjem Konunun işlendiği bölüm içindeki bu eğlence tablosunda kozmik unsurlar düğünün davetlileri gibi tasavvur edilmiştir. Kozmik varlıklar alamet-i farikalarına uygun düşen mazmunlarla betimlenir. Yıldızların görüntüleri ile hediyeleri arasındaki uyum kusursuzdur: Ay düğün meclisini aydınlatır, güneş zengin bir sofra gibi süslenir. Hilal elindeki kadehi bu meclise kaldırır. Rüzgârın görevi misk kokusunu yaymaktır. Felek geline nişan yüzüğü takar. Samanyolu, kıymetli taşlarla süslenmiş hediyesini takdim ederek davetlilere katılır. Herkes büyük bir cömertlikle şevke gelince Ülker yıldızı da ipe dizilmiş incilerini geline sunar. Artık sıra altın renkli kadehlerin elden ele devretmesine gelmiştir: 161. Meclis-i gerdÿna virüb tÀb ü fer Başladı devr eylemege cÀm-ı zer Şâh u Dervîş mesnevisinde izah edilen soyut mekânların dışında gerçek yer isimleri de vardır. Külhanî ile padişahın temsilinde olayın geçtiği yer Bağdat’tır. Misk kokusu ilgisiyle Hoten ülkesinden (131), ariflerin diyarı olması münasebetiyle de Bistâm’dan (475) söz edilmektedir. Bitiş bölümü içinde Bayezid-i Bistamî’nin bir gün sadık dostlarıyla dergâha doğru giderken sarhoş bir rintle karşılaşması dolayısıyla mekân ismi olarak hankâh (591) geçmektedir. Ayrıca ana hikâyede “şehr” (278, 365, 481, 525) kelimesinin dört defa telaffuz edilmesi olayın bir şehir merkezinde geçtiğine işarettir. 4. Zaman Mahiyeti bakımından gönderici ile alıcı arasında bir iletişim aracı olarak kabul edilebilecek edebi eserler, yazar tarafından yapıyı oluşturan diğer unsurlarla birlikte muhayyel bir zamanda oluşturulur. Eserde kurgulanan olayların hangi zaman diliminde vuku bulduğunu anlatan zamana “olay zamanı” denir. Bunun yanında gönderici 78 durumundaki sanatkârın eserine vücut vermek üzere harcadığı süreye “yazma zamanı” adı verilir. Olay zamanı itibari olduğu halde bunun itibari zamanla alakası yoktur, takvim ve saatle ölçülebilen cinstendir (Aktaş, 1991: 117). 137. èAhd-ı úadìm içre olub müstedÀm Var idi bir ŞÀh-ı æüreyyÀ-àulÀm beyti Şehzade’nin babası olan Şâh’ın hikâyesinin anlatılmaya başlandığı bölümdendir. Beyitte işaret edilen zamandan (eski zamanların birinde) anlaşılıyor ki olayın vuku bulduğu zaman ile anlatma/yazma zamanı birbirinden farklıdır. Olay zamanı, geçmişte yaşanmış ve sona ermiş muhayyel bir zamandır. O halde şair belli bir idrak tecrübesinden sonra hikâyeyi anlatmıştır. Sözü edilen bu zaman tasvirleri, eserin başından sonuna kadar ölçülebilir takvim zamanları değil masallarda karşılaşılan belli belirsiz türden zaman terimleridir. Anlatıcının “èahd-ı úadìm” dediği zamanın ne kadarlık bir dilimi kapsadığı belirsizdir. Bu anlamda eserin zamanını gerçek bir zaman dilimiyle ilişkilendirmek mümkün değildir. Şair Şehzade’nin doğumunu verdikten sonra aynı belirsiz zaman terimleriyle Dervîş’i anlatmaya başlar: 190. SÀbıúa-gÿyÀn-ı sipihr-i dıjem Eyledi bu merkeze vaøè-ı úadem 191. èAhd-ı úadìm içre èadìmüén-naôìr Var idi bir rind-i nezÀket-debìr Her iki kahramanın hikâyesi de anlatıcı durumundaki kişinin dışında gerçekleşmiştir. Anlatıcı geçmişte yaşanmış olayları kronolojik bir sıra takip ederek vermektedir. Eserin içinde şaire ait kimi yorum, görüş ve değerlendirmeler de olay zamanının belli bir süreliğine durdurulması gibi düşünülmelidir. Bu mahiyetteki müdahaleler anlatım akışı içinde anlatma zamanının ilerleyen kronolojik çizgisi içinde değerlendirilebilir. Şairin zamanı kullanma biçimi öykünün içeriğine uygun biçimde hızlı ya da yavaş seyredebilmektedir. Örneğin Şâh’ın doğup okula gidecek yaşa gelmesi uzun bir zaman dilimini ihtiva ettiği halde bu süreç sadece dört beyit içine sığdırılmıştır. 177. beyitte doğduğu haber verilen Şâh için bir sonraki beyitte “Oldı çü peyveste-i evc-i 79 kemÀl” denilmiş, 180. beyitte de “kesb-i èulÿm” edecek yaşa atlanarak hızlı bir geçiş sağlanmıştır. Amaç her iki kahramanı aşk ekseninde buluşturmak olduğu için bu hızlı geçiş metnin iletisi bakımından anlaşılırdır. Buna karşılık Dervîş’in âşıklık serüveni kavramın içerik ve gereğine uygun olarak daha geniş bir zamana yayılarak verilmiştir: 341. Geçdi bunuñ üstine bir niçe dem èAşúla Dervìş olub müttehem Şairin “bir niçe dem”le ifade ettiği bu hazırlık ve olgunlaşma dönemi uzun bir zaman dilimini gerektir. Yine aynı ifade Dervîş’in gam çölüne gönderildiği ve bir nevi aşk sınavına tabi tutulduğu gezginlik süreci için de kullanılır. Her iki dönemde de zamanın ilerleyişi yavaştır: 399. Bir niçe eyyÀm-ı ser-i kÿhde Yaènì ki ol cÀy-ı àam-ı enbÿhde Mesnevide “bir dem (52), o dem (82), kaçan (96), ahir (67), her gice (108), evvel (109), nice gün (144), nÀgehÀn (160), bir gün (194), feròunde-dem (311), cÀşt-gÀh (311), subh olınca (397), èavdet-i ÀrÀm-gÀh (235),...” gibi müphem zaman ifadelerinin dışında belirgin zaman yoktur. Olayın geçtiği bu müphem zamanların dışında son olarak şunu ilave etmek gerekir: Günü ikiye bölen gece ve gündüz saatleri metnin belli yerlerinde, özellikle Dervîş’in ruh haline paralellik teşkil edecek şekilde tasvir edilmiştir. Gecenin karanlığı aşığın ruhundaki derde dert katmakta, beraberinde getirdiği mihnetle onun umutlarını kara bir örtü gibi kaplamaktadır. Aşığın nadiren de olsa görülen sevinçli halleri ise gündüz vakitlerine tesadüf etmektedir. Gece: 378. Eyler iken nÀle o miónet-nevìd MÀh-ı nev oldı yine ol dem pedìd Gündüz: 417. Yaènì ki ãubó oldı ser-À-ser pedìd Oldı dil-i èÀleme behcet-nevìd 80 5. Bakış Açısı ve Anlatıcı Bakış açısı, anlatma esasına bağlı metinlerde vak’a zincirinin ve bu zincirin meydana gelmesinde kullanılan mekân, zaman, şahıs kadrosu gibi unsurların kim tarafından görüldüğü, idrak edildiği ve kim tarafından, kime nakledilmekte olduğu sorularına verilen cevap olarak tanımlanabilir (Aktaş, 1991: 84). Şâh u Dervîş mesnevisi ilahi (hâkim) bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Bu bakış açısında anlatıcı geçmişi, yaşanılan zamanı ve geleceği bilir, her şeye hâkim bir noktadan bakar. Kahramanların psikolojik, fiziksel ve diğer bütün özelliklerini bildiği gibi onların içlerinden geçenleri de okur. Bu bakımdan zamana ve mekâna bağlı değildir. O, istediği yerde ya da ihtiyaç duyulduğunda sahneye çıkıp anlatıma müdahale eder. Metnin akışı içinde hangi ayrıntıların ne kadar ve nasıl verileceğine, zamana bağlı müdahalelerde hızlı ya da yavaş geçişlerin ne şekilde olacağına karar verir. Şâh u Dervîş mesnevisinde anlatıcının bakış açısının tespiti için giriş bölümü “önsöz”, konunun anlatıldığı bölüm “hikâye”, şairin müdahaleleri “arasöz” ve bitiş bölümü “sonsöz” olarak tasnif edilmiştir.53 Önsöz ve sonsöz denilen bölümlerde, yani tahmîd, na’t, sebeb-i te’lîf, hâtime-i hikâye ve hâtime-i nüsha parçalarında anlatıcı divan şairi Güftî’dir. Bu bakımdan bahsi geçen bölümlerde konuşan kişi kurmaca değildir. Şair eseri yazan, önsözde ve sonsözde konuşan kişidir. Cihanı yaratan yüce Sultan’a hamdeden, kalemine seslenip ondan yüce Peygamber’i, dört halifeyi ve ashabını övmesini isteyen, kitabının yazılış sebebini açıklayan sestir. Yine bitiş bölümünde kimi didaktik unsurlarla hikâyeye dâhil olan ve eserinin ehil olmayanların kötülüklerinden korunması için dua eden şahıstır. Sebeb-i te’lîf, münâcât bölümlerinden ve hâtime-i hikâyeden alıntılanan şu beyitlerdeki ses şairin kendisine aittir: 52. Bir dem olub bu dil-i miónet-perest SÀkin-i peyàÿle-i şÀdì-şikest 53. Yaènì ki Güftì-i heves-ÀşinÀ Derd-keş ü àamzede-i bì-nevÀ 53 Bu bölümde Victoria R. Holbrook’un Hüsn ü Aşk üzerine yazdığı Aşkın Okunmaz Kıyıları adlı eserinden yöntem ve terminoloji açısından yararlanılmıştır (bk. s. 97–104). 81 110. Eyle ĐlÀhì bu sitem-perveri Yaènì ki Güftì-i sitem-güsteri 559. MÀ-óaãal ey Güftì-i miónet-neverd VÀdì-i ÀlÀmda beyhÿde-gerd Anlatılan hikâyenin (Şâh u Dervîş) hâkim sesi anlatıcıdır. Anlatıcı aynı zamanda kalemin yazıcısıdır ki buradaki anlatıcı kurmaca bir kişilik olarak düşünülmelidir. O kahramanlara ait bütün teferruatları bilen tanrısal bir kudrete sahiptir. Her şey onun malumudur. Hikâyenin iki ana kahramanı olan Şâh ile Dervîş’in okura tanıtılıp aşk maceralarının aktarımında söz sırası onundur. Şair ile anlatıcı aynı varlık olsa da edebi eserin itibari dünyasında bunlar anlatımı gerçekleştirmek için nöbetleşe görev alır. Şair, rivayete dayanan bir vak’a ile ilgili duyduklarını aktarmak için itibari/kurmaca denilebilecek bir anlatıcı kullanır. Böylece şair devreden çıkar ve anlatıcı belli belirsiz varlığıyla ravilerin sözcüsü olur. Anlatıcının ortaya çıktığı başlıca durumlar şunlardır: a. Mekân tasvirlerinde: 209. ÙÀb-ı ruòı şuèle-i seyyÀledür èÁrıøı dÀà-ı dil-i ãad lÀledür b. Zaman özetlerinde: 144. Oldı bu endìşe ile mÀ-óaãal Nice gün şÀò-ı dıraòt-ı emel c. Kahramanların tanıtılmasında: 137. èAhd-ı úadìm içre olub müstedÀm Var idi bir ŞÀh-ı æüreyyÀ-àulÀm d. Hikayedeki kahramanların ruh hallerinin verilmesinde: 248. Òancer-i hicr ile olan sìne-çÀk DÀà-ı àam ü miónet ile derd-nÀk e. Rivayetlerin aktarılmasında: 189. Zemzeme-sÀzÀn-ı óadìå-i kühen BÀre-i taèrìfi idüb úaùre-zen 82 190. SÀbıúa-gÿyÀn-ı sipihr-i dıjem Eyledi bu merkeze vaøè-ı úadem Metninde, ara sıra yapılan müdahalelerden doğan arasözü dile getiren ses ise hatip olarak adlandırılabilecek sestir. Hatip olayın akış yönünü okurun zihninde kabul edilebilir kılmak için destekleyici açıklamalar yapan, olayın sebeb ve sonucuna dair yorum yapmaktan kaçınmayan kişidir. Hikâyenin akışına müdahale edilen durumlarda ve açıklama ihtiyacında ortaya çıkan hatip, şairin kimi hassasiyetlerini ya da duygusal coşkunluğunu dile getirmekle mükellef gibidir. O bu yönüyle bilge bir tonda konuşur. Anlatıcı ravilerin sözcülüğünü yaparken, hatip denilen ses daha ziyade şairin sözcüsü durumundadır. Dolayısıyla şaire anlatıcıdan daha yakındır. Onun varlığı, anlatımın tahkiyeden hitabete ya da didaktizme kaymasıyla fark edilir. Özellikle “Der äıfat-ı èAşú” bölümünde ve hikâyenin içinde gerekli görülen kimi açıklamalarda ortaya çıkan kişi hatiptir: 465. èAşú-ı celì şaèşaèa-i òÿrşìddür RÀbıùa-i èÀlem-i tefrìddür 466. èAşú èaceb sÿz ü güdÀzendedür Çehre-i ÀmÀle ùırÀzendedür Hem anlatıcı hem de hatip eseri yazan şairin sesinden bağımsız değildir. Onların anlatımı “türün gereklerini yerine getiren şairinkiyle karışır ve yarışır.” (Holbrook, 2005: 97). Bunlara ilaveten Güftî, tek bir bakış açısının yaratacağı tekdüzelikten kurtulmak ve çok sesliliğin getireceği ahenkli anlatımından yararlanmak için farklı anlatım tekniklerine de başvurur. Buralarda ilahi bakış açısı yerini kahraman anlatıcıya bırakır. Bu şekilde birbirine karışan anlatımlar kurmacadaki metinsel bütünlük kesintiye uğratılmadan son noktaya kadar yürütülür. 83 6. Anlatım Tekniği 6.1. Tasvirî Anlatım Tekniği Şâh u Dervîş mesnevisinde tasvirler önemli yer tutar. Okur ile edebi metin arasında uzlaşma ve bütünleşme sağlayan tasvirler, edebi eserdeki olay, kişi, zaman ve mekân gibi yapı ögelerinin okurun zihninde somutlaştırılması amacıyla kullanılan bir anlatım tekniğidir. Eserin alıcısı durumundaki okurun metne dâhil edilmesi tasvirdeki başarıyla yakından ilgilidir. Geleneksel anlatım tarzıyla yazılmış Şâh u Dervîş mesnevisinde tasvirler oldukça abartılı olsa da dönemin estetik anlayışına göre başarılı sayılabilir. Şair genellikle olay örgüsünün içeriğiyle organik bir bağ oluşturacak şekilde ya da olması muhtemel kimi durumlara karşı okuru hazırlamak amacıyla tasvirlere başvurur. Bu şekilde olayın akış anında veya vuku bulacak olaydan önce hazır sahne meydana getirilmiş olur. Bu sahneler sanatkârane bir anlatımı gerektirdiği için şaire hüner gösterme olanağını da sunar. Mesnevide yapılan tasvirler, sadece hüner göstermek amacıyla yapılmamış, dekoratif amaç güdülerek olayın bir parçası gibi (örneğin padişahın düğün sahnesinde) verilmiştir: 157. MeşèÀle-i mÀhı yaúub rÿzgÀr Eyledi bezm-i feleki tÀb-dÀr 158. Zühre alub destine çengiñ o dem Geldi hemìn raúsa sipihr-i dıjem 159. Penbe ile gülleri dest-i ãabÀ Eyledi dÀà-ı dil-i saúf-ı semÀ 160. Sufre-i mihri döşeyüb nÀgehÀn Úurã-ı mihri itdi felek-i zìb-i òºÀn 6.2. Mektupla Anlatım Tekniği Eserde kullanılan başka bir anlatım tekniği, modern edebiyat ürünlerinde de karşılaşılan mektupla anlatım tarzıdır. Şâh u Dervîş mesnevisinde Dervîş’in şehirden gitmesi sonrasında iki kahraman arasında meydana gelen duygusal yakınlaşma Şâh’ın 84 gönderdiği mektupla sağlanmıştır. Anlatıcının tasarrufu dışında gerçekleşen bu anlatımda sevgilinin duygusal gerilimi mektupla verilmiş, böylece farklı bir bakış açısı metnin gövdesine başarıyla yerleştirilmiştir: 423. NÀme-i lûùfıyla nevÀziş ide ÓÀl-i perìşÀnını pürsiş ide 424. Yazmaàa ber-nÀme-i müşgìn-raúam Oldı benÀn zìb ùırÀz-ı úalem 6.3. Özetleme Tekniği Anlatmaya bağlı edebi metinlerde kişilerin başından geçen olayların, zaman ve mekânın belli bir kompozisyon içinde aktarımı anlatıcının kullandığı süre ile eş zamanlı olmadığında özetleme kaçınılmaz olur. Bu durum anlatıcının her şeyi kronolojik bir zaman diliminde aktarma imkânından yoksun olmasıyla ilgilidir. Şâh u Dervîş’te özellikle zaman atlamalarında, olayların hızlandırılmasında özetleme tekniğinden yararlanıldığı söylenebilir. “ El-úıããa (85), mÀ-óaãal (144), nice gün (144), bir niçe dem (292), óÀsılı (444)” gibi ifadelerle geçiş sağlanmış, böylece olayların ilerlemesinde ve zamanın hızlandırılmasında özetleme yöntemine başvurulmuştur: 233. MÀ-óaãal ol èÀşıú-ı rÿy-nigÿ Böyle iderdi àam ile güft ü gÿ 6.4. Söyleşmeye Bağlı Anlatım Tekniği Anlatımda söyleşme yöntemi Şâh u Dervîş’te sıkça görülmektedir. Sebeb-i te’lîf bölümünde rüyada görülen sanem şairle karşılıklı konuşur. 83. beyitten 102. beyte kadar -arada şairin kimi yorumları olsa da- bu konuşmalar devam eder. Mektepteki öğretmen ile Dervîş’in karşılaşmaları yine söyleşme/diyalog yöntemiyle okura sunulmuştur. 263 ile 269 arasındaki beyitler “èilm-efrÀz-ı maèÀlì-şükÿh” olan hocanın konuşmalarına ayrılmıştır. “Didi” biçiminde başlayan uzun suallere Dervîş 270 ile 276 arasındaki beyitlerde cevap verir. Çerçeve hikâyeye yerleştirilen külhanînin temsilinde padişah ile veziri arasında geçen konuşmalar (513. beyitten 515. beyte kadar) söyleşme yöntemine verilecek başka bir örnektir. Bâyezîd-i Bistâmî ile rind arasında geçen didaktik temsilde 85 de karşılıklı konuşmalar önemli yer tutar. 595 ile 596 beyitlerde kendisine dua isteyen rinde Bâyezîd-i Bistâmî 598 ve devamındaki beyitlerde mukabele eder: 263. Didi eyÀ èÀrif-i òïş-õÀt-ı èaşú RÀm-şev-i dÀm-ı mülÀúÀt-ı èaşú 270. Didi eyÀ òºÀce-i dÀniş-pijÿh Vey èilm-efrÀz-ı maèÀlì-şükÿh 6.5. Đç Monolog Tekniği Đç monolog yönteminde kahramanın içinden geçenler, onun kendisiyle konuşması şeklinde okura aktarılır. Anlatıcıdan habersiz olan kahraman bir kayıt cihazına konuşur gibidir. Anlatıcı sözü bırakır ve anlatım görevini kahramana devreder. Okur bu yöntemle kahramanın duygusal çıplaklığına şahit olma imkânı bulur. Dervîş’in umutsuzluğa kapılıp kederlendiği ruh hallerinde iç konuşma tekniği başarıyla kullanılmıştır. Onun aşk derdiyle kendinden geçmesi neticesinde ortaya çıkan iç konuşma biçimi samimi duyguların dışa vurumu olarak değerlendirilebilir. Đç konuşmaların çoğunun soru kipinde olması, aşığın hayranlık, güçsüzlük, karamsarlık ve sitem gibi ruh tasvirlerini bütünüyle kavrayıp kabullenememesiyle ilgilidir. Bu konuşmalar metindeki ifadeyle “heyÿlÀ-yı òayÀle òiùÀb (321)” şeklinde tezahür etmektedir. Eserde yoğun şekilde kullanılan bu teknikte anlatıcı “didi” ifadesiyle iç konuşmayı sese dönüştürür. Metinin farklı yerlerinde toplam elli dört beyitte, Derviş iç monolog yöntemiyle konuşturulur.54 Ana hikâyenin tamamı üç yüz yetmiş beyitten oluştuğuna göre bu oran anlatım teknikleri içinde yaklaşık yüzde on beşe denk gelmektedir: 223. Didi ki yÀ Rab bu füsÿn-sÀz-ı nÀz Áteş-i ruòsÀresi èÀlem-güdÀz 54 Đç monolog yönteminin kullanıldığı beyit aralıkları şunlardır: 215–218, 223–232, 289–291, 317– 319, 379–384, 386–395, 446–447, 461, 528–529, 532–534, 539–548. 86 224. Rÿó mıdur peyker-i behcet midür Đns midür òÿrì-i cennet midür 225. Úad mi bu yÀ naòl-i dil-ÀrÀ mıdur Fitne-i nev-òìz-i temennÀ mıdur Bu başlıkta ele alınabilecek başka bir husus, konunun işlendiği bölümde yer alan ve olayın akışı devam ederken metne monte edilen dokuz rubainin anlatıma katkısıdır. Mesnevi geleneğinde kahramanların ağzından değişik nazım şekilleriyle şiir söyletme anlayışı (Ünver, 1986: 445) bu türün bilinen bir uzlaşımıdır. Transkripsiyonlu metindeki beyit numaralarına ardışık şekilde verilen bu rubailer 234, 277, 320, 324, 364, 396, 462, 516 ve 530. sırada bulunmaktadır. Bunlardan yalnızca 516 sıra numaralı rubai Dervîş’in ağzından söyletilmemiştir. Diğerleri onun içsel monologu olarak telakki edilebilir. Kelamdan hayale ya da bilinçaltına sığınma ihtiyacında başvurulan bu anlatım türü Dervîş’e kılavuzluk eder ve sevgiliye seslenme aracı olarak öyküde önemli rol oynar. Âşık, şiirin müessir gücünü kullanmak suretiyle sevgiliye seslenmek, ona sitemde bulunmak veya onun karşısındaki acziyetini ifade etmek için bu yolu seçer. 