T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİM DALI TARİH BİLİM DALI ŞARK MESELESİNDE KÜRTÇÜLÜK (1787-1923) (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Akın AĞCA Danışman Prof. Dr. Yusuf OĞUZOĞLU BURSA 2012 ÖZET Yazar : Akın AĞCA Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim : Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Dalı Bilim Dalı : Tarih Bilim Dalı Tezin : Yüksek Lisans Tezi Niteliği Sayfa Sayısı : XII + 177 Mezuniyet 2012 Tarihi Tez : Prof. Dr. Yusuf OĞUZOĞLU DanıĢmanı ġARK MESELESĠNDE KÜRTÇÜLÜK (1787-1923) Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin son otuz yılına damgasını vuran en önemli sorun, ayrılıkçı PKK terörüdür. Binlerce masum vatandaĢımızın canına mal olan PKK terörü, aslında kökleri 19. yüzyıla uzanan ve emperyalist Batılı devletlerce tohumları atılmıĢ olan Kürtçülük sorunun günümüzdeki yansımasıdır. ġark meselesi çerçevesinde emperyalist Batılıların, Osmanlı topraklarından maksimum pay alma kavgasında bir piyon olarak ortaya sürülen Kürtçülük, ilk Kürtçe sözlüğün bir Katolik Papaz tarafından hazırlandığı 1787 tarihinden günümüze kadar emperyalizmin bir aracı olarak kullanılmıĢtır. Kürtleri yüzlerce yıl bir arada kardeĢçe yaĢadıkları Türklere karĢı bir piyon olarak kullanan bu yaklaĢımın ardında yatan zihniyet hiç Ģüphesiz emperyalizmin böl-parçala-yönet politikasıdır. Bu zihniyetin uygulamaya geçirilmesinde emperyalizmin öncü kuvveti durumunda olan misyonerlerin önemli rolü olmuĢtur. Misyonerler, ġark meselesini kendi ülkelerinin çıkarlarına uygun biçimde Ģekillendirebilmek için din maskesi altında Osmanlı topraklarında birçok siyasi faaliyette bulunmuĢlardır. “Ġncil ülkesi” adını verdikleri Anadolu’da yaptıkları çalıĢmalar ile yüzlerce yıl bir arada kardeĢçe ve huzur içinde yaĢayan Ermeni, Nasturi, Kürt, Türkmen ve Arap toplulukları birbirine düĢman hale getirmiĢlerdir. Diğer yandan özellikle Ruslar, Doğu Anadolu üzerinden Akdeniz’e sarkabilmek amacıyla Kürtlerden yararlanabileceği düĢüncesiyle Kürtçülüğün teorik alt yapısının oluĢturulmasına yönelik önemli çalıĢmalar yapmıĢlardır. Bu çalıĢmaların altında genel olarak Anadolu’da görev yapan Rus Konsolosların imzaları vardır. 25-30 yıl gibi uzun sürelerle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görev yapan bu konsoloslar, bölge insanının yaĢam biçimi, kültürü, dili v.b. konularda ayrıntılı çalıĢmalar yapmıĢ; bu çalıĢmalar sonrasında St.Petersburg Bilimler Akademisi’nde Kürdoloji eserlerine imza atmıĢlardır. Rusların bu çalıĢmalardaki temel saiki, Rus- Osmanlı savaĢlarında Kürt aĢiretleri kendi yanına çekebilmek, hiç olmazsa bu aĢiretlerin tarafsız kalmasını sağlayarak Doğu Anadolu’yu kolay biçimde iĢgal edebilmekti. Kısacası Batılı emperyalist devletlerce ġark meselesini kendi çıkarları doğrultusunda sonlandırmak amacıyla ortaya suni bir biçimde çıkarılan Kürtçülük, ilk Kürtçe sözlüğün yayımlandığı 1787 yılından II. MeĢrutiyetin ilanına dek geçen dönemde bir hazırlanma evresi yaĢamıĢ, bu dönemde Kürtçülüğün teorik altyapısı Avrupa baĢkentlerinde oluĢturulmuĢtur. Bu aslında bir tarih III yazımı çabasıdır aynı zamanda. Yüzlerce yıl bir arada etle tırnak gibi yaĢayan Kürtlerle Türklerin birbirinde koparılabilmesi için Kürtlere ait müstakil bir tarih, edebiyat, kültür v.b. yaratma çabası… Bu çaba belirli bir olgunluğa ulaĢtığında ise ikinci aĢamaya yani Kürtçülüğü emperyalist çıkarlar doğrultusunda kullanma aĢamasına geçilmiĢtir ki; özellikle I.Dünya SavaĢı sonrası Mütareke ve KurtuluĢ SavaĢı yıllarında Kürtçülük, Anadolu topraklarında etkin bir biçimde kullanılmıĢtır. Özellikle Ali Galip Olayı ve Koçgiri isyanı, Kürtçülük kartının kullanıldığı somut hadiselerdir. Lozan BarıĢ Konferansı görüĢmelerinde de azınlıklar ve Musul konularında Kürtçülük Türk heyetine karĢı kullanılmıĢtır. Lozan’da çözülemeyip Lozan sonrasına bırakılan Musul sorununun Ġngiltere lehine çözülmesinde ise Kürtçü bir ayaklanma olan ġeyh Sait isyanı belirleyici olmuĢtur. ANAHTAR SÖZCÜKLER: Kürtçülük, ġark Meselesi, Misyonerlik Faaliyetleri, Emperyalism, Kürt Ġsyanları, Azınlıklar Sorunu , Musul Sorunu IV ABSTRACT Yazar : Akın AĞCA Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Bilim Dalı : Tarih Bilim Dalı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : XII + 177 Mezuniyet : 2012 Tarihi Tez : Prof. Dr. Yusuf OĞUZOĞLU DanıĢmanı The Kurdish Problem Ġn The Orient Issue (1787-1923) As is known, the most important problem marked the last three decades in the Republic of Turkey has been the seperatist PKK terrorism. Causing costs of thousands of innocent citizens’ lives, it is a reflection of the Kurdish Nationalism problem in today, which rooted to the 19th century in which Western imperialist states saw the seeds of it. The Kurdish Nationalism emerging as a pawn in the battle of Western states in order to get their maximum share from the Ottoman territory has been used as a tool of imperialism since 1787 in which the first Kurdish dictionary prepared by a Catholic priest. Behind the mindset of the use of Kurds against Turks who have lived together as brothers for hundred of years is, no doubt, divide-and-conquer policy of imperialism. In implementing of this mindset, missioners, vanguard of imperialism, played an important role. Missionaries were found in many political activities in the Ottoman lands under the guise of religion in order to shape the Orient issue in accordance with their country's interests. By means of their activities in Anatolia named "Bible country", they turned Armenian, Nestorian, Kurdish, Turkmen and Arab communities against another, which were living together in brotherhood and in peace for hundreds of years. On the other hand, in order to reach Mediterranean sea over Eastern Anatolia, The Russians have done significant works in establishing of the theoretical background of Kurdish Nationalism. Generally, the Russian consuls who served in Anatolia during that time were behind these works. Those consuls who served in Eastern and Southeastern Anatolia for a long time such as 25-30-year periods made detailed studies on the way of life, culture, language, etc. of the region people and, afterwards, they put signature to the Kurdology works in the St. Petersburg Academy of Sciences.The main purpose of the Russians in these works was to hold the Kurdish tribes in their side during the Russian-Ottoman wars or, at least, to ensure that those tribes remained neutral so that they were able to occupy the Eastern Anatolia easily. In short, created artificially by Western imperialist states in order to shape the issue of the Orient in accordance with their interests, The Kurdish Nationalism lived a preparation phase from the date of the first published Kurdish dictionary in 1787 to the date of the declaration of the II. Constitution. In this phase, theoretical background of the Kurdish Nationalism was constituted in European V capitals. This, in fact, was a history-writing effort, as well. The effort to create a seperate history, literature, culture, etc. in order to detach Kurds and Turks from each other who have lived as close as two coats of paint for hundreds of years... When this effort reached a certain maturity, the second stage in which Kurdish Nationalism was used in accordance with imperialist interests started; Particularly, It was used effectively in Anatolia after the First World War and during the Armistice and the War of Independence period. Especially, the event of Ali Galip and the revolt of Koçgiri were concrete incidents in which Kurdish Nationalism card was used. The Kurdish Nationalism were also employed against the Turkish delegation during the deliberations of the minorities and Musul in the Lausanne Peace Conference. In resolving the Musul issue in favor of Great Britain after Lausanne, Sheikh Said rebellion, a Kurdish insurrection, was decisive. KEY WORDS Kurdish Problem, Orient Issue, Missionary Activities, Imperialism, Kurdish Insurrections, Minorities Issue, Musul Issue VI ÖNSÖZ Toplumlar dinamik bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla sürekli olarak değiĢmekte ve geliĢmektedirler. Bu sebeple fen bilimlerinden farklı olarak sosyal bilimlerde aynı sebepler aynı sonuçları doğurmaz. Çünkü toplum sürekli değiĢim içindedir; dolayısıyla hiçbir zaman aynı sebeplerden bahsetmek mümkün değildir. Olsa olsa benzer sebeplerden bahsedilebilir ve benzer sebeplerin benzer sonuçlara yol açabileceği Ģeklinde genel bir ifade kullanılabilir. Ġlk bakıĢta bu ifade oldukça muğlâk ve uygarlık açısından iĢe yaramaz gibi gözükse de aslında toplumsal politikaların belirlenmesi konusunda oldukça faydalıdır. Çünkü karar alıcılar (politikacı ve bürokratlar), ekonomik, siyasal ve kültürel politikaları belirlerken geçmiĢte yaĢanan benzer olayların yarattığı sonuçlardan yola çıkarak geleceğe iliĢkin öngörülerde bulunabilir ve bu öngörülere göre politika üretebilirler. Ne yazık ki; Türk toplumu olarak sosyal bilimlerden bu yönüyle yeterince yararlanabildiğimiz söylenemez. Bunun en somut delillerinden birisi hiç Ģüphesiz, PKK sorununa karĢı ürettiğimiz (daha doğru bir ifadeyle üretemediğimiz!) politikalardır. Bu baĢarısızlığın temelinde PKK terörünü tarihsel, ekonomik, siyasi v.b. açılardan değil yalnızca güvenlik boyutuyla ele almamız yatmaktadır. Durum bu Ģekilde olunca PKK terörünü ve onu doğuran sebeplerden biri olarak Kürtçülüğü eksik algılamamız kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada Ģunu belirtmek gerekir ki; PKK terörü Kürtçülüğün sebep olduğu ilk isyan değildir; konuya yüzeysel bir biçimde salt terör sorunu ve birkaç bin isyancı terörist gözüyle bakmaya devam etmemiz durumunda sonuncu da olmayacaktır. Bu nedenle, konunun yalnızca güvenlik boyutuyla değil tarihi, siyasi, ekonomik tüm yönleriyle de incelenmesi gerekmektedir. Umut verici biçimde son 10 yıldır ülkemizin bu yalın bakıĢ açısından kurtulduğuna iliĢkin önemli geliĢmeler söz konusu. Örneğin bölgedeki katrilyonlara varan Köydes ve diğer kamu yatırımları, özellikle sağlık hizmetlerinde sağlanan iyileĢme, kamu hizmetlerinin sunumunda vatandaĢ odaklı hizmet anlayıĢının yerleĢtirilmesi, OHAL’in tamamen kaldırılması ve mevzuatta yapılan demokratik değiĢiklikler bunlardan ilk akla gelenler. Fakat bütün bunlar, Kürtçülüğe karĢı bütüncül bir politikanın yansımaları olmaktan halen uzakta. Bütün bu politikaların ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel, kültürel verilerin eĢliğinde masaya yatırılarak Kürtçülük sorununa iliĢkin kısa, orta ve uzun vadeli olarak belirlenmesi gereklidir. VII Elinizdeki çalıĢma, konunun tarihi boyutuna iliĢkin bir inceleme niteliğindedir. Karar alıcıların yukarıda da belirtildiği üzere; mutlak surette tarihi boyutla beraber sosyal, siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutlarıyla konuyu irdeleyerek, tüm bu alanlarda elde edecekleri veriler ıĢığında karar vermeleri gerekmektedir. Bu çalıĢma hazırlanırken konuya iliĢkin çok sayıda kitap ve makaleden yararlanılmıĢtır. Ayrıca Kürtçülük, kendi iç dinamikleri ile ortaya çıkan ve geliĢen bir mesele olmadığından zorunlu olarak onu doğuran dıĢ dinamiklere yani ġark meselesine ve misyonerlik konularına da girilmiĢ ve bunlara iliĢkin kitap ve makaleler de incelenmiĢtir. Kürtçülük konusu oldukça geniĢ kapsamlı ve komplike bir yapıya sahip olduğundan ve baĢlangıcı iki asırdan daha öteye uzandığından dolayı ilk Kürtçe sözlüğün hazırlandığı 1787 yılından Lozan AntlaĢmasına (1923) kadar süren bir zaman kesiti çalıĢmanın konusunu oluĢturmuĢtur. 1923’den günümüze kadar ki dönem ise benim açımdan baĢka bir akademik çalıĢmanın konusu olmaya adaydır. Bu noktada Ģunu belirtmem gerekir ki; bu çalıĢma sırasında belki de en büyük avantajım, Mülki Ġdare Amiri olmamdı. Çünkü özellikle 2000’li yıllara kadar gerek Kürt topluluğu gerekse de Kürtçülük, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında tabu sayılan konulardan biriydi. Her ne kadar bunun önündeki birçok engel kalkmıĢ gibi görünse de bu tabusal niteliğin psikolojik etkileri toplumsal bilincimizin bir yerlerinde aktif olarak varlığını devam ettiriyor. Bu sebepledir ki; böylesi bir tez çalıĢması yapmaya karar verdiğimde çevremden çok sayıda uyarı aldım. Kürtçülüğe iliĢkin algılamanın kaygan bir zemin üzerinde yükseldiği dolayısıyla bugün yazdıklarımın ileride önüme bir engel olarak çıkartılabileceğine iliĢkindi bu uyarıların çoğunluğu. Fakat bu ülkenin bir vatandaĢı ve çocukluğu dâhil yaĢamının tüm evrelerinde PKK’nın terör saldırılarına iliĢkin haber bültenlerini çaresizlik içinde izlemek zorunda kalan bir insan olarak bu çalıĢmayı yapmaya kendimi mecbur hissettim. “Belki çocuklarımın ve akranlarının benim neslimle aynı kaderi paylaĢmaması için ufak da olsa bir katkıda bulunabilirim!” umudunu içimde hissettim her satırda. Umarım umudum gerçek olur ve çocuklarımız kardeĢin kardeĢi öldürmediği, barıĢ ve huzur içinde bir Türkiye’de yaĢarlar. Ve umarım elinizdeki bu çalıĢma böylesi bir Türkiye’nin yaratılması için bir nebze de olsa fayda sağlar. Sadece tezimin değil yüksek lisans eğitimimin her aĢamasında akademik danıĢmanlık desteğini Ģahsımdan esirgemeyen Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu hocama bu vesileyle Ģükranlarımı sunmayı bir borç biliyorum. VIII Ayrıca yüksek lisans eğitimim boyunca manevi desteğini hiç esirgemeyen eĢime de teĢekkür ediyorum. Çocuklarımız için daha güzel bir gelecek inĢaa edebilme dileğiyle… BURSA 2012 AKIN AĞCA IX ĠÇĠNDEKĠLER TEZ ONAY SAYFASI....................................................................... ............................ II ÖZET............................................................................................................................ ... III ABSTRACT....................................................................................... ............................. V ÖNSÖZ ............................................................................................. .............................. VII ĠÇĠNDEKĠLER................................................................................................................ X KISALTMALAR.................................................................................. ........................... XII GĠRĠġ ....................................................................................................................... ....... 1 BĠRĠNCĠ BÖLÜM ġARK MESELESĠ 1. ġARK MESELESĠ TERĠMĠ.............................................................................................. .............. 4 2. II.VĠYANA KUġATMASI’NA KADAR ġARK MESELESĠ......................................................... 7 3. II.VĠYANA KUġATMASI’NDAN SONRA ġARK MESELESĠ.................................................... 7 3. 1. Güçler Dengesi Dönemi………………………………………………………………………. 9 3. 2. PaylaĢım Dönemi……………………………………………………………………………… 17 ĠKĠNCĠ BÖLÜM EMPERYALĠZMĠN ÖNCÜ GÜÇLERĠ: MĠSYONERLER 1. MĠSYONERLĠK NEDĠR?................................................................................................ ................ 29 2. OSMANLI DÖNEMĠNDE MĠSYONERLĠK FAALĠYETLERĠ...................................................... 31 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ġARK MESELESĠNDE BĠR PĠYON: KÜRTÇÜLÜK 1. KÜRTLERĠN KÖKENLERĠNE ĠLĠġKĠN ĠDDĠALAR............................................................. ..... 48 1.1. Kürtlerin kökenini Mezopotamyalı kavimlere dayandıran tez................................................. 49 1.2. Kürtlerin etnik menĢeinin Medler’den gelme olduğu tezi……............................................... 49 1.3. Kürtlerin menĢeilerinin Arap kökenlere sahip olduğu tezi ........................................... 50 1.4. Kürtlerin Ermenilerle aynı ırktan olduğunu ileri süren tez…………………………………… 50 1.5. Kürtlerin menĢeinin Turani kökenlere sahip olduğu tezi……………………….…………….. 51 X 2. DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA KÜRT-TÜRK ĠLĠġKĠLERĠNĠN TARĠHSEL SÜREÇ ĠÇĠNDE GELĠġĠMĠ……………………………………..………………………………………… 54 3. OSMANLI ĠDARĠ YAPISI ĠÇĠNDE DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU………………………… 63 4. KÜRT ĠSYANLARININ SEBEPLERĠ…………………………………………………………………… 69 4.1. II.Mahmud ile BaĢlayan MerkezileĢme Politikaları……………………………..………………….. 70 4.2. ġeyhlerin Otorite ve Güçlerinin Artması…………………………………………………………… 74 4.3. Anadolu’daki Misyoner Faaliyetleri………………………………………………………………… 75 4.4. ġark Meselesi Çerçevesinde Sıranın Anadolu’ya GelmiĢ Olması…………………………………… 80 5. ĠKĠ ÖNEMLĠ ĠSYAN……………………………………………………………………………………... 85 5.1. Bedirhan Bey Ġsyanı………………………………………………………………………………… 85 5.2. ġeyh Ubeydullah Ġsyanı……………………………………………………………………………... 103 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TANZĠMAT’TAN LOZAN’A KÜRTÇÜLÜĞÜN SEYRĠ 1. TANZĠMAT’TAN II.MEġRUTĠYET’E………………………………………………………………... 109 2. II. MEġRUTĠYET DÖNEMĠ………………….……………………………………………………….. 116 3. MONDROS MÜTAKERESĠ DÖNEMĠ……………..…………………………………………………. 119 4. KURTULUġ SAVAġI DÖNEMĠ………………………………………………………………………. 129 4.1. Ali Galip Olayı……………………………………………………………………………….…. …. 129 4.2.Koçgiri Ġsyanı…………………………………………………………………………………….. 138 5.LOZAN GÖRÜġMELERĠ DÖNEMĠ………………………………………………………………......... 142 5.1. Azınlıklar Sorunu…………………………………………………………………………………… 143 5.2. Musul Sorunu……………………………………………………………………………………….. 146 SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME............................................................................................................. 162 KAYNAKLAR..................................................................................................................................... 168 ÖZGEÇMĠġ.................................................................................................................. ........................ 177 XI KISALTMALAR age.: Adı Geçen Eser agm.: Adı Geçen Makale agt.: Adı Geçen Tez Bkz.: Bakınız C. : Cilt Çev. : Çeviren ed. Editör Haz. : Hazırlayan KTC: Kürdistan Teali Cemiyeti No: Numara s. : Sayfa ss.: Sayfadan sayfaya Sy. : Sayı TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi vb.: Ve baĢkası, ve baĢkaları, ve benzeri, ve benzerleri, ve bunun gibi vd.: Ve devamı, ve diğerleri vs.: Vesaire XII GĠRĠġ Kürtçülük, kendi iç dinamikleri ile geliĢen bir sorun olmayıp dıĢsal dinamiklerle Ģekillendirilen ve olgunlaĢtırılan bir sorundur. Bu bağlamda, Avrupalılar ile Müslüman Osmanlı arasında oynanan büyük bir satranç oyununun küçük bir hamlesi, küçük bir parçasıdır. Tıpkı Sırp, Rum, Boğazlar, Mısır, Ermeni sorunları gibi. Bu büyük satranç oyununa verilen genel ad ise ġark meselesidir. Aslında tüm hamlelerin nihai hedefi, Ģah- mat ile hasta adam Osmanlı Devleti‘nin varlığına son vermektir. Fakat burada hemen belirtmek gerekir ki; ġark meselesi sıradan bir satranç oyununa göre çok daha zor ve karmaĢık niteliktedir. Çünkü ödülü Osmanlı toprakları olan bu oyunda oyuncu sayısı oldukça fazladır (Ġngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ile oyuna sonradan katılan Almanya, Ġtalya ve ABD). Ayrıca bunların birbirine karĢı tutum ve davranıĢları da belirsiz ve değiĢkendir. Bunun sebebi ise Osmanlı‘yı Ģah-mat etmeye çalıĢan bu devletlerin Osmanlı coğrafyası üzerinde çatıĢan menfaatleridir. Eğer ―Ģah düĢerse Ģahtan sonrasının‖ tam bir kargaĢa olacağını kendileri de bilmektedir. Bu nedenle özellikle Rusya, kendi aralarında yapacakları bir antlaĢma ile Osmanlı‘yı yıkıp oyunu bitirmeyi gündeme getirdiyse de 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Fransa ve Ġngiltere buna hiç sıcak bakmamıĢlardır. Çünkü Akdeniz‘de güçlü bir Rusya‘yı kendilerine rakip olarak görmek istememiĢlerdir. Bunun yerine güçsüz ve istediklerini yaptırabilecekleri bir ―hasta adam‖ iĢlerine gelmekteydi. Üstelik çıkarları gerektirdiğinde, milliyetçiliğin sönmez ateĢini kullanarak Osmanlı topraklarında kendilerine dost ve uydu devletçikler yaratma imkanları da vardı ve bu imkan, hasta adamın yaĢatılması düĢüncesiyle çeliĢmemekteydi: Hasta adam, sürekli olarak ameliyat masasında tutulup üzerinde cerrahi müdahaleler yapılabilirdi. ĠĢte Kürtçülük meselesi, bu düĢüncenin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Bu nedenledir ki; Kürtçülük meselesini de, emperyalist Batı‘nın Osmanlı‘ya karĢı ġark meselesinde oynadığı hamlelerden biri olarak görmek gerekir. Kürtler ise tıpkı diğer Osmanlı toplulukları (Sırplar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar, Araplar ve benzerleri) gibi bu satranç oyununda bir 1 1 piyon olarak kullanılmıĢlardır. Konuya bu açıdan bakıldığında, Kürtçülük sorunun ġark meselesinden ayrı ve bağımsız olmadığı anlaĢılmaktadır. Bu nedenle bu tez çalıĢmasında tümden gelimci bir metot uygulanarak öncelikle ġark meselesinin incelenmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkmıĢtır. Bu çalıĢma, dört ana bölümden meydana gelmektedir. Yukarıda değinildiği üzere; ġark meselesini incelemeden, ne olduğunu anlamadan Kürtçülük sorununu da anlamak mümkün olmadığından bu çalıĢmanın ilk bölümünde ġark meselesi üzerinde durulacak; siyasi ve tarihsel olarak ne anlam ifade ettiği, literatüre nasıl girdiği, özellikle 1683 sonrası dönemde Avrupa-Osmanlı iliĢkilerini nasıl etkilediği, ġark meselesi çerçevesinde ulaĢılmaya çalıĢılan nihai hedefin ne olduğu ve bu anlamda meselenin son bulup bulmadığı tartıĢılacaktır. Bu nihai hedefe ulaĢmak için kullanılan yolların ne olduğu, meselenin en aktif tarafları olan Rusya ve özellikle de Ġngiltere‘nin ġark meselesine yaklaĢım tarzları ve politikaları çerçevesinde incelenecektir. Bütün bunların sonucunda, ġark meselesi çerçevesinde, emperyalist Batı‘nın kendi çıkarları doğrultusunda yürüttükleri değiĢken, acımasız, pragmatik politikaları gözler önüne serilerek Osmanlı coğrafyasında geçmiĢte ve günümüzde yaĢanan birçok acının temelleri açığa çıkarılmıĢ olacaktır: Bu acıların aslında ―böl-parçala-yönet‖ stratejisi çerçevesinde geliĢtirilen ve Osmanlı topluluklarını bir piyon gibi kullanarak, bu toplulukları Osmanlı Devleti‘ne ve hatta gerektiğinde birbirine düĢman 2 eden politikalar üzerine inĢa edildiği gözler önüne serilecektir. Ġkinci bölümde, emperyalist Batı‘nın böl-parçala-yönet politikalarının adeta öncü kuvveti olarak çalıĢan misyonerler üzerinde durulacaktır. Misyonerlik konusu üzerinde ayrıntılı bir biçimde durulacak olmasının sebebi, Osmanlı topraklarının özellikle 19. yüzyıldan itibaren çok yoğun biçimde misyonerlik faaliyetlerine konu olması ve 1 Avrupalılarca Hıristiyan topluluklar (Sırplar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar vb.) ile Kürtler ve Arapların ġark meselesi çerçevesinde algılanıĢ biçiminde önemli bir fark olduğunu da burada hemen belirtmek gerekir. Evet hepsi ġark Meselesi‘nde Avrupalı emperyalist devletlerin kendi çıkarlarını maksimize etmek için kullandıkları birer piyondur; fakat Kürtlerden ve Araplardan farklı olarak Hıristiyan toplulukların bağımsız devletçikler haline getirilmeleri Avrupalı emperyalistlerin bilinçaltlarında manevi-dini bir değer de ifade etmektedir: Anadolu‘ya, Ġstanbul‘a ve Doğu Avrupa‘ya Müslüman Türklerin hakimiyeti ve dolayısıyla Hıristiyan milletlerin Müslüman Osmanlı‘ya tabi durumda yaĢamaları 11. yüzyılda gerçekleĢtirdikleri ilk Haçlı seferinden beri Batılı Hıristiyan devletlerce kabul edilebilir bir husus değildi. Bu Haçlı zihniyeti nedeniyledir ki; Avrupalı emperyalist hükümetler ve kamuoyları bakımından Hıristiyan toplulukların (Sırplar, Ermeniler, Rumlar, Bulgarlar v.b.) bağımsızlıklarını sağlamak, kendi çıkarları bakımından bir gereklilik olmakla beraber aynı zamanda bir Hıristiyanlık göreviydi. 2 Emperyalist Batı politikaları sonucu Kürtler, Araplar, Türkler, Süryaniler, Yahudiler ve Ermeniler birbirine düĢürülmüĢtür. 19. yüzyılda atılan bu düĢmanlık tohumları halen o kadar etkilidir ki; bölge coğrafyası barıĢı ve huzuru günümüzde de yakalayamamıĢtır. 2 imparatorluğun dağılmasında bu faaliyetlerin oynadığı büyük roldür. Bu bölümde, misyonerliğin Osmanlı üzerindeki bu genel yıkıcı etkisi değerlendirildikten sonra Kürtçülük üzerinde yarattığı doğrudan ve dolaylı etkiler incelenecektir. ÇalıĢmanın üçüncü bölümünde Kürtler, Kürt-Osmanlı iliĢkileri ve Kürt isyanları üzerinde durulacaktır. Burada Ģunu belirtmekte fayda var ki; bu çalıĢmanın hedefi herhangi bir biçimde Kürtlerin etnik ve tarihsel kökenlerini irdelemek değildir. Çünkü bu hiç kuĢkusuz antropoloji ve dilbilim gibi birçok baĢka bilim dallarının verileri ıĢığında hazırlanması gereken ayrı bir bilimsel çalıĢmanın konusudur. Ayrıca Bulgarların Turani ırktan geldikleri düĢünüldüğünde ırki temelleri esas alarak gerçekleĢtirilecek bir çalıĢmanın aslında Kürtçülüğün geliĢimi konusunda bizi yanılgılara düĢüreceği açıktır. Bu nedenle bu çalıĢmada etnik konulara yalnızca bu bölümün birinci aĢamasında kısaca değinilecek ve konuya iliĢkin temel savlar incelenecektir. Sonraki alt baĢlıklarda ise günümüz Kürtçülüğünün tarihsel alt yapısını anlayabilmek için Kürtler ile Osmanlı arasındaki ilk iliĢkilerin ortaya çıkıĢı ve geliĢimi, Kürtlerin Osmanlı idari sistemine nasıl entegre edildiği, bu sistemin bozulmasına ve Kürt isyanlarının çıkmasına sebep olan unsurların neler olduğu ve son olarak da bu isyanların en önde gelen ikisinin nitelikleri ayrıntılı biçimde incelenecektir. Dördüncü ve son bölümde ise Tanzimat döneminden baĢlayarak Lozan AntlaĢması‘na kadar ki süreç, Tanzimat Dönemi, II. MeĢrutiyet Dönemi, Mütareke Dönemi, KurtuluĢ SavaĢı Dönemi ve Lozan Dönemi olarak beĢ ana döneme ayrılarak bu dönemlerde Kürtçülüğün gösterdiği geliĢim ve değiĢim süreci incelenecektir. Bu süreçte hiç kuĢkusuz, 1908 sonrasındaki dönemler, Kürtçülüğün emperyalist Batı tarafından en somut biçimde kullanıldığı tarihlere iĢaret etmektedir. Dolayısıyla II. MeĢrutiyet sonrası dönem, Kürtçülüğün emperyalist Batılı devletlerce bir politik enstrüman olarak kullanılma safhası olarak adlandırılabilir. Bu çalıĢmanın günümüze ıĢık tutması gereken kısmı da aslında bu safhadır. Ġlgili bölümde ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere; Batı tarafından bir piyon olarak kullanılmaya çalıĢan Kürtlerin büyük çoğunluğu, yürütülen yoğun Kürtçülük faaliyetlerine karĢın oyuna gelmemiĢ ve Türklerle olan yüzlerce yıllık tarih birlikteliklerini geleceği de beraber inĢa etme iradesi ile taçlandırmıĢlardır. Bu iradeye karĢın; emperyalist Batı, Kürtçülük üzerinden genç Türkiye Cumhuriyeti‘ni zayıflatmaya çalıĢmaktan vazgeçmemiĢtir. Bunun en somut örneği ise çalıĢmanın son bölümünde değinilecek olan Musul‘un Misak-i Milli sınırlarından kopartılması olayıdır. 3 BĠRĠNCĠ BÖLÜM ġARK MESELESĠ 1.ġARK MESELESĠ TERĠMĠ ġark meselesi terimi, baĢlangıçta siyasi bir terim olarak ortaya çıkmıĢ; fakat süreç içinde siyasi olmanın yanında tarihsel bir nitelik de kazanmıĢtır. ġark meselesi, ilk kez Rus diplomatlarca 1815 Viyana Kongresi‘nde Osmanlı‘nın içindeki Hıristiyan azınlıklara (özellikle de Rumlara) dikkat çekmek amacıyla siyasi bir terminolojide kullanılan terim zaman içinde sosyal, ekonomik ve tarihsel boyutlar kazanmıĢtır. Viyana Kongresi, Napolyon‘un ordularınca altüst edilen Avrupa dengelerini tekrar düzenlemek için Prusya, Avusturya, Rusya, Fransa ve Ġngiltere‘nin katılımıyla toplanmıĢtır. koyu bir milliyetçilik karĢıtı olan Avusturya ġansölyesi Metternich ile Rusya‘nın Akdeniz‘e doğru geniĢlemesini daima endiĢe ile karĢılamıĢ olan Ġngiltere‘nin kararlı tutumu nedeniyle Rus diplomatların ve Rus Çarı Birinci Aleksandr‘ın Osmanlı‘nın egemenliği altındaki Rumlarla ilgili konuları kongrenin resmi gündemine taĢıma giriĢimi, baĢarısız kalmıĢtır. Diğer yandan Ģunu da belirtmek gerekir ki; kongrenin resmi gündemine konuyu taĢıyamayan Rusya, yaptığı baĢarılı kulis çalıĢmaları sonucu, Osmanlı Devleti idaresinde yaĢamakta olan Hıristiyan halkın durumunu kongre üyelerinin gayri resmi gündemine taĢımayı baĢarmıĢtır. Rus delegeleri; bu sorunu tanımlarken ―ġark meselesi‖ terimini kullanmıĢlardır. Böylece ―ġark meselesi‖ terimi uluslararası politika literatürüne girmiĢtir. Kongreden sonra da diplomatlar arasında sıklıkla kullanılan terim, zamanla anlam değiĢikliği ve geniĢlemesi yaĢamıĢtır. Ġlk ortaya çıktığında, Osmanlı sınırları içinde yaĢayan Hıristiyan azınlıklara iĢaret eden kavram, zamanla Avrupa Devletleri ile Osmanlı arasındaki tüm sorunlu iliĢkileri kapsar bir hale gelmiĢtir. ġark meselesi terimi, Osmanlılar için bir varolma ve istikbal durumunu ifade ederken, Avrupalılar ise aynı terimi yüzyıllardır yaĢadıkları Türk korkusu ve düĢmanlığıyla iliĢkilendirmiĢlerdir. Bu sebeple birçok Avrupalı tarihçi (bu olumsuz tarihsel-psikolojik alt yapının da etkisiyle) ġark 4 meselesi terimini Türklerle Hıristiyan Avrupalıların mücadelelerini tanımlayan bir kavram olarak gördüler. Böylece ġark meselesi, bir tarih terimi olarak da anlam kazandı. Tarihçiler, Türk-Avrupa münasebetlerinin baĢlangıcı olarak türlü olaylar kabul ettikleri için, ġark meselesinin baĢlangıcı da tarihçilerin görüĢ ve eğilimlerine göre farklı farklı tespit edilmiĢtir. Nitekim bu baĢlangıcı, Türk kavimlerinin Avrupa'ya yayılmaya baĢladığı tarihe kadar götürenler bile vardır. Yukarıda da belirttildiği üzere; ġark meselesi, siyasi bir terim olarak 1815 tarihinde yapılan Viyana Kongresi‘nde ortaya atılmıĢ bir kavramdır. 