T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE HZ. PEYGAMBER TASAVVURU (DOKTORA TEZİ) Nuran DÖNER BURSA 2007 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TASAVVUF BİLİM DALI TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE HZ. PEYGAMBER TASAVVURU (DOKTORA TEZİ) Nuran DÖNER Danışman Prof. Dr. Mustafa KARA BURSA 2007 II TEZ ONAY SAYFASI T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE ........................................................................................................ Anabilim/Anasanat Dalı, ............................................................................ Bilim Dalı’nda ...............................numaralı …………………….................. ..........................................’nın hazırladığı “.......................................... ...................................................................................................................................................” konulu ................................................. (Yüksek Lisans/Doktora/Sanatta Yeterlik Tezi/Çalışması) ile ilgili tez savunma sınavı, ...../...../ 20.... günü ……… - ………..saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının ……………………………..(başarılı/başarısız) olduğuna …………………………(oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Sınav Komisyonu Başkanı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye (Tez Danışmanı) Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Ana Bilim Dalı Başkanı Akademik Unvanı, Adı Soyadı ....../......./ 20..... Enstitü Müdürü Akademik Unvanı, Adı Soyadı III ÖZET Yazar : Nuran Döner Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Temel İslâm Bilimleri Bilim Dalı : Tasavvuf Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : XI + 253 Mezuniyet Tarihi : …. /…. / 2007 Tez Danışman(lar)ı : Prof. Dr. Mustafa KARA TASAVVUF KÜLTÜRÜNDE HZ. PEYGAMBER TASAVVURU İslâm kültürünün temel dayanaklarından birisi Hz. Peygamber (s.a.)’dir. Bu tezin konusu, Hz. Peygamberin konumunun, özelde sûfî düşüncedeki rolüdür. Tema bu çerçevede araştırıldığında yaradılışın Hz. Peygamber (s.a.)’in nûru ile başladığı ortaya çıkar. Her şey, onun nûrundan yaratılmıştır. Bu düşünce, bize, “nûr-ı Muhammedî” teriminin açılımını sağlamaktadır. Ayrıca “hakîkat-ıMuhammediye” de aynı konuyla ilgili bir başka terimdir. İslâm sûfîleri, daha ilk dönemlerden itibaren, Hz. Peygamber’in nûrunun evveliyetini dile getirmişlerdir. Muhammedî nûrun oluşumundan Hz. Peygamber (s.a.)’in bizzat varlığının zuhûruna kadar olan dönemde bu nûrun vekilleri nübüvvet ve velâyet görevlerini ifâ etmişlerdir. Bu sebeple de tezin bir bölümü, velâyet ve nübüvvet ilişkisini konu edinmiştir. Ortaya çıkan temel husus şudur ki; velâyet, her adımda nübüvveti takib etmiş, dahası, varlığını nübüvveti tasdikle ortaya koymuştur. Bu teyid de, velîlerin her zaman ifade ettikleri bir durumdur. Hz. Peygamber (s.a.)’in tarihsel olarak ortaya çıkışından sonra sûfîlerin, ilgilerini onun yaşantısı ve sözlerine çevirdikleri görülmektedir. Bu çerçevede, özellikle sünnete tabi olma, önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlılılık da, sûfîlerin Hz. Peygamber (s.a.)’in bir çok özelliğini tevârüs etmelerini sağlamıştır. Yine burada, Hz. Peygamber (s.a.)’in miracı, şefâat, Hz. Peygamber’in fazîletleri, sûfîlerin ilgilendikleri özel alanlardandır. Tezin üçüncü bölümü, bu ve bunun gibi konularla birlikte gelişmiştir. Bu son bölüm, değişik başlık ve ilgilerle sûfî bakışın Hz. Peygamber (s.a.)’in özelliklerine yaptığı vurgular etrafında oluşmuştur. Anahtar Sözcükler Hz. Peygamber Muhammed (s.a.), sûfî Kültür Nûr-ı Muhammedî Tasavvuf Nübüvvet Velâyet IV ABSTRACT Author : Nuran Döner University : University of Uludağ Main Department : Department of Basic Islamic Sciences Department : Islamic Mysticism Quality of Thesis : Ph-D Thesis Number of Page : XI + 253 Date of Graduation : …. /…. / 2007 Advisor : Prof. Dr. Mustafa KARA CONCEPTION OF THE PROPHET MUHAMMAD IN SUFÎ CULTURE The Prophet Muhammad (peace be upon him) is one of the main resources of Islamic culture. This thesis deals with the role of the Prophet especially in the sufi thought. Starting from this point, it is understood that the creation is started with the creation of the light (nûr) of the Prophet. Everything else was created from that light. This idea was formulated as “al-Nur al-Muhammadî” (the light of Muhammad). There is also another term, “al-Hakîkah al-Muhammadiyya”, used for the same meaning. From the beginning, Muslim Sufis pointed out the precedence of the light of the Prophet. From the creation of this light to the appearance of the Prophet Muhammad (peace be upon him), his proxies fulfilled his task such as nubuwwah (prophecy) and walâyah (sainthood). Therefore, a part of the thesis deals with the relation between nubuwwah and walâyah. After the investigation, it is understood that walâyah always followed nubuwwah, and moreover, it legitimized its existence only after affirmation of nubuwwah. This affirmation is something Sufis often predicated. After the historical appearance of the Prophet, it emerges that Sufis turned their attention to his acts and words. In this point, following his “sunnah” (his acts and words) features heavily in Sufi thought. This adherence helped them inherit a great many characteristics of his. In the last part, several issues are studied such as his ascension to the heaven, his right to intercession, and his virtues and characteristics. Key Words Prophet Muhammad sufi culture the light of Muhammad Tasawwuf prophecy Sainthood V ÖNSÖZ İslam Dininin Kur’ân-ı Kerîm’le birlikte iki önemli kaynağından biri olan Hz. Peygamber (s.a.), bütün İslâm düşüncesi için çok önemli bir mevkiye sahiptir. Bu yüzden, İslâm dîni inanç esaslarının ulûhiyet ve âhiretle birlikte asıllarından biri olan nübüvvet konusunda bir çok eser kaleme alınmıştır. Muhaddisler konuyu daha çok delâil, fedâil, şemâil tarzındaki eserlerle çalışırken, mûcize özellikle kelamcıların ilgi alanına girmiştir. Bu düşünce içinde sûfîlerin Hz. Peygamber (s.a.)’e yaklaşımlarında farklılıklar oluşmuştur. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.)’in hakîkati ya da nûr-ı Muhammedî konuları da özel olarak sûfîlerin işledikleri konulardandır. Üç bölümden oluşan bu çalışmanın birinci bölümü, yaradılışın kendisiyle başladığı “Hakîkat-ı Muhammediye” ya da “Nûr-ı Muhammedî” kavramlarına ayrılmıştır. Tasavvuf literatüründe varoluşun Hz. Peygamber’le başladığının altı çizilmiştir. Hz. Peygamber’in de ifade ettikleri gibi, Allah, onun nûru sebebiyle eşyâyı yaratmadan önce Hz. Muhammed (s.a.)’i yaratmıştır. İslâm sûfîlerinin bu konudaki yaklaşımları, farklı asırlar ve coğrafyalar göz önünde bulundurularak verilmeye çalışılmıştır. Peygamberlik müessesesi artık sona erdiğine göre, İslam ümmetine ondan ne kalmıştır? Ya da nübüvvetten velâyete neler intikal etmiştir? Peygamber ve velî arasında ne gibi benzerlik ve farklılıklar vardır? Bu noktada da, ikinci bölümde peygamber ve velî ilişkisi, nübüvvet ve velâyetle ilgili temel kavramlarla ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu temel kavramlar, başta vahiy- ilham olmak üzere, mucize- keramet, peygamberlik ve sufiliğin vehbî ve kesbî yönleri, masumiyet ve mahfuziyet gibi kavramlardır. Tezin üçüncü bölümünde, sûfî düşüncede Hz. Peygamber’in rolü üzerinde durulmuştur. Burada, Hz. Peygamber’in doğumu ile ilgili sûfî rivâyetlerle başlayıp, şemâil, nübüvvet mührü, ahlâkı ve temiz kabr-i şerîflerine kadar uzanan sûfî anlayış ele alınmaktadır. Ayrıca İslâm düşünce tarihinde oldukça önem kazanan belli konulara karşı tasavvufî bakış da yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu konuların başlıcaları, nübüvvet ve velâyetin sonu, rüya ve Hz. Peygamberin rüyada görülmesi, rüya ile amel, mirac ve salavât-ı şerîfe, şefaat gibi konulardır. Yine peygamber vârisliği önemli konulardan biri olarak işlenmiştir. Bu bölümde Hz. Peygamber (s.a.)’in fazîletleri kısmında peygamberimiz ve diğer bazı peygamberler arasındaki özellik farklarına değinilirken, Hz. Muhammed (s.a.) ümmeti ve diğer ümmetler arasındaki ilişki de incelenen sûfî kaynaklardan hareketle ifade edilmiştir. Hz. Peygamber’in nübüvvet döneminde yaşadığı en önemli tecrübelerden biri olan mirac ve bunun sûfîlere etkisi de yine son bölümün önemli konularındandır. VI Tez çalışmamın başından sonuna yardımları için danışman hocama, tez izleme komitesindeki hocalarıma, yılları aşan sevgileri için kardeşlerime ve dostlarıma, bütün bu zaman sürecinde, doğumumdan son ana kadar özellikle eğitimim için yaptıkları ferâgât ve fedâkarlıklarını aslâ ödeyemeyeceğim, tezin teslim döneminde Allah’a emânet ettiğim babamın ruhuna, gayret ve azmi bana aşılayan ve bu arada muhabbet, şefkat ve merhameti ile de ağırlıklarımı indiren anneme minnettârım. Nuran Döner Bursa 2007 VII İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI _____________________________________________________ II ÖZET__________________________________________________________________ III ABSTRACT _____________________________________________________________IV ÖNSÖZ _________________________________________________________________ V İÇİNDEKİLER__________________________________________________________VII KISALTMALAR _________________________________________________________ X GİRİŞ____________________________________________________________________1 BİRİNCİ BÖLÜM _________________________________________________________6 YARADILIŞIN BAŞLANGICI NÛR-I MUHAMMEDÎ YA DA HAKÎKAT-I MUHAMMEDİYE _________________________________________________________6 I. Konunun Tasavvuf Kitaplarında İşlenişi___________________________________12 A. İlk Dönem Sûfî Düşüncesinde Muhammedî Nûr __________________________________ 12 B. İbn Arabî Dönemi ve Sonrasında Hakîkat-ı Muhammediye Doktrini__________________ 18 1. İbn Arabî’de Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Muhammediye düşüncesi____________ 18 2. Attâr ve Muhammedî Nûr ________________________________________________ 24 3. Mevlânâ ve Muhammedî Nûr _____________________________________________ 25 4. Fahreddin Irakî’de Hz. Peygamber’in Nûru __________________________________ 28 5. Şebusterî ve Hz. Peygamber’ (s.a.) in nûru___________________________________ 29 6. Abdulkerîm Cîlî ve Muhammedî Hakîkat____________________________________ 30 7. İmâm Rabbânî’nin Mektûbâtı’nda Hakîkat-ı Muhammediye Düşüncesi ____________ 32 8. Azîz Mahmûd Hüdâyî’de Alemin Yaratılış Kaynağı ___________________________ 45 9. İsmâil Hakkı Bursevî’de Muhammedî Nûr ___________________________________ 46 İKİNCİ BÖLÜM NÜBÜVVET ve VELÂYET_________________________________52 I. NEBÎ ve RESUL TERİMLERİ __________________________________________52 II. PEYGAMBERLERİN GÖNDERİLİŞ SEBEPLERİ _________________________53 A. Kulluğun İfası_____________________________________________________________ 53 VIII B. Allah’ı Tanıtmak __________________________________________________________ 54 III. NÜBÜVVETİN DELİLİ OLARAK VELÎLER ve ÖZELLİKLERİ: ____________60 A. Nübüvvet ve velâyet İlişkisi __________________________________________________ 60 B. Nübüvvet ve Velâyet Çeşitleri ________________________________________________ 66 1-Nübüvvet-i Âmme ve Nübüvvet-i Hâsse ______________________________________ 67 2- Velâyet-i Kübrâ ve Velâyet-i Suğrâ__________________________________________ 70 C. Hilâfet-Risâlet-İmâmet______________________________________________________ 74 D. Muhaddes ve nebî: _________________________________________________________ 77 E. Nübüvvet-Ehl-i Kurbet – Sıddîkiyyet ve Efrâd ___________________________________ 79 F. Ricâlu’l-Gayb ve Peygamberler _______________________________________________ 81 G. Bazı Ortak Kavramlar ______________________________________________________ 85 1. Vahiy ve İlham ________________________________________________________ 85 2. Vehbiyyet ve Kesbiyyet: _________________________________________________ 97 3. Masumiyet ve Mahfûziyet: _______________________________________________ 99 3. Kerâmet ve Mucize: ___________________________________________________ 102 5. Şeriat ve Hakîkat______________________________________________________ 112 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HAZRET-İ MUHAMMED (s.a.)