6.6. Đç Çözümleme Tekniği Đç çözümleme anlatıcının tahlillerine dayanır. Kahramanın moral değerlerini oluşturan duygu ve düşünce dünyası, davranış biçimleri anlatıcının bakış açısından yapılan çözümlemelerle aktarılır. Mesnevilerde âşık tipinin dışında kalan kahramanlar genellikle psikolojik derinlikten mahrum olduğu için bu teknik doğal olarak sadece âşık tipi için kullanılır. Dervîş’in âşıklıktan kaynaklanan perişanlığı aktarılırken diğer anlatım tekniklerinin yanında iç çözümleme tekniğinden de yararlanılmıştır: 281. Dìde-i baòt-ı dil-i miónet-füzÿn Oldı o deñlü àamla àarú-ı òÿn 282. Her nereye kim ãala tÀb-ı naôar Eyleye deryÀ-çe-i òÿn çeşm-i ter 283. Bì-òıred-i óÀlet-i èaşú u cünÿn èÁşıú-ı miónet-keş u àam-Àzmÿn 87 6.7. Duraklama Tekniği Olay örgüsünün akışına anlatıcı tarafından yapılan müdahaleler, şair/anlatıcının gerekli gördüğü bazı yorum ya da açıklamalar duraklama tekniği olarak görülmelidir. Şâh u Dervîş mesnevisinde olayın takdim edilmesi esnasında zamanın durdurulması olayların kesintiye uğraması anlamına gelir. Bu kesintili zamanlarda söylenenlere arasöz, öyküleme yapılırken araya girme ihtiyacı duyan anlatıcıya da hatip denilmiştir (bk. Bakış Açısı ve Anlatıcı). Zamanın arada bir durdurulması değerlendirme yapma ihtiyacından gelmektedir. Bu değerlendirmeler olayın mahiyetine makul bir açıklama yapmak şeklindedir. Bu yüzden duraklama bölümlerinde üslup didaktiktir. Öyküleme esnasında kısa süren duraklamalardan başka, metinde müstakil biçimde duraklama tekniğinden yararlanma 463 ile 477 arasındaki beyitlerden oluşan “Der äıfat-ı èAşú” bölümünde karşımıza çıkmaktadır. Bu bölüme ilave olarak, Bağdat padişahı ile külhanî arasında geçen kısa temsilin, ana hikâyenin zaman akışına müdahale olması münasebetiyle duraklama kabul edilebileceğini belirtmek gerekir. 478 ile 516. beyitleri kapsayan bu temsilden hemen sonra öyküye geri dönülür: 472. èAşúdur Àyìne-i envÀr-ı õÀt Belki hem ol Àyìne-i vehm-ãıfÀt 473. èAşúdur aèyÀnda olan cilve-ger Cümle-i eşkÀl ü rüsÿm ü ãuver 88 D. Metnin Okunmasında Takip Edilen Usul I. Türkçe Kelime ve Eklerin Yazımı Osmanlı Türkçesinde, gerek nesir, gerek şiir dilinde en ağır örneklerin verildiği yüzyıl on yedinci yüzyıldır. Bununla birlikte, on yedinci yüzyıl, Oğuz Türkçesinin dil özelliklerinden günümüz Türkçesinin kimi ses özelliklerine geçiş sürecinin yaşandığı dönemdir (Ercilasun, 2006: 462). Edirneli Güftî’nin Şâh ü Dervîş mesnevisi Miladî 1650 yılında yazılmıştır. 17. yüzyılın ortalarında kaleme alınan eserin imlâ özelikleri, günümüz Türkçesinin ses ve ek özelliklerine göre değil Osmanlı Türkçesinin biçim özelliklerine uyularak verilmiştir.55 1. Ekler 1.1. Đsim Çekim Ekleri a. Đsmin Belirtme (Akkuzatif) Eki Đsmin; doğrudan doğruya geçişli fiillerden etkilendiği, cümlenin nesnesi görevinde kullanıldığı belirtme durum ekleri, metinde düzlük-yuvarlaklık uyumuna göre değil Osmanlı Türkçesinin ses özelliklerine göre yazılmıştır: nÀmını (38) eùrÀfı (74) dilümi (115) göñlümi (127) b. Đsmin Bulunma (Lokatif) ve Uzaklaşma (Ablatif) Ekleri Đsmin bulunma ve uzaklaşma halleri, metnin imlâsında d’li biçimiyle verilmiştir. Sözü edilen eklerin sessiz uyumu ile ilgili olan “t”li biçimlerine tesadüf edilmediğinden, ekler “-da, -de, -dan, -den” şeklinde yazılmıştır: baòtda (460) bÀàda (629) Àyaúdan (220) Óaúdan (571) óayretden (264) 55 Tenkitli metnin kurulmasında, Sabahat Deniz’in on yedinci yüzyıl şairlerinden Tecellî’nin Dîvân’ı çalışmasında takip ettiği yöntemden yararlanılmıştır (2005: 117–127). 89 c. Tamlayan (Genitif) Ekleri Tamlayan ekleri yuvarlak ünlülerin ve damak n’sinin kullanıldığı biçimleriyle (- uñ, -üñ, -nuñ, -nüñ) yazılmıştır: seóóÀrenüñ (356) Şehüñ (486) àamüñ (518) senüñ (607) d. Đyelik Ekleri Birinci ve ikinci şahıs iyelik eklerinin yardımcı ünlüleri yuvarlak biçimleriyle yazılmıştır. Ancak müstensihin, Oğuz Türkçesinin devam eden etkisiyle kimi dar ünlü kullanım tercihi de dikkate alınmıştır: nigÀhumla (109) cismüñe (31) baòtum (275) miyÀnüñ (383) tenüm (57) iósÀnüñ (395) gözime (132) Üçüncü şahıs iyelik ekleri “-ı, -i, -sı, -si” şeklinde düz-dar olarak yazılmıştır: rÿòı (302) cÀdÿsı (231) úudÿmiyle (36) jÀlesi (122) üstine (149) e. Soru Eki Soru ekinin ünlüleri daima “-ı, -i” şeklinde düz-dar biçimiyle yazılmıştır: rÿó mıdur (224) cennet midür (224) óüsnüñ mi (382) 90 1.2. Fiil Çekim Ekleri a. Şahıs Ekleri Ek-fiilin geniş zaman çekiminde isme eklenen birinci tekil şahıs ekinin ünlüleri düz-geniş (-a, -e) ve dar-yuvarlak (-u, -ü) şeklinde yazılmıştır: maóremem (271) Àlüfteyüm (584) àamem (271) Àşüfteyüm (584) Birinci ve ikinci şahıs eklerinde, ünlülerin yuvarlak biçimleri kullanılmıştır: eyledüm (74) eylemişüm (580) idüm (86) olasun (390) olmışum (579) salmayasun (391) b. Bildirme Eki Bildirme eki her zaman yuvarlak ünlülerle kullanılmış ve ünsüz uyumuna riayet edilmeden “-dur, -dür” şeklinde yazılmıştır: dìdÀrıdur (32) seyyÀledür (209) õÀtıdur (35) èaşúdur (238) zìbdür (100) c. Kip Ekleri Geniş zaman ekleri metinde dar-yuvarlak (-ur, -ür) ve düz-geniş (-ar, -er) şeklinde yazılmıştır: yaúar (408) virür (243) ider (207) olurdı (303) ister (567) Görülen ve öğrenilen geçmiş zaman ekleri üçüncü şahsa bağlandığında düz-dar (-dı, -di; -mış, -miş) biçimleriyle ve ünsüz uyumu dikkate alınmadan dönemin imla 91 özelliklerine riayet edilerek yazılmıştır. Diğer haber kiplerinin yazımında ünlü ve ünsüz uyumlarına riayet edilmiştir: buldı (237) bulmış (215) gördi (195) olmışdı (56) olmış (60) itmişdi (59) Đstek kipinden sonra gelen ikinci ve üçüncü şahıs ekleri dar-yuvarlak (-sun, -sün) biçimiyle yazılmıştır: olasun (92) urmayasun (534) olmayasun (390) eyleyesün (455) salmayasun (391) -am, -em eki Eski Anadolu Türkçesinde en çok kullanılan birinci tekil şahıs ekidir (Ergin, 1993: 269). Bu ek; Osmanlı Türkçesinde, istek kipinin birinci tekil şahıs çekiminde varlığını sürdürmüştür: yazam (109) çekem (109) olam (608) eyleyem (106) Kip ve kişi eklerinin yazımı hususunda yukarıda ifade edilen tercihler ve metinde tespit edilen diğer çekimler aşağıdaki tabloda gösterilmiştir: Zaman I. Tekil II. Tekil III. Tekil I. Çoğul II. Çoğul III. Çoğul Ekleri Geniş Zaman _______ _________ virür ______ ________ oluruz Kipi ider Görülen _________ _______ ______ eyledüm buldı eylediler Geçmiş gördüm gördi itdiler Zaman Kipi Öğrenilen _________ _______ ______ ________ olmışum olmışdı Geçmiş eylemişüm bulmış Zaman Kipi yazam olasun ura _______ ______ ________ Đstek Kipi çekem salmayasun ide alsam _________ açsa _______ ______ ________ Şart Kipi edersem olmasa 92 1.3. Fiilimsi Ekleri -dık, -dik, -duk, -dük sıfat-fiil eki yuvarlak ünlüyle yazılmıştır: içdügi (140) -ıp, -ip, -up, -üp zarf-fiil eki yuvarlak ünlüyle ve b’li şeklinde yazılmıştır: alub (158) gösterüb (354) döşeyüb (160) yakub (361) eyleyüb (221) Zaman ifade eden -ınca, -ince, -unca, -ünce zarf-fiil eki düz ünlü biçimiyle yazılmıştır: olınca (313) idince (304) -ıcak, -icek eki fonksiyon bakımından -ınca, -ince, -unca, -ünce ekinden farksızdır (Ergin, 1993: 269). -ıcak, -icek eki, Eski Anadolu Türkçesinde yaygın olmakla birlikte Osmanlı Türkçesinde de bir müddet kullanılmıştır. Sözü edilen zarf-fiil ekine ait örnekler şunlardır: idicek (15) olıcak (163) eyleyicek (97) -madan, -meden zarf-fiili –madın, -medin şeklinde yazılmıştır: olmadın (407) eylemedin (62) 2. Kelimeler Metnin okunmasında Osmanlı Türkçesinin ses özelliklerine sadık kalınmış, müstensihin yazım tercihi dikkate alınarak kelimeler metnin yazıldığı dönemin imlasına uygun şekilde yazılmıştır. Günümüz Türkçesinde de yaygın olarak kullanılan bazı kelimeler şu şekilde gösterilmiştir: 93 ciğer ciger (317) değil degül (98) dedi didi (83) diğer diger (300) eğer eger (562) etmek itmek (41) etmeye etmege (24) eylemeye eylemege (26) için içün (41) pembe penbe (159) verdi virdi (255) vurmuş urmuş (86) Ünlü ile biten bir kelimeden sonra yine ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde vezin gereği ünlülerden biri düşürülmüş, ünlünün düştüğünü göstermek için kesme işareti kullanılmıştır: kéeyledi (47) kéoldı (382) kéahter (177) néola (46) II. Arapça ve Farsça Ek, Kelime ve Terkiplerin Yazımı Tenkitli metinlerin yayımı hususunda Đsmail Ünver’in “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Notlar” (2008: 1–46) makalesindeki görüşleri akademik çevreler tarafından genel referans kabul edilmiştir. Ünver, hem Farsça ön ek ve edatların hem de tekrarlanan iki kelime arasına gelen ek ve edatların kısa çizgiyle ayrı yazılmasını; sona gelen eklerin ve edatların ise bitişik yazılması gerektiğini savunur. Neşredilecek metinlerde imlâ birliğinin sağlaması için farklı görüşler de dile getirilmektedir.56 Arapça ve Farsça unsurların yazımında, Đsmail Ünver’in sözü edilen makalesinde dile getirilen 56 Bk. Avşar, 2008: 59–95 94 görüşler genel olarak dikkate alınmıştır. Bu unsurların yazımı hususunda şu usullere başvurulmuştur: 1. Ekler a. Farsça bütün ön ek ve edatlar, kendisinden sonra gelen kelimelerden kısa çizgi ile ayrılarak yazılmıştır: bÀ-òaber (490) hem-sÀye (127) ber-endÀz (370) nÀ-tüvÀn (83) bì-nevÀ (53) pür-hevÀ (72) der-kemìn (358) tÀ-key (455) b. Tekrarlanan iki kelime arasına gelen Farsça ek ve edatlar da kısa çizgi ile ayılmıştır: dÀà-be-belÀ (88) fenÀ-der-fenÀ (602) pey-be-pey (17) keş-me-keş (70) ser-be-ser (122) c. Farsça kelimelerin sonuna gelen son ek ve edatlar kısa çizgi ile ayılarak yazılmıştır: mest-Àne (212) endÿh-gìn (349) gül-bün (138) evc-gìr (93) bÀm-dÀd (503) gül-istÀn (479) tÀb-dih (3) derd-nÀk (248) siyeh-fÀm (372) nÀãıye-sÀy (608) cÀy-gÀh (185) çehre-sÀ (82) 2. Terkiplerin Yazımı a. Arapça terkipler şu şekilde yazılmıştır: èadìmüén-naôìr (191) büél-èaceb (77) 95 èaleél-infirÀd (50) fiél-meåel (77) keffüél-òaøìb (42) Àòirüél-emr (359) b. Lafza-i Celâl kelimesiyle birleşen isimlerin yazımında tercih edilen imlâ şu şekildedir: taóiyyatüéllahì (51) enbeteéllahü (620) eseduéllah (49) c. Farsça ön ekler ve orta ekler vasıtasıyla oluşturulan her türlü birleşik kelime veya terkipler kısa çizgi ile ayrılmıştır: feyø-peõìrÀ (12) pür-cilÀ (5) naèt-gÿy (25) ser-bÀòte (28) encümen-efrÿz (3) rek-be-rek (17) 3. Kelimelerin Yazımı a. Meséele, heyéet, neşée, meéÀb, yeés gibi kelimeler hemzeli; ancak dÀéim kelimesi müstensihin tercihi dikkate alınarak “dÀyim” şeklinde yazılmıştır meélÿfesi (504) heyéet (290) sÀéìli (611) dÀyim (124) meséele (588) b. ÁftÀb, ÀsmÀn, pÀdşÀh gibi kelimeler Türkçede kullanıldıkları biçimleriyle - araya ünlü getirilerek- yazılmıştır: ÀfitÀb (175) ÀsumÀn (384) pÀdişeh (481) òÀnümÀn (536) Ancak, Arapça ve Farsça kimi kelimeler Türkçenin içinde yaşayan şekliyle değil metinde geçen biçimleriyle yazılmıştır: peyemberle (31) seròïş (474) 96 sufre (160) òancer (543) àonçe (529) dìvÀr (183) c. Özel isimler büyük harfle yazılmıştır: Skender (34) BaàdÀdda (479) OåmÀn (48) Arisùo (586) èAlì (49) FelÀùÿn (586) èUùÀrid (187) d. Atıf vavı ayrı yazılmıştır: mÀh ü mihr (13) dest ü girìbÀn (63) zemìn ü zamÀn (43) gülzÀr ü bÀà (114) 97 III. Transkripsiyon Sistemi 1. Arap harfli eski alfabede bulunduğu halde, bugün kullandığımız Latin alfabesinde bulunmayan harf ve işaretler için, tenkitli basımı yapılan ilmî eserlerde kullanılan transkripsiyon işaretleri kullanılmıştır. Sözü edilen harf ve işaretler şu şekilde gösterilmiştir: HARF TRANSKRĐPSĐYON é اء æ å ث Ó ó ح Ò ò خ Õ õ ذ ä ã ص ś ø ë ê ض Ù ù ط Ô ô ظ è ع á à غ Ú ú ق  Ñ ñ Vasl hemzesi é 2. Arapça ve Farsça kökenli kelimelerdeki uzun ünlüler şöyle gösterilmiştir:  : Á À ß ÿ : و Ì ì : ئ 98 3. Farsçadaki “vÀv-ı maèdÿle” ile yazılan sözcükler şu şekilde gösterilmiştir: òºÀn, bì-òºÀb, zìb-òºÀn, òºÀbìdedür, òºÀce 4. Yazma nüshadaki metnin vezin ve anlam bakımından tamiri için yapılan zaruri ilaveler [ ] işaretiyle gösterilmiştir: çe[p] (273) [yoú] (505) [vech-i] (512) [b]ernÀ (613) 5. Yazma nüshada sayfa üstlerinde 2’den 37’ye kadar bulunan numaralar parantez içinde gösterilmiştir. Tenkitli metinlerdeki genel usule uyularak varaklar 2b’den 20a’ya kadar tekrar numaralandırılmıştır. 99 SONUÇ On birinci yüzyıla kadar uzanan mesnevi yazma geleneği, divan edebiyatında, geride bırakılan asırlar boyunca dil ve üslup açısından sürekli yenilenmiş ve bu alanda önemli ürünler ortaya konulmuştur. Bugün için yerini nesre terk etmiş olan mesneviler, divan şiirinin temel beslenme kaynaklarıyla yoğrularak sanat bakımından zengin içerik ve ustalıkla işlenmiş bir anlatım taşır. Modern estetiğin sanatsal perspektifiyle pek örtüşmeyen bu geleneksel tür, yazıldığı dönemin hayat ve tabiat anlayışını mübalağa ve hayal ekseninde, çoğu zaman muhayyel kişiler ve olaylar eşliğinde uzun uzadıya anlatır. Şâh u Dervîş mesnevileri çift kahramanlı aşk hikâyeleridir. On beşinci yüzyılda ilk kez Đranlı şair Hilâlî-i Çağatayî tarafından kaleme alınan bu mesnevi kolu edebiyatımızda rağbet görmemiştir. Bursalı Rahmî, Taşlıcalı Yahya Bey, Sinoplu Beyanî ve Edirneli Güftî’ye ait Şâh u Dervîş’ler kütüphanelerde mevcut olan eserlerdir. Đmam-zade Ahmed Đbn-i Mehmed ve Fuzûlî’ye ait oldukları söylenenler henüz bulunamamıştır. Bunların en bilineni Taşlıcalı Yahya Bey’e ait olandır. Hayatı hakkında çok az bilgi bulunan Edirneli Güftî, önemli himaye görmediği için müreffeh bir yaşamdan mahrum kalmış; bu durum onda karamsar ruh hali yaratmıştır. Eserlerine bedbin bir şair olarak yansıyan Güftî, manzum olarak yazdığı Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’sında şairleri mizahi üslubu aşacak şekilde hırçın bir ruh haliyle anlatmış, döneminden sıkça şikâyet etmiştir. Edirneli Güftî, Şâh u Dervîş mesnevisini 1650 yılında yazmıştır. Eser dokuz rubai ve altı yüz yirmi sekiz beyitten oluşan kısa bir mesnevidir. Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’da kendisini anlattığı kadarıyla tasavvufî anlayışa pek yakın durmayan şair, bu eserinde kurguyu tasavvufî bir eksen üzerinden yürütmüştür. Aşka getirilen yorumlar, mesnevinin muhtelif yerlerinde şair tarafından yapılan göndermeler bütünüyle tasavvufî çizgiyi yansıtmaktadır. Döneminin şairlerinden daha süslü, sanatlı ve ağır bir dil kullandığı konusunda ittifak edilen Güftî, Şâh u Dervîş’te bu anlayışa bağlı kalmıştır. Mesnevideki kimi uzun terkipleri anlayıp yorumlamak oldukça güçtür. Kalemine ve hayallerine sonsuz biçimde güvenen Güftî, yaşadığı dönemin meşhur şairlerinden sayıldığı halde ne yazık ki sonraki dönemlerde büsbütün 100 unutulmuştur. Şâh u Dervîş’in ortaya çıkarılıp incelenmesi, kendi döneminin kudretli şairlerinden kabul edilen Edirneli Güftî’ye iade-i itibar kabilinden sayılmalıdır. 101 III. BÖLÜM TRANSKRĐPSĐYONLU METĐN 102 ŞÁH U DERVÌŞ 2b (2) KitÀb-ı ŞÀh u Dervìş Güftì-i Edirnevì ĐbtidÀé-i Taómìd-i BÀrì ( Müfte’ilün / müfte’ilün / fÀ’ilün) ( – • • – / – • • – / – • – ) 1. Óamd-ı ÒudÀvend-i cihÀn Àferìn Zìver-i tebyìn-i beyÀn Àferìn 2. Ùaró-ı nev-efgende-i ibdÀè kün RÀst-ı berÀrende-i çarò-ı kühen 3. TÀb-dih-i rÿy-ı úamer-ùalèatÀn Encümen-efrÿz-ı perì-sìretÀn 4. Ol ki virüb meclis-i gerdÿna zìb Eyledi ibdÀè firÀz ü nişìb 5. SÀàar-ı òÿrşìd idüb pür-cilÀ Oldı şafaú bÀde-i şengerf-sÀ 6. Meclis-i gerdÿna virüb tÀb ü fer Eyledi ol bezme mehi cÀm-ı zer 7. äunèı olub lÀzıme-ÀrÀ-yı kevn Eyledi ibdÀè-ı heyÿlÀ-yı kevn 8. äunèı olub mübdiè-i feyø-i eåer Eyledi bir noúùada ùaró-ı ãuver 9. Fikr-i daúìú-i òıred-i nükte-úÀl Eyleme keyfiyyet-i õÀtun òayÀl 103 10. áarúa-i deryÀ-yı nedÀmet olur áavùa-òÿr-ı lücce-i óayret olur 11. Úaùre olub nÀzil-i deryÀ-yı jerf Terbiyyetiyle ola dür-i şigerf 12. Oldı bu nüh ùÀrem-i mìnÀ-esÀs Feyø-peõìrÀ-yı şeref-iútibÀs 13. Yaènì muóadded bu bisÀù-ı sipihr Oldı celì şaèşaèa-i mÀh ü mihr 14. Her gìce devr-i felek-i bì-åebÀt Oldı setr ü nüşre-i óÀdiåÀt 15. Cÿş idicek úulzüm-i mevvÀc-ı õÀt Oldı cihÀn àarúa-i baór-ı ãıfÀt 16. Alsa òıred ger úademinden òaber RÀh-ı taóayyürde ola bì-siper 17. Levóa-i èilmünde hüveydÀ úamu Pey-be-pey ü rek-be-rek ü mÿ-be-mÿ 18. äÿret-i esrÀr-ı zevÀyÀ-yı dil Nükte-i maòfì-i òabÀyÀ-yı dil 3a (3) 19. Açsa olur künh-i ãıfÀtunda per Mürà-i dile òÿn-ı tefekkür heder Der Naèt-ı Seyyidüél-EnÀm ve ÒiùÀb-ı BÀ-ÒÀme-i èAnberìn-erúÀm 20. Ey úalem-i nÀùıúa-bend-i òayÀl Vey ruò-ı maømÿna iden basù-ı òÀl 104 21. Eyle yine naàme-i òÿnìn-eåer BÀà-ı süòan tÀ ola şÀd-ı ebter 22. NÀzla mestÀne òırÀm it yine Mestì-i bì-bÀde vü cÀm it yine 23. Meygede-i èaşúda ol bÀde-nÿş Ol yine berhem-zen-i ãad èaúl u hÿş 24. Etmege åebt-i süòan-ı feyø-eåer Levóa-i mihri yine úıl pey-siper 25. Seyyid-i kevneyne olub naèt-gÿy Đtme nevÀ-sencì-i efsÀne-cÿy 26. Eylemege åebt-i medìó-i nebì śamm-ı midÀd eyle sevÀd-ı şebi 27. Her süóanı dil-keş ü sencìde úıl Noúùalarun merdümek-i dìde úıl 28. PÀy-i zì-ser sÀòte-i fikret ol Yaènì ki ser-bÀòte-i óayret ol 29. Terk-i ser it ic yine òÿn-ı derÿn èAşúa bu Àyìn ile úıl Àzmÿn 30. èAşú-ı celì şaèşaèaya maôhar ol Tìà-i melÀmetle kefìde-ser ol 31. Naèt-ı peyemberle olub naàme-sÀz Óayret ile cismüñe vir ihtizÀz 32. Ol ki cihÀn teşne-i dìdÀrıdur ÙÀlib-i gencìne-i ÀåÀrıdur 105 33. Ol şeh-i úudsì óarem ü küfr-sÿz Debdebe-i şÀnla idüb berÿz 34. Mevkib-i iúbÀl-i dil-i müşrikìn Oldı Skender-i òÿr-pehnÀ-yı dìn 35. ÕÀtıdur ol òusrev-i èÀlìcenÀb Rÿó-ı Úuds àÀşiye-dÀr-ı rikÀb 36. Oldı úudÿmiyle basìù-i zemìn Ùaène-zen-i sÀóa-i èarş-ı berìn 3b (4) 37. ÕÀtıdur ol mihr-i kerem-güsteri BÀriúa-i èÀlem peyàamberi 38. NÀmını yek-õerre iden istirÀú LÀ-büdd olur àarú-ı yemm-i iştiyÀú 39. Mihr-i