1815‘den beri çok sayıda tarihçi ve siyaset bilimci tarafından tartıĢılan ve üzerinde kafa yorulan bir terim olan ġark meselesi, genel olarak 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupalı Hıristiyanlarla Müslüman bir Türk Ġmparatorluğu olan Osmanlı arasındaki iliĢkileri tanımlamakta kullanılmıĢtır. Bu genel bakıĢ açısını yansıtanlardan birisi de Cevdet Küçük‘tür: ―Avrupa‘nın büyük devletlerinin, Osmanlı Ġmparatorluğunu iktisadi ve siyasi nüfus ve hükmü altına almak veya sebepler ihdas ederek parçalamak ve Osmanlı idaresinde yaĢayan muhtelif milletlerin bağımsızlıklarını temin etmek istemelerinden doğan tarihi meselelerin tümüne birden ġark 1 meselesi denir.‖ Buna benzer bir tanımlamayı Bayram Kodaman da yapmıĢtır: ―ġark meselesi, Batı Avrupalı güçlerin Osmanlı topraklarını paylaĢmak için uyguladıkları stratejileri ve bu çerçevede birbirleriyle yaptıkları rekabetleri tanımlamak üzere 2 kullandıkları bir kavramdır.‖ Kimi tarihçiler ise kavramı, Hıristiyanlarla Türklerin ilk karĢılaĢtığı döneme yani Hun Ġmparatoru Atilla‘ya kadar götürmektedir. Örneğin Edouard 3 Driault, ġark meselesi baĢlıklı eserinde bu görüĢü dillendirmektedir. Kimilerine göre ise Osmanlı‘nın Avrupa‘ya ayak basmasıyla beraber ġark meselesi vuku bulmuĢtur. Bu düĢüncede olanlardan biri de Albert Sorel‘dir. Fransız tarihçi Albert Sorel, ġark meselesini Ģöyle tanımlamaktadır: ―Türkler, Avrupa‘da görünür görünmez ortaya bir ġark meselesi çıktı. Papazların ve küçük küçük zorbaların idaresine kendisini rahatça teslim etmiĢ, Ģarabını içip uyuklayan Avrupa‘nın kapısından içeri giren bu dipdiri, erkek güzeli insanlar; yepyeni bir nizam içinde akıp gelen baĢarılı muazzam kuvvetler, o zamanki Avrupalının örümcekli ve bulanık kafasında bir Ģok tesiri yaparak onda Ģifa bulmaz bir dehĢet hastalığı 1 Dr.ġahin, Hasan, ―ġark Meselesi Çerçevesinde Osmanlı-Ġngiliz ĠliĢkilerine Genel Bir BakıĢ (BaĢlangıcından Paris BarıĢı‘na Kadar)‖, A.Ü. Türkiyat AraĢtırmaları Enstitüsü Dergisi, sy 29, Erzurum, 2006, ss.213-238, s. 219. 2 Yavuz, Nuri, ―ġark Meselesi Açısından Ortadoğu GeliĢmeleri‖, GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, c. 23, sy. 3, ss. 89-98, Ankara, 2003, s.91 3 Yavuz, agm., s.92 5 (!) doğurmuĢtur. Türklerin, uyuklayan Avrupa‘nın afyonunu patlatması hâdisesi öylesine derin bir tesir yapmıĢtır ki, aradan yedi asır gelip geçmiĢ olmasına ve birgün eski dipdiri delikanlının, hasta adam (!) Ģekline sokulmasına rağmen, Avrupalının yirminci batın 4 torunları dahi bu Türk hastalığından, Türk Ģokundan tamamen Ģifa bulamamıĢtır.‖ Meydan – Larousse Ansiklopedisi ise ġark meselesini, kavramsal olarak ortaya çıkıĢı ve bu ortaya çıkıĢtan önceki geliĢimini de kapsayacak Ģekilde tanımlamıĢtır: ―...Avrupa diplomasisinde Osmanlı Ġmparatorluğunun ortadan kaldırılması ihtimalinin yarattığı mesele (Question d‘Orient). Aslında ġark meselesi, Osmanlı Ġmparatorluğunun kuruluĢundan çok daha önce ortaya çıktı. Her devirde Boğazların, ġattülarap‘ın, Toros sıradağlarının ve SüveyĢ Kıstağının stratejik önemi ve Balkanlar‘daki, Anadolu‘daki, Yakındoğu‘daki bazı bölgelerin iktisadî önemi, büyük devletleri, bunları tek baĢına kontrolü altına almağa sevk etti... Fakat ġark meselesi, bütün Ģiddetiyle ancak XVIII. 5 yüzyıldan sonra ortaya çıktı...‖ Görüldüğü üzere bu tanımlama meseleyi daha uzlaĢmacı bir yaklaĢımla geçmiĢi çok uzaklara dayanan fakat önemi ve ağırlığı ancak 18. yüzyılda ortaya çıkan bir sorun olarak açıklama yolunu seçmiĢtir. Türk Ansiklopedisi de meseleyi benzer biçimde açıklamıĢtır: ―...Tarih yönünden baĢlangıcı ne olursa olsun Doğu Meselesi Avrupa büyük devletleri ile Osmanlı Devleti arasında siyasî bir mesele hâline ancak yakın çağın baĢlarında, Napoléon Bonaparte‘ın 1798‘de Mısır‘a girmesiyle baĢlamıĢ ve 1815‘te de adlandırıldıktan sonra 1918‘de Osmanlı Ġmparatorluğunun parçalanması ile yerini Yakındoğu meselesi ya da Ortadoğu meselesi terimleriyle anlatılan meselelere bırakarak, tarih terimi ve meselesi olarak devam 6 etmiĢtir...‖ Ģeklinde tanımlamıĢtır. Bu yaklaĢım tarihsel ve bilimsel açıdan doğru görünmektedir. Çünkü ġark meselesini sadece Osmanlı ile Avrupalı Hıristiyanlar arasında 1815 tarihinden sonraki yaĢananların genel adı olarak görmemiz durumunda ġark meselesinin ardında yatan asıl zihniyeti görmekten uzaklaĢır ve konuyu gücünü kaybeden bir imparatorluğun güçlü devletler karĢısında hayatta kalma savaĢı ve güçlü devletlerin bu ―hasta‖ imparatorluk üzerindeki çıkar çatıĢmaları olarak görmek zorunda kalırız. Oysa ki; ġark meselesinin ardında yatan asıl zihniyet, Hıristiyan dayanıĢması ve taassubudur: ―Dünya yöneten ve 4 Yavuz, agm., s.92 5 Yavuz, agm, s.93 6 Yavuz, agm, s.92 6 yönetilenlerden oluĢmaktadır. Yönetenler, elbette ki üstün olan Hıristiyanlar olmalıdır. Barbar Türkler ise bu durumun bir istisnasını teĢkil etmekte ve birçok Hıristiyan milleti egemenliği altında tutmaktadır. Türklerin hak etmediği bu durum ve Hıristiyan insanların bu yönetim altında yaĢadığı zulüm mutlaka sona erdirilmedir.‖ Ģeklinde özetlenebilecek bir düĢünce sistemidir ġark meselesinin ortaya çıkmasını sağlayan. Dolayısıyla ġark meselesi, Atilla‘nın ordularıyla mağrur ve güçlü Roma‘yı ve diğer Avrupalı kavimleri titrettiği günlerden baĢlayıp, Müslümanların kutsal yerleri ele geçirmesi sonrası düzenlenen Haçlı seferlerine, oradan da Osmanlı‘nın Avrupa topraklarında elde ettiği cihat zaferlerine kadar uzanmaktadır. Fakat bu tarihsel mücadelelerin her biri ayrı bir bilimsel çalıĢmanın konusu olmaya aday, geniĢ ve önemli olduğundan bu çalıĢmada meselenin sadece Osmanlı‘nın güçten düĢtüğü ve Batılı Hıristiyan devletlerce paylaĢılmaya çalıĢıldığı dönem irdelenecektir. 1683 tarihli II. Viyana KuĢatması, ġark meselesinde bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu tarihe kadar savunma durumunda olan Avrupalı Hıristiyanlar bu tarihten sonra karĢı taarruza geçmiĢ ve roller değiĢmiĢtir. 2. II. Viyana KuĢatmasına Kadar ġark Meselesi 1299 yılında Oğuzların Kayı boyundan Osman Bey‘in kurduğu Osmanlı Devleti, 1683‘e gelindiğinde üç kıtada hüküm sürmekte olan, çok sayıda din, dil ve ırktan insanı içinde barındıran büyük bir imparatorluğa dönüĢmüĢtü (1299‘da yüzölçümü yaklaĢık 5600 2 2 km olan Osmanlı çınarının kökleri tam 400 yıl sonra 24 milyon km ‘lik bir alana ulaĢmıĢtı). Bu 400 yıl boyunca önemli bir yenilgi görmemiĢ olan Osmanlı orduları, Avrupalılar için yenilmez bir efsane durumundaydı. Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun sınırları doğuda Ġran dağları ve Azerbaycan‘a, güneyde Hazar Denizi‘ne, Umman Denizinden HabeĢistan‘a ve oradan da büyük Sahra ve Fas‘a uzanmıĢtır. Kuzeyde bütün Karadeniz kıyıları, Kırım yarımadası, Ukrayna stepleri ve Macaristan‘ın büyük kısmı ele geçirilmiĢ, Batıda ise sınır Adriyatik‘e ulaĢmıĢtı. 3. II. VĠYANA KUġATMASI’NDAN SONRA ġARK MESELESĠ Bu yenilmez armada imajının yerle yeksan olması ise II. Viyana KuĢatması ile gerçekleĢti. Avrupa‘da Rönesans ve Reform hareketleri gerçekleĢir ve aydınlanma felsefesi topluma egemen olurken ve bütün bunlar sanayi devriminin ve toplumunun temellerinin atılmasını sağlarken; Osmanlı‘nın geleneksel mali, askeri, ilmi, hukuki, siyasi kurum ve yapılarını devam ettirmiĢ olması, geliĢen ve güçlenen Avrupa ülkeleri karĢısında 7 eski gücünü yitirmesine sebep olmuĢtur. Bu durum, II.Viyana kuĢatması sırasında Papa‘nın önderliğinde kurulan Kutsal Ġttifak karĢısında alınan seri yenilgilerle somut biçimde ortaya çıkmıĢtır. Bu yenilgiler sonrası Osmanlı, Kutsal Ġttifak devletleri (Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya) ile Karlofça AntlaĢması‘nı imzalamak zorunda kalmıĢtır (1699). Bu antlaĢma ile Osmanlı, ilk kez bu denli büyük bir toprak kaybına uğramıĢtır. Böylece Osmanlı‘nın Hıristiyan Batı karĢısında gerileyiĢi resmi ve somut olarak baĢlamıĢ; o güne kadar Türklerin Avrupa‘daki ilerleyiĢini durdurmak üzerine Ģekillenen ġark meselesi, bu tarihten sonra Türkleri Avrupa‘dan söküp atma (hatta kimi Batılılar için Türkleri geldikleri topraklara, Orta Asya‘ya sürme) düĢüncesine odaklanmıĢtır. Bu antlaĢma sonrası Avrupa, Osmanlı Devleti‘nin Orta Avrupa‘ya doğru geliĢme hareketini durdurmuĢ ve Osmanlı Devleti‘ne hukuken son verecek olan Sevr AntlaĢmasına gidecek yolu açmıĢtır. Fakat hemen belirtmek gerekir ki; 1683 sonrası dönem yekpare bir dönem değildir ve güçler dengesi ile paylaĢım dönemleri adıyla iki baĢlık altında incelemek gerekir. Dönemleri bu Ģekilde kategorik olarak sınıflandırmamızı sağlayan hususların ortaya çıkmasında temel belirleyici Ġngiltere‘dir. Çünkü her iki dönemde de Osmanlı‘nın, Fransa‘nın ve Rusya‘nın ġark meselesi çerçevesinde temel politikalarında ve hedeflerinde önemli değiĢikliler olmamıĢtır. Buna karĢın Ġngiltere‘nin ġark meselesi çerçevesindeki politika ve hedeflerini değiĢtirmesi sonucu iki dönem arasındaki temel ayırt edici özellikler ortaya çıkmıĢtır. Birinci dönem olan Güçler dengesi dönemi de kendi içinde 1780 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. 1780 öncesi ilk dönemde Ġngiltere, ġark meselesine etkin bir biçimde ağırlığını koymamıĢtır. Çünkü bu dönemde Ġngiltere için birincil öncelik, Amerika‘daki kolonilerinin varlığını ve güvenliğini sağlamaktır. Oysa Hindistan‘ın bir Ġngiliz sömürgesi haline gelmesi ve Amerikan bağımsızlık savaĢı sonucu Ġngiltere‘nin Amerika kıtasındaki sömürgelerini kaybetmesiyle Ġngiltere açısından ġark meselesi birden bire hayati önem arz eden bir konu haline gelmiĢtir. Ġngiltere, kendisi için hem hammadde deposu ve hem de büyük bir açık pazar olan Hindistan‘ı elde tutmayı denizaĢırı imparatorluğunun devamlılığı açısından zorunluluk görmeye baĢlamıĢtır. Bu nedenle ister istemez anakara ile Hindistan arasındaki deniz ve karayollarının güvenliğinin muhafazasını sağlamak Ġngiltere açısından kaçınılmaz hale gelmiĢtir. Bu değiĢim, bu yolları elinde bulunduran Osmanlı‘nın Ġngiliz kamuoyu ve devleti açısından en önemli dıĢ politika objesi olmasını sağlamıĢtır. Bu nedenledir ki; Ġngiltere, Fransa‘nın Mısır‘ı iĢgalini kendi varlığına yapılmıĢ bir saldırı gibi görerek ġark meselesinde kendi isteği dıĢında herhangi bir geliĢmeye kayıtsız 8 kalmayacağını tüm dünyaya göstermiĢtir. Güçler dengesi döneminin 1780 sonrası bu ikinci safhasında Ġngiltere, Osmanlı‘nın varlığını devam ettirmesini kendi çıkarları açısından hayati görmüĢ ve ġark meselesine bu yönde ağırlığını koymuĢtur. PaylaĢım dönemine gelindiğinde ise Ġngiltere, temel politikalarını gözden geçirerek ġark meselesine yaklaĢımında radikal değiĢikler yapmıĢtır. Bu dönemle birlikte artık Ġngiltere, Osmanlı‘nın yaĢatılmasını hem zor görmeye baĢlamıĢ hem de artan Alman-Osmanlı yakınlaĢması nedeniyle Osmanlı‘nın kendi çıkarlarına uygun biçimde taksim edilmesi gerektiğine inanmıĢtır. 1880‘de Kıbrıs‘ı politik oyunlarla elde etmesi ve 1882‘de Mısır‘ı güç kullanarak ele geçirmesi bu politik değiĢimin somut göstergeleridir. Bütün bu süreç irdelendiğinde ortaya çıkan yalın gerçekse, Ġngiltere‘nin ġark meselesine kendi çıkarları doğrultusunda yön ve Ģekil vererek bu büyük satranç oyununda en önemli ve belirleyici oyuncu olma sıfatına haiz olduğudur. ġimdi, Ġngiltere tarafından Ģekillendirilen ġark meselesinin dönemlerine ayrıntılı biçimde bakalım: 3.1. Güçler Dengesi Dönemi 1683 yılından baĢlayarak Mısır‘ın Ġngilizlerce iĢgal edildiği 1882 yılına kadar geçen dönem, ġark meselesinde denge dönemi olarak isimlendirilebilir. 1815 tarihli Viyana Kongresi‘nde sağlanan Avrupa barıĢının ve istikrarının korunabilmesi açısından (Rusya‘nın savının aksine) Osmanlı‘nın varlığını devam ettirmesi gerekmekteydi. Ġngiltere ve Fransa‘nın bu yöndeki politikaları sonucu Rusya‘nın Osmanlı topraklarının Avrupalı güçlü devletler arasında paylaĢtırılması gerektiği yönündeki istemleri taraftar bulamamıĢtır. Çünkü Osmanlı Devleti, sınırları içerisindeki bölgelerde zayıfladığı yahut bütünüyle ortadan kalktığı takdirde, ġark meselesi daha karmaĢık bir hal alacaktı: Tüm Avrupalılar için kendilerine 400 yıl korkular yaĢatan Müslüman Osmanlı Devleti'nin tamamen tarihten silinmesi istenen bir durumdu; fakat Osmanlı Ġmparatorluğu‘ndan geriye kalacak mirasın paylaĢılması konusu oldukça sorunluydu. Ruslar açısından Osmanlı‘yı yıkarak Ġstanbul ve Boğazları ele geçirmek ve bu Ģekilde Akdeniz‘e açılmak temel amaçtı. Oysa bu, Avrupa‘nın diğer güçlü ülkeleri (Fransa ve özellikle de Ġngiltere) için hiç istenmeyen bir durumdu. Diğer yandan tek tek ele alındığında tüm Avrupa devletlerinin Osmanlı toprakları ile ilgili karĢılıklı uzlaĢmazlıkları bulunmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin taksim edilmesi fikrinin yanlıĢlığı konusunda Rusya dıĢında tüm Avrupa hemfikirdi. Çünkü ortaya koyulacak taksim planlarının hiçbiri Batı devletlerinin tamamını mutlu edecek sihirli formüle sahip değildi. Böylesi bir paylaĢımdan bütün devletlerin 9 birlikte istifade etmeleri söz konusu olmadığı gibi, Rusya'nın kuvvet ve nüfuzunun diğer devletler aleyhine artması kuvvetli bir olasılık olarak görünmekteydi. Fransız baĢvekilin, Ġngiliz meslektaĢına 1839'da sarf ettiği sözler bu durumun açık biçimde dıĢa vurumudur:7 "Fransa için olduğu kadar Ġngiltere ve hatta Avusturya için de en mühim mesele, birlikte hareket ederek Rusya'nın geniĢlemesine mani olmak ve ġark Meselesi'nin Avrupa devletleri heyetince müĢtereken halledilmesine bu hükümeti alıĢtırmaktır".8 1683-1882 arası dönemde ġark meselesini Ģekillendiren temel zihniyet, her ne kadar Osmanlı‘nın varlığının devamını sağlamak böylece Rusya‘nın sıcak denizlere inmesini engellemek olsa da yaklaĢık 200 yıllık bu süreç daha önce de belirtildiği üzere kendi içinde iki alt dönemde incelenmelidir. Ġki dönemi birbirinden ayıran unsur, Ġngiltere‘nin 1683-1780 arası dönemde ġark meselesine verdiği önem ve öncelikle 1780‘ler sonrası verdiği önem ve öncelikteki değiĢimdir. Birinci dönemde ġark meselesinde Rusya ve Avusturya dıĢındaki ülkeler edilgen bir tavır sergilemiĢlerdir. 18. yüzyılın sonlarına kadar, yani Hindistan‘ı sömürgeleĢtirip, Amerika kıtasındaki kolonilerinin çoğunu yitirene dek, Ġngiltere için ġark, ikincil önemdedir. Fakat Ġngiltere‗nin Yedi Yıl SavaĢları sonucu 1751‘de önce Hindistan‘ı ele geçirmesi ardından 1780‘lere gelindiğinde ise Amerika‘daki kolonilerinin neredeyse tamamını yitirmesi Ġngiltere açısından Hindistan‘ı birincil öneme kavuĢturmuĢ ve bu nedenle de Ġngiltere, tüm politikalarını ve gücünü Hindistan‘ın ve Hindistan‘a giden yolların güvenlik altına alınmasına yönlendirmiĢtir. ġark siyasetinde önemli bir geliĢmeyi gösteren Ġngiltere‘nin bu tutumunun nedeni daha önce belirtildiği üzere; Hindistan sömürgesinin hammadde ve pazar olarak imparatorluğu finanse edebilecek nitelikte olmasıdır. Dolayısıyla 1780‘lerde Amerika kıtasındaki kolonilerini kaybeden Ġngiltere açısından Hindistan‘ın önemi bir kat daha artmıĢtır. Hindistan‘ın öneminin Ġngiltere için artması, aynı zamanda ve kaçınılmaz biçimde Ġngiltere‘nin dıĢ politikalarında ġark meselesinin de en önemli ve kritik konu haline gelmesini sağlamıĢtır. Kısacası 1780‘den itibaren Ġngiltere açısından tek ve birincil öncelik, Hindistan‘ın güvenliğini sağlamaktır. Bu önceliğe uygun biçimde Ģekillendirilen Ġngiliz politikaları, ġark meselesinin geliĢiminde de temel belirleyici olmuĢtur. 7 Küçük, Cevdet, ―ġark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika‖, s.613, http://www.iudergi.com/tr/index.php/tarih/article/view/3286/2898, 16.01.2011 8 Fransız baĢvekil bu söylemi ile yıllar sonra Rusya, Fransa ve Ġngiltere arasında imzalanacak gizli paylaĢım antlaĢmalarının fikri altyapısını da ortaya koymaktadır. 10 Ġngiltere‘nin politik önceliklerindeki bu değiĢimin en somut göstergesi, Fransa‘nın 1798‘de Mısır‘a saldırmasıyla ortaya çıkmıĢ ve Ġngiltere, Fransa‘nın bu saldırısına sert biçimde tepki vermiĢtir. Oysa, 1683‘ten Fransa‘nın Mısır‘a saldırmasına kadar geçen sürede hem Ġngiltere hem de Fransa, ġark meselesinde geri planda kalmıĢtır. Bu dönem incelendiğinde Ruslar‘ın Avusturya‘nın da desteğini alarak Osmanlı‘ya karĢı açtığı savaĢlar ve bu iki ülkeye karĢı gerçekleĢen toprak kayıpları göze çarpmaktadır. Fakat bu iki ülkenin Osmanlı karĢısından kazandığı savaĢlar ve bu savaĢlar sonunda elde ettiği 9 topraklar, Avrupa‘nın genel güç dengesini bozabilecek nitelikte değildir. Ġngiltere ve Fransa açısından bu döneme bakıldığında ise ġark meselesinde (Rusya ve Avusturya‘ya kıyasla) daha pasif bir tutum içinde oldukları bir görülmektedir. Bu durum yukarıda da belirttiğimiz üzere 1798‘de köklü biçimde değiĢti. 1798‘de Fransa‘nın Mısır‘a girmesiyle beraber ġark meselesinde Ġngiltere, çok daha aktif bir görüntü çizmeye baĢlamıĢtır. Ġngiltere‘nin bu dönemdeki temel politikası, Osmanlı‘nın varlığını devam ettirmesini sağlamaktır. Eğer Osmanlı dağılırsa ve toprakları diğer Avrupa devletleri arasında paylaĢılırsa Hindistan sömürgesine giden kara ve deniz yolları tehlikeye gireceğinden, güçsüz ve kendisi için bir tehlike olmaktan çok uzak durumda olan Osmanlı‘nın bu alanları kontrol etmesi Ġngiliz çıkarlarına daha uyumlu görünmekteydi. Bu politikanın temellerini hazırlayan kiĢi ise Ġngiltere‘nin 24 yaĢında en genç baĢbakanı olma sıfatına haiz olan Wiliam Pitt‘di. Pitt, avam kamarasında yaptığı bir konuĢmada ġark meselesine iliĢkin görüĢlerini Ģöyle belirtmiĢti: "Ġngiltere için, Osmanlı Ġmparatorluğu'nun ayakta kalması bir 10 ölüm kalım sorunudur. Bunun aksini söyleyen kiĢilerle tartıĢmaya girmem." Pitt‘in oluĢturduğu denge politikası yaklaĢık olarak bir asır sürdü. Rusya'nın önce Karadeniz ve daha sonra Akdeniz'de hâkim olmak istemesini ticaret yolları için büyük bir tehlike olarak 9 Burada Küçük Kaynarca AntlaĢması (1774) için ayrı bir parantez açmakta yarar bulunmaktadır. Her ne kadar bu antlaĢma, Avrupa güç dengeleri açısından çok önemli bir değiĢiklik yaratmamıĢ olsa da ġark Meselesinde önemli bir aĢamayı teĢkil etmektedir. Çünkü gayrimüslim azınlıklar meselesinin bir uluslararası sorun haline gelmesi için Rusya‘ya imkan sağlamıĢtır. Hatırlanacağı üzere; bu antlaĢma ile Rusya, konsolosluk açma ve Osmanlı sınırlarında yaĢayan Ortodoksların hamiliğini üstlenme yetkisini elde etmiĢtir. Dolayısıyla Küçük Kaynarca AntlaĢmasından sonra gayri-müslim azınlıklar konusu ġark meselesi çerçevesinde kullanılan bir araç haline getirilmiĢtir. Ortodoks azınlıkla baĢlayan bu furya, Katoliklerle devam etmiĢ, hatta Osmanlı‘da Protestan nüfusun yeterli olmaması sebebiyle Protestan Ġngiltere tarafından yoğun bir misyonerlik faaliyeti ile Protestan cemaati yaratma çalıĢmaları gerçekleĢtirilmiĢtir. Gayrimüslim azınlıkların Müslümanlarla aynı haklara sahip olması talepleri, bir süre sonra bunların özerkliklerinin, sonrasında da bağımsızlıklarının desteklenmesi ve talep edilmesi Ģeklinde bir politikaya dönüĢmüĢtür. Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan hep bu yönde politikaların birer ürünü olarak karĢımıza çıkmıĢtır. Aynı politikanın bir diğer halkası olan Ermenistan projesi ise KurtuluĢ SavaĢı sayesinde engellenmiĢtir. 10 Ġlter, Erdal, ―Ermeni Meselesi'nin DoğuĢunda ve GeliĢmesinde Ġngiltere'nin Rolü‖, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13545.pdf , s.3, 09.10.2010 11 telakki eden Ġngiltere, Osmanlı Ġmparatorluğu'nun toprak bütünlüğünün korunması 11 yönündeki dıĢ politikasını 93 Harbi'ne kadar devam ettirmiĢtir. Diğer yandan Ģunu da belirtmekte yarar var ki; Mısır‘ın Fransızlarca iĢgali ve sonrasında Ġngiltere-Osmanlı arasında 5 Ocak 1799 tarihinde ittifak antlaĢması imzalanması sonucu Fransız ordularının Ġngiltere‘nin desteğiyle Mısır‘dan çıkartılması, Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun politikalarında da bir dönüm noktası oldu. Fransız ordusunun ancak baĢka bir Batılı güç olan Ġngiliz kuvvetlerinin yardımlarıyla Mısır‘dan çıkartılabilmesi, Osmanlı‘nın bundan böyle, kendi topraklarının güvenliğini tek baĢına sağlayamayacağını iyice anlamasını sağlamıĢ, denge politikasını bütün neticeleriyle kabul etmek zorunda kalmıĢtır. Fakat Ġngiltere ile Osmanlı arasındaki iliĢkilerin çok istikrarlı biçimde bir asır boyunca sürdüğünü ve bu bir asır boyunca Ġngiltere‘nin sürekli Osmanlı lehine politikalar yürüttüğünü söylemek de çok mümkün değildir. Ġngiltere‘nin politikalarının temelinde kendi çıkarları yatmaktaydı ve bu çıkarlar, o dönem için Osmanlı‘nın Avrupa devletlerince ortadan kaldırılarak paylaĢılması ile uyuĢmamaktaydı. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi; böyle bir paylaĢımdan Ġngiltere‘nin rakiplerinden birinin çok daha güçlü çıkması ve Ġngiltere‘nin Akdeniz ve Hindistan‘daki egemenliğini sarsması mümkündü. Fakat diğer yandan, Avrupa‘nın büyük devletlerince Osmanlı‘nın parçalanmasına izin vermemek üzerine kurulu Ġngiliz politikası ve bu politikaları Ģekillendiren çıkarları, Osmanlı‘nın azınlıklar yoluyla daha da zayıflatılmasına ve Osmanlı toprakları üzerinde Ġngilizlere tehdit yaratamayacak bağımsız küçük devletler kurulmasına engel teĢkil etmiyordu. Bunun en somut örneğini Yunan isyanında görmek mümkündür. Yıllarca Ruslar tarafından kıĢkırtılan ve silahlı çeteler biçiminde örgütlenmeleri sağlanan Rumlar, 1821‘de Mora isyanını baĢlattılar. 1815‘de toplanan Viyana Kongresi‘nde alınan kararlar doğrultusunda hareket eden Avrupalı diğer büyük devletler baĢlangıçta isyanı, Fransız Ġhtilali‘nin yaydığı, Avrupa düzenini-istikrarını tehdit eden milliyetçiliğin bir parçası olarak gördüler ve isyana karĢı bir tutum sergilediler. Özellikle Ġngiltere ve Avusturya, isyancıları desteklemenin Fransız Ġhtilali ilkelerini kabul etmek olacağı ve Viyana Kongresi ilkelerine aykırılık teĢkil edeceği yönünde Rusya‘yı uyardılar. Fakat Rusya‘nın politikalarında değiĢiklik olmaması Ġngiltere‘de, Rusya‘nın bölgede dolayısıyla Akdeniz‘de güçlendiği kaygılarını beraberinde getirdi. Osmanlı‘nın güçsüzlüğü ve Yunan isyanının Rusların da katkılarıyla er geç baĢarıya ulaĢacağı öngörüsüyle Ġngiltere, politika değiĢikliğine gitti: Madem Yunanistan kurulacaktı; bunun 11 Afyoncu, Erhan, 1000 Soruda Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınevi, Ġstanbul, 2010, c:5, s:14 12 Ġngiltere‘ye dost ve Rusya‘nın güneye sarkmasına izin vermeyecek biçimde kurgulanması gerekiyordu. Yani Rumların ipleri tek baĢına Ruslara bırakılmamalıydı. Bu amaçla Yunan sorununu iĢbirliği içinde çözmek düĢüncesini çıkarlarına daha uygun bulan Ġngiltere, Rusya ile 4 Nisan 1826 tarihinde St. Petersburg Protokolünü imzaladı. Daha sonra bu geliĢmeyi, Fransa‘nın da iĢbirliğine katılması ve Navarin‘de ittifak donanmasının Osmanlı donanmasını ortadan kaldırması izledi. 1829 yılında Rusya ve Osmanlı arasında imzalanan Edirne AntlaĢması ile Yunanistan‘ın bağımsızlığını Osmanlı kabul etmek zorunda kaldı. Yunanistan‘ın bağımsızlığı ve Osmanlı‘dan kopuĢu, ġark meselesinde de yeni bir dönemin açılıĢını beraberinde getirdi. Ġlk defa dini ve milli motiflerle bir Osmanlı azınlığı isyan ederek bağımsızlığını kazanmıĢ oldu. Bu, diğer gayri Müslim azınlıklarca da Osmanlı‘dan ayrılmak ve bağımsızlık kazanmak yolunda baĢarılı bir yol olarak görüldü. Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ benzer biçimde Avrupalı büyük devletlerin yardım ve kıĢkırtmaları ile isyanlar çıkarıp, ardından yine aynı devletlerin siyasi ve askeri olarak Osmanlı üzerinde baskı uygulamaları sonucu bağımsızlıklarını kazanmıĢlardır. ġark meselesinin bu yeni safhası ve Ģekli tüm Avrupalı güçlerce benimsenmiĢtir. Bu Ģekilde Osmanlı‘nın birden bire ortadan kalkması ve Osmanlı mirasının paylaĢılması sebebiyle aralarında oluĢabilecek kanlı bir rekabetin önüne geçilmiĢ oluyor; diğer yandan da Bizans imparatorunun yardım talebi ile Ġstanbul‘u Müslümanların (yani Selçuklu Türklerinin) istila tehlikesinden kurtarmak amacıyla ilk Haçlı seferini örgütleyen Papa II. Urban‘ın 25 Kasım 1095 günü 12 Clermont Konseyi'nde yaptığı Türklere karĢı savaĢ çağrısı 700 yıl sonra farklı bir biçimde ve daha sürece yayılmıĢ bir yöntemle de olsa tekrar uygulamaya konulmuĢ oluyordu. Böylece Müslüman Türklerin boyunduruğu altında yüzlerce yıl yaĢamak zorunda kalan Hıristiyan milletler, bu boyunduruktan tek tek kurtarılıyordu. Bu yapılırken Rusya, sıcak denizlere inme hedefinden de vazgeçmiĢ değildi. Osmanlı‘yı paylaĢma teklifleri Ġngiltere ve Fransa tarafından kabul görmeyen Rusya, onları karĢısına almadan ve Fransız ihtilaliyle gerçekleĢen değiĢimleri de göz önünde tutarak Panslavizm politikasını uygulamaya koymuĢ ve Ortodoks-Slav dini ve ırki öğelere sahip Balkan milletlerinin Osmanlı‘dan bağımsızlıklarını kazanmaları durumunda kendine bağlı Balkan devletçikleri yoluyla Akdeniz‘e sarkabileceğine dair planlar yapmaktaydı. Ġngiltere ise Rusya‘nın Boğazlara sahip olmasını ve doğrudan Akdeniz‘e inmesini engelleyen mevcut durumun devamını 12 Kaleli, Emrullah, ―Anadolu Selçuklu Devri Türk Haçlı Münasebetleri (1096 –1192)‖, T.C Süleyman Demirel Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2004, S.12,13,14. 13 çıkarlarına uygun görmekteydi. Diğer yandan bağımsızlıklarını kazanmaya çalıĢan gayri Müslim Osmanlı azınlıklarına (yukarıda Yunanistan örneğinden açıklandığı üzere) açıktan veya gizli yardımlarda bulunarak Rusya‘nın panslavist politikalarını etkisiz kılabileceğini ve sıcak denizlere inme yönündeki planlarına set çekebileceğini düĢünmekteydi. Ġngiltere‘nin bu baĢarılı ġark siyasetinde zaman zaman bazı aksaklıklar da olmuyor değildi. Bu aksaklıklar içinde belki de en önemlisi Kavalalı Mehmet Ali PaĢa isyanı (1831-1841) ve ardından Osmanlı ile Rusya arasında imzalanan Hünkar Ġskelesi AntlaĢması‘dır (1833). Bu isyan Osmanlı‘nın kendine bağlı bir valiye dahi güç yetiremeyecek durumda olduğunu ve denge politikaları olmadan varlığını devam ettiremeyeceğini göstermesi bakımdan da önemlidir. Hünkar Ġskelesi AntlaĢması, ilk defa Rusya‘nın sıcak denizlere inmesinin ve Ġngiltere‘ye karĢı önemli somut bir tehlike yaratmasının önünü açmıĢtır. Onlarca yıldır çok sayıda savaĢa rağmen Boğazlara donanmasını sokmayı baĢaramayan Rusya, Mısır PaĢası‘na karĢı Osmanlı Ġmparatorluğu‘nu korumak bahanesiyle Ġstanbul‘a girmeyi baĢarmıĢ oldu. Bu antlaĢmaya göre; Osmanlı Devleti bir saldırıya uğrarsa Rusya, asker ve donanma gönderecek, antlaĢma 8 yıl sürecekti. AntlaĢmanın gizli maddesine göre; Rusya bir saldırıya uğrarsa Osmanlı Devleti, Çanakkale Boğazı'nı yabancı savaĢ gemilerine karĢı kapatacaktı. AntlaĢmanın Ruslara Boğazlar üzerinde önemli bir kontrol sağlaması ve Osmanlı‘yı adeta Rusya‘nın himayesine sokması Fransa ve özellikle de Ġngiltere‘yi çok rahatsız etti. Ġngiltere, bu aĢamadan sonra Mısır valisine karĢı daha açık biçimde Osmanlı‘nın yanında tavır aldı. Çünkü Rusların, Mısır valisinin ordusuna karĢı tekrar Ġstanbul‘a asker göndermesi ve Osmanlı‘yı fiili biçimde müdafaa etmesi Osmanlı‘yı Rusların eline teslim etmek olurdu. Bu sebeple, önce politik olarak Mısır ile Osmanlı arasında çatıĢmanın durdurulmasını sağlamaya çalıĢmıĢ sonraki aĢamada ise Osmanlı‘ya askeri yardımda bulunarak Osmanlı‘yı Mısır valisi tehdidinden kurtarmıĢtır. Böylece Ruslarla Osmanlı arasında imzalanan Hünkar Ġskelesi AntlaĢması‘nın süresi sonunda yenilenmesinin önüne geçerek Rusların Osmanlı üzerinde kurabileceği olası bir hakimiyetin ve Hindistan sömürge yollarına sarkma ihtimalinin önüne geçmiĢtir. Diğer yandan da Osmanlı ile iliĢkilerini iyileĢtirmiĢ ve Balta Limanı Ticaret AntlaĢması‘nı (1838) imzalayarak Osmanlı Devleti üzerindeki ticari menfaatlerini artırmıĢtır. Böylece Ġngiltere, ortadan kalkmasına izin vermediği Osmanlı Ġmparatorluğu üzerinde oluĢturduğu kapitülasyon mekanizmalarıyla mevcut durumdan en üst seviyede yararlanmayı da baĢarmıĢtır. 