__________________________117 I. HAZRETİ PEYGAMBER (s.a.)’İN DOĞUMU VE MEVLİD KANDİLİ ______119 II. HZ. PEYGAMBER (s.a.)’İN ŞEMÂİLİ___________________________________127 A. Hz. Peygamberimiz (s.a.)’in Fizîkî güzelliği ve Beden Yapısı_______________________ 127 B. Nübüvvet Mührü _________________________________________________________ 132 C. Hz. Peygamber (s.a.)’in ahlâkı _______________________________________________ 134 III. HZ. PEYGAMBER (s.a.)’E ÎMÂN ______________________________________137 A. Hz. Peygamber’in Şeriat ve Risaleti___________________________________________ 140 B. Hz. Peygamber (s.a.)’in yolu: Sırât-ı Mustakîm__________________________________ 140 C. Hz Peygamber (s.a.) Alemlere Rahmet ________________________________________ 142 D. Hazret-i Peygamber’in Sözleri _______________________________________________ 144 E. Hz. Peygamber’in Süneti ve Sünnete Sarılmak __________________________________ 145 F. Hz. Peygamber (s.a.)’e Tâbi Olmak ___________________________________________ 151 IV. PEYGAMBERLER VE DERECELERİ _________________________________159 A. Hz. Peygamber (s.a.)’in fazîletleri ____________________________________________ 159 B. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Âdem (a.s.) _______________________________________ 175 C. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. İbrâhim (a.s.) _____________________________________ 175 D. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Musa (a.s.) _______________________________________ 176 E. Hâtemu’l-Enbiyâ ve Hâtemu’l-Evliyâ _________________________________________ 177 F. Ümmî Peygamber_________________________________________________________ 187 V. SÛFÎLER VE KURÂN-I KERÎM İLİŞKİSİ ______________________________190 VI. HZ. PEYGAMBER VE ÜMMETİ_______________________________________195 IX A. Âl-i Beyt________________________________________________________________ 195 B. Hz. Peygamber (s.a.)’in Ümmeti _____________________________________________ 196 1. Hz. Muhammed ümmeti ve Ehl-i Kitâb: ____________________________________ 197 2. Hz. Peygamber ve Muhammed Ümmetinin şehâdeti __________________________ 200 C. Sûfîlerin Hz. Peygamber’e Vâris Olması ______________________________________ 202 D. Hz. Peygamber (s.a.)’i Rüyada Görmek________________________________________ 209 E. Hz. Peygamber (s.a.)’in ve Sûfîlerin Miracı_____________________________________ 218 F. Hz. Peygamber (s.a.)’in Şefâati ______________________________________________ 231 G. Salavât-ı Şerîfe ___________________________________________________________ 234 VII. HZ. PEYGAMBER (S.A.)’İN KABR-İ ŞERÎFLERİ ________________________239 SONUÇ ________________________________________________________________242 BİBLİYOGRAFYA ______________________________________________________246 ÖZGEÇMİŞ ____________________________________________________________253 X KISALTMALAR a.e. : aynı eser a.g.e. : adı geçen eser a.g.t. : adı geçen tez a.s. : aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm AÜSBE : Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü a.y. : aynı yer bk. : bakınız b. : beyit çev. : çeviren DEÜİFD : Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi ed. : editör haz. : hazırlayan Hz. : Hazret-i İA. : İslâm Ansiklopedisi İst. : İstanbul JRAS : Journal of the Royal Asiatic Society krş. : karşılaştırınız k.s. : kaddesallâhu sırrahu MEB : Millî Eğitim Bakanlığı MÜSBE : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü nşr. : neşreden nr. : numara XI ö. : ölümü r. : rubai r.a. : radıyallâhu anh s.a. : sallallâhu Aleyhi ve Sellem SI : Studia Islamica sy. : sayı trc. : tercüme TDV : Türkiye Diyanet Vakfı ts. : tarihsiz UÜİFD : Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi UÜSBE : Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü vd. : ve devamı vr. : varak yay. : yayınları 1 GİRİŞ Allah Teâlâ, ilahî isimlerinden Allah ismini, insanlardan peygamberlerini, evlerden ise, Beytu’l-Ma’mur’u seçmiştir. Beytu’l-Ma’mur, Hakk’ı içine alan kalp; Hak ise o kalbi imâr edendir.1 Âlem’in ya da insanın Rabbi’yle ilişkisinin sözkonusu üç kelimeyle birlikte olduğu düşünüldüğünde İbn Arabî’nin seçtiği ve bu seçilmişliği O’na izafe ettiği terimler, oldukça önemlidir: Allah, peygamber ve gönül. Bu üç kelimenin de aslında Allah’a döndüğü âşikârdır. Fakat O, kendini peygamberler ve gönül vâsıtasıyla ortaya koymuştur. Peygamberler ve kalp, O’nu bazan sözle, kelâmla, kutsal kitaplarla ifade ederken, bazan da bu hikmeti, sessizce yaşamışlardır. Allah ve kul ilişkisi düşünüldüğünde, ayna motifinin oldukça önemli olduğu, Peygamberlerin ve insanın, O’nun aynası olduğu ifade edilebilir. Hatta Fahreddîn Irakî’ye göre Hz. Muhammed (s.a.), Allâh’ın kendini mükemmellikle görerek sevindiği kâmil bir ayna, bütün âlem de Hz. Peygamber’in aynasıdır. Irakî, Hz. Peygamber’in Rabbi’ni gösteren bir ışık olmasının yanısıra, kâinâttaki her zerrenin, peygamberin bir parçası ya da aynası olmasını güzel bir şekilde tasvir etmektedir.2 Denebilir ki, Allah, kendisini Hz. Peygamber (s.a.)’de görmekte, âlem de Peygamber aynasında Hakk’ı seyretmektedir. Bu arada, melekler, devamlı ibâdet ve tâatla meşgul olup, Allah’ı anarlarken, acaba insan niçin yaratılmış ve üstelik de Allah’ın mükemmel aynası olabilmiştir? Sorusu oldukça önemlidir. Cevabı, Hafız verir: Çünkü aşka kâbiliyeti olan varlık, insandır.3 İnsanın indirildiği dünya da, aşk sahnesinin sergilendiği, âşık ve mâşûkun büyük bir heyecanla aşk oyunlarını oynadıkları bir mekândır. Burada önemli olan, maşûkun âşık tarafından aynada en güzel şekilde resmedilmesini sağlayan aşk oyunlarıdır. Belki de hayâtın anlamı budur. Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler, sûfî eserler, yani Nusûs ve Fusûs, tamâmen bu aşk teması üzerine örülmüştür denebilir. Fakat, aşk, insanların idrâkinden, firak ve visâl gibi ikiliği andıracak hallerden çok üstün, taayyünden münezzeh bir hakîkat olunca, aşıklık da, maşukluk da gelip 1 Beytu’l-Ma’mur, Kur’ân-ı Kerîm kaynaklı bir ifâdedir. (Tûr, 52:4) Yerinin altıncı gökte, bir görüşe göre de yedinci kat gökte olduğu söylenmiştir. O, gökte etrafında insanların sürekli tavaf ettikleri yeryüzündeki Kâbe gibidir. İbn Arabî’nin bu terimi Kâbe’ye benzetilen gönülle ilişkilendirmesi oldukça mühimdir. İbn Arabî, Futûhât, Beyrut ts., II, 169, III, 438, O, “Beytu’l-Ma’mur’u gördüm, meğer o benim kalbimmiş” demektedir. Futûhât, III, 350; Suâd Hakîm, el-Mu’cemu’s-Sûfiyye, Beyrut, 1981, trc. Ekrem Demirli, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, İst. 2005, 359 2 Fahreddin Irakî, Lemâat, çev. Saffet Yetkin, İst. 1993, 5 3 Hâfız, Dîvân, çev. Abdulbakî Gölpınarlı, İst. 1992, 177 2 Allah’a dayanmaktadır: “Ben, aşkım. İki âlemde de yerim belli değildir; mağribin anka kuşuyum, nişanım belli değildir. Kaşla gözle her iki cihânı avlamışım.”4 Aslında O, ezelden ebede doğru, kendi kendine aşk oyunları oynamaktadır. Yani aşk aynasında kendi kendini görmekte, kendisine âşık olmaktadır; O, her lahzada mâşukluk yüzünden bir perde kaldırır, her nefes, âşıklık yüzünden bir destana başlar.5 Attâr, gönül ve ayna terimlerini şöyle yorumlar: “O yüce lütfuyla bir ayna icâd etti. O ayna, gönüldür. Gönüle bak da, onun yüzünü gönülde gör.”6 Irakî, “Varlık levhasında ağyârdan bir nakış yokken aşk ve biz, birbirimizle kimsesi olmayan bir halvet köşesindeydik” der. Vücûda gelişte, ya da âlemin var olmasında aşk sultânının âşıklık ve maşukluk mertebelerine tenezzülü vardır. Bu, sûfî düşüncenin “taayyun-i hubbî” dediği şeydir. Fakat bu tenezzül, taayyun ya da tecellî, aslında bir kemâldir: Aşk, kemâli belirtmek için ezelî bilgide malum olan eşyânın mahiyetleri yüzünden ansızın perdeyi kaldırmış, maşukluğu yüzünden cilâ ve cilveyi fermân eylemiştir. Mâşukun kendi güzelliğinden âşıka verdiği bir nûr ile âşık da o güzelliği görebilmiştir. O nûr olmasaydı, göremezdi. Mâşuk, şuhûdun ve varlığın zevkini tadıp “kün” ilahî emrini işitince, aşkın meyhane kapısına doğru koşmaya başladı. Böylece Âdem, uykusundan uyanıp kalktı ve varlık hil’atini giyip, şuhûdun külâhını başına geçirdi. Şevkin kemerini beline bağladı, Ayağını irade yoluna koydu. Gözünü açtığında, “kendimden başkasını göremiyorum dedi. Ne acâip iş! Eğer ben mâşuk isem, âşık kimdir? Nerededir?” dedi. Bu makâmda âşık, mâşukun aynıdır. Irakî’ye göre mâşuk, kendi sûretinin âşıkıdır. “Allah, onları, onlar da Allah’ı severler” (Mâide 5:54) âyetinin tefsîri de ona göre Allah’ın kendi kendisini sevmesidir.7 Allah, kendisinin söylediği hakîkati yine kendisi işitmekte, kendisinin gösterdiği yüzü, yine kendisi görmektedir.8 “Bülbülün gül peşindeki nağmesini bülbülden dinliyorsun. Ama söyleyen güldür.”9 O, gönülde, gönül de O’nun pençesindedir.10 Hak, bütün sûretlerde tecellî eden olunca, bir sûret, diğerinin aynı değildir. Tek hakîkat, ayna makâmında bulunmuştur.11 Sevgili, her aynada her lahza başka bir yüz gösterir ve her zaman da başka bir sûretle görülür. Çünkü daima değişmektedir.12 Bunun için her âşık, ondan başka bir nişan verir ve her ârif, onu başka bir ibare ile söyler. Söylenen sözlerin hülâsası hep şudur: “Sözlerimiz perâkende ve dağınıktır. Senin güzelliğin birdir.”13 Dalgaların çokluğu deryayı çoğaltmaz.14 Yûnus Emre de aşkın renkleri ve dalgaların çokluğunu şöyle dile getirir: Gehî kan yaş akar Yakub gözünden 4 Irakî, a.g.e., 8 5 Irakî, a.e., 7, 9, 13, 14 6 Attâr, Mantıku’t-Tayr, İst.2001, I, 89 7 Irakî, a.g.e., 14-8 8 Irakî, a.e., 24 9 Irakî, a.e., 71 10 Irakî, a.e., 73 11 İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çeviri ve şerh, Ekrem Demirli, İst. 2006, 202 12 Irakî, a.g.e., 25 13 Irakî, a.g.e., 26 14 Irakî, a.e., 20 3 Geh olur Yûsuf-ı Kenân-ı aşkdur Ene’l-Hak çağırır Mansûr dilinden Cüneyd’de cübbe vü irfân-ı aşkdur Bu aşkın türlü türlü rengi çokdur Kimi giryân, kimi handân-ı aşkdur.15 Yukarıdaki ifadelerden anlaşılabildiği kadarıyla aşkın kendini ifadesi, ya da yokluğun vücûda gelişi, karanlığın aydınlanışı, nûrla, ışıkla olmaktadır. Bu ışıklardan en parlağı, nûrların nûru olan Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. Ve Allah, Peygamberler içinden de O’nu seçmiştir. Mevlânâ da bunu belirtir ve bu aşk oyununun en kâmil şekliyle Hz. Peygamber’le oynandığına işâret eder: “Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. Aşk, dağı kum gibi ezer, eritir. Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar. Aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir. Pak aşk, Hz. Muhammed (s.a.)’le eşti. Tanrı, aşk yüzünden ona “Sen olmasaydın”16 dedi. Hasılı O, aşktan tekti. Onun için Tanrı, O’nu peygamberler içinden seçti. Sen, pak aşka mensub olmasaydın, sende aşk olmasaydı, hiç gökleri var eder miydim? dedi. Ben aşkın yüceliğini anlayasın diye kadri yüce göğü yücelttim. Âşıkların horluğundan bir koku alasın diye toprağı tamamıyle hor ettim, ayaklar altına serdim. Aşkla bir yoksul nasıl değişir, anlaman için toprağa yeşillik ve tazelik verdim. Şu yerinden kımıldamayan dağlar da, sana âşıkların sebâtını söyler.” 