hevÀsıyla zemìn gerd-òÀk Şevú-i benÀnıyla úamer sìne-çÀk 40. Òaste-i èaşú eylemiş ol rÿy-ı ãÀf Aúsa néola bìnì-i gülden ruèÀf 41. Vaãf-ı ruòun ger òıred-i nükte fÀl Đtmek içün zìver-i levó-i òayÀl 42. Deste alınca úalem-i nükte-zìb Desti olur nÿrla keffüél-òaøìb 43. Olmasa ger ol şeh-i úudsì-mekÀn èĐllet-i ibdÀè-ı zemìn ü zamÀn 44. Olur idi cümle ôuhÿrÀt hem Perde-nişìnÀn-ı àıùÀ-yı èadem 106 45. Eyledi ol şÀha sipihr-i dıjem Muúniè-i mihr ü mehi ferş-i úadem 46. BÀède’n-nebì Óaøret-i Bÿ-bekr-i pÀk Mihr-i fezÀyende-i rÿz-ı maàÀk 47. Hem daòi FÀrÿú-ı muèallÀ zemìn Kéeyledi teşyìd-i mebÀnì-i dìn 48. Hem daòi dÀmÀd-ı resÿl-ı kerìm Yaènì ki èOåmÀn-ı cenÀb-ı óalìm 49. Şems-i hüdÀ tÀbiè-i nÿr-ı celì Kim eseduéllah-ı muèaôôam èAlì 50. Hem daòi aãóÀb-ı nebì-yi cevÀd Álihì ve evlÀdih èaleél-infirÀd 51. Ola taóiyyat-ı Đlahì úarìn Nÿr-ı ãalÀt mütevÀlì rehìn Der BeyÀn-ı Sebeb-i Teélìf-i KitÀb ve Dìden-i ÒÀºb 52. Bir dem olub bu dil-i miónet-perest SÀkin-i peyàÿle-i şÀdì-şikest 53. Yaènì ki Güftì-i heves-ÀşinÀ Derd-keş ü àamzede-i bì-nevÀ 4a (5) 54. Farù-ı àam-ı èaşúla miónet-heves Beyhÿde ümmìd ü èadem-mültemes 55. áamze-i dilber gibi bì-tÀb-ı nÀz Çehre-i èÀşıú gibi òÀk-niyÀz 107 56. Mınùıúa-bend-i heves olmışdı dil Mürà-i óazìn-i úafes olmışdı dil 57. Çarò-ı denì-perver ü nÀ-aètemìd Eyledi lerzende tenüm hem-çü bìd 58. Bu dil-i bì-tÀb ü èadem-iltimÀs Eyleyüb Àòir heves-i bì-úıyÀs 59. Óarf-i ümìdi dil-i sevdÀ yezek Levóa-i amÀlden itmişdi óak 60. áonçe-i bÀà-ı dil-i Àteş-i nesìm Olmış idi sìneme bir dÀà-ı bìm 61. Olsa úaçan dìde-i úulzüm-niåÀr áavùa-òÿr-ı úaãd-ı tecellì-i yÀr 62. Eylemedin şÀhid-i baòta naôar Sìlì-i óayret ura müjgÀnlar 63. Dil àamıyla dest ü girìbÀn idi Tekye-zen-i bÀliş-i óırmÀn idi 64. Dìde sirişk-efgen-i óayret idi Nuòbe-ger dürr-i nedÀmet idi 65. Úaãr-ı òayÀle dil-i bì-iòtiyÀr Oldı bu Àyìn ile süllem-şümÀr 66. Çaròla min-baèd idüb Àştì Đtmeye úaãd-ı èalem-efrÀştì 67. Áòir olub gÿşe-nişìn-i ferÀà Urmaya óırmÀn ile cismüne dÀà 108 68. Olmaz ise şemè-i emel reh-nümÿn èÁşıúa bes şuèle-i dÀà-ı derÿn 69. Olmasa gül-i zìver-i destÀr ger èÁşıúa yetmez mi olan dÀà-ı ser 70. Olmaú içün bu dil-i şÀdì-güsil Keş-me-keş-i çaròdan Àsÿde-dil 71. Oldı çü şemè-i úamer efrÿòte Oldı bu Àteşle felek sÿòte 72. Dil bu taòayyülle olub pür-hevÀ Oldı o dem òºÀb-ı emel rÿ-nümÀ 4b (6) 73. Gördüm o dem bir çemen-i dil-firìb Devóa-i cennet gibi ãunè-ı àarìb 74. Geşt idüb eùrÀfı çü peyk-i naôar Eyledüm ol òıùùa-i pÀke güõer 75. Gördüm o dem àamdan idüb infikÀk Úaãr-ı Òavernaú gibi bir ùaró-ı pÀk 76. Úaãr velì àayret-i bÀà-ı behişt ÒÀk ü óadìm ü deri èanber-sirişt 77. Büél-èaceb ol àurfe-i èanber-vaóal Dìde-i şevú itse naôar fiél-meåel 78. äayúal-ı dìvÀr ü geç-i pür-çilÀ Nÿr-ı nigÀhı ide laàzìde-pÀ 79. MÀ-óaãal ol cÀy-ı ferÀó-güstere Yaènì ki ol kÀò-ı bülend-aòtere 109 80. Olmış idi bir ãanem-i ser-firÀz Zìver ü ÀrÀyìş-i bÀlìn-i nÀz 81. Veh-çi ãanem mÀh-ı sipihr-iótirÀm Veh-çi ãanem mihr-i åüreyyÀ-àullÀm 82. Gÿşe-i dÀmene men-i bì-nevÀ SÀye-ãıfat oldum o dem çehre-sÀ 83. NÀzla ol mÀh-ı tefaúúud-künÀn Didi eyÀ àam-zede-i nÀ-tüvÀn 84. BÀèiå-i iôhÀr-ı melÀlüñ nedür Eyle beyÀn ãÿret-i óÀlüñ nedür 85. Eyleyüb el-úıããa men-i àam-nijÀd Tuófe-i aóvÀlümi meclis-nihÀd 86. Dìdem olub miónet ü àamla çü nÀl Urmuş idüm pÀy-ı cünÿna şikÀl 87. Đtdi meni devr-i der-i kÿy-ı èaşú Ábla pÀyì-i teúÀpÿ-yi èaşú 88. Sìne olub dÀà-be-belÀ-yı dÀà Oldı baña èaşúla dÀà üsti bÀà 89. èÁşúla her dem olub Àşüfte-óÀl Mürà-i dili úayd-ı òazÀn itdi lÀl 90. Òandeden ol cevher-i ferd-i dehÀn Noúùa-i mevhÿmeyi itdi èayÀn 91. Didi niçün vaãf-ı perì peykerÀn Olmaya ÀrÀyìş-i levó-i beyÀn 110 5a (7) 92. Sen ki òuãÿãÀ olasun nükte-fen Ùabèuñ ola nÀdire-senc-i süòan 93. Mürg-i òayÀlüñ olıcaú evc-gìr Ola kemìn lÀnesi çarò-ı eåir 94. Bülbül-i ùabèuñ ger ola naàme-zen Nesò ola Àyìn-i nevÀ-yı kühen 95. ŞÀhid-i maènÀ-yı nezÀket-fezÀ Ùarz-ı nev ile ola cilve-nümÀ 96. Olsa úaçan kilk-i bedÀyiè meéÀl Çehre ùırazende-i bikr-i òayÀl 97. Eyleyicek nergis-i mestin raúam Şìfte-i àamzesi ola úalem 98. ŞÀhid-i maømÿnuñuñ ey nükte-kÀr CÀme-i zer-beftì degül müsteèÀr 99. Bikr-i òayÀlüñ ki füsÿn-sÀzdur Her süòan Àbisten-i iècÀzdur 100. ÒÀme ki zìb-i dür-i meşóÿn ola Ruúèa perì-òÀne-i maømÿn ola 101. Rÿy-ı èarÿs-ı süòan-ı dil-peõìr áÀliye vü àÀzeye olmaz esìr 102. Đtse raúam òÀmeñ olur bì-úuãÿr Maóşer-i ervÀó-ı maèÀnì-suùÿr 111 103. Oldı mükedder bu dil-i pür-mióen NÀãıye-fersÀ-yı óarìm-i veşen 104. Kéey gül-i nev-òÀste-i èizz ü nÀz Eyleye Óaú cÀme-i èömrüñ dırÀz 105. ÒÀk-i rehüñ eyleye Óaú dÀyimÀ Nÿr-peõìrÀ-yı dü çeşm-i ãabÀ 106. Eyleyem Àheng-i süòan-güsteri ÔÀhir ola úuvvet-i naôm-Àveri 107. Eyleyem ıùlaú-ı èinÀn-ı süòan Raòş-ı òayÀlüm ola tÀ úaùre-zen 108. Nÿş úılub her gìce devr-i çerÀà Şemè-i fürÿzende ola dilde dÀà 109. Òÿn-ı sirişkümle yazam evvelin Nÿr-ı nigÀhumla çekem cedvelin Der MünÀcÀt-ı BÀrì èAzze ve Đsmuhu 110. Eyle ĐlÀhì bu sitem-perveri Yaènì ki Güftì-i sitem-güsteri 5b (8) 111. Neşée-i èaşú-ı ezelìden òabìr Reşk-i yemm-i jerf ola tÀ kim àadìr 112. TÀ ola lüùfuñla mis-i bì-eåer Feyø-peõìrende-i iksìr-i zer 113. èAşú-ı bütÀnı dile Àyìne úıl Sırr-ı àama sìnemi gencìne úıl 112 114. Sìnemi úıl dÀà-be-belÀ-yı dÀà TÀ kim ola àayret-i gül-zÀr ü bÀà 115. BÀde-i èaşúa dilümi eyle cÀm TÀ ola àalùìde-i nÿr-ı müdÀm 116. èAks-i meyi tÀb-dih-i dìde úıl ŞÀò-ı gül-i òasreti bÀlìde úıl 117. Eyle bu dÀà-ı dilümi dÀyimÀ Şemè-i fürÿzende-i bezm-i ãafÀ 118. äun dile bir cÀm-ı kevÀkib-feşÀn Raòş-ı òayÀlüm ola Àteş-èinÀn 119. Eyle bu nev-şÀhid-i õìbendeyi Yaènì ki bu bÀà-ı firìbendeyi 120. CÀme-i ièzÀz ile úıl ser-bülend Naàme-i taósìn ile it ercümend 121. Bu gül-i şÀd-Àb ü leùÀfet-nümÿn Dest-i òazÀndan ola yÀ RÀb maãÿn 122. JÀlesi olsun o gülüñ ser-be-ser Nÿr-ı nigÀh-ı dil-i ehl-i naôar 123. Ola ĐlÀhì bu èarÿs-ı kelÀm Zìb-dih-i òacle-geh-i òaã u èÀm 124. Devlet-i óüsni bula dÀyim kemÀl Đtmeye nÀ-maóreme èarø-ı cemÀl 125. Bikr-i òayÀl-i dil-i muèciz-penÀh Gevher-i hikmetle mükellel-i külÀh 113 126. Olsa néola óüsnle mihr iştihÀr CÀme-i zer-tÀrì degül müsteèÀr 127. Göñlümi hem-sÀye-i pervÀne it Zülf-i temennÀ-yı dili şÀne it 128. Eyle dili silsile-i èaşúa bend TÀ ola ÀvÀze-i èaşúı bülend 129. Eyle reh-i èaşúda pÿyÀn beni Şìfte-i çÀk-i girìbÀn beni 130. Laòlaòa-i derd-i muóabbetle tÀ Ola meşÀm-ı dil-i óasret-nevÀ 6a (9) 131. DÀà-nih-i sìne-i müşg-i Òoten ÒÀne ber-endÀz-ı nesìm-i çemen 132. Şuèle-i meyle gözime nÿr vir Óall-i hezÀr-uúde-i mestÿr vir 133. DÀà-ı àamı zìb-dih-i sìne úıl Gülleri èaks-efgen-i Àyìne úıl 134. TÀ ola mürg-i dil-i àam-ÀzmÀ Naàme-i óasret-zen ü òÿnìn-nevÀ Der BeyÀn-ı Şürÿè Kerden-i KitÀb 135. Mürg-i òayÀl-i dil-i muèciz-nevÀ Böyle olur nÀùıúa-bend-i edÀ 136. Gevher-i elfÀôa viren zìb-i tÀm Đtdi bu Àyìn ile basù-ı niôÀm 114 137. èAhd-ı úadìm içre olub müstedÀm Var idi bir ŞÀh-ı æüreyyÀ-àulÀm 138. Gül-bün-i iúbÀli olub ser-bülend Olmadı bir àonçe ile ercümend 139. SÀàar-ı ser-şÀr-ı emel muttaãıl Olmış idi gerçi ki Ànda güsil 140. Đçdügi cÀm-ı mey laèlüne renk Olur idi ol sebeb ile şereng 141. Bu àam ü endÿhla bì-òºÀb idi Pireheni vÀãıl-ı mehtÀb idi 142. Olmış idi bu àam ile bì-mirÀ èÖmr-i telef-sÀz “leèalle ve èasÀ” 143. Olmış idi bu àam ile lÀ-cerem Òaùù-ı ümmìd-i dil-i zÀr-ı behem 144. Oldı bu endìşe ile mÀ-óaãal Nice gün şÀò-ı dıraòt-ı emel 145. TÀ ola èahdında süòan-güsterÀn Yaènì óakìmÀn-ı bedÀyiè-resÀn 146. Şuúúa ber-efraşte-i sÿy-ı felek èÁzim-i siyyÀhì-i rÿy-ı felek 147. TÀ ola mı şÀh-ı sipihr-iótişÀm Devlet-i ferzendle şìrìn-kÀm 148. Oldı çü óükm-i Şeh-i úudsì medÀr Ol nesk üzre çü celì èitibÀr 115 6b (10) 149. Đtdi o úudsì raúamÀn-ı úadem Noúùa-i mìm üstine ùaró-ı raúam 150. Bend idüb her biri cÀme nitÀú Đtdiler Àòir bu söze ittifÀú 151. Kim ola şÀò-ı gül-i iúbÀl-i ŞÀh Bir gülle àayret-i òÿrşìd ü mÀh 152. Naòl-i vücÿd-ı Şeh-i gerdÿn-medÀr Ola berÿmend-i şeref-yÀb-ı BÀr 153. Áyìne-i baòt-ı Şeh-i nükte-fÀl Ola cilÀ-dÀde-i tÀb-ı CemÀl Der BeyÀn-ı Ùaró-ı Sÿr Nümÿden-i PÀdişÀh 154. NÀdire-sencÀn-ı nevÀ-yı kühen Böyle olur naàme-fezÀ-yı süòan 155. Áòirüél-emr ol Şeh-i gerdÿn-àulÀm LÀzıme-i sÿra idüb ihtimÀm 156. Sÿr içün oldı be-ãad inbisÀù Her ùarafa ceşn-figende besÀù 157. MeşèÀle-i mÀhı yaúub rÿzgÀr Eyledi bezm-i feleki tÀb-dÀr 158. Zühre alub destine çengiñ o dem Geldi hemìn raúsa sipihr-i dıjem 159. Penbe ile gülleri dest-i ãabÀ Eyledi dÀà-ı dil-i saúf-ı semÀ 116 160. Sufre-i mihri döşeyüb nÀgehÀn Úurã-ı mihri itdi felek zìb-i òºÀn 161. Meclis-i gerdÿna virüb tÀb ü fer Başladı devr eylemege cÀm-ı zer 162. Oldı nigÿn cÀm-ı hilÀl-i semÀ Düşse néola úaùreleri cÀ-be-cÀ 163. SÀàar-ı èişret olıcaú cilve-ger Yaúdı felek sìnesine dÀàlar 164. MÀ-óaãal ol sÿr içün rÿzgÀr NÀfe-i müşgin açub itdi nişÀr 165. Virdi nişÀn şevher-i çarò-ı berìn Leylì-i gerdÿna zer-engüşterìn 166. Eyledi teslìm o dem keh-keşÀn Mınùıúa-i zirre muraããa-nişÀn 7a (11) 167. Germ olıcaú şevúle ol encümen Rişte-i lülüsini virdi peren 168. Eylediler ŞÀha be-ãad iòtiãÀã Òacle-geh-i bikr-i temennÀ-yı òÀã 169. Oldı çü Àmìòte şìr ü şeker Áb dil-i Àteşì itdi maúar 170. Eyledi ôÀhir yine Rabb-ı muèìn Berg-i gül-i terden èayÀn yÀsemìn 117 171. Geldi mizÀcına meger inóirÀf Oldı çekÀn bìnì-i gülden ruèÀf 172. Olsa güher-pÀş-ı seóÀb-ı şeref Úaùre-i dürr ola çekÀn-ı sadef 173. Olsa úaçan úaùre-feşÀn ebr-i ôıll Pür-güher-i feyø ola dÀmÀn-ı tell 174. Gül-bün-i óüsn oldı be-feyø-i ÒudÀ Yaènì ki Àbisten-i verd-i ãafÀ 175. Mihr-i celì şaèşaèa-i óüsn-i tÀb Oldı meger óÀmile-i ÀfitÀb 176. MÀder-i çarò oldı çü zÀyende-fÀl Ùıfl-ı òÿr itdi yine èarø-ı cemÀl 177. ÚÀbile-i mÀhdan irdi nevìd Kéaòter-i burc-ı şeref oldı pedìd 178. Devóa-i iúbÀle ol nev-res nihÀl Oldı çü peyveste-i evc-i kemÀl 179. ŞÀh-ı felek úadr ü kerem-güsteri Yaènì o ferzend-i bülend-Àòteri 180. Kesb-i èulÿm itmek içün bì-mirÀ Virdi bir üstÀda kéola reh-nümÀ 181. äaón-ı debistÀnüñ o tÀb-èiõÀr Her ùarafın eyledi firdevs-zÀr 182. Eyledi ol èarıø-ı òÿrşìd-fer Pehn-i debistÀnı çü lebrìz-i òÿr 118 183. Keåret-i neôôÀreden Ànda meger äayúal-ı dìvÀr idi nÿr-ı naôar 184. Olmış idi her ùaraf èuşşÀú-ı zÀr áarúa-i deryÀ-yı tecellì-i yÀr 185. Keåret-i neôôÀreden ol cÀy-gÀh Farú olınmazdı çü nÿr-ı nigÀh 7b (12) 186. LÀyıú idi itse o òÿrşìd-fer Pey-siper-i cÀmesini levó-i òÿr 187. Kilk-i èUùÀrid aña teslìm idi MÀh aña zer-levóa-i taèlìm idi Der BeyÀn-ı AóvÀl-i Dervìş 188. Nükte-serÀyÀn-ı belÀàat-raúam Böyle olur zìb-i ùırÀz-ı úalem 189. Zemzeme-sÀzÀn-ı óadìå-i kühen BÀre-i taèrìfi idüb úaùre-zen 190. SÀbıúa-gÿyÀn-ı sipihr-i dıjem Eyledi bu merkeze vaøè-ı úadem 191. èAhd-ı úadìm içre èadìmüén-naôìr Var idi bir rind-i nezÀket-debìr 192. Nükte-şinÀsende-i devrÀn idi Kesb-i maèÀrifde şitÀbÀn idi 193. NÀmla Dervìş-i muóabbet-úarìn Sÿd ü ziyÀn-dìde-i çarò-ı berìn 119 194. Bir gün o ãaóib-dil ü pÀkìze-òÿ Eyler iken her ùarafı cüst ü cÿ 195. Gördi ki bir ùaró-ı pesendìdedür Òışt-ı deri merdümek-i dìdedür 196. Oldı idüb farù-ı taóayyürle Àh Tekye-zen-i nÿr-ı èaãÀ-yı nigÀh 197. Diúúat ile eyleyüb ol dem naôar Gördi ki bir mekteb-i ferruò-eåer 198. Gördi müşaòòaã idüb ol dem nigÀh äaf-zede olmış niçe pervìn-i mÀh 199. Lìk biri cümleden olmış ferÀz Naòl-i úadd-i zìb-i òıyabÀn-ı nÀz 200. Gerçi niçe gül-bün-i õìbende var Lìk o gülde eåer-i òande var 201. Bir ruò-ı tÀbende-i òÿrşìd-fer Dìde-i şevú eylese neôôÀre ger 202. Ola giriftÀr-ı ruò hemçü mÀh Eylemeye dìdeye èavdet nigÀh 203. Olmada ol mertebe neôôÀre-zÀr Nÿr-ı nigÀh ile o tÀb-ı èiõÀr 8a (13) 204. Fiél-meåel olmış o ruò-ı Àteşìn Şebnem ile pür-gül-i behcet úarìn 205. TÀb-dih-i levóa-i rÿy çü mÀh äanma ola noúùa-i òÀl-i siyÀh 120 206. Úalmış olub óayret ile bì-úarÀr Merdümek-i dìde-i èuşşÀú-ı zÀr 207. YÀòÿd ider bir Óabeşì rÿ-siyÀh Çeşme-i òÿrşìdde her dem şinÀh 208. Levóa-i mihre ser-i kilk-i úaøÀ Úoydı meger noúùa-i óayret-fezÀ 209. ÙÀb-ı ruòı şuèle-i seyyÀledür èÁrıøı dÀà-ı dil-i ãad lÀledür 210. Heyéet-i ebrÿsını itmiş ÒudÀ Gÿşe-i miórÀb-ı niyÀz u duèÀ 211. áamzesi efsÿn-ger-i cÀdÿ-firìb Her nigehi óavãala-sÿz-ı şikìb 212. NÀzla mestÀne òırÀm itse ger Maóşer-i Àşÿb ola reh-güõer 213. Görse eger tÀb-ı ruòun cÀm-ı mey Sìne-i ãaóbÀya ura dÀà u key 214. Rÿy-ı èaraú-pÀş-ı büt-i mÀh-çihr Olsa eger tÀb-dih-i çeşm-i mihr 215. Dirdi ki bulmış ne èaceb Àb ü tÀb Dürr-i perenle ser-i silk-i şihÀb 216. Olsa muúÀbil o ruò-ı pÀke ger áonçe-i taãvìr bula tÀb ü fer 217. Gülşene èarø itse ider ùalèatı Gülleri àarú-ı èaraú-ı òacleti 121 218. Ola nigÀh itse ruò-ı yÀre ger Güm-şüde-i nÿr-ı tecellì-naôar 219. Mürà-i dil-i èÀşıú-ı şÿrìde-óÀl Oldı giriftÀr-ı kemend-i celÀl 220. Oldı çebìn-sÀye teh-i lÀy-ı èaşú Aldı Àyaúdan Ànı ãahbÀ-yı èaşú 221. Eyleyüb endìşe-i mÿy-miyÀn Maóv-ı vücÿd itdi çü mìm-dehÀn 222. Oldı o Dervìş-i melÀmet-eåer èÁşıú-ı Şeh-zÀde-i èÀlì-güher 8b (14) 223. Didi ki yÀ Rab bu füsÿn-sÀz-ı nÀz Áteş-i ruòsÀresi èÀlem-güdÀz 224. Rÿó mıdur peyker-i behcet midür Đns midür òÿrì-i cennet midür 225. Úad mi bu yÀ naòl-i dil-ÀrÀ mıdur Fitne-i nev-òìz-i temennÀ mıdur 226. Gözleri mey-òÀne-i nÀz ü niyÀz áamzeleri sÀúì-i nìreng-sÀz 227. áamze degül fitne-i mestÿrdur Her nigeh Àbisten-i ãad şÿrdur 228. Çeşmi siyeh-mest-i raóìú-firìb CÀõibe-i óüsnle ãunè-ı àarìb 229. HeyéÀt-ı ebrÿları müşgìn-kemÀn NÀvek-i tìre [müjesi] cÀn-sitÀn 122 230. Çeşm degül fitne-i òºÀbìdedür Silsile-i ùurresi pìçìdedür 231. Levóa-i ruòsÀrı gül-i mÀh-ı zìb Nergis-i cÀdÿsı melÀéik-firìb 232. Úanúı sipihrüñ meh-i tÀbÀnıdur Úanúı riyÀøüñ gül-i òandÀnıdur 233. MÀ-óaãal ol èÀşıú-ı rÿy-nigÿ Böyle iderdi àam ile güft ü gÿ RUBÁèÌ 234. Ey sürme-i çeşme-mihr olan òÀk-i rehi ÜftÀde-i naòl-i úÀmetüñ serv-i sehì Men òÀke düşerse feyø-i iksìr eyler Kemter-i nigeh gÿşe-i çeşmi siyehi Ameden-i Dervìş Be-Mekteb-i ŞÀh ve Óasret-Àlÿd Reften 235. Eyledi Dervìş-i muóabbet-nigÀh Böyle diyüb èavdet-i ÀrÀm-gÀh 236. Óasret ile gitdi o mihnet-neverd Úaldı nigeh şöyle serÀsìme-gerd 237. Zìver-i èaşú ile çü buldı şeref Eyledi èaúl u òıredi ber-ùaraf 238. èAşúdur ol neşve-i sırr-ı celì Nüsòa-i èaşú-ı ezelüñ mücmeli 9a (15) 239. èAşúdur ol feyø-i ÒudÀ-yı èalìm äayúalì-i úalb-i ãaóìó ü saúìm 123 240. èAşúdur ol pertev-i envÀr-ı õÀt Maôhar-ı keyfiyyet-i õÀt ü ãıfÀt 241. èAşúdur ol neşée-i cÀm-ı şarÀb èAşúdur ol nüsòa-i ümmüél-kitÀb 242. èAşú-ı ezel úılmasa hergiz eåer Olmaz idi cÀm-ı felek cilve-ger Ameden-i Dervìş Be-Mekteb ve Rÿy Ùaleb Nümÿden 243. Nükte-serÀyÀn-ı dürrer-irtisÀm Böyle virür dürr-i kelÀma niôÀm 244. èAşúla Dervìş-i muóabbet-meniş Sìlì-i óasretle görüb serzeniş 245. èAşú ile hem-vÀre bulub pìç ü tÀb Şaòã-ı cünÿn ile iderdi cevÀb 246. èAşúla Àşüfte-òayÀl-i hevÀ èAúl ile bì-gÀne rev-i ibtilÀ 247. Şìfte-dil-i èÀşıú-ı miónet-heves Dil-şüde-i naòl-i úad-i tÀze-res 248. Òancer-i hicr ile olan sìne-çÀk DÀà-ı àam ü miónet ile derd-nÀk 249. LÀle gibi dÀà-be-dil dìde-òÿn èAşú-ùaleb sÀàar-ı èişret-nigÿn 250. MÀyil-i naòl-i úad-i mevzÿn-ı yÀr BÀd gibi èaşúla bì-iòtiyÀr 124 251. Beste-i zencìr-i füsÿn-ı nigÀh Şìfte-i piçiş-i zülf-i siyÀh 252. Küşte-i tìà-i nigeh-i òışm-ı yÀr Beste-dil-i ùurre-i èanber-niåÀr 253. Gelse òayÀl-i ruò-ı dÀniş-güsil Olur idi secde-geh-i dìde dil 254. Şìve-i reftÀrı ile pÀy-mÀl Fikret-i gìsÿyla Àşüfte-óÀl 255. Ceõbe-i èaşú itdi çü bì-iòtiyÀr Virdi bu kÀr üstine Àòir úarÀr 256. Saèy-i reh-i èaşúda muúaddem ola NÀãıye-fersÀ-yı muèallem ola 9b (16) 257. Ánuñ ile neyl-i şeref eyleye VÀsıùa-i meyl-i şeref eyleye 258. èAşúla Àòir ola ùıfl-ı sebaú Úaùre-i eşkün ide zìb-i varaú 259. CÀõibe-i èaşú olıcaú cilve-gìr èAúl u òıred eyleye selb-i eåìr 260. Ùaraf-ı debistÀna muóaããal tamÀm Đtdi hemÀn èaùf-ı èinÀn-ı merÀm 261. Mekteb-i Şeh-zÀdeye Dervìş-i zÀr Vardı olub èaşúla Àşüfte-kÀr 262. Gördi muèallim Ànı Àşüfte-óÀl Açdı telaùùufla zebÀn-ı sÿéÀl 125 263. Didi eyÀ èÀrif-i òïş-õÀt-ı èaşú RÀm-şev-i dÀm-ı mülÀúÀt-ı èaşú 264. Dìde-i óayretden olan úaùre-pÀş NÀhun-ı hicrÀn ile òÀùır-òırÀş 265. Rişte be-pÀ-zÀde o mürà-i heves Áhla Àteş-zen-i künc-i úafes 266. NÀyire-i óasret ile sìne germ Mest-i mey-i sÀàar-ı Àzerm ü şerm 267. Sÿòte-i Àteş-i ruòsÀr-ı yÀr Yaènì ki pervÀne-i şemè-i èiõÀr 268. Fikr-i leb-i dilber ile şuèle-nÿş èÁşıú-ı pür-óayret ü óikmet-niyÿş 269. Eyle beyÀn naúş-ı sevÀduñ nedür Maènì-i maømÿn-ı murÀduñ nedür 270. Didi eyÀ òºÀce-i dÀniş-pijÿh Vey èilm-efrÀz-ı maèÀlì-şükÿh 271. Şìfte-i miónet-i derd-i àamem Meclis-i òÀã-ı eleme maóremem 272. Her dem olur ol nigeh-i fitne-òìz Zaòm-ı dile sÿteş-i elmÀs-rìz 273. Naúş-ı çe[p] endÀzì-i gerdÿn-ı dÿn Eyledi óırmÀn-ı dilüm Àzmÿn 274. Alsam ele sÀàar-ı èişret-sigÀl Eyleye işkeste-i seng-i melÀl 126 275. Dÿnì-i baòtum o úadar kim eger Ùarf-ı gül-istÀna edersem naôar 10a (17) 276. BÀàdaki her gül-i behcet-nümÿn Òÿn-ı sirişkümle ola àarú-ı òÿn RUBÁèÌ 277. Ey münşì-i tabè u naúş-pìrÀ-yı øamìr Olma àalaù-ÀrÀ-yı rüsÿm-ı tedbìr Olmaz raúam-ı baòtı sefìd ehl-i dilüñ Ger levóa-i ÀfitÀba itseñ taórìr Ruòãat YÀften-i Dervìş-i Taèallüm-rÀ Ez-Muèallim-i Mekteb 278. Yaènì bu şehr içre bu miónet-naãìb Mıãraè-ı taømìn gibi düşdüm àarìb 279. Baòt-ı remìde-i èalem-efrÀz-ı èaşú Dil-şüde-i àamze-i àammÀz-ı èaşú 280. BÀà-ı ümìd-i dil-i óasret nedìm Áhum ile olmada Àteş nesìm 281. Dìde-i baòt-ı dil-i miónet-füzÿn Oldı o deñlü àamla àarú-ı òÿn 282. Her nereye kim ãala tÀb-ı naôar Eyleye deryÀ-çe-i òÿn çeşm-i ter 