14 ġark meselesi içinde Hünkar Ġskelesi AntlaĢması ile ortaya çıkan Boğazlar sorunu da yine Ġngiltere‘nin politikaları çerçevesinde 1841‘de imzalanan Londra Boğazlar SözleĢmesi ile Rusya‘nın Akdeniz‘e inmesini engelleyecek Ģekilde çözüldü. Bu sözleĢmeye göre; barıĢ zamanı Boğazlar savaĢ gemilerine kapalı, ticaret gemilerine ise açık kalacaktı. Böylece Ġngiltere, aleyhine geliĢebilecek olan Boğazlar konusunu da ġark meselesinin bir parçası olarak algılamıĢ ve kendi lehine Rusya‘nın aleyhine olacak biçimde ve de Osmanlı‘nın hakimiyet haklarını da sınırlandırarak çözmeyi baĢarmıĢtır. Bu aĢamadan sonra ġark meselesinde kontrolün tamamıyla Ġngiltere‘nin eline geçtiği söylenemese bile, en azından mevcut durumun Ġngiltere‘nin çıkarlarıyla bire bir uyumlu hale geldiği söylenebilir. Üstelik 1838 Balta Limanı Ticaret AntlaĢması ile Osmanlı sınırları dahilinde sahip olduğu ticari hakları daha da geniĢletmiĢtir. Bu sebeple, statükonun devamından yana olan Ġngiliz Hükümeti, Rusların, Osmanlı topraklarını paylaĢmak konusunda yaptığı ısrarlı tekliflere karĢı olumsuz tavır takınmaya devam etti: 1853‘te Çar, Ġngiliz elçisiyle yaptığı görüĢmede Osmanlı Devleti‘nin ‖hasta adam‖ olduğunu, mirasının sessizce paylaĢılması için tedbir almanın yararlı olacağını söyledi ve Ġngiliz elçisi Seymour‘a görüĢlerini Ģu Ģekilde ifade etti: ―Ġngiltere Mısır‘la Girit‘e el koyarken, Rusya da Buğdan, Eflak, Sırbistan ve Bulgaristan‘ı koruması altına alacaktır ve 13 Ġstanbul da serbest bir liman olacaktır.‘‘ Ġngiliz Elçisi ise, ―Ġngiltere‘nin Mısır‘da beklediği Ģey Metropol ile Hindistan arasında bir köprü teĢkil etmesini garantiye almaktır. Çünkü büyük Avrupa güçlerinin çıkarları bu yöndedir!‖ Ģeklinde cevap verdi ve durumu Londra‘ya bildirdi. Esasen Rusya‘nın Çanakkale ve Ġstanbul Boğazları‘nın sahibi olmasına veya Rus savaĢ gemilerinin Boğazlardan serbest geçiĢine izin vermek, Ġngiltere‘nin iĢine gelmezdi. Gerek ticari yönden gerek siyasi yönden, böyle bir olay, Ġngiltere‘nin gücüne öldürücü bir darbe olurdu. Boğazların Rusya‘nın eline geçmesi veya Akdeniz‘e serbestçe geçebileceği bir hal alması Ġngilizlerin tüm politikalarının iflası anlamına gelirdi. Rusya, Ġngiltere‘den beklediği desteği alamayınca tek baĢına harekete geçmeye karar verdi. Bu amaçla 18. yüzyıldan itibaren Fransa ile arasında rekabet konusu haline gelmiĢ olan Kutsal Yerler sorununu 1774 Küçük Kaynarca AntlaĢması‘nın kendine sağladığı imkanları da kullanarak gündeme getirdi. Talepleri Osmanlı tarafından kabul edilmeyince de Eflak ve Boğdan‘ı (Memleketeyn‘i) iĢgal etti. Kısa sürede Fransa, Ġngiltere 13 ġahin, Hasan, ―ġark Meselesi Çerçevesinde Osmanlı-Ġngiliz ĠliĢkilerine Genel Bir BakıĢ‖, A.Ü. Türkiyat AraĢtırmaları Enstitüsü Dergisi, Prof. Dr. Zeki BaĢar Özel Sy.sı, Sy. 29, Erzurum 2006, sy.213-238, s.233 15 ve Sardinya Krallığı‘nın Osmanlı‘nın yanında savaĢa katılmalarıyla, konu bir Avrupa sorununa döndü. Ġngiltere ve Fransa‘nın Osmanlı‘nın yanında yer almalarının temel nedeni, hasta adamın paylaĢımının Rusya tarafından tek baĢına gerçekleĢtirilmesini önlemek ve bu Ģekilde Rusya‘nın güneye sarkarak Avrupa güç dengelerini kendi lehine bozmasını engellemekti. Nitekim savaĢ sonunda Rusya yenildi ve Osmanlı‘nın da içinde yer aldığı ittifak büyük bir zafer kazandı. Fakat savaĢ sonunda imzalanan Paris BarıĢ AntlaĢması‘nda Osmanlı galip devlet statüsünden fazla yararlanamadı: Karadeniz‘de sadece Rusların değil Osmanlı‘nın da askeri güç bulundurması engellendi, Eflak ve Boğdan‘a özerklik tanındı, Sırbistan‘a daha önce tanınmıĢ olan özerklik Avrupa devletlerin güvencesine alındı ve Osmanlı‘nın bu devletlerden izin almaksızın Sırp topraklarına askeri müdahalede bulunamayacağı hüküm altına alındı. 1841 tarihli Londra Boğazlar SözleĢmesi‘nin hükümlerinin devam etmesine karar verilerek Boğazlar üzerindeki Osmanlı hakimiyeti bir kez daha sınırlandırıldı. Belki bütün bunlardan daha kötüsü, Osmanlı‘ya gayri Müslim azınlıklar lehine bir ıslahat yapması yönünde baskı uygulandı ve bu baskı sonucu ilan edilen Islahat Fermanı‘na Paris BarıĢ AntlaĢması‘nda yer verildi. Bu durum, Avrupa devletlerine fermanın uygulanmasını bahane ederek Osmanlı‘nın içiĢlerine karıĢma imkanını verdi (antlaĢmada fermanın Osmanlı‘nın içiĢlerine karıĢma yetkisi vermeyeceği açıkça belirtilmiĢ olmasına karĢın uygulamada bu hüküm kağıt üzerinde kaldı). Bunun sonucu olarak baĢta Ġngiltere olmak üzere Avrupalı devletler, gayri Müslim azınlıklar konusunu kendi çıkarları için kullanmayı arttırarak sürdürdüler. Avrupa‘daki azınlıklardan sonra gözlerini Asya‘daki gayri Müslim azınlıklara ve son aĢamada da Müslüman Arap ve Kürt toplumlarına diktiler. Böylece azınlık olarak tanımladıkları topluluklara müdahaleyi ġark meselesinde aktif bir araç haline getirdiler (bu araç sayesinde böl-parçala-yönet politikalarını uygulamak kendileri açısından oldukça kolay hale geldi). Osmanlı devlet adamları, Paris BarıĢ AntlaĢması‘nı taĢıdığı tüm bu olumsuz Ģartlara rağmen büyük bir zafer olarak algıladı. Bunun sebebi antlaĢmanın Osmanlı‘yı bir Avrupa Devleti olarak tanımlayan ve toprak bütünlüğünü de diğer Avrupa devletlerinin güvencesine alan maddesiydi. BaĢlangıçta Osmanlı devlet adamlarınca Paris BarıĢ AntlaĢması‘nın Osmanlı‘yı bir Avrupa devleti sayan (dolayısıyla Avrupa Devletler hukukundan yararlanmasını sağlayacak olan) ve toprak bütünlüğüyle bağımsızlığını Avrupalı diğer devletlerin garantisi altına alan maddesi, Osmanlı‘nın bekası için çok önemli bir kazanım olarak düĢünülmüĢse de sadece birkaç yıl sonra Cidde olayları (1858) ve Lübnan bunalımı 16 14 (1860) durumun hiç de böyle olmadığını gösterdi. Böylece, Osmanlı‘nın bir Avrupa devleti olarak kabul edilerek Avrupa devletler hukukundan yararlandırılması güzel bir 15 rüyadan ibaret kaldı. Fransızların Mısır‘ı iĢgal ettiği 1798‘den 1882‘ye kadarki sürede ġark meselesinde Ġngilizlerin Ruslarla beraber temel belirleyici ülke olduğunu ve bu dönemde Rusların izlediği Osmanlı‘yı bir an önce ortadan kaldırıp Akdeniz‘e inme politikalarını Ġngilizlerin önlediğini söylemek gerekir. Dr. Hasan ġahin de ġark meselesi çerçevesinde irdelediği Osmanlı-Ġngiliz iliĢkileri hakkında ki makalesinde benzer bir yargıya vararak Ġngiltere‘nin, bu dönemde Doğu sorununu ilgilendiren meselelerde son derece aktif politikalar uygulayarak olayları kendi ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda halletmeye 16 çalıĢtığını ve bunda da baĢarılı olduğunu belirtmektedir. 3.2. PaylaĢım Dönemi 1856‘dan sonra Rusya ve ingiltere‘nin ġark meselesi politikalarında bazı önemli değiĢiklikler meydana gelmiĢtir. Rusya, savaĢ ve toprak kazanımı yoluyla Akdeniz‘e inme çabalarının baĢta Ġngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletlerince engellendiğini görerek 17 panslavist politikalara ağırlık vermeye baĢlamıĢtır. Diğer yandan da Kırım SavaĢı‘nın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak için uygun savaĢ fırsatlarını kollamaktan da geri kalmamıĢtır. Bu fırsat 1870‘de Fransız ordularının Metz‘de Prusya ordularına kesin bir 18 biçimde yenilmesi ve sonrasın da Alman birliğinin kurulması ile ortaya çıkmıĢtır. Bu tarihten sonra Avrupa güç dengeleri temelden sarsıldı. Bu durum ġark meselesini de doğrudan etkiledi. Ġngiltere, güçlenen Alman tehlikesi ve Almanya‘nın Osmanlı ile iliĢkilerini her geçen gün daha da iyileĢtirmesi nedeniyle büyük endiĢeye kapıldı. Avrupa‘da Alman birliğine karĢı bir Slav birliği düĢüncesi daha da kuvvetlendi ve bütün bu geliĢmeler Balkanlar‘ı patlamaya hazır bir bomba haline getirdi. Hersek‘te baĢlayan ayaklanma sonrası Ruslar, Slavları harekete geçirdi ve Karadağ ile Sırbistan Osmanlı‘ya saldırdılar. Daha sonrasında Ġngiltere ve Fransa‘nın çabalarıyla toplanan Tershane 14 Cidde olayları ve Lübnan Bunalımı konularında ayrıntıya ulaĢmak ve Osmanlı‘nın Avrupa Devletler Hukuku‘ndan nasıl mahrum edildiğini görmek için bkz. Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih 1789- 2010, Der Yayınları, Ġstanbul, 2010, s.240 15 Gencer, Ali Ġhsan, ―Kırım SavaĢı ve Paris AntlaĢması‖, http://www.bilimtarihi.org/pdfs/KIRIM.pdf , s.1,2,3, 02.10. 2010. 16 ġahin, agm., s.219 17 Aydın, Mithat, ―19. Yüzyıl Ortalarında Panslavizm ve Rusya‖, ss.7-19, Http://Pauegitimdergi.Pau.Edu.Tr/Makaleler/1361249905_7-19.Pdf, 10 Eylül 2010. 18 Afyoncu, age., s:27 17 Konferansı‘ndan sonuç alınamayınca, Rusya, Kırım SavaĢı‘nın sonuçlarını silmek için aradığı fırsatı yakalamıĢ oldu. Rusya, Karadeniz‘de donanma bulundurulmaması yönündeki Paris AntlaĢması‘nın hükmünü artık kabul etmeyeceğini bildirip Balkanlar‘daki Slav ve Ortodoksları savunma bahanesiyle Osmanlı‘ya savaĢ ilan etti. Tarihte ―93 Harbi‖ olarak adlandırılan bu savaĢ sonucunda Osmanlı çok ağır bir yenilgiye uğradı ve Ayastefanos AntlaĢması‘nı imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaĢma ile Rusya, çok önemli kazanımlar elde edip hem Balkanlar hem de Doğu Anadolu üzerinden Akdeniz‘e sarkma imkanı elde edince Ġngiltere, yanına Fransa‘yı ve Almanya‘yı da alarak çıkarları aleyhindeki geliĢmeleri engellemek amacıyla bir kez daha ġark meselesine müdahil oldu (tıpkı Fransa‘nın Mısır‘ı iĢgali ve Kavalalı Mehmet Ali PaĢa isyanlarında olduğu gibi). Rus etkisinin Doğu Anadolu‘da arttığını gören Ġngiltere, Ayastefanos AntlaĢması‘nın Osmanlı-Rus devletleri arasında değil, vaktiyle Paris Konferansı‘nda bulunmuĢ devletlerarasında tartıĢılması gerektiğini ileri sürdü. ―Lord Beaconsfield, Avam kamarasında altı milyonluk bir ödenek alarak Ġngiliz donanmasını Boğaza, Hindistan ordusundan bir kuvveti de Malta‘ya gönderdi. Ġngiltere‘nin bu tutum ve davranıĢlarından dolayı Rusya ile aralarında savaĢ kaçınılmaz oldu. Rusya, Avusturya‘nın dostluğundan veya tarafsızlığından emin olamadığından Ġngiltere‘nin isteklerine boyun eğerek, Ayastefanos AntlaĢmasının Berlin Konferansında görüĢülmesine rıza göstermek zorunda 19 kaldı.‖ Bu konferans, Alman BaĢvekili Bismarc‘ın da açıkça ifade ettiği gibi; ―Osmanlı Devleti için değil, sırf Avrupa devletlerinin çıkarlarına dokunur maddeleri ihtiva eden 20 Ayastefanos AntlaĢmasını değiĢtirmek için toplandı.‘‘ Berlin‘de diğer Avrupa devletlerinin de katılımıyla yeni bir barıĢ antlaĢması imzalandı (AntlaĢmanın tarafları Osmanlı, Rusya, Ġngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve Ġtalya‘ydı) . Ayastefanos AntlaĢması‘nın baĢta Ġngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletlerince kabul edilmemesinin nedeni Bismarck‘ın da itiraf ettiği üzere; Osmanlı ile ilgili değildi. Onlar için temel sorun, Rusya‘nın bu antlaĢma ile özellikle Balkanlar‘da çok güçlü hale gelmiĢ olması ve kurulması öngörülen büyük Bulgaristan ile Akdeniz‘e inme imkanı yakalamıĢ olmasıdır. Bu antlaĢma yerine akdedilen Berlin AntlaĢması da Ayastefanos AntlaĢması kadar olmasa da Osmanlı için yine ağır Ģartlar taĢımaktaydı: Osmanlı Devleti, bu antlaĢma ile kendisine tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi baĢlarına birer 19 Davut, XIX. ―Asırda Ġngiltere‘nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı Ermenilerine Yansıması‖, Türk Dünyası AraĢtırmaları Sy.:117, Aralık, 1998, ss. 89-97, s.93 20 Davut, agm., s.93 18 prenslik olmalarını kabul etmiĢtir. Doğu Rumeli vilayeti kurulmuĢ ve Osmanlı Devleti'ne bağlı ancak çeĢitli imtiyazlara sahip bir konuma getirilmiĢtir. Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet haline gelmiĢtir. Ayrıca NiĢ Sancağı Sırbistan'a, Teselya Yunanistan'a, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan Rusya'ya, Dobruca Romanya'ya bırakılmıĢ ve Makedonya‘da ıslahatler yapılması karara bağlanmıĢtır. AntlaĢmanın ileriki yıllar için en tehlikeli maddesi ise Doğu Anadolu‘da Ermeniler lehine ıslahatlar yapılmasına iliĢkin olanıydı. Böylece Balkanlar‘da Osmanlı‘ya karĢı uygulanan böl-parçala-yönet politikası Anadolu‘ya da sirayet ettirilmiĢ oluyordu. Böylece, Paris AntlaĢması‘nın üzerinden yarım asır bile geçmeden Osmanlı‘nın toprak bütünlüğünün gerektiğinde kendilerince korunacağını antlaĢmayla akdetmiĢ olan Fransa, Ġngiltere ve Avusturya, ġark meselesine dolayısıyla Osmanlı‘ya sadece kendi çıkarları açısından baktıklarını bir kez daha göstermiĢlerdir. Paris AntlaĢması‘nın Osmanlı‘nın toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti altına aldığı konusunda Cidde ve Lübnan olayları ile kuĢku içine giren Osmanlı bürokrasisi, 93 Harbi ve sonrasında imzalanan Berlin AntlaĢması sayesinde acı gerçekle yüz yüze gelmiĢtir. ġark meselesinde 93 Harbi‘ni bir dönüm noktası olarak kabul etmek gerekir. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz geliĢmelerin yanında çok önemli bir değiĢikliğe de zemin hazırlamıĢtır: Ġngiltere, 93 Harbi sonrasında ġark politikasını köklü bir biçimde değiĢtirerek Osmanlı‘nın dağılmasını engellemek yerine, tam tersi bir politikayla Osmanlı topraklarını kendisi bizzat parçalayarak ele geçirmeye baĢlamıĢtır. Aslına bakılırsa 93 Harbi ve sonrasındaki Ayastefanos-Berlin antlaĢmaları sürecinden en karlı çıkan ülkelerin baĢında yine Ġngiltere gelmektedir. Bu süreçte siyasi baskılarla Kıbrıs‘ı geçici olmak kaydı ile Osmanlı‘dan almıĢ, diğer yandan da Rusya‘nın Balkanlarda etkisini kırarak Balkanlar yoluyla Akdeniz‘e sarkmasını engellemiĢtir. Böylece Hindistan‘a giden deniz ve kara yollarının güvenliğini korumaya yönelik geleneksel politikasında bir kez daha baĢarılı olmuĢtur. Üstelik tüm bunları tek bir kurĢun dahi sıkmadan tamamen diplomasi yoluyla yapmıĢtır. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, 93 Harbi ve Berlin AntlaĢması sonrası dönem, Ġngiltere‘nin ġark politikalarında radikal bir değiĢimi de beraberinde getirmiĢtir. Bu tarihten itibaren artık Ġngiltere, Osmanlı‘nın yıkılmasını engellemek ve onu yaĢatarak Hindistan‘a giden yolların güçlü bir devlet tarafından ele geçirilmesi tehdidine karĢı güçsüz Osmanlı devletini yeğleme politikasından vazgeçmiĢtir. Bunun çeĢitli sebepleri vardır: Birincisi yukarıda da belirttiğimiz üzere 1870‘de Alman birliğinin kurulması Avrupa‘da güç dengelerini yerle bir etmiĢtir. Osmanlı 19 açısından konuya bakıldığında artık Ġngiltere‘nin yanında Almanya da denge politikasında uzlaĢılabilecek önemli ve güçlü bir devlet görünümündedir. Yani artık Ġngiltere, Osmanlı için alternatifsiz değildir. Nitekim Abdülhamit‘in Ġngilizlere yönelik soğuk bakıĢı ve Almanya‘ya karĢı sıcak politikaları da bu durumun somut bir göstergesidir. Almanlara Bağdat demiryolu imtiyazının verilmesi buna karĢın Ġngilizlerin Musul‘da petrol kuyuları açmalarının önüne geçilmesi de Osmanlı‘nın bu yeni politik yaklaĢımının sonucudur. Ġkincisi, Fransa‘nın SüveyĢ Kanalını açma giriĢimlerine Ġngilizler, tüm karĢı koyuĢlarına rağmen engel olamamıĢlar ve 1869 yılında Fransızlar tarafından açılan SüveyĢ Kanalı nedeniyle Ġngiltere‘nin Akdeniz‘deki ticari ve stratejik çıkarları tehdit altına girmiĢtir. Çünkü artık Hindistan‘a giden en kısa deniz yolu SüveyĢ Kanalı‘dır ve bu kanal da Ġngilizlerin en önemli rakibi Fransızların kontrolü altına girmiĢtir. Bu durum, barıĢ zamanında Ġngiliz ticari gemileri üzerinde Fransızların hakimiyeti anlamına gelirken; savaĢ zamanında da Hindistan sömürgesinin Fransızlar tarafından kolayca tehdit edilebilmesi anlamına gelmekteydi. Üçüncü nedense; 93 Harbinde Rus ordusunun Ġstanbul önlerine kadar ilerlemiĢ olması ve Rusların Slav-Balkan milletleri üzerinde gün geçtikçe etkisini arttırması Ġngiltere‘de artık Rusya‘nın Osmanlı‘yı tek baĢına parçalayabileceği ve Osmanlı‘nın toprakları üzerinde tek baĢına söz sahibi olabileceği düĢüncesini oluĢturdu. Dolayısıyla Osmanlı‘yı parçalanmaktan ve yok olmaktan kurtarmak artık daha da güç olduğuna göre Osmanlı‘nın tarih sahnesinde silinmesi konusunda baĢrolü oynayarak bu imparatorluğun topraklarının paylaĢılması konusunda hakimiyeti eline almalı ve kendi çıkarlarına uygun biçimde bu yok oluĢu tezgahlamalıydı. Ġngilizleri politika değiĢikliğine iten bir diğer önemli sebep de Osmanlı Hükümeti‘nin 6 Ekim 1875 tarihinde iç ve dıĢ borçlarını karĢılayamayacağını ilan etmesindir. Osmanlı‘nın bu açıklaması Avrupa‘da büyük bir tepki ile karĢılanmıĢ; Ġngiliz ve Fransız ekonomik ve mali çevreleri tamamen Osmanlı‘nın aleyhine dönmüĢtür. BeĢinci neden ise radikal bir Türk düĢmanı olan Gladstone‘un Liberal partisinin Ġngiltere‘de iktidara gelmesidir. W.E. Gladstone‘un 1876 yılındaki bir konuĢmasında söylediği Ģu sözler O‘nun Türk düĢmanlığının boyutlarını ve bunun ġark politikası üzerindeki etkilerini göstermektedir: ―Türkler kötülüklerini ancak bir Ģekilde silebilirler; o da kendiliklerinden bu topraklardan gitmekle mümkün olacaktır. Umarım, zaptiyeleri ve müdürleri, binbaĢı ve yüzbaĢıları, kaymakam ve paĢaları eĢyalarını 21 toplayıp kirlettikleri bölgelerden uzaklaĢırlar.‖ Bu beĢ nedene ek olarak özellikle Bulgar 21 Yavuz, agm., s.92 20 isyanı sırasında Türklerin masum Hıristiyanları katlettikleri yönünde Avrupa‘da oluĢturulan Osmanlı aleyhtarı kamuoyunun da etkisini belirtmek gerekir. Bütün bu geliĢmeler sonucunda, Ġngilizlerin ġark siyasetinde köklü bir değiĢim olmuĢ ve baĢbakan Pitt tarafından Ģekillendirilen Osmanlı‘nın mutlaka yaĢatılması gerektiği yönündeki politikalar, Berlin AntlaĢması ile beraber terk edilmiĢtir. Yeni dönemde Ġngiliz politikaları, kendisi için stratejik öneme sahip olan Osmanlı topraklarını bizzat Britanya Ġmparatorluğu‘nun bir parçası haline getirme veya bu topraklar üzerinde kendi sözünden dıĢarı çıkamayacak küçük uydu devletçikler yaratma Ģeklindedir. Kıbrıs‘ın Osmanlı‘dan siyasi Ģantajlarla alınıĢı ve ardından da 1882‘de Mısır‘ın iĢgali bu politik değiĢikliğin somut ve yadsınamaz göstergeleri olmuĢtur. Bu yeni dönemde Ġngiltere‘nin temel politikası ―Hasta Adam‖ konumunda yüzyıldan fazla zamandır can çekiĢen Osmanlı‘yı kendi elleriyle ortadan kaldırmak ve ortaya çıkacak mirası da yine kendi elleriyle Avrupa‘nın büyük güçleri arasında, tabi ki aslan payını kendine almak kaydıyla, taksim etmektir. Taksim sırasında Ġngilizler için en önemli unsur, Osmanlı sonrası ortaya çıkacak dünya haritasının kendi çıkarlarına aykırı olmayacak Ģekilde çizilmesidir. Bu amaçla da 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren dıĢ politikalarına yön veren temel düstura da uygun bir miras taksimi hedeflemiĢlerdir. Bu temel düstur, hatırlanacağı üzere; Hindistan sömürgesinin ve buraya uzanan kara ve deniz yollarının güvenliğinin sağlanmasıydı. Bu amaçla, 100 yıldan fazla Osmanlı‘yı Rusya‘ya, Avusturya‘ya ve zaman zaman da Fransa‘ya karĢı ayakta tutan Ġngiltere, artık aynı hedefe ulaĢmak için Osmanlı‘yı çeĢitli yollarla parçalamaya karar vermiĢti. Parçalama ve taksimdeki temel stratejisi ise Doğu Akdeniz‘deki Hindistan yolu üzerindeki önemli stratejik noktaların ele geçirilmesiydi. Bu amaçla önemli deniz üslerinden Kıbrıs‘ı ve ardından Mısır‘ı ele geçiren Ġngiltere, sonraki aĢamada da Osmanlı toprakları üzerinde Rusya‘nın ve diğer Avrupa güçlerinin Hindistan‘a sarkmasını engelleyecek uydu devletçikler yaratma yoluna yöneldi. Bu amaçla Ermeniler, Araplar ve Kürtler üzerinden ―böl, parçala ve yönet!‖ olarak adlandırabileceğimiz basit ama çok sistemli ve sonuçları bakımından çok etkili politikalar yürütmeye baĢlamıĢtır. Kendine bağlı ve bağımlı Ermenistan ve Kürdistan Devletleri yoluyla Rusların Doğu Anadolu üzerinden güneye sarkmalarının önüne geçmiĢ olacaktı. Diğer yandan Arabistan yarımadasındaki zengin petrol yataklarına sahip kendine dost bir Arap krallığı yaratması durumunda sanayisi ve deniz filoları için ihtiyaç duyduğu petrolü de garantiye alacağı gibi aynı zamanda da Hindistan‘a giden yolları Ortadoğu‘da da güvence altına almıĢ olacaktı. 21 Ġngiltere, bir taraftan Ortadoğu‘da Türk hakimiyetine karĢı Arap ve Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye çalıĢırken; diğer taraftan da 1899 yılında Kuveyt, 1904 yılında Umman ve 1914 yılında da Bahreyn ile anlaĢmalar imzalayarak, bu emirliklerin dıĢ 22 iliĢkiler yükümlülüğünü üstlenmiĢtir. Böylelikle Basra Körfezi ve çevresindeki nüfuzunu güçlendirerek Hindistan‘a giden yollar üzerinde stratejik noktalardan birinde daha fiili hakimiyeti sağlamıĢtır. Ġngiltere‘nin Osmanlı üzerinde uyguladığı ―böl-parçala-yönet‖ siyasetinin temel taĢlarını oluĢtururken ne kadar sistemli bir çalıĢma yürüttüğünün bir göstergesi de 1885 yılında Ġngiliz siyaset bilimi uzmanı Harrison Andsons‘a, Osmanlı 23 Devleti ve etnik yapısı hakkında bir rapor hazırlatılmıĢ olmasıdır. Burada Ģunu hemen tekrar hatırlatmak gerekir ki; Ġngiltere, ġark meselesinin ortaya çıkmasını ve geliĢimini sağlayan en önemli aktördür ancak tek değildir. Örneğin Rusya, gerek Slavların ve Ortodoksların gerekse de Kürtlerin ve Ermenilerin bu oyunda birer piyon olarak kullanılmasında aktif rol izlemiĢtir. Diğer yandan Fransızlar, Ġmparatorluk sınırlarında yaĢayan Katoliklerin, Ermenilerin ve Arapların kıĢkırtılmaları konusunda göz ardı edilemeyecek çalıĢmalara imza atmıĢtır. Hatta Fransızlar ve Ġngilizler, Ermenileri kendi amaçları için kullanabilmek adına Ermeni toplumunun bireylerini kendi mezheplerine dahil edebilmek için adeta Anadolu‘da misyonerlik yarıĢına girmiĢlerdir. Ġngilizler, Osmanlı topraklarında sıfırdan yarattıkları Protestan mezhebi için 1842‘de ilk Protestan kilisesi iznini Osmanlı‘dan baskılarla almıĢ ve 1850‘de de Protestan cemaatinin Osmanlı 24 tarafından resmen müstakil bir millet olarak tanınmasını sağlamıĢtır. Bunu yaparken kendileri gibi Protestan olan Almanya ve ABD‘nin desteğini almayı da ihmal etmemiĢtir: ―Bu yapılan çalıĢmalar ilk anda dinî nitelikli gibi görülmekle birlikte, gerçekte durum; Ġngiltere‘nin, Osmanlı topraklarındaki siyasi, ekonomik menfaatlerini, Hindistan yolunu (Ortadoğu‘yu), Fransa ve Rusya‘ya karıĢı korumada, Osmanlı ülkesinde kullanabileceği 25 Protestan cemaati oluĢturma gayretinden kaynaklanmaktaydı.‖ Görüldüğü üzere; Avrupalı devletler, kendi çıkarları için Osmanlı‘nın kendi içinde barındırdığı etnik, dinsel ve mezhepsel ayrımları kullanmanın yanı sıra; kendi çıkarlarını maksimize edebilmek için 22 Sarıkoyuncu Değerli, Esra, ―Ġngiltere‘nin Doğu (ġark) Politikası (1882-1914)‖, Akademik BakıĢ Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E‐Dergisi, Sy.: 14, 2008, Ġktisat Ve GiriĢimcilik Üniversitesi – ―Türk Dünyası‖ Kırgız-Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat – Kırgızistan, Http://Www.Akademikbakis.Org/14/Ġngiltere.Pdf , s.11, 20.11.2010. 23 Sarıkoyuncu Değerli, agm., s.11 24 Turan, Ömer, ―Avrasya Coğrafyasında Misyonerlik Faaliyetleri‖, http://www.turksam.org/tr/yazdir238.html, 20.11.2010 25 Davut, agm., s.91 22 Osmanlı Ġmparatorluğu içinde mevcutlarının yanına yenilerini de eklemekten kaçınmamıĢlardır. Bunun bir kanıtı da bu ülkelerin Yahudi politikalarında görülmektedir. Osmanlı‘nın bölgedeki hakimiyetini zayıflatmak ve Arapların gözünde değer yitirmesini sağlamak amacıyla Yahudileri Filistin‘e göçe teĢvik etmiĢlerdir. 15 Eylül 1857 tarihinde Filistin‘deki Ġngiliz Konsolosunun Londra‘ya gönderdiği bir raporda Yahudilerin Filistin‘e göçlerinin neden desteklenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Raporda; Yahudilerin bölgeye yerleĢmek için fırsat kolladıkları ve bölge üzerinde tarihsel ve dini hak iddialarına sahip olduklarının altı çizilmektedir. Bu amaçla, Yahudilerin Filistin‘e göçünün ve bu bölgede yerleĢerek tarımsal-ticari faaliyetlerde bulunmalarının Ġngiliz hükümetince teĢvik edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece, Filistin ve Kudüs‘teki Türk otoritesine çok zarar verilebileceği vurgulanmaktadır. Ayrıca Konsolos Clarendon raporunda; Rusların toprak satın alma yoluyla sessizce bölgeye sızdıklarını, Rus yerleĢme ve toprak satın alma 26 faaliyetlerinin dikkatle takip edilmesi gerekliliği üzerinde de durmuĢtur. Rapordaki Ruslara iliĢkin ifadeler, Osmanlı‘nın her karıĢ toprağında nasıl bir satranç oyunu oynandığının göstergesidir. Bu satranç oyununda oyunun kurallarını ve dengelerini değiĢtirerek oyuncuların ortak çıkarlar etrafında uzlaĢısını sağlayan en önemli etken ise Almanya‘nın dünya sahnesine yeni bir güç olarak ortaya çıkması olmuĢtur. Prusya Kralı I. Vilhelm‘in, Alman Prensliklerini Prusya'ya bağlayarak Alman birliğini kurması ve Bismark‘ın akılcı politikaları ile Almanya‘nın hızla ekonomik ve siyasi gücünü arttırması Fransa, Ġngiltere ve Rusya‘yı birbirine yaklaĢmaya zorlamıĢtır. Birliğini oluĢturan Almanya, Güneydoğu Avrupa‘da Rusların panslavist ve yayılmacı politikalarına karĢı Avusturya‘yı desteklerken bir yandan da Anadolu‘da, Afrika‘da ve Asya‘da sömürgecilik faaliyetlerini geniĢletmiĢti. Almanya‘nın sanayileĢmesini hızla gerçekleĢtirmesi ve geliĢen ekonomisiyle dünya pazarlarını ele geçirmeye baĢlaması, Ġngiltere ve Fransa‘nın yeni sömürge hayallerine ket vurduğu gibi mevcut sömürgelerinin de tehlikeye girmesine sebep oldu. Askeri yönden de hızlı biçimde güçlenen ve Avrupa‘nın en güçlü ordularından birine sahip olan Almanya, artık Ġngiltere, Fransa ve Rusya için ortak bir endiĢe nedeniydi. Alsace-Lorraine‘de Fransızların yaĢadığı bozgun Alman tehlikesinin boyutlarını gözler önüne sermiĢti. Bütün bunların sonucunda Ġngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarındaki çıkar çatıĢmalarını bir kenara koyarak yükselen Alman tehlikesine karĢı bir araya 26 Sarıkoyuncu Değerli, agm., s.14 23 27 gelmiĢlerdir. Bu bir araya geliĢ, ġark meselesinin sonlandırılması yani Osmanlı‘nın tarih sayfalarına gömülebilmesi için Ġngiltere, Rusya ve Fransa‘nın kendi aralarında uzlaĢması için de gerekli alt yapıyı hazırlamıĢtır. Osmanlı Devleti üzerinde en çok yayılmacı emeller besleyen bu üç büyük devlet, I. Dünya SavaĢı'ndan önce nihai Ģekli 1907‘de Reval‘de verilen Üçlü Ġtilafı teĢkil etmiĢlerdir. Diğer cephe ise daha da erken tarihlerde ĢekillenmiĢtir: 1879'da Almanya ile Viyana Hükümeti arasında yapılan ilk anlaĢmayı, 20 Mayıs 1882'de Ġtalya'nın katılımını sağlayan ikinci anlaĢma izlemiĢ ve böylece ittifak bloğu tesis edilmiĢtir. Fakat Ġtalya, I. Dünya SavaĢı‘nın baĢında taraf değiĢtirerek Ġtilaf Devletleri‘ne katılmıĢtır. Ġtilaf Devletleri‘ni bir araya getiren en önemli neden Almanya korkusu olmakla beraber en az bunun kadar önemli ikinci bir neden de Osmanlı Ġmparatorluğu‘nu ortadan kaldırarak Osmanlı coğrafyasına emperyalist politikalarına uygun bir Ģekil vermek arzusuydu. Nitekim I. Dünya SavaĢı baĢlar baĢlamaz aralarında yaptıkları gizli anlaĢmalar ile Osmanlı mirasını nasıl paylaĢacaklarına yönelik planlar yapmaya baĢlamıĢlardır. Osmanlı Devleti‘nin topraklarının Ġtilaf Devletleri‘nce paylaĢılmasını öngören önemli antlaĢmalar Ģunlardır: a) Ġstanbul AntlaĢması: 1915'te Ġngiltere, Fransa ve Rusya tarafından notalaĢmalar suretiyle oluĢturulan bu antlaĢma, Rusya‘nın talebiyle gerçekleĢtirilmiĢtir. Ġngiltere ve Fransa‘nın Çanakkale Boğazı‘nı geçerek Osmanlı baĢkenti Ġstanbul‘u dolayısıyla Boğazları ele geçirme ihtimali, Ruslarda Boğazlar üzerindeki hayallerinin bir kez daha hüsrana uğrayacağı korkusunu yarattı. Bunun üzerine Rusya, Ġngiltere ve Fransa tarafından Boğazların ele geçirilmesi veya Bizans‘ın yeniden diriltilmesi için Yunanlılara verilmesi tehlikesine karĢı müttefikleri nezdinde diplomatik giriĢimde bulunarak savaĢ sonrası Boğazların kendinde kalması için anlaĢma yapılması talebinde bulundu. Uzun görüĢmeler ve tartıĢmalar sonucunda Rusya‘nın Boğazlar üzerindeki istekleri Ġngiltere ve Fransa tarafından kabul edildi. Ġngiltere ve Fransa yapmıĢ oldukları Ġstanbul AntlaĢması‘yla Boğazlar ve çevresini Rusya‘ya bıraktılar ve böylece Rusların kaygılarını giderdiler. b) Londra AntlaĢması: 1915'te Ġngiltere, Fransa, Rusya ve Ġtalya'nın iĢtirakiyle Londra'da imzalanan bu antlaĢma, Ġtalya‘nın Ġtilaf Devletleri saflarında savaĢa katılması için gerçekleĢtirilmiĢtir. Ġtalya ile Ġtilaf Devletleri arasında imzalanan bu antlaĢmayla, daha önce Ġtalya‘nın (18 Ekim 1912 tarihli UĢi AntlaĢması sonucu) elde etmiĢ olduğu On iki 27 Turan, Mustafa, ―Birinci Dünya SavaĢı‘na Giden Yolda Osmanlı Devleti‘nin Tasfiyesi‖, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, http://www.gefad.gazi.edu.tr/window/dosyapdf/2009/5/59.pdf, 15.10.2010. 