17 Allah’ın bir “nûr” olduğu, Hz. Peygamber (s.a.)’in de O’nun nûrundan yaratıldığı ve mü’minlerin de O nûrdan varolduğu düşünülürse, âlemin nasıl bir nûr hâlesi içinde aydınlandığı rahatlıkla görülebilir. “Nûr, nûru yakmaz. Belki ışığı mağlup olan nûr, ışığı daha şiddetli ve galip bir nûr içinde görünmez olur.”18 “Binlerce billûr camlar üzerine düşen güneş ışığı, bunların herbirini açıkça başka bir renk ile parlatır”19 Güneşin her varlığı başka başka parlattığı ya da herkesin, güneşten istîdâdınca pay aldığı göz önünde bulundurulduğunda, dünya hayatında nûrun isminin de, nûrânîlerin renginin de muhtelif olduğu görülmektedir. Fakat, cümlenin maksadı birdir: Aşkı gerçekleştirmek. İşte özelde Hakîkat-i Muhammediye’nin işlevi de budur. O olmasaydı, Âdem ve âlem vâr olmayacak, dahası, gizli hazîne ortaya çıkmayacaktı.20 Nûrun değişik isimlerle anıldığı dikkate alındığında, suyun önemli bir kelime olduğu ortaya çıkar. “Nûr denizi” ifadesi de Hz. Peygamber için kullanılmaktadır. Allah Teâlâ “canlı olan her şeyin, sudan yaratıldığını” (Enbiyâ, 21:30) ifade eder. Su, nûru ifade eden dolunay 15 Yûnus Emre, Dîvân, haz. Mustafa Tatçı, İst. 2005, 100-101 16 Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, II, 214 17 Mevlânâ, Mesnevî, trc. Veled Çelebi İzbudak, İst. 1991, V, 223-4 18 Irakî, a.g.e., 45 19 Irakî, a.e., 47 20 Rabbânî, Mektûbât, II, 522-3 4 sembolünden ayrı olarak Hz. Peygamber’in remzidir. Fakat burada özellikle vurgulanmalıdır ki bu su, tıpkı nûr gibi, kaynağını Allah’dan almaktadır. Ve her şey, sudan yani nûr-ı Muhammedîden yaratılmıştır. Sudûr kelimesinin “sudan gelmek”, şeriatın da “su yolu” anlamlarını düşündüğümüzde, Hz. Peygamber’in bu dünyada insan ve Allah arasındaki konumu daha da belirginleşir. Bu suyun, İbn Arabî’nin ve Mevlânâ’nın “beyaz inci” ifadesiyle yakın bir ilişkisi vardır: “Allah, “Ey Muhammed, Ben, senin mülkün olacak âlemi, senden dolayı yaratmak istiyorum. Bunun için önce suyu yaratacağım” dedi. Allah, yuvarlaklık ve beyazlıkta bir cevhere benzeyen suyu, soğuk bir dolu tanesi gibi yarattı. Ardından arşı yarattı ve er-Rahmân onun üzerine istivâ etti. Kürsüyü koydu ve iki ayak (celâl ve cemâl nitelikleri) sarkmış iken, Allah, celâl gözüyle bu cevhere baktı. Cevher utancından eridi, dağıldı ve su gibi aktı. Bunun ardından nefesi gönderdi ve onun rüzgarıyla su dalgalandı ve köpürdü. Arşın sahiline vurduğunda ise övülen Tanrı’nın hamdini seslendirdi. Topuk titredi. Sonra suya hitab etti: “En övülen Zât benim!” Su utandı, ortasına kavuşmak istercesine gerisin geriye çekildi, meydana getirdiği köpüğünü sahile bıraktı. İşte eşyânın çokluğunu içeren o suyun köpüğüydü.”21 Yukarıda ifade edildiği üzere, bütün varlıkların meydana geliş kaynağının bir ismi de beyaz incidir. Yaratılmışların o biricik ve eşsiz inciden varolduğu düşünüldüğünde, bu çokluğun o masdarı nasıl ifade ettikleri de önem kazanmaktadır. Ya da bu aşk sahnesinde oynanan oyunların coğrafyası, yüzyılı, isimleri ve eserleri…Doğrusu, İslâm düşüncesi içerisinde özel olarak tasavvuf tarihi nazar-ı itibara alındığında bile sayısız bir literatürle karşı karşıya gelinir. Fakat, Allah ve insan arasındaki ilişkiyi Hz. Peygamber vesîlesi ile ortaya çıkarmayı amaçlayan bu çalışma, konuyu ele alan belli eserlerin yardımıyla oluşmuştur. Burada, sözkonusu eserlere kısaca temas edilebilir. Öncelikle araştırma, tasavvufun oluşum dönemi sayılabilecek olan miladî dokuzuncu asırdan, mîlâdî onsekizinci asra kadar olan sınırlı sayıdaki tasavvuf tarihi müelliflerinden oluşmuştur: İlk dönem sûfîlerinden Basralı Sehl b. Abdullah Tusterî’nin (ö. 896) Tefsîr-i Kebîr’i, Horasan bölgesinden çağdaşı Hakim Tirmizî’nin (ö. 932) Hatmu’l-Velâyesi, Bağdat’tan Hallâc-ı Mansûr’un (ö. 922) Tavâsin’i çalışılmıştır. Fakat İbn Arabî (ö. 1240) öncesinde gelmeden, Bağdat’tan Abdulkâdir Geylânî’nin (ö. 1166) Sırru’l-Esrâr’ı incelenmiştir. Vahdet-i vücûd ekolünün pîri sayılan Endülüslü İbn Arabî’nin (ö. 1240) Futûhât ve Fusûs’u tezde kullanılan önemli eserlerdendir. Suad Hakîm, Ekrem Demirli ve Afîfî’nin İbn Arabî’nin görüşleri ile ilgili açıklamalarından istifade edilmiştir. Aynı ekolden Abdulkerîm Cilî’nin, (ö. 1423?) insan-ı kâmil’i Hz. Peygamber (s.a.)’le tefsîr etmesi sebebiyle ayrıca 21 Futûhât, trc. Ekrem Demirli, I, 20 5 vahdet-i vücût ekolünün İbn Arabî sonrasında önemli isimlerinden olması dolayısıyla İnsan-ı Kâmil taranmıştır. Maveraünnehir bölgesinden Nakşî kültürün mühim sîmâlarından Muhammed Pârsâ’ nın (ö. 1419) Faslu’l-Hitâb ve Safiyyüddin Ali’nin (ö. 1532) Reşâhât’ı Rabbânî öncesi Nakşi geleneği ifade etmesi açısından incelemeye alınmıştır. Hindistan alt kıtasından İmam Rabbânî’nin (ö. 1624) Mektubât’ı tezin mühim kaynaklarındandır. Nişabur’dan Feridüddin Attar’ın, (ö. 1221?) İlahiname, Mantıku’t-Tayr, Tezkiretu’l- Evliyâsı, sonrasında Anadolu’da Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’ nin (ö. 1273) Mesnevî, Fîh-i mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a adlı kitapları, çalışılan eserler arasındadır. Şam sûfîlerinden Fahreddin Irakî’nin (ö.1289) Lemeât’ı, Tebriz’li Mahmud Şebusterî’nin (ö.1325?) Gülşen-i Râz’ı da araştırmada kullanılmıştır. Bu genel tasavvuf klasiklerinden sonra, Osmanlı topraklarında oluşan Celvetî kültürün önemli sîmâlarından Azîz Mahmud Hüdâyî’nin (ö. 1628) Hulâsatu’l-Ahbâr’ı, âlemin yaratılışının başlangıcı ile ilgili bilgileri Hz. Peygamber’le bağlantılı olarak vermesi açısından çalışmaya dahil edilmiştir. Yine aynı tarîkattan, Hüdâyî’den bir asır sonrasında İsmail Hakkî Bursevî, (ö.1725) tezin konusu itibariyle önemli bir sufidir. Onun Muhammediye şerhi olan Ferahu’r-Rûh ve ayrıca Rûhu’l-Beyân Tefsîri, başvurulan kaynaklardandır. Aşk yoluna delilsiz ayak basılamayacağı ifade edildiğinden,22 Hz. Peygamber’in delâleti, eserlerde ayrı bir önem kazanmaktadır. Fakat o, hakîkatini Âdem’den itibaren bütün nebî ve velîlere lutfettiğinden, aslında onun rehberliğinin sûfîlerde açıkça ortaya çıktığı görülür. Bütün bu isimler bu açıdan Hz. Peygamber’in hakîkatinin bir tezahürüdür ve aslında kendilerinden söz ederken Hz. Peygamber’e atıflar yapmakta, bizzat Allah’ın resûlünü anlatırken de kendi şifrelerini çözmektedirler. Yine başa dönülecek olursa ortada sadece tek bir varlık kalmaktadır; gönül. Ya da, o sarayın tahtına kurulan Allah. O açıdan sûfîler nokta-i nazarından Hz. Peygamber’i ele alan bu çalışma, Allah’ı tanıma yolunda bir giriş olma sadedinde, özellikle insanın kendi kendisini anlama çabasının küçük bir ifadesidir. 22 Bursevî, Tefsîr, IV, 111 6 BİRİNCİ BÖLÜM YARADILIŞIN BAŞLANGICI NÛR-I MUHAMMEDÎ YA DA HAKÎKAT-I MUHAMMEDİYE Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (s.a.)’in “nûr saçan bir kandil” (Ahzâb, 33:46) olduğunu ifade etmektedir. Endülüs toprağının yetiştirdiği en önemli sûfîlerden biri olan İbn Arabî (ö. 1240)’ye göre (Hakk’ı) idrak, aynı zamanda Allah’ın isimlerinden birisi olan “nûr” vasıtasıyla gerçekleşir. Ve o nûr, gölge bilinmeyen gaybda mümkünlerin hakîkatlerine yayılmıştır.1 Nûr olmasaydı, mümkünler adına bir hakîkat zuhûr etmeyecekti. Bunun için Hz. Peygamber, “Allah’ım, kulağıma bir nûr ver, gözüme bir nûr ver, saçıma bir nûr ver, nihâyette beni nûr kıl”2 demiştir. Hz. Peygamber (s.a.), gerçekte bir nûrdu fakat o, nûr olduğunu duyulur âlemde de görmek istemişti.3 Aynı zamanda nûr, varlığı karanlıktan (yokluktan) uzaklaştıran her türlü ilahî tecellîdir.4 Tecellî, kalplere açılan gayb nûrlarıdır.5 Hz. Peygamber ise bu gaybî nûrun sûretidir.6 Hz. Peygamber, bütün peygamberlerin ve âlemin varlık sebebidir. Tasavvufî hayâtın Osmanlı döneminin önemli isimlerinden olan İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1725)’ye göre mezkûr âyette, Resûlullah’ı muma benzetme vardır: Mum olmasa, gece karanlığında istenen yere ulaşmak mümkün olmadığı gibi, Resûl-i Ekremin varlığının mumu olmasa, mevcûdâtın hepsi yokluk 1 Fusûs, Afîfî’nin Ta’lîkâtı ile, Beyrut 1946, 102 2 Benzer bir rivayet için bk. Buhârî, Deavât, 9 3 Futûhât, III, 392; İbn Arabî’den alınan bu iki metni birlikte değerlendirdiğimizde, Hz. Peygamber’in mümkünlerin hakîkatlerinde yer alan idrak vasıtası olduğu açığa çıkmaktadır. 4 Futûhât, II, 130 5 Futûhât, II, 485 6 Bursevî, Tefsîr, IV, 374; çalışmada Rûhu’l-Beyân Tefsîri’nin Hasan Kâmil Yılmaz ve arkadaşları tarafından güzel bir ekip çalışması ile hazırlanan tercümesi kullanılmıştır. Tercüme henüz, Tefsîrin İbrahim sûresine kadar çıkmıştır. Dolayısıyla da araştırmada, tefsîr ancak bu sûreye kadar kullanılmıştır. Eser, Tefsîr yazılarak kaynak gösterilecektir. 7 karanlığında kalıp, varlık nûruna yol bulamazlar ve feyiz yolundan kaynağın bulunduğu menzile doğrulamazlardı.7 Bir başka âyet, peygamberimizin bize “Allah’tan gelen bir nûr” (Maide, 5:15) olduğunu söylemektedir. Ayet, müfessirler tarafından da Hz. Peygamber (s.a.)’ e bir referans olarak da yorumlanır.8 Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.)’in sıklıkla kullanılan lakaplarından birisi de, “Nûru’l- hüdâ”dır. O’nun vahiyle ilk kez muhatap olduğu dağ, “Nûr Dağı”, Yine, O’nun kabrinin bulunduğu şehir de “Medîne-i Münevvere” ismini taşımaktadır. İslâm âlimleri için bu nûr, derin bir anlam içermektedir: Rivâyetlere göre, Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i yaratınca, onun alnına gündüz güneş, gece ise ay gibi parlayan bembeyaz inci misali Hz. Peygamber (s.a.)’in nûrunu yerleştirmiştir. Yüce yaratıcı, bu nûrun ham maddesini yeryüzünün kalbi, özü ve nûru sayılan ve şimdi de Resûlullah (s.a.)’in kabrinin bulunduğu yerdeki “ak toprak”tan oluşturmuştur. Bu toprak, cennetteki tesnîm suyu ile yoğrulmuş, onun bütün nehirlerine batırılıp çıkarıldıktan sonra yer ve göklerde dolaştırılmıştır. Âdem (a.s.)’ın alnındaki bu nûr, hamile kalan eşi Havvâ validemize sonra da Şît Peygamber’e geçmiştir. Bu şekilde elli erkek ve elli kadın olmak üzere toplam yüz kişiden geçen nûrun son halkası, Hz. Peygamberin babası ve annesi olmuştur.9 İbn İshak, (ö.767) Peygamberimizin babası Abdullah’ın, annesi Amine ile evlenmesinden hemen önce, kendisini baştan çıkarmaya çalışan bir kadından bahseder. Abdullah, peygamberimiz ana rahmine henüz düştüğünde, evliliğinden bir gün sonra, aynı kadını tekrar görünce, kadın ondan yüz çevirmişti. Niçin böyle yaptığını söylediğinde kadın, “dün sizde gördüğüm nûr, bugün sizi terk etmiş” demişti. İbn İshak’a göre bu kadın, Abdullah’ın iki gözü arasında beyaz, parlak bir nişan görmüştü ki, o peygamber (s.a.) ana rahmine düştüğünde ondan kaybolmuştu. Bu hikâyenin kadın kahramanları, tarih kitaplarında çeşitli kimlikler altında zikredilir. İbn İshak, bu kadının Varaka b. Nevfel’in kız kardeşi olduğunu ifade eder. Kadın, erkek kardeşi tarafından bir peygamber’in geleceği konusunda uyarılmıştır. Tabî ki kadının Abdullah’ın 7 Bursevî, Ferahu’r-Rûh,, Bulak, 1252, 68; Mustafa Utku tarafından Türkçe harflere aktarılarak altı cildi basılan kitabın yayını devâm etmektedir. Bursa, 2000. Eserin orijinali, üç bölümden oluşmaktadır: İlk bölüm, doğrudan sayfa numaraları girilerek kullanılacaktır. İkinci ve Üçüncü bölümlerin sayfa numaraları, bölüm isimlerinden sonra verilecektir. 8 Taberî, Tefsîr, Suudi Arabistan, 2003, VIII, 264; Bursevî, Tefsîr, IV, 495; Ayrıca bk., Ferahu’r-Rûh, 52, 91;Yine de bazı tefsirlerde bu nûrun Kur’ân olduğu ifade edilir; Muhyiddin İbn Arabî, Rahmetun mine’r-Rahmân, fî tefsîri işârâti’l-Kur’ân, Dımeşk, 1989, II, 13 9 Nebhânî, Yûsuf b. İsmail, Huccetullâhi ‘ale’l-âlemîn, fî mucizâti seyyidi’l-mürselîn, Diyarbakır ts. 216-220; ayrıca ataların alnındaki Hz. Peygamber nûru için bk. Ahatlı Erdinç, Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği, İst. 2002, 89 8 yüzünde fark ettiği şey, onun taşıdığı peygamberlik nûruydu. Bu hikâye, daha sonraki tarihçiler tarafından da kullanılmıştır. 10 Atalardan tevârüs eden bu nûrla ilgili olarak, Rubin, Hz. Muhammed’in ceddinin rüyalarında ışık ya da ışıldayan ağaçlar görmek sûretiyle Hz. Peygamber’in gelişini haber aldıklarını söyler.11 Rubin’i destekleyen bir olay, Abdulmuttalib’le ilgili olarak şöyledir: Anlatıldığına göre, Resûlullah’ın dedesi Abdulmuttalib, Hicr’de uyurken, birden irkilerek uyanmış. Abbas (radiyallâhu anhümâ) anlatıyor: “ben o gün, henüz konuşulanları kavrayabilen bir çocuktum. Abdulmuttalib’in peşine takıldım. O, Kureyş kahinlerine gelip şöyle dedi: “Rüyamda, sırtımdan gümüş bir zincir çıktığını gördüm. Bu zincirin dört ucu vardı. Bir ucu doğu, bir ucu batıya, bir ucu gökyüzünün derinliklerine, bir ucu da toprağın dibine uzanıyordu. Ben o zincire bakarken, zincir, nûrlu, yemyeşil bir ağaca dönüştü. Ben bu vaziyette dururken, yanıma iki ihtiyar geldi. Birine: -“Siz kimsiniz?” dedim. -“Ben, Rabbu’l-âlemîn’in peygamberi Nûh’um” dedi. Ötekine: -“Peki siz kimsiniz?” deyince, o da: -“Ben, Rabbu’l-âlemîn’in halîli İbrâhim’im” dedi. Sonra uyanmışım. Kureyş kâhinleri; “Eğer bu rüyayı gerçekten gördüysen, senin neslinden bütün yer ve göktekilerin kendisine imân edeceği bir peygamber çıkacak demektir. Zincirlerin halkaları, birbirlerine geçişli olduğu için, bu zincir, bu peygamber’in tabî ve yardımcılarının çok ve güçlü olacağını gösterir. Zincirin ağaca dönüşmesi ise, bu peygamber’in getirdiği dinin ebediyen pâyidâr olup, kendisinin de son derece yüce bir şerefi olacağını gösterir” dediler. Huneyn günü Hz. Peygamber “Yalan yok 10 Konu ile ilgili bilgi için bk. İbn-i İshak, Sîre, İngilizceye trc.; A. Guillaume, The life of Muhammed; A.Translation of Ibn Ishâq’s Sîrat Rasûl Allah; Karaçi, 1982, 68-9, İbn Hişam, Sîre, Beyrut, 1971, I, 164-5; Ebu Nuaym, Delâil, Tahkîk Muhammed Kalacî, Beyrut, 1991 iki cilt birlikte, I, 130, ; ayrıca bir başka baskı için bk. Haleb ts. 90-1; Mâverdî, A’lâmu’n-Nübüvve, Beyrut 1994, 291-2; İbn Sa’d, Tabakât, Beyrut ts. I, 95-6; İbnu’l- Cevzî, Sıfatu’s-Safve, Haleb, 1969, I, 47 Bursevî, Ferahu’r-Rûh,, 89; Algül Hüseyin, İslâm Tarihi, İst. 1986, I, 121; Abdurrahman Cami, Şevâhidu’n-Nübüvve, trc. Muzaffer Ozak, İst 1958, 34 vd.; Bu nûrun tâliplilerinden olan Fatıma El-Has‘amiyye’nin Abdullah’a aşkını güzel bir şekilde resmeden, önsözünü Rıza Tevfik’in yazdığı çağdaş bir Farsça sîret için bk. Zeynel Abidin Rahnuma, Fahrıâlem, trc. Hayati Aydın, Cemil Sönmez, İst. 2004. Eserdeki kurguya göre, Hz. Muhammed, Bu kadınla, annesinin öldüğü gece karşılaşmıştır. Bu rivayete yer veren Michel Chodkiewiz, Varaka b. Nevfel’in burada Hz. Peygamber’i teyîdinin dikkate şâyân olduğunu belirtir.Chodkiewiz, Michel, Seal of Saints: Prophethood and Sainthood in the Doctrine of İbn Arabî, İngilizce’ye trc. Liadain Sherrard, Cambridge, 1993, IV. bölüm, 60 vd. Konu ile ilgili ayrıca bk. Louis Massignon’un İ.A.’daki “Nûr-ı Muhammedî” maddesi, 1964, IX, 362; Osmanlı Toplumunda Nûr-ı Muhammedî Düşüncesi için bk. Arpaguş, Hatice, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, İst. 2001, 152 vd. 11 U. Rubin, Pre-existence and Light:Aspects of the concepts of Nûr Muhammed, Israel Oriental Studies, Tel Aviv, 1975, V/62-119 9 ki, ben peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in torunuyum.”12 derken Abdulmuttalib’in bu rüyasına işaret ediyordu. 