283. Bì-òıred-i óÀlet-i èaşú u cünÿn èÁşıú-ı miónet-keş u àam-Àzmÿn 284. èĐlmden olmaàa bu dem behre-yÀb Oldı òıred ùÀlib-i feyø-i òiùÀb 127 285. Oldı çü üstÀd-ı maèÀnì naãìb Gÿş-güõÀr-ı naàamÀt-ı àarìb 286. Oldı rıøÀ-dÀde-i úayd-ı ùaleb ÒºÀce-i Şeh-zÀde-i èÀlì-óaseb 287. Gördi çü Dervìş-i felÀket-nüvìd Áyìne-i baòta rÿy-ı ümìd 288. Levóa-i taèlìme idüb ibtidÀ Şekl-i elif oldı úaçan rÿ-nümÀ 289. Didi bu naòl-i úad-i mevzÿnıdur Dìde Ànuñ vÀlih ü meftÿnıdur 290. Şekl-i elif mi úad-i dil-cÿ mıdur RÀ mı bu [yÀ] heyéet-i ebrÿ mıdur 291. Dal mı bu úÀmet-i èÀşıú mıdur RÀbıùa-i èaşúa muvÀfıú mıdur 10b (18) 292. Bir niçe dem èÀşıú-ı bì-iòtiyÀr Đtdi bu üslÿbla anda úarÀr 293. ÒºÀce baúub bir dem o üftÀdeye Eyledi şÀkird Ànı Şeh-zÀdeye 294. èAşú ki bir dilde ola cÀy-gìr Eyleye bÀzìçe-i ùıfl-Àne pìr 295. PÀdişehi èaşú ider geh gedÀ GÀh gedÀyı şeh-i úuds-i aèlÀ 296. èAşúdur Àyìne-i esrÀr hem èAşúdur el-úıããa óudÿå u úıdem 128 297. Nefy-i óudÿå itmez idi ehl-i èaşú Cevher-i õÀt olmasa ger aãl-ı èaşú 298. èAşúdur ehl-i dile mièrÀc-ı rÿó Zìver-i dìbÀce-i aãl-ı fütÿó 299. èAşúdur ãavb-ı HüdÀya sübül Cevhere-i mÀdde-i aãl-ı kül 300. Ceõbe-i èaşú èÀúili mecnÿn ider ÓÀlini hem-vÀre diger-gÿn ider 301. Eyledi Şeh-zÀde-i behcet-nişÀn Dersini Dervìşe ser-À-ser beyÀn 302. Düşse úaçan èaús-i rÿòı ãafóaya Reşk ide òÿrşìd o ser-levóaya 303. TÀbiş-i rÿyıyla olub tÀb-nÀk èAşúla olurdı varaú sìne-çÀk 304. Levóa-i taèlìme idince naôar Maóşer-i ervÀó-ı maèÀnì ider 305. áamzesi bir òancer-i dil-dÿzdur èÁrıøı bir şemè-i şeb-efrÿzdur 306. Heyéet-i ebrÿsı kemÀn-ı fiten Her nigehi nÀvek-i òÀrÀ şiken 307. Olmış o ruòsÀr-ı leùÀfet-úarìn BÀàçe-i óüsne gül-i Àteşìn 308. Tengdür ol mertebe mìm-dehÀn Olsa òıred ùÀlib-i feyø-i beyÀn 129 309. Ola dil zÀr ü èadem-mültemes Güm-şüde-i óayret ü èaşú u heves 310. Çeşmi o Àhÿ-yı füsÿn-sÀzdur áamzesi Àmìòte-i nÀzdur 11a (19) 311. Eyler iken ŞÀha o miskìn-nigÀh Đrdi çü feròunde-dem-i cÀşt-gÀh 312. Cümle-i şÀkird èaleél-infirÀd Oldı çü destÿrla ol demde şÀd 313. MÀh-ı felek-tÀb olınca revÀn Buldı şikest encümen-i aòterÀn 314. LÀ-büdd olur mihre irince zevÀl Õerreler idbÀrla ber-geşte óÀl 315. Olmasa gülşende úaçan verd-i ter Çehre-i gülşen bula mı tÀb ü fer 316. Gitti çü Şeh-zÀde-i èÀlì-tebÀr Úaldı hemìn derdle Dervìş-i zÀr 317. Didi ki bu gerdiş-i vÀrÿn nedür Tìà-i melÀmetle ciger-òÿn nedür 318. Õevú ile ger bir dem ide muàtenem Biñ àam u óırmÀn ile eyler behem 319. Bir güli kim zìver-i destÀr ider Eyleye yüz dÀà-ı nedÀmet be-ser 130 RUBÁèÌ 320. Ey baòt nedür bu nÀziş-i gÿn-À-gÿn Ehl-i dil olur mı renc-i òºÀhişle zebÿn Peyàÿle-i àamda şemè-i tÀbende yeter BìmÀr-ı melÀle şuèle-i dÀà-ı derÿn TETĐMME 321. Eyler idi èaşúla ùurmaz cevÀb Yaènì heyÿlÀ-yı òayÀle òiùÀb 322. Naòl-i úaddi ey èalem-efrÀz-ı nÀz TÀb-ı ruòı Àteş-i èÀlem-güdÀz 323. SÀye-i lüùfuñla idüb ser-bülend Eyle bu òÀk-i úademüñ ercümend RUBÁèÌ 324. Ey şÿò-ı cihÀn àamze-i evbÀşuñ içün Tìà-i müje-i dü-çeşm-i òÿn-pÀşuñ içün Mecrÿó-ı nigÀh-ı bì-amÀnuñdur dil Úıyma men-i òÿn-girifteye bÀşuñ içün 11b (20) Ámeden-i ŞÀh Ez-ÇÀşt Be-Mekteb ve Ágeh Şuden-i Muèallim Ez-èAşú-ı Dervìş 325. Eyler iken böyle fiàÀn ü enìn Yaènì ki Dervìş-i melÀmet-rehin 326. MÀh-ı celì şaèşaèa-i tÀb-sÿz Maùlaè-ı òÿrşìdden itdi berÿz 327. Eyledi Şeh-zÀde-i èÀlì-himem Dìde-i Dervìşe çü vaøè-ı úadem 131 328. Geldi ten-i Àşıú-ı bì-tÀba cÀn Eyledi èavdet yine rÿó-ı revÀn 329. èAks-i ruòıyla yine ol dil-sitÀn Her ùarafı eyledi Yÿsuf-sitÀn 330. Mekteb içünde yine oldı pedìd ŞÀò-ı gül-i tÀze-i behcet-nevìd 331. Oldı o nev-àonçe-i sìr-Àb-ı gül Tekye-zen-i bÀliş-i mehtÀb-ı gül 332. Đtdi debistÀnı o behcet-penÀh TÀbiş-i ruòsÀr ile lebrìz-i mÀh 333. Oldı yine óüsnle ol meh-liúÀ èÁşıú-ı bì-tÀbına óayret-fezÀ 334. ÓÀãılı Dervìş-i melÀmet-eåer Eyler idi ŞÀha nihÀnì naôar 335. Belki idüb Àteş-i óasretle Àh Eyler idi rÿy-ı sipihri siyÀh 336. Ger eåer-i bÀdla zülf-i siyeh Olsa ger üftÀde-i rÿy çü meh 337. Dirdi ki eyvÀh siyÀhì-i şeb Oldı giriftÀrì-i mÀha sebeb 338. Óayf ki zengì-i şeb-i tünd-òÿ Çeşme-i mihr içre ider şüst ü şÿ 339. Böyle diyüb eyler idi bì-gürìz DÀmen-i müjgÀnını òÿn-Àbe-rìz 132 340. Hic ola mı èaşúı beyÀn itmemek Laòlaòa-i müşgi èayÀn itmemek 341. Geçdi bunuñ üstine bir niçe dem èAşúla Dervìş olub müttehem 342. ÒºÀce-i dÀnÀ-yı pesendìde-kÀr Oldı bu aóvÀle daúayıú-şümÀr 12a (21) 343. Áteş-i èaşú-ı àam-ı Şeh-zÀdeden Yaènì ki dil-sÿzì-i ol bÀdeden 344. Gÿne-i Dervìş-i belÀ-güsteri èAşúla gördi çü zer-i Caèferì 345. Bildi ki nev-res o büt-i meh-veşüñ TÀze nihÀl ol ãanem-i dil-keşüñ 346. èÁşıú-ı bì-tÀb ü hevÀ-dÀrıdur Òaste-dil-i nergis-i bì-mÀrıdur 347. Eyledi Şeh-zÀde-i Àlem-penÀh CÀnib-i Dervìşe àaøabla nigÀh 348. ÓÀlet-i èaşúın bilüb ol dil-sitÀn Eylemege başladı òışm-i nihÀn 349. NÀliş-i bülbül idüb endÿh-gìn Gül yine èarø eyledi çìn-i çebìn 350. Bildi ki ol Àhÿ-yı müşgìn-kemend Zülfüne olmışdur ol ÀvÀre bend, 133 Ágeh Şuden-i ŞÀh Ez-èAşú-ı Dervìş ve Òışm Nümÿden ve SeyÀóat Fermÿden 351. ÒÀme-i óasret-menişÀn-ı cihÀn Eyledi bu nükteyi zìb ü beyÀn 352. ÓÀlet-i èaşú u àam-ı Dervìşden Yaènì ki ol èÀşıú-ı dil-rìşden 353. Oldı òaber-yÀb Şeh-i kÀm-rÀn Đtdi yine şìveye èaùf-ı èinÀn 354. Gösterüb ebrÿları çìn-i àaøab Úatl-ı dil-i èÀşıúa ãormaz sebeb 355. áamze-i pür-fitnesin ol meh-liúa Đtdi yine germ èinÀn-ı cefÀ 356. áamzesi ol gözleri seóóÀrenüñ Sìnesini èÀşıú-ı ÀvÀrenüñ 357. NÀvek-i müjgÀnına idüb nişÀn Eyledi ebrÿsını müşgìn-kemÀn 358. Úatl-ı dil-i èÀşıúa itdi hemìn áamze-i pür-fitnesini der-kemìn 359. Áòirüél-emr èÀşıú-ı miónet-nihÀd Yaènì ki Dervìş-i melÀmet-nijÀd 360. Gördi bu endìşe-i kÀrı ehem Kim ide gül-geşt-i beyÀbÀn-ı àam 12b (22) 361. Dilde àam-ı yÀrla yaúub çerÀà èAşúla tÀ kim ola dÀà üsti bÀà 134 362. Áòir o tenhÀ-rev-i pehnÀ-yı àam Ola beyÀbÀn-rev-i ãaórÀ-yı àam 363. Áteş-i Àh ile olub hem-èinÀn Eyler idi bu sözi zìb-i beyÀn RUBÁèÌ 364. Ey fitne-èaúl u òÿş olan şÿh-ı cihÀn Vey òirmen-i ãabr u òirede şuèle-nişÀn Dil-i muøùarib-i miónet dü-rÿy olmaz Tek sìnede dÀà-ı èaşúun olsun suzÀn SeyÀóat Kerden-i Dervìş Ez-Şehr 365. Şehrden el-úıããa be-ãad derd-i ser Eyledi Dervìş çü èazm-i sefer 366. Úandaki óasretle iderse nigÀh Olur idi Ànda müşaòòaã o mÀh 367. Úandaki seyr eylese nev-res nihÀl Eyler idi úamet-i yÀri òayÀl 368. Òÿn-ı sirişkiyle iderdi hemÀn Reh-güõer-i óasreti lÀle-sitÀn 369. MÀ-óaãal eylerdi o bì-iòtiyÀr Eylese endìşe-i gìsÿ-yı yÀr 370. ÒÀne ber-endÀzì-i tedbìr-i èaşú Silsile cünbÀnì-i zencìr-i èaşú 371. Olur iken èaşúla hÀmÿn-nevred Yaènì àam-ı hicrle beyhÿde-gerd 135 372. Eyledi bu çarò-ı müşèabid-eåer Òazz-ı siyeh-fÀmını bir dem beber 373. Çarò-ı sitem-güster ü pür-èarbede Òırúasını eyledi nìlì-zede 374. Oldı yine Àhÿ-yı çarò-ı berìn Müşg-feşÀnende-i rÿy-ı zemìn 375. èArãa-i gerdÿnda zerìn àazÀl Oldı girìzÀn çü peyk-i òayÀl 376. Oldı nücÿm aòker ü şÀm oldı şÀl Oldı o dem micmere gerdÀn hilÀl 13a (23) 377. Yaènì berÿz eyleyüb aåÀr-ı şÀm Oldı cihÀn güm-şüde-i tÀr-ı şÀm 378. Eyler iken nÀle o miónet-nevìd MÀh-ı nev oldı yine ol dem pedìd 379. Eyleyüb Àheng-i niyÀz ü recÀ Didi ki ey şÿh-ı melÀóat-nümÀ 380. Eyleme tìà-i sitemüñ der-niyÀm Zaòm-ı àamüñ tÀ ki ola müstedÀm 381. Tìà-i pür-endÀz mı ebrÿ mıdur Şeb mi bu yÀ pìçiş-i gìsÿ mıdur 382. SÀúì-i óüsnüñ mi olan bÀde-òºÀr K’oldı kenÀr-ı úadeói ÀşikÀr 136 383. Òançer-i zerrìn miyÀnüñ midür Yoòsa o zer-tÿz kemÀnüñ midür 384. Belki nitÀú-ı zerin ol dil-sitÀn Eylemiş Àvìòte-i ÀsumÀn 385. Oldı o üftÀde-i miónet-sigÀl Secde-ber ü nÿr-perest-i hilÀl 386. Eyleyüb ol dem oña èarø-ı niyÀz Didi ki ey mest-i mey-i cÀm-ı nÀz 387. DÀà-ı àamüñ sìnede sÿzÀn ola Tökme-i zerrìn girìbÀn ola 388. Penbe-i dÀà-ı dil ola sÿòte Belki çerÀà-ı àamuñ efrÿòte 389. Fikret-i zülfüñle perìşÀn olam RÀh-neverd-i àam-ı hicrÀn olam 390. Sen olasun nÀz ile düşmen-nevÀz Olmayasun derd-i dile çÀre-sÀz 391. Dìde-i àayra olasun rÿ-şenÀ äalmayasun sÀye-i lüùfuñ baña 392. Şemè-i ruòuñ èÀlem-i meclis-fürÿz Baña ola dÀà-ı àam-ı sìne-sÿz 393. SÀàar-ı lüùfuñ ùuta elde raúìb Baña ola dÀà-ı muóabbet naãìb 394. Ben àam-ı hicrüñle olam sìne-çÀk Belki ciger-sÿòte-i infikÀk 137 395. áayr ola iósÀnüñ ile muàtenem Dÿr-rev-i òÀùırı endÿh-ı àam RUBÁèÌ 396. Ey çeşmi siyÀh-mest-i mey-òÀne-i nÀz Vey àamzesi mest-i cÀm-ı ser-şÀr-ı niyÀz Müstaànì-i èaşúuñ eylemez vaøè-ı úadem Çarò itse perend-i mihrini pÀy-endÀz 13b (24) TETĐMME 397. äubó olınca o felÀket-úarìn Yaènì ki Dervìş-i melÀmet-rehìn 398. Dÿd-ı diliyle idüb Àh ü elìm Eylerdi ebrÿ-yı sipihri vesìm 399. Bir niçe eyyÀm-ı ser-i kÿhde Yaènì ki ol cÀy-ı àam-ı enbÿhde 400. Úaldı belÀ-yı àam-ı hicrÀn ile NÀliş ü feryÀd-ı firÀvÀn ile Rÿy-ı Meróamet Nümÿden-i ŞÀh Ber-ÓÀl-i Dervìş 401. NÀôım-ı dürr-i süòan-ı dil-peõìr Böyle ider naôm-ı èadìmüén-naôìr 402. Çünki bu cÀnibde Şeh-i kÀm-rÀn Yaènì ki Şeh-zÀde-i behcet-nişÀn 403. Eyledi Dervìş-i belÀ-güsteri èAşúla bì-tÀb o àam-perveri 138 404. Dÿrì-i èaşúında olub münfaèil Oldı bu endìşesi rÀóat-güsil 405. èAşú ola bir dilde çü hengÀme-gìr Eyleye maèşÿúı muúaddem-eåìr 406. Úursa úaçan èaşú besÀù-ı şarÀb Đtmek içün èÀlemi mest-i òarÀb 407. SÀàar-ı mey olmadın anda şikest Evvel ider àamze-i sÀúìyi mest 408. èAşú muúaddem dil-i şemèi yaúar Sÿzişi pervÀneye eyler eåer 409. Olmasa gül èaşúla ger sìne-çÀk Bülbüli itmezdi esìr-i èaşú-ı pÀk 410. Olmasa keyfiyyet-i cÀm-ı raóìú Đtmez idi bÀde-keşÀnı óarìú äıfat-ı Şeb ve NÀme FiristÀden-i ŞÀh BÀ-Dervìş 14a (25) 411. Bir dem olub rÿy-ı felek òande-rìz Münòal-i çarò olmış idi müşg-bìz 412. ÒÀne-i òammar-nişìn-i seóer Gördi raóìú ile ùolu cÀm-ı zer 413. Saúì-i gerdÿn-ı sitem-Àzmÿn Đtdi yine cÀm-ı miyen ser-nigÿn 414. Rüstem-i devr-i felek-i fitne-nÀm Tìàını idince seóer der-niyÀm 139 415. Zaòm-ı ciger-úÀvì-i gerdÿn-ı dÿn Đtdi yine feøÀ-yı feleki àarú-ı òÿn 416. Eyledi bir şÀhid-i feròunde-fÀl CÀme-i zerrìn ile èarø-ı cemÀl 417. Yaènì ki ãubó oldı ser-À-ser pedìd Oldı dil-i èÀleme behcet nevìd 418. äubó ki oldı Şeh-i óüsn-intièÀş TÀbiş-i ruòsÀr ile òÿrşìd-pÀş 419. Oldı yine naòl-ı úadd-i fitne-sÀz Velvele-endÀz-ı òıyÀbÀn-ı nÀz 420. Cilve-geh-i nÀzını ol fitne-òìz Eyledi ÀrÀm-geh-i rest-òìz 421. Đtdi bu kÀr üstine ùaró-ı åebÀt Óaøret-i Şeh-zÀde-i òÿrşìd-õÀt 422. TÀ ki olub teşne-i dìdÀrını Yaènì o óasret-keş ruòsÀrını 423. NÀme-i lûùfıyla nevÀziş ide ÓÀl-i perìşÀnını pürsiş ide 424. Yazmaàa ber-nÀme-i müşgìn-raúam Oldı benÀn zìb ùırÀz-ı úalem 425. ÒÀmeyi siór-i süòan-ı nÀzdan Yaènì o cÀdÿ-yı füsÿn-sÀzdan 426. Mest idüb bÀde-i maømÿn-ı pÀk Oldı àam-ı óasretiyle sìne-çÀk 140 Der äıfat-ı NÀme-i èAnberìn-şamÀme 427. NÀme ki bir feyø ü pesendìdedür Noúùasıdur merdümek-i dìdedür 428. Her bün-i óarfinde ser-À-ser nihÀn LÀy-ı òum-bÀde-i óikmet-resÀn 14b (26) 429. Var idi bir úÀãıd-ı berú-iştièÀl Görmez idi gerdini peyk-i òayÀl 430. Đtse sebük-pÀyì ü sürèat-nümÀ Yolda úala sÀyesi çün naúş-ı pÀ 431. NÀmeyi virdi aña ŞÀh-ı civÀn CÀnib-i Dervìşe ola tÀ revÀn 432. Aldı ele nÀmeyi çünkim berìd Oldı dil-i èÀşıúa vuãlat nevìd 433. BÀde-i óasretle olan ùable-òºÀr Yaènì ki Dervìş-i melÀmet-medÀr 434. RÀh-ı taraããudda olub pÀy-mÀl Olmış idi èaşúla Àşüfte-óÀl 435. Đrdi o dem úÀãıd-i ferruó-eåer Müjde-i vuãlat gibi şìrìn òaber 436. Buldı o miónet-keş ü dil-dÀdeyi Yaènì ki Dervìş-i belÀ-zÀdeyi 437. NÀãıye-fersÀ-yı reh-i èaşú-ı yÀr Miónet-i hicrÀn ile Àşüfte-kÀr 141 438. Virdi aña nÀme-i ser-besteyi Bülbüle gÿya gül-i nev-resteyi 439. NÀme-i ser-beste-i mihr ü vefÀ áonçe-i piçìde-i feyø-ÀşinÀ 440. Gördi ki bir şÀhid-i pÀkìze-rÿ Fitne ile àamzesi pür güft ü gÿ 441. Gördi ki bir ruúèa-i muèciz-eåer DÀmeni leb-rìz-i güher ser-be-ser 442. Gördi ki bir ùurfe vü şÀn-ı àarìb áamzesi cÀdÿ-yı melÀéik-firìb 443. èÁrıøına dìde-i óayret esìr Çeşm-i mihr tÀb-ı ruòundan øarìr 444. ÓÀãılı Dervìş-i pesendìde-kÀr Belki o firúat-keş ü óasret-tebÀr 445. Eyleyüb iôhÀr-ı àam ü bende-gì Oldı çebìn-sÀy-ı ser-efgende-gì 446. Didi ki bu àonçe-i bÀà-ı vefÀ Oldı èaceb úangı riyÀz içre vÀ 447. NÀme degül bu Óabeşì bir ãanem ÒÀller ol noúùa-i müşgìn-raúam 15a (27) 448. Açdı úaçan ol gül-i işgifteyi Dürc-i hezÀrÀn dür-i nÀ-süfteyì 449. ŞÀhid-i maømÿn-ı belÀàat-fezÀ Nÿr-ı naôar gibi olub rÿ-nümÀ 142 450. Dimiş eyÀ àam-zede-i nÀ-murÀd Miónet-i hicrÀn ile firúÀt-nihÀd 451. NÀvek-i dil-dÿz-ı cefÀya hedef Levó-i ruó-ı şÀhid-i baòta kelef 452. ÒÀr-ı melÀl ü àamla dil-òırÀş Zaóm-ı derÿna olan elmÀs-pÀş 453. Sìne-i pür-dÀàla hicr-ÀşinÀ BÀà-ı àama bülbül-i òÿnìn-nevÀ 454. Miónet ü óasretle àam engìòte Áb-ı ruò-ı èaşúı iden rìòte 455. TÀ-key olub èaşúla hÀmÿn-neverd Eyleyesün kendüñi beyhÿde-gerd 456. Áteş-i èaşúumla bulub iótirÀú Olmayasun sÿòte-i iştiyÀú 457. DÀòil-i ser-òalúa-i firúÀt mısun BÀde-keş-i sÀàar-ı óasret mısun 458. Derd ile bì-dÀr mısun ãubó u şÀm èAşúla hüş-yÀr mısun ãubó u şÀm 459. CÀm-ı mey-i lûùf-ı Şeh-i nüktedÀn Đtdi dil-i bÀde-keşi ser-girÀn 460. Áyìne-i baòtda ol dil-i óazìn Gördi ruò-ı şÀhid-i baòtı hemìn 461. Didi ĐlÀha bu nevÀl-i èaùÀ ÒºÀb mıdur kéoldı baña rÿ-nümÀ 143 RUBÁèÌ 462. Şÿrìde-i óüsn-i èÀlem-ÀrÀdur dil DìvÀne-i rÿy-ı mÀh-sìmÀdur dil Gerdÿn n’ola görmezse nişÀn-ı úademüm Kem-nÀm-ı feyÀfì-i temennÀdur dil Der äıfat-ı èAşú 463. Ùurfe-revişdür reviş-kÀr-ı èaşú èAúl olamaz bunda òaber-dÀr-ı èaşú 15b (28) 464. LÀzıme-i èaşú olur maóv-ı kül Kim budur Àyìn-i úadìm-i sübül 465. èAşú-ı celì şaèşaèa-i òÿrşìddür RÀbıùa-i èÀlem-i tefrìddür 466. èAşú èaceb sÿz ü güdÀzendedür Çehre-i ÀmÀle ùırÀzendedür 467. èAşú èaceb maènì-i neşnìdedür Nÿr-dih-i merdümek-i dìdedür 468. SÀàar-ı èaşú olmasa ger tÀb-dÀr Meclis-i óüsn olmaz idi ber-úarÀr 469. Gülşen-i èaşú olmasa ger mey-gede áonçe-i cÀm olmaz idi vÀ-şüde 470. èAşú úaçan cilve-i Àzerm ider ÒÀùır-ı maèşÿúı o dem nerm ider 471. èAşúdur esrÀr-ı nihÀndan murÀd Nükte-i maòfì vü èayÀndan murÀd 144 472. èAşúdur Àyìne-i envÀr-ı õÀt Belki hem ol Àyìne-i vehm-ãıfÀt 473. èAşúdur aèyÀnda olan cilve-ger Cümle-i eşkÀl ü rüsÿm ü ãuver 474. èAşúdur ol bÀde-i lÀy-ı úadìm Ser-òïş-ı teh-cürèası èaúl-ı kelìm 475. èAşú dile bÀde vü hem cÀmdur Cürèa-keşi èÀrif-i BisùÀmdur 476. Olmasa ger daèvet-i èaşú-ı dü lÀ Olmaz idi àonçe-i mièrÀc vÀ 477. èAşúdur aãl-ı süòan-ı ehl-i óÀl Belki hem ol ayìne vü hem cemÀl Be-Tarìúuét-Temåìl ÓikÀyet-i Merd-i Külòanì ki èAşıú-Şude-i ŞÀh-ı BaàdÀd-rÀ 478. Kilk-i mühendis-menişÀn-ı edÀ Böyle urur úaãr-ı òayÀle binÀ 479. Şehr-i gül-istÀn der-i BaàdÀdda Yaènì ki ol belde-i ÀbÀdda 480. Var idi bir külòenì-i àam-meéÀb Bulmış idi Àteş-i èaşú ile tÀb 481. Bir gün olub pÀdişeh-i şehre dÿş Oldı òum-ı bÀde gibi pür-òurÿş 16a (29) 482. Oldı reh-i àamda o miónet-medÀr MÀ-óaãal üftÀde-i bì-iòtiyÀr 145 483. Her dem olub reh-güõer-i ŞÀhda Óayret-i neôÀrre-i ol mÀhda 484. äubó-geh èazm eylese naócìre ŞÀh Óasret ü óayretle iderdi nigÀh 485. áamzesi eylerdi nevÀziş Ànı SÀye-i iósÀn ile pürsiş Ànı 486. Var idi yanında Şehüñ bì-naôìr Bir hüner-ÀrÀ-yı vezìr-i müşìr 487. Külòenì-i zÀr ü elem-güsterüñ èÁşıú-ı miónet-keş ü àam-perverüñ 488. ŞÀha olan èaşúına olub vuúÿf Eyler Ànı ùaró-ı ôurÿf-ı òurÿf 489. Yaènì idüb óÀlet-i èaşúın beyÀn Đtdi àaøab-nÀk Şehi ol zamÀn 490. Bir gün iderken yine ŞÀha naôar Oldı nihÀdından anıñ bÀ-òaber 491. Söyledi cellÀda Şeh-i kÀm-rÀn Sürèat-i úatlünde ola berú-sÀn 492. SÀàar-ı èömrini nigÿn eyleye Cismüni àalùìde-i òÿn eyleye 493. ŞÀha hemÀn laòôa vezìr-i güzìn Didi ki ey dÀver-i devlet-úarìn 494. Rütbe-i şÀhÀna bu lÀyıú degül Mertebe-i èadle muvÀfıú degül 146 495. èAşúladur zìver-i óüsn ü cemÀl èAşúdur Àyìne-i rÿy-ı kemÀl 496. Olmasa meşşÀùa-i èaşú ÀşikÀr èArıø-ı óüsn olmaz idi tÀb-dÀr 497. èAşú ki bir dilde ola cilve-ger áÀret ü tÀrÀc-ı şikìbÀ ider 498. èAşú øarÿrì dili eyler esìr äabr ü taóammül olamaz pence-gìr 499. äadr-ı felek-rütbe-i fìrÿz-ı ŞÀh Yaèni vezìr-i hüner-endÿz-ı ŞÀh 500. Đtdi dil-i ŞÀhı bu vech ile nerm Áteş-i nuãó ile Ànı itdi germ 16b (30) 501. Đtdi dil-i ŞÀha eåer sÿz-ı èaşú Yandı yine şemè-i şeb-efrÿz-ı èaşú 502. Eylemege başladı ol pÀk õÀt èÁşıú-ı zÀre nigeh-i iltifÀt 503. Görse ser-i rÀhda her bÀm-dÀd èÁşıú-ı dil-dÀdesin olurdu şÀd 504. èÁdet-i meélÿfesi üzre o mÀh Yaènì ki ol ŞÀh-ı felek bÀr-gÀh 505. äayd-gehe bir gün iderken güõÀr Gördi ki [yoú] èÀşıú-ı bì-iòtiyÀr 506. Gördi ki yoú óayretì-i ùalèatı Dil-şüde-i ùalèat-ı pür-behceti 147 507. TÀb-ı ruòa gördi ki Àyìne yoú Naúd-ı tevellÀsına gencìne yoú 508. Gördi ki gül-zÀruna yoú èandelìb Eylemege zemzeme-i dil-firìb 509. RÀbıùa-i sÿza gerekdür güdÀz LÀzıme-i nÀzdur Àòir niyÀz 510. Şemèe viren revnaúı pervÀnedür Zülfi ùırÀzende iden şÀnedür 511. Bülbül ider gülleri nÀz-ÀşinÀ Güldür iden Ànı niyÀz-ÀşinÀ 512. MÀ-óaãalı gördi vezìr-i güzìn Geldi taàayyür [vech-i] ŞÀha hemìn 513. Didi ki ey ŞÀh-ı muèallÀ-penÀh Maóz-ı füyÿøÀt-ı CenÀb-ı ĐlÀh 514. èAşúladur zìver-i óüsn-i bütÀn èAşúdur ÀrÀyiş-i meh-ùalèatÀn 515. Đtdi dil-i ŞÀha muóabbet-eåer ÓÀl-i perìşÀnuna itdi naôar RUBÁèÌ 516. Ol bülbül-i èaşúuz ki úaçan zÀr oluruz Keyfiyyet-i èaşúdan òaber-dÀr oluruz Olsaú ne úadar gül gibi pür-òÿn yine biz Áàÿş-güşÀ-yı òancer-i òÀr oluruz 148 Ámeden-i ÚÀãıd-ı BÀ-NÀme-i ŞÀh 17a (31) 517. Böyle olur mürà-i dil-i naàme-zen Zemzeme-endÀz-ı bisÀù-ı çemen 518. ŞÀhid-i èaşú ü àamüñ üftÀdesi Bì-kes ü miónet-keş-i dil-dÀdesi 519. NÀme-i maóbÿb-ı hümÀ-sÀyeden MÀ-óaãal ol lûùf-ı bilÀ-àayeden 520. Oldı o rüsvÀ-şude-i pür-elem Şevúle güm-geşte-i