24 Ada üzerindeki egemenlik hakkı Ġtilaf Devletlerince tanınmıĢ ayrıca Antalya ve çevresinin Ġtalya‘ya bırakılması karara bağlanmıĢtır. c) Mc Mahon Mutabakatı (Temmuz 1915- Mart 1916): I. Dünya SavaĢı sırasında, 1916 yılında Ġngiliz kıĢkırtmaları sonucunda Osmanlı‘ya karĢı bir Arap ayaklanması gerçekleĢmiĢti. Bu ayaklanma sonrası Mısır Genel Valisi Mc Mahon'la Mekke Emiri Hüseyin arasında yapılan görüĢmeler sonunda mutabakata ulaĢılmıĢtır. Osmanlı‘ya karĢı ayaklanan Araplar‘ın Ġngilizler‘den talebi Ġran‘dan Akdeniz‘e kadar uzanan bölgede Arap bağımsızlığının tanınması ve desteklenmesi idi. Ġngiltere ise Mersin, Ġskenderun ve Suriye‘nin Fransa‘nın payına düĢen parçalar olduğu düĢüncesiyle bu bölgenin dıĢında Arap 28 isteklerini desteklemeye ve bağımsızlığını tanımayı kabul etmiĢtir. d) Sykes-Picot AntlaĢması: 1916'da Ġngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan ve 1915'te Londra'da baĢlayarak 1916'da Petrograd'ta tamamlanan bir dizi görüĢme sonunda imzalanan Sykes-Picot AntlaĢması ile Fransa‘nın ve Ġngiltere‘nin Osmanlı Ġmparatorluğu mirasından payına düĢecek alanlar belirlenmiĢtir. Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere Ġstanbul AntlaĢması ile Rusya‘ya tarihi ihtirası Boğazlar, Londra AntlaĢması ile de Ġtalya‘ya Antalya ve çevresinin verilmesi karara bağlanmıĢtı. Bu aĢamadan sonra Ġngiltere ve Fransa arasında diğer bölgeleri paylaĢmak üzere ikili görüĢmeler baĢladı. Fransa, Rusya‘nın Boğazlara yerleĢmesine karĢılık Suriye ve Çukurova bölgesine yerleĢmek istiyordu. Ġngiltere ise kendi koruyuculuğu altında kurulacak olan Arap Krallığının bağımsızlığını kabul ediyordu. Ġngiltere ve Fransa Osmanlı topraklarını paylaĢmak amacıyla 21 Ekim 1915‘de bir araya geldiler ve görüĢmelerin sonucunda 3 Ocak 1916‘da kendi aralarında paylaĢım konusunu hallederek bir antlaĢma taslağı hazırladılar. Taslağın antlaĢma haline gelebilmesi için Rusya tarafından da kabulü gerekmekteydi. Bu nedenle Mart 1916‘da Rusya‘ya taslak bildirildi. Rusya da Kuzeydoğu Anadolu‘daki toprakların kendisine bırakılması kaydı ile Ġngiltere ve Fransa‘nın yaptığı antlaĢmayı kabul edebileceğini belirtti. Böylece 16 Mart 1916 tarihinde Sykes-Picot AntlaĢması kesin Ģeklini alarak, Ġngiltere ve Fransa arasında imzalandı. AntlaĢmaya göre; ― 1) Adana, Antakya bölgesi, Suriye kıyıları ve Lübnan Fransa‘ya; Musul hariç Irak Ġngiltere‘ye bırakılıyordu. Fransa ve Ġngiltere kendilerine bırakılan bu bölgelerde istedikleri türde yönetimler kurabilecekti. 2) Suriye‘nin diğer bölgeleri ile Musul ve Ürdün‘ü kapsayan Büyük Arap Krallığı kurulacak ancak bu Fransız ve Ġngiliz 28 Akçam, Taner, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, Ġmge Kitabevi Yayıncılık, Ankara, 1999, s.332 25 koruyuculuğu altında bulunacaktı. 3)Filistin‘e Rusya ve diğer müttefikler ile ġerif Hüseyin 29 tarafından kararlaĢtırılacak, uluslararası bir yönetim kurulacaktı.‖ e)Saint Jean de Maurienne AntlaĢması: 1917'de Ġngiltere, Fransa, Rusya ve Ġtalya'nın katılımıyla Fransa‘da imzalandı. Ġngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan Sykes-Picot antlaĢması Ġtalya tarafından öğrenilince, Ġtalyan Hükümeti bu antlaĢmanın dıĢında bırakıldığı için tepkilerini ve isteklerini bildirdi. Bunun üzerine Ġngiltere, Fransa ve Ġtalya arasında diplomatik görüĢmelere baĢladı. Buna göre Ġtalya, Sykes-Picot antlaĢmasını kabul ediyor ve karĢılığında Antalya, Konya, Aydın ve Ġzmir‘i alıyordu. GörüĢmelere Rusya katılmadığı için antlaĢma Rusya‘nın onayı alındıktan sonra kesinleĢecekti. Fakat bu sırada Rusya‘da iç karıĢıklıklar çıkmasından dolayı Rusya devre dıĢı kalınca antlaĢmanın yürürlüğe girmesi konusunda sorunlar çıktı. Bu üç devlet (Ġngiltere, Fransa ve Ġtalya) arasındaki sorunlar Paris BarıĢ Konferansı‘na kadar devam etmiĢtir. Paris‘te toplanan barıĢ konferansında Ġngilizler, bu antlaĢmanın yürürlükte olmadığını ileri sürerek, Ġzmir ve civarının Yunanlılarca iĢgalini kararlaĢtırmıĢtır. Osmanlı Devleti‘nin paylaĢılmasına dair Ġtilaf Devletleri tarafından yapılan bütün bu antlaĢmalar sonucunda Ģu kararlar alınmıĢtır: I. Fransa'ya; Ġç Anadolu'nun doğu ve orta bölgesi, Güneydoğu Anadolu'nun bazı yerleri, Suriye ve Kuzey Irak verilecekti, II. Ġngiltere'ye; Filistin, Ürdün, Orta ve Güney Irak bırakılacaktı, III. Rusya'ya; bütün Doğu Anadolu, Doğu Karadeniz, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya verilecekti, IV. Ġtalya; Ege ve Ġç Ege bölgesine, Güney Batı Anadolu'nun büyük bir kısmına ve Ġç Anadolu'nun bazı yerlerine sahip olacaktı. Rusya, ihtilalin de etkisiyle 1917'de mütareke ve 1918'de Brest Litovsk BarıĢı'nı yaparak savaĢtan çekilmiĢtir. Bu arada paylaĢmalara dair yapılan gizli antlaĢmaları açıklayarak kendisine verilmesi öngörülen Türk topraklarından vazgeçtiğini bildirmiĢtir. Gizli paylaĢım planlanlarının deĢifre olması sonucu özellikle Ġngiltere'nin ısrarıyla, Osmanlı Devleti'ni parçalama projesi üzerinde bazı değiĢiklikler yapılmıĢtır. Buna göre; Anadolu'da küçük bir Türkiye'nin dıĢında Ermenistan, Kürdistan ve Pontus Rum devletleri 29 Uçarol, Rıfat, Siyasi Tarih, DER Yayınları, Ġstanbul, 1985, s.398 26 kurulacaktı. Boğazlar ortak bir denetime tabi tutulacak, Doğu Trakya ile Ġzmir ve çevresi Yunanistan'a bağlanacaktı. Orta Doğu ve Arabistan topraklarında ise tek bir Arap devletinin kurulması düĢüncesi terkedilmiĢtir. Bunun yerine Ġngiltere, böl-parçala-yönet politikasıyla Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suud, Hicaz, Yemen, Kuveyt ve Umman olmak üzere çok sayıda devlet kurulmasına karar vermiĢ ve bunları "mandater devlet" olarak Fransa ile birlikte yönetmeyi üstlenmiĢtir. Böylece ―Hasta Adam‖ Osmanlı‘yı tarihe gömecek olan Sevr AnlaĢması‘nın da ana hatları tam olarak belirlenmiĢ ve Osmanlı‘nın mirası Ġngiltere‘nin çıkarlarına uygun biçimde taksim edilmiĢ oluyordu. Aslında daha önce de belirttiğimiz üzere; ġark meselesi, emperyalist Batılı devletlerce oynanan ve Sevr AntlaĢması ile sonlandırılmaya çalıĢılan bir satranç oyunudur. Kodaman ve Anderson‘ın yorumları da bu satranç oyununu ve amacını gözler önüne seren cinstendir. Kodaman‘a göre; ―ġark Meselesi, Batı Avrupalı güçlerin Osmanlı topraklarını paylaĢmak için uyguladıkları stratejileri ve bu çerçevede birbirleriyle yaptıkları rekabetleri 30 tanımlamak üzere kullandıkları bir kavramdır‖. ġark meselesi konusunda kapsamlı ve bilimsel çalıĢmalar yapan M. Smith Anderson da benzer bir yaklaĢımla Osmanlı‘dan kalacak miras üzerinde oynanan satranç oyununu Ģöyle tanımlamaktadır: ―Doğu Sorunu, 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupalı Büyük güçlerin, baĢta Osmanlı Ġmparatorluğu olmak üzere Yakındoğu‘da uyguladıkları Emperyalist siyasetin diğer adıdır. Modern anlamda uluslararası diplomasinin ortaya çıkıĢını hazırlayan bu siyaset biçimi, hassas dengeler gözeten gizli antlaĢmaların, uzun vadeli çıkarların ve hepsinden önemlisi hırslı politikacıların ortak ürünü olmuĢtur. Osmanlı Ġmparatorluğu, 1774‘te imzalanan Küçük Kaynarca AntlaĢmasıyla Doğu Sorunu‘nun merkezinde yerini alır. Ġngiltere, Fransa, Avusturya ve özellikle Rusya, modernleĢme sürecinde büyük çöküĢ yaĢayan Osmanlı Ġmparatorluğu‘nu siyasi ve ekonomik açıdan kıskaca almaya baĢlamıĢtır. Ġmparatorluk topraklarına milliyetçilik tohumlarının ekilmesi, bunun sonucunda patlak veren ayaklanmalar, asıl amacı Sevr AntlaĢması‘yla gün ıĢığına çıkacak olan Doğu Sorunu‘nun, 31 Osmanlı toplumuna ödettiği çok ağır bir fatura olmuĢtur.‖ Bu tanımda da açıkça ortaya konulduğu üzere; ġark meselesi adı verilen ve en önemli oyuncuları Rusya, Ġngiltere ve Fransa olan bu büyük satranç oyununun ödülü Osmanlı topraklarıdır. Osmanlı üzerinde 30 Yavuz, agm., s.91 31 Denker, M.Sami; KurubaĢ, Erol, ―Jeo Politika ve Jeo Strateji Açısından Kürt Konusu, PKK ve Türkiye (I)‖, s.6, http://sbe.dpu.edu.tr/7/225.pdf , 12.09.2010 27 oynanan bu satranç oyununda Rumlar, Sırplar, Bulgarlar, Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler, Araplar ve Kürtler ise oyunun her an feda edilmeye hazır piyonlarını oluĢturmaktadır. Oyunun bitiĢ anını Sevr AnlaĢmasının imza edildiği 1920 tarihi olarak kabul edersek oyunun bu denli uzun (200 yıldan fazla) sürmesinin temel nedeni oyuncuların kendi aralarındaki güç mücadelesi ve bu mücadeleden kaynaklanan çıkar uyuĢmazlıklarıdır. Bu noktada Sevr‘in Anadolu insanının Mustafa Kemal önderliğinde kahramanca yürüttüğü kurtuluĢ mücadelesi nedeniyle uygulanamadığını, dolayısıyla ġark meselesinin günümüzde farklı isimler altında varlığını devam ettirdiğini söylemekte yarar bulunmaktadır. 28 ĠKĠNCĠ BÖLÜM EMPERYALĠZMĠN ÖNCÜ GÜÇLERĠ: MĠSYONERLER 1. MĠSYONERLĠK NEDĠR? Misyon (mission), kelime anlamı olarak görev, özel görevli kurul, dini görev ve yetki anlamına gelmektedir. Din terminolojisinde ise bir dinin tebliğini yapmak anlamında kullanılmaktadır. Bu tebliği yapana da misyoner (missionnaire) denir. Daha çok Hıristiyanlık terminolojisi tarafından dünyaya tanıtılan bir kavramdır. Bu nedenle daha ziyade Hıristiyanlar için kullanılagelmiĢtir. Ġnsanlara Hıristiyanlığı anlatma ve onları Hıristiyan yapma eyleminin yani misyonerliğin bizzat Hz. Ġsa tarafından emredildiği kabul edilmektedir. Buna dayanak olarak da Matta Ġncil‘i gösterilmektedir: ―18. Ġsa yanlarına gelip kendilerine Ģunları söyledi; Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. 19. Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiĢtirin. Onları baba, oğul ve kutsal ruhun adıyla vaftiz edin. 20. Size buyurduğum her Ģeye uymayı onlara öğretin. ĠĢte ben, dünyanın sonuna 1 dek her an sizinle birlikteyim" (Matta Ġncili, 18-20) Hıristiyanlığın yayılma ve geliĢme süreci irdelendiğinde bu emrin önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Ġlk misyonerlerden kabul edilen Aziz Paulus (Saint Paul), Hıristiyanlığı yaymak amacıyla Anadolu, Makedonya ve Yunanistan'da pek çok kilise kurmuĢ ve bu kiliseleri teĢkilatlandırmıĢtır. BaĢta Aziz Paulus olmak üzere diğer Havariler ve yardımcıları sayesinde Hıristiyanlık zamanla bütün Roma dünyasında etkili olmuĢ; bir süre sonra da Roma Ġmparatorluğu tarafından resmi din olarak kabul edilmiĢtir. Sonraki süreçte ise Hıristiyanlık bütün Avrupa‘ya yayılmıĢ ve Roma Katolik Kilisesi Avrupa‘da hakim hale gelmiĢtir. Bu aĢamadan sonra Hıristiyanların amacı, kendi dinlerini tüm 1 http://incil.com/doc/incil_html/Mt.28.html ,09.09.2010. 29 dünyada egemen din haline getirmek ve tüm insanları Hıristiyan yapmak olarak ĢekillenmiĢtir. Bu amaçla Papalık tarafından 1662'de Vatikan'da "Misyon Bakanlığı" kurulmuĢtur. Gelinen bu aĢama, havarilerin yürüttüğü misyonerlik faaliyetlerinden büyük bir farklılığı da iĢaret etmektedir. Artık misyonerlik, bireysel faaliyetler olmaktan uzaklaĢmıĢ çok daha profesyonel ve kurumsal bir yapıya kavuĢmuĢ oluyordu. Bu kurumsal yapı, sadece Papalık tarafından değil Avrupalı birçok devlet tarafından da desteklenmiĢ ve hatta bu devletlerce bizzat teĢkilatlandırılmıĢtır. Örneğin bunlardan l646'da Londra'da kurulan ve Ġngiltere Devleti‘nin desteğini kuruluĢundan itibaren arkasına alan Hıristiyanlığı Yayma Cemiyeti, hızla tüm dünyada yayılmıĢ ve pek çok ülkede binden fazla Ģubesi açılmıĢtır. Bu sayı, 19. yüzyıla gelindiğinde 7 bine ulaĢmıĢtı. Bu veriler ıĢığında bakıldığında, Avrupalı Hıristiyan devletlerin misyonerlik faaliyetlerini yalnızca dini ve ulvi değerler için desteklediklerini düĢünmek fazlasıyla yanıltıcı olur. Bilindiği gibi, 18. ve 19. yüzyıl dünyanın hızlı bir değiĢime ve geliĢime tanık olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Fransız Ġhtilali ve Sanayi Devrimi gibi çağını ve sonraki yüzyılı derinden sarsacak iki önemli geliĢme yaĢanmıĢ ve bu geliĢmelerin sonucunda milliyetçilik ve emperyalizm siyasi literatürde en önemli kavramlar halini almıĢtır. Bu sebeple, devlet destekli misyonerlik faaliyetleri, misyonerliğin dini yönünün yanına siyasi ve ekonomik amaçların eklemlenmesini sağlamayı amaçlamıĢtır ve bunda da oldukça baĢarılı olmuĢtur: Misyonerlik kısa sürede Ġngiltere, Fransa, ABD gibi devletlerin çabalarıyla emperyalizmin önemli ve en etkili unsurlarından biri haline gelmiĢtir. Sonuç olarak, misyonerliğin ruhani yönü kadar dünyevi yönünün de bulunduğunu ifade etmek gerekir. Osmanlı toprakları ise hem ruhani hem de dünyevi açıdan misyonerlik faaliyetlerinin hedefi olmuĢtur. Ruhani açıdan bakıldığında Hıristiyanlık açısından kutsal kabul edilen Kudüs, Efes, Ayasofya, Ġstanbul, Hatay, Ġzmir ve Ġznik gibi mekanlarla Hıristiyanlığın Ģekillenmesinde büyük payı olan Aziz Paulus‘un doğduğu Tarsus‘un Osmanlı topraklarında bulunması Osmanlı‘yı misyonerlik faaliyetleri için cazip kılmaktaydı. Zaten misyonerlikle ilgili eserlerde Anadolu, ―Bible Land‖ olarak adlandırılmakta olup bu kelime ―Ġncil Ülkesi-Kutsal Kitap 2 Ülkesi‖ anlamına gelmektedir. Dünyevi açıdansa geniĢ Osmanlı topraklarındaki yer altı ve yerüstü zenginliğe ek olarak bu toprakların jeo-politik önemi, misyonerliğin arkasında 2 ġahin, Gürsoy, ―Türk-Ermeni Ġliskilerinin Bozulmasında Amerikalı Misyonerlerin Rolleri Üzerine Bir Ġnceleme‖, s. 85, http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VII1/gsahin.pdf , 10.110.2010 30 3 saklı emperyalizm açısından büyük önem taĢımaktaydı. Misyonerliğin sadece Hıristiyanlığı yaymak ve ―dinsizleri dine çağırmak‖ gibi kutsal amaçlarla değil, aynı zamanda siyasi amaçlarla da donatıldığının en büyük göstergelerinden biri misyonerlere eğitimleri sırasında "...Bu mukaddes ve vaadedilmiĢ toprakların silahsız bir haçlı seferiyle 4 geri alınmasını sağlamak" için çalıĢma yapmaları gerektiğinin anlatılmasıdır. Nitekim ülkemize gönderilen ilk Amerikan misyonerlerinden biri olan Levi Parsons‘ın 14 Ocak 1820'de Osmanlı topraklarına ayak basar basmaz "Tanrının yardımıyla, bu kudretli günah 5 imparatorluğunu tamamen yıkmak için bir sistem kurmaya" ant içmesi misyonerlerin kendilerine verilen talimatları ne derece içselleĢtirdiklerinin göstergesidir. 2. OSMANLI DÖNEMĠNDE MĠSYONERLĠK FAALĠYETLERĠ Daha önceki bölümde özetlendiği gibi; ġark meselesi çerçevesinde, Osmanlı Devleti, emperyalizmin en önemli hedeflerinden biri haline geldiğinden, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı toprakları çok yoğun ve etkili misyonerlik faaliyetlerine sahne olmuĢtur. Çok dinli ve çok etnik yapılı bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti, misyoner faaliyetleri için uygun bir zemine sahipti. Hiç Ģüphesiz, azınlıklara tanınan geniĢ özgürlükler ile yabancılara verilen kapitülasyonlar da misyonerlerce uygun fırsatlar olarak değerlendirilmiĢtir. Tanzimat ve Islahat fermanları ile gayri Müslim topluluklara verilen hak ve imtiyazlar ise misyonerlerin belki de dünyada en rahat biçimde Osmanlı topraklarında faaliyet göstermeleri imkanını doğurmuĢtur. Osmanlı topraklarında 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren hız kazanan misyoner faaliyetlerinin tarihi, oldukça eskiye dayanmaktadır. Ġstanbul, Ġzmir ve özellikle Kudüs gibi Hıristiyan dünyası için önem atfedilen yerlerde dini niteliklerde baĢlatılan misyonerlik çalıĢmaları zamanla ticari ve siyasi bir mahiyet kazanmıĢ ve sonrasında da ġark meselesini halletmek amacıyla kullanılmıĢtır. Özetle, görünüĢte dini ve mezhebi gayelerle Osmanlı topraklarına gelen misyonerler, realitede bağlı oldukları ülkelerin Osmanlı Devletinde yeni nüfuz alanları oluĢturma çabalarında araç vazifesi görmüĢler yani emperyalizmin öncü kuvvetleri olmuĢlardır. Bu manada, ġark meselesinin kendi lehlerinde geliĢimi ve 3 Küçük, Mehmet Alparslan, ―Anadolu‘da ―Protestan Ermeni Milleti‖nin OluĢumu‖, Ankara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Sy.50:2, 2009, ss.153-186, s. 156. 4 Sezer, Ayten, ―Osmanlı'dan Cumhuriyet'e‖;‖Misyonerlerin Türkiye'deki Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri‖, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,s.173, http://www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr/700ozelaytensezer.pdf, 10.09.2010. 5 ġimĢir, Bilal N., Ermeni Meselesi 1774- 2005, Bilgi yayınları, Ġstanbul, 2005, s.17. 31 sonuçlanmasını sağlamak isteyen emperyalist Batılı devletler açısından misyonerlik önemli bir argüman olarak kullanılmıĢtır. Fransızlar, emperyalist amaçlarını gerçekleĢtirebilmek için Osmanlı‘nın Katolik azınlığını, Ruslar ise Ortodoksları kullanmıĢlardır. Ġngiltere içinse misyonerlik kartını oynamak Fransa ve Rusya için olduğu kadar kolay olmamıĢtır. Çünkü Protestan Ġngiltere‘nin kendi çıkarları uğruna yönlendirebileceği ve kullanabileceği bir Protestan azınlık Osmanlı topraklarında mevcut değildi. Denilebilir ki; Ġngiltere, bu manada zoru baĢararak kısa süre içinde önce bir Protestan azınlık oluĢturdu ve ardından da bu azınlığı resmi olarak Osmanlı‘ya kabul ettirerek kendi emperyalist amaçlarında maĢa olarak kullanabileceği bu azınlık vasıtasıyla Osmanlı üzerinde Fransa ve Rusya gibi söz sahibi olabildi. Kısacası, Avrupa‘nın büyük güçlerince ve ABD tarafından Osmanlı içindeki dini ve etnik azınlıklar, ġark meselesini kendi lehlerinde yönlendirebilmek amacıyla misyonerler aracılığıyla kullanılmıĢtır. Bu anlamda, emperyalizmin öncü kuvveti olan misyonerlerin görevlerini baĢarıyla yerine getirdiğini söylenebilir. Sonuçta, misyonerlerin de yardımıyla emperyalist Batılı devletler, azınlıkları kullanarak Osmanlı topraklarında kendi ülkelerinin nüfus alanlarını teĢkil etmiĢlerdir ve oluĢturdukları bu nüfus alanları üzerinden Osmanlı içiĢlerine karıĢma, siyasi ve ticari kapitülasyonları kendi lehlerine geniĢletme ve Osmanlı‘yı zaman içinde parçalayarak Osmanlı topraklarında kendilerine bağlı ve bağımlı küçük devletçikler oluĢturmuĢlardır. Misyonerlerin bu çalıĢmaları sonucunda Bulgarlar, Araplar, Ermeniler vb. pek çok etnik grup milliyetçilikle tanıĢmıĢ ve ayrılıkçı hareketlerin içine girerek Osmanlı‘ya karĢı ayaklanmıĢlardır. Osmanlı topraklarına gelen ilk misyonerler, l6.yüzyılın baĢlarına doğru bölgeye gelmeye baĢlayan Katoliklerdir. Fransız olan bu misyonerlerin ilk hedefleri, Katolikler için kutsal kabul edilen Ġstanbul, Ġzmir, Antakya, Tarsus, Kudüs gibi yerlerde teĢkilatlanmak ve kurdukları okullar vasıtasıyla buralardaki nüfus üzerinde etki alanlarını geniĢletmek olmuĢtur. Katolik Cizvitler ile baĢlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri sonucunda 1538'de Saint Benoit isimli Fransız Okulu açılmıĢtır. Bu okul, Osmanlılarda açılan ilk yabancı okul 6 olması nedeniyle ayrı bir öneme sahiptir. BaĢlangıçta sınırlı sayıda okul kurabilen Katolik misyonerler, emperyalizmin sağladığı konjektürden istifade ederek kendi devletlerinin sağladığı ekonomik ve siyasi desteklerle beraber olağanüstü biçimde Osmanlı 6 Haydaroğlu, Ġ. Polat, Osmanlı İmparatorluğu'nda Yabancı Okullar, Ankara 1990, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara , 1990, s.216 32 topraklarında yayılmıĢ ve etkilerini arttırmıĢlardır. 1914'e gelindiğinde 59.414 öğrencinin 7 öğrenim gördüğü bu okulların sayısı 500'e ulaĢmıĢtır. Katoliklerden çok daha sonraki bir dönemde; fakat onlardan çok daha etkili biçimde Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Protestan misyonerler ise 19. yüzyılın baĢından itibaren Anadolu‘ya yayılmaya baĢlamıĢlardır. Protestanların Osmanlı topraklarında hedef kitle olarak belirledikleri topluluklar baĢlangıçta Müslümanlar ve Yahudiler olmuĢtur. Fakat gerek Müslümanların gerekse Yahudilerin din değiĢtirmek konusunda oldukça katı olmaları Protestan misyonerlerin gözlerini Ortodoks, Katolik ve 8 Gregoryen mezhebine bağlı topluluklara çevirmelerine yol açmıĢtır. Hedef kitle Bulgarlar ve Ermeniler olarak belirlenmiĢtir. Fakat burada Ģunu da hemen belirtmek gerekir ki, Protestan misyonerler Ermenileri ve Bulgarları hedef topluluklar olarak belirlemelerine karĢın Katolik misyonerlerin izinden giderek Araplar, Yezidiler, Nasturiler, Süryaniler, Keldaniler, Marunîler, Yahudiler, Kürtler gibi gruplar üzerinde de çalıĢmalar yürütmüĢlerdir. Nitekim, ―…Doğu'daki bazı Kürt aĢiretlerinin ayaklanmalarında bölgeye 17.yüzyıldan itibaren gelmeye baĢlayan Fransız ve Ġtalyan Katolik misyonerleri ile bunlara 19.yüzyıldan itibaren katılan Ġngiliz, Alman ve Amerikalı misyonerlerin faaliyetlerinin 9 oldukça önemli rol oynadığı bilinmektedir.‖ Gerek Katolik gerekse de Protestan misyonerlerin amaçlarına ulaĢmak için kullandıkları baĢlıca araçlar okullar ve hastanelerdi. Osmanlı devlet sisteminde maliye, ordu ve adalete iliĢkin kurum ve yapılar doğrudan devlet tarafından oluĢturulup idare edilirken sağlık, eğitim, din, sosyal yardımlar gibi alanlar nerdeyse tamamıyla sivil 10 organizasyonlara bırakılmıĢtı. Ġmparatorluğun hızla güç kaybettiği gerileme dönemiyle beraber devlet bu alanlar üzerindeki denetim ve düzenleme görevlerini de gereği gibi yerine getiremeyince misyonerlerin etkili olabileceği ortam bu alanlarda kendiliğinden oluĢmuĢtur. Misyonerler de Osmanlı topraklarındaki bu zafiyeti çok çabuk biçimde keĢfederek bu alanlarda çalıĢmalarını yoğunlaĢtırmıĢlardır. Bu nedenledir ki; Osmanlı topraklarında vatandaĢın bu alanlarda ihtiyacını karĢılayacak yeterli sağlık ve eğitim 7 Sezer, agm., s.173 8 Kılıç, Remzi ―Osmanlı Türkiyesi‘nde Azınlık Okulları‖, Türk Kültürü, S. 431, Ankara 1999, s.154 9 Sezer, agm.,s.175 10 Fendoğlu, H. Tahsin, ―Amerika BirleĢik Devletlerinin Misyonerleri Ve Osmanlı Devleti‖, Türkler, C: 14, Ankara 2002, s.5, http://www.hasantahsinfendoglu.com/akademik/makaleler/ABD%20N%C4%B0N%20M%C4%B0SYONE RLER%C4%B0%20VE%20OSMANLI%20DEVLET%C4%B0.pdf , 12.09.2010 33 kurumlarından bahsetmek mümkün değildi. Misyoner faaliyetlerinin bu alanlarda ne kadar geliĢtiğini ve Osmanlı için ne denli büyük bir tehdit kaynağı haline geldiğini daha iyi anlamak için bazı istatistiklerden yararlanmak yeterli olacaktır: ―1913‘te, Mısır da dahil olmak üzere tüm Doğu (Levant)‘daki Fransız okulu sayısı 402, bu okullara devam eden kız ve erkek öğrenci sayısı ise 112.000 idi. Lozan BarıĢ AntlaĢması ile belirlenen Türkiye sınırları içinde ise 134 Fransız okulu bulunuyor, 36.000 11 öğrenci de bu kuruluĢlarda öğrenim görüyordu.‖ ―1900'de sadece Amerika'ya ait 400'ü aĢkın okulda 20 bine yakın öğrenci öğrenim görürken, aynı yıllarda faaliyet gösteren idadi ve sultani sayısı 69 olup 7 bine yakın öğrenci vardı. Aynı dönemde Osmanlı topraklarındaki toplam yabancı okul sayısı 2 bin civarında idi. Bunlara azınlıkların kendi okulları da ilave edilirse bu sayı toplam olarak 10 12 bine yaklaĢmaktadır.‖ ―1870 yılında sadece Ġstanbul'daki misyoner matbaasında 10.522.000 sayfa matbaa 13 çıktısı basılmıĢtır.‖ ―1859‘dan itibaren Amerikan doktorları Anadolu‘da 9 hastane ve 10 dispanser 14 açmıĢ olup hasta sayısı yaklaĢık 40 bin kiĢiydi.‖ Bütün bu istatistikler gösteriyor ki; misyonerler Osmanlı topraklarında eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda Osmanlı Devleti‘nden çok daha etkin faaliyet göstermiĢlerdir. Hiç Ģüphe yok ki; misyonerlerin Türk topraklarına ve Osmanlı tebaasına eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetleri getirmelerinin nedeni taĢıdıkları ulvi (!) duygular değil siyasi nedenlerdi. Kendisi de misyoner olan E. P. Wheeler misyonerlerin amaçlarının bu toprakları Türklerin elinden almak olduğunu Ģu sözleriyle itiraf etmekteydi: ―Biz Türkiye‘de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türk bizi istemeyebilir ama oranın sahibi onlar değil 15 ki, …‖ Bu etkin faaliyetlerin sonucundadır ki; Osmanlı topraklarında yüzlerce yıl 11 Sükan, Bige, “Fransa‘nın Türkiye Politikaları ve Ekonomi Çıkarları(1919-1922)‖, Osmanlı‘dan Lozan‘a Batı‘nın PaylaĢım Projeleri Sempozyumu, BaĢkent Üniversitesi Stratejik AraĢtırmalar Merkezi, s.217, www.scribd.com/doc/.../Osmanldan-Lozana-Batnn-Paylam-Projeleri , 11.10.2010 12 Sezer, agm.,s.177 13 KocabaĢoğlu, Uygur, ―XIX. Yüzyılda Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun Avrupa Topraklarında Amerikan Misyoner Faaliyetleri‖ , http://www.misyonerlik.com/main/index.php?content=read&hid=122 ,11.10.2010 14 Fendoğlu, agm., s.8 15 Kılıç, Osman, ―Protestan Misyonerler ve Ermeni Olaylarına Etkileri‖, Ermeni AraĢtırmaları, Sy.29, 2008, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=557 , 14.10.2010 34 birlikte huzur içinde yaĢayan etnik toplulukları milliyetçilikle zehirlemeyi ve öncelikle Osmanlı devletine ikincil olarak da birbirlerine karĢı düĢman etmeyi baĢarabilmiĢlerdir. Bulgarlar ve Ermeniler, bu zehirin son damlasına kadar enjekte edildiği topluluklardır. Bulgarların Osmanlı‘ya karĢı ayaklanmalarında ve milli bir devlet olarak bağımsızlığa kavuĢmalarında misyonerlerin rolünü ve özellikle misyoner eğitim kurumlarının baĢarısını vurgulamakta yarar bulunmaktadır. Aslına bakılırsa bu vurguyu Batılılar da bizzat yapmaktadırlar. Ġngiliz ajan G.M. Fitzmaurice de 1907‘de üstlerine 16 yazdığı raporda ―Bulgaristan, doğuĢunu ve mevcudiyetini Robert Kolej‘e borçludur.‖ derken yukarıda bahsettiğimiz tarihi gerçeği en açık bir Ģekilde ifade etmiĢtir. Gerçekten de baĢta Robert Koleji olmak üzere misyonerlerce açılan okulların Bulgar milli bilincinin oluĢması ve Osmanlı‘ya karĢı ayaklanmalar tertiplenmesi konusunda çok önemli bir rol üstlendikleri yadsınamaz bir gerçektir. Nitekim konuya iliĢkin Amerikalılar da benzer bir değerlendirme yapmaktadırlar: "Bulgar devlet adamlarının yetiĢtiği yer Robert Kolej ise, 17 bu ulusun moral önderlerinin yetiĢtiği yer de Samokov'daki misyoner okullarıdır". Bulgaristan Krallarından Boris III, "Bulgaristan'ın en iyi devlet adamları ilk eğitimlerini Ġstanbul ve Samokov'daki okullarda almıĢlardır. Ulusal uyanıĢlarının ilk yıllarında Bulgarlara kendi dillerinde Ġncil'i veren Amerika'nın çocuklarıdır. Halkımın Amerika'nın 18 iyi niyet ve dostluğuna her zaman sarsılmaz güveni olmuĢtur" Ģeklindeki sözleri, Bulgarların da aynı görüĢleri paylaĢtıklarını bize göstermektedir. Ayrıca bu sözler, Batılı güçlerin ve onlara bağlı çalıĢan misyonerlerin Osmanlı‘ya bağlı azınlıklarda milliyetçilik duygularını körükleyerek ve Osmanlı‘ya karĢı düĢmanlık tohumları saçarak Ġmparatorluğun parçalanması konusunda ne kadar etkin rol oynadıklarının kanıtı niteliğindedir. Misyonerler, Kral Boris III‘ün yukarıda aktarılan sözlerinde ifade ettiği üzere, Ġncil tercümeleri, ders kitapları ve gazete, dergi gibi süreli yayınlar vasıtasıyla Müslüman olmayan toplulukların dil bilincinin geliĢimi için önemli faaliyetlerde bulunmuĢlardır. Mesela, ilk Bulgarca Ġncil, 1840 yılında misyonerler tarafından basılmıĢtır. Ġlk Bulgarca 19 grameri de yine misyonerler kaleme almıĢlardır. 1860‘ta ilk kez Ġngilizce Bulgarca, 16 Ömer Turan, "Amerikan Protestan Misyonerlerinin Bulgar Milliyetçiliğine Katkıları", XII. Türk Tarih Kongresine Sunulan Bildiriler, C.III, 1999, ss.1097-1120, s.1105. 17 KocabaĢoğlu, agm. 18 KocabaĢoğlu, agm. 19 Turan, Ömer, agm, s.101-118 35 Bulgarca Ġngilizce sözlükler gene misyonerler tarafından hazırlanıp basılmıĢtır. 