13 Hz. Peygamber (s.a.) de annesinin rüyasını bir sözlerinde şöyle belirtirler: “Âdem (a.s) daha çamur halinde iken ben, Allah katında “hatemu’n-nebiyyîn” diye yazılmıştım. Size ilk işaretlerimi şimdi vereceğim: Babam İbrahim (a.s)’ın duası, İsa (a.s)’ ın müjdesi ve annemin bana hamileyken gördüğü rüyadır. O rüyada annem, kendinden bir nûr çıktığını ve Şam saraylarını aydınlattığını görmüştü.” 14 Hz. Muhammed (s.a.) Allah, onu bir peygamber olarak gönderinceye kadar peygamberden peygambere gelmiştir.15 Yine Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir hadîse göre, O, “yaratılışta nebîlerin ilki, peygamber olarak gönderilmede sonuncusu”dur. 16 Süleymân Çelebi’nin (ö.1422 ?) meşhur Mevlîd’inde Hz. Peygamber’in nûrunun intikal silsilesi ayrı bir başlık altında yer almaktadır: Hak Teâlâ çün yaratdı Âdem’i Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi Mustafâ nûrını alnında kodu Bil Habîb’üm nûrıdır bu nûr didi Sonra Havvâ alnına nakl itdi bil Turdı anda nice ay u yıl Şit doğdu ana nakl itdi buğur Anun alnında tecellî kıldı nûr Anası rahmine düşdü çün Anuş Nûr ana nakl itdi anda turdı hoş Çün anûş’un oğlı Kaynân doğdu yâr Nûr-ı Ahmed anda oldı âşikâr 12 Buhari, Cihad, 97 13 Bursevî, Tefsîr, III, 377-8; VII, 277-8; Hz. Mevlânâ da rüyasında deniz kenarında bir ağaç görmüş kişinin rüyasını şöyle tabir etmiştir: “Bu dipsiz deniz, Yüce ve Büyük Allah’ın büyüklüğü, iri ağaç, Muhammed (s.a.)’in kudsî varlığı, ağacın dalları, peygamberlerin rütbeleri ve velîlerin makamları, büyük kuşlar, onların ruhları, çıkardıkları farklı sesler ise, dillerinin sırları ve gizemleridir.” Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İst. 2001, I, 595; ayrıca bk. Annemarie Schimmel, And Muhammed Is His Messenger, (Chapel Hill, 1985) 131, Eser, Ekrem Demirli ve Ömer Türker tarafından çevrilmiş, fakat henüz basılmamıştır. Çeviriyi kullanmama izin verdikleri için kendilerine teşekkür ederim; Rüyanın değişik bir versiyonu için bk. Ebu Nuaym, I, 99-100; Câmî, a.g.e., 33; İbrâhim sûresi’ndeki “Kökü yerde sâbit, dalları göklere uzanan” ve Allah’ın izniyle her zaman meyve veren kelime-i tayyibe, Abdulmuttalib’in gördüğü bu ağaç rüyası ile birlikte yorumlanırsa, güzel sözün insan-ı kâmil olarak Allah’ın “kün” emrinin tecellî ettiği Hz. Peygamber olduğu da düşünülebilir. Ayet için bk. (İbrahim, 14: 24-25) Ağaç, Kün kelimesi ile birlikte düşünüldüğünde, İbn Arabî’nin bir eserinin ismi de bu açıdan anlamlıdır: “Şeceratu’l-Kevn”, İbn Arabî ve eserleri için bk. Uludağ Süleyman, İbn Arabî, Ankara, 1995 14 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127; Beyhaki, Delâil, I, 83 15 İbn Sa’d, Tabakât, Beyrut, ts. I, 25 vd. 16 Ebu Nuaym, Delâil, I, 42 10 Erdi İbrâhim’e İsmâil’e hem Söz uzanur ger kalanın dir isem 17 Hz. Peygamber (s.a.) “Ben, temiz erkeklerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine naklonula geldim.”18 der. Başka bir hadiste de şöyle rivâyet edilir: “Allah Teâlâ Âdem’i yarattığında beni de onun sulbünde yeryüzüne indirdi. Gemide Nûh’un sulbünde kıldı. Sonra beni, İbrâhim’în sulbüne attı. Böylece Allah Teâlâ, beni temiz erkeklerin sulbünden temiz kadınların rahmine aktarıyordu. Ta ki babam ile annemin bir araya gelmesinden ortaya çıktım. Benim soyumdan hiç kimse zinâ etmemiştir.” 19 Rivâyet edilir ki, Havvâ vâlidemiz, Şît (a.s)’ı dünyaya getirdiğinde, onun alnında parlayan Muhammedî nûr, Şît (a.s)’ın alnına intikal etmiştir. Şît (a.s) büyüyüp de ergenlik çağına ulaştığında Adem (a.s) Muhammedî nûrun temiz kadınlardan temiz erkeklere intikâl etmesi için ondan bu sırrı ve nûru, kadınlardan namuslu ve temiz olanlara vermesi husûsunda söz ve güvence almıştır. 20 Mevlânâ da Mesnevî’sinde Peygamberimiz (s.a.)’in soyunu şöyle satırlara döker: Hazret-i Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı. Adem Peygamber’e kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu soy, onun zâhirî soyuydu. Ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse, zaten soydan, soptan uzaktı, paktı. Balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu! Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aramaz.21 Nûr-ı Muhammedî’nin oluşumuna açıkça kaynaklık eden bir başka hadîs, peygamberin yaratılışta ilk olduğunu düşünmede önemli rol oynar. Hz. Peygamber, sahâbelerden Cabir b. Abdullah (radiyallâhu anh)’a şöyle der: “ Cabir, Allah, onun ışığı sebebiyle eşyâyı yaratmadan önce senin Peygamberinin nûrunu yarattı.”22 Sûfî düşünce, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in bedeni ve cesedi ortaya çıkmazdan önce, peygamberlerin bu âlemde onun vekilleri olduğunu ifade eder. Bu vekâlet, 17 Hz. Peygamber (s.a.)’in nûrunun Hz. Âdem’den Hz. Peygamber (s.a.)’e intikâli ile ilgili bk. Süleyman Çelebi, Mevlid, Haz. Faruk K. Timurtaş, İst. 1990, 16 vd. 18 Aliyyu’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, Beyrut, ts. I, 199; Ebu Nuaym, Delâil, I, 57-8 19 Aliyy’ul-Kârî, a.g.e., a.y. 20 Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Tefsîr, V, 372 21 Mevlânâ, Mesnevî, IV, 85; Hz. Peygamber’in nesebi ile ilgili olarak bk. Bursevî, Ferahu’r-Rûh, I, 448 22 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127; ayrıca bk. Keşfu’l-Hafâ, I, 265, 827; Hemen burada, benzer formda ama sonunda farklı terimler kullanılan çeşitli hadisler hatırlanabilir: “Allah’ın yarattığı ilk şey, kalemdi.” Tirmizî, 33/Kader, 17, “Allah’ın yarattığı ilk şey, akıldır”. İbn Arabî, Tedbîrat-ı İlâhiye, trc. ve şerh, Ahmed Avni Konuk, yayına haz. Mustafa Tahralı, İst. 2001, 68, 244; Yıldırım, Ahmed, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara, 2000, 114 vd. 11 “Hakîkat-ı Muhammediye”23nin vekâletidir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber (s.a.)’e “ne zaman peygamberdiniz?” diye sorulduğunda O, “Âdem, su ile balçık arasında iken –yani, o daha vâr olmadan- ben peygamberdim” cevabını vermiştir. 24 Fakat, hadîs bu şekliyle bazı Hanbelî âlimler için “uydurma”dır. Meselâ İbn Teymiye, bu hadîsin aslının olmadığını, böyle bir rivâyetin bâtıl olduğunu ifade etmektedir. 25 Hadîsin sahîh versiyonu, kullanılabilir ki orada Hz. Peygamber (s.a.) açıkça “Âdem ruh ile beden arasında iken ben peygamberdim” buyurmaktadır.26 Aslında burada Michel Chodkiewiz’in de belirttiği gibi, iki hadisteki farklılığın, aynı temanın birbirine benzeyen iki formu arasındaki sözcük farklılığı olduğu düşünülebilir. Sonuçta görüldüğü üzere iki rivayette de, Adem Peygamber’den önce Hz. Peygamber (s.a.)’in peygamberliği ifade edilmektedir. 27 Günümüzde Mustafa Tahralı, Hz. Peygamber (s.a.)’in hakîkatinin sahâbenin seçkinlerince idrak edildiğini ve bunun iman esası olduğunu ifade etmektedir. Peygamberimiz, “hakîkat”i bakımından dâimî bir varlığa sahiptir. O bu hakîkati ile ashabına asr-ı saâdette nasıl yakınsa, her mekân ve zamanda gerçek mü’minlere de aynı şekilde yakındır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)’e imana dayanan temel esaslardan biridir. Hz. Peygamber (s.a.)’in dâr-ı bekâya irtihallerinden sonra, Hz. Ömer (radıyallâhu anh)’in “Peygamber öldü” diyenlere şiddetle karşı çıkıp, “Resûlullah vallahi ölmemiştir” demesini ve Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh)’in Peygamberimizin mübârek nâşı önünde “Yâ Resûlallah! Vallahi Cenâb-ı Zülcelâl, senin üzerinde iki ölümü birleştirmeyecektir. Sen kaderinde yazılı olan ölümü ise artık geçirmiş bulunuyorsun” meâlindeki sözlerini de onların Peygamber Efendimizin bu “ölümsüz hakîkati” ile ilgili îmân ve kanâatlerinin bir ifadesi olarak değerlendirmektedir.28 23 Hakîkat kelimesi için bk. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, ts. X, 52; Ayrıca, D.B. Macdonald, İ.A., İst. 1977, V, 100-1; Uludağ Süleyman,Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst. 1995, 215-6; Refik el-Acem, Mevsûatu Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslâmî, Lübnan, 1999, 300; Cebecioğlu Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İst. 2004, 243, Zafer Erginli ve arkadaşları, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 2006, 299 24 Hadîsin bu şekil rivâyeti için bk. İbn Arabî, Futûhât, I, 243; Ebu Bekir Sirâceddîn, (Martin Lings) öteki âlemin, kendi bütünlüğü içinde ve bütün ananevî dereceleri ile birlikte hem zamandan önce ve hem de zamandan sonra olduğunu ifade eder. Bu husûs, Peygamberin zamânın başlangıcında Âdem (a.s.)’ın bedeninin yaratılışına ve öteki âlemdeki kendi peygamberliğine işâret eden şu hadisi ile ifade edilmiştir: “Âdem henüz su ile çamur arasında iken ben peygamberdim.” Bu yüzden denebilir ki, insanın gerisinde sadece tarihsel ve “yatay” bir geçmiş değil, aynı zamanda manevî ve “dikey” bir geçmiş de bulunuyor. Ebu Bekir Sirâceddîn, Yakîn Risâlesi, trc. Veysel Sezigen, İst. 2006, 67-8 25 İbn Teymiye, Hakîkatu Mezhebi’l-İttihâdiyyûn, 126-7 (Hatmu’l-Evliyâ ekinde, 508-9); İbn Teymiye’nin tasavvuf ve özellikle İbn Arabî hakkındaki düşünceleri için bk. Kara, Mustafa, İbn Teymiye’ye göre İbn Arabî, UÜSBE, Doktora Tezi, Bursa, 1983 26 Hadis için bk. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 66; V, 59; V, 379; Tirmizî, Menâkıb, I; Kâdı İyaz, eş-Şifâ bi Ta’rîfi hukûki’l-Mustafâ, Dımeşk, ts. I, 326; İbn Teymiye’nin mükerrer eleştirileri için bk. Mecmuatü’r- Resâili’l- Mesâil, Mısır ts. IV, 8, 70-1 27 Chodkiewiz, Michel, a.g.e., 60 28 Tahralı, Mustafa, Modern Dönemde Dinî İlimlerin Temel Meseleleri Sempozyum Bildirisi, Din İlimleri ve Tasavvuf Araştırmalarında Göz Önünde Bulundurulması Gereken Bazı Esaslar Hakkında Düşünceler 15-17 Nisan 2005, 6; Rivâyetler için bk. Ali Yardım, Şemâil, İst. 1997, 469 12 I. Konunun Tasavvuf Kitaplarında İşlenişi A. İlk Dönem Sûfî Düşüncesinde Muhammedî Nûr Hz. Peygamber’in soyundan ve on iki imamdan biri olan Cafer-i Sâdık (ö.765)29 Hurûf-ı Mukattaadan biri ile başlayan Kalem sûresi’nin (68:1) ilk âyetinin yorumunda şöyle diyor: “ Buradaki ‘Nûn’, Allah’ın varlıkları kendisi sebebiyle yarattığı ve onu Hz. Muhammed’e bahşettiği ezeliyet nûnudur. Allah, Hz. Muhammed’in nûrunda bütün nûrları toplamış ve yaratmıştır.” 30 İlk dönem Basra ekolü sûfîlerinden Sehl b. Abdullah Tusterî, (ö.896) Nûr-ı Muhammedî görüşünü tasavvufî literatürde ilk kez dile getiren sûfî olarak görülür. 31 Tusterî, bu meyanda Allah’ın kendi nûrundan ilk defa Hz. Muhammed’i yarattığını ileri sürmüş ve Muhammedî varlığın, âlemin varlığından önceliğine işaret etmiştir. Bakarâ Suresi 30. âyetin tefsirinde “Allah Teâlâ Adem’i Yaratmadan önce meleklere ben yeryüzünde halîfe yaratacağım” demiş ve Âdem’i izzet çamurundan, Hz. Muhammed’in nûrundan yaratmıştır.32 Tusterî, Arâf Sûresinde de konuyla ilgili olarak, şunları ifade etmektedir: “Zürriyet, birinci, ikinci ve üçüncü olmak üzere üç çeşittir. Bunlardan ilki, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve selem)’dir. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’i yaratmayı murâd edince, kendi nûrundan bir nûr yarattı. Bu nûr, azamet noktasına gelince, Allah’a tam anlamıyla bir secde etti. Allah, onun bu secdesinden tıpkı içi ve dışı nûrdan bir cam şeklinde olan bir heykel (sütun) yarattı. İçinde Hz. Muhammed’in özü (ayn) olan bu heykel, mü’min tabiatıyla Allah’ın huzûrunda tam bir milyon yıl hizmette bulundu. Söz konusu bu tabiat, imanın ayne’l-yakîni, yakînin mükâşefesi, ve Rabb’in müşâhedesi idi. Allah ona mahlûkâtı yaratmadan bir milyon yıl önce, müşâhedeyi lutfetti.” 33 29 Cafer Sadık hakkında bilgi için bk. Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, İst. 2002, I, 51 30 Sülemî, Hakâiku’t-Tefsîr, Fatih, nr. 262 vr.271a; ayrıca bk. Ateş, Süleyman, İşarî Tefsir Okulu, Ankara, 1974, 54, Sehl b. Abdullah, Bakara Sûresi’nin başındaki hurûf-ı Mukattaayı İbn Abbas’tan gelen bir rivâyetle peygamberi içine alacak şekilde tefsir eder. Buna göre, Elif, Allah; Lâm, Cebrâil, Mîm de Hz. Muhammed (s.a.)’dır. Sehl b. Abdullah Tusterî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, neşr. Muhammed Bedrüddin en-Na’sânî el- Halebî, Mısır, 1908, 12; Ayrıca Yâsîn sûresindeki Yâsîn de Cafer b. Sâdık’a göre Hz. Peygamber (s.a.)’i temsil eder, Hakâik, vr., 206b; Sehl’in nûr-ı Muhammedî ile ilgili yorumları için bk. Böwering, Gerhard, The mystical vision of, existence in classical Islam: Berlin, 1980,149-151; Böwering, “The prophet of İslâm: The First and the Last Prophet”, The Message of the Prophet içinde, 49-52 Annemaria Schimmel, And Muhammed Is His Messenger 125’den naklen. Ayrıca İmâm Rabbânî de Mektuplarının birini bu harflerdeki sırlara tahsîs etmiştir: İki gözlü “he” harfi, terbiye edicidir “Elif” ise, Habîbullah’ın yetiştiricisidir “Lâm” Halîlullah’ın yetiştiricisidir “Mîm” ise, Kelîmullâh’ı bildirir. bk. Rabbânî, Mektûbât, İst. ts., I, 557; Bursevî, “Elif” Allah’ın birliğine,“Lâm” ilim sıfatıyla birlikte zâtına, “Mîm” Muhammed (s.a.)’in nefsine ve hakîkatine “Sâd”, Muhammed (s.a.)’in sûretine ve zâhirine işârettir” der. Bursevî, Tefsîr, VI, 7 31 Böwering, Gerhard, Early Sufizm Between Persecutıon and Heresy, bu makâle, Islamic Mistisizm Contested, (ed. Frederick De Jong-Bernd Radke, Leiden, 1999) içinde yayınlanmıştır. 60 vd. Makalenin Türkçe çevirisi için bk. Abdurrezzak Tek, Zulme Uğrayan ve İlhadla Suçlanan Sufiler, UÜİFD. XII, sy. 2, 2003, 361 vd. Nûr-ı Muhammedî ile ilgili müstakil bir makâle için bk. Demirci, Mehmet, Nûr-ı Muhammedî, DEÜİFD İzmir, 1983, I, 239; Hakîkat-ı Muhammedi’ye ve tarihsel gelişimi için de bk. Aynı yazar, “Hakîkat-ı Muhammediye”, DİA, XV, 180; Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İst. 1995, 147 vd. ; insan-ı kâmil ve hakîkat-ı Muhammediye ilişkisi için bk. Yılmaz, Hasan Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İst. 1994, 328-9; Hakîkat-ı Muhammediye düşüncesinin nazımla da ifadesi için bk. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İst. 1994, 95 vd. 32 Tusterî, Tefsîr, 15 33 Tusterî, a.g.e., 62; Öztürk, Mustafa, Kur’an ve Aşırı Yorum, Ankara 2003, 276 13 Tusterî’ye ait benzer ifadeleri, Ebû Talib el-Mekkî de nakleder: “İlk yaratılan şeyler üçtür: Birincisi Hz. Muhammed, İkincisi Hz. Adem, üçüncüsü de Hz. Adem’in zürriyetidir. Allah, Hz. Muhammed’i yaratmayı murad edince, kendi nûrundan bir nûr yarattı. Onu yaydı. Nûr, bütün memleketleri dolaştı. Belli bir büyüklüğe ulaşınca secde etti. Bunun üzerine Allah, secdesinden dolayı kesîf nûrdan oluşan ve içi dışı yedi semâdan görülen kalın cam gibi bir direk yarattı. Bunun içerisinde Hz. Muhammed (s.a.) cismi ve şekli olmaksızın tabiî imân ve gaybî mükâşefe ile Hz. Adem yaratılmazdan binlerce yıl önce âlemlerin Rabbi olan Allah’a ibâdet etti. Sonrasında da Hz. Âdem, Hz. Muhammed’in nûrundan yaratıldı.”34 Bowering, Tusterî’nin doktrinini şöyle açıklar: “Neticede Peygamberlerin ve manevî âlemin zuhûru ezelde tamamlandığında, Âdem’in toprağından Muhammed (s.a.) bedende, kendi zamansal ve dünyevî sûretinde biçimlenmişti. Gerçi, Âdem’in toprağı da, ezelî nûr-ı Muhammed sütunundan alınmıştı. Böylelikle, nûrun ezelî yaratılışı kemâle ermişti: İlk insan, Hz. Muhammed’in billurlaşmış nûrundan sûret kazanmış ve Âdem’in şahsiyetiyle birleşmiştir.”35 Bağdat sûfîlerinin önemli isimlerinden olan Hallâc,36 (ö.922) Kitâbu’t-Tavâsîn’inde nûr âyetini (24:35) referans alarak, bu meşhur âyetteki ‘mişkât’i Hz. Muhammed (s.a.)’le ve kandillikteki ‘misbâh’ı da nûr-ı Muhammedî ile özdeşleştirir. ‘Nübüvvet Nûru’ der Hallac, O’nun ışığından doğmuştur. “O’nun ışığı ise, Gizem’in ışığından çıkar. Nurların aydınlığı bile O’nun nûrundandır. Nûrlar içinde Kıdemden daha parlağı, daha eskisi, daha belirgini olamaz. O kerem sahibinin nûru müstesnadır. Vücûdu yokluktan, adı Kalem’den önce idi. Çünkü, tüm ümmetlerden önceydi O… Bütün ilimler onun denizinden bir damla, bütün hikmetler onun ırmağından bir avuç. Ve zamanlar, O’nun zamanından bir saat. O, Allah’a kavuşmada ilk; peygamberlikte sondur. Gerçeğin özü O, Hak bilgisinin beliren yüzü de O. ”37 Hallâc, ayrıca “Nokta Tâsîni’nde de Kur’ân’ın Nûrdan nûra indirildiğini ifade eder.38 34 Ebu Talib el-Mekkî, İlmu’l- Kulûb, neşr. Abdu’l-Kâdir Ahmed Atâ, Kahire, ts. 93-94; Yıldırım, Ahmed, a.g.e., 114; Ayrıca, Furkân Suresi 2. âyette Sülemî, Hüseyn’in yaratılışla ilgili şu görüşlerine yer vermektedir: Allah, altı şeyi vecihte yaratıp, bir ölçüye koydu. Birinci vecih, meşiyyettir ki, nûr üzerine yaratılmıştır. Sonra nefsi, sonra rûhu, sonra sûreti, sonra harfleri, sonra isimleri, sonra rengi, sonra tadı, sonra kokuyu, sonra dehri yarattı….Sülemî, Hakâik, vr. 163a 35 Böwering, “The Prophet of Islâm”, 54; Sichimmel,a.g.e., 125’den naklen. 36 Hallâc-ı Mansûr’un hayatı hakkında çeşitli görüş ve değerlendirmeler için bk. Louis Massingnon, La Passion de Hallaj, çeviren, İsmet Birkan, Ankara 2006, I. Kitap; Uludağ, Süleyman, Hallâc-ı Mansûr, DİA, V, 379-80; 37 Hallâc- Mansûr, Dîvân, Ahbâru Hallâc ve Kitâbu’t-Tavâsîn, Beyrut, 2002, 93-95; Öztürk, Yaşar Nûri, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri, Yeni Boyut, İst. 1997, 298; Tavâsîn’in bir başka çevirisi için bk. Yaşar Günenç, İst. 2001 15- 19; Hallac’ta ve diğer başka sûfîlerde de müşahede ettiğimiz Peygamber’e bu övgü, dar bir muhitle sınırlı kalmaz. Buna dair bir örnek için, bk. Kâdı İyaz, Kitâbu’ş-Şifâ bi Ta’rîfi’l-Mustafâ; Ayrıca, Annemarie Schimmel’in kitabı, And Muhammed is his Messenger de İslâm Kültüründe Peygamber’e hürmetin değişik biçimleri hakkında çok sayıda bilgi içermektedir.; ayrıca bk. Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çeviren, Ergun Kocabıyık, İst. 1999, 212 vd. 38 Hallâc, a.g.e., 100 14 Horasan bölgesi tasavvuf büyüklerinden Hakîm Tirmizî (ö. 932) de Hz. Muhammed’in önceliğini şöyle vurgulamaktadır: Allah’ın söz konusu ettiği ilk varlık O’dur. Sonra, ilimde onun ilmi, meşîette onun meşîeti ortaya çıkmıştır. O, ilâhî takdirde ilktir. Levhde, haşirde, evveldir ve ilk Misak da onunla yapılmıştır. Şefaatte önce, (sıratı) geçmede de ilktir. Cennete girişte ve ziyarette de ilktir. Bundan dolayıdır ki O, enbiyânın efendisidir. Bununla birlikte o, reddedilemez olan hâtemü’n-nübüvvet özelliğine de sahiptir. O, kıyamet gününde Allah’ın insanlara bir delîlidir ve peygamberlerden hiçbiri buna nâil olamamıştır.39 Önemli bir tasavvuf biyografisi olan Tabakâtu’s-Sûfiyye’nin yazarı olan Abdurrahman Sülemî, (ö.1021) sûfî tefsirlerin en önemlilerinden biri sayılan Hakâiku’t-Tefsîr’in de Nûr âyetini (24:35) şöyle tefsîr eder: Ebû Said el-Harrâz’a göre; âyetteki Mişkât, Hz. Muhammed (s.a.)’in karnı, Zücâce kalbi, misbâh, Allah’ın onun kalbine koyduğu nûrdur. Bu nûr, “sanki mübarek zeytin ağacından tutuşmuş inci gibi bir yıldız”dır. Şecere, İbrâhim (a.s)’dır. Allah, Muhammed (s.a.)’in kalbine koyduğu nûru, onun kalbine de koymuştur. Hasan Basrî ise, “Allah, bu örnekle, mü’minin kalbinin nûrunu ve tevhîd ziyasını anlatmak istemiştir; çünkü, peygamberlerin kalpleri, bu gibi nûrlar misâliyle vasfedilmekten daha nûrludur.” der. İbn Mesûd da Mü’minin nûrunun mişkât gibi olduğunu ifade eder. “Mişkât, deliği olmayan bir penceredir. Bu, içinde misbâh olan mü’minin kalbine işarettir. Bu lamba, mü’minin kalbinin nûrudur. Lamba, bir zücâcedir. Zücâce de, mü’minin sırrıdır.” Cafer İbn Muhammed, bu konuda şöyle demiştir. “Nûrlar, çeşitlidir; önce, kalbi koruma nûru, sonra korku nûru, sonra ümit nûru, sonra sevgi, tefekkür, yakîn nûru, sonra tezekkür, ilim, hayâ ve iman lezzeti nûru, sonra, istikâmet, ilâhiyyet, ferdâniyyet, ebediyet, ezeliyet nuru, sonra da külliyet ve hüviyet nûrudur. Bunların her birinin bir nûru vardır ve onun bir hâli ve mahalli vardır. Hepsi Allah’ın “Allah, göklerin ve yerin nûrudur” âyetinde belirttiği nûrlardandır. Allah’ın Kullarından her biri, meşrebine göre bu nûrlar üzerinedir. Bazen bir kul, iki üç nûru birden içine alabilir. Fakat, bütün nûrları kendinde toplamış olan, yalnız Hazreti Muhammed (s.a.)’dir. Cafer’den gelen bir rivâyette, Allah Teâlâya varan yolun nûru, Ebu Bekir, Ömer, Osman Ve Ali’nin nûrlarıyladır. Bundandır ki, Hz. Peygamber, “sahâbilerim yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, hidâyete erersiniz” buyurmuştur. Cafer’in diğer bir sözüne göre, “Göklerin nûru, dört melek ile, yani Cibrîl, Mikâil, İsrâfil ve Azrâil ile; yerin nûru da Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali iledir.” 40 Sülemî’nin Hakâiku’t-Tefsîr’inde Fetih sûresi son âyette konumuzla ilgili şu görüşlere yer verilir: Hüseyin b. Mansûr’dan soruldu: Hz. Muhammed (s.a.) ne zaman peygamber oldu, risâletini nasıl getirdi?” cevap verdi: “Bizler resûl, nebî, risâlet ve nübüvvetten sonrayız. 39 Hakîm Tirmizî, Hatmu’l-Evliyâ, 337-338 40 Hakâik, vr. 158-161; Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, 134-7; Nûr-ı Alî ve çerâğ-ı Alî deyimlerinin şiî literatüründe kullanımı ile ilgili bk. Muhammed Ali Amir-Moezzi, Şiî İnancının Kökenlerinde “Dîn-i Ali” Deyimi Hakkında Notlar, Tarihten Teolojiye İslâm İnançlarında Hz. Ali, haz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2005, 25 vd. ayrıca, aynı makâlede, Şiîlerin Hz. Fâtıma için en çok kullandığı sıfatlardan biri,”iki ışığın kavuştuğu yer” dir. 47; Hz. Aişe, “Kapkaranlık gecede Hz. Fatıma(radıyallâhu anhâ)’nın yüzünün nûru yardımıyla iğne deliğinden ipliği geçirirdim.” der. Bu sebeple Zehra diye isimlendirilmiştir. Bursevî, Ferahu’r-Rûh, Kasîde bölümü, 24, Ayrıca üçüncü halîfe Hz. Osman da, Hz. Peygamber (s.a.)’in iki kızıyla evlendiği için “zi’n-nûreyn” lakâbını almıştır. 15 Kendinden başka anıcısı olmayanı anmak nerde, sen nerde? Hüviyetini kendinden başka kimsenin bilmediği varlık kim, sen kim? Ve kalem, “Muhammedu’r-Resûlullah” sözünü yazdığı zaman, hatta nebî neredeydi? Zaman ve mekân mahluktur. Sen nerde, Hak ve Hakîkat nerde? Şu var ki, Hz. Muhammed’in ismi risâletle zuhûr edince o ismin taşıyıcısı da, Allah onu risâletle andığı için şereflendi. Hz. Muhammed, Allah’ın güçlü resûlü ve emîn elçisi…Onun adı, ta ezelde güzelliklerin en üstünü, zuhûrların en büyüğü şeklinde, nebîler ve velîler arasında itinâ ile anıldı. 