rÀh-ı èadem 521. Úaùre-i gül-gÿn-i sirişk-i mióen èArãa-i rÿyında olub úaùre-zen 522. Farù-ı taóassürle néola olsa hem RÀh-ı taóayyürde ferÀmüş úadem 523. Oldı reh-i èaşúda óasret-keşÀn ŞÀùır-ı endìşe ile hem-èinÀn 524. MÀ-óaãal ol èÀşıú-ı óasret-nevÀl Oldı der-i dil-bere ruòsÀre-mÀl 525. Şehre gelüb dìde-i pür-Àbla DÀà-ı dil ü sìne-i pür-tÀbla 526. Kÿy-ı dil-ÀrÀya çün itdi güõer Eyler idi nÀle vü feryÀdlar 527. Eyledi ol èÀşıú-ı óasret-úarìn Rÿy-ı niyÀzı yine ferş-i zemìn 149 528. Didi niçün ol ãanem-i şìve-kÀr Olmaya üftÀdesine dest-yÀr 529. Dìde-i èuşşÀúına ol àonçe-fem Eylemeye nÀzla vaøè-ı úadem RUBÁèÌ 530. Ey óüsnle reşk-Àver-i tÀb-ı òÿrşìd Vey èÀrıøı sürò-i àonçe-i bÀà-ı ümìd Úıl tìà-i nigÀhuñla dili ãad pÀre Çek levóa-i èömr-i èÀşıúa medd-i resìd Ámeden-i Dervìş ve NevÀziş Kerden-i ŞÀh Dervìş-rÀ 531. Böyle diyüb eyler iken Àh ü zÀr Oldı meh-i burc-ı şeref tÀb-dÀr 532. Didi ki ey şìfte-i bì-òıred èAşúla Àlüfte vü miónet-sened 17b (32) 533. Gülşen-i èaşúumda olub dÀyimÀ Bülbül-i òïş-naàme-i óasret-nevÀ 534. Urmayasun şevúle cismüñe dÀà Olmayasun ùÀlib-i feyø-i sürÀà 535. Böyle diyüb ol büt-i èÀşıú-nüvÀz Oldı nihÀn-ı tutuú-ı èizz ü nÀz 536. Đtdi o dil-dÀde-i bì-òÀn-ü-mÀn Gÿşe-i àam-òÀneye èatf-ı èinÀn 537. Eyledi Àh ile o dil-sÿòte Şemèa-ı dÀà-ı dilün efrÿòte 150 Rÿy-ı NiyÀz Ber-Zemìn NihÀden-i Dervìş-i MübtelÀ 538. Ol dem idüb èarø-ı niyÀz ü recÀ Oldı çebìn-sÀ-yı der-i KibriyÀ 539. Didi ki ey ÒÀliú-i kevn ü mekÀn TÀb-dih-i encümen-i aòterÀn 540. áamze-i òÿbÀnı iden mest-i nÀz Her nigehün óavãala-sÿz-ı niyÀz 541. èÁrıø-ı dil-dÀrumı gülgül iden Aña dil-i èÀşıúı bülbül iden 542. Eyleyen ebrÿsını müşgìn-kemÀn NÀvek-i tìr-i nigehün cÀn-sitÀn 543. Zülfini piçìde bir ejder ider áamze-i òÿn-rìzini òancer ider 544. Çeşmini mey-òÀne-i nÀz eyleyen èÁşıúı ser-mest-i niyÀz eyleyen 545. Şìve-i reftÀrun iden fitne-sÀz ÚÀmetini serv-i òıyÀbÀn-ı nÀz 546. Saòt-ı dil-i ŞÀhı yine nerm úıl Úalbini dil-beste-i Àzerm úıl 547. Eyle bu sÿz-ı dil ile ŞÀhı germ Úıl dil-i sengìnini Àhumla nerm 548. Eyleye tÀ ol Şeh-i nÀz-ÀşinÀ Meróamet-i óÀl-i dil-i bì-nevÀ 151 Vaøè-ı Rÿy-ı NiyÀz Kerden Be-DergÀh-ı BÀrì ve Peyk-i ĐcÀbet Resìden 549. NÀãıye-fersÀ-yı niyÀz iken ol Buldı hemìn ãavt-ı icÀbet vuãÿl 18a (33) 550. Eyledi òÀk-i rehin ol naòl-i nÀz SÀye-i iósÀnı ile ser-firÀz 551. Gördi ki mihr-i şeref-i tÀb-sÿz Maùlaè-ı iúbÀlden itdi berÿz 552. TÀbiş-i ruòsÀrı virüb tÀb ü fer Eyledi ol külbeyi leb-rìz-i òÿr 553. Eyledi èaks-i ruò-ı ŞÀh-ı cihÀn Dìde-i Dervìşi yine gül-sitÀn 554. Olsa gedÀ néola şeref-muúterin Oldı hümÀ fıraúına sÀye-fiken 555. Buldı yine èÀşıú-ı bì-òÀn-ü-mÀn ÚÀlıb-ı bì-rÿó gibi tÀze-cÀn 556. Vaãlı ile itdi nüvÀziş Ànı Eyledi mest-i mey-i pürsiş Ànı 557. Laèl-i lebi oldı tefaúúud-nümÿn Úıldı şeker-pÀşì-i zaòm-ı derÿn 558. Eyledi dil-òastesine ol perì Şerbet-i laèl ile müdÀvÀ-gerì 152 ÒÀtime-i ÓikÀye ve Nuãó Kerden èAlÀ-vechiél-icmÀl 559. MÀ-óaãal ey Güftì-i miónet-neverd VÀdì-i ÀlÀmda beyhÿde-gerd 560. Bir niçe dem gerçi sipihr-i dıjem Ádemi eyler àamla müttehem 561. Alsa ele cÀm olub mey-perest Seng-i sitemle ider Ànı şikest 562. Olsa eger àonçe-i ÀmÀli vÀ Urur aña sìlì-i dest-i ãabÀ 563. Alsa ele cÀm-ı mey-i èayş ger Eyler Ànı kÀse-i òÿn-ı ciger 564. Lìk ider bir dem olur rÿzigÀr Basù-ı telÀúúì-i melÀli şièÀr 565. Böyledür Àyìn-i sipihr-i sì-penc Geh àam ü geh õevú ü gehì èayş ü renc Der ÒiùÀb-ı Nefs-i Òiyel-endÿz 566. Ey reh-i èiãyÀnda olan dÀyimÀ Pey siper-i nefs-i òiyel ÀşinÀ 18b (34) 567. Đster iseñ raómet-i Rabb-ı Celìl Kendüñe úıl èacz ü òulÿãını delìl 568. Đster iseñ kaèbe-i vaãla vuãÿl Ùaène-keş-i òÀr-ı muàaylÀnı ol 153 569. DÀyim olan vuãlatuna òºÀst-gÀr LÀzım ola derd-keş-i hicr-i yÀr 570. Ùurma hemÀn eyle èibÀdÀt-ı Óaú Zìb-i felÀó oldı çü ùÀèÀt-ı Óaú 571. Meróamet-i Óaúdan olur feyø-òºÀh Maèãiyet ü óÀcet ü èözr ü günÀh 572. Đster iseñ rÀtibe-i raómeti Pìş-i nihÀd ile èubÿdiyyeti 573. ÒÀliúa sen ùurma niyÀz içre ol Sÿz-i taøarruèla güdÀz içre ol 574. Bir gün ider Óaøret-i Rabb-i Raóìm Bende-i muótÀcuna luùf-ı èamìm 575. Belki ide sÿz-ı niyÀzuñ eåer BÀà-ı ümmìdüñ ola şÀd-ı ebter 576. Rÿy-ı èubÿdiyyeti úıl dÀyimÀ Ferş-i zer-endÿd-ı der-i KibriyÀ Der MünÀcÀt-ı BÀrì-i TeèÀlÀ 577. Ey kerem ü luùfla ferd ü aóad MÀlik-i gencìne-i feyø-i ebed 578. Mübdiè-i aåÀr-ı zemìn ü zamÀn FÀèil-i terkìb-i vücÿd-ı cihÀn 579. Baór-i maèÀãìye àarìú olmışum Áteş-i cürm ile óarìú olmışum 154 580. Raómet ü àufrÀnıñı idüb sened Eylemişüm cürm ü òaùÀ bì-èaded 581. GÀh olub büél-heves-i ibtilÀ èAşúla Àşüfte-dimÀà-ı hevÀ 582. Eyleyüb endìşe-i gìsÿ-yı yÀr Belki olub şìfte-i mÿy-ı yÀr 583. Đtdi beni mest-i şarÀb-ı àurÿr Virdi mebÀnì-i ãalÀóa fütÿr 584. Óayret-i èiãyÀnla Àlüfteyüm Vesvese-i cürm ile Àşüfteyüm 19a (35) ÓikÀyet-i Úuùb-ı Merkez-i DÀyire-i VelÀyet BÀyezìd-i BisùÀmì Úaddesaéllah 585. NÀdire-gÿyÀn-ı óikÀyet-fen Đtdi bu vech üzre edÀ-yı süòan 586. Úuùb-ı Arisùo-meniş-i rÿzigÀr Şeyò-i FelÀùÿn-òıred èÀlì-vaúÀr 587. Kevkeb-i mesèÿd-ı sipihr-i ãalÀó Mihr-i øiyÀ-güster ü çarò-ı felÀó 588. Meséele dÀnende-i aãl-ı óurÿf äadr-ı güzìn-mertebe vü feylesof 589. Zühd ü ãalÀó ile ferìd ü vaóìd Óaøret-i şeyòüél-èulemÀ BÀyezìd 590. Cemè-i mürìdÀn ile bì-riyÀ Eyleyüb Àõìne namÀzuñ edÀ 155 591. Zümre-i aóbÀb ile bì-iştibÀh Eyler iken èazm-i reh-i òÀn-úÀh 592. Gördi ser-i rÀhda bir rind-i mest Şìşe-i èaúl ü dilün itmiş şikest 593. Ùutmış olub Àb ü gil içre maóal áavùa-òÿr-ı lücce-i Àb-ı vaóal 594. Óaøret-i Şeyòe idüb ol dem nigÀh Didi ki ey sÀye-i nÿr-ı ĐlÀh 595. Úoyma ki cÀyum ola pest ü òafìø Eyle duèÀ ile beni müstefìø 596. Eyleyüb ol dem kef-i luùfın dırÀz Úadri gibi itdi Ànı ser-firÀz 597. Eyledi dürrÀèa-i èiãyÀnı çÀk ÔÀhirini eyledi biél-cümle pÀk 598. Didi ey ÒÀliú-i ferd ü celìl NÀôım u manôÿme-i feyø ü cemìl 599. Bu úuluñuñ ey kerem ıssı ÒudÀ Olmış iken ôÀhiri levå-ÀşinÀ 600. CÀme-i ÀlÀyişi çÀk eyledüm ÔÀhir-i girdÀrını pÀk eyledüm 601. Sen olasun şÀh-ı cihÀn Àferìn äÀniè-i ibdÀè-ı zamÀn ü zemìn 602. Zìver-i õÀtüñ ola nÿr-ı beúÀ Cümle-i eşbÀó fenÀ-der-fenÀ 156 19b (36) 603. Derk-i ãanèÀtuñda senüñ dÀyimÀ Fehm-i taèaúúul ola her dem hebÀ 604. Sen daòı úıl bÀùınını cümle pÀk Nÿr-ı hidÀyetle Ànı tÀb-nÀk 605. Raómet-i Óaú şeyò-i hidÀyet-fene Baúmadı Àlÿde-gì-i dÀmene 606. Olur iken bir úuluñ ey MüsteèÀn Güm-şüde-i cürme hidÀyet-resÀn 607. Ben ki senüñ der-geh-i iósÀnuna BÀr-geh-i raómet ü àufrÀnuna 608. DÀyim olam nÀãıye-sÀy-ı recÀ Belki çebìn-sÿde-i èacz ü velÀ 609. Hic düşe mi şÀn-ı rubÿbìyyete Rütbe-i aèlÀ-yı uluhiyyete 610. SÀyilì-i óırmÀn ile redd eylemeñ BÀb-ı murÀdÀtını sedd eylemeñ 611. Eyleye óÀşÀ ki CenÀb-ı ÒudÀ SÀéìli dergÀhını yeés-ÀşinÀ Der ÒÀtime-i Nüsòa-i Dervìş ü Şehest Ìn 612. Oldı bu dìbÀce-i óamd-ı ĐlÀh Zìb-dih-i nÀme-i Dervìş u ŞÀh 613. Ola ĐlÀhì bu muraããaè ãafìr èAşú-ı fezÀyende-i [b]ernÀ vü pir 157 614. Bu süòan-ı dil-keş ü zìbendeyi Bu gül-i zìbÀ-yı firìbendeyi 615. Dìde-i nÀ-ehlden it Ànı dÿr Olmaya tÀ kilki òırÀş-ı süùÿr 616. ŞÀhid-i naômı olıcaú rÿ-nümÀ Dìde-i nÀ-ehle anuñ dÀyimÀ 617. Her elifüñ nÀvek-i òÿn-rìz úıl Sìnini bir erre-i ser-tìz úıl 618. Görmeye ruò-sÀre-i gül-zÀrı hem Sìlì-i Àsìb-i òazÀn-ı elem 619. SÀàar-ı maømÿnı ola dÀyimÀ Encümen-efrÿz-ı bisÀù-ı edÀ 620. Çün úalem-i dil-keş ü iècÀz-fen “Enbeteéllahü nebÀten óasen”57 20a (37) 621. Eyledi bu nüsòayı ùaró-ı raúam BÀà-ı òayÀle yine urdı úalem 622. èAúl-ı FelÀùÿn-ı óükm-i rÿzigÀr KÀtib-i muèciz-raúam-ı rÿzigÀr 623. RÀyiø-i endìşeye virüb óaşr Eyledi çün èarş-ı òayÀle güõer 624. Levóa-i mihri yine ÀhÀr idüb Her ùarafın maózen-ı esrÀr idüb 57 ً َ!َ "ً#َ$َ  .(Onu güzel bir nebat gibi büyüttü (ÂLĐ IMRÂN suresi 37. ayet َ َاْ$َ#َ&َ% 158 625. Dürr-i maèÀnì-i SüreyyÀ güher Oldı çü revnaú-dih-i tÀr-ı naôar 626. Gördi ki bir meclis-i òÿrşìd-cÀm Cürèa-i cÀmına SüreyyÀ àullÀm 627. Gördi ki bir gülşen-i sÿz ü güdÀz áonçeleri cümle tebessüm-nevÀz 628. áonçesi olmış cemene şuèle-pÀş ÒÀrı dil-i bülbüle virmez òırÀş 629. Áyine-i bÀàda heb ÀşikÀr Sırr-ı òabÀyÀ-yı dil-i rÿzigÀr 630. DÀmen-i gül-zÀruna itmez güõer äarãar-ı Àsìb-i òazÀn-ı keder 631. Gülleri her-gÀh şüküfte-çebìn áonçe-i zìbÀsı leùÀfet-úarìn 632. Sÿseni olmış olıcaú jÀle-dÀr Tìà-i perendÀr-ı şeh-i nev-bahÀr 633. Cevherì-i fikret-i rÿşen-siyer Dürr-i maèÀnìsine idüb naôar 634. Dürr-i nikÀtın òıred-i nükte-bìn Pelle-i endìşeye úoyub hemìn 635. Eyledi müstaànì-i lülü Ànı Zìver-i rücóÀn-ı terÀzÿ Ànı 636. Gevher-i bì-cÀde-i nÀúıã-bahÀ Ola mı yÀúÿt-ı muõÀb-aşinÀ 159 637. Mühr-i úabÿl ile virüb zìb-i tÀm Eyledi tÀrìòini zìbÀ òitÀm Óarrerehuél-èabdüél-müznib be-desti YaóyÀ fi leyletiél-cumèati yevm-i tisèa èaşer min ziél-úaède sene 1066 Her ki òºÀned duèÀ ùamaè-dÀrem ZÀn ki men bende-i güneh-kÀrem 160 SÖZLÜK A èamìm (a.s.): umuma ait, umumi, Àbisten (f.s.): 1. gebe. 2. dişi. genel, yaygın. èadìmüén-naôìr (a.b.s.): eşi èanber-niåÀr (a.f.b.s.): amber saçan. olmayan, eşsiz. èanber-sirişt (a.f.b.s.): amber gibi. Ààÿş (f.i.): kucak. èandelìb (a.i.): bülbül. aóad (a.s.): bir. èaraú (a.): ter. ÀhÀr (f.i.): 1. Hattatların kullandıkları ÀrÀyìş (f.i.): 1. süs, bezek. 2. süsleme, kâğıda sürülen yumurta. 2. kahvaltı. 3. süsleyiş. bir nev çelik. èÀrıø (a.s.): yanak. Àòirüél-emr (a.): en nihayet, sonunda. èarÿs (a.i.): gelin. aòker (a.i.): ateş koru. èaãÀ (a.i.): 1. değnek, sopa. 2. aòterÀn (f.i.): yıldızlar. dervişlerin taşıdıkları sopa. Àl (a.i.): âile, evlât, sülâle. Àsìb (f.i): 1. çarpışma. 2. bela, afet, ÀlÀm (a.i.): elemleri kederler, acılar, musibet, zarar. (Àsìb-i rüzgÀr: zamanın sızılar. belası). èaleél-infirÀd (a.zf.): birer birer, ayrı Àştì (f.i.): sulh, barışıklık. ayrı, teker teker. Àşÿb (f.i.): kargaşalık, karıştırıcı. èÀlì-tebÀr (a.f.b.s.): soyu yüksek ve Àşüfte (f.s.): çıldırırcasına seven, bu temiz olan. yüzden perişan bir halde deli gibi olan, Àlÿde-gì (f.i.): 1. bulaşıklık. 2. gark iffetsiz kadın, aşifte. (Àşüfte-dimÀà: aklı olmuş, dalmış. perişan). Àlüfte (f.s.): 1. alışık, alışkın. 2. iffetsiz, èaùÀ (a.i.): bağışlama, bahşiş. namusuz kadın, fahişe. èatf-ı èinan (a.): atın dizginini çevirme, ÀmÀl (a.i.): ümitler, dilekler, istekler. bir yöne meyletme. Àmìòte (f.s.): karışmış, karışık olan. -Àver (f.s.): getiren, döşeyen. Àvìòte (f.s.): asılı, asılmış şey. 161 aèyÀn (a.i.): 1. gözler. 2. bir memleketin bÀre (f.i.): 1. zülüf. 2. defa, kez. 3. kale. ileri gelenleri. 4. at. èayÀn (a.i.): belli, açık meydanda. bÀr-gÀh, bÀr-geh (f.b.i.): girmek için Àyende (f.s.): gelen, gelici. izin almak lazım gelen, girilebilecek èayş (a.i.): yaşama. yer, çadır, yüksek divan. (BÀr-gÀh-ı Àzerm (f.i.): 1. utanma, hayâ 2. şefkat 3. kibriyÀ: Tanrı huzuru). haşmet. BÀrì (a.h.i.): yaratan, yaratıcı. Àõìne: (f.i.): bayram günü bÀriúa (a.i.): şimşek, yıldırım parıltısı. Àzmÿn (f.i.): tecrübe, sınama, deneme. basìù (a.s.): 1. sade, düz, engelsiz. 2. èazr (a.): yasaklamak, yasak, açık, geniş, yayvan. 3. sade, yalın. 4. yasaklanmış, men etmek. neşeli, şen güler yüzlü. B basù (a.i.): yayma, açma, uzun uzadıya anlatma. (basù-ı niôÀm: nizam bÀd (f.i.): yel, rüzgâr. verme). bÀde-òºÀr (f.b.s.): şarap içen. bÀùın (a.i.): 1. iç, iç yüz. 2. gizli, baàìø (a.s.): herkese buğz eden, nefret görünmeyen nesne. 3. Allah. 4. içteki, iç eden, kimseyi sevmeyen. yüzdeki. bahÀ (f.i.): 1. kıymet, değer, bedel, ağır. bÀzìçe (f.i.): oyuncak, oyun, eğlence. 2. güzellik, zariflik, parıltı. beber (f.i.): eski kitaplara göre, bÀòte (f.s.): oynamış, oyunda Hindistan’da ve Afrika’da bulunan yutulmuş (kimse). kediye benzer gayet büyük, üstü yol yol bÀlìde (f.s.): uzamış, büyümüş, gelişmiş. tüylü, saldırdığı zaman derisindeki bÀlìn (f.i.): yastık. tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arz bÀliş (f.i.): yastık, yüz yastığı. eden, aslanın bile korktuğu azgın bir bÀm-dÀd (f.i.): sabah, sabahleyin, tan canavar. (“böbürlenmek” kelimesinin vakti. buradan geldiği söylenir.) BÀr (f.i.): 1. Allah, Tanrı. 2. yük. 162 bedÀyiè (a.i.): eşi ve benzeri olmayan, berk (a.i.): şimşek. güzel, mükemmel ve yeni şeyler. bernÀ (f.s.): genç, delikanlı, yiğit. Pìr ü behem (f.zf.): toplu, bir arada, her bir bernÀ: ihtiyar ve genç. yerde. ber-nÀme (f.b.s.): 1. mektup başlığı. 2. behcet (a.i.): 1. sevinç. 2. güzellik, güler fihrist. 3. zarfın üzerinde yazılan adres. yüzlülük, şirinlik. ber-ùaraf ( f.a.b.s.): bir yana atılan. behcet-nümÿn (f.b.s.): sevinç gösteren berÿmend (f.i.): 1. talihli, şanslı, uğurlu, behre-yÀb (f.b.s.): hisse ve nasibi olan. hayırlı. 2. avantajlı, yararlı. 3. sonuç bekÀ (a.i.): bakilik, devam, sebat. veren, verimli. benÀn (a.i.): parmaklar, parmak uçları. berÿz (f.i.): kavga, savaş. bend (f.i.): 1. bağ, yular, rabıta, bes (f.e.): yeter, kâfi, tamam, çok. bağlama. 2. birini emri altına alma. 3. su besÀù (a.i.): 1. düz yer. 2. kazan, tencere biriktirmek için iki dağ arasında yapılan gibi ayvan kap. set, baraj. 4. bağlayan, bağlanmış, bağlı. be-ser (f.s.): baş üstünde. bendegì (f.b.i.): 1. bendelik, kulluk. 2. beste (f.i.): bağlı, bağlanmış, kapalı. köleye ait. beyÀbÀn (f.i.): çöl, kır. berÀrende (f.s.): üste getiren, üzerine bì-cÀde (f.i.): 1. kehribar gibi saman getiren. çöpünü kendine çeken, yakutta daha az ber-endÀz (f.s.): 1. yukarıya kaldırıp değerli kırmızı bir taş. 2. kırmızı dudak. atan, bir yana atan. 2. yok eden. bìd (f.i.): söğüt ağacı. berg (f.i.): yaprak. bì-dÀr (f.b.s.): uyanık, uyumayan, ber-geşte(f.s.): tersine dönmüş, ters uykusuz. olmuş, yüz çevirmiş. bey-hüde (f.b.s.): boşuna, beyhûde. berhem-zen (f.i.): karmakarışık eden, bìgÀne (f.b.s.): 1. kayıtsız, ilgisiz. 2. altını üstüne getiren. yabancı. 3. tas. dünya ile ilgisini kesmiş. berìd (a.i.): postacı, haberci, ulak. bì-úıyÀs ( f.a.b.s): ölçüsüz. berìn (f.s.): pek yüksek, en yüce. 163 bikr (a.i.): dokunulmamış, bekâret, isteyen, her şeye istekli, isteği çok genç kız, kızlık. kimse. biél-cümle (a.b.zf.): hep, bütün, toptan. bün (f.i.): esas, kök, temel, dip, son. bìm (f.i.): 1. korku. 2. tehlike. büt (f.i.): put, güzel. bìmÀr (f.s.): hasta. bütÀn (f.s): 1. putlar. 2. güzeller bì-nevÀ (f.b.s.): nasipsiz, çaresiz, C zavallı, fakir muhtaç. cÀ-be-cÀ (f.b.zf.): yer yer. -bìn (f.s.): gören, görücü. caèferì (a.s.): 1. güzel sanatlarda bìnì (f.i.): 1. burun (insanda ve denizde). kullanılan bir çeşit kâğıt cinsi. 2. Cafer-i 2. uç. 3. dağ tepesi. 4. yayın ele alındığı Sadık’ın taraflısı olan. kısmının ucu. cÀme (f.i.): elbise, çamaşır. bisÀù (a.i.): kilim, döşek, minder, yaygı, cÀn-sitÀn (f.b.s.): ruh alıcı, can çıkarıcı, döşeme, keçe. (bisÀù-ı èarø: yeşillik, insana bela olan, güzel. çimen). cÀy-gÀh (f.i.): 1. yer. 2. makam, rütbe, burc (a.i.): 1. herhangi bir şekil gösteren mevki. ve kendisine özel bir ad verilen cÀy-gìr (f.b.s.): yer tutan, yerleşen, hareketsiz yıldızlar kümesi. 2. kale, yerleşmiş. hisar. cÀy-ı ferÀó (a.f.b.i.): sevinme yeri. busÀù (a.i.): kilimler, döşekler, cebìn-sÀ(y) (a.f.b.s.): alın sürücü. minderler. celì (a.s.): 1. âşikâr, meydanda, belli. 2. büél-èaceb (a.s.): çok acayip, çok tuhaf. cilalı, parlak. bülend (f.s.): yüksek, yüce. celìl (a.s.): büyük, ulu. bülend-Àòter: şalsı, başarılı, şanlı, ceşn (f.i.): ziyafet, şölen, bayram, şerefli, görkemli. eğlence. büél-heves (f.b.s.): isteklerinin esiri, cevÀd (a.s.): cömert, eli açık. akılsız, cahil, aklına geleni yapmak cevhere (a.i.): bir tane cevher. 164 cilÀ-dÀde (f.b.s.): cilâ sürülmüş, çìn-i cebìn (f.): alın buruşukluğu, cilâlanmış. kızgınlık. cemen (f.i.): çardak. D cemìl (a.s.): güzel. daúÀyıú (a.i.): 1. dakikalar. 2. ince cÿd (a.i.): cömertlik. anlaşılması güç ve dikkate muhtaç olan cÿy (f.i.) arama, araştırma. şeyler. (daúÀyıú-ı edebìyye: edebiyatın cünbÀnì (f.i.): tahrik edicilik. incelikleri.) cünÿn (a.i.): 1. delirme, çıldırma, dÀmÀn (f.i.): etek. delilik. 2. tas. ve ed. aşkın galip dÀnÀ (f.s.): bilen, bilge. gelmesi. dÀnende (f.s.): bilen, bilgin, haberli. cürèa (a.i.): yudum, içim. dÀver (f.i.): 1. doğru, insaflı olan cürm (a.i.): suç. hükümdar, vezir ya da hâkim. 2. cüst ü cÿ (f.b.s.): arayıp sorma, Allah’ın adı. araştırma. debìr (f.i.): kâtip, yazıcı. Ç debistÀn (f.i.): okul, mektep. çÀk-i girìbÀn (etmek): sıkıntısından dehÀn (f.i.): ağız. yakasını yırtmak. der (f.i.): kapı. çÀre-sÀz(f.b.s.): çare bulan. derd-nÀk (f.b.s.): dertli, tasalı, kaygılı. çÀşt (f.i.): 1. kuşluk vakti. 2. kuşluk der-geh (f.i.): dergah, tekke. yemeği. derk (a.i.): anlama, kavrama. çekÀn (f.s.): damlayan, damlamış. der-kemìn (f.b.s.): pusuda, pusuda çeng (f.i.): kânûna benzer bir çeşit saz. bekleyen. çeşm (f.i.): göz. deryÀçe (f.): küçük deniz, göl, ırmak. çerÀà (f.i.): fitil, mum. dest (f.i.): el. çihr (f.i.): çehre. destÀr (f.i.): sarık, tülbent. destÀr-ger (f.b.s.): hileci. 165 dest-yÀr (f.b.i.): yardımcı, arka. dil-keş (f.b.s.): 1. gönül çekici. 2. müz. devóa (a.i.): büyük, ulu ağaç. adı 1500’de yazılmış manzum bir dıjem (f.i.): 1. üzgün, üzüntülü, kederli. edvarda terkipler arasında geçen 2. telaşlı, deli, çılgın. 3. hırçın, huysuz, makam. aksi, kızgın. 4. korkunç. 5. sarhoş. 6. dil-i sengìn (f.s.): taştan yürek, katı bulanmış. 7. hasta, rahatsız, kötü. 8. kalp. karanlık. dil-peõìr (f.b.s.): gönle hoş gelen, dıraòt (f.i.): ağaç. gönlün beğendiği. dırÀz (f.s.): uzun. dil-rìş (f.b.s.): yüreği yaralı, dertli. dìbÀce (a.i.): başlangıç, önsöz. dil-sÿz (f.b.s.): gönlü yakan, yürek dìde (f.i.): göz. yakıcı. digergÿn (f.b.s.): 1. bozuk, değişmiş, dil-şüde (f.b.s.): gönlü gitmiş, âşık, başkalaşmış. 