1870–1909 yılları arasında misyonerlerce gerçekleĢtirilen toplam yayın 72,5 milyon sayfadır. Dil üzerinde gerçekleĢtirilen bu çalıĢmalar eğitim alanında yapılan çalıĢmalarla desteklenmiĢ ve yeni yetiĢen Bulgarların beyinlerine bağımsız Bulgaristan hayali adeta kazınmıĢtır. Bu noktada Robert Koleji için ayrı bir parantez açılması gerekir. 1863‘te Amerikan Protestan misyoner Dr. Cyrus Hamlin tarafından kurulan Robert Koleji Bulgarların bağımsızlığını kazanmasında çok önemli bir paya sahiptir. Kolej'in ilk mezunlarından beĢi Bulgaristan'da baĢbakanlık görevinde bulunmuĢ ve Birinci Dünya SavaĢı öncesi Bulgar kabinelerinden 20 her birinde en az bir Robert Koleji mezununu yer almıĢtır. Robert Koleji, yalnızca Bulgar isyanlarının düĢünsel alt yapısının oluĢturulduğu ve elebaĢlarının yetiĢtirildiği bir yer olmakla kalmamıĢ; bunun yanında Kolejin hocaları Bulgar isyanı sırasında Avrupa ve ABD kamuoyunu yanlıĢ ve taraflı bir biçimde bilgilendirerek Müslüman Türkleri dünya kamuoyuna Hıristiyanları katleden caniler olarak lanse etmiĢ, Bulgar isyancıların yapmıĢ olduğu katliamlara ise hiç değinmemiĢlerdir. Robert Koleji ile ilgili bir ayrıntıyı bu noktada paylaĢmak Robert Koleji ve diğer misyon okullarının temel hedeflerini göstermek bakımından yararlı olacaktır. Robert Koleji‘ne alınan öğrencilerin milliyetleri incelendiğinde kolejin ilk yıllarında Bulgar öğrencilerin çoğunlukta olduğu görülmektedir. 1871‘de okuldan mezun olan 6 öğrenciden 5‘i, 1883‘te 10 öğrenciden 5‘i, 1884‘te 22 21 öğrenciden 11‘i Bulgar‘dır. Bulgarların bağımsızlık kazanmasından sonra ise Bulgar öğrenci sayısı Ermeni öğrenci sayısı ile ters orantılı biçimde azalmaya baĢlamıĢtır. Zira Bulgaristan Krallığı 1878‘de Berlin AntlaĢması sonrası kurulmuĢ, dolayısıyla Robert Koleji ve misyonerler Bulgarlarla ilgili hedeflerine bu tarihte ulaĢmıĢlardır. Bu tarihten sonra ise misyonerler, diğer hedef kitleleri olan Ermeniler üzerine yoğunlaĢmıĢlardır. Bu sebeple kolej öğrencileri daha yoğunluklu biçimde Ermeniler arasından seçilmeye baĢlanmıĢtır. Nitekim, bu kolejden mezun olan Ermeni öğrencilerin de katkılarıyla 22 1890‘dan itibaren Osmanlı topraklarında Ermeni isyanları yoğunlaĢmıĢtır. Misyonerlik faaliyetlerinden en fazla etkilenen toplumlardan bir diğeri de hiç Ģüphesiz Ermenilerdir. ġark meselesi kapsamında Batılı devletlerin güç mücadelelerinde piyon olarak kullanılan Ermeniler, bu süreçte kendi içinde de bölünmeler yaĢamıĢ, bu 20 Sezer, agm., s.174 21 ġiĢman, Adnan, ―Misyonerlik Faaliyetleri Ve UĢak‘ta Montanizm‘e Dair Çalısmalar‖, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt III, Sy.:2, Afyon Aralık 2001, ss. 1-6, s.3 22 ġiĢman, agm, s.3 36 bölünmeler beraberinde iç çatıĢmaları getirmiĢtir. Aslında Gregoryen olan Ermenilerin bir kısmı, Fransız misyonerlerin etkisiyle KatolikleĢmiĢ, bir kısmı da 19. yüzyıldan itibaren maruz kaldıkları ABD ve Ġngiltere orijinli misyonerlik faaliyetleri sonucu Protestanlığı kabul etmiĢlerdir. Böylece Osmanlı Devleti çatısı altında yüzlerce yıl barıĢ ve huzur içinde yaĢayan Ermeni topluluğu önce kendi içinde mezhepsel gerginliklere sürüklenmiĢ, ardından da Müslüman Osmanlı ahalisi ile (özellikle de Kürtler ile) kanlı çatıĢmalar içine girmiĢtir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Batılı emperyalist devletlerin kendi siyasi hedefleri ve çıkarları doğrultusunda Ermenileri kullanmaya çalıĢmaları ve bu amaçla Ermeniler üzerinde yoğun çaplı misyonerlik faaliyetleri yürütmeleridir. Ermeniler arasındaki ayrıĢma, Katolik misyonerlerce baĢlatılmıĢtır. Vatikan‘a ve Fransa‘ya bağlı Katolik misyonerlerin faaliyetleri neticesinde bazı Gregoryen Ermenilerin Katolikliğe yönelmeye baĢlaması Ermeni Kilisesini endiĢelendirmiĢtir. Ermeni Kilisesi, Osmanlı hükümetini nezdinde bu konuda tedbirler alınmasını istemiĢse de çok fazla etkili olamamıĢ; nitekim Fransa‘nın baskıları ile 22 Aralık 1831‘de Hagop Çukuryan isimli bir 23 papaz, II. Mahmut tarafından ilk Katolik Ermeni Patriği olarak atanmıĢtır. Böylelikle Katolik Ermeniler, Osmanlı devletince resmen tanınmıĢtır. Ermeniler arasındaki parçalanma bununla sınırlı kalmayıp, Protestan misyonerlerin yoğun çalıĢmaları sonucu, Ermeniler arasında Protestanlık da hızla yayıldı. Tıpkı Katolik misyonerleri Fransız devletinin desteklemesi gibi, Ġngiltere ve ABD devletleri de kendi emperyalist emellerine uygun bir kitle yaratabilmek amacıyla Protestan misyonerlere sınırsız destek sağladılar. Hatta bu destek, kimi zamanlarda öylesine aĢırıya kaçtı ki; bu 24 devletlerin askeri güç gösterileri ile Osmanlı devletini tehdit etmelerine dek vardı. Bütün bunların sonucunda 1800‘lerin baĢında baĢlayan Protestan misyonerlerinin faaliyetleri, 1800‘lerin ortasına gelindiğinde meyvelerini vermiĢ ve Britanya büyükelçileri Lord Cowley ve Stratford Canning‘in diplomatik baskıları sonucunda Protestan Ermeniler, 27 Kasım 1850 tarihinde Sultan Abdülmecid tarafından yayımlanan bir fermanla resmen 25 tanınmıĢ ve ―Millet‖ statüsünü elde etmiĢlerdir. Böylece Ermeni milleti, bu dönemden 23 Küçük, Abdurrahman; Güngör, Harun, Millî Bütünlüğümüzün Kaynağı Asya‟dan Anadolu‟ya Taşınanlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1997,s. 571. 24 Adıbelli, Ramazan, ―XIX. Yüzyılda Ermeni Milliyetçiliğinin DoğuĢunda Misyonerlik Faaliyetlerinin Rolü Kayseri Örneği‖, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sy.26, 2009/1, ss. 313-332,s. 316 25 Küçük, Mehmet Alparslan, ―Anadolu‘da Protestan Ermeni Milleti‘nin OluĢumu‖, Ankara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009, ss.153-186, s.178, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/1146/13443.pdf , 20.09.2010 37 sonra üç parça haline gelmiĢtir; Gregoryen Ermeni milleti, Katolik Ermeni milleti ve Protestan Ermeni milleti. Bütün bu yaĢananlar gerek Ermeniler gerekse de yüzlerce yıl birlikte huzur içinde yaĢadıkları Müslüman Osmanlılar için bir yıkımın da habercisiydiler. Oysaki Ermeniler, Batılı güçlerin bölgeye müdahalelerine kadar Osmanlı hakimiyeti altında oldukça refah ve huzur içinde yaĢamıĢlar; ayrıca Osmanlı tarafından da diğer gayri Müslimlerden ayrı tutularak kendilerine ―millet-i sadıka‖ adı verilmiĢti. Ermenilerin bir Osmanlı tebaası olarak gayet iyi yaĢam Ģartlarına sahip olduklarını Protestan bir misyoner Ģu sözlerle ifade etmiĢtir: ―Rusya, Ermeni Kilisesinin, Ermeni okullarının ve Ermeni dilinin önüne birçok engel koydu. Bunun aksine Türkler bütün bu konularda hoĢgörülü ve liberaldiler. Türkler, Ermenilerin ibadetlerine, eğitimlerine ve dillerine karıĢmadılar ve birçok bakımdan bunları Hıristiyan tebaa arasında en faydalı ve sadık olanlar olarak 26 gördüler‖. Osmanlılar, Ermeniler‘e o denli güvenmiĢlerdir ki; Ermeniler‘den 29 paĢa, 22 nazır, 33 mebus, 7 büyükelçi, 11 baĢkonsolos, 11 üniversite hocası, 41 yüksek dereceli devlet memuru Osmanlı devlet sistemi içinde yerlerini almıĢlardır. Ermeni nazırlar arasında DıĢiĢleri, Maliye, Ticaret ve Posta nazırları gibi devlet hizmetinde son derece önemli 27 makamlarda bulunanlar da olmuĢtu. Millet-i sadıka olarak görülen Ermenilerin, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren isyancı ve hain konumuna gelmeleri ve de zorunlu tehcire tabi tutulmak zorunda kalmaları ise Osmanlı topraklarında Batılıların oynadığı oyunun büyüklüğünü ve Osmanlı‘ya etkilerini en güzel biçimde gösteren trajik bir örnektir. Gerçekten de Batılı emperyalist devletler, ġark meselesini kendi lehlerine çözümleyebilmek ve Osmanlı topraklarından daha çok pay elde edebilmek için Osmanlı‘yı oluĢturan etnik grupları çok baĢarılı biçimde birer piyon olarak kullanmıĢtır. Maalesef, bu anlamda Ermeniler de bir piyon olmaktan kurtulamamıĢlardır. Levon Panos, bu gerçeği Ģu sözleriyle ortaya koymuĢtur: ―Ermeni Meselesi, Ermeniler‘in meselesi değildir ve de hiçbir zaman olmamıĢtır. Bu uğursuz hareket, Güçlü Devletler‘in, Osmanlı Devleti‘ne karĢı kurmuĢ oldukları pek iğrenç bir 26 Adıbelli, agm.,s. 326 27 Binark, Ġsmet , Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, A.T.O. Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2005 , s.16 38 tezgâhın ürünüdür. Takip edilen esas fikir yapısı ise; Osmanlı-Türk Ġmparatorluğu‘nu içten 28 parçalayabilmek esasına tabidir.‖ Batılı emperyalist devletlerin, amaçlarına ulaĢmada hiç kuĢkusuz en önemli araçlarından biri, misyonerlik olmuĢtur. Misyonerlik faaliyetlerine iliĢkin her türlü olanaktan yararlanmıĢlardır. Bu uğurda dini de, sağlık ve eğitim hizmetlerini de istismar etmekten kaçınmamıĢlardır. Amerikalıların Ermeniler için açtığı okullarda Ermeni öğrenciler için güdülen gayeyi Amerikalı Prof. Dr. Mead Earle gayet güzel bir Ģekilde açıklamaktadır: ―Amerikan misyoner okullarında Ermeniler, dillerini, kültürlerini, tarihsel geleneklerini yeniden üstün tutmayı öğrendiler. Amerika‘nın siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda ilerleme ideallerini tanıdılar. Bulundukları duruma karĢı daha aktif bir hoĢnutsuzluk duymayı ve Müslüman komĢularına karĢı kesin bir üstünlük duygusu 29 beslemeyi öğrendiler.‖ Ermenileri veya herhangi bir azınlığı millet yapmanın yolu dilden geçtiği için misyoner okullarında Ermeni dili ile ilgili çalıĢmalara da yer verilmekte, Ermeni Dili ve Edebiyatı, Ermeni tarihi ve coğrafyası gibi dersler, Ermeni öğretmenlerce 30 okutulmaktaydı. Okulların önemini en baĢından itibaren kavrayan misyonerler, Ermeniler üzerinde de etkili olabilmek amacıyla Osmanlı topraklarında Ermeniler için yüzlerce okullar açtılar. Misyonerler bu okullarda Ermenilere yukarıda da belirtildiği üzere; Ermeni tarihini, kültürünü, dil ve edebiyatını öğreterek Fransız ihtilali sonrası ortaya çıkan milliyetçilik ve milli devlet ülküsünün tohumlarını Ermeni toplumuna saçtı. Bu tohumlar, bir süre sonra Ermenileri millet-i sadıkadan Osmanlı devletine karĢı isyancı konumuna sürüklemiĢ ve Müslümanlara karĢı kanlı eylemlere yönlendirmiĢtir. 1895 yılında Anadolu‘da bulunan Rus subaylarından biri olan Potiyat, açıkça siyasi bağımsızlık düĢüncesinin derslerde iĢlendiğini belirtmiĢ, Ermenice‘nin öğretimi ve Ermeni yazarlarının kitaplarının okutulduğu sırada tarihteki bağımsız Ermeni Krallığı‘na dikkat çekildiğini, bunun ise okuldaki Ermeni asıllı öğretmen ve öğrencileri bu krallığın yeniden kurulabileceği düĢüncesine sevk ettiğini söylemektedir. Potiyat gözlemlerini Ģu Ģekilde sürdürmüĢtür: 28 Dabağyan, Levon Panos; Osmanlı‟da Şer Hareketleri ve Abdülhamid Han, 3. Baskı, Ġstanbul, IQ Kültür Sanat Yayınları, 2005, s.290. 29 Deri, Mehmet, ―19. Yüzyılda Osmanlı Devleti‘nde Batılı Devletlerin, Rusya‘nın ve ABD‘nin Ermeni Okullarına Emperyalist Etkileri ve Ġlgili Devletlerin Ermeni Meselesi‘nin Ortaya Çıkısındaki Rolleri‖, http://www.zafersen.com/mderimakale.pdf, 10.02.2011 30 ġahin, Gürsoy, agm. 39 ―Hatta Amerikan kolejlerinin öğretim kadrolarının büyük kısmını elinde tutan Ermeni öğretmenlerin, Ermeni Krallığı kurulduğunda önemli memuriyetlere getirilecekleri düĢüncesinde oldukları söylentileri bile iĢitilmekteydi. Ermeni öğretmenler, bu sıralarda kurulacak Ermeni Krallığı‘na Ġngiltere prenslerinden Prens Teq‘i namzet göstermekteydiler 31 ki, bu düĢünce dönemin gazetelerinde de yer almıĢtır‖. Misyonerlerin eylem planı, dört aĢamadan oluĢmaktaydı. Ġlk aĢamada misyonerler, kurdukları okullar, hastaneler, yetimhaneler gibi sosyal hizmetler vasıtasıyla hedef topluluğun kendilerine güven, sevgi ve saygı duymasını sağlamakta; ikinci aĢamada ise bu topluluğun Osmanlı ile bağlarını mümkün olduğunca zayıflatarak milliyetçilik unsurlarını da kullanarak Osmanlı‘ya karĢı ayaklandırmaktaydı. Bu ayaklanma direk devletin kolluk güçlerine veya ordusuna karĢı olmanın yanında çoğu kez de hedef topluluğun yüzlerce yıl beraber kardeĢçe ve huzur içinde yaĢadığı Müslüman komĢularına Ģiddet yöneltmesini sağlamak Ģeklinde gerçekleĢmekteydi. Kimi zaman Müslüman ahaliye karĢı katliamlara dönüĢen bu Ģiddet, tamamen stratejik bir yaklaĢımın sonucuydu. Müslüman ahaliye karĢı kullanacakları stratejik Ģiddet sayesinde üçüncü aĢamaya geçebiliyorlardı. Üçüncü aĢamada hem Müslüman ahalinin hedef topluma karĢı tepki ve Ģiddet göstermelerini sağlıyor hem de devletin kendi topraklarında asayiĢ ve adaleti sağlama saiki ile hedef topluluğa karĢı silahlı müdahalesine yol açıyorlardı. Nihai ve dördüncü aĢamada ise emperyalist Batılı güçlere fiili müdahale imkanı sağlayacak biçimde kamuoyu yaratmaktaydılar. Bu amaçla Misyonerler, Batı‘daki haber ajanslarına verdikleri bilgilerle zavallı, mazlum ve masum Hıristiyan azınlıkların, Osmanlı Devleti ve Müslüman ahali tarafından katledildiği yönündeki haberleri Batı kamuoyunda gündemin en üst sıralarına oturtmaktaydılar. Osmanlı Devleti aleyhine oluĢturulan tek taraflı, abartılı ve çoğu yalan haberleri, Batılı devletlerin siyasi ve askeri müdahaleleri takip etmekteydi. Bu strateji, Ermenilerden önce Yunan ve Bulgar isyanlarında da aynen sergilenmiĢti. Kısacası misyonerlerin eylem planı hep aynıydı; değiĢen yalnızca hedef topluluktu. Türkiye‘deki Amerikan Misyonerlerinin en tanınmıĢlarından biri olan Ġstanbul‘daki Robert Kolejinin kurucusu ve uzun yıllar bu kolejin Müdürlüğünü yapmıĢ olan Dr. Cyrus Hamlin‘in 28 Aralık 1893 tarihli Congregationalist dergisinde ―Ermeniler Arasında 31 Aydın, Mithat, “Amerikan Protestan Misyonerlerinin Ermeniler Arasındaki Faaliyetleri ve Bunun Osmanlı-Amerikan ĠliĢkilerine Etkisi‖, ss. 79-122, s.89 ,http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/189.pdf, 12.01.2011 40 Tehlikeli Bir Hareket‖ baĢlıklı bir makalesi bu stratejinin korkunç boyutlarını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Makalenin, Ģu paragrafı bu alçak ve insanlık dıĢı stratejinin itirafı gibidir: ―Kusursuz Ġngilizce ve Ermenice konuĢan ve ihtilâlin hararetli savunmasını yapan çok zeki bir Ermeni bana, Rusya‘nın Anadolu‘yu istilâ edip ele geçirmesini hazırlamayı kuvvetle ümid ettiklerini bildirdi. Nasıl? Sorusuna da Ģu karĢılığı verdi: ‗Bu Hınçak çeteleri, Ġmparatorluğun her tarafında örgütlendiler, Türkleri ve Kürtleri öldürmek ve onların köylerini ateĢe vermek, sonra da dağlara çekilmek için fırsat kolluyorlar. Bunu yapınca gazaba gelecek olan Müslümanlar savunmasız Ermenilerin üzerlerine çullanacaklar ve onları barbarca kılıçtan geçirecekler. Bunun üzerine Rusya, insanlık namıma ve Hıristiyan uygarlığı adına Anadolu‘ya girecektir.‘ Bu tasarıyı dehĢet verici ve her türlü tahayyülün ötesinde gördüğümü bildirince de Ģu cevabı verdi: ‗Hiç Ģüphesiz size öyle gelebilir, fakat biz Ermeniler hür olmaya kararlıyız. Avrupa Bulgar dehĢetine kulak verdi ve Bulgarlara hürriyet verdi. Milyonlarca kadın ve çocuğun çığlıkları ve kanı ile karıĢacak olan bizim sesimize de kulak verecektir.‘ Bu plan yüzünden bütün uygar insanlar Ermeni adını lânetler diye kendisini vazgeçirmeye çalıĢtımsa da fayda 32 etmedi. ‗Biz ümitsiziz, bunu yapacağız‘ dedi...‖ Dr. Cyrus Hamlin‘in kaleminden dökülen bu satırlar, Osmanlı üzerine oynanan oyunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymakla beraber, Bulgarlar‘ın Osmanlı‘ya karĢı ayaklanmasında ve aynı alçak stratejiyle Bulgarların bağımsızlık kazanmasında büyük pay sahibi olan Dr. Cyrus Hamlin‘in, kendisi ve ―bütün uygar insanlar!‖ için oldukça masum bir tablo çizmeye çalıĢması, en hafif deyimiyle timsahın gözyaĢlarıdır. Congregationalist dergisindeki makalesinde timsah gözyaĢları döken Amerikalı misyoner Hamlin, ―Boston Daily Advertiser‖ gazetesine yazdığı mektubunda ise gerçek yüzünü gözler önüne sermiĢtir. Hamlin, bu mektubunda, Amerikan misyonerlerinden Ermenilerin en hakiki dostları olarak bahsetmekte, 1878 Berlin Kongresi sırasında bu misyonerlerin Ermeniler lehine giriĢimlerde bulunduklarını açıklamakta ve Ermenilerin isyan etmeye hakları bulunduğunu, ancak henüz buna hazır 33 olmadıklarını savunmaktaydı. Dönemin ABD nezdindeki Osmanlı Elçisi, 18 Nisan 1894 günü, Dr. Cyrus Hamlin‘in bu mektubu ile ilgili Amerikan DıĢiĢleri Bakanına bir nota göndermiĢtir: ―Amerikan Misyoner Örgütünün (Board) Ermenilerin en hakiki dostları olduklarını‘ 32 ġimĢir, Bilal, ―N., Washington'daki Osmanlı Elçisi Alexandre Mavroyeni Bey ve Ermeni Gailesi (1887- 1896)‖, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=267, 14.05.2011 33 ġimĢir, Bilal, N., agm. 41 okuyunca ĢaĢırmadım. Fakat Rahip Hamlin‘in, Hükümeti Ģahaneyi zalim bir hükümet olarak görmesine ve misyonerlerin ‗yarım yüzyıldan beri zalim ile mazlum arasında olduklarını‘ söylemesine pek hayret ettim. Onun Ģu itirafını da vurgulamam gerekir ki, tarihimizin kritik bir döneminde ve Türkiye‘nin dost yardımlarına en fazla muhtaç olduğu bir sırada, Amerikan misyonerleri, bütün Avrupa‘yı bizim meĢru hükümetimiz aleyhine etkilemeye çalıĢmıĢlardır. Gerçekten Rahip Hamlin, ‗1878 Berlin Kongresi toplanmak üzereyken, Amerikan Misyoner Örgütü (Board) sekreterlerinden biri ile iki misyoneri, Berlin‘de tanıdıkları Dr. J. T. Thomson aracılığıyla, bütün Ermeni sorunu hakkında Bismarck‘a belgeler sunma imkânı bulmuĢlardır‘ diye yazıyor. Yani ülkemizde oturan Amerikan misyonerleri, çağdaĢ tarihimizin en korkunç krizi sırasında, bizim otoritemizi sınırlandırmak ve Ermeni emellerini kolaylaĢtırmak için çalıĢmıĢlardır. Rahip Hamlin daha da ileri gitmekte ve ―ihtilâl hakkı tartıĢılamaz‖ demekte, ―ancak Ģartlar baĢarıyı imkânsız kılıyorsa, ihtilâle ve isyana kalkıĢmak cinayet olur‖ diye eklemektedir. Demek ki Rahip Hamlin‘e göre, ―Ermeniler ayaklanmamalıysa, isyanın suç olduğu için değil, sadece ve sadece Ermenilerin henüz isyana maddeten hazır olmadıkları için ayaklanmamalıdırlar. Demek ki bu tuhaf Ġncil havarisi, Ermenileri korumak için onları yıkıcı faaliyetlerden caydırmaya çalıĢmaktadır ve yine bunun içindir ki Amerikan misyonerleri samimî barıĢ 34 yanlısıdırlar.‖ Hamlin ve Hamlin gibi düĢünen diğer Protestan misyonerler, yukarıda ana hatlarıyla ortaya konulan alçak stratejinin birinci aĢaması olan hedef toplumun saygı, sevgi ve güvenini kazanabilmeyi Ermeniler üzerinde de tatbik edebilmek amacıyla daha önce de belirtildiği üzere; okullarla beraber çok sayıda hastane, sağlık ocağı, bakımevi, huzurevi, sanat atölyeleri, yetimhane, eczane, pansiyon açarak Osmanlı‘nın bu alanlardaki açıklarından yararlanmıĢlar ve Protestanlığın Ermeniler arasında hızla yayılmasını sağlamıĢlardır. Ayrıca özellikle Amerikalı misyonerler, bu okullardan mezun olan yetenekli ve gelecek vadeden kabiliyetli öğrencileri seçerek Amerika‘ya götürmüĢ ve orada yetiĢtirerek bir kısmını tekrar Anadolu‘ya Ermeni ihtilalcilere önder olarak göndermiĢlerdir. 1914 yılına kadar 60 bini aĢkın sayıda Ermeni'nin ABD'ye göç ettiği 35 tahmin edilmektedir. Bunların önemli bir kısmı yüksek öğrenim görmüĢlerdi, genç ve dinamik kiĢilerdi. Aynı zamanda koyu birer Türk düĢmanı olarak yetiĢtirilmiĢlerdi. 34 ġimĢir, Bilal, N., agm. 35 Kuran,Ercüment, "ABD'de Türk Aleyhtarı Ermeni Propagandası", Uluslararası Terörizm ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri, Sivas, 1985, s.55-56. 42 Anadolu‘ya geri dönenler isyanları örgütlemede, Amerika‘da kalanlar ise yeni kıtada Türk düĢmanlığını yaymak ve Türk imajını karalamak yolunda etkin bir rol oynadılar. 1887- 1896 yılları arasında Osmanlı‘nın Washington elçiliği görevini yürüten Alexandre Mavroyeni Bey, Amerikan DıĢiĢleri Bakanına ABD‘ye göç edip Amerikan vatandaĢlığı kazanan Ermeniler‘in ABD pasaportuyla tekrar Osmanlı topraklarına dönerek ayrılıkçı hareketleri desteklemeleri nedeniyle Osmanlı Devleti‘nin meĢru müdafaa yönünde tedbirler alacağını belirten iki nota göndermiĢtir. Bunlardan ikincisi Ģu Ģekildedir: ―Sayın Bakan, 24 Ağustos tarihli notanızı almakla onur kazanırım. Monroe Doktrininin tanımı konusunda sizinle tamamiyle ayni fikirdeyim... Fakat anılan notamın konusunu oluĢturan asıl soruna gelince, Ģu hususu Ekselânslarını tekrar temin edebilirim ki, Hükümeti ġahanenin, geniĢ Osmanlı Ġmparatorluğunu oluĢturan ırkların herhangi birine karĢı hiç bir husumeti yoktur; tam tersine, Hükümeti ġahane herkesi adilane bir Ģekilde memnun etmeye çalıĢmaktadır. Ekselanslarının zannettiği gibi söz konusu olan Ermeni ırkı değil, Ermeni asıllı bazı kiĢilerdir, benim notam da bunlarla ilgilidir. VatandaĢlığa geçmeyle ilgili Amerikan yasalarına uyan herkesin ―Amerikan vatandaĢlığı yararlarından faydalanmaya hakkı bulunduğunu‖ söylüyorsunuz. Pekiyi ama Hükümeti ġahanenin de kendi yasalarına riayet edilmesini istemeye hakkı yok mudur? Ermeniler arasında bulunan fakat Osmanlı vatandaĢlığından çıkma konusundaki Osmanlı yasalarına riayet etmeksizin ve sırf yıkıcı amaçlarla, kendilerini yabancı bir nüfuzun güvencesi altına almak için BirleĢik Devletlere gelmiĢ olan Ermeniler Amerikan vatandaĢları sayılabilirler mi? Hükümeti ġahane, Amerika BirleĢik Devletlerine karĢı her zaman büyük bir saygı beslemiĢtir. Fakat her halde siz de kabul edersiniz ki, bu dostluk politikası Ġmparatorluğun hayati menfaatleriyle ahenk içinde olmalıdır. Ülkemizin barıĢ ve huzuru da bizim için hayati önemdedir. Londra‘da, Marsilya‘da, Atina‘da ve hatta New York‘ta çıkan Ermeni gazetelerinin yazdıklarını lütfen tercüme ettirirseniz, yurtlarını terk edip bu büyük Cumhuriyete (ABD‘ye) gelen bazı Ermenilerin planlarının ve arzularının ne olduğunu görürsünüz. Ġmkânsızdır ama sizin Kızılderililerinizin büyük bir bölümü bağımsız ve ayrı bir devlet kurmak isteselerdi ve Ģu veya bu devletin vatandaĢlığına geçip onların hukuki desteğini aldıktan sonra BirleĢik Devletlere dönselerdi ve size sorun çıkarsalardı acaba o zaman BirleĢik Devletler Hükümeti ne yapardı? O takdirde BirleĢik Devletler Hükümeti kendisini meĢru müdafaa durumunda görmez miydi ve bunun gereğini yapmaz mıydı? Evet, elbette yapardı. ĠĢte bu 43 yüzdendir ki 20 Ağustos günlü notamın sonucu bana mantıklı ve gerekli 36 görünmektedir...‖ Büyükelçi Alexandre Mavroyeni Bey‘in belirttiği gibi Ermeniler, ABD vatandaĢlığı kalkanını da kullanarak Anadolu‘da misyonerlerle birlikte kanlı ayaklanmalar tezgahlıyorlardı. Ermeniler arasında milli bilinç oluĢturup Osmanlı‘ya karĢı ayaklandıran, yüzyıllarca birlikte yaĢadıkları Müslüman komĢularına karĢı içlerinde kin ve nefret yeĢermesini sağlayan misyonerler, stratejinin ikinci aĢamasını da gerçekleĢtirmiĢ oluyorlardı. Üçüncü aĢamada ise Müslüman ahali, eskiden millet-i sadıka olarak adlandırdığı Ermenileri artık düĢman olarak görmeye baĢlamıĢtı. BaĢlangıçta kendisini koruma güdüsüyle hareket eden Müslüman ahali (özellikle Kürtler) ile Ermeniler arasında karĢılıklı kanlı saldırılar ortaya çıktı. Bu saldırılar bir süre sonra iki toplum arasında bir tür kan davası halini aldı. Osmanlı, bölgede genel asayiĢin de olumsuz etkilenmesi nedeniyle müdahalede bulunmak zorunda kaldı. Böylelikle emperyalist Batı ve onların öncü güçleri misyonerler üçüncü aĢamayı da tamamlamıĢ oldu. Dördüncü aĢamada ise tıpkı Bulgar isyanlarında yaptıkları gibi Ermeni isyanları ile ilgili dünya kamuoyunun dikkatini bölgeye çekmek için birçok yalan ve yanlıĢ haberi Batılı haber kaynaklarına ilettiler. Böylece Müslüman halk ve Osmanlı devleti tarafından ―katledilen, masum ve zavallı Hıristiyan 37 Ermeniler‖ imajını dünya kamuoyunda yaydılar. Örneğin, Ermenilerin Ağustos 1894‘te, Bitlis‘in Sasun kazasında çıkarttıkları bir ayaklanma sonrası hem Avrupa‘da, hem de Amerika‘da Türk aleyhtarı büyük bir propaganda baĢlatılmıĢ ve Boston‘daki Amerikan Misyoner Örgütü American Board of Commissioners for Foreign Missions da Sasun‘daki Ermeni ayaklanması üzerine kamuoyuna bir bildiri yayınlayarak, Ermeni asilerin ağzıyla 38 isyan olayını çarpıtmıĢtır. Türkiye‘de bulunmuĢ Amerikan misyonerlerinden Rahip Edwin M. Bliss, Turkey and the Armenian Atrocities (Türkiye ve Ermeni VahĢeti) adlı kitabı, A. W. Williams adlı bir baĢka misyoner rahibin Bleeding Armenia (Kanayan Ermenistan) adlı kitabı ve Frederic Davis Greene adlı misyonerin Armenian Massacres or The Sword of Mohammed (Ermeni Katliamı veya Muhammed‘in Kılıcı) adlı kitabı misyonerlerin progabanda faaliyetlerine yönelik sadece birkaç örnektir ve misyonerlerin 39 genel amaçlarını ortaya koymaya yeterlidir. 36 ġimĢir, Bilal, N., agm. 37 Halaçoğlu, Yusuf, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yayınları, Ġstanbul, 2006, s.57-58. 38 ġimĢir, Bilal, N., agm. 39 ġimĢir, Bilal, N., agm. 44 Mavroyeni Bey, 23 Mart 1893 günü Amerikan DıĢiĢleri Bakanı Mr. Gresham‘a gerçekleĢtirdiği ziyaretinde misyonerlerin Osmanlı‘yı parçalamaya yönelik bu tutumları konusunda Osmanlı‘nın rahatsızlığını Ģu sözlerle ortaya koymuĢtur: ―Farz ediniz ki, Amerika BirleĢik Devletlerine mesela Fransız misyonerleri gelmiĢlerdir. Yine farz ediniz ki bu misyonerler, Kızılderililer arasında eğitimi yaygınlaĢtırmakla yetinmemekte, fakat aynı zamanda onlara din değiĢtirtmek için ve özellikle onların ihtilâl emellerini desteklemek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bana söyler misiniz; bu durumda Amerikan Hükümeti acaba ne yapardı? Osmanlı Hükümeti, Türkiye‘de yaĢayan Amerikan misyonerlerinin haklarını tanımaktadır. Fakat misyonerlerin bize karĢı olan Ermenilere 40 sempati beslemelerini, arka çıkmalarını onaylayamaz‖. Yukarıda, ortaya çıkma ve sürekliliğinin sağlanması konusunda misyonerlerin katkıları kısaca anlatılan Ermeni isyanları sonucunda, yüzyıllardır birlikte huzur ve kardeĢlik içinde yaĢayan Ermenilerle Müslüman ahali (özellikle de Kürtler) birbirlerine düĢmüĢ, karĢılıklı olarak kan dökülmüĢ, bölgede katliam sözcüğü günlük hayatın sıradanları arasına girmiĢtir. Bölgedeki asayiĢ ve adaleti sağlamaya yönelik Osmanlı‘nın devlet müdahalesi ise yine misyonerlerin baĢını çektiği kampanyalarla Batı kamuoyunda Müslüman Osmanlı Devleti‘nin masum Hıristiyan halk üzerinde zorbalığı ve katliamı olarak lanse edilmiĢtir. Diğer yandan, bir zamanlar millet-i sadıka olarak tanımlanan Ermeni toplumu üzerinde Batılı güçlerin ve onların misyonerlerinin oynadığı oyunlar sonucu, Ermeni toplumu bir asırdan daha kısa zamanda Osmanlı‘yı arkadan bıçaklayan bir hain haline getirilmiĢtir. Nitekim 31 Ekim 1914‘te Rus ordularının Doğu Anadolu‘da baĢlattıkları iĢgal hareketinde Ermeniler, Ruslarla beraber hareket ederek Osmanlı askerine ve Müslüman Osmanlı ahalisine saldırmıĢtır. Ermenilerin vatanı iĢgal etmeye çalıĢan Ruslarla beraber hareket etmesi, Osmanlı Devletini harekete geçirmiĢtir. Ġstanbul Hükümeti, Anadolu‘yu kana boğan Ermeni ihanetine engel olabilmek amacıyla 24 Nisan 1915 tarihinde Doğu Anadolu‘daki Ermeni halkın tehcir edilmesi kararını almıĢtır. Bu karara göre; bütün Ermeniler Bağdat demiryolu hattından en az 25 kilometre uzağa, Ģimdiki Suriye topraklarına göç ettirilecekti. Kararın amacı; Rus iĢgaline taban hazırlayan ve Osmanlı askerini arkadan vuran Ermenilere engel olmaktı. Bu kararın bize gösterdiği en önemli husus ise Osmanlı Devleti‘nin gelinen noktada yüzlerce yıl millet-i sadıka olarak adlandırdığı Ermeni toplumuna karĢı güvenini tamamen yitirmiĢ olduğudur. Fakat burada 40 Bilal N. ġimĢir, agm. 45 Ermenilerin ve onların sadık destekçileri ve kıĢkırtıcıları misyonerlerin iddia ettiği gibi bu devlet eliyle bir katliam Ģeklinde olmamıĢ, devlet kendine silah çekmiĢ ve düĢmanın safında yer tutmuĢ bir topluluğu ne ortadan kaldırma ne de kendi sınırlarından defetme yoluna gitmiĢtir. Bunun yerine yine kendi sınırları içinde olan fakat Osmanlı ordusuna karĢı tehdit oluĢturamayacakları bir bölgeye (Suriye‘ye) zorunlu göçe tabi tutmuĢtur. Gelinen noktada ise yüzlerce yıl Osmanlı yönetiminde kardeĢçe ve huzurlu biçimde yaĢayan Hıristiyan Ermeniler ile Müslüman Türkler ve Kürtler arasında Batılı emperyalist devletlerin ve onların görevlendirdiği misyonerlerin yüzünden maalesef onarılması ve telafisi oldukça güç bir düĢmanlık oluĢmuĢtur. Böylelikle ġark meselesinde yeni bir safhaya geçmek için emperyalizmin öncü gücü misyonerler, bir vazifeyi daha baĢarı ile tamamlamıĢ ve bölgeyi emperyalist devletlerin çıkarlarına uygun biçimde müdahalelere açık hale getirmiĢlerdir. Artık emperyalist devletler için geriye kalan iĢ, bu bölgede Türklere bağlı olarak yüzlerce yıl barıĢ ve huzur içinde yaĢamıĢ Ermenileri, Nasturileri ve Kürtleri kimi zaman özerklik kimi zaman bağımsızlık vaatleriyle kandırarak birer piyon olarak Türklere karĢı kullanmaktı. 