41 XI. asrın başında yaşayan ve İhyâu Ulûmi’d-dîn isimli eseriyle tanınan İmâm Gazâlî (ö.1111), “Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim” hadîsini belki de zorlama bir yoruma giderek, “Allah, Âdem’i ya da başka herhangi bir peygamberi yaratmadan önce ezelde Hz. Peygamber (s.av.) ’in peygamber olacağını takdîr etmiştir” şeklinde anlamıştır.42 Aslında, bu ezelî takdîr, şüphesiz bütün peygamberler için geçerlidir.43 Yine Gazâlî’nin son eserlerinden biri olan Mişkâtu’l-Envâr’da sözkonusu edilen “mut’a”44 kavramı, onu yorumlayanlarca, “hakîkat-i Muhammediye” ile özdeşleştirilmiştir. Tekvîr sûresi 20. âyette geçen kelimeden alınan kavramla Gazalî, Allah ve Alemle mevcut olmayan, bilakis, ikisi arasında bir vasıta olan ve irade-i ilâhiyyenin sayesinde işlev gördüğü bir şeyi kastetmektedir. Mut’a, Allah değildir, fakat aynı zamanda Allah’tan başka bir şey de değildir. Afîfi, Gazalî’nin mut’a nazariyesinin, islâmî bir “kelime” nazariyesi olduğunu ifade ederken,45 Nicholson, bunun, âlemin düzen ve korumasının kendisine dayandığı kozmik güç olan Muhammedî hakîkat olduğunu düşünür.46 Altıncı Hicrî asra gelindiğinde konuyla ilgili bir takım bilgiler, Bağdat sûfîlerinin büyüklerinden Abdulkâdir Geylânî’nin (ö.1165) Sırr’ul-esrâr kitabının mukaddimesinde görülmektedir: Buna göre, Allah Teâlâ, cemâlinin nûrundan ilk defa, Hz. Muhammed (s.a.)’in nûrunu yaratmıştır. Bir kudsî hadîs şöyledir: “Muhammed’in rûhunu, yüzümün nûrundan halk ettim.”47 Peygamberimiz de bunu şu şekillerde ifade eder: “Allah, önce rûhumu yarattı, Allah önce kalemi yarattı, Allah, önce aklı yarattı.” Bütün bunlardan, tek bir şey murâd edilmektedir: Hakîkat-ı Muhammediye yani, Hz. Peygamberin hakîkati. Böyleyken, O’na bazı isimler verildi: meselâ Nûr dendi. Çünkü O, celâl sıfatında saklı karanlıktan arınmıştır. Hak, “Allah tarafından size nûr, her şeyi açık anlatan kitap geldi” buyurdu. (Maide 5:15) Küllî isimleri idrâk etmesi sebebiyle, akıl dendi. İlim nakli için vasıta olduğundan Kalem dendi. Kalem, harfler âleminde ilmin nakil vasıtası olduğu gibi, rûh-ı Muhammedî de varlıkların özü, yaratılanların ilkidir. 41 Hakâik, vr. 241b, karş. Yaşar Nûri Öztürk, a.g.e., 294 42 Gazâlî, el-Madnûn es-Sağîr, Mecmuatu’r-Resâil içinde, IV. Risâle, Beyrut, 1986, 178 43 Chodkiewiz, Seal of Saints, 61 44 Gazâlî, Mişkâtu’l-Envâr, tahkîk, Afîfî, Kahire, 1964, 24 vd. 45 Gazâlî, a.g.e., a.y., ayrıca bk. Afîfî, İslâm Düşüncesi üzerine makâleler, trc. Ekrem Demirli, 72-6 46 R. A. Nicholson, Tasavvufun Menşei Problemi, çeviri, Abdullah Kartal, İst. 2004, 158; Muhammedî hakîkatle ilgili görüşler için bk. 169 vd. 47 Benzer bir metin için bk. İbn Arrâk, Tenzîhu’ş-Şerîa, Ani’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, I, 337 16 Resûlullah (s.a.) de : “Ben Allah’tanım, mü’minler de benden” buyurmuştur.48 Allah (celle celâluhu), lâhût âlemindeki bütün rûhları en güzel şekilde O’nun rûhundan yarattı. O, vatan-ı aslîdir. Allah (c.c) bu yaratılıştan dört bin yıl sonra, Hz. Muhammed(s.a.)’in göz nûrundan arşı ve diğer ana varlıkları yaratmıştır. 49 Abdulkadir Geylânî’ye göre Muhammedî şahıs ve Ahmedî şekil, haşimî nesepten gelmiştir. Geylânî, O’nu şöyle ifade ediyor: Onun menkıbeleri, eşsiz oldu ve onun delilleri melekûti idi. Onun işaretleri, gayba aitti. O, özel keremlerle şereflendi. “Cevâmiu’l-Kelîm” ona tahsîs edildi. Kevn-i küllî (kâinât) çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî ve süflî âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O, “mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manasıdır. Mevcûdât binası kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının taşıyıcısıdır. Kıdem lisânının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin malikidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risâlet tâcının incisidir. Enbiyâ alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret erbâbının imâmıdır. Sebepte ilk, nesebte sondur. 50 Yine Geylânî, “Nûr âyeti”ni Peygamberimize referansla şöyle yorumlar: Hz. Peygamber’in cesedi, onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. onun, kendisine inen vahyi tebliğ etmesi, bir lambadır. Nübüvvet nûru, kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman, nûr üstüne nûr olur. 51 1191 yılında 38 yaşında katledilen Şihâbuddin Yahyâ Suhreverdî’nin bir eserinin ismi, “Heyâkilu’n-Nûr”dur. Suhreverdî, mezkûr kitabında genelde insânî rûhun, cihetsiz ve mekânsız olarak var olan Allah’ın nûrlarından birisi olduğunu ifade etmektedir.52 O, Peygamberlerin misallerle (emsâl) bir takım hakîkatlere işaret ettiğine inanır. Suhreverdî’ye göre tenzîl yani vahy ile nâzil olan mukaddes kitapların âyetleri peygamberlere, fakat tevîl yani âyetlerin neyi kasdettiğinin iç yüzüne varabilmekse nûrun en büyük mazharı olan Farkılıt’a aittir. Nitekim, İsa Peygamber, İncil’de “Beni ve sizi yaratıp besleyene gidiyorum. Tevîl ile size haber verecek Farkılıt’ı size göndermesi için” buyurmaktadır. 53 Yûnus Emre, on üçüncü asırda Muhammedî nûrun âlemden evvel oluşunu şöyle dizelere döker: 48 Rivayet için bk. İbn Arrâk, a.g.e., II, 402 49 Abdulkâdir Geylânî, Sırru’l-Esrâr ve Mazharu’l-envâr fîmâ yahtâcu ileyhi’l-Ebrâr, Tahkîk, Halid Muhammed, Muhammed Ğassân, Dâru’s-Senâbil, Dımeşk, 1994, 43-55 Bu eserin Geylânî’ye nisbeti tartışmalıdır. Fakat, eserin tahkîkini yapanlar, eserin Geylânî’ye ait olduğunu benimsemişlerdir. Ayrıca, eserin başka bir müellife âidiyetinin kesin olarak ortaya konulamaması da, muhakkiklere göre bu kanaatlerini güçlendirmektedir. bk. 13-4; eserin Türkçe çevirisi için bk. Mehmet Eren, İst. 2006, 18-9 50 Nureddin Ebu’l-Hasan Ali b. Yûsuf, Behçetu’l-Esrâr ve Ma’deni’l-Envâr, Beyrut 2002, 76; Geylânî ile ilgili bilgilere ulaşmamı sağladığı için Dilaver Gürer’e teşekkür ederim. 51 Nureddin Ebu’l-Hasan, a.g.e., 141 52 Suhreverdî, Şihâbuddin Yahyâ, Nûr Heykelleri, çev. Saffet Yetkin, İst. 1995, 10-11 53 Suhreverdî, a.g.e., 34-5; Hz. Peygamber’in adının İncilde Paracletos olarak geçtiği şeklindeki yorumlar için bk. Schimmel, And Muhammed Is His Messenger, 108 17 Yetmiş bin yıl öndinden yarattı Muhammed’i Hak kendü âşık oldu bahâne bir yıldızdan Ol yıldız varıdı kandaydı Âdem cânı Ya bunca peygamberler anılmadın ağızdan Âlimler bunu bilmez degme akl ana irmez Hidâyetdür Yûnus’a keşf oldı hacemüzden. 54 Yaratıldı yir ile gök, Muhammed dostlıgına Levlâk ana delil durur ansuz yir ü gök olmadı.55 Hakânî (ö. 1606) de Hilye-i Saâdet’inde bu nûrdan bahseder: Sevdi ol nûru habîbim dedi Hak Oldu dîdârına âşık mutlak56 Hz. Muhammed (s.a.)’in yaratılışta aslî nûr olduğu düşüncesinin gelişmesiyle birlikte, Hz. Peygamber (s.a.)’i olabilecek en saygın konuma yükseltmek ve ona beşer mertebesinin üstünde bir mertebe verme arzusu da beraber sürmüştür. Bu bağlamda, bazı ilk dönem sûfîlerinin – ki, aşk tasavvufunun ilk temsilcisi Râbia bunlardandır- Allah sevgisinin özel olarak peygamber sevgisine yer bırakmayacak derecede kalplerini büsbütün doldurduğunu iddiâ etmeleri şeklinde bir temâyülün varlığı da burada hatırlanmalıdır. Fakat, Rabiâ’dan bir asır sonra Harrâz, rüyasında gördüğü peygambere bunu ifâde ettiğinde, şu karşılığı almıştır: “Allah’ı seven, beni sevmiş olur.”57 Allah’ın elçisini bu kadar mühim bir konumda zikretmenin tevhîdi zedeleyebileceği duygusundan kaynaklanan bu gibi kuşkular, sonraki sûfîlerce ortadan kaldırılmıştır. Hucvirî, Bâyezıd’ın mirâcından söz ederken, kafası karışan sûfînin sorusunu anlatır: “Ne yapmam gerekir?” Allah, cevap vermiştir: “Ey Ebu Yezîd, sevgilime uyarak, kendinden kurtulmalısın. Onun ayak tozlarını gözlerine sür ve onu sürekli takib et.” 58 Seyyid Hüseyin Nasr, Hz. Muhammed (s.a.)’in tarihsel portresine böylesine yabancı gözüken yukarıdaki ifadeler ve tasvirlerin, mantıksal bir tutarlılıkla Peygamber’e duyulan saygıdan kaynaklandığına dikkat çekmiştir. Her ne kadar Hz. Peygamber’e Kur’ân’da “Ben de sizler gibi bir insanım” demesi hatırlatılmış olsa da, dindar Müslümanlar hemen şunu eklemişlerdir: “Doğru fakat, taşlar arasındaki bir yakut gibi.” Hz. Peygamber (s.a.) zâhiren onlara benziyordu, fakat içsel olarak, zaman içinde ışınları gittikçe görülür hale gelen ilahî nûru taşımaktaydı. Schimmel’in ifadesiyle bu noktada Nasr, benzer bir çizgide görüş belirten pek çok Müslüman sûfî ile hemfikirdir. 59 54 Yûnus Emre, Dîvân, 234 55 Yûnus Emre, a.g.e., 372 56 Hakânî, Hilye-i Saâdet, haz. İskender Pala, Ankara, 1991, 28 57 Kuşeyrî, Risâle, trc. Süleyman Uludağ, İst. 1991, 506 58 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, trc. Süleyman Uludağ, 359; Schimmel, And Muhammed Is His Messenger, 130 59 Nasr, Seyyid Hüseyin, İslamda İdealler ve Gerçekler, çev. Ahmet Özel, İst. 1985,111, Schimmel, a.g.e., 135 18 B. İbn Arabî Dönemi ve Sonrasında Hakîkat-ı Muhammediye Doktrini 1. İbn Arabî’de Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Muhammediye düşüncesi İbn Arabî’ye geçmeden önce, İbn Fârız, (ö.1235)’ın Taiyye’sinde Hz. Peygamber’in varlığın ilki olduğunu düşüneceğimiz şu cümlelerine şâhit oluruz: “Hiçbir canlı yoktur ki, varlığını benim varlığımdan elde etmiş olmasın ve bütün istek sâhibi ruhlar, benim irâdeme tâbîdir. Ben, görünüşte Adem’in oğlu olsam da, hakîkatte onun babası olduğuma işâret eden bir öze sahibim.” 60 Şimdi artık, tasavvufun daha başlangıcında ortaya çıkan bu Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-ı Muhammediye doktriniyle ilgili tafsîlatlı açıklamalar için İbn Arabî’ye müracaat edilebilir: İbn Arabî’de varlıktan ilk taayyün eden mertebe ya da mutlak vücûdun zuhûru “Rûh-ı Küllî” dir. 61 Bu küllî rûh, Ahmed Avni’ye göre, “Hakîkat-ı Muhammediye”nin küllen mertebe-i rûhiyette tenezzülünden başka bir şey değildir. Hadîs-i şerifte de “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim rûhumdur” buyrulmuştur. Sonra rûh-ı küllîden ilâhî ilimde sâbit olan esmâ-ı ilâhînin sûretleri zuhûra geldi. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, “Ben Allah’tanım, mü’minler de benim nûrumdandır.” buyurdu.62 Sûfîlerden bir kısmı bu nûra “İmâm-ı Mübîn” derken, bazıları ise bunu “Arş” olarak ta’bîr ederler. Yine bu ilk mevcûd, “Mir’ât-ı Hak”tır demişlerdir. Ma’nâ ehlinden bazıları, onu “Madde-i Ûlâ” olarak isimlendirmişlerdir. “Mir’ât-ı Hak” oluşunun sebebi, “mü’min, kardeşinin aynasıdır” sözüdür.63 Başlangıç dönemi ile ilgili, ele alınan kaynaklarda, yaratılışın, Nûr-ı Muhammedî ile başladığı görülmüştü. İşte tam da burada, öncelikle söylenilecek husus, İbn Arabî sisteminde Mutlak Vücûd’dan ilk taayyün eden hakîkatin, hakîkat-ı Muhammediye ya da nûr-ı Muhammedî olduğudur. Mutlak Vücûd açısından bu, onun zuhûr basamaklarına mertebe mertebe inişini ifade etmektedir. Konuya mevcûd tarafından bakıldığında da “yaratma” (halk) ancak Hakîkat-ı Muhammediye mertebesinden sonra olacak, mahlûkât, ondan yaratılacaktır. 64 Sûfîler, yaratmanın iki tarzına işaret eder. İlki, bir şeyin aracılığı olmaksızın yaratılmadır. Bu anlamda yaratılan tek şey, Hz. Peygamber’in hakîkatidir. “Eşyâyı yokluktan var eden Allah” derken, kastedilen bu tarz yaratmadır. İkinci yaratma ise, bir şey vasıtasıyla ve bir şeyden var etmektir. Bu anlamda var etmek, Peygamber’in hakîkatinin dışındaki şeylerin yaratılmasıdır. Öyleyse Hz. Peygamber’in hakîkatinin ilk hakîkat olarak diğer hakîkatlerle Bir ya da Mutlak Varlık arasında vasıta olması, gerçekleşip bitmiş bir olay değildir. Hz. Peygamber’in hakîkati, sürekli ve daimî olarak Bir’den çıkan tecellînin ilk yansıdığı hakîkatken, aynı zamanda 60 Davud Kayserî, Şerhu Tâiyyetu’l-Kübrâ, beyit nr. 631 ve 639, Beyrut 2004, 167-9; Chodkiewiz, Michel, a.g.e., 67; İbn Fârız’ın bu beyitleri için ayrıca bk., Irakî, Lemâat, 4 61 İbn Arabî, Tedbîrât-ı İlâhiye, trc. ve şerh, Ahmed Avni Konuk, İst. 2001, 67 62 İbn Arabî, a.g.e., 69-70 63 İbn Arabî, a.e., a.y. 64 Kılıç, a.g.t., 226-7 19 ilk tecellîyi diğer hakîkatlere ulaştıran hakîkattir. İbn Arabî’nin Peygamberimizin hakîkatinde ferdiyet tecellisini görmesi, onun bu özelliğinden kaynaklanır. İbn Arabî bu durumu, “Hz. Muhammed (s.a.) insanlık türündeki en yetkin varlıktır, bu nedenle iş (yaratma ya da zuhûr eylemi) onunla başladığı gibi onunla bitti” diyerek dile getirir. 