2. mec. ölmüş. vurgun. dil (f.i.): gönül, yürek, kalp dìvÀr (f.i.): duvar. dil-ÀrÀ (f.b.s.): gönül alan, gönül kapan, dÿd (f.i.): 1. duman, tütün. 2. gam gönlü okşayan, gönlü dinlendiren. keder, tasa. dil-cÿ(y) (f.b.s.): gönül arayan, gönül dürc (a.i.): 1. hokka gibi olan ağız. 2. çeken. kutu, kutucuk, hokka. 3. sandık, cevahir dil-dÿz (f.b.s.):gönül delen, kalbe batan. kutusu. dil-firìb (f.b.s.): gönül aldatan, cazibeli, dÿrì (f.i.): uzaklık. alımlı. dÿş (f.i.): omuz. dil-òaste (f.b.s.): gönlü hasta, hasta dü (f.s.): iki. gönüllü. dürraèÀ (a.i.): ferace, üstte giyilen önü dil-óazìn (a.f.b.s.): gönlü tasalı. açık bir elbise. dil-òırÀş (f.b.s.): yürek parçalayan, dürer (a.i.): büyük inci taneleri. tırmalayan. dür-i nÀ-süfte (f.b.s.): delinmemiş inci dü-rÿy (f.b.s.): ikiyüzlü, riyakâr. 166 E endÿd (f.i.): sıva çamuru, (zer-endÿd: ebter (a.s.): 1. zürriyetsiz ve hayırsız yaldızlı). (adam). 2. faydasız şey. (emr-i ebter: endÿh (f.i.): gam, keder, sıkıntı, üzüntü, faydasız, neticesiz iş; şahs-ı ebter: tasa. evlatsız adam). endÿh-gìn (f.b.s.): gamlı, kederli, tasalı. edbÀr (a.): arkalar, kıç, sonraki bölüm. -endÿz (f.s.): “kazanan, biriktiren, -efgen (f.s.): düşüren, yıkan, yere atan, toplayan” anlamlarıyla kelimeleri sıfat atıcı, yıkıcı, düşürücü. yapar. efrÀşte (f.s.): yukarı kaldırılmış, engìòte (f.s.): yükseltilmiş, oynatılmış, yükseltilmiş. koparılmış, karıştırılmış. efgende (f.s.): 1. yıkılmış, yıkık, engüşter (f.i.): parmağa süs için takılan düşürülmüş, yere atılmış. 2. düşkün, yüzük. biçare. envÀr (a.i.): nurlar, aydınlılar, ışıklar. efrendegì (f.i.): düşkünlük. ercümend (f.s.): muhterem, şerefli, efrÿòte (f.s.): yanmış, tutuşmuş, itibarlı, haysiyetli, seçkin. parlamış, ışıklanmış, aydınlanmış. erre (f.i.): bıçkı, testere. ehem (a.s.): mühim, çok gerekli. ervÀó (a.i.): canlar, hayatın cevherleri. efrÿz (f.i.): şule, parıltı. Eseduéllah (a.): Allah’ın aslanı, Hz. Ali. efsÿn-ger (f.b.s.): büyücü, üfürükçü eşbÀó (a.i.): 1. cisimler, şahıslar, el-úıããa (a.zf.): sözün kısası vücutlar, gövdeler. 2. büyük kapılar. 3. elmÀs-rìz (y.f.b.i.): elmas kırıntısı, uzaktan görünen şeyler, hayaller, döküntüsü. karaltılar. encümen (f.i.): takım. evbÀş (a.i.): ayak takımı, terbiyesiz, enbÿh (f.s.): 1. meclis, çokluk 2. çok aşağılık kimse. kalabalık, başka. 3. yoğun. evc (a.i.): doruk. -endÀz (f.s.): atıcı, atmış. (tìr-endÀz: ok evc-gìr (a.f.b.s.): yükselen, yükseğe atan.) çıkan. 167 eôhÀr (a.i.): arkalar, sırtlar, satıhlar, ferş (a.i.): 1.döşeme, yayma. 2. halı, taş yüzler. vs döşeme. 3. yeryüzü, kır, sahra. 4. F yaygı, şilte, hasır, halı, seccade. -fezÀ (f.s.): artıran, çoğaltan (óayret- fÀm (f.i.): renk. (gül-fÀm: gül renkli). fezÀ: hayret veren). farù (a.i.): aşırı, aşırılık, aşkın, aşkınlık, ferzend (f.i.): oğul, çocuk. taşkın, taşkınlık, fevkaladelik. feyÀfì (a.i.): susuz çöller, sahralar. fÀrÿú (a.i.): 1. haklıyı haksızlıktan fezÀyende (f.i.): artmak, çoğalmak, ayırmakta pek mahir olan. 2. keskin. 3. yükselmek. Hz. Ömer. figen (f.s.): atıcı, yıkıcı, düşürücü. fehm (a.i.): anlam, anlayış. figende (f.s.): yıkılmış, yıkık, düşkün. felÀó (a.i.): kurtuluş, selamet. fiél-meåel (a.zf.): meselâ. fem (a.i.): ağız. (àonce-fem: gonce gibi firÀvÀn (f.s.): çok, ol, fazla, aşırı. küçük ağızlı). firÀz (f.i.): yokuş, çıkış (firÀz ü nişìb: fer (f.i.): 1. parlaklık, aydınlık. 2. zînet, yokuş ve iniş), süs, bezek. 3. kuvvet, nüfuz, iktidar. firdevs (a.i.): 1. cennet. 2. bahçe, ferÀà (a.i.): 1. vazgeçme, bırakıp terk bostan. etme. 2. istirahat etme, dinlenme. 3. firìbende (f.s.):aldanmış, kapılmış. hiçbir işle meşgul olmama, rahat etme. fìrÿz (a.s.): mesut, mutlu, sevinçli, ferÀmüş (f.i.): unutma, hatırdan çıkma. ferah, uğurlu, iyi bahtlı. ferÀz (f.): yüksek, uzun. fiten (a.i.): fitneler, ayartmalar, ara ferd (a.): biricik Allah. bozmalar. feròunde (f.s.): mübarek, mesut, kutlu, fitne-òìz (f.): fitne yaratan. mutlu, uğurlu. fürÿzende (f.s.): 1. parlayıcı, parlayan, ferìd (a.s.): 1. tek, eşsiz, eşi olmayan, aydınlatıcı yanıcı, yakıcı. kıyas kabul etmez, ölçüsüz, üstün. füsÿn-sÀz (f.b.s.): büyüleyici. ferruó (f.s.): uğurlu, kutlu. 168 fütÿó (a.i.): 1. açma, açılma, gönül àavùa (f.i.): su içindeki derinlik. ferahlığı, ferahlama. 2. zafer, galibiyet, àazÀl (a.i.): ceylan. üstünlük. àÀze (f.i.): allık. fütÿr (a.i.): 1. zayıflık, gevşeklik, geç (f.i.): harç, kireç. bezginlik, usanma, usanç, bıkma. 2. gedÀ (f.s.): dilenci, yoksul. keder, ümitsizlik. gencìne (f.i.): hazine, define. füyÿøÀt (a.i.): 1. bol hediyeler. 2. gerd (f.i.): toz, toprak. bolluk, çokluk, verimlilik, fazlalık, -gerd (f.i.): kelimelere eklenerek “ ilerleme, çoğalma. 3. ilim, irfan dönen, dolaşan” anlamını verir. G gerdiş (f.i.): dönüş, dönme, dolaşma. gerdiş-i vÀrÿn: ters dönüş (baht vb.) àadìr (a.i.): 1. sel ile peyda olan birikinti gerdÿn (f.s.): 1. felek, dünya, sema. 2. su, durgun su, göl. 2. küçük ırmak. dönücü, dönen, devreden. àÀliye (f.i.): misk ile amberden yapılmış germ (f.s.): sıcak. siyah kokulu bir madde olup boya geşt (f.i.): gezme, seyretme, dolaşma. olarak kadınlarca saçlara ve başlara àıùÀ (a.i.): örtü, örtünecek şey. sürülür. -gìr (f.e.): 1. tutan, tutucu. 2. dağılan, àalùìde (f.s.): yuvarlanmış, yayılan. (pençe-gìr: pençe tutan). tekerlenmiş. girdÀr (f.i.): 1. meşguliyet. 2. âdet, tarz, àam-ÀzmÀ: gamı denemiş. yürüyüş. àÀret (a.i.): çapul, yağma, eski girìbÀn (f.i): elbise yakası. zamanlarda düşman toprağına yağma girìzÀn (f.s.): kaçan, kaçıcı. için yapılan saldırı. gisÿ (f.i.): omuza dökülen saç, uzun saç, àarìk (a.s.): gark olmuş, suya batmış, saç örgüsü, kâhkül. boğulmuş. àufrÀn (a.i.): affetme, merhamet etme. àarúa (a.s.): suya batmış. àulÀm (a.s.): 1. tüyü, bıyığı bitmemiş àÀşiye-dÀr (f.b.s.): seyis, at uşağı. genç. 2. köle esir. 169 gÿnÀ-gÿn (f.zf.): renk renk, türlü türlü, güzìn (f.s.): seçen, seçilmiş, seçkin, alaca. beğenilmiş. gÿne (f.i.): gidiş, tarz, yol, sıfat. H àurfe (a.i.): çardak, köşk, balkon, òabÀyÀ (a.i.): 1. gizli şeyler, gizli işler. cumba. 2. defineler. gÿşe-nişìn (f.b.s.): köşeye çekilen, òaber-yÀb (f.b.s.): haberi olan, haberi insanlardan uzaklaşma. elde eden. gÿş-güõÀr (f.b.s.): işitilen, kulağa óabeşì (a.i.): 1. çok esmer. 2. güzel çarpan. sanatlarda kullanılan bir kâğıt cinsi. gÿy (f.i.): söyleyen, söyleyici. ò˘Àbìde (f.s.): uyumuş, uykuya dalmış. -güdÀz (f.s.): eriten, yakan, mahveden. Òabìr (a.): 1. Cenabıhak 2. haberli, güdÀzende (f.s.): eritici, eriten. bilgili. güft ü gÿ (f.): dedikodu, söylenmek. óÀcet (a.i.): ihtiyaç, lüzum, gereklik, güher-pÀş (f.b.s.): cevahir saçan. muhtaçlık. gül-bün (f.b.i.): gül köklü, gül biten yer. òacle-gÀh (a.f.b.i.): gelin odası, gerdek gül-geşt (f.b.s.): gül gezintisi, gül seyri. odası. gül-gÿn (f.b.s.): gül renkli, pembe. òaclet(a.i.): utanma, şaşırma. güm-şüde (f.b.s.): kaybolmuş, telef òÀdim (a.s.): hizmet eden, yarayan. olmuş. òafìø (a.): 1. alçak, yumuşak ses. 2. gürìz (f.i.): 1.kaçma. 2. kaçkın, kaçan. yumuşak, kibar, ince, nazik (söz). güsil (f.): kırılmak, bunalmak, keyifsiz, òºÀhiş (f.i.): istek, arzu. söz verip tutmayan, yanlış. óaú (a.i.): 1. Allah. 2. doğruluk ve insaf. -güster (f.s.): yayan, döşeyen. òÀk (f.i.): toprak. (“güsterden” mastarından). óÀlet (a.i.): hal, suret, nitelik. -güşÀ (f.s.): açan, açıcı. ÒÀliú (a.i.): Allah. güõÀr (f.i.): geçme, geçiş. 170 óalìm (a.s.): tabiatı yavaş olan, yumuşak òaùù (a.i.): 1. çizgi. 2.satır. 3. yol. 4. huylu. yazı. òam (f.s.): eğri, bükülmüş. óavãala-sÿz (a.f.b.s.): takati, tahammülü òÀm (f.s.): 1.olmamış, pişmemiş, çiğ. 2. yakan, mahveden. işlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. 3. óayf (a.e.): 1. yazık ki, heyhat, vah. 2. boş, nafile, beyhûde. 4. acemi (kimse). haksızlık, cevir, zulüm. òÀme (f.i.): kalem. òayl (a.): 1. hayal etmek, düşünmek. 2. hÀmÿn (f.i.): büyük sahra, bozkır, düz gurur, onur, haysiyet. ova. òazÀn (f.i.): sonbahar, güz. hamÿn-nevred (f.b.s.): kırda, ovada, hem-çü (f.e.): (onun) gibi. çölde dolaşan. hem-èinÀn (f.a.b.s.): dizgini bir, at başı, ò˘Àn (f.i.): 1. yemek sofrası, üstüne beraber olan, yan yana birlikte bulunan, yemek konulan tepsi, sini. 2. aşçı arkadaş. dükkânı. 3. yemek. hem-sÀye (f.b.i.): komşu. òande (f.i.): gülme, gülüş. hem-vÀre (f.b.zf.): daima, he zaman. òÀne-i òammÀr (a.): şaraphane. hengÀme-gìr (f.b.i.): 1. hikâye söyleyici, òÀn-úÀh (a.i.): tekke. oyuncu, hokkabaz. 2. kavgacı, òÀnmÀn (f.i.): ev, bark, ocak. gürültücü. 3. çığırtkan. òÀr (f.i.): diken. hergiz (f.zf.): asla, katiyyen, hiçbir óarìú (a.i.): yangın, ateş. vakit, hiçbir suretle. óarìm (a.i.): 1. biri için kutsal olan hevÀ-dÀr (f.b.s.): dost, yâr. şeyler. 2. harem dairesi, harem. 3. evin heyéÀt (a.i.): heyetler. içi gibi başkasına kapalı olan yer. hezÀr (f.i.): 1. bülbül. 2. (sayı) bin. 3. óaseb (a.i.): baba tarafından gelen şeref, pek çok. asillik, soy temizliği. óırmÀn (a.i.): mahrumluk, ümitsizlik. òºÀst-gÀr (f.b.s.): isteyici, isteyen. òışt (f.i.): 1. küçük ok. 2. cirit, mızrak, òÀã u èÀm: herkes. kargı. 3. tuğla, kerpiç. 171 òıùùa (a.i.): memleket, diyar, ülke. òusrev (f.i.): hükümdar, şah. òıyÀbÀn (f.i.): iki tarafı ağaçlı yol, hÿş (f.i.): akıl, fikir, şuur. bulvar. hüdÀ (a.i.): 1. doğru yol gösterme. 2. òıred (f.i): akıl, us. Kur’ân-ı Kerîm himem (a.i.): 1. gayretler, emekler, hümÀ-sÀye (f.b.s.): gölgesi, iyilikleri çalışmalar, yüksek iradeler. 2. ermiş dünyaya yayılmış. olanların tesiri. hüşyÀr (f.b.s.): aklı başında, akıllı uslu. òirmen (f.i.): harman. hüveydÀ (f.s.): açık, apaçık, belli. òiyel (a.i.): hileler, oyunlar, I aldatmacalar. ıùlÀú (a.i): salıverme, koyuverme. Òoten (f.h.i.): Doğu Türkistan’da büyük ıùlÀú-ı èinÀn: dizgini salıverme, başıboş bir şehir. bırakma. òÿ (f.): 1. mizaç, karakter. 2. alışkanlık. òÿbÀn (f.s.): güzeller, iyiler. Đ ÒudÀ (f.i.): Allah, Tanrı. ibdÀè(a.i.): 1. ed. yeni ve güzel bir ÒudÀvend (f.): Allah, hükümdar, hâkim. eser meydana getirme. 2. örneksiz óudÿå (a.i.): sonradan peyda olma. olarak bir şey meydana getirme, òum (f.i.): küp, şarap küpü. yaratma. òÿn (f.i.): 1. kan. 2. öldürme, öç. ibtilÀ (a.i.): bir şeye düşkünlük, òÿn-Àbe (f.b.i.): gözyaşı, kanlı su. tiryakilik. òÿn-pÀş (f.b.s.): kan saçan, kan döken. iècÀz (a.i.): 1. mucize sayılacak kadar òÿr (f.i.): 1. güneş. 2. yiyecek. düzgün söyleme. 2. aciz bırakma, acze òurde (f.i.): 1. nükte, dakika. 2. yazıya düşürme. 3. şaşırtma. 4. bir benzerin nüans veren bir tarz. yapmada herkesi acze düşürme. òurÿf (a.i.): harfler. (derece-i iècÀz: güzel söylemenin son òurÿş (f.i.): coşma, gürültü, şamata, haddi.). telaş. 172 idbÀr (a.i.): talihsizlik, bahtsızlık, istirÀú (a.i.): sirkat, çalma, hırsızlama, düşkünlük, işlerin ters gitmesi. çalınma. iótirÀú (a.i.): tutuşup yanma. işgift (f.): şaşılacak şey, mucize harika. iótirÀm (a.i.): saygı, hürmet. iştièÀl (a.i.): tutuşup yanma, alevlenme. iòtiãÀã (a.i.): uzmanlık. iştibÀh (a.i.): şüphelenme, şüphe iksìr (a.i.): 1. tesirli, yararlı şurup. 2. etme.(bì-iştibÀh: şüphesiz). biricik şifa, en tesirli sebep. iştihÀr (a.i.): meşhur olma, şöhret ièlÀ (a.i.): 1. yükseltme, yükseltilme, bulma. yüceltme. 2. şan ve şöhreti artırma. èiõÀr (a.i.): yanak. èilm-efrÀz (a.f.b.i.): ilmi yükselten, ièzÀz (a.i.): 1. aziz kılma, saygı yücelten. gösterme. 2. ikram etme, ağırlama èinÀn (a.i.): 1. dizgin. 2. idare etme, èizz (a.i.): 1. değer, kıymet. 2. yücelik, yürütme. ululuk. 3. güçlülük. inbisÀù (a.i.): 1. iç açılması, ferahlık. 2. J yayılma, açılma, genişleme. jÀle (f.i.): çiğ, kırağı. infikÀk (a.i.): 1. fek olma, bir şeyin jerf (f.s.): derin yerinden ayrılması, çözülme. inóirÀf (a.i.): 1. münharif olma, dönme, K sapma. 2. doğru yoldan çıkma. 3. úadd (a.i.): boy. değişme, bozulma. 4. kırıklık. 5. úadd-i mevzÿn: biçimli boy. gücenme, kırılma. úadem (a.i.): 1. ayak, adım. 2. uğur. ins (a.i.): insan. kÀò (f.i.): 1. köşk, kasr. 2. yüksek bina. intièÀş (a.i.): 1. hastalıktan kurtulup úÀlıb (a.i.): vücut, beden, gövde. kalkma. 2. doğrulup kalkma. 3. úarìn (a.s.): 1. yakın. 2. bir şeye sahip geçinme. olan, bir şeye nail olan. 3. hısım, irtisÀm (a.i.): resmi çıkma, resm olma. arkadaş, komşu gibi yakın olanlardan her biri. 173 kÀm-rÀn (f.b.s.): arzusuna, emeline úıyem (a.i.): kıymetin çoğulu, değerler. ulaşmış, mutlu. kibriyÀ (a.i.): büyüklük, ululuk. 2. úÀãid (a.s.): 1. postacı, haberci, ulak. 2. Allah. kasd eden, tasarlayan, kıyan. kilk (f.i.): kamış kalem. úaãr (a.i.): kısa kesme, kısaltma, kısma. úudÿm (a.i.): uzak bir yerden, uzak bir keffüél-òaøìb (a.): kına yakılmış el. yoldan gelme, ayak basma. kefìde (f.i.): vurulmuş, çatlamış, úulzüm (a.i.): deniz. yarılmış, yırtılmış, parçalanmış, úurã (a.i.): 1. bir yıldızın görünen yüzü. patlamış. 2. küre, daire, tekerlek, yuvarlak ve keh-keşÀn (f.b.i.): Samanyolu. yassı nesne. kelef (a.i.): 1. şiddetli sevgi. 2. yüzdeki úuùb (a.i.): 1. bir mevzuda geniş bilgisi benek, siyah ya da kırmızı noktalar. ve salahiyeti olan kimse. kelìm (a.s.): söz söyleyen, konuşan. kÿy (f.i.): 1. sevgilinin bulunduğu yer. kemìn (f.i.): pusu, tuzak. 2. köy. kem-nÀm (f.b.s.): namsız, şöhretsiz, adı kühen (f.s.): eski, yıpranmış, modası sanı belirsiz. geçmiş. (çarò-ı kühen: dünya). kem-ter (f.b.s.): 1. daha aşağı, aşağıda kün (a.f.): Allah’ın “ol, olsun” emri. bulunan, hakir, itibarsız. 2. eksik, künh (a.i.): bir şeyin aslı, cevheri, noksan. miktarı, özü, nihayeti, vechi. 2. vakit, kesb (a.i.): çalışıp kazanma. zaman. keåret (a.i.): 1. çokluk, bolluk, külbe (f.i.): kulübe. ziyadelik. 2. tas. kalabalık külòenì (f.i.): 1. çapkın, serseri. 2. keş-me-keş (f.b.i.): 1. çekişme, kavga, okşama ile azarlama sözü. (KülòÀnì-i mücadele. 2. kararsızlık. lÀy-òÀr: meşhur Hakìm-i SenÀì’nin kevÀkib (a.i.): yıldızlar. mürşidi.) keyy (a.): vücûdun bir parçasının ateşle küşte (f.s.): öldürülmüş. yanması. 174 L M laèalle (a.e.): belki, umulur ki, ola ki. maèÀlì (a.i.): yüksek, derin fikirler lÀ-büdd (a.s.zf.): lâzım, gerekli, gerek. maèÀmì (a.): 1. ıssız yerler, bölgeleri (aslında “ayrılık yok.” demektir.) kırlar. 2. izi olmayan, yolsuz, geçitsiz. lÀ-cerem (a.zf.): şüphesiz, besbelli, maèÀnì (a.i.): anlamlar. elbette. maèarif (a.i.): 1. marifetler, bilimler. 2. laàz (a.i.): sürçme, kayma. bilgi, kültür. laàzìde-pÀ (f.b.s.): ayağı sürçmüş, ayağı maàÀk (f.i.): mezar, çukur, zindan. kaymış. mÀ-óaãal (a.b.i.): hâsıl olan, meydana laólaòa (f.i.): 1. güzel kokulardan gelen şey, netice. meydana gelen aroma. 2. gece. maóbÿb (a.s.): 1. muhabbet olunmuş, laèl (a.i.): 1. kırmızı, al. 2. kırmızı ve sevilmiş, sevilen, sevgili. 2. erkek değerli bir süs taşı. 3. dudak. sevgili. lÀy (f.): çamur, kül, tortu (şarap tortusu). maóô (a.i.): 1. su katılmamış, halis süt. lÀzıme (a.i.): gerekli şeyler. 2. halis, katıksız, sade, tam, tâ kendisi, leb-rìz (f.b.s.): ağzına kadar dolmuş, aslı. taşıcı. maúarr (a.i.): 1. karar edilen, durulan levó(a.i.): yassı, düz, üzerine resim, yazı yer, karargâh. 2.oturulan yer. 3. ocak, gibi şeyler yazılabilen nesne. merkez. levå (a.i.): pislik, kir. maènì (a.i.): mana, anlam. (levó-i cebìn: alın, levó-i dü-reng: gece maèãiyet (a.i.): âsîlik, itaatsizlik, isyan, ile gündüz, levó-i òÀtır: hâfıza.) günah. lücce (a.i.): 1. engin su. 2. kalabalık maãÿn (a.s.): 1. saklanmış. 2. sıyanet güruh. 3. gümüş. 4. ayna. olunmuş, korunmuş, korunan. 3. salim, lülü (a.i.): inci. sağlam. mÀyil (a.s.): 1. hevesli, istekli, düşkün. 2. bir yana eğilmiş, eğik. 175 maôher (a.i.): 1. nail olma, şereflenme. mevhÿme (a.i.): vehim, hayal, kuruntu 2. bir şey göründüğü, çıktığı yer. 3. türünden şey. dervişlerin kullandığı bir çeşit tef. 4. mevkib (a.i.): atlı veyâ yaya olarak bazı tekkelerde uyunurken dayanılan maiyette yürüyen alay, kafile. kısa değnek. mevvÀc (a.s.): çok dalgalanan, pek mebÀnì (a.i.): binalar, yapılar, temeller. dalgalı. medÀr (a.i.): etrafında dönülen nokta, mevzÿn (a.s.): 1. biçimli, yakışıklı, bir şeyin döneceği, devredeceği, düzgün, güzel. 2. vezinli, tartılı, üzerinde hareket edeceği yer. tartılmış. meh-veş (f.b.s.): ay gibi güzel. mey-gede (f.b.i.): meyhane. mekìn (a.s.): vakarlı, temkinli, yüksek meze (f.i.): tat, lezzet. rütbe sahibi, yerleşmiş, oturmuş, sakin, micmere (a.i.): buhurdan, içinde tütsü muhkem. yakılan kap. melÀóat (a.i.): güzellik, yüz güzelliği. midÀd (a.i.): yazı mürekkebi. melÀéik (a.i.): melekler. mihen (a.i.): eziyetler, mihnetler, melÀmet (a.i.): ayıplama, kınama, sıkıntılar. azarlama, çıkışma. mihr (f.i.): 1. güneş. 2. sevgi. meélÿf (f.b.i.): ülfet edinilmiş, alışılmış, miórÀb (a.i.): 1. mec. sevgilinin kaşları. alışmış. 2. mec. ümit bağlanan yer. meniş (f.i.): huy, tabiat. min-baèd (a.zf.): bundan böyle, bundan merdümek (f.i.): gözbebeği. sonra. mestÿr (a.s.): setr olunmuş, örtülü, mìnÀ (f.i.): 1. şarap şişesi. 2. şişe, cam, kapalı, gizli. billur. 3. mine, kuyumcuların gümüş meşÀm (a.i.): burun. üzerine işledikleri lacivert ya da yeşil meşşÀùa (a.i.): gelin süsleyen, gelin renkli sırça. (úasr-ı mìnÀ: gök kubbe). tuvaleti yapan kadın. mirÀ (a.i.): riyâ etme. meşhÿn (a.s): doldurulmuş, dolu. mis (f.i.): bakır. 176 miyÀn (f.i.): bel, kemer yeri. mübdiè (a.s.): 1. benzeri görülmemiş şiir miyen (a.): “mine”nin çoğulu, söyleyen. 