46 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ġARK MESELESĠNDE BĠR PĠYON: KÜRTÇÜLÜK Daha önce de belirttiğimiz üzere; bu çalıĢmanın Kürtlerin etnik menĢeini sorgulamak gibi bir amacı yoktur. Her Ģeyden önce böylesi bir amaç, baĢlı baĢına bir tez konusu niteliğindedir. Ġkincil olarak da böylesi bir amaca ulaĢabilmek için antropoloji, dilbilim, arkeoloji gibi birçok bilim alanında çalıĢma yapmak ve onların ortaya koyacağı ortak verilerden yararlanmak gereklidir. Diğer yandan her ne kadar bir topluluğun etnik olarak kimliğini ortaya koymak, o topluluğa dünya üzerinde biricik olma fırsatı bahĢederek diğerlerinden ötekileĢme fırsatı verse de ve böylece milliyetçi söylem için güçlü bir altyapı sağlasa da unutulmaması gereken ulus devletin oluĢumunda gerektiğinde kurgusal tarihin de kullanılabildiğidir. Yani siz ne kadar bilimsel veriler eĢliğinde bir topluluğun etnik ve kültürel temellerini aydınlatsanız da eğer ilgili topluluk kendini farklı tanımlamak istiyorsa buna yönelik kurgusal bir tarih oluĢturacaktır. Bu anlamda bir topluluğun milliyetçi söylemler etrafında birleĢtirilebilmesi için etnik kökeni tek ve olmazsa olmaz bir öğe değildir. Nitekim Türk kökenleri bilimsel olarak kabul gören Bulgarlar, kendilerini günümüzde Türklerden tamamen farklı bir millet olarak tanımlamakta ve kabul görmektedirler. Konumuzla ilgili diğer bir sorun da Kürtlerin etnik olarak tanımlanmasında bilgi yetersizliği ve kirliliğidir. Her Ģeyden önce Kürtlerin etnik kimliklerini aydınlatılacak yeterli veri, maalesef yukarıda belirttiğimiz bilim alanlarının hiçbiri tarafından sağlanamamıĢtır. Ġkinci olaraksa konu artık bir sorunsalın bilimsel olarak aydınlatılması noktasından çok uzaktır; çünkü sözde aydınlar ve onların manipüle ettiği sıradan vatandaĢlar konuya tamamen siyasi olarak bakmaktadırlar. Kendini Kürtçü olarak adlandıran kesim, Kürtler için geçmiĢi milattan çok öncelere uzanan bir etnik tarih çizmekte iken kimi aĢırı Türkçüler ise konuyu bilimsellikten uzak biçimde ―Kart-Kurt‖ sesleriyle açıklamaktadırlar. Halbuki her iki tarafından da gözden kaçırdığı nokta, yukarıda 47 kısaca belirttiğim gibi etnik kök birlikteliğinin tek baĢına milliyetçiliği beslemesinin mümkün olmadığı gibi tersi bir durumun da yani etnik kök ayrılığının da tek baĢına millet tanımlamasını ortadan kaldırmayacağıdır. Nitekim Anadolu‘da yerleĢik tüm toplulukların birlikte verdiği KurtuluĢ SavaĢı sırasında da Kürtler kendi farklılılklarına vurgu yapmıĢ; fakat diğer yandan Türklerle ilgili geçmiĢe iliĢkin ortak tarih bilincini ve geleceğe iliĢkin birlikte yaĢama iradesini ortaya koymuĢ ve iĢgalcilere karĢı omuz omuza savaĢarak millet olmanın temel bilincini göstermeyi baĢarmıĢlardır. Birinci duruma iliĢkin yani aynı etnik köklere sahip olmalarına rağmen kendilerini farklı bir millet olarak tanımlayan topluluklara örnek olarak yukarıda Bulgarları vermiĢtik; ikinci duruma iliĢkin yani farklı etnik kökenlerden gelip kendileri aynı milletin parçaları olarak gören topluluklara en iyi örnek ise hiç Ģüphesiz Amerika BirleĢik Devletleri‘dir. Bilindiği üzere ABD, Avrupa baĢta olmak üzere Asya ve Afrika‘dan yani eski kıtalardan göç eden insanlarca kurulmuĢtur. Farklı din, dil, coğrafya, kültür ve etnik kökenlerden insanların oluĢturduğu Amerikan milleti bugün küresel bir güç olarak karĢımızdadır. Bu kadar çok farklılığı tek bir potada eritmeyi sağlayan unsur ise bu insanların geleceklerini birlikte inĢa etme düĢüncesi ve kader birlikteliklerine dair inançlarıdır. Yani gönüllü bir entegrasyon sonucu oluĢan bir birliktelik, bir millet söz konusudur. Gerek ABD gerekse Bulgar örnekleri Kürtçülük sorunsalının tek baĢına etnik kökenler ile açıklanamayacağının ve çözülemeyeceğinin birer kanıtıdır. Konu etnik köklerle açıklanamayacak kadar karmaĢık ve çok daha komplikedir. Bu nedenle konunun tarihsel geliĢimi içinde sosyal, siyasal, ekonomik vb. yönleriyle ele alınması gerekir. Bu çalıĢmada hedeflenen amaç da budur. Kürtlerin ne zaman ve hangi etnik kökenle tarih sahnesine çıktığından çok daha fazla önemli olarak Kürtçülüğün ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ve nasıl geliĢtiği konusuna odaklanacağız. Bu yolla sorunsalın anlaĢılmasını sağlayacağız. Bu nedenle bu bölümde, Kürtlerin etnik kökenlerine iliĢkin iddialara sadece birkaç satırla değinilerek ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘da Kürt-Osmanlı iliĢkilerinin tarihsel süreç içinde geliĢimi, Osmanlı idari yapısı içinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Kürt isyanları ve sebepleri alt baĢlıkları çerçevesinde asıl amacımız olan Kürtçülüğün ortaya çıkıĢı ve geliĢimi konusunu aydınlatılacaktır. 1.KÜRTLERĠN KÖKENLERĠNE ĠLĠġKĠN ĠDDĠALAR Kürtlerin etnik menĢeine iliĢkin tezler, beĢ ana grupta toplanabilir. Bunlar hakkında aĢağıda kısaca bilgi verilmiĢtir: 48 1.1. Kürtlerin Kökenini Mezopotamyalı Kavimlere Dayandıran Tez ―Kürtleri, tarihin derinliklerinde kaybolmuĢ Mezopotamyalı bir takım kavimlere dayandıranlar, Karduk ya da Kardular ile Urartular‘ı Kürtlerin atası olarak kabul ederler. Karduk ya da Kardu‘ların yasadığı coğrafya, Dicle nehri ile Cudi dağları arasındaki bölge olup, bu gün bu bölge Botan olarak bilinmektedir. Kardulardan ilk bahseden Yunanlı General Xenophon olmuĢtur. Sami menĢeyli olan bu kelime ile Kürt kelimesi arasında etimolojik bir bağ kurmaya çalıĢan Minorsky böylece Kürtler ve Kürt tarihi için kabul edilebilecek atayı bulmakta gecikmeyecektir… Öte yandan yine Minorsky Urartular‘ın o devirlerde söyleniĢi Qald/ Haldi terimi ile Kürt terimi arasında etimolojik iliĢki kurmaya çalıĢtığı ve buna dayanarak, Urartuların Kürtler denen toplulukların ataları olduğunu ifade 1 etmiĢtir.‖ Bu tezi savunanlar ―Kürtlerin Hind-Avrupa kökenli oldukları yönündeki tezlerin tamamını 'zorlama ve yakıĢtırma' olarak değerlendirmektedirler. CemĢid Bender de 2 Kürtlerin Ari değil, yerli halkların devamı oldukları görüĢündedir‖. 1.2. Kürtlerin Etnik MenĢeinin Medler’den Gelme Olduğu Tezi ―Özellikle Kürt siyasal elitlerinin önemli bir kısmına göre Kürtlerin esas ataları Medlerdir. Milattan önce iki binli yıllardan itibaren Ġskandinavya ve Baltık sahillerinden Rusya steplerini geçerek Kafkaslar ve Azerbaycan üzerinden Batı Ġran'daki ZAĞROS dağlarına geldikleri ve Perslerle aynı kökten ve akraba oldukları öne sürülmektedir. … Minorsky, Kürtlerin Medlere dayandığı kanısındadır. Medler ise Doğu'dan gelen, Aryan bir halktır. Minorsky onların, önce bugünkü Azerbaycan'a yerleĢtiklerini, daha sonra (MÖ 7. yüzyıl) Van Gölü'nün güney kesiminden batıya doğru yayıldıklarını ileri sürer. Minorsky'e göre, büyük ihtimalle iki kardeĢ aĢiret olan, Med lehçeleri konuĢan Kurtilerle Mardlar kaynaĢarak bugünkü Kürt halkının esas çekirdeğini oluĢturmaktadır ve Medler 3 batıya doğru ilerlerken diğer bir kısım yerli unsurları da bünyelerine almıĢlardır.‖ Birinci ve ikinci görüĢü birleĢtirerek Kürtlerin Mezopatamya‘nın yerli halkları ile Medlerin karıĢımı sonucu ortaya çıktığını ileri süren sentezciler de bulunmaktadır: ―Kürtlerin kökeni ile ilgili en yaygın kanaat, ister Hind-Avrupa kökenli, ister kadim Orta Doğulu olsunlar Subarular, Huriler, Mit- taniler, Haldiler, Urartular, Gutiler, Kurtiler, 1 KurubaĢ, Erol; Denker, M.Sami, agm., s.9 2 Tan, Altan, Kürt Sorunu, TimaĢ Yayınları, Ġstanbul, 2011, s.27 3 Tan, age., s.26 49 Karduklar ve Kassit- ler ile Hind-Avrupa kökenli Medlerin tarih içerisinde bir potada 4 eriyerek günümüzdeki Kürtleri oluĢturdukları görüĢüdür.‖ 1.3. Kürtlerin menĢeilerinin Arap Kökenlere Sahip Olduğu Tezi Kürt kelimesini ilk defa kullanan Ġslam coğrafyacısı Mesudi, 932 yılında tamamladığı ‗Maruc‘üz-Zeheb (Altın Çayırlar) adlı eserinde Kürtlerin menĢeyi ile ilgili olarak Hz. Süleyman‘a atfedilen bir efsaneden söz etmektedir. Efsanede dağlara sürülen kabileden bahsedilerek bu kabileye Arapça Karrad anlamına gelmek üzere Kürd 5 denilmiĢtir. 1. 4. Kürtlerin Ermenilerle Aynı Irktan Olduğunu Ġleri Süren Tezi ―Yafetik Okulu'nun önde gelen temsilcisi N. J. Marr'ın da aralarında olduğu bir kısım araĢtırmacı ise, Kürtleri Kafkas halklarına daha yakın bulmakta, Ermeniler ve 6 Gürcülerle akraba olduklarını ileri sürmektedir.‖ Bu ilk dört tez Kürtlerle Türkler arasına etnik bir duvar örmeye yönelik olarak Kürtçü çevrelerce kullanılmaktadır. Bu tezlerin tamamı incelendiğinde, hiçbirinin yeterli bilimsel veriye sahip olmadığı görülmektedir. Bu konuyu bizzat tezleri ileri süren Kürdologlarda kabul etmektedirler. Kürtler isimli eserin sahibi Rus B. Nikitin "Tarihin tanıklığı özellikle Kültlerde olduğu gibi kesintiye uğrar ve bazı bakımlardan doğrulanmazsa, bu kavmin kökenleri çoğu zaman çözülmesi çok güç bir sorun haline gelir." (sf. 20) diye açıklamada bulunduktan ve Kürtlerin kökenleri konusundaki araĢtırmalarda görülen görüĢ ayrılıklarına değindikten sonra(sf. 45) "Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz birçok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı 'VARSAYIMLAR' öne sürmemize imkân veriyorsa, 7 antropoloji de, bize bu konuda fazla yardımcı olmayacaktır." (sf. 48) demektedir. Diğer 8 yandan Kürdolojinin babası sayılan V. Minorsky de ileri sürdüğü tezlerin eksik mahiyette 4 Tan, age., s.27 5 KurubaĢ; Denker, agm., s.11 6 Tan, age., s.26 7 Önder, Ali Tayyar, Türkiye'nin Etnik Yapısı, Kripto Kitaplar, Ankara, 2008, s.155 8 ―Ġslam Ansiklopedisi'nin "Kürtler" maddesi, Rus Ģarkiyatçısı ve çeĢitli çevrelerce Kürdolojinin babası olarak görülen Prof. Dr. Vladimir Minorsky tarafından yazılmıĢtır. Minorsky 1914-1917 yılları arasında Urmiye (Rızaiyye) Ģehrinde Petersburg ilimler Akademisi'nde Ģarkiyatçı olmasına rağmen, konsolos olarak görev yapmıĢtır. Rusya'ya çağrılan Minorsky, Rus ordularının Doğu Anadolu'yu iĢgali sırasında buradaki Kurmanç aĢiretlerinden nasıl faydalanılabileceğiyle ilgili Rus Genelkurmay Basımevi'nde gizli olarak bastırılan Kürtler adlı bir kitap yazmıĢtır. Rus emperyalizminin çıkarlarına göre ve tarihi gerçeklerin saptırılmasıyla hazırlanan kitap, bu yönü sebebiyle bilimsel dayanaklardan da yoksun kalmıĢtır. 1917 Ekim 50 olduğunu ve yeterli veriye sahip olunamadığını Ġslam Ansiklopedisi‘nde itiraf etmektedir. Minorsky, Ġslam Ansiklopedisi‘ne yazdığı geniĢ Kürtler maddesinde (cilt.4) "Bunların yaĢadıkları yerler birçok seyyah tarafından gezilmiĢ, Kürtleri dil, tarih, etnografya vb. bakımından tetkik eden birçok eserler ortaya konmuĢ ise de, umumi mahiyette bir tetkik henüz yapılmamıĢ bulunduğu gibi esasen elde mevcut malumatın dağınık ve eksik bir mahiyet arzetmesi ve araĢtırmacıların kullandıkları usullerin birbirine uymaması böyle bir tetkiki güçleĢtirmektedir." (sf. 1089) ve "sistemli tetkikler Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında birçok eski kavimlerin mevcudiyetini ortaya çıkaracaktır(sf. 1091) ve "Kürtlerin menĢe'i meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve Ġslam kaynakları kolaylaĢtırmamaktadır"(sf. 9 1091) demektedir. 1.5. Kürtlerin menĢeinin Turani Kökenlere Sahip Olduğu Tezi Bu görüĢü savunanların ortaya koydukları bilgi ve belgeler daha önce sıralanmıĢ olan iddiaları ileri süren Minorsky ve Nikitin gibi Kürdologlarınkine oranla çok daha bilimsel ve üzerinde durmaya değer olmasına rağmen (maalesef 1980‘lerin baĢında 12 Eylül askeri darbesinin siyasi ve sosyal konjektürünün dayattığı ―Kürt yoktur, Kürtler dağlık bölgelerde yaĢayan ve bastıkları karın çıkardığı kart-kurt seslerine yapılan öykünme sonucu kendilerine Kürt denilmeye baĢlanan dağ Türkleri‘dir‖ söylemi nedeniyle) bugün tartıĢılmadan bilim dıĢı ilan edilmektedir. Üstelik yukarıda belirttiğimiz ideolojik söylemin olumsuz etkisi ile birlikte son 15-20 yıllık süreçte Kürtçülük hareketinin sağladığı siyasi geliĢme, ―Kürtlerin etnik menĢei Turanî‘dir‖ yönünde bilimsel verileri ortaya koymaya çalıĢan bilim insanlarının kamuoyu ve bilim çevrelerinde adeta afaroza uğramalarına sebep olmaktadır. Bilimsel veriler ıĢığında bir konuyu aydınlatmaya çalıĢan insanların bu Ģekilde önyargılı ve ideolojik bir yaklaĢımla engellenmeye çalıĢılmasının ne kadar demokrasi ve bilim etiğine uygun olduğu ise toplum olarak cevaplamamız gereken bir baĢka sorudur. Oysaki bu tezi savunanlar ―Kürt yoktur!‖ gibi ideolojik bir söylem sergilememekte bilimsel veriler eĢliğinde Kürtlerin etnik menĢeini aydınlatmaya çalıĢmaktadırlar. Bu Komünist Ġhtilali'nden sonra, Minorsky ve onun yerine görev almıĢ olan Basil Nikitin, Avrupa'ya sığınmıĢlar; "Prof." sıfatıyla Minorsky Londra'da, Basil Nikitin ise Paris'te yerleĢerek; Ġngiltere ve Fransa'nın emrinde "Kürtler Masası"nı tekrar teĢkilatlandırmıĢlar ve Türkiye, Irak ve Ġran'daki Kürtleri isyana teĢvik etmek için geniĢ çaplı bir propagandaya giriĢmiĢlerdir. Minorsky, kendi uydurduğu bir menĢe efsanesine dayanarak, ilmi olmayan ve tarihi gerçekliği bulunmayan, propaganda yöntemine dayalı bir "Kürt Tarihi" yaratmıĢtır. Ona dayanarak çalıĢma yapan ve görüĢlerini bir tez olarak kabul edenlerse, kendi eklentileriyle iddiaları çeĢitlendirmiĢlerdir.‖ (Dündar, Safiye, Kürtler ve Azınlık Tartışmaları, Doğan Kitapçılık, 2009, s. 59) 9 Önder, age., s.156 51 veriler ise Ģunlardır:― "Kürt" adının geçtiği ilk yazılı kanıt "Türkçe" olup; bir uruk veya boy adı olarak "Kürt" kelimesine, tarihte ilk defa Orta Asya'daki kazılarda ElegeĢ nehri yakınlarında ortaya çıkan bir Türk mezarının kitabesinde rastlanmıĢtır. Yenisey'de Göktürk kitabelerindeki (ElegeĢ Yazıtı) BengütaĢ'ta yer alan bilgilerden, Kürt Uruğu'nun Göktürkler içerisinde yaĢadıkları anlaĢılmaktadır. Ġskit-Saka Uruğu'nda Kürt Ġlhanı olan ve 39 yaĢında ölen Alp Urungu'nun "Ben Kürt Ġlhanı Alp Urun-gu'yum" baĢlıklı yazıtının "Türkçe" yazılmıĢ olması ise Kürtlerin Türkler içerisinden geldikleri tezini bilimsel anlamda daha da kuvvetlendirmektedir. Ayrıca, Ceyhun deltası içindeki "Kürder ġehri" ve "Kürder Arkı", anılan kitabelerde adı geçen "Kürt" topluluğun yerleĢimiyle ilgili olup; bunlar, "Kürt" kelimesinin Türkçe'de bulunduğunu ispatlayan verilerden bir diğerini 10 oluĢturmaktadır.‖ Alman De Groot isimli dilbilimcinin araĢtırmasına göre; Orhun Anıtları'nda bugünün Anadolu Türkçesinde bulunmayan, ama bugünün Anadolu Kürtçesinde bulunan 11 tam 532 sözcük vardır. Bu konuda diğer bir kanıt Bilal ġimĢir tarafından ortaya konulmaktadır: ―Ġngiliz Konsolosu Sir Henry Greswicke Rawlinson (1810-1895), Kürtlerin soy kökenini derinlemesine araĢtırmıĢ olan uzmanlardan biridir. Asker, diplomat ve Asurî tarihi uzmanıdır. Ġran'da, Bağdat'ta BaĢkonsolos olarak bulunmuĢ, bölgede uzun yıllar araĢ- tırmalar yapmıĢ, kayalardaki Asurî Çivi yazılarını çözmüĢ, bu alanda yeni keĢiflerde bulunmuĢ ve daha çok bir bilim adamı olarak tanınmıĢtır. Kendisinin yayımlanmıĢ 16 kitabı vardır. Bunların çoğu Çivi yazısıyla yazılmıĢ ve ilk defa bilim dünyasına sunulan Asurî belgelerinin röprodüksiyonları niteliğinde, özgün yapıtlardır. TanınmıĢ Ġngiliz ansiklopedisi Encyclopedia Britannica'daki "Kürdistan" maddesi de H.C. Rawlinson'un kaleminden çıkmıĢtı. Bu madde, önce ansiklopedinin dokuzuncu edisyonunda (1875-1889) yayımlanmıĢtır. Burada Kürtlerin Turan soyundan oldukları belirtilmiĢtir. Yazarın ölümünden sonra, ansiklopedideki "Kürdistan" maddesinde bazı değiĢiklikler yapılmıĢ fakat Kürt dili ve Kürtlerin kökeni konusunda Rawlinson'un görüĢleri Ġngiliz ansiklopedisinin on birinci baskısına kadar (1910-1911) aynen korunmuĢtur. 10 Dündar, age., s.42 11 Önder, age., s.169 52 Kürtlerin dili ve soy kökeni konusunda Rawlinson'un ilgi çekici görüĢleri vardır. Dil bakımından Kırmançı lehçesini bugünkü Kürtlerin esas dili olarak kabul etmektedir... Kürtlerin soy kökenine, etnik menĢeine gelince, bu konuda Rawlinson daha açık ve daha kesin konuĢmaktadır: Kürtlerin aslen Turan soyundan geldiklerini, daha sonraki çağlarda Ġrani unsurlarla karıĢmıĢ olduklarını belirtmektedir. Ravvlinson'un yazdıklarına göre, Kürtler, tâ tarih çağlarının baĢında Orta Asya'dan kalkıp Ģimdi yaĢadıkları bölgelere gelip yerleĢmiĢler ve o çağda yaĢayan milletler düzeyinde, örneğin Hititler düzeyinde güç kazanmıĢ ve bütün Asuri dönemi boyunca da bağımsızlıklarını az çok koruyabilmiĢ olan Turani bir kavimdir. Fakat aslı Turanlı olan bu kavim, daha sonraki çağlarda Ġranlı kavimlerle karıĢmıĢ ve yavaĢ yavaĢ ĠranileĢmiĢtir… Rawlinson, tezine tanık olarak, "çivi yazısıyla yazılmıĢ ilk belgeleri" gösteriyor ve "Turanlı bir kabile olan Kürtler, Batı Asya'daki diğer kavimlerle eĢit düzeyde erken çivi yazısı kayıtlarına geçirilmiĢlerdir" diyor. Bu çivi yazıtlarının da Malatya ile Ġran'daki Mi- yandob arasında kalan bölgenin birçok yerinde kayalara kazınmıĢ olarak bulunduğunu belirtiyor. Bu yazıtlar bugün hâlâ yerli yerinde durmakta mıdır, yoksa British Museum'a taĢınmıĢlar mıdır? Bizim uzmanlarımız bunları inceleyebilmiĢler midir ya da ne kadar 12 inceleyebilmiĢlerdir?‖ Yukarıda sıralandığı gibi; Kürtlerin menĢei hakkında birbirinden farklı beĢ tez bulunmaktadır. BeĢ tezin de bilimsel veri anlamında bizi kesin sonuca götürmede eksiklikleri olmakla beraber, hiç Ģüphesiz en somut veriler, Kürtlerin Turani kökenlere sahip olduğuna dair tezi savunanlarca ortaya konulmuĢtur. Buna karĢın daha önce de belirtildiği üzere; bu tez üzerinde kafa yorulmaya ve verileri incelenmeye dahi gerek duyulmadan tezin içeriği göz ardı edilmektedir. Bu tezi dillendirmeye çalıĢan aydın ve bilim adamları ise ―12 Eylül‘ün kart-kurt‖ komedisi ile özdeĢleĢtirilerek bir tür ―Ģovenist‖ ilan edilmektedir. Sonuç olarak; mevcut önyargılı ve ideolojik durum, Kürtlerin menĢei konusundaki tartıĢmaların sağlıksız bir zeminde yapılmasına sebep olmaktadır. 12 ġimĢir, Bilâl N. , Kürtçülük (1787-1923), Bilgi Yayınevi, 2010, S.60-61-62 53 ReĢid Yasemi, Kürtler ve Onların Irki ve Tarihi Bağları adlı eserinde bu önyargılı ve ideolojik tutuma dikkati çekmiĢtir: ―... ilim adamları, Kürtleri daha önce müstakil bir ırk olarak farz ettikleri için, onları büyük ırklardan ayıracak özelliklerin ve farklılıkların ardına düĢmüĢ; ama bu tür ayırıcı farklar bulamamıĢlardır. Doğal olarak herkes yapay birtakım 13 Ģeyleri hakiki ayrımlar sanmakta, bundan dolayı da ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.‖ 2. DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU’DA KÜRT-TÜRK ĠLĠġKĠLERĠNĠN TARĠHSEL SÜREÇ ĠÇĠNDE GELĠġĠMĠ Söz konusu iliĢkilerin ne zaman ve nasıl baĢladığı konusu da tıpkı Kürtlerin kökeni gibi belirsizdir. Zaten bu belirsizliğin temel nedeni de, Kürtlerin menĢeilerine iliĢkin elde kesin veriler olmayıĢıdır. Eğer kimi araĢtırmacıların ileri sürdüğü üzere Kürtler, Turani bir kavim ise söz konusu iliĢkiler, Türklerin tarih sahnesine çıktığı milattan önce 3000‘li yıllara ve dolayısıyla Orta Asya‘ya dayanmaktadır. Yok, eğer, Minorsky gibi kimi Rus kürdologların iddia ettiği gibi Kürtlerin kökeni Medler‘e dayanıyorsa bu durumda da iliĢkilerin baĢlangıcını Türklerin Anadolu‘ya girdikleri 1071 tarihi olarak kabul etmek gerekir. Arap kökenlerinden veya Ermeni kökenlerinden geldiklerini kabul etme durumunda da iliĢkilerin baĢlangıç noktası ve Ģeklini farklı bir biçimde algılamak gerekecektir. Kısacası Kürt- Türk iliĢkilerinin baĢlayıĢ tarihi de tıpkı Kürtlerin kökeni gibi belirsizdir; çünkü bu iliĢkilerin baĢlayıĢ tarihi, yeri ve Ģekli Kürtlerin menĢeileriyle doğrudan ilintilidir. Bu nedenle bu tez çalıĢmasında tamamen varsayımlar ve bir takım ideolojik söylemlerden hareket ederek Türk- Kürt iliĢkilerinin baĢlayıĢ ve geliĢimi üzerine anti-bilimsel varsayımlarda bulunmak yerine doğrudan doğruya tarihsel bilgi ve belgelerden yola çıkarak Osmanlı Devleti ile Kürtlerin iliĢkilerinin ortaya çıkıĢı ve geliĢimi üzerinde durulacaktır. Bu iliĢkilerde hiç Ģüphesiz; 1514‘deki Çaldıran SavaĢı bir milattır. Kürtlerin yaĢadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘nun Çaldıran SavaĢı öncesi genel durumuna bakıldığında; bölgede Akkoyunluların 1473‘de Fatih Sultan Mehmet tarafından yenilgiye uğratılması sonucu oluĢan idari ve siyasi boĢluğun Safeviler tarafından doldurulduğu görülmektedir. Safevilerin bölgedeki hakimiyeti, Kürt beylerinin pek de iĢine gelmemiĢtir. Çünkü ġii olan Safeviler ve hükümranları ġah Ġsmail, Akkoyunlular‘ın yaptığı gibi Sünni olan Kürt beylerine güvenmemiĢ ve onların bölgedeki hakimiyetlerini kısıtlayarak bölgeye kendi valilerini göndermiĢtir. Bunlar genelde ġii Türkmen valilerdir. 13 Dündar, Safiye, age., s.44 54 Safevi Devleti‘nin bölgede uyguladığı politika, Alevi Türkmen aĢiretlerini desteklemek ve böylece bölgede kendi resmi dini olan ġiiliği hakim kılmaktı. Dolayısıyla Sünni mezhebe sahip Kürt aĢiretlere karĢı sempati beslemesi ve ılımlı yaklaĢması söz konusu olmamıĢtır. Bu durum Kürt beylerini, kendileri gibi Sünni olan Osmanlı‘ya yaklaĢtırmıĢtır. Bölgedeki Sünni itifakını hazırlayan yapıyı doğru biçimde kavrayan Yavuz Sultan Selim, Safevilerle gerçekleĢtireceği savaĢ öncesi bölgedeki Kürt beylerini de ortak düĢman Safevilere karĢı Osmanlı saflarında birleĢtirmek için harekete geçmiĢ; bu iĢ için mahiyetinde bulunan Ġdris- i Bitlisi‘yi görevlendirmiĢtir. ―Büyük bir Sünni âlimi olan Ġdris-i Bitlisi, daha önceleri Akkoyunlu hükümdarı Yakub'un divanında kâtip iken, Yakub'un ölümünden sonra diğer Akkoyunlu hükümdarlarının ġah Ġsmail tarafından mağlup edilmesi üzerine Ġran'da durmamıĢ ve ġiiliğe karĢı olduğundan ġah Ġsmail'in kalması yönündeki teklifini de reddederek Osmanlı ülkesine gelmiĢtir. 1501 yılında II. Bâyezid tarafından Osmanlı sarayına kabul edilen ve Sultan'ın emriyle Osmanlı tarihiyle ilgili eserini Farsça olarak kaleme alan Bitlisi; 1511 yılında orada kalma niyetiyle Hacca gitmiĢ, ancak, 1512 yılında Sultan Selim‘in daveti üzerine Ġstanbul'a dönmüĢtür. DönüĢünden sonra, Yavuz Sultan Selim‘in en yakınında bulunanlardan biri olmuĢ; onunla birlikte Çaldıran Seferi'ne çıkmıĢtır. Bitlisli olduğu için yörenin örf ve adetlerini, gelenek ve göreneklerini, dini hassasiyet ve mezhep durumlarını iyi bilen Bitlisi; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun fetih çalıĢmaları için birkaç kez bölgeye gitmiĢ ve doğuda bulunan aĢiret reisleriyle görüĢmüĢtür. Bitlisi'nin çalıĢmaları kısa zamanda etkisini göstermiĢ; bölgenin hemen 14 hemen bütün Ģehirlerinde ġah Ġsmail ve Safevilere karĢı isyanlar baĢlamıĢtır.‖ Çaldıran‘a giden süreçte bu isyanlar, hiç Ģüphesiz Safevileri önemli ölçüde meĢgul etmiĢtir. Bu, bir bakıma ġii Safevilerin Anadolu‘daki Türkmen Alevi aĢiretleri Osmanlı‘ya karĢı kıĢkırtma siyasetinin bu kez Sünni Kürtler vasıtasıyla Osmanlı tarafından kullanılmasıydı. Bilindiği gibi; Yavuz Sultan Selim daha Trabzon‘daki Ģehzadeliği sırasında Safevi tehlikesini ve bu tehlikenin Anadolu‘daki Alevi Türkmen aĢiretleri üzerindeki etkisini görmüĢtü. Dolayısıyla tahta geçtikten sonra ilk hedefi bu tehlikeyi ortadan kaldırmaya çalıĢmak olmuĢtur. Bu amaçla da daha önce de belirtildiği üzere; Safevilere karĢı Kürt beyliklerden yararlanmıĢtır. Suat Parlar, bu durumu Ģu sözlerle vurgulamaktadır: ―Sultan Selim'in siyaseti, Kürt beyliklerini Osmanlı ittifakına dahil ederek Ġran karĢısında sağlam bir duvar örmek, Türkmen unsurlarını kuĢatmaktı. … Türkmen oymaklarının Safevi Devleti ile 14 Dündar, age., s.61 55 15 birlikte hareket etmesi karĢısında, Osmanlı da Kürt feodallerine dayanma yolunu seçti.‖ Aslında bu durum karĢılıklı olarak hem Osmanlı‘nın hem de Kürt beylerinin içinde bulunduğu koĢulların bir dayatması sonucu oluĢmuĢtur. Osmanlı açısından kimi tarafgil tarihçilerin iddia ettiği gibi Safevilerin Çaldıran‘da mağlup edilebilmesi için Sultan Selim‘in Kürt beylerinin askeri gücüne ihtiyaç duyduğu safsatası doğru değildir. Elbette ki; Kürt beylerinin Çaldıran SavaĢı sırasında katkıları olmuĢtur. Fakat bu katkılar, savaĢın sonucu etkileyecek boyutta değildir. SavaĢın sonucunu belirleyen asıl etken Yavuz Sultan Selim‘in ordusunun sahip olduğu mükemmel ateĢli silah (top ve tüfek) donanımına karĢın ġah Ġsmail‘in kendi ordusunda ateĢli silahlara yer vermemesidir. ġah Ġsmail‘in bu hatası ordusunun Çaldıran Ovasında kısa bir sürede dağılmasına kendisinin yaralanmasına ve eĢi dahil bir çok yakınının Osmanlı ordusu tarafından tutsak alınmasına sebep olmuĢtur. Bu büyük zafer sonrası Osmanlı ordusu, Safevilerin baĢkenti Tebriz de dahil birçok kenti herhangi bir direniĢ olmadan ele geçirmiĢtir. Fakat Osmanlı ordusu Ġstanbul‘a döner dönmez Safeviler, kaybettikleri kentlerin birçoğunu kolayca geri almıĢlardır. ĠĢte Osmanlı‘nın Kürt beylerini kendi safına çekme zorunluluğu bu noktada kendini göstermektedir. Eğer bölgede ġii Safevilere karĢı kalıcı bir Osmanlı hakimiyeti isteniyorsa bunun yolu Alevi Türkmenleri desteklemekten değil Sünni Kürtlerle iĢbirliği yapmaktan geçmekteydi. Kürtler açısından ise Osmanlı ile iĢbirliği yapmak ve Osmanlı‘nın hükümranlığını kabul etmek zorunluluktan da öte bir hayatta kalma yoluydu. Çünkü daha önce de belirtildiği üzere; ġii Safeviler, bölgede Alevi Türkmenleri desteklemekte, Sünni Kürtleri ise mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya yönelik bir politika yürütmekteydi. Kürt beylerinin kendi aralarında birlik ve dayanıĢmalarının olmaması Safevi baskısını daha da kolay hale getirmekteydi. Nitekim Çaldıran SavaĢı sonrası, Kürt beylerinin egemenliğine giren Güneydoğu Anadolu kentleri Safevilerce kısa bir sürede tekrar kuĢatılmıĢ ve birçoğu da düĢmüĢtür. ĠĢte bu aĢamada Kürt beyleri, bölgede Osmanlı desteği olmaksızın yaĢamlarını devam ettiremiyeceklerini anlayarak Ġdris-i Bitlisi vasıtasıyla Osmanlı Ġmparatoruna biat etmiĢlerdir. Çaldıran SavaĢı sonrası meydana gelen olayları biraz daha ayrıntılı incelemek aydınlatıcı olacaktır. Yavuz'un Çaldıran'da Safevi ordusunu ezip ġah Ġsmail‘in gücünü sarsması üzerine rahat bir nefes alan Kürt beyleri, bölgede kendi hakimiyetlerini tekrar 15 Parlar, Suat, ‖Öntürkler ve Jöntürkler I‖, http://www.halksahnesi.org/incelemeler/jonturkler_jonkurtler/jonturkler_jonkurtler.htm, 10.04.2010 56 oluĢturdular. Ne var ki; ġah Ġsmail, kısa bir süre sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘da hakimiyeti geri kazanabilmek için harekete geçip Ustacalu Muhammed Han'ın kardeĢi Karahan‘ı Diyarbakır‘ı ele geçirmek üzere görevlendirmiĢtir. ―Karahan o tarihlerde henüz isyan etmemiĢ olan-Ruha (Urfa) hâkimi TurmıĢ Han'ın kuvvetleri ve Mardin ile Hısm- 16 keyfa (Hasankeyf)'dan katılanlarla birlikte Diyarbekir'i kuĢatmıĢtır.‖ Kürt beyleri ise bu durum karĢısında Osmanlı‘dan yardım istemek zorunda kalmıĢlardır. ĠĢte Osmanlı-Kürt iliĢkilerinde bu Diyarbakır savunması, bir dönüm noktası olmuĢtur. Kürt beyleri kendilerini Safevilere karĢı koruması için Osmanlı Ġmparatoru‘na kendi rızalarıyla biat etmiĢlerdir. BaĢta Bitlis Hâkimi ġerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hasankeyf Emiri II. Halil 17 ve Ġmadiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere Kürt Beyleri , Yavuz Sultan Selim‘e itaatlerini Ġdris-i Bitlisi vasıtasıyla gönderdikleri mektubla arzederek ondan yardım istemiĢlerdir. Bu mektubu gönderen Kürt beylerinin tam sayısı bilinmemektedir. ―Ahmed-i Hani'nin Mem-û-Zin adlı destanında bu sayı 18 Kürt Beyi olarak belirtilirken, Ali Rıza ġeyh Attar bu sayının 16 olduğunu vurgulamaktadır. Ancak, Yavuz Sultan Selim'in itaat eden beylere ve Kürt Meliklerine dağıtılmak üzere on yedi bezeli sancak göndermiĢ olması; bu mektubu göndererek Osmanlı Devletine katılmak isteyen Kürt 18 beylerinin sayısının 17 olduğunu düĢündürmektedir.