65 İbn Arabî’nin en önemli eserlerinden birisi olan Futûhât-ı Mekkiyye’nin altıncı Bölümü, “Rûhânî Yaratılışın Başlangıcı” ile ilgilidir. İbn Arabi, burada şu soruları sıralar: Kendisine varlık bahşedilen ilk varlık kimdir?, Nereden Var oldu, Ona varlık nerede lutfedilmiştir? O, Niçin var olmuştur? Şeyh-i Ekber, yaratmanın başlangıcını “el-hebâ” olarak cevaplar. Hebâda ilk var olan şey, ilâhî hakîkatleri ortaya çıkarmak için var olan Hakîkat-ı Muhammediye’dir. Mekânda yerleşme olmadığı için, onu sınırlayacak bir nerede sorusu yoktur. Hakîkat-ı Muhammediye, Varlık ve yoklukla nitelenemeyecek bilinen hakîkatten (hakîkatu’l-hakâik) var olmuştur. Nerede var oldu? Hebâda var oldu. Hangi sûrete göre vâr oldu? Hakk’ın nefsinde bilinen sûrete göre var oldu. Niçin var olmuştur? İlahî hakîkatleri izhâr etmek için.66 Allah, âlemi yaratmadan önce, kendisi nedeniyle sıfatlarla nitelenmiş, mahlûkâtın, kendileriyle O’na dua ettikleri isimleriyle isimlenmişti. Hak, kendine özgü bilgi vasıtaları ile alemi var etmek ve yaratılışını başlatmak istediğinde, bu yüce iradeden, küllî hakîkate dönük tenzîh tecellîleri ortaya çıkmış, bu tümel hakîkatten, Hakk’ın dilediği sûret ve şekilleri açmak (yaratmak) için Hebâ diye isimlendirilen bir hakîkat ortaya çıkmıştır. Hebâ, içinde istenilen şekil ve sûretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı gibidir. Ardından Hak, nûruyla Hebâya tecellî etmiştir. İşte O, âlemde ilk var olan şeydir. Bütün âlem, potansiyel olarak onda bulunmaktaydı. Odanın duvarları, kandilin ışığını kabul ettikleri gibi, âlem de, kendi kapasite ve istîdâdına göre, Hak’tan gelen her şeyi Hebâ’dan kabul etmiştir. Bu hebâ içinde, ışığı kabûle daha meyyal ve ona daha yakın olan “Akıl” diye de isimlendirilen “Hakîkat-ı Muhammediye”den başkası değildir. Böylece de O, bütün kâinâtın başı ve âlemde zuhûr eden ilk varlık olmuştur. Onun varlığı da o ilahî nûrdan, Hebâdan ve küllî hakîkatten meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle, Hebâ’da Hz. Muhammed’in hakîkati, sonra da âlemin hakîkati Hz. Muhammed’in tecellîsinden meydana gelmiştir. Ona en yakın kişi ise, Hz. Ali b. Ebû Tâlib ve peygamberlerin sırlarıdır.67 Suad Hakîm, İbn Arabî sistemindeki terimlerle ilgili yaptığı geniş çalışmasında, İbn Arabî’nin Hakîkat-ı Muhammediye’ye atfettiği işlevleri şöyle sıralamaktadır: 1. Alem ile ilişkisi bakımından Muhammedî Hakîkat, Allah’ın her şeyden önce ve her şeyi de kendisinden yarattığı bir nûr olması yönünden âlemin yaratılışının kaynağı ve aslıdır. Cabir b. Abdullah Hadîsi’nde de bu belirtilmektedir. O, varlık formlarında Hakk’ın 65 Fusûs, trc. ve şerh Ekrem Demirli, 522; bk. Fusûs, Afîfî’nin Ta’lîkâtı ile, 214 66 Futûhât, I, 118 67 Futûhât, I, 119; Eşrefoğlu Rûmî de burada İbn Arabî ile hemfikirdir: Kadîm rûh, Muhammed ile Ali’nindir. Evvel Resûl Hazreti rûhu yaratıldı ve ardınca Ali’nin. Tarikatname, Haz. Esrâ Keskinkılıç, İst. 2002, 9 Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin nûrlarının birbirlerine yakınlıkları için bk. Öztürk Mustafa, a.g.e., 272 vd., 126, ileride görüleceği üzere, Rabbânî’de bu yakınlık, Hz. Ebu Bekir’e ait olacaktır. 20 tezâhürünün ilk mertebesidir. Muhammedî hakîkat, bu açıdan, hakîkatler hakîkatinin sûretidir. 2. İnsan ile ilgili ilişkisine gelince, İbn Arabî, Muhammedî Hakîkati insan kemâllerinin ulaşabileceği son nokta sayar. Bu açıdan baktığımız da şimdi de O, insan-ı kâmilin yetkin sûretidir. 3. Tasavvufî açıdan bakıldığında ise Muhammedî hakîkat, bütün peygamber ve velîlerin ilimlerini aldıkları bir kandildir. Mührün hakîkati Hz. Muhammed’e âit olduğu için, o, Hak ve halk arasında durur; bilgi almak için birinciye yönelir, ilim vermek için de ardından ikinciye intikâl eder. 68 Suad Hakîm, Afîfî’nin hakîkat-ı Muhammediye’yi hakîkatu’l-hakâikle aynı saymasına karşıdır. 69 Suad Hakîm’e göre, hebâ, dışta var olmayan akledilir bir hakîkattir. Hakîkatu’l-hakâik ise, ne varlık, ne de yokluk ile nitelenebilir. Geriye sadece Muhammedî hakîkat kalır. O, varlıkta ilk ortaya çıkan şeydir. Ve onun tecellîsinden de âlem zuhûr etmiştir.70 İbn Arabî’ye göre, ruhlarımızın aslı, Rûh-ı Muhammedî’dir. Hz. Peygamber (s.a.), ruhların, Hz. Adem(a.s.) ise bedenlerin babasıdır. Nûh (a.s) ilk resûldür. Ondan öncekiler, Rablerinden aldıkları şeriata tabî olan nebiydiler. Onun şeriatına dileyen girerdi. “her ümmete bir uyarıcı gelmiştir” (Fâtır, 35:24) ayeti risâleti değil, her ümmet içinde Allah’ı ve âhiret işlerini bilen kişilerin varlığını belirtir. Bu kimse de, resûl değil, nebîdir. Risâlet kapısının kendisine açıldığı ilk peygamber, Hz. Nûh’tur. İlk var olan insan rûhu, Hz. Muhammed (s.a.)’ in ruhu, ilk insan bedeni ise, Hz. Âdem’in bedenidir. Bu üçü, babalarımızdır. Dördüncü baba, İbrahim Peygamber’dir; bizi, ‘müslümanlar’ olarak isimlendiren odur. Babaları bu kişiler olan da, evliyânın en üstünüdür.71 Hz. Peygamber, “Allah’ın ilk yarattığı şey, beyaz incidir” demiştir. İşte bu inci, Hz. Peygamber’in yaratılan ilk şey olarak bildirdiği ilk akıldır. Bu akıl da, Cabir’in rivâyetindeki Hz. Peygamber’in nûrudur. Bu Hz. Peygamber’in nûru olan ilk akıl, âlemin aslıdır. 72 Hz. Peygamber’in hakîkati var olduğunda, yönetici, sultân ve kendisine bakılan varlık olarak var olmuştur. Allah, bedeninin yaratılışı geciktiğinde, onun adına vekiller yarattı. İlk vekîli ve halîfesi ise, Adem’di. Sonra insan cinsinde üreme ve çoğalma meydana gelmiş, Allah, Hz. Muhammed’in temiz bedenine ulaşıncaya kadar, her zamanda ve her devirde halîfeler yaratmıştır. 68 Suad el-Hakîm, a.g.e., trc., 471-2, Burada, A.Konuk’un Rahman Sûresi’nin 8-9. ayetlerindeki mîzânla ilgili konumuzu ilgilendiren yorumu şöyledir: Mîzân, şeriat-ı Ahmediyyedir. Kâmil ve nâkıs arasındaki fark şudur ki, kâmil, şeriatı (peygamberî bilgi) müctehidin ictihâdından değil, Kitap ve Sünnetten murâdullaha ve murâd-ı Resûlullah’a muvâfık olarak doğrudan doğruya Hakîkat-ı Muhammediye’den alır. Tedbîrât, 8 69 Ebu’l-Alâ Afîfî, Müslümanların Logos/Kelîme Nazariyeleri, ( İslâm Düşüncesi Üzerine Makâleler İçinde), trc. Ekrem Demirli, İst. 2000, 77 vd. 70 Suad Hakîm, a.g.e., trc., 471-2; Futûhât, I, 104; III, 36 71 Futûhât, III, 50; ayrıca bk. Bursevî, Ferahu’r-Rûh, 158 72 Suad Hakim, a.g.e., trc., 119-120 ; Konuk, bu hadîsi, tedbîrâtın dibâcesinde şöyle verir: “Allah Teâlâ, büyük bir beyaz inci yarattı; Celâl ve Heybetle nazar etti, o hayâdan eridi. Onun yarısı su, yarısı ateş oldu.Ondan bir duman hâsıl oldu. Allah, semâvâtı dumandan, arzı da onun köpüğünden yarattı. O’nun Arşı, su üzerinde vaki oldu.” Bu hadîs-i şerîfte Allah Teâlâ’dan maksat, vücûd-ı mutlakın mertebe-i vahdetidir. Büyük beyaz inciden murad ise, “hakîkat-ı insâniye” mertebesi olan “akl-ı evvel”dir ki, buna “mertebe-i vâhidiyet” de derler. Tedbîrât, 1; Hadis için İbn Arrak, şöyle demektedir: “Darimî, onu İbn Abbas hadîsinden aktarır ve şöyle der: ‘dedim ki, bu hadiste bir topluluk vardır ki, onları tanımıyorum. Allah, en iyisini bilir.” İbn Arrak, Tenzîhu’ş-Şerîa, I, 297 21 Hz. Peygamber’in bedeni ise, güçlü bir güneş gibi ortaya çıkmıştır. Artık bütün ışıklar onun keskin nûruna dahil olmuş, bütün hükümler O’nun hükmünde gizlenmiş ve bütün şeriatler, ona boyun eğmiş, daha önce gizli olan efendiliği ortaya çıkmıştır. Binâenaleyh, Hz. Peygamber, ‘ilk, son, zâhir, bâtın ve her şeyi bilendir.’73 İbn Arabî, hakîkat-ı Muhammediye’nin iki farklı yönüne temas eder ki o, bu ayrımı, bilgi ve îmân ikiliğiyle birlikte vermektedir: “Bütün varlık, Muhammedî Hakîkattir. İniş ondan, ona ve onun vasıtasıyla yine onun üzerinde gerçekleşir. Hakîkat-ı Muhammediye’nin her şeyde iki yönü vardır: Birincisi Muhammedî, öbürü ise Ahmedîdir. Muhammedî yön, Cebrâil (a.s)’a ait ve bilgiyle ilgili iken, Ahmedî yön ise imanla ilgilidir. Manevî ve ümmîdir. Vahyin indirilmesi Muhammedî yöne, tecellî ise Ahmedî yöne aittir. 74 Yaratma işi, Kelime-i Muhammediye ile başlamış ve yine onunla bitecektir. 75 böylece, bütün mevcûdât aslında bu hakîkat-ı Muhammediye’nin tafsîlâtından ibaret olmuş olur. O, nüsha-i câmiadır. Çünkü, “Onda âlemdeki bütün mevcûdun kuvveleri vardır. bu açıdan, bütün mertebeler, onun mertebeleridir. Esâsında yaratma da, ondan sonradır. Hakîkat-ı Muhammediye’nin dışında ne varsa, halktır. O ise, halk ve haktır. Aslında O, el-Hak mahlûkun bihî’dir. Âlem O’nun sebebiyle yaratılmıştır.76 Hz. Muhammed, bütün isimlerin ma’nâlarını taşıyandır. Çünkü O’na cevâmiu’l-kelîm verilmiştir. Bu mertebenin ismi ile, bütün fıtrî istîdât ve kâbiliyetleri câmî’ olan “Allah”tır. “Allah’ın gölgesi” ya da “ilk gölge” de denir. Çünkü masivallahda Allah’ın gölgesi insan-ı kâmildir. 77 Hz. Peygamber (s.a.)’in toplayıcı varlık olması, (cevâmiu’l-kelîm) onun aynı zamanda ilk ve son varlık olması demektir.78 Akıl, (Muhammedî Hakîkat) yüz çevirmek ve yönelmek arasında gider, gelir. Bir yandan yaratana döner, ondan ilim alır. Böylece Hak ona tecellî eder ve sahip olduğu bazı özellikleri ona açar. İlk akıl, aşağıda bulunanlara sürekli bir şeyler vermek için yönelir. O halde ilk akıl, muhtaç-zengin, hor-azîz, kul-efendidir. 79 Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.)’e kadar bütün peygamberler, bedensel varlığı en son olsa bile, hakîkatı itibarı ile var olduğu için, bilgilerini, son peygamberin kandilinden almışlardır. İşte bu, “Âdem, su ile toprak arasında iken ben peygamberdim” hadîsinin anlamıdır. Diğer peygamberler, gönderildiklerinde peygamber olmuşlardır. 80 Bu pasajdan 73 Futûhât, trc. Ekrem Demirli, I, 390 vd.; 416 vd. 74 Suad Hakîm, a.g.e., trc., 472 75 Fusûs, Afîfî’nin Talîkâtı ile, 214 76 Futûhât, II, 396 77 Futûhât, III, 312 78 Fusûs, trc. ve şerh, Ekrem Demirli, 523 79 Suad Hakim, Sözlük, 471-2 80 Fusûs, Afîfî’nin Talikâtı ile, 63-4 22 anlaşıldığına göre, İbn Arabî, Hakîkat-ı Muhammediye’ye, bilgi kaynağı olma işlevini de vermektedir. İbn Arabî’ye göre bu mertebe, hakîkat-ı Muhammediye, bütün enbiyâ, evliyânın ve ulemânın bilgilerini kendisinden aldığı bir mişkâttir. Onun bu cephesine “Velâyet-i mutlaka feleği” denir. İlk taayyün olan bu hakîkat-ı Muhammediye’nin hem zâhiri, ve hem de bâtını vardır. Onun bâtınına, velâyet-i mutlaka denir. Zâhirine ise, nübüvvet-i mutlaka denir. Ahadiyyet ile vâhidiyyet arasında bir berzah olduğundan, ahadiyet dalgalarından feyz-i akdesi vasıtasız olarak kabul eder. Onun bu yönü, “velâyet-i mutlaka”, vâhidiyet dalgaları ile feyz-i mukaddesi alarak halka ulaştırır ki, bu cephesi ise, “nübüvvet-i mutlaka”dır. 81 Futûhât’ın üç yüz yetmiş birinci bölümü, kâinâtının başlangıcını uzun bir anlatımını içerir. İbn Arabî, Rahmân’ın nefesinden başka bir şey olmayan ‘amâda varlık formlarının birbirini takib eden zuhûrunu tanımlar. Bulut kümesinde hayat ihsân edilen ilk varlık ‘ilâhî kalem’, İbn Arabî’nin ‘Muhammedî Hakîkat’, ‘Bütün her şeyin kendisiyle yaratıldığı hakîkat’ da dediği ‘ilk Akıl’, ‘evrensel Rûh’tur.82 Kur’ân-ı Kerîm’de (Secde,32:9) Allah’a atfedilen rûh, Allah’ın Âdem’e kendinden üflediği rûh, hakîkat-ı Muhammediye’dir. 83 Hz. Muhammed (s.a.), en mükemmel toplam, en yetkin nüsha, sûrettir.84 Afîfî, Fusûs’un ilk satırlarında yer alan “hikmet” kelimesini, hakîkat-ı Muhammediye ile şöyle ilişkilendirir: İbn Arabî’ye göre hikmet, bütün peygamberlerin ve velîlerin Hz. Muhammed (s.a.) peygamber’den değil de, bilakis, “Hakîkat-ı Muhammediye”den tevârüs ettikleri bâtınî mirâs, ya da Hz. Peygamber’in “mişkât”inden almış oldukları ilimdir. 85 Fusûs’un son fassı’ndaki “ferdî” hikmetin Hz. Peygamber (s.a.)’e tahsîs edilmesinin de yine hakîkat-ı Muhammediye ile ilgisi vardır: Hz. Peygamberle ilgili kendisinden rivayet edilen “Ben yaratıklar içinde insanların ilkiyim”, “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur”, “Âdem, su ile toprak arasında iken ben peygamberdim” gibi hadîsler, âlemlerin yaratılmasından ve kendisinin nebî olarak gönderilmesinden önce, varlığı olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Hz. Peygamberin bu varlığı, hâdis değil, kadîmdir. Bu kadîm varlık, “nûr-ı Muhammedî” olarak da isimlendirilmiştir. Özellikle Şiîler, bu nûru nitelemek için bir çok şey söylemişlerdir. Hz. Âdem (a.s)’dan, Hz. Muhammed (s.a.)’e kadar bütün peygamberleri ve Hz. Peygamber (s.a.)’in vârislerini tek bir kaynağa dayandırmışlardır. Bu düşüncenin izleri, Hristiyan gnostisizminde de görülmektedir. İskenderiye’li Azîz Clement, şöyle der: “Varlıkta bir tek Peygamber vardır: O da, Allah’ın kendi sûreti üzerinde yarattığı, kendisinde Rûhu’l-Kudsun yerleştiği ve ezelden beri bütün zamanlarda yeni bir sûret ile zuhûr eden insandır.” 81 Kılıç, a.g.t. 226-233 82 Futûhât, III, 443-4 83 Ankâu Muğrib, Kahire, 1954, 40 84 Futûhât, IV, 61 85 Afîfî, Ta’lîkât, 3 23 Afîfî için bütün bu ifadeler, karşılığını İbn Arabî’nin eserlerinde bir benzerini “Kelime-i Muhammediye”,ya da “Hakîkat-ı Muhammediye” ya da “Nûr-ı Muhammedî olarak isimlenen şeyde bulmaktadır. İbn Arabî, son fasta “Kelime-i Muhammediye” ile, Hz. Muhammed (s.a.) Peygamberi değil, kendisinde Hakkın zuhûr ettiği en mükemmel yaratılmış mahzar olarak kabul ettiği “Hakîkat-ı Muhammediye”yi kasteder. Hatta onu en özel anlamıyla “insan-ı kâmil” kabul eder. Her varlık, kendilerinin rabları olan İlâhî isimlerin bir kısmının tecelligâhı olduğu halde, Hz. Muhammed (s.a.) bütün isimleri kuşatan ismin mahzarı olmuştur. “ism-i a’zam” olan bu isim, “Allah” ismidir. Bunun için de Hz. Muhammed (s.a.) kendisiyle mutlak cemiyetin ve zât-ı ehadiyyetin taayyün ettiği ilk taayyün mertebesinin sahibidir. Afîfî’ye göre, aslında İbn Arabî sistemindeki Hakîkat-ı Muhammediye düşüncesinde, Yeni Eflatunculuk, Hristiyan ve Yahudi felsefelerinden alınmış bir takım unsurlar vardır. Bunlara, Bâtınî, İsmâilî ve Karmatî mezheplerine ait bir takım düşünceler de ilave edilmiştir. İbn Arabî bütün bu unsurları kendi özel yöntemiyle mezcetmiş, böylece bu unsurları kendilerinden almış olduğu kaynakların izleri ortadan kalkmış, bütün dünyaya, Hakîkat-ı Muhammediye’nin mahiyeti hakkında orijinal bir nazariye sunmuştur. İşte İbn Arabî’nin “kelime-i Muhammediye” ile kasdettiği şey, budur. Kelime-i Muhammediye, Hz. Peygamber (s.a.)’in şahsiyetinden tamâmen farklıdır. Hatta aralarındaki ilişki, herhangi bir başka nebî veya resûlün ya da bir velînin Hakîkat-ı Muhammediye ile ilişkisi gibidir. o halde kelime-i Muhammediye, zamân ve mekân sınırlarının dışında, saf metafizik bir şeydir. Buna, taayyünlerinin ilkinde her şeyi kuşatan ve her akıllı varlıkta tecellî eden akıl sûretinde kendisi için zuhûr eden Hakk’ın zâtıdır diyebiliriz. Bu özelliğe, “Kelime-i Muhammediye”nin dışındaki varlıklar sahip değillerdir, bundan dolayı Fassın başlığının da işaret ettiği gibi, Muhammedî hikmet, “ferdiyet” üzere olmuştur. 86 XIII. Yüzyıl Tasavvufî düşüncesinin önemli şahsiyetlerinden biri olan Konevî, (ö. 1274) İbn Arabî’nin en yakın takipçilerindendir. Konevî, en-Nefehâtu’l-ilâhiyye isimli eserinin mukayyet tecellîden bahsettiği bölümde, Hakîkat-ı Muhammediye’ye yer verir: “Hakkın kendisini Hakîkat-ı Muhammediye’de görmek istemesinden/ isticlâ elde ettiği şey, bütün kevnî mertebeleri ve bunların hükümlerini birleştiren bir hakîkatte kendisini müşâhede etmektir. Söz konusu bu tecellî ile Hz. Peygamber (s.a.) için meydana gelen şey ise, kendisini ilahî ve birleştirici bir mertebede görmekten ibarettir. Bu mertebe, zât mertebelerini ve ulûhiyet hükümlerini içermektedir. 86 Afîfî, Ta’lîkât, 319 vd; Hakîkat-ı Muhammediye fikrinin Yeni Eflâtunculuktaki ‘Logos’ düşüncesi ile benzerliklerinin işaret edildiği çalışmalar için bk. Demirci, “Hakîkat-ı Muhammediye” DİA, XV, 180; Goldziher, Hadiste Yeni-Eflâtuncu ve Gnostik Unsurlar, çev. Ömer Özsoy, AÜİFD, 1997, XXXVI, 409 vd. Massignon, a.g.m; Afîfî, Müslümanların Logos/ Kelime Nazariyeleri, trc. Ekrem Demirli; yine Hakîkat-ı Muhammediye düşüncesi, Fazlur Rahmân’a göre de, gnostik-maniheist fikirlerin sûfîliğe girişinin ilk örneklerinden biridir. Fazlur Rahmân, İslâm, çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk yay. İstanbul, 1992, 199 24 Böylece, Hak, bu birleştirici mertebede, Hz. Peygamber için mahzâr ve aynalık makâmına yerleşmiştir; aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.)’in hakîkati de, daha önce, Hak için, bütün kevnî mertebelerin ve mahzar hükümlerin tam ve uygun bir aynası olmuştu.”87 2. Attâr ve Muhammedî Nûr XIII. yüzyılın tasavvuf düşüncesinin mühim sîmâlarından olan Nişaburlu Feridüddin Atar, (ö.1221?) İlâhînâme isimli kitabının başında peygamberi şu cümlelerle övmektedir: Görüş erbâbının yücesini, başköşeye layık olan yaratılışın dolunayı bulunan peygamberi öv. Hz. Muhammed (s.a.) öyle bir zâttır ki, bedenin de nûrudur, cânın da. Peygamberlerin seçilmişi, ulusudur. Keyfiyete sığmaz, büyükler büyüğü, yaratıcı Tanrı’nın sevgilisidir. Bütün Peygamberlere öncü, hakîkaten bütün âşıklara yol göstericidir o. Arşın aslı da O’nun nûrundandır, kürsinin aslı da. İster Tanrı’ya en yakın melekler olsun, ister diğer melekler, hepsi de O’nun nûrundandır.Varlık ve mekân âlemi, onun nûrundan bir zerredir. Attâr’a göre de yaratılışın varlığından maksat O’dur. Yokluk âleminde mutlak var, ancak O’dur. Yaratılış, bil ki, zâtının aksinden ibârettir. Hakîkatte görüş gözünün nûru O’dur. Hakîkatte Âdem gibi binlercesi, onun hürmetine yaratılmıştır: “Yaradılışın aslında, asıl olan hakîkat, sensin. Tanrı, yüce makâm ve dereceyi sana vermiştir. Hakîkatte iki âlemin de aslı, hakîkati sensin. Hepsi cândır, cânlara cân olan sensin. İyice bilirim ki, kâinâtın sırrı sensin. Zât nûrunun sıfatlarında görünüp durmadasın.”88 Yine Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı da Peygamberin nûrunu deniz sembolüne benzeterek başlar: “Tanrı, o mutlak nûru huzûrunda görünce, onun için yüzlerce nûr denizi yarattı. O ulu nûr, meydana çıkınca, Tanrı huzûrunda secdeye vardı; asırlarca, secdede kaldı. Ömürlerce rükû hâlinde durdu! Asırlarca, kıyamda durdu, ömrünü teşehhüdde geçirdi. O sır denizinin nûru namaz kıldı da, o yüzden namaz ümmete farz oldu. Tanrı, o nûru, ay ve güneş gibi cihetsiz olarak kendi huzûrunda tutmaktaydı. Bu, bir hayli zaman böyle gitti. Sonra ansızın o nûra hakîkat denizinin yolunu açtı. Nûr, o hakîki denize daldı, dalgalandı. Ne lazımsa hepsini elde etti. Sır denizini görünce, yücelikle, nâzla, bir coşup köpürdü. Dileklere düşüp, yedi kere kendi etrafında döndü. Bu dönüşten, feleğin yedi pergeli meydana geldi. Tanrı O’na her nazar edişte, bir yıldız yaratıldı. O nûrda da bir istek hâsıl oldu. O’ndan sonra o pâk nûr durdu, yüce arş meydana geldi. Kürsî vücût buldu, ad san kazandı. Arşla kürsîyi zâtının aksinden meydana getirdi. Sonra da melekler, sıfatlarından yaratıldı. Ümmetler hep O’nun nûrundan yaratıldığından, O, bütün ümmetlere gönderildi. Her zamânın halkına ve ta kıyamete kadar peygamber oldu. Ey kerem sâhibi! Alemin önü de sensin, sonu da. Aynı zamanda hem ilk, hem son peygamber sensin.” 89 87 Konevî, İlâhî Nefhalar, trc. Ekrem Demirli, İst. 2002, 141 88 Attâr, İlâhinâme, trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1993 I, 13-16 89 Attâr, Mantıku’t-Tayr, trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 2001, I, 21 vd. 25 Tezkiretu’l-Evliyâ’da da Attâr’ın, Muhammedî nûrla sûfîlerin ilişkisini nasıl kurduğu görülmektedir: Şeyh Ebu Hamza Bağdadî, (ö.901) bir keresinde ; “İzzet sâhibi Rabb’i âşikâr bir sûrette gördüm, O’nunla yüzyüze geldim. “Ey Ebû Hamza, vesveseye uyma, halktan gelen ezâ ve cefâyı unut.” demişti. Bu sözü ondan işitenler, kendisine çok işkence etmişlerdi. Bu yüzden çok sıkıntılar çekmişti. Biri çıkar da, “Allah Teâlâ uyanıkken, his (gözü) ile âşikâr bir sûrette nasıl görülebilir?” derse, deriz ki: “keyfiyetsiz olarak görülebilir, O’nun basar sıfatı, bir kimsenin basar vasfı hâline dönüşürse, uyanıkken O’nu görebilir, tıpkı rüyada O’nu rüyada görmek câiz olduğu gibi. Sorulsa ki, Hz. Musa (a.s) görmedi bu nasıl olur? Cevaben deriz ki, kelâm (ve ilahî cemâli temâşa) da Hz. Muhammed’e (s.a.) hastır. Hz. Musa (a.s) ile birlikte bulunan o topluluk, Hakk’ın kelâmını işitmişlerdi ama, onu bizzat ve asâleten işitmiş değillerdi. Zira Hakk’ın kelâmından nasîb alacak değillerdi. Belki, Musa (a.s)’ın rûhunun nûru ile işitmişlerdi. Aynı şekilde eğer Muhammed (s.a.) ümmetinden birine bir ru’yet vaki olsa, bu, ondan değildir. Bu, Muhammed (s.a.)’in rûhunun nûruyla vukûa gelir. Yoksa, yüz velîyi bir araya getirseniz, asla bir nebînin makâmına ulaşamaz, onun ayağının tozu olamaz. Fakat eğer, Hz. Muhammed (s.a.) bir velîyi seçse de bu velî, O’nun nûru ile (ilahî cemâlden) bir şey temâşâ etse, bu hal, o kimsenin Nebî’den fazla olduğuna delil teşkil etmez. 90 3. Mevlânâ ve Muhammedî Nûr Attar’dan sonra, tasavvuf ikliminin büyük şahsiyetlerinden biri olan Mevlânâ (ö.1273) bizzat kendisini, Hz. Peygamber’in nûrunun mazharı olarak tanıtır ve eserlerinde Hz. Peygamber’in nûruna ya da kaleme atıfta bulunur: “Zâhiri bilenler peygamber (s.a.)’in haberlerine, Mevlânâ Şemsi Tebrizî ise, sırlarına vâkıftır. Ben de peygamberin (s.a.) nurlarına mazharım.”91 Allah’ın ilk yarattıklarından olan Kalem, Mevlânâ’nın düşüncesinde de hakîkat-ı Muhammediye’yle tefsîr edilir: “Kalem, yazmada koşup durmaktadır ama, aşk bahsine gelince, çatlar, âciz kalır.”92 beytinin şerhinde Mevlânâ’nın Osmanlı muhitinde önemli takipçilerinden biri olan İsmâil Ankaravî, (ö. 1631) şu yorumda bulunur: “kalemden murad, kalem-i a’lâ, ya da hakîkat-ı Muhammediye’dir.” Ankaravî, bu beytin açıklamasında şu hadîsi kullanır: “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Allah kaleme yaz dedi ve kalem, olan-biteni yazdı. Sonra “Muhammed, (s.a.) Allah’ın Resûlüdür yaz “dedi; kalem yazamadı.” Ankaravî bunun sebebini şöyle açıklamaktadır: “Pes cemî’-i eşyâyı kitâbet eyleyip hatta tevhid-i hakkı dahi kitâbet eyleyip “Muhammed Resûlullah” yazmaya âciz olmasında nükte budur ki, Hazret, mahzar-ı aşk-ı ahaddir. Pes 90 Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, trc. Süleyman Uludağ, İst. 2002, II, 298 91 Eflakî, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, II, 189 92 Mevlânâ, Mesnevî, I, 9 26 (ma’nâ)“kalem cümleyi kitâbet eyledi ve mahzar-ı aşk olan Muhammed’in esrârına ve aşkına geldiğinde âciz kaldı” demek olur. 93 Mevlânâ’nın Mesnevî’de Hz. Peygamber’in nûruna atfen yazdığı beyitler de vardır: “Mustafâ’nın nûrunun cilâsıyla yüzbinlerce karanlık, ışık kesildi. Yüzbinlerce kısa ve uzun gölgeler, o sır denizinin nûrunda bir oldular.” 94 “Ateşten saf bir nûr yaratıp, onunla bütün nûrları parlatan, nurlara doğan, nurları aydınlatan, nuru yaratan, Âdem Peygamberin feyz alıp marifete eriştiği aydın ziyâyı meydana getiren, Âdem’den bitip, Şîs’in devşirdiği nûru, Âdem’in görüp Şis’i yerine halîfe ettiği nûru, Nuh’un feyz aldığı, cân denizi havasında inciler yağdırdığı nûru halkedene andolsun! İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şûlelerine koştu, ateşe atıldı. İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağının önüne baş koydu, boyun verdi. Davud’un canı onun şûlelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi. Süleymân, onun vuslatından süt emdi de, cinler, periler onun için fermanına tabi oldular. Yakup, onun kaza ve kaderine teslîm oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı. Ay yüzlü Yûsuf o güneşi gördü de rüya tabirinde o kadar uyanık hale geldi. Asâ, Musa’nın elinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti. Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı. Muhammed (s.a.) o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü. Ebu Bekir tevfîka mazhar oldu da, öyle bir padişahın müsahibi, oldu, öyle bir padişahı candan tasdîk etti. Ömer o maşuka âşık oldu da gönül gibi hakkı bâtılı ayırdetti. Osmân, o apaçık görüşün tâ kendisi oldu da feyizli bir nûra nail olup, Zinnûreyn oldu. Murtezâ O’nun yüzünden inciler saçtı da, cân vadisinde Tanrı’nın aslanı kesildi. Cüneyd, onun askerinden yardıma nail olunca, eriştiği mertebeler, sayıdan üstün oldu. Bayezıd, onun ihsânına yol bulunca Tanrı’dan “Kutbu’l-Ârifîn” adını duydu. Kerhî onun harîmine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Tanrı nefesi haline geldi. Daha nice yüz bin gizli pâdişahlar var ki, o nur âleminde yüceliğe sâhiptirler, makâmları vardır. Tanrı, her yoksul onların adlarını anmasın diye, gayretinden onların adlarını gizledi. O nura ve o denizde balıklar gibi yaşayan nurânîlere and olsun!95 Tâhiru’l-Mevlevî, yukarıdaki beyitlerin şerhinde, İsmâil Ankaravî’nin şerhini kullanır ki Ankaravî şöyle demektedir: Bu nûr-ı sâfîden murâd, akl-ı evvel ve hakîkat-ı Muhammediye’dir. Hz. Mevlânâ bu beyitlerde, nûr-ı Muhammedî’nin enbiyâda ve evliyâda tecellî ve zuhûrunu anlatmaktadır. 96 Burada, Mevlânâ’nın yukarıdaki satırlarına benzer yorumlarıyla Abdurrahman Câmî (ö. 1492) şunları söylemektedir: 93 Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, I, 73; Nakleden, Semih Ceyhan, İsmail Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, UÜSBE, yayınlanmamış Doktora tezi, Bursa, 2005, 315 94 Mevlânâ, a.g.e., VI, b. 1861-63 95 Mevlânâ, a.e., II, 69 vd. 96 Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, İst. ts. VI, 303 vd. 27 Onun nûru, Âdem’in alnında gözükmüş, Bu nedenle melekler, başlarını secdeye koymuşlardı Nûh, tufânın tehlikelerinde Küçücük gemisinde yardımı ondan görmüş, Onun iyiliğinin kokusu İbrâhim’e ulaşmış, Ve Nemrud’un odunundan onun gülü çüçeklenmiş Yûsuf, onun karşısında zerâfet sarayında (Sadece) bir köle idi, on yedi dirhemlik Onun yüzü, Mûsâ’nın ateşini aydınlattı Onun dudağı, İsa’ya ölüyü nasıl dirilteceğini öğretti.97 “Alnımızdaki o parlak nûr, Hakk âşığının gönlündeki o îmân ziyâsı, secde eseri olarak mü’minl