2. ibda eden, icat eden, yen, minelemek, parlatmak. şeyler bulan, söyleyen. muèallÀ (a.s.): 1. yüce, yüksek. 2. mücmel (a.s.): icmal olunmuş, kısa ve makamı, rütbesi yüksek. az sözle anlatılmış. muèallem (a.s.): talim görmüş, eğitimli. müdÀm (a.s.): devam eden, süren, muèazzam (a.s.): kocaman, koca, ulu. sürekli. muàaylÀn (f.i.): deve dikeni. müje (f.i.): kirpik. (tìà-i müje: kirpiğin muàtenem (a.s.): ganimet olarak kılıcı). alınmış. mühenned (a.s.): Hint demirinden muóadded (a.s.): sınırı çizilmiş, yapılan kılıç. sınırlandırılmış, tahdit edilmiş. mükellel (a.s.): 1. çelenk gibi etrafı muúÀbil (a.s.): karşılık, karşılığında. çiçeklerle süslenmiş şeyler. 2. taçlı, taç muúaddem (a.s.): 1. önde olan, önde giymiş, başında taç bulunan. 3. süslü, giden. 2. değerli üstün. 3. küçükten parlak. büyüğe takdim edilen, sunulan. mükerrer (a.s.): tekrarlanmış. muúniè (a.s.): ikna eden, kanaat getiren, mültemes (a.s.): iltimaslı, kayrılan. inandırıcı. münfaèil (a.s.): 1. gücenen, gücenmiş, muúterin (a.s.): yaklaşan, yakın gelen. yüreğine işlemiş, alınmış. muraããaè (a.s.): kıymetli taşlarla münòal (a.): kambur. bezenmiş. 2. ed. iki mısraı ya da iki münşì (a.s.): 1. inşa eden, yapan, yapıcı. fıkrası aynı vezin ve kafiyede olan söz, 2. yapısı, üslûbu güzel olan, iyi kitap. beyit. mürà (f.i.): kuş. mÿ(y) (f.i.): kıl müstaànì (a.s.): 1. doygun, gönlü tok. 2. mÿy-miyÀn (f.i.): (kıl belli), ince belli. çekingen, nazlı davranan. 3. lüzumlu, muõÀb (a.i.): erimiş, sıvılaşmış, sıvı, gerekli bulmayan. akışkan. 177 müsteèÀn (a.s.): kendisinden yardım misk, koku. 2. mec. güzelin, sevgilinin beklenen, yardım istenen. (Allah’ın saçı. sıfatlarından). naàamÀt (a.i.): ahenkler, ezgileri güzel müsteèÀr (a.s): eğreti, takma (ad). sesler. müstedÀm (a.s.): devamı istenilen, naàme-sÀz (a.f.b.s.): şarkı söyleyen. devamlı, sürekli. naàme-zen (a.f.b.s.): şarkı söyleyen. müstefìø (a.s.): feyiz alan, feyizlenen. naòl (a.i.): ince, uzun narin vücutlu müşèabid (a.i.): hokkabaz. dilber. müşg (f.i.): misk. nÀòun (f.i.): tırnak müşg-bìz (f.): misk eleyen (toplayan). nÀliş (f.i.): inleyiş, inleme, inilti. müşgìn (f.s.): 1. miskli, misk kokulu. 2. nÀãıye (a.i.): alın. siyah, kapkara şey. (mügìn-kemÀn: nÀvek (f.i.): ok. kemana benzer uzun, siyah kaşlar). nÀyire (a.i.): ateş, alev, sıcaklık. müşìr (a.s.): 1. emir ve işaret eden. 2. naôìr (a.s.): benzer, eş mareşal. nÀziş (f.i.): naz. müttehem (a.s.): kabahatli suçlu. nerm (f.s.): yumuşak. mütevÀlì (a.s.): tevalî eden, birbiri nesh (a.i.): 1. fesih ve lağvetme, ardınca giden, art arda gelen, üst üste hükümsüz bırakma. 2. bir şeyin suretini, olan. kopyasını çıkarma. N nesìm (a.i.): hafif rüzgâr. nevÀ (f.i.): ses, seda, makâm, âhenk, nÀdire-gÿyÀn (f.b.s.): güzel fıkra nâme. (muèciz-nevÀ: mucize sesli. nevÀ- anlatanlar, nükteli söz söyleyenler. senc: sesi, makamı yerinde kullanan, nÀdire-senc (f.b.s): nükteli sözler sesin iyisinden anlayan). söyleyen, zarif kimse. (c. nÀdire-sencÀn) nevÀl (a.i.): 1. armağan, hediye 2. nÀfe (f.i.): 1. misk âhûsu denilen bahşiş, bağış. 3. talih, kısmet. hayvanın göbeğinden çıkarılan bir çeşit 178 nevÀziş (f.i.): okşama, iltifat, gönül nikÀt (a.i.): nüktenin c. Herkesin alma. anlamadığı ince manalar. neverde (f.): dönen, gezen, dolaşan. nìlì (f.s.): çividî, mavi. nev-òÀste (f.b.i.): yeni yetişen delikanlı, nìreng (f.i.): 1. efsun, büyü 2. hile, yeni yetme. düzen. nev-òìz (f.b.s.): 1. yeni yetişmiş, yeni niåÀr (a.i.): saçma, serpme. (dürr-niåÀr: çıkmış. 2. genç, taze. inci saçan, serpen) nevìd (f.i.): müjde, iyi sevinçli haber. nişìb (f.i.): iniş. nev-res (f.b.s.): yeni yetişen, yeni biten. nişìnÀn (f.i.): “nişìn”in c., oturmuş. nev-reste (f.b.s.): yeni bitmiş. nitÀú (a.i.): kuşak, kemer, peştamal, ne-şinìde (f.b.s.): işitilmemiş, kuşak yeri. duyulmamış. niyÀm (f.i.): kılıç kını, kın, kılıf. neyl (a.i.): 1. merama erişme, isteğine niyÿş (f.): duyan, dinleyen. ulaşma. 2. ulaşılan şey. noúùa (a.i.): 1. nokta. 2. benek, leke. 3. nezÀket-fezÀ: nezaket artıran. yer. 4. mevzu, konu. 5. derece, kerte. 6. neôôare (a.i.): seyirci, b,r şeye bakma. hâl, durum. nigÀh, nigeh (f.i.): bakış, bakma. nuòbe (a.i.): 1. her şeyin iyisi, seçkini. nigÿ (f.s.): güzel, iyi. 2. seçkin, seçilmiş. 3. meclis (içki) nigÿn (f.s.): 1. tersine dönmüş, alt üst arkadaşı. olmuş. 2. ters, aksi, uğursuz. nÿş (f.i.): 1.tatlı, bal. 2. içki, işret. -nih (f.s.): “koyan” manasıyla birleşik nücÿm (a.i.): yıldızlar. kelimeler yapar. -nümÿn (f.s.): “gösteren” anlamıyla nihÀd (f.i.): tabiat, huy, yaradılış. kelimelere eklenir. nihÀl (f.i.): taze, düzgün fidan. nüşre (a.i.): muska, efsun, büyü. nijÀd (f.i.): 1. tabiat, cibiliyyet. 2. soy, nüvìd (f.i.): müjde. nesil, neseb. 179 P perì (f.i.): 1. cinlerin çok güzel ve alımlı -pÀş (f.s.): “serpen, saçan, dağıtan” olarak farz edilen dişilerine verilen ad. anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar. 2. mec. çekici güzelliği olan çok alımlı pÀy (f.i.): ayak. kız veyâ kadın. pÀy-endÀz (f.b.s.): 1. ayak atan, ayak pervìn (f.i.): Ülker yıldızı. atmış. 2. büyük kimselerin geçeceği pertev (f.i.): ışık, parlaklık. yerlere serilen halı gibi şeyler. pesendìde (f.s.): beğenilmiş, seçilmiş. pÀy-mÀl (f.b.s.): ayakaltında kalmış, pest (f.s.): 1. hafif sesle söylenen. 2. çiğnenmiş. alçak, aşağı. pÀ-zede (f.b.s.): ayak alında kalmış, peş (f.i.): bazı eteklerin yanlarına ezilmiş, mahvolmuş. eklenen parça. pedìd (f.s.): görünür, açık, belli. peyem-ber (f.b.s.): peygamber, haber pehn, pehnÀ (f.s.): 1. enli, yassı, geniş. getiren. 2. enlilik, genişlik. peyàÿle (f.i.): köşe, bucak. pele (f.i.): 1. terazi kefesi. 2. merdiven peyk (f.s.): haber ve mektup getirip basamağı. 3. çark dişi. götüren. -penÀh (f.i.): (bir şeyin) sığınağı, peyker (f.i.): yüz, surat. koruyucusu, dayanağı anlamlarıyla pey-siper (f.b.s.): ayak altında kalmış, birleşik kelimeler yapar. çiğnenmiş. per (f.i.): kanat. peyveste (f.s.): 1. ulaşmış, bitişik. 2. perde-nişìnÀn (f.): perde arkasında daima. oturmuş, temiz, nâmuslu. peõìrÀ (f.s.): kabul eden. peren (f.i.): Ülker yıldızı. pìçìde (f.s.): karışmış, bükülmüş, perend (f.i.): 1. ipekten dokunmuş, düz, kıvrılmış. nakışsız, kumaş atlas. 2. kılıç veya piçiş (f.): kıvrım, büklüm. hançer cevheri. pijÿh (f.s.): soruşturma, araştırma. pìrehen (f.i.): gömlek. 180 puyÀn (f.s.): koşan. silinmesi, hesabının hükümsüzlüğüne pürsiş (f.s.): sorma, soruşturma, sual dair edinilen işaret. ediş, soruş. rest-òìz (f.): 1. canlanma, dinlenme. 2. R çit. 3. kurtulmak için tırmanmak. reşk (f.i.): 1. kıskanmak, haset günü. 2. rÀóat-güsil (f.): rahatı bozan. kıskanılmış. (reşk-i Àlem: herkesi raóìú (a.i.): kızıl renkli duru şarap. kıskandıracak kadar üstün durumda raòş (f.s.): gösterişli, yürük ve güzel olan.) (at). reşk-Àver (f.b.s.): hasede düşüren, rÀmì (f.s.): atan, atıcı (ok vb.). kıskanmayı uyandıran. raúìú (a.s.): 1. ince. 2. yufka yürekli. revÀn (f.s.): 1. yürüyen, giden, akan, su rÀtibe (a.i.): maaş, vazife, tayin. gibi akıp giden. 2. ruh, can. 3. hemen, reftÀr (f.i.): salınarak edalı yürüyüş. derhal. reh-güõer (f.b.s.): geçit, geçilecek yol. revş, reviş (f.i.): gidiş, yürüyüş, usul, reh-nümÀ (f.b.s.): yol gösteren, kılavuz. tutum, yol. reh-nümÿn (f.b.s.): yol gösteren, rìòte (f.s.): dökülmüş, akıtılmış. kılavuz. rikÀb (a.i.): 1. üzengi. 2. büyük bir remìde (f.s.): ürkmüş, korkmuş. kimsenin katı, önü renc (f.i.): 1. ağrı, sızı 2. zahmet, eziyet, riúÀn (a.): kına. sıkıntı. rişte (f.i.): 1. iplik, tire. 2. ilgi, bağ. -res (f.s.): “erişen, yetişen, ulaşan” riyÀz (a.i.): bahçeler, ağaçlık, çimenlik anlamlarıyla birleşik kelimeler yapar. yerler. -resÀn (f.s.): “erişenler, yetişenler, rÿ (f.): sebep, yüreklilik, cüretkâr. ulaşanlar” anlamıyla birleşik kelimeler ruèÀf (a.i.): burun kanaması. yapar. ruò (f.i.): yanak. resìd (f.f.): 1. yetişti, erişti. 2. alınan bir rukèa (a.): yama, yama parçası. paranın alındıktan sonra kaydının 181 rÿ-nümÀ (f.b.s.): 1. yüz gösteren, ãaón (a.i.): 1. avlu. 2. orta, meydan, meydana çıkan. 2. yüz görümlüğü. aralık. 3. sahne. rÿşen (f.s.): 1. aydın, parlak. 2. belli, saòn (a.i.): sıcaklık, hararet. meydanda. saòt (f.s.): 1. katı, sert, çetin, pek. 2. rÿy (f.i.): yüz, çehre. kuvvetli, güçlü, sağlam. 3. güç, zor. rÿyende (f.): büyüyen. saúf (a.i.): tavan, çatı, dam. rÿşenÀ (f.s.): 1. aydın, parlak. 2. belli, saúìm (a.s.): 1. hasta, hastalıklı 2. meydanda. yanlış. rücóÀn (a.i.): üstünlük, üstün olma. ãalÀó (a.i.): 1. dine olan bağlılık. 2. rüsÿm (a.i.): usul, merasim. barış, rahatlık. 3. düzelme, iyileşme, rüsvÀ (f.s.): rezil, itibarsız, haysiyetsiz. iyilik. S -sÀn (f.s.): “benzer, andırır” anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapar. sÀbıúa (a.i.): 1. geçmişte işlenmiş suç. 2. ãÀniè (a.s.): 1. yapan, işleyen, yapıcı. 2. geçmiş şey, geçmiş hal ve vaka. Allah. ãadr (a.i.): 1. göğüs. 2. yürek. 3. her ãarãar (a.i.): gürültülü, şiddetli rüzgâr şeyin başı, önü, ilerisi, en yukarı, en ãavb (a.i.): taraf, yön, cihet. baş. 4. oturulacak en iyi yer. (sadr-ı ãavl (a.i.): saldırış, atılış. felek: feleğin en itibarlı yerinde oturan). ãavt (a.i.): 1. ses, seda. 2. bağırma, ãafÀ (a.i.): 1. saflık, berraklık. 2. gönül haykırma, çığlık. şenliği, kedersizlik, neşe, zevk, eğlence. saèy (a.i.): çabalama, gayret etmek. ãafóa (a.i.): 1. yazılmış ya da yazılabilir ãayd-geh (a.f.b.i.): avlanacak yer, avlak. sahife. 2. bir şeyin düz yüzü. 3. bir ãayúal (a.i.): 1. cilâcı. 2. cilâ âleti. 3. cismin görünen tarafları. parlak cilâlı. ãafìr (a.i.): 1. ıslık. 2. ince güzel ses. 3. sebÀú (a.i.): ders gök yakut. sebel (a.i.): göze inen perde, dumanlı, ãaóbÀ (a.i.): şarap. bulanık görme hastalığı. 182 åebt (a.i.): yazma, kaydetme, deftere ser-şÀr (f.s.): 1. ağzına kadar dolu, geçirme. taşkın 2. sınırı aşan, ileri giden. sebük-pÀ(y) (f.b.s.): ayağı çabuk olan ser-tìz (f.b.s.): keskin, ucu keskin olan. (kimse). ser-zenìş (f.b.i.): başa kakma. secde-geh (a.f.b.i.): ibadet (namaz) sevÀd (a.i.): 1. yazı, karalama. 2. edilecek yer. karalık, siyahlık. sefìd (f.s.): ak. sigÀl (f.i.): 1. fikir, düşünce. 2. kuruntu. sehÀb (a.i.): bulut. (bed-sigÀl: kötü fikirli). seóóÀre (a.s.): büyüleyici, çok güzel sìlì (f.i): 1. şamar, tokat. 2. belâ, felâket. kadın. silk (a.i.): 1. sıra, dizi. 2. iplik. 3. yol. selb (a.i.): 1. kapma, zora alma. 2. silsile (a.i.): 1. zincir, zincirleme olan kaldırma, giderme. 3. olumsuzlaştırma. şey. 2. art arda gelen şeylerin 4. inkâr etme. oluşturduğu sıra. 3. soy sop. sencìde (f.s.): ölçülü, tartılı, yerinde sìne-çÀk (f.b.s.): yüreği yaralı. (söz). 2. tezhipte (süslemede) bir sì-penc (f.i.): 1. misafirhane, otel. 2. kıvrıma bağlı yaprak motifinin kıvrımın misafir. 3. dünya. mukabil tarafına konulmasının adı. sipihr (f.i.): 1. gökyüzü. 2. talih. serÀsime (f.s.): sersem sìr-Àb (f.b.s.): 1. suya kanmış. 2. taze, serÀyÀn (f.): şarkı söylemek. körpe ser-be-ser (f.zf.): baştanbaşa, büsbütün. sirişk (f.i.): gözyaşı. ser-beste (f.b.s.): başı bağlı, örtülü, siyeh-mest (f.b.s.): çok sarhoş. kapalı, gizli. siyer (a.i.): ahlak ve yüksek vasıflar. ser- efgende (f.b.s.): başını eğen. ãubó (a.i.): sabah. ser-firÀz (f.b.s.): başını yukarı kaldıran, sÿde (f.s.): 1. sürmüş, sürülmüş. 2. yükselten, benzerinden üstün olan. ezilmiş, dövülmüş. (ruò-sÿde: yüzünü ser-girÀn (f.b.s.): çok sarhoş. sürmüş). ser-levóa (a.f.b.i.): başlık (yazıda). 183 sÿòte (f.s.): yanmış, tutuşmuş yanık. şÀm (f.i.): akşam. (dil-sÿòte: gönlü yanmış, kederli). şÀne (f.i.): tarak. sÿd (a.i.): fayda, kâr, kazanç. şÀr (f.i): şehir. sÿl (f.): siyah yeleli ve siyah kuyruklu, şÀùır (a.s.): 1. neşeli, keyifli, şen. 2. külrengi at. büyük bir kimsenin atı yanında gitmekle ãunè (a.i.): 1. yapma, yapış. 2. tesir, vazifeli ağa. kudret. şebÀó (a.i.): ceset, cisim, şahıs. sur (f.i.): sevinç, şenlik, mutluluk. şemè (a.i): mum. sÿr (f.i.): düğün, ziyafet, şenlik. şemèa (a.i.): mumlu fitil, muma sÿsen (f.i.): süsen çiçeği. batırılmış fitil. suùÿr (a.i.): satırlar. şengerf (f.i.): zincifre denilen kırmızı sÿy (f.i.): taraf, yön, cihet. boya, süleğen. (şengerf-sÀ: şengerf ãuver (a.i.): biçim, suretler, yüzler. gibi). suzÀn (f.s.): 1. yakan, yakıcı. 2. yanan, şeref-yÀb (a.f.b.s.): şeref bulan, şeref yanıcı. kazanan. sübül (a.i.): sebiller, yollar, caddeler. şereng: (f.i.): Zehir süòan (f.i.): söz, lakırdı. şerm (f.i.): utanma. süllem (a.i.): merdiven şevher (f.i.): koca. SüreyyÀ (a.h.i): Ülker yıldızı. şièÀr (a.i.): 1. alamet, işaret. 2. ayırıcı sürò (f.s.): 1. kırmızı, kızıl. 2. kırmızı işaret, ayırt edici adet. 3. hacı olmak mürekkep. 3. bâb veyâ fasıl başlıkları için Mekke’de yapılan törenler. kırmızı mürekkeple yazılmış olan şìfte (f.s.): kaçık, düşkün, tutkun. yazma kitap. şigerf (f.i.): şaşılacak şey, iyi ve sürÀà (f.i.): iz, eser, işaret. yakışıklı, muhteşem ve ulu. Ş şihÀb (a.i.): 1. kıvılcım 2. akan yıldız. şikÀl (a.i.): 1. devenin ayağının şÀò (f.i.): dal, budak. bağlandığı ip, köstek, el ve ayak zinciri. 184 2. devenin palanını bağlayan ip 3. üç kelimeler yapar. (úaùre-şümÀr: adım ayağı beyaz at. sayıcı.) şiken (f.i.): büklüm, kıvrım. şüst ü şÿ (f.): yıkama. şikest (f.s.): kırılmış, kırık, kırma, T kırılma, yenileme. taèaúúul (a.i.): 1.akıl erdirme, zihin şikìb (f.i.): sabır, tahammül yorarak anlama. 2. hatırlama, hatıra şikìbÀ (f.s.): sabırlı. getirme. şinÀh (f.i.): suda yüzme. tÀb (f.i.): 1. ışık, parlaklık. 2. güç, şìrìn-kÀm (f.b.s.): tatlılığı damağında kuvvet. 3. hararet (tÀb-ı òÿrşìd: güneşin kalmış, tadı damağında kalmış. harareti). şitÀbÀn (f.i.): acele eden, çabuk olan. tabè (a.i.): 1. tabiat, huy yaradılış. 2. şìve-kÀr (f.b.s.): işveli, şiveli, cilveli. mühür, damga, basma. 3. kitap basma. şude (f.): içinde bulunulan, gitmiş, tÀbÀn (f.s.): ışıklı, parlak. geçmiş, bitmiş, tükenmiş, ölmüş. tÀb-dìh (f.): ışık veren. şuúúa (a.i.): 1. parça, kâğıt ya da kumaş tÀbende (f.s.): parlayan, ışık veren. parçası. 2. küçük tezkere, yazı. tÀbiş (f.i.): parlayış, parıldayış. şÿr (f.s.): 1. gürültü, şamata. 2. tuzlu. tÀb-nÀk (f.b.s.): parlak, ışıklı. şÿrìde (f.s.): 1. âşık, tutkun. 2. karışık, taàayyür (a.i.): 1. değişme, başkalaşma. perişan. 2. rengi değişme.3. bozulma, kokma. şÿrìde-óÀl (f.a.b.s.): hali perişan olan. taóassür (a.i.): 1. hasret çekme. 2. çok şükÿh (f.i.): ululuk. istenilen ve ele geçirilemeyen şeye şüküfte (f.s.): “açılmış” anlamına üzülme. gelerek birleşik kelimeler yapar. (nev- taóayyür (a.i.): hayran olma, hayrete şüküfte: yeni açılmış gibi). düşme, şaşırma. -şümÀr (f.s.): “sayan, sayıcı, eden, taómìd (a.i.): hamdetme, şükretme. edici” anlamına gelerek birleşik 185 taósìn (a.i.): 1. güzel bulup takdir etme, teh (f.i.): dip. beğenip alkışlama. 2. güzelleştirme, tekÀpÿ (f.i.): 1. telaş ile koşarak güzel bulma. araştırma. 2. dalkavukluk, kavuk tÀ-key (f.zf.): ne vakte kadar. sallama. ùalèat (a.i.): 1. güzellik. 2. yüz, surat, tekye-zen (a.f.b.s): dayanan, istinad çehre. (mihr-i ùalèat: güzellik güneşi) eden. taèlìm (a.i.): 1. öğrenme, öğretme, telÀúúì (a.i.): birbirine karşı gelip öğretim. 2. okutma, ders verme. buluşma, karşılama, birbirine ulaşma, taène (a.i.): sövme, zemmetme, birleşme. çekiştirme, yerme. telaùùuf (a.i.): nâzikâne muamelede tÀr (f.s.): 1. karanlık. (şeb-i tÀr: karanlık bulunma. gece). 2. tel, saç teli. (tÀr-ı ud: ud teli). tell (a.i.): tepe, küme yığın. 3. tepe. tenhÀ-rev (f.b.s.): yalnız giden. tÀrÀc (f.i.): yağma, talan, yağma etmek. teşyìd (a.i.): 1. yükseltme, yükseltilme. taraããud (a.i.): gözetme, bekleme, 2. sağlamlaştırma, sağlamlaştırılma. gözleme. tetimme (a.i.): bir eksiği tamamlamak ùÀrem (f.i.): kubbe, kümbet, dam, üzere katılan şey, bir şeyin tam olması cennet, gökyüzü. için gerekenler. ùarf (a.i.): bakış, göz ucu, göz, nazar. tevellÀ (a.i.): 1. birine yanaşma. 2. birini ùaró (a.i.): yerleştirmek, temel bırakmak, dost tutma. 3. tas. ehl-i beyti, Hz. Ali’yi tertip etmek, uzaklaştırmak, indirmek. sevme, onlardan medet ve şefaat tefaúúud (a.i.): arayıp sorma, arayıp dileme. sorulma. ùıfl-Àne (a.f.zf.): çocukça, çocuk gibi. tefaúúud-künÀn: arayıp soran. ùırÀz (a.i.): 1. üslûp, tutulan yol, 2. ipek tefrìd (a.i.): dünyadan geçip yalnız ve sırma ile işleme. 3. süs. Allah ile meşgul olma, kendini Allah’a ùırazende (f.s.): süsleyen, süsleyici, adama. donatan, donatıcı. 186 tìre (f.s.): bulanık, kara, karanlık. vaóal (a.i.): bataklık, batak, çamurlu tìà (f.i.): kılıç. yer. turfe (a.s.): görülmemiş, yeni, tuhaf, vaóìd (a.s.): yalnız, tek. şaşılacak şey. vÀlih (a.s.): şaşakalmış, şaşırmış. turre (a.i.): alın saçı, kıvırcık saç lülesi. vÀrÿn (f.s.): ters, uğursuz, aksi. tutuú (f.): 1. perde. 2. pelerin, kadının vÀşüde (f.s.): geri çekilmiş, def vücudunu örten peçe, örtü. olunmuş. tünd- òÿ(y) (f.b.s.): sert huylu, titiz. vaø-ı úadem: adım atma. U vech (a.i.): 1. yüz, surat, çehre. 2. sebep, vesile, münasebet. 3. vasıta 4. üslup, ubÿdiyyet (a.i.): 1. kulluk, kölelik. 2. tarz. 5. ön, alın. 6. satıh, üst, düz yüz. birine aşırı bağlılık. velÀ(a.i.): yakınlık, sahiplik. uúde (a.i.): 1. düğüm. 2. zor, karışık iş. verd (a.i.): gül. 3. isteyip de ulaşılamadığından dolayı vesìm (a.s.): gül yüzlü. içe dert olan şey. veşen (f.i.): güzel, hoş. uluhiyyet (a.i.): Allahlık vasfı, Tanrılık vey (f.e.): ey. vasfı. vuãÿl (a.i.): ulaşma, gelme, varma, èulÿm (a.i.): ilimler, bilgiler. erişme, yetişme. èuşşaú (a.i.): âşıklar. Y èuùÀrid (a.h.i): Merkür. yemm-i jerf: derin okyanus. Ü Z ümmüél-kitÀb: 1. (tas.) akl-ı evvel. 2. arşın üstündeki kaza ve kader levhası. 3. zÀhir (a.s.): görünen, açık, belli, Fatiha süresi. meydanda. øamìr (a.i.): 1. iç, içyüz. 2. kalp, vicdan. V 3. gönülde gizli olan sır. vÀ (a.n.): vah, yazık! zÀyende (f.): doğum, doğma. 187 zebÀn (f.i.): dil, lisan zebÿn (f.s.): zayıf, güçsüz, aciz. zemzeme (a.i.): ezgili, nağmeli ses, nağme. -zen (f.s.): “vurucu, vuran, atan, çalan” anlamlarına gelerek birleşik kelimeler oluşturur. zengì (f.i.): zenci, siyah adam. zer (f.i.): altın. zer-endÿz (f.b.s.): altın kazanan. zerìn (f.s.): altından veyâ altına benzer olan, altın gibi sarı parlak. zer-befti (f.b.i): sırmalı kumaş. zer-tÀrì (f.b.s.): altın veya sırma ile işlenmiş veyâ dokunmuş. zevÀyÀ (a.i.): 1. köşeler, bucaklar, dirsekler. 2. zaviyeler, açılar. 3. küçük tekkeler. ôıll (a.i.): gölge. zìb (a.i.): süs, bezek. zìbÀ (f.s.): süslü, yakışıklı, güzel. õìbende (f.b.s.): zînetli, süslü, yakışıklı. zìver (f.i.): süs, bezek. zuhÿrÀt (a.i.): hesapta olmayan, umulmadık hâdiseler, rastlayış. ôurÿf (a.i.): zarflar, kaplar, kın, kılıf. 188 KAYNAKLAR Abdulkerim Kuşeyrî 2003 Kuşeyrî Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, Đstanbul. Acar, Enver 2005 Edirneli Güftî, Gam-nâme Đnceleme ve Transkripsiyonlu Metin, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Bursa. Aktaş, Şerif Aralık 1983 Roman Olarak Hüsn ü Aşk, Türk Dünyası Araştırmaları, s. 94–108. 1991 Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara. Akün, Ömer Faruk 1994 “Divan Edebiyatı” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi, c. IX, Đstanbul, s. 389–427. Arı, Ahmet 2008 Galib Dede’nin Aşk Ateşi, Profil Yayıncılık, Đstanbul. Âsım Tezkiresi, Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, Đstanbul Üniversitesi, nu. 2401, v. 54. Ateş, Ahmet 1960 “Mesnevi” Maddesi, Đslam Ansiklopedisi, c. VIII, Maarif Basımevi, Đstanbul, s. 127–133. Avşar, Ziya 2008 Tenkitli Metin Neşrinde Đmlâ Sorunu Üzerine Yeni Düşünce ve Öneriler, Turkish Studies, s. 59–95. Ayan, Hüseyin vd. 2004 Büyük Türk Klasikleri, c. V, Ötüken-Söğüt Yayıncılık, Đstanbul. Azamat, Nihat 2004 “Melâmet” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı Đslâm Ansiklopedisi, c. XXIX, Ankara, s. 24–25. 189 Bilkan, Ali Fuat Tem-Ağu 2006 Sözün Đnceldiği Yer Divan Şiirinin Đfade Gücü, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Sayı: 77–78, s. 35. Birici, Sevim 2004 Türk Edebiyatında Şâh u Dervîş’ler ve Hilâlî-i Çağatayî’den Yapılan Şâh u Dervîş Çevirilerinin Đncelenmesi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, (Doktora Tezi), Elazığ. Bursalı Mehmet Tâhir Efendi 1972 Osmanlı Müellifleri, c. II, Meral Yayınevi, Đstanbul. 1975 Osmanlı Müellifleri, c. III, Meral Yayınevi, Đstanbul. Canım, Rıdvan 1995 Edirne Şâirleri, Akçağ Yayınları, Ankara. Cebecioğlu, Ethem 1997 Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara. Coşkun, Menderes 2007 Klasik Türk Şiirinde Edebî Tenkit–Şairin Şaire Bakışı, Akçağ Yayınları, Ankara. Çavuşoğlu, Mehmed 2006 Divanlar Arasında, Kitabevi Yayınları, Đstanbul. Çelebioğlu, Âmil 1999 Türk Edebiyatı’nda Mesnevi (XV. yy.a kadar), Kitabevi Yayınları, Đstanbul. Deniz, Sabahat 2005 Tecellî Dîvânı, Veli Yayınları, Đstanbul. Devellioğlu, Ferit 1996 Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, haz. Aydın Sami Güneyçal, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara. Dilçin, Cem 2005 Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara. 190 Doğan, Muhammet Nur 2003 Hüsn ü Aşk, Ötüken Yayınları, Đstanbul. 2007 Fuzûlî Leylâ ve Mecnun, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul. Eğri, Sadettin 2005 Risâle-i Hat, Kitabevi Yayınları, Đstanbul. Ercilasun, Ahmet Bican 2006 Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara. Ergin, Muharrem 1993 Türk Dil Bilgisi, Bayrak Basım/Yayım/Tanıtım, Đstanbul. Genç, Đlhan 2005 Leyla ile Mecnun’un iki şairi Fuzûlî ve Sezai Karakoç, Şûle Yayınları, Đstanbul. Gibb, E. J. Wilkinson 1999 Osmanlı Şiir Tarihi (A History of Ottoman Poetry, tercüme: Ali Çavuşoğlu), c. III, Akçağ Yayınları, Ankara. Güftâ, Hüseyin 2004 Divan Şiirinde Đlim, Akçağ Yayınları, Ankara. Güftî, Şâh u Dervîş, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Ty. 811, nu. 599/1. Holbrook, Rowe Victoria 2005 Aşkın Okunmaz Kıyıları, çev. Erol Köroğlu-Engin Kılıç, Đletişim Yayınları, Đstanbul. Đpekten, Halûk 1997 Nâilî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yayınları, Ankara. Đpekten, Halûk vd. 2002 Şair Tezkireleri, Grafiker Yayınları, Ankara. Đsmail Belîğ 1985 Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr, haz. Yard. Doç. Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara. 191 Đsmail Hakkı Bursevî 2000 Kenz-i Mahfi, çev. Abdülkadir Akçiçek, Bahar Yayınları, Đstanbul. Kahraman, Mehmet 2000 Leyla ve Mecnun Romanı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Karaismailoğlu, Adnan 2001 Klasik Dönem Türk Şiiri Đncelemeleri, Akçağ Yayınları, Ankara. Kemikli, Bilal 2007 Sûfi Aşk ve Ölüm, Sütun Yayınları, Đzmir. Kılıç, Mahmut Erol 2007 Sûfî ve Şiir, Đnsan Yayınları, Đstanbul. Kocatürk, Vasfi Mahir 1970 Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Yayınevi, Ankara. Köprülü, Mehmed Fuad 1928 Edirneli Güftî, Milli Mecmua, nu.108, 1735–1736; nu. 109, s. 1750– 1751. Levend, Agâh Sırrı 1954 Fuzûlî’nin Şah u Gedası, Türk Dili dergisi, c. III, sayı 35, s. 656. 1962 Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. 1984 Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, Đstanbul. 1998 Türk Edebiyatı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. Massignon, Louis 2006 Đslâm Tasavvufu, Ataç Yayınları, Đstanbul. Mazıoğlu, Hasibe 1997 Fuzûlî Üzerine Makaleler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara. Mehmed Süreyyâ 1996 Sicill-i Osmânî, haz. Nuri Akbayar, eski yazıdan aktaran: Seyit Ali Kahraman, c. II, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Đstanbul. Mengi, Mine 2000 Divan Şiiri Yazıları, Akçağ Yayınları, Ankara. 192 Okuyucu, Cihan 2006 Divan Edebiyatı Estetiği, Leyla ile Mecnun Yayıncılık, Đstanbul. Onay, Ahmet Talât 2007 Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, haz. Cemal Kurnaz, Birleşik Yayınevi, Ankara. Özkırımlı, Atilla 2004 Türk Edebiyatı Tarihi, c. I, Đnkılâp Kitabevi, Đstanbul. Pala, Đskender 2002 Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Leyla ile Mecnun Yayıncılık, Đstanbul. 2008 Ah Mine’l- Aşk, Kapı Yayınları, Đstanbul. Peremeci, Osman Nuri 1939 Edirne Tarihi, Resimli Ay Matbaası, Đstanbul. Redhouse, Sir James W. 2006 Turkish and English Lexicon New Edition, Çağrı Yayınları, Đstanbul. Ruba’iyyat-ı Güftî ve Haletî, Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, Ty. 811, nu. 599/3. Safayî Tezkiresi, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Bölümü nu. 2549, v. 237b. Schimmel, Annemarie 1982 Tasavvufun Boyutları (Mystical Dimension of Đslam), Adam Yayıncılık, Đstanbul. Stevick, Philip 2004 Roman Teorisi, çev. Prof. Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara. Şemseddin Sâmî 2006 Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, Đstanbul. Şentürk, Ahmet Atillâ 1987 XVI. Asra Kadar Anadolu Sahası Mesnevilerinde Edebî Tasvirler, Đstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi), Đstanbul. 193 2007 Türk Edebiyatı Tarihi, c. I, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Đstanbul. Şentürk, Ahmet Atillâ-Kartal, Ahmet 2005 Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, Đstanbul. Şerefettin Rami 1994 Enisü’l-Uşşak, Ecdâd Yayınları, Ankara. Şeyhî Mehmet Efendi 1989 Şakaik-i Nu’maniye ve Zeyilleri, Vekayiü’l-Fudalâ I, haz. Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, Çağrı Yayınları, Đstanbul. Şükûn, Ziya 1944 Farsça-Türkçe Lûgat Gencine-i Güftar Ferhengi Ziya I-II, Maarif Matbaası, Đstanbul. Tanpınar, Ahmet Hamdi 1956 XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, c. I, Đbrahim Horoz Basımevi, Đstanbul. Timurtaş, Faruk Kadri 1948 XVII. Asır Şairlerinden Edirneli Güftî ve Teşrîfâtü’ş-Şu’arâsı, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c. II, Sayı: 3–4, s. 193–221. 2005 Tarih Đçinde Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara. Tökel, Dursun Ali 2000 Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yayınları, Ankara. Tuman, Mehmet Nail 2001 Tuhfe-i Nailî, haz. Cemal Kurnaz, Mustafa Tatcı, Bizim Büro Yayınları, Ankara. Uludağ, Süleyman 1991a Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, Đstanbul. 1991b “Aşk” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı, Đslâm Ansiklopedisi, c. IV, Đstanbul, s. 11–17. Unat, Faik Reşit 1994 Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. 194 Ülken, Hilmi Ziya 2004 Aşk Ahlâkı, Dünya Yayıncılık, Đstanbul. Ünver, Đsmail 1986 Mesnevi, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Sayı: 415–416–417, s. 430–563. 2008 Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Notlar, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish of Turkic Volume 3/6 Fall, s. 1–46. Üstüner, Kaplan 2007 Divan Şiirinde Tasavvuf, Birleşik Yayınevi, Ankara. Üzgör, Tahir 1990 Türkçe Dîvân Dibaceleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Yavuz, Hilmi 1987 Yazın Üzerine, Bağlam Yayınları, Đstanbul. Yılmaz, Kâşif 1983 Güftî, Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği, Tezkireciliği ile Divânı, Zafer- nâmesi ve Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ’sının Tenkîdli Metni, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum. 1996 “Güftî” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı, Đslâm Ansiklopedisi, c. XIV, Đstanbul, s. 218–219. 2001 Güftî ve Teşrîfâtü’ş-Şu’arâsı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara. 195 DĐZĐN Dervîş, 2, 3, 16, 21, 32, 35, 37, 39, 40, 41, 42, A 43, 44, 45, 46, 47, 48, 49, 52, 54, 55, 56, 59, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 70, 71, 72, 74, 76, Acar, Enver 20, 189 77, 79, 80, 82, 84, 85, 86, 87, 89, 100, 190 Acem, 14 Dilçin, Cem 24, 190 Acemâne, 7, 15, 21 Dîvân, 18, 19, 89, 195 Agâh Sırrı Levend, 1, 2 divan edebiyatı, 100 Aktaş, Şerif 61, 74, 79, 81, 189 divan şairi, 81 Akün, Ömer Faruk 1, 67, 68, 69, 70, 189 divan şiiri, 2, 76 Ali Emirî, 18 Doğan, Muhammet Nur 30, 191 Ali Şîr Nevayî, 30 Düvâzdeh Đmâm, 19 Allah, 26, 30, 31, 33, 34, 37, 42, 44, 50, 51, 55, 57, 58, 59, 60, 62, 64, 69, 162, 165, 167, 168, E 170, 172, 174, 178, 182, 186 Anadolu Kazaskeri Beyzade, 11 Ebu Said Efendizade Feyzullah Çelebi, 11 Arı, Ahmet 38, 39, 189 Edirne, 4, 5, 20, 21, 190, 193 Aristo, 58, 73 Eflâtun, 73 Âsım Tezkiresi, 4, 189 Eğri, Sadettin 42, 191 Atâî, 16, 17 Enisü’l-Uşşak, 69, 194 Ateş, Ahmet 1, 189 Ercilasun, Ahmet Bican 89, 191 Ayan, Hüseyin 15, 189 Ergin, Muharrem 92, 93, 191 Azamat, Nihat 44, 189 Ezop, 52 Azmi-zâde Haletî, 16 F B Farsça, 23, 94, 95, 96, 98, 194 Bağdat, 18, 30, 52, 72, 78, 88 Fehîm, 14 bakış açısı, 83, 85 Ferhad, 30 Bâyezîd-i Bistâmî, 25, 58, 59, 63, 66, 85 Fuzûlî, 2, 41, 100, 191, 192 Belîğ, 4, 191 Bîjen, 73 G Bilkan, Ali Fuat 41, 190 Birici, Sevim 2, 3, 190 Gam-nâme, 20, 21, 189 Bistâm, 51, 72, 78 Gazalî, 42 Gazi Giray, 3 C Genç, Đlhan 30, 40, 191 Gibb, 16, 191 Cebecioğlu, Ethem 51, 190 Güftâ, Hüseyin 40, 191 Cebrail, 27 Güftî, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, Cemşîd u Hurşîd, 1 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 24, 26, 27, 29, Cevâhir-i Mültekata, 2 30, 37, 43, 44, 50, 51, 52, 54, 56, 59, 60, 61, Cevrî, 19 64, 73, 81, 83, 89, 100, 189, 191, 192, 193, Coşkun, Menderes 30, 190 194, 195 Güftî Dîvânı, 18, 20 Ç Gül ü Bülbül, 1 Çelebioğlu, Âmil 1, 190 H Çobanyıldızı, 33, 78 Habeşî, 49 D Hakanî, 19 Hamse, 3 Defterdar Đbrahim Paşa, 11 Hasan Ağa, 11 Deniz, Sabahat 89, 190 Havernâk, 76 196 Hayâlî, 30 Leylâ vü Mecnûn, 1 Hayrâbâd, 30 Hilâlî-i Çağatayî, 1, 2, 100, 190 M Hilye-i Aşere-i Mübeşşere, 19 Hilye-i Güftî, 19 Mahmud Paşa, 11 Hint, 7, 13, 14, 177 Massignon, Louis 73, 192 Holbrook, Rowe Victoria 2, 61, 64, 81, 83, 191 Mecmau’l-Havas, 2 Hoten, 31, 78 Mecnûn, 30 Husrev u Şirin, 1 Mehmed Süreyyâ, 4, 192 Hüsn ü Aşk, 30, 61, 64, 75, 81, 189, 191 Mehmet Nail Tuman, 5 Hz. Ali, 27, 167, 186 Mehmet Tahir, 2, 5, 12, 20, 21 Hz. Ebubekir, 27 mesnevi, 1, 3, 18, 21, 23, 25, 32, 52, 59, 61, 65, Hz. Muhammed, 27, 52 100 Hz. Osman, 27 Mesnevi, 1, 25, 52, 61, 67, 87, 189, 190, 195 Hz. Ömer, 27, 168 Mevlânâ, 42, 64 Mezâkî, 16 Đ Mezakî Süleyman Efendi, 11 Mimar Sinimmâr, 76 ilm-i tencim, 33 münâcât, 30 Đmam-zade Ahmed Đbn-i Mehmed, 2, 100 müstensih, 23 Đmamzade Efendi, 11 Müstensih, 1–196 Đpekten, Haluk 12, 14, 18, 21, 191 Đran, 1, 13, 15, 73 N Đskender, 73, 193 Đslam, 40, 52, 69, 189, 193 Nâ’ilî, 14, 15, 16 Đsmail Hakkı Bursevî, 51, 192 Nâbî, 30 Đsmail Ünver, 94 Necef, 76 Đsmetî, 14 Nedîm, 14, 16 Nef’î, 15 K Neşâtî, 7, 14, 15, 16 Kabakulakzade, 11 O Kanunî Sultan Süleyman, 30 Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi, 11, 20 Okuyucu, Cihan 33, 41, 66, 69, 192 Kartal, Ahmet 19, 194 Onay, Ahmet Talat 73, 193 Kemikli, Bilal 38, 192 Osmanlı, 2, 4, 5, 12, 20, 21, 32, 70, 89, 92, 93, Keyhüsrev, 73 190, 191 Keykûbâd, 73 Osmanlı Müellifleri, 2, 4, 12, 20, 21, 190 Kılıç, Mahmut Erol 46, 191, 192 Kızlar Ağası Süleyman Ağa, 11 Ö Kocatürk, Vasfi Mahir 19, 192 Köprülü, M. Fuat 5, 6, 10, 11, 20, 21, 22, 56, Özkırımlı, Atilla 10, 193 192 Köse Ali Paşa, 19 P Kudsizade, 11 Kur’ân, 40, 52, 172 Pala, Đskender 45, 47, 48, 50, 51, 76, 193 Kuşeyrî, 72, 189 Peremeci, Osman Nuri 20, 21, 24, 193 külhanî, 52, 66, 72, 88 Peygamber, 27, 69, 72, 81 Kütüphane, 3 R L Rahmî, 2, 3, 100 La Fontaine Masalları, 52 Retorik, 2 Lebib, 2 Risâle-i Hat, 42, 191 Levend, Âgâh Sırrı 1, 2, 3, 16, 33, 65, 73, 192 Rum, 5, 13, 18 Leyla ve Mecnun, 30, 40, 64, 75, 192 Rumeli Kazaskeri Hüsamzade, 11 197 Rüstem, 73, 139 Tehemten, 73 Teşrîfâtü’ş-Şu’arâ, 4, 6, 8, 12, 16, 18, 19, 21, S 100, 195 Timurtaş, Faruk Kadri 14, 15, 194 Sadıkî-i Kitabdâr, 2 Tökel, Dursun Ali 73, 194 Safâyî, 4, 12, 19 Tuhfe-i Nailî, 4 Samanyolu, 34, 78, 174 Schimmel, Annemarie 43, 193 U Sebk-i Hindî, 14 Selânik Seyâhâtnâmesi, 5, 6, 10 Uludağ, Süleyman 50, 51, 189, 194 Sicill-i Osmânî, 4, 192 Unat, Faik Reşit 23 Sinoplu Beyanî, 3, 100 Utarid, 35 Sohbetü’l-Ebkâr, 16 Stevick, Philip 66, 193 Ü Sultan IV. Mehmet, 11 Süleyman Çelebi, 19 Ülken, Hilmi Ziya 38, 195 Ülker, 28, 32, 34, 60, 65, 76, 78, 180, 184 Ş Ünver, Đsmail 1, 25, 29, 52, 54, 57, 59, 65, 77, 87, 94, 195 Şâh, 1, 2, 3, 5, 11, 12, 16, 21, 22, 23, 24, 25, 26, Üstüner, Kaplan 38, 195 27, 30, 32, 33, 34, 36, 37, 42, 44, 45, 46, 47, Üzgör, Tahir 41, 195 48, 49, 52, 53, 54, 55, 58, 59, 61, 62, 63, 65, 66, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 76, 77, 78, 79, V 81, 82, 84, 85, 88, 89, 100, 101, 190, 191 Şâh u Dervîş, 1, 2, 3, 11, 12, 16, 21, 22, 23, 24, Vâhid, 7, 16 25, 26, 58, 61, 65, 66, 72, 73, 74, 77, 78, 81, Vâmık, 30 82, 84, 85, 88, 100, 101, 190, 191 Varad, 19 Şâh u Gedâ, 2, 3, 30 Varâdin, 20 Şair Tezkireleri, 21, 191 Vecdî, 16 Şakaik-i Nu’maniye ve Zeyilleri, 194 Vekâyîü’l-Fudalâ, 4 Şehname, 73 Vezir Ali Paşa, 11 Şehrî, 14, 16 Şehzade, 37, 40, 42, 43, 45, 66, 72, 79 Y Şentürk, Ahmet Aillâ 19, 42, 65, 67, 69, 77, 193, 194 Yahya Bey, 30, 100 Şerefettin Rami, 69, 194 Yavuz, Hilmi 70, 195 Şeyh Gâlib, 14, 30, 64 Yılmaz, Kâşif 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, Şeyhî Zeylî, 4 16, 18, 19, 20, 21, 195 Şeyhülislam Bahâyî, 11, 20, 21, 22 Yusuf, 44, 74 T Z Tâlib, 6, 7 Zafer-nâme, 19 Tanpınar, Ahmet Hamdi 34, 70, 194 Zeyl-i Zübdetü’l-Eş’âr, 189 Tarzî, 16 Ziya Avşar, 94 Taşlıcalı Yahya Bey, 3, 100 Zühre, 78, 84, 116 Tecellî, 89, 190 198 ÖZGEÇMĐŞ Doğum Yeri ve Yılı: Varto 1977 Öğr. Gördüğü Başlama Yılı Bitirme Yılı Kurum Adı Kurumlar: Van Alpaslan Anadolu Öğretmen Lise: 1990 1994 Lisesi Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Lisans: 1994 1998 Eğitim Fakültesi- Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Uludağ Üniversitesi Yüksek Lisans: 2007 2009 Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora: Medeni Durum: Bekâr Bildiği Yabancı Đngilizce - 51.250 Diller ve Düzeyi: Çalıştığı Kurum Başlama ve Ayrılma Tarihleri Çalışılan Kurumun Adı (lar): Ödemiş Teknik ve Endüstri Meslek 1. 12.10.1998 21.02.2005 Lisesi 2. 28.02.2005 15.07.2005 Đzmir Buca Şirinyer Lisesi 3. 18. 07. 2005 15.11.2006 Bursa Malcılar Lisesi 4. 15.11.2006 Halen görevde Bursa Anadolu Kız Lisesi Yurtdışı Görevleri: ---------- Kullandığı Burslar: ---------- Takdir Belgesi – Bursa Valiliği / 01.12. 2006 / 1114 Takdir Belgesi – Ödemiş Kaymakamlığı / 16.03.2005 / 457 Aldığı Ödüller: Teşekkür Belgesi – Bursa Milli Eğitim Müdürlüğü / 13.12.2006 / 1818 Teşekkür Belgesi – Ödemiş Kaymakamlığı / 07.06.2004 / 1069 Teşekkür Belgesi – Ödemiş Kaymakamlığı / 02.08.2002 / 155 Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Topluluklar: Editör veya Yayın Kurulu Üyelikleri: Yurt Đçi ve Yurt Dışında katıldığı Projeler: Katıldığı Yurt Đçi ve Yurt Dışı Bilimsel Toplantılar: Yayımlanan Çalışmalar: Diğer: 04.09.2009 Teymur EROL 199 TIPKIBASIM 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219