‖ Gönderilen mektubu Koca Müverrih'in Bedâyi adlı eserinden aktardığını belirten Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, mektubu Ģu Ģekilde nakletmektedir: "Can ü gönülden Ġslâm Sultanına biat eyledik. Ġlhâdları zâhir olan KızılbaĢlardan teberri eyledik. KızılbaĢların neĢrettiği dalalet ve bid‘atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve ġafi‘î mezhebini icra eyledik. Ġslâm Sultanının namı ile Ģeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda baĢladık. Cihada gayret gösterdik ve Ġslâm PadiĢahının yollarını bekledik. Duyduk ki, PadiĢah, Zülkadriye Eyaletine gitmiĢ; bunun üzerine biz de Mevlana Ġdris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu Ģudur ki; bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz KızılbaĢ diyarına yakındır, komĢudur ve hatta karıĢıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmıĢlar ve bizimle savaĢmıĢlardır. Sadece Ġslâm Sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi baĢımıza müstakil olarak bunlara karĢı 16 Dündar, age., s.62 17 Dündar, age., s.62 18 Dündar, age., s.62 57 çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aĢiret tarzında yaĢamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuĢdur. Ancak ümitvarız ki, PadiĢah'dan yardım olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbeycan'dan o zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, Ġran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payıtahtıdır, bir yıldır, KızılbaĢ askerlerinin iĢgali altındadır ve 50.000'den fazla insan öldürmüĢlerdir. Eğer padiĢahın yardımı bu Müslümanlara yetiĢirse, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevî faydalar elde edileceği muhakkakdır ve bütün Müslümanlar da 19 bundan yararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır." Bu mektup, Osmanlı ile Kürt Beyleri arasında kurulan iliĢkiyle ilgili bize bazı önemli ipuçları vermektedir. Her Ģeyden önce Kürt beyleri biat ettik diyerek Osmanlı egemenliğini açıkca kabul ettiklerini beyan etmektedir. Dolayısıyla kimi yazarların iddia ettiğinin tersine Çaldıran SavaĢı sonrası Osmanlı ile Kürt beyleri arasında kurulan iliĢki eĢitler arası bir iliĢki değildir. Ġkincisi henüz Halifelik makamını Osmanlı sultanları temsil etmeye baĢlamıĢ olmamalarına karĢın, Kürt beyleri Ġslam sultanına biat ettik diyerek, onu tüm Ġslam dünyasının lideri olarak gördüklerini belirtmektedirler. Bu da Osmanlı‘nın Kürt beyleri üzerindeki etkisini ve onların gözlerinde ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Diğer bir husus, Kürt beylerinin neden Osmanlı sultanına biat ettiklerine, daha doğrusu etmek zorunda kaldıklarına dairdir. Daha önce değinildiği üzere; bölge uzun yıllar boyunca önce Akkoyunluların ardından da Safevilerin hakimiyeti altında kalmıĢtır. Her iki devlet de ġii mezhebine mensup olup; Sünni Kürt beylerinden haz etmemiĢ ve mümkün olan her türlü baskı ile Kürt beylerinin bölgedeki hakimiyet ve güçlerini tasfiye etmeye çalıĢmıĢtır. Bununla doğru orantılı olarak, Alevi Türkmen aĢiretlerini ise desteklemiĢ, bölge yöneticilerini de genelde bunlardan seçmiĢtir. Mektup da ―…Bizim beldelerimiz KızılbaĢ diyarına yakındır, komĢudur ve hatta karıĢıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmıĢlar ve bizimle savaĢmıĢlardır.‖ cümleleriyle özetlenen bu durum karĢısında yapabilecekleri yegâne Ģey sırtlarını Osmanlı‘ya dayayarak Safevi zulmünden kurtulmaktır. Safevilerden kendi baĢlarına kurtulamayacaklarının kendileri de farkındadırlar. Bu durumu büyük bir açık yüreklilikle Ģu sözlerle itiraf etmektedirler: ―Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi baĢımıza müstakil olarak bunlara karĢı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aĢiret tarzında yaĢamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip 19 Prof Dr. Ahmed Akgündüz, ―ġark Meselesinin Tarihi Esasları‖, http://www.osmanli.org.tr/belgelergerceklerikonusuyor-2-74.html , 12.04.2011 58 Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir.‖ Gerçekten de bölgede Osmanlı‘ya bağlanmadan önce Kürt beyleri arasında sürekli bir güç çekiĢmesi ve bunun beraberinde getirdiği çatıĢmalar söz konusu olmuĢtur. Nitekim birazdan üzerinde duracağımız üzere; Yavuz Sultan Selim‘in Kürt beylerine kendi aralarından birini derebeyi seçmeleri yönündeki talimatına Kürt beyleri, kendi aralarındaki çekiĢmelerden dolayı böyle bir seçim yapamayacaklarını kendileri dıĢında birinin Sultan tarafından bizzat göreve seçilmesi istemiyle cevap vermiĢlerdir. ġerefhan da ġerefname adlı eserinde Kürtlerin birlik içinde hareket 20 edemediklerini belirtmiĢtir. Yavuz Sultan Selim, Kürt beylerinin mektubu ardından Erzincan Valisi Bıyıklı Mehmed PaĢa komutusunda bir orduyu, Diyarbakır'daki Safevi kuĢatmasına son vermesi için bölgeye göndermiĢtir. Bu orduya Sivas Beylerbeyi ġadi PaĢa'nın kuvvetleriyle birlikte Ġdris-i Bitlisi‘nin Kürtlerden oluĢturduğu 10 bin kiĢilik bir grup da katılmıĢtır. Osmanlı ordusunun Diyarbakır'a doğru geldiğini haber alan Kara Han, kuĢatmayı kaldırmıĢ ve Mardin'e kaçmıĢtır. Osmanlı kuvvetleri, 1515 yılı eylül ayı ortalarında Ģehre girmiĢtir. Diyarbakır'ın Osmanlı ordusunca ġiilerin elinden alınmasından sonra Ġdris-i Bitlisi, bölgedeki faaliyetlerini sürdürmüĢ ve bu faaliyetlerinin neticesinde Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt beylerinin Osmanlı Devleti'ne kendi istekleri ile itaatlerini sağlamıĢtır. Bir bakıma Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Osmanlı imparatorluğu‘na iltihak etmiĢtir (katılmıĢtır). Ġdris-i Bitlisî Kürt beylerinin kendi istekleri ile Osmanlı Ġmparatorluğu‘na bağlandıklarına iliĢkin Sultan Selim‘e aĢağıdaki mektubu yazmıĢtır: "Mülk ve dinin maslahatlarının nizama girmesi, metin Sultanların tedbir ve tedvirine bağlıdır. Şark ve garbda adaletin tesisi, Acem ve Arapların mazlumlarının matlub ve meramlarının te‟mini, İslâm Padişahının adaletine vâbestedir. Diyarbekir mükimlerinden bu muhlis bendeleri arzeder ki; Bilâd-ı Ekrâd denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i aliyyenizin hizmetine tâliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerinden sizin yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. Sizin Dâr‟ül-Hilâfe yani İstanbul'a azimet haberiniz duyuldukdan sonra buradaki bir kısım muhlis bendeler, Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşa'ya arz-ı itaat etmişlerdir. Hem 20 Gürbüz, Macit, Kürtleşen Türkler, Selenge Yayınları, Ġstanbul, 2007, s.83 59 mezkûr Beylerbeyi ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazı maruzâtlarını arzetmek istemektedirler. Ba‟zı insî şeytanların müdâhalesiye Kürt ve Türkmen kabile ve aşiretleri, başlangıçta bir kısım ihtilâf ve ihtilallere ma‟rûz kalmışlardır. Ancak Allah'ın lutf u inayetiyle bu menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamakta ve Kürt Beylerini isyana teşvik etmektedir. Bilâd-ı Ekrâd'ın Osmanlı devletine iltihakı İstanbul'un fethi zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir tarafdan Irak yani Bağdad ve Basra'nın yolları, diğer tarafdan Azerbaycan yolları ve bir diğer tarafdan da Haleb ve Şam yolları açılmış olacaktır. Allah'ın yardımı pek yakındır. 21 Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkâr İdris". Yavuz Sultan Selim, bölge topraklarının "teslim alınma" yöntemiyle ele geçtiğini haber almasının ardından; Bitlisi'ye bir fermanla, itaat eden beylere ve Kürt meliklerine dağıtılmak üzere 17 bezeli sancak, 25 yük akçe (25.000 duka altını), 500 zerrin kumaĢtan 22 yapılmıĢ giysi (sırma iĢlemeli 500 hil'at) göndermiĢtir. Bu ferman, hem Bitlisi‘yi onurlandırmak hem de bölgede Osmanlı idari sisteminin sağlıklı bir biçimde kurulmasını sağlamak için yapması gerekenleri talimatlandırmak amacıyla gönderilmiĢtir. Bu sebeple Sultan Selim sözlerine Ģu Ģekilde baĢlar: “...senden umulan ve boynuna borç olan işi güzelce yapman, doğruluk ve bağlılıktaki aşırı tutumun gereğince Diyarbekir ilinin tümden 23 ele girmesine neden olduğun bildirilmiş; yüzün ağ olsun…” Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddi hediyeleri belirtir. Ardında yapması gerekenlere iliĢkin talimatları sıralar: 1) Osmanlı Devleti‘ne kendi arzularıyla tabi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların miktarlarının ve tahrîrî bilgilerinin hazırlanmasını emreder. 2) Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed PaĢa'ya beyaz hükm-i Ģerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti‘ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara beratlarının yazılmasını emreder. 3) Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını, Anadolu'yu ġiileĢtirmek istiyen ġah Ġsmail'in kendisinden sulh istediğini ancak onun sözlerine ve islah olduğuna inanılmaması gerektiğini belirterek ġah Ġsmail‘e karĢı tüm tedbirlerin alınmasını emreder. 21 Akgündüz, agm. 22 Dündar, age., s. 63-64 23 Dündar, age., s.64 60 Bu mektubun tamamı Ģöyledir: "Sûret-i Menşûr-i Şah bâ Kerem Umdet‟ül-efâdıl kudvetü erbâb‟il-fedâil sâlikü mesâlik-i tarikat hâdi-i menâhic-i şerî‟at keşşâf‟ul- müşkilât‟id-dîniyye hallâl‟ül-mu‟dılât‟il-yakîniyye hulâsat‟ül-mâi vet-tîn mukarreb‟ül- mülûki ves-selâtîn bürhânu ehl‟it-tevhîd vet-takdîs Mevlâna Hakîm‟üddin İdris - Edâmellâhu fedâillehû-. Tevkî‟-i refî‟-i humâyûn vâsıl olıcak ma‟lûm ola ki, şimdiki halde südde-i sa‟âdetime mektubun vâsıl olub senden umulan hüsn-i diyânet ve emânet ve fart-ı sadâkat ve istikâmetin muktezâsınca, Diyarbekir Vilâyetinin feth-i küllîsine bâis olduğun i‟lâm olunmuş. Yüzün ağ olsun. İnşâallah‟ul-E‟azz sâir vilâyetlerin fethine dahi sebeb-i küllî olasın. Benim envâ‟-i inâyet-i aliyye-i hüsrevânem senin hakkında mebzûl ve mün‟atıfdır. el-Hâletü hâzihî âhir-i Şevvâl-i mübâreke dek vâki‟ olan ulûfeniz ile 2.000 sikke-i Efrenciye filori ve bir sammur ve bir vaşak ve iki mürabba‟ sof ve iki çuka ve bunlardan bir sammur ve bir vaşak kürk kaplu soflar dahi ve bir Frengî kemhâ gılâflu müzehheb kılıç in‟âm ve irsâl olundu. İnşâallah‟ul-Kerim vusûl buldukda sıhhat ve selâmetle alub masârifine sarf eyleyesin. Mukâbele-i hidemât ve mücâzât-ı istikametinde ve ihlâsında envâ‟-ı avâtıf-ı celile-i hüsrevâneme sezâvâr olub behre-mend olasın. Ve Diyarbekir cânibinde size ittiba‟ edüb gelen beğlerin mukabele-i sadâkat ve ihlâs ve muhâzât-ı hidemât ve ihtisaslarına göre ol vilâyetde tevcîh olunan sancakların ve beğlerin ahvâli ve elkâbı ve mekâdîri senin ma‟lûmun olduğu ecilden iftihâr‟ül-ümerâ‟il-izâm zahîr‟ül-küberâ‟il-fihâm zülkadri vel-ihtiram sâhib‟ül-mecdi vel-ihtişâm el-müeyyed bi envâ‟-i te‟yîdillah‟il-Melik‟is-Samed Diyarbekir Beylerbeğisi Muhammed -Dâme ikbâlühû- 'ya nişan-ı şerifimle mu‟anven beyaz ahkâm-ı şerife irsâl olundu. Gerekdir ki, ol cânibde her beğe tevcîh olunan vilâyetin ahvali ne vechile tevcîh olunub ve ol beğlerin elkâbı ve mekâdîri ne üslub ile olmak münasib ise berâtları inşâ olunub yazıveresiz. Mufassalan ol yazılan berevâtın sûretleri ve tımarının mikdarlarını dahi bir sûret defter edüb südde-i sa‟âdetüme dahi irsâl edesiz ki, bunda dahi hıfz olunub her husus merkûm ve ma‟lûm ola. Her beğe ne sancak verüldüği ve ne vechile tefvîz olunduğı ve elkâbları nice yazulduğı ve ri‟âyetleri ve in‟âmları ne vechile olduğı ber sebîl-i tafsîl i‟lâm olunub amma bir vechile tertîb ve ta‟yîn oluna ki, birbiri arasında olan esas irtibât tezelzül ve tehallül bulmak ihtimali olmaya. Ve ol berâtlardan gayrı istimâletnâmeler gönderilmek lâzım olan beğler içün dahi nişanlu beyaz kâğıdlar irsâl olundu. Anlar dahi her beğe ne vechile istimâletnâme gönderilmek münasib ise inşâ olunub in‟âmlar ile bile irsâl oluna. Ve anlarun mufassalan suretlerinin ve in‟âmda ne vechile ri‟âyet olundukların ol berevât 61 sûretleri ile bile defter edüb dergâh-ı cihân-penâhıma irsâl edesiz ki, her husus bunda dahi mufassal ve meşrûh ma‟lûm ola. Ve bu cânibde olan mühimmât-ı Sultanî murâd-ı şerifim üzere encâma yetişmiştir. İnşâallah‟ul-E‟azz benim dahi azimetim vaktinde ol cânibe mun‟atıf ve munsarıfdır. Ve ol beğlerin hakkında dahi avâtıf-ı aliyye-i hüsrevânem mülâhaza ettüklerinden ziyâdedir. Ve şimdiki halde Erdebil oğlu İsmail-i pür-tadlîl südde-i sa‟âdetime Hüseyin Beğ ve Behram Ağa nâm adamların risâlet hizmetine gönderüb takrîren ve tahrîren envâ‟-ı ubûdiyyet ve tazarru„lar arz edüb mâbeynde sulh ve ıslâh müyesser olur ise, ol cevabından ne murâd olunursa rızây-ı şerifim üzere kabul sûretin gösterüb envâ‟-ı temelluklar eylemiş. Amma anun kelimâtına ve salâhına kat‟â i‟timad câiz olmaduğı ecilden mezkûrân elçileri Dimetoka Hisarında ve sâir adamlarını Kilidülbahr kalesinde habs ettirdim. Sen dahi gerekdir ki, makhûr-ı mezbûrun umûrunda ahsen-i tedbir ne ise anın tedbirinde olub Devlet-i edeb... Mehâmm ve masâlihinde mücidd ve sâ‟î olasın. Min ba‟d esnâf-ı asâr-ı cemîlenüz sâih ve lâih ola. Şöyle bilesin, alâmet-i şerife i‟timad kılasın. Tahriren fî evâsıt-ı şehr-i Şevvâl‟il-mükerrem senete ihdâ ve işrîne ve tis‟a-mi‟ete el-hicriyye 24 Bi Makam-i Dâr‟il-Hilâfe Edirne El-Mahrûse." Bütün bu yaĢanılanlar sonrasında Çermük, Hısn-ı Keyfa, Ergani, Ruha (Urfa), Siirt, ÇemiĢgezek, Arapgir, Van, Adilcevaz, ErciĢ, Ahlât, Telafer, Musul, Rakka ve Erbil'e kadar Doğu ve Güneydoğu'nun bütün önemli Ģehirleri ve toprakları Osmanlı ülkesine katılmıĢtır. Kürt beylerinin Osmanlı‘ya kendi istekleriyle bağlanması, bir yandan ġii Safevilere karĢı kendi güvenliklerini ve varlıklarını koruma imkanı sağlarken diğer yandan kendi aralarındaki güç çatıĢmalarını önemli ölçüde sonlandırmıĢtır. Çünkü Osmanlı Ġmparatorluğu tarafından kabul gören ve yetki alanları, hak ve sorumlulukları belirlenen bu beylerin meĢruiyetlerinin kaynağı artık kendi yalın güçlerinden ziyade Osmanlı‘nın devlet gücü olmuĢtur. Bölgedeki diğer Kürt aĢiretlerle Süryaniler ve Ermeniler gibi toplulukların bu beylerin meĢruiyetlerini sorgulamaları, aslında Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun iradesinin sorgulanması anlamına gelir olmuĢtur. Bu durum bölgede istikrarlı ve çatıĢmasız bir dönemin baĢlamasını sağlamıĢtır. Böylece bölge, 1800‘lerin baĢlarında beylerin gücü bizzat Osmanlı‘nın devlet iradesi ile kırılıncaya dek yani yaklaĢık 300 yıl çatıĢmasız bir ortama ev sahipliği yapmıĢtır. Bu çatıĢmasız ortamın sağlanmasında bir sonraki bölümde üzerinde duracağımız Osmanlı‘nın bölgede kurduğu idari yapı temel etkendir. 24 Akgündüz, agm. 62 Kürt beylerinin kendi rızalarıyla Osmanlı hakimiyetini kabul etmeleri, kendilerine fayda sağladığı gibi Osmanlı için de büyük yararlara vesile olmuĢtur. Her Ģeyden önce imparatorluk sınırları herhangi bir savaĢ yapılmadan diplomatik yollar ile geniĢletilmiĢtir. Diğer yandan Osmanlı, doğudan gelebilecek saldırılara karĢı daha güvenli bir hale gelmiĢtir. Ayrıca bölgenin konumu düĢünüldüğünde Yavuz Sultan Selim için Suriye ve Mısır‘ın fethi için önemli bir safhanın kolayca geçildiği anlaĢılmaktadır. Nitekim 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye savaĢları sonucu Suriye ve Mısır Osmanlı topraklarına katılarak, Halifelik makamı da Osmanlı hanedanına geçmiĢtir. 3. OSMANLI ĠDARĠ YAPISI ĠÇĠNDE DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU Osmanlı idari yapısı, bilindiği gibi; eyalet ve sancak yapılanmasına dayanmaktadır. Temel idari birimler, eyalet ve eyaletlere bağlı sancaklar olmasına rağmen imparatorluğun farklı yerlerinde bu birimlerin merkezle olan iliĢkileri bakımından farklılıklar ortaya çıkmıĢtır. Bunun temel nedeni, Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun katı bir merkeziyetçi devlet yapılanmasını benimsemeyip; fethettiği yerlerin kendine has coğrafi, tarihi, kültürel, sosyal, ekonomik, dini ve etnik yapısını dikkate alarak farklı yönetim modelleri uygulamıĢ olmasıdır. Bu bakımdan, Osmanlı Devleti hakimiyeti altına aldığı yerlerde, idari sistemde mutlak bir merkeziyetçilik yerine, bölgelerin özelliklerine göre esnek ve değiĢik idare 25 tarzları da tatbik etmeyi uygun görmüĢtür. Diğer yandan konunun daha iyi anlaĢılabilmesi için Ģu noktayı vurgulamakta yarar görüyoruz: Osmanlı‘nın devlet anlayıĢı döneminin oldukça ilerisinde bir hümanizm ve çoğulculuğa sahipti. Fethettiği yerlerde insanların kendi din, dil ve adetlerini devam ettirmeleri konusunda oldukça demokrat bir tavır sergilemiĢ, kendinden olmayanı ötekileĢtirmek yerine bir Ģekilde Osmanlı millet yapısı içine eklemlenmesini sağlamaya çalıĢmıĢtır. Osmanlı, yukarıda temel özelliklerini anlattığımız bu yönetim yaklaĢımını, Çaldıran SavaĢı sonrası Ġdris-i Bitlisi‘nin diplomatik çabalarıyla elde ettiği Doğu ve Güneydoğu Anadolu topraklarında da uygulamıĢtır. Kendisinden önce bu bölgede hüküm sürmüĢ rakipleri Akkoyunlu ve Safevilerden farklı olarak merkeziyetçi bir idareyi esas almak yerine bu bölgede de bölgenin özelliklerine uygun bir yönetim anlayıĢı oluĢturma yoluna gitmiĢtir. OluĢturulan yönetim anlayıĢı, yine eyalet ve eyaletlere bağlı sancaklara dayandırılmıĢtır. Nitekim Çaldıran Zaferi‘nden sonra tüm bölge, kurulan Diyarbakır 25 Kılıç, Orhan, ―Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler‖, s.119, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1248/14269.pdf, 20.06.2011. 63 26 beylerbeyliğine bağlandı ve Bıyıklı Mehmed PaĢa Diyarbakır beylerbeyi olarak atandı. Bu beylerbeyliğinin altında üç farklı tipte sancak yapılanmasına gidildi. Nerenin hangi tip sancak olarak belirleneceği konusunda, bölgeyi ve bölge insanını çok yakından tanıyan 27 Ġdris-i Bitlisi‘nin görüĢleri etkili oldu. OluĢturulan sancak tipleri Ģunlardı: Klasik Osmanlı sancakları, yurtluk-ocaklık sancakları ve hükümet sancakları. Yurtluk ocaklık sancakları 28 ile hükümet sancaklarına aynı zamanda ―emirlik‖ denmekteydi. ―Klasik Osmanlı sancakları, imparatorluğun tımar sisteminin uygulandığı her tarafta görülen sancak tipiydi. Buralarda sancak beyi merkezden tayin edilir ve istendiği zaman değiĢtirilebilirdi. Sancak beyi sancağın gelirinden kıdem ve istihkakına göre ―has‖lar tasarruf eder, sefer zamanındaysa sancağındaki sipahilerle birlikte Diyarbakır beylerbeyinin emrine girerdi. Harput, Mardin, Amid, Ergani, Akçakale, Siverek, Siirt ve Nusaybin sancakları klasik 29 tipteki sancaklar idi.‖ Yurtluk-ocaklık sancakları ile hükümet sancakları ise Kanuni devrinde hazırlanan Kanunname-i Hümayun'da Ģöyle tarif edilmektedir: ―Ve bir bahĢi dahi ocaklık dur ki, hin-i fetihde ba 'zı ümeraya hizmet ve ita 'atleri mukabelesinde ber-vech-i te 'bid arpalık ve sancak hassı tarikıyla tevcfh olunmuĢdur. Erbab-ı divan ve kanun ıstıfahında bu makulelere yurdluk ve ocaklık derler. Sancak i 'tibar olunur ve sair ümera gibi tabı u 'âlem sahibIeridür. Selatln-i selefden ellerinde olan temessükatlan mucibince cidden bunlar azı ü nasb kabul eylemezler. Amma elviye-i saire gibi kura ve mezari 'inin mahsulatı tahrir olunmuĢdur . Ġçlerinde ze 'amet ve timar vardır. Sefer-i hümayun vaki' oldukça, zu 'ama ve erbab- ı timan alay-beğleri ile kendüleri ma 'an sair sancak-beğleri gibi kangı eyalete tabi'iler ise, beğlerbeğileriyle ma 'an konub ve göçüb, sefer hizmetin eda edegelmiĢlerdir. Ve bunlardan birisi fevt olsa yahud eda-i hizmet eylese, yurdı ve ocağı olmağla, sancağı ve ocağı, evladına ve akrabasına verilir; haricden kimesneye verilü-gelmemiĢdir. Meğerki evlad ü akrabası münkariz ola, ol zaman da sancak tasarruf eylemiĢ bir umur-dide kimesneye verilür. Amma yurdluk ve ocaklık i 'tiban olmaz, belki sair elviye gibi tasarruf 26 Yılmazçelik, Ġbrahim, Diyarbakır Eyaleti‟nin Yeniden Teşkîlatlandırılması, Osmanlı, C. VI, YT Yayınları, Ankara, 1999, s. 223. 27 Doğan, Cabir, ―XVI. Yüzyıl Osmanlı Ġdari Yapısı Altında Kürt Emirlikleri ve Statüleri‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2011, Sy.:23, ss.31-43.s.34 28 Özoğlu, Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, Kitap Yayınevi, Ġstanbul, 2009, s.77. 29 Doğan, agm., s.34 64 30 olunur.‖ Hükümet sancakları ise yine Kanunname-i Hümayun'da Ģöyle tarif edilmekteydi:―Bunlardan ma 'ada dokuz hükümet vardır ki, hın-i jetihde hıdmet ü ita 'atleri muktıbelesinde ashabına tevfiz ü temllk olunmuĢdur. Mülkiyet tarıki üzere tejdk ederler. Hatta memleketleri mefrCtzü'l-kalem ve maktCt'ü'l-kademdir. Ebvab-ı mahsulâtı dahil-i defter-i sultanı olmamıĢdır. Ġçlerinde ümera '-i Osmaniyye'den ve kul taifesinden hiç bir jerd yokdur. Cümle kendülere mahsusdur. Ve bunların 'ahidnameleri mCtcibince azl ü nasb kabul eylemezler. Amma cümlesi mutf'-i jerman-ı Hazret-i Sultandır. Sair ümera '-i Osmaniyye gibi kangı eyalete tabi'ler ise, beğlerbeğileriyle ma 'an sefer eĢerler. Kavm ü kabile ve baĢka 31 asker sahibIeridir.‖ Yukarıda aktardığımız Kanunname-i Hümayun'lardan yurtluk-ocaklık sancakları ile hükümet sancaklarının özellikleri rahatça anlaĢılabilir. Yurtluk-ocaklık tabir edilen sancakların klasik sancaklardan farkı, sancak beyliğinin belli bir ailenin elinde oluĢudur. Bu sancaklarda da tıpkı klasik sancaklarda olduğu gibi tahrir yapılır, tımar ve zeamet bulunur ve sancak gelirinden beyine haslar tahsis edilirdi. Tahrir yapıldığından dolayı da içlerinde tımar ve zeamet erbabı bulunurdu. Yine klasik sancaklarda olduğu gibi, sancak beyi devlet tarafından azledilebilirdi. Fakat böyle bir durumda devlet, klasik sancaklardan farklı olarak istediğini değil yine aynı aileden bir ferdi yani azledilen sancak beyinin kardeĢi, oğlu veya akrabalarından birini tayin ederdi. Yani kanunnamelerde ifade edildiği üzere; azl ü nasb söz konusu değildi. Yine klasik sancaklarda olduğu üzere, bağlı oldukları beylerbeyi ile seferlere katılmak zorundaydılar. Bu tip sancaklarda beylerin azli ve görevden alınmaları beylerbeyi talebi ile ve Divanı-ı Hümayun‘un kararı ile yapılmaktaydı. 32 ÇemiĢgezek, Pertek, Mazgirt ve Sağman sancakları bu türden sancaklar idi. Hükümet sancakları ise beylerine mülkiyet yolu ile verilmiĢ olduklarından tahrire tabi değillerdi. Bu yüzden içlerinde tımar ve zeameti barındırmazlardı. Vergileri, sancak beyi kendisi toplardı. Dolayısıyla sancak gelirinin tamamı kendilerine aitti. Bunlar, yalnızca yılda bir kez Osmanlı devletine belli bir miktarda ödeme yaparlardı. Azil ve atama iĢleri de tıpkı yurtluk ocaklık sancaklarında olduğu gibi Beylerbeyinin talebi ve Divan-ı Hümayun‘un kararı ile yapılırdı. Sefer zamanında bunlar da beylerbeyinin emrine girmek zorundaydılar. Eğil, 30 Kılıç, agm.,s.2 31 Kılıç, agm.,s.2 32 Doğan, agm., s.34 65 33 Palu, Hazro, Genç ve Cizre bu tip sancaklardandır. Son olarak Ģunu da belirtmek de yarar var ki; gerek Hükümet ve gerekse yurtluk-ocaklık sancakları fetih sırasında hizmeti 34 görülen mahalli beylere tevcih edilmiĢtir. Kanuni döneminde Diyarbakır Eyaleti‘nde Cizre, Eğil, Genç, Palu, Hazro olmak 35 üzere beĢ hükümet, sekiz de yurtluk-ocaklık sancağı bulunmaktaydı. Yavuz Sultan Selim, Ġdris-i Bitlisi tarafından yurtluk-ocaklık ve hükümet sancakları olarak belirlenen yerlerde ilgili Kürt beylerine temlikname adıyla birer belge göndermiĢtir. Bu temliknamelerde bu sancakları ne Ģekilde tasarruf edecekleri ile ödev ve görevleri de sıralanmıĢtır. Ödev ve görevlerini yerine getirmesi kaydıyla buraların kendi ailelerinin mülkiyetinde olduğu belirtilmiĢtir. Ġlki, Yavuz zamanında verilen bu temliknâmeler her 36 padiĢah tarafından yenilenmiĢtir. Bu durum, ―azl ü nasb söz konusu değildi‖ ifadesinin aslında teorik çerçevede geçerli olduğunu, uygulamada ise değiĢikliklere açık olabileceğini göstermektedir. Gerçekten de merkezi iktidar tarafından sancakların statülerinde kimi zaman değiĢikliklere gidildiği görülmektedir. Bu değiĢiklikler, kimi zaman siyasi gerekliliklerden, kimi zaman devlet otoritesinin tesisi için, kimi zamansa (sefer zamanlarında olduğu gibi) askeri gerekliliklerden kaynaklanmıĢtır. Konu iliĢkin Doğan Ģu açıklamayı yapmaktadır: “Devlet, bazı sancakları klasik sancak hâline getirebildiği gibi, uygulamadaki birtakım zorlayıcı sebeplerle bazı sancaklara bir takım imtiyazlar da tanımıştır. Meselâ, XVII. yüzyılda Sağman ve Mazgirt sancaklarının sancak beylerinin 37 re‟ayâya zulmettikleri gerekçesiyle sancaklıktan çıkarıldıkları bilinmektedir.” Bu bakımdan, yurtluk-ocaklık ve hükümet sancaklarının, Osmanlı merkezi otoritesinin dıĢında, bir bakıma bağımsız olduğunu düĢünmek mümkün değildir. Aksine her iki sancak tipi de Osmanlı merkezi otoritesinin mali, adli, idari ve askeri kontrolü 38 altındadır. Bu kontrolde Kürt Beylerinin idari olarak bağlı olduğu Beylerbeyi‘nin ve her 39 sancağa merkezden adli konularda tam yetkili olarak atanan kadıların rolü büyüktür. Kürt beyleri, idari anlamda merkeze öylesine sıkı sıkıya bağlıydılar ki; sancaklarından geçici 33 Doğan, agm.,s.34 34 Kılıç, agm.,s.4 35 Gencer, Fatih, ―Merkeziyetçi Ġdari Düzenlemeler Bağlamında Bedirhan Bey Olayı‖, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Yakınçağ Tarihi) Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara-2010, s.18 36 Doğan, agm.,s.35 37 Doğan, agm.,s.36 38 Ünal, Mehmet Ali, Osmanlı Devleti‟nde Merkezi Otorite ve Taşra Teşkilâtı, Osmanlı, C. VI, YT Yayınları, Ankara 1998, s.117. 39 Kılıç, agm.,s.15 66 süreliğine de ayrılıyor olsalar bunu merkeze bildirmeleri gerekmekteydi. Bu gibi durumlarda yerlerine vekil olarak bıraktıkları kiĢiyi Ġstanbul‘un onaylaması gerekmekteydi. “Mesela, Palu hakimi Cemşid Bey ve Hay hâkimi Bahaeddin Bey 1556 yılında Hacca gitmek istediklerinde, merkezden icazet alarak yerlerine vekil olarak 40 oğullarından birini bırakmışlardır.” Yurtluk-ocaklık veya hükümet sancaklarının idareye bağlılığını gösteren bir başka unsur da bunların gerektiğinde bağlı oldukları beylerbeyinin talimatıyla kale onarımlarına dahi yardım etmek zorunda oluşlarıdır. Örneğin “Bitlis, Hizan ve Hakkari hâkimlerine yazılan 12 Ağustos 1636 (10 Rebiylil-evvel 1(46) tarihli hükümler ile, Van Kalesi'nin tamire muhtaç olan yerlerinin tamiri, etrafındaki hendeğin genişletilmesi ve bu hendeğe su getirmek için kalenin iki köşesinden deryaya kadar kanal açılması işinde taht-ı hükümetlerindeki ve o çevredeki ırgadları ve reayasını Van'a ihraç edip 10 gün süreyle imeci tarikiyle istihdam edip bu hususa riayet etmeleri 41 emredilmiştir.” Diğer yandan yurtluk-ocaklık ve hükümet sancaklarının yalnızca Kürt beylerine yönelik bir uygulama olduğu da düĢünülmemelidir. Bu konuda Yrd. Doç. Dr. Orhan Kılıç‘ın Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler adlı makalesindeki Ģu bilgiler aydınlatıcı olabilir: ―Bosna, Anadolu, Diyarbekir, Van, Kars, Çıldır, ġam, Rakka ve Bağdad'ta varlığını gördüğümüz bu sancakların, Van ve Diyarbekir eyaletlerinde biraz daha fazla sayıda olması, 1578 yılında baĢlayan ve uzun süre devam eden Osmanlı-Ġran savaĢları sebebiyledir. Osmanlı Devleti, bu bölgenin devamlı surette bir harp durumu yaĢamasını göz önünüde bulundurarak, buradaki yerli beylerin devlete daha da sadakatle hizmet etmeleri için, hükümet ve yurtluk-ocaklık sancakları ihdas etmiĢtir. Bu sancaklar sadece Doğu Anadolu'daki ekrad ümerasına da verilmemiĢtir. Bosna Eyaleti‘ndeki Zaçesne sancağı, ocaklık olarak tevcih edildiği gibi, Gürcü prenslerinden Davud ve Aleksandr Han'a da Osmanlı Devleti'ne itaatlerinden dolayı ülkeleri ocaklık 42 olarak verilmiĢtir.‖ Osmanlı yönetiminin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde katı bir merkeziyetçi idare uygulamamasının nedenleri ise çeĢitlidir. Her Ģeyden önce, bölümün baĢında belirttiğimiz üzere; Osmanlı‘nın yönetim anlayıĢı, sadece Doğu ve Güneydoğu 40 Kılıç, agm.,s.18 41 Kılıç, agm., s.18 42 Kılıç, agm., s.6 67 özelinde değil; genel olarak katı merkeziyetçilikten uzaktır. Bunun yanında, Doğu ve Güneydoğu‘nun kendine has özellikleri de katı bir merkeziyetçiliğe engeldir. Nitekim; Osmanlı‘dan önce bölgeye kısa sürelerle de olsa hakim olmuĢ olan Akkoyunlular ve Safeviler‘in katı bir merkeziyetçi yönetim oluĢturma çabaları baĢarılı olmamıĢtır. Hatta Safevilerin bu çabaları, güçleri aĢındırılan yerel beylerin Osmanlı‘ya kendi iradeleri ile biat etmelerini sağlayan koĢulları hazırlamıĢtır. Bölgenin çok dağlık olması, yerleĢimin dağınık ve göçerliğin yaygın oluĢu, bölge insanının temel toplumsal örgütlenme biçiminin aile bağlarına dayalı aĢiret yapısına dayanması, bölgede merkeziyetçi bir yönetim anlayıĢının uygulanması önünde önemli engellerdi. Bu doğal engeller, katı bir merkeziyetçi anlayıĢla bölgeden vergi toplanmasını, gerektiğinde bölgenin askeri potansiyelinden yararlanılmasını ve bölgeye askeri müdahalede bulunulmasının maliyetini arttırmaktaydı. Diğer yandan, Safeviler de bölgede Osmanlı‘nın uyguladığı bölge gerçekleri ile örtüĢen politikaların baĢarısını kısa sürede görerek benzer politikaları kendi topraklarında yaĢayan Kürt beyler için uygulamaya geçirmiĢler ve Kürt aĢiretlere daha ılımlı yaklaĢmaya baĢlamıĢlardır. Bütün bu sebepler ile Osmanlı, bölge Ģartları ile uyumlu politikalar izleyerek ve bu Ģartları çok iyi bilen Ġdris-i Bitlisi‘nin görüĢlerinden yararlanarak Kürt beyleri vasıtasıyla bir idari yapı oluĢturmuĢtur. Böylece bölge insanını idari yapıya eklemlendirmiĢ, onu Osmanlı Ġmparatorluğu‘na baĢarılı biçimde entegre etmiĢtir. Bu Ģekilde bölgede sürekli bir ordu bulundurma maliyetinden kurtulmuĢ, bölgede merkezi otoriteye karĢı ortaya çıkabilecek isyan ve ayaklanmalarla uğraĢmak zorunda kalmamıĢtır. Diğer yandan Kürt beylerinin idari yapıya baĢarılı biçimde eklemlenmesi sayesinde savaĢ zamanı Osmanlı ordularına katkı sağlayacak önemli bir askeri güç elde edilmiĢtir. Ayrıca vergi toplama iĢi yine Kürt beyleri vasıtasıyla yapıldığından vergi toplama maliyetleri de en asgari düzeye indirilmiĢtir. Hayatını hayvancılıkla idame ettiren ve konar-göçer bir hayat tarzını geniĢ bir coğrafyada sürdüren bölge insanından merkezi memurlar vasıtasıyla vergi toplamanın zorlukları ve maliyeti düĢünüldüğünde Osmanlı‘nın Kürt beyleri vasıtasıyla kurduğu sistemin baĢarısı daha iyi ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara ek olarak, Osmanlı‘nın bölgede kurduğu idari yapının bölgede asayiĢ ve huzurun tesisi konusunda da baĢarılı olduğunu söylemek gerekir. Nitekim Çaldıran SavaĢı‘ndan 1800‘lerin baĢlarında bölgedeki beylerin ortadan kaldırılmasına kadar geçen üç yüz yıllık dönemde bölgede önemli asayiĢ problemlerine ve önemli isyanlara rastlanmamıĢ olması, bu baĢarının en somut kanıtıdır. Gerçekten de Osmanlı Ġmparatorluğu, bölgede kendisine biat eden Kürt beylerine 68 bahĢettiği sancaklar vasıtasıyla bu beyleri aĢiretler üstü bir güce kavuĢturarak bunlara emir statüsü kazandırmıĢ fakat diğer yandan da meĢru otoritelerinin sınırlarını çizerek Osmanlı idari sistemine entegre olmalarını sağlamıĢtır. Böylece Kürt beylerinin Osmanlı öncesi dönemde kendi aralarında sık sık giriĢtikleri güç mücadeleleri ve iç çatıĢmaların da önüne geçmiĢtir. Çünkü yurtluk-ocaklık veya hükümet sancaklarından birinin bahĢedildiği Kürt beyinin otoritesini sorgulamak, toprakları üzerinde hak iddia etmek Osmanlı‘nın iradesine karĢı gelmek anlamına geleceğinden bu Kürt beyleri, kendi topraklarında tartıĢılmaz bir güce eriĢmiĢler, diğer yandan kendi aralarındaki rekabet de son bulmuĢtur. Bu durum, aĢiretler arası çatıĢmaları en aza indirgerken diğer yandan da Kürt emirlerinin kazandığı güç sayesinde asayiĢ problemleri de önemli ölçüde aĢılmıĢtır. ―Bu uygulama ile merkezi otoriteyi tam olarak tesis etmenin güç olduğu ve siyasi hareketlilik yaĢayan bölgelerdeki asayiĢ, siyasi istikrar ve askeri düzeni sağlamak için, mahalli beyler devletin resmi bir görevlisi olarak sorumlu kılınmıĢ ve devlet hizmetinde çalıĢmaları sağlanmıĢtır. Böylelikle bu bölgelerdeki aĢiretlerin bir iç huzursuzluk unsuru olmaları geniĢ ölçüde önlenmiĢ, hatta çoğunlukla diğer klasik sancakbeyleri gibi, devlete sadakatle hizmet etmeleri 43 sağlanılmıĢtır.‖ Bu bakımdan kimi tarafgil çevrelerin iddia ettiğnin tersine Osmanlı‘nın bölgedeki politikası, böl-parçala-yönet değil birleĢtir-güçlendir ve yönettir. Dağınık halde yaĢayan Kürt beylerinin, Sultan Selim‘e gönderdikleri mektupta da açık yüreklilikle itiraf ettikleri gibi sadece ―Allah‘ın birliği ve Hz. Muhammed‘in ümmeti‖ oldukları konusunda birlikte hareket edebilen bölge insanını Osmanlı Devleti, kendi çatısı altında birleĢtirmeyi baĢarabilmiĢtir. Bunu yaparken birbirine rakip durumda olan aĢiretleri, yetki ve otorite kazandırdığı emirlerin hakimiyetinde birleĢtirerek aĢiretlere birlikte hareket edebilme ve kendi aralarındaki çatıĢmaları emir vasıtasıyla ortadan kaldırabilme imkanı sağlamıĢtır. Böylelikle emirin liderliğinde birleĢtirilen aĢiretler, aĢiret üstü bir yapıya kavuĢmuĢ, aralarındaki itilaflar engellenerek daha yönetilebilir hale getirilmiĢlerdir. Üç asır boyunca bölgede sağlanan huzur ve refahın temelinde de bu birleĢtir, güçlendir ve yönet politikası yatmaktadır. 4.KÜRT ĠSYANLARININ SEBEPLERĠ Yukarıda da belirtildiği üzere; Osmanlılar döneminde, Kürt beylerinin kendi rızalarıyla Osmanlı hakimiyetine girdikleri 1514 yılından 19. yüzyılın baĢlarına dek yani üç yüz yıllık bir dönemde Kürtler'den kaynaklanan önemli bir sorun ortaya çıkmamıĢtır. 43 Kılıç, agm., s.19 69 Bu dönemde çok sayıda yeniçeri ve Celali isyanı yaĢanmasına karĢın önemli sayılabilecek bir Kürt isyanının çıkmamıĢ olması Osmanlı‘nın bu bölgede inĢa ettiği ve bir önceki bölümde ayrıntılarıyla açıklanan yurtluk-ocaklık ve hükümet sancaklarına dayanan idari yapının baĢarılı olduğunun bir kanıtıdır aslında. Peki, ne oldu da 19. yüzyılla beraber bir anda her Ģey değiĢerek çok sayıda Kürt isyanı ortaya çıktı? Aslında bu durumun ortaya çıkmasında birbirine grift bir yapıyla bağlı çok sayıda sebepten bahsetmek mümkün. AĢağıda bu sebepler, beĢ ana baĢlık altında sıralanmıĢtır: 4.1. II. Mahmud Ġle BaĢlayan MerkezileĢme Politikaları Sokullu Mehmet PaĢa sonrası baĢlayan duraklama ve ardından gerileme dönemleri boyunca vergi, adalet, tımar, eğitim ve idare sitemleri büyük bir yozlaĢma ve bozulma içine girmiĢ; yeniçeri ocağı da bu kötüye gidiĢten fazlasıyla nasibini almıĢtı. Bu durum, Osmanlı‘nın dıĢta Batılı emperyalist devletler karĢısında sürekli toprak kaybetmesine sebep olurken içte de merkezi otoritenin zayıflayarak imparatorluğun birçok bölgesinde kendi baĢına hareket eden, Osmanlı merkez bürokrasisini dikkate almayan ayan ve beylerin türemesine sebep olmuĢtur. Merkezin otoritesi o denli zayıflamıĢtır ki; Osmanlı‘nın atadığı valiler dahi görev için gittikleri merkeze uzak yerlerde bir süre sonra Ġstanbul‘un emir ve talimatlarını yerine getirmemeye baĢlamıĢlardır. Hatta bunların Osmanlı‘ya karĢı ayaklanmaları bile sıradan bir hal almıĢtır. Örneğin 19.yüzyılın baĢlarından Tanzimat‘ın ilanına kadarki kısa dönemde Van‘a atanan valilerlerden DerviĢ PaĢa, Sert Mahmut PaĢa, 44 Timur PaĢa ve Ġshak PaĢa isyan etmiĢlerdir. Gerek merkezden atanan yöneticiler gerekse de yerli beyler, hükmettikleri bölgede halkı topladıkları ağır vergiler yoluyla ezmiĢ, uyguladıkları kötü yönetim nedeniyle asayiĢ ve huzurun bozulmasına bizzat kendileri sebep olmuĢlardır. Bu nedenle, 19. yüzyılın baĢlarından itibaren Osmanlı Devleti açısından merkezi otoritenin gücünü yeniden tesis etmek en önemli amaçlardan biri haline gelmiĢtir. Bu amaçla yerli beylerin ve merkezden atanmasına rağmen (Yanya Valisi Tepedelenli Ali PaĢa gibi) bir tür derebeyi haline gelen yöneticilerin ortadan kaldırılmasına karar verilmiĢtir. Yanya Valisi Tepedelenli Ali PaĢa, II. Mahmut döneminde baĢlatılan merkezi otoritenin yeniden tesisi yönündeki çabalarının ne denli yerinde olduğunun en büyük kanıtlarından biridir: ―Kırk yıla yakın bu görevde kalmıĢ olan açgözlü ve hırslı Ali PaĢa, Yanya Sancağından baĢka YeniĢehir (Tırhala), Selanik ve Manastır Sancakları içinde 200'den çok büyük çiftlik sahibi olmuĢtu. Kendisi, Rusya, Avusturya ve Fransa 44 Gencer, agt., s.17. 70 savaĢlarında yararlıklar göstermiĢ olduğundan dolayı, oğlu Veli PaĢaya vezirlik, öteki oğulları Muhtar PaĢa ile Salih PaĢaya ve torunu Mehmet PaĢaya beylerbeylik ihsan 45 edilmiĢti. Topçu adı ile sekiz-on bin kadar düzenli askeri örgüt kurmuĢtu.‖ Ortadan kaldırılacak veya etkisizleĢtirilecekler listesinde ilk akla gelen isimler; biraz önce hakkında kısaca bilgi verdiğimiz Yanya Valisi Tepedelenli Ali PaĢa ile beraber Vidin'deki Pazvand Oğlu, Anadolu'da Çapanoğulları, Karaosmanoğulları; Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Revanduzlu Yezidi Beyi Kör Ahmet PaĢa, Hacı Zilal Ağa, 46 Babanzadeler, Said Bey, Mir Muhammed ve Bedirhan Bey‘di. 1835-1839 yıllarında Türk hizmetinde bulunmuĢ ve Nizip SavaĢı‘na da katılmıĢ olan Prusyalı subay Moltke, Osmanlı‘nın merkezi otoriteyi tekrar tesis etmesinin gerekliliğini Ģu sözlerle ifade etmekteydi: "Muhakkak ki PadiĢah bizzat kendi devleti içerisinde geniĢ fetihler yapmak zorundadır. Bunlara Ġran hududu ile Dicle arasındaki 47 dağlık memleket de dahildir!" Gerçekten de Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘daki emirler, Osmanlı‘nın içine girdiği duraklama ve gerileme dönemlerinde imparatorluğun yaĢadığı güç kaybıyla paralel biçimde büyük bir hareket serbestisine kavuĢmuĢ, çoğu baĢına buyruk 48 biçimde hareket eder hale gelmiĢti. Yurtluk-ocaklık ve hükümet sancak sahibi beylerin devlete bağlılığı sadece kağıt üzerinde kaldığından 1828-1829 Osmanlı-Rus Harbi‘ne Bohtan, Revanduz, Baban ve Hakkari beyleri katılmamıĢlardı. Ġstanbul‘dan bölgeye atanan bürokratların ortak görüĢleri ise, yerel beylerin yetkilerinin alınarak bu bölgenin tamamının merkezden atanan memurlar yoluyla yönetilmesi gerektiği yönündeydi. Bu Ģekilde, bölgede devlet otoritesinin tekrar temin edilebileceğini, bölgeden toplanan vergilerin de doğrudan merkeze gelir olarak kaydedilmesi sayesinde devlet gelirlerinde de önemli bir artıĢ sağlanacağını düĢünmekteydiler. ―Sivas Valisi ReĢit PaĢa MuĢ‘ta tertip edilmesi düĢünülen Redif-i Mansure ile ilgili düĢüncelerini dile getirirken sözü yurtluk ve ocaklıklara getirerek; bunların sahiplerinin bir takım köyleri kendi mülkleri olarak kabul etmeleri nedeniyle buraların devlete hiçbir faydası olmadığını ifade etmiĢti. Ona göre yurtluk ocaklıkların olumsuz etkileri nedeniyle senelik iki bin kese geliri olan MuĢ 49 sancağından Redif-i Mansure için ancak yüz elli bin kuruĢ toplanabilirdi.‖ Öte yandan, 45 ġimĢir, age., s.80-81 46 ġimĢir, age., s.81 47 ġimĢir, age., s.81-82 48 Çolak, Ġsmail, Kürt Meselesinin Açılımı, Nesil Yayınları, Ġstanbul, 2009, s.31 49 Gencer, agt., s.12 71 kimi Kürt beylerinin kendi yetkilerine bırakılan yurtluk-ocaklıklarını kanunlara aykırı biçimde Osmanlı devlet otoritesini de hiçe sayarak Ġranlılara sattıkları da vakiydi: ―Kotur ve Mahmudi Beyleri Ġranlılarla böyle bir alıĢveriĢe giriĢmiĢlerdi. Ġran elçisi gerekirse bunun belgelerini gösterebileceğini yetkililere iletmiĢti. Bunun nasıl olduğu elçiye sorulduğunda, padiĢah fermanıyla buralar bizim yurtluk ve ocaklığımızdır, diyerek kendilerine sattıklarını anlatmıĢ ve ödenen paraların iadesi durumunda söz konusu köylerin 50 geri verileceğini belirtmiĢti.‖ Kürt beylerinin otorite tanımaz biçimde hareket ettiklerinin bir diğer göstergesi de birbirlerinin sancaklarına göz koyarak kendi hakimiyet alanlarını geniĢletme çabalarıdır: ―Mesela yüzyılın baĢında MuĢ Mutasarrıfı Selim PaĢa Bitlis Beyliği‘ni ortadan kaldırmıĢ ve bundan sonra Bitlis onun ailesi tarafından idare edilmiĢti. Daha sonra akrabalarının yurtluk-ocaklığı olan Hınıs ve Tekman kazalarını zorla alarak kendi üzerlerine geçirmeyi baĢarmıĢtı. Bununla da yetinmemiĢ ġirvan üzerine yürüyüp 51 köylerini yağmalamıĢtı.‖ Bu beylerden bazıları, daha da ileri giderek bir tür bağımsızlık göstergesi olarak kendi adlarına para bastırıp, kendi adlarına hutbe okutacak kadar fütursuzca davranmaktan korkmamıĢlardır. Bunlara örnek olarak Revanduz bölgesinin 52 emiri Mir Muhammed ile Botan Emiri Bedirhan Bey verilebilir. Bu noktada akla Ģu soru gelebilir: Kendi otoritesini bu çapta zaafa uğratan ayanlara ve yerli beylere karĢı harekete geçmek için Osmanlı devlet mekanizması II. Mahmut dönemine dek neden bekledi? Bu sorunun yanıtı basittir: Her Ģeyden önce Osmanlı, Sokullu Mehmet PaĢa sonrası her gün biraz daha kan kaybeden, güçten düĢen bir devlet görünümündedir ve zaten bu güç kaybıyla paralel biçimde ayanlar ve Kürt beyleri daha rahat ve bağımsız hareket edebilme imkanına kavuĢmuĢlardır. Dolayısıyla Osmanlı, zaten güç kaybettiği bir dönemde bu ayanlar veya beyler vasıtasıyla da olsa resmiyette kendi hakimiyetinde gözüken topraklarda köklü bir idari reform yapacak cesareti kendinde görememiĢ, sorunu bir anlamda sümen altı etmiĢtir. Buna ek olarak, sık sık Ruslar ve Avusturyalılarla yapılan yıpratıcı harpler, yeniçerilerin çıkardığı ve Ġstanbul‘u yerle bir eden ayaklanmalar, saray ve yakın çevresinde gerçekleĢen güç odaklı entrika ve ihanetler, Osmanlı‘yı bu ayanlara ve yerel beylere uzunca bir süre göz yummaya itmiĢtir. Diğer yandan daha önceki bölümde belirttiğimiz üzere; Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘nun dağlık coğrafi Ģartları, konar-göçer 50 Gencer, agt., s.14 51 Gencer, agt., s.14-15 52 Uluç, A.Vahap, ―Kürtler‘de Sosyal ve Siyasal Örgütlenme: AĢiret‖, Mukaddime, Sy.2, 2010, s.40, www.mukaddime.artuklu.edu.tr/documents/Makaleler/Sayi2/57.pdf ,14.05.2011 72 hayvancılığa dayalı ekonomisi ve aĢiret aidiyetine bağlı sosyal yapısı nedeniyle bölgede emirler olmaksızın bir merkezi idare kurmanın çok güç ve maliyetli olması, uzunca bir süre bölge beylerinin yukarıda örneklerini sıraladığımız davranıĢlarına Osmanlı‘nın kalıcı ve sert müdahalelerde bulunmasını engellemiĢtir. Fakat II. Mahmut, dönemin konjektürünün de yardımıyla (özellikle 1808‘de çıkan ayaklanmada Ruscuk ayanı sadrazam Mustafa Alemdar PaĢa‘nın ölmesi sonrası) Osmanlı merkezi otoritesini yeniden tesis etmek amacıyla ayanlar ve beylere karĢı harekete geçmiĢtir. Örneğin, en güçlü ve en bağımsız hareket eden ayanlardan biri olan Tepedelenli Ali PaĢa, 1822 yılında ortadan kaldırılmıĢtır. Batıda ayanlara karĢı olduğu gibi doğuda da kimi beylerin üzerine merkezi otoritenin temini için ordu gönderilmiĢtir. Bu beylerden ilk akla gelenlerden birisi Cizreli Sait Bey‘dir. Osmanlı, 1838 baharında, merkezi otoriteyi dinlemeyip keyfi vergiler toplayarak ahaliye zulmeden Cizreli Sait Bey üzerine yürümüĢtür. Sait Bey‘in çevresindekilerin önemli bir kısmı, Osmanlı ordusunun müdahalesinden haberdar olur olmaz dağılmıĢtır. Sait Bey, iki yüz kadar adamı ile dağlar arasındaki korunaklı kalesine sığınmıĢtır. Bu noktada üzerinde durulması gereken husus, bölgenin diğer önemli bir Kürt beyi Bedirhan Bey‘in Osmanlı ordusuna kuĢatma sırasında yardımcı olduğudur. KuĢatılan kaledekiler bir 53 süre sonra teslim olmak zorunda kalmıĢlardır. Sait Bey‘in üç yüz bin kuruĢ değerinde 54 olan on bin küçükbaĢ hayvanına el konulmuĢ ve kalesi yıkılmıĢtır. Gerek II. Mahmut gerekse de sonrasında Sultan Abdülmecid döneminde ayan ve beylere karĢı yürütülen askeri harekatlar ve 3 Kasım 1839'da yürürlüğe konulan Tanzimat Fermanı ilkeleri, ayanların ve beylerin hızla ortadan kalkmasına sebep oldu. Fakat özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘da bu durum beklenen yararlı sonuçları vermek bir yana bölgeyi asayiĢsizliğe ve kargaĢaya sürükledi. Bunun en önemli nedenleri, bölgeye merkezden atanan idarecilerin emirlerin yerini doldurmakta yetersiz kalmaları ve baĢsız kalan aĢiretlerin tekrar Osmanlı öncesinde olduğu gibi kanlı güç çatıĢmalarının içine girmeleridir. Bruinessen de bu yönde görüĢ bildirmektedir: ―Yönetsel reformun ardından (emirliklerin kaldırılıp, merkezden yöneticilerin atanması) bölgede hızla aĢiretler arası 55 kavgalar baĢladı.‖ 53 ġimĢir, age., s.82-83-84 54 Gencer, agt., s.56 55 Bruinessen, M.V., ―Kürdistan Üzerine Yazılar‖, ĠletiĢim, Ġstanbul, 1995, s. 108 73 4.2.ġeyhlerin Otorite ve Güçlerinin Artması Bölgede idari ve siyasi boĢluk ve baĢsızlık, bir süre sonra Ģeyh adı verilen NakĢibendi tarikatından gelen din adamları tarafından doldurulmaya baĢlanmıĢtır. Fakat bu, Osmanlı Devleti ile Kürtler arasında baĢka bir gerilimin ortaya çıkmasına sebep oldu. Osmanlı Devleti‘nin Tanzimat ile hızlanan modernleĢme çabaları ve onun beraberinde getirdiği seküler yaĢam pratikleri (örneğin fesin zorunlu kılınması, II. Mahmut‘un tüm resmi dairelere Ġslam öğretisinin resim sanatına mesafeli duruĢuyla çeliĢen biçimde kendi resmini astırtması, medreseler yanında modern okulların açılması, yapılan reformlarla kanunlar önünde Müslümanlarla gayri Müslimlerin eĢit kabul edilmesi vb.), bölgede hakimiyetini günden güne arttıran Ģeyhler tarafından Osmanlı Devleti‘nin Ġslam‘dan uzaklaĢması olarak değerlendirildi. Tabi böylesi bir değerlendirme, dinden uzaklaĢan devlete karĢı baĢkaldırıyı da kolaylaĢtırmakta ve meĢru bir temele oturtmaktaydı. Bu dönemde Ģeyhlerin hızla güçlenmesini sağlayan üç temel nedenden bahsedilebir: Bunlardan birincisi, aĢiretler arası dengeyi sağlayan ve çatıĢmaları önleyen, yetki ve meĢruiyetini gerek Kürtlerin toplumsal yapılarından gerekse de Yavuz Sultan Selim tarafından kurulan idari sistemden alan emirlerin, merkezi otorite tarafından ortadan kaldırılması sonrası aĢiretler arası çatıĢmalarda arabulucu vazifesi üstlenecek güvenilir, saygın ve meĢruiyeti sorgulanmayacak kiĢi veya kurumlara ihtiyaç duyulmasıdır. Bu ihtiyacın merkezden atanan bürokratlarca giderilememesi, aĢiretler arası iliĢkilerde Ģeyhleri ön plana çıkarmıĢtır. Ġkinci neden, bölgede 19. yüzyılın baĢlarından itibaren yoğunlaĢan misyoner faaliyetleridir. Bu faaliyetler sonucu, Hıristiyan azınlıkların Batılı Devletlerce korunup kollanması ve bu devletlerin Osmanlı üzerinde baskı yapmaları, bölge insanında tepkisel biçimde Ġslam‘a daha fazla bağlanma etkisi göstermiĢtir ki; bu durum Ģeyhlerin 56 dünyevi iktidarlarını biraz daha meĢru hale getirmiĢtir. Üçüncü neden ise Osmanlı‘nın bölgede gerçekleĢtirdiği tahrir çalıĢmaları sırasında çok geniĢ alanların Ģeyhlerin üzerine yazılmasıdır. Böylelikle bölgede Ģeyhler maddi açıdan da söz sahibi hale gelmiĢlerdir. Yukarıda da belirtildiği üzere; ġeyhlerin bölgede güçlü konuma gelmeleri ile Osmanlı‘da modernitenin geliĢimi birbirine karĢıt biçimde ilerlemiĢtir. Bu da beraberinde din odaklı Kürt ayaklanmalarını getirmiĢtir. Yetki alanlarını ve güçlerini geniĢletmek 56 Uluç, agm., s.42 74 amacıyla isyanlar tezgahlayan Kürt Ģeyhleri, çıkardıkları ayaklanmaları geniĢ halk kitleleri 57 nezdinde meĢru temellere oturtmak için bu karĢıtlığı kullanmıĢlardır . 4.3. Anadolu’daki Misyoner Faaliyetleri Misyonerler baĢlığı altında 2. bölümde anlatıldığı üzere; 19. yüzyılın baĢlarından itibaren misyonerler, Anadolu‘daki faaliyetlerini arttırmıĢlar; Ermeniler, Suryaniler ve Nasturiler üzerinden yürüttükleri çalıĢmalar ile yüzlerce yıl Anadolu‘da iç içe kardeĢce yaĢayan toplulukları birbirine düĢürmüĢlerdir. Bu durum Kürtlerin bölgedeki hakim rolünün de ortadan kalkmasına sebep olmuĢ; bu ise misyoner faaliyetlerine etkin çözümler getiremeyen Osmanlı yönetimine karĢı Kürtlerde hoĢnutsuzlukların artmasına sebep olmuĢtur. Ayrıca Ģu noktayı da vurgulamakta yarar var ki; misyonerler, bir yandan Osmanlı aleyhine Hıristiyan azınlıkları desteklerken ve onları Osmanlı‘ya karĢı kıĢkırtırken diğer yandan da Kürtçülüğün ortaya çıkması için gerekli düĢünsel çalıĢmaları yürütmüĢlerdir. Bu bakımdan misyonerlerin Kürtçülüğün ortaya çıkmasında ikili bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi bölgede daha önce belirttiğimiz Hıristiyan azınlıkları koruyup kollayarak Kürtçülük üzerinde tepkisel ve dolaylı bir etki yaratmıĢlardır. Diğer yandan ilk Kürtçe gramer kitabı, ilk Kürtçe sözlük basımı gibi Kürtçülüğün altyapısı sayılabilecek çalıĢmaları yürüterek doğrudan bir etki oluĢturmuĢlardır. Misyonerlerin Kürtçülüğe esas teĢkil edecek dilbilimsel ve kültürel çalıĢmalarında temel amaç, ġark Meselesi çerçevesinde Osmanlı‘yı ortadan kaldırırken Kürtlerden de yararlanabilmektir. Bu amaç çerçevesinde Ruslar, 19. yüzyılda gerçekleĢtirilen bütün Osmanlı Rus savaĢlarında Kürtleri, Osmanlı‘ya karĢı kullanmaya çalıĢmıĢ, bunu gerçekleĢtiremediği noktada ise en azından Osmanlı saflarında kendilerine karĢı savaĢmalarını engellemeye uğraĢmıĢtır. Ġngilizlerse yüzyıldan fazla süren Kürtçülük çalıĢmalarını 19. yüzyılın sonlarına doğru kendi çıkarlarını maksimize etmek için kullanmaya baĢlamıĢtır. Bu noktada Kürtçülüğün altyapısının emperyalist Batılı devletlerce nasıl hazırlandığı ve misyonerlerin bu konudaki rolü üzerinde durmakta yarar var. Bu konuda belki de en 57 Bu durumun en somut örneklerinden biri, 1925‘te çıkan ġeyh Sait isyanıdır. Söz konusu isyanda ġeyh Sait, halifelik makamının kaldırılması nedeniyle ―Bir Türk öldürmek yetmiĢ gâvur öldürmekten daha üstündür‖ diyerek, Türkiye Cumhuriyeti‘ne karĢı ayaklanmayı meĢru ve dini göstermeye çalıĢmıĢ; kısacası aynı karĢıtlıktan yararlanmıĢtır. 75 çarpıcı ve özet biçimde konuyu Bilal ġimĢir açıklamaktadır: ―Bölücülük anlamındaki Kürtçülüğün öncüleri, Kürtlerin kendileri değil, emperyalist devletlerin hizmetindeki yabancı misyonerler, gezginler ve konsoloslardır. "Kürtçülüğün babası" diye bilinen kiĢi de 58 bir Katolik misyonerdir. Adı P. Maurizio Garzoni'dir.‖ Bilal ġimĢir‘in ifade ettiği gibi; Kürtçülüğü baĢlatan Kürtler değildir; Kürtleri kendi amaçları doğrultusunda bir piyon gibi kullanmak isteyen Emperyalist Batılı devletlerin gönderdiği öncü kuvvetler, yani misyonerlerdir. Garzoni ise Kürtçülüğü baĢlatan ilk misyonerdir. Ġtalyan bir Katolik papaz olan Garzoni 18 yıl boyunca Hakkari yöresinde Kürtler, Ermeniler, Asuriler ve Nasturiler arasında misyonerlik faaliyetleri yürütmüĢtür. Bu 18 yıl içerisinde Kurmançiyi öğrenmiĢtir. Ülkesine döndükten sonra da 1787 yılında Roma'da, Ġtalyanca olarak ―Kürt 59 Dili Grameri ve Sözlüğü‖ adlı ünlü kitabını yayımlamıĢtır. Bu kitabın basım tarihi olan 1787 yılı, Kürtçülüğün de baĢlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. Kürtçü çevrelerin baĢtacı durumundaki ġerefname‘nin dahi Kürtçe yazılmadığı ve 19. yüzyılın sonlarına kadar bir elin parmaklarını geçmeyen istisnalar haricinde Kürtlerin dahi Kürtçe‘yi yazı dili olarak kullanmadığı düĢünüldüğünde bir Ġtalyan papazın yıllarca uğraĢarak 1787 yılında Kürtçe gramer ve sözlük çalıĢması yapması, Kürtçülüğün hangi amaçlarla ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığının somut bir kanıtıdır. Diğer bir somut kanıt da Emir Celadet Bedir Han ve Roger Lescot‘un ortaklaĢa kaleme aldıkları Paris Kürt Enstitüsü tarafından basılan ―Kürtçe Grameri‖ adlı kitabın son bölümünde yer verdikleri bir listedir. Bu listede günümüze kadar yayımlanmıĢ olan belli baĢlı Kürtçe sözlük ve gramer kitaplarının isimleri ve yazar adları sıralanmıĢtır. Bu noktada Paris Kürt Enstitüsü‘nün bugün Kürtçülüğün düĢünsel kalesi olduğunu vurgulamakta yarar var. Listeye göz atmak Emperyalist Batı‘nın Kürtçülükteki rolünü anlamamıza yardımcı olacaktır: 58 ġimĢir, age., s.46 59 ġimĢir, age., s.46. 76 ―* BAKAEV, Çerkeze Beko. Kurdsko-Russkij slovar, Kürtçe-Rusça sözlük, Moskova, 1957. * BEDIR-XAN, Kamuran Ali, Langue kurde, eleents de grammaire. Paris, 1953. * BEIDAR, P, Grammaire kurde (Kürtçe gramer). Paris, 1926. * CHODZKO, A, ‗Etudes philologiques sur la langue kurde (dialecte de Soleimanie)‘, Fl. Asiatique, v. 9, of 1857. * CUKERMAN, I. I., ‗Oçerki kurdskoj grammatiki‘, Iranskie Jazyki, II. Moskova, 1950. (Kürtçe Grameri). * FOSSUM, L. O., Pratical Kurdish grammar. Massachusetts, 1919. * HADANK, K., Untersuchungen zum Westkurdishen Boti und Ezüdi Berlin, 1938. * JABA, A. & JUSTI, F, Dictionnaire Kurde-Français. (Kürtçe- Fransızca sözlük) St. Petersburg, 1879. * JARDINE, R.F, Bahdian Kurmanji. Bagdad, 1922. * JUSTI, F, Kurdishe Grammatik, St. Petersburg, 1880. * KURDOEV, K.K., Grammatika kurdiskogo jazyka (Kurmanczi), Fonetika, Morfologija (Kürtçe-Rusça sözlük, Kurmanci lehçesi, yaklaĢık 34.000 sözcük). Moskova- Leningrad, 1957. * Le COQ, A. & YASUPOVA, Z., Kurdisko-Russkij slovar, Moskova, 1960. Kurdisko-Ruskij slovar Moskova 1983, (Kürtçe-Rusça sözlük, sorani lehçesi, yaklaĢık 25.000 sözcük). * FARIZOV, I. O,. Russko-Kurdiskij slovar, Moskova, 1957 (Rusça-Kürtçe sözlük, yaklaĢık 30.000 kelime). * BADILLI, Kemal, Türkçe izahlı Kürtçe Grameri, Ankara, 1965. * MacKENZI, D.N., Kurdish Dialect Studien, London Uniersity, 1961. * ANTER, Musa, Kürtçe-Türkçe sözlük, Ġstanbul, 1967. * ĠZOLĠ, D, Ferhenga kurdi-tirki, Türkçe-Kürtçe sözlük, Lattey, 1986. 77 * REBWAR, Salah, Swenks-kurdisk Ordlista, Stockholm, 1986 (Ġsveççe-Kürtçe sözlük). * BEWAG, Ahmed ; FOG, Lone ; KADER Kader, Dansk-Kurdsk, Kurdsk-Dansk mini-ordbog, Kopenhag, 1987 (Danimarkaca-Kürtçe, Kürtçe-Danimarkaca küçük sözlük) * HEJAR, Ferhengi kurdi-kurdi-fraisi, Tahran, 1989 (Kürtçe-Kürtçe-Farsça sözlük, I. B.l.m. * GEWRANI, Ali Seyda, Ferhenga Kurdi nüjen, kurdi-erebi, Amman, 1985 (Modern Kürtçe-Arapça sözlük). * M A L M I S A N I J, Ferhega kumili-tirki, Stokcholm, 1988 (Zazaca-Türkçe sözlük). * SAADALLAH, Salah, Saladin‘s English-Kurdish Dictionary -Ferhenga inglizi- kurdi ya Selahedin (Selahadin‘in inglizce-Kürtçe sözlüğü 72.000 kelime), Paris Kürt 60 Enstitüsü-Avesta yayınları, Ġstanbul,2000.‖ Listeden de açıkca görüldüğü gibi birkaç istisna dıĢında Kürtçe sözlük ve gramer çalıĢmalarının tamamı, Ġngiliz, Rus, Fransız gibi emperyalist milletlerin yazarlarınca ortaya konulmuĢtur. Kürtlerden daha fazla Kürtçe‘ye kendilerini adıyan bu insanların amacını doğru biçimde belirleyemezsek Kürtçülüğün ardındaki gerçekleri de anlamamız mümkün olmayacaktır. Listenin ortalarında yer verilen Katolik misyoner Garzoni‘nin eseri, daha önce de belirttiğimiz üzere; ilk olması bağlamında kürdolojinin temeli sayılmaktadır ve bu eseri Garzoni‘ye "Kürdolojinin babası" denmesini sağlamıĢtır. Kürdolojinin babasının bir misyoner olması aslında misyonerlerin Kürtçülük konusunda ne kadar önemli rol oynadıklarının da bir kanıtıdır. Garzoli ile baĢlayan bu rol, daha sonra ardılları olan diğer misyonerlerce ve gezginlerce devam ettirilmiĢtir. Bu kiĢiler Kürtler üzerine çok sayıda kitap yayınlamıĢ adeta Kürtleri kendilerinden daha iyi tanır hale gelmiĢlerdir. Tabi ki; misyonerlerin bu eserleri ortaya koyarkenki hedefleri hümanist veya ulvi değerlere yönelik değildi! Daha önce de belirttiğimiz gibi; misyonerler ve gezginler, emperyalist devletlerin öncü kuvvetleri durumundadır. Dolayısıyla yaptıkları çalıĢmalar da hedeflerindeki toplulukların ve toprakların nasıl emperyalist emellere alet edilebileceğine yöneliktir. 60 Bedir Han, Emir Celadet; Lescot, Roger, Kürtçe Grameri, Institut kurde de Paris, 2001, Paris, s.354, 355, 356 78 Nitekim sömürgecilik tarihi, gerek Afrika‘da gerekse de Asya‘da bunun sayısız örneğiyle doludur. Bu örneklerin en acımasızlarından biri, hiç kuĢkusuz ki Anadolu toplulukları (Ermeniler, Süryaniler, Nasturiler ve Kürtler) üzerinde uygulanmıĢtır. Bilal ġimĢir, Kürtler adlı kitabında misyonerler ve gezginlerce hazırlanmıĢ çok sayıda eseri sıralamıĢtır. 61 AĢağıda bunlardan bir kısmına yer verilmiĢtir : Misyonerin Eserin Misyonerin Adı Misyonerin Eseri Ülkesi Tarihi Anadolu, Gürcistan, Ermenistan, Kürdistan, J.A. Bergk Almanya 1799 Irak ve El Cezire Kalproth Avusturya Kürtçe Üzerine ÇeĢitli AraĢtırmalar 1808 Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesine Göre Hammer Avusturya 1814 Kürt Dili ve Ağızları Ferdinand Justi Almanya Kürt Grameri 1880 E. de Kowalevski Polonya Kürtler ve Yezidiler 1890 M. Giuseppe Kürdistan Bölgesinin Hikâyesi ve Yedi Ġtalya 1818 Campanili Mezhebi Kuzeydoğu Kurdistan, Doğu'da Seyahat, O. Blau Almaya 1858-1863 Urumiye Gölü'nden Van Gölü'ne Joseph Cernik'in Almanya Fırat ve Dicle Bölgesinde Teknik Ġnceleme 1876 Dr. Otto Puchstein Almanya Kürdistan'a Seyahat 1883 Kürt ve Arap AĢiretlerinin Karakterleri ve J. Baillic Ġngiltere 1834 DavranıĢları Hakkında Tebriz'den Ġran Kürdistanı Yoluyla Taht-ı H.C. Rawlinson Ġngiltere 1838 Süleyman Harabelerine Bir Gezi Notları Claudius James Kürdistan Hakkında Notlar, Kürdistan'da Bir Ġngiltere 1836-1837 Rich Ġkametgâhın Hikâyesi William 1839-1840 Yıllarında Ġstanbul'dan Musul'a Ainsworth- H. Ġngiltere 1839-1840 Seyahat Notları Rassam W. Ainsworth Ġngiltere Fırat Seferi'nin KiĢisel Öyküsü 1888 W. Ainsworth Ġngiltere Anadolu'da Geziler ve AraĢtırmalar 1898 Musul'a ve Kürdistan Üzerinden Urumiye'ye C. Sandretski Ġngiltere 1857 Gezi F. Milingen Ġngiltere Kürtler Arasında VahĢi YaĢam 1870 Türkiye'nin Doğusunda Hıristiyanlar ve Rilley Ġngiltere 1880 Kürtler konusu Xavier Mommaire Fransa Türkiye'ye ve Ġran'a Yapılan Gezi 1846-1848 de Hell Kerkük'ten Revanduz'a kadar Osmanlı A. Clément Fransa 1866 Kürdistanı'nda Geziler 61 ġimĢir, age., s.53,54,55,56. 79 De Cholet Fransa Ermenistan, Kürdistan ve Mezopotamya 1892 Anadolu'ya, Kıbrıs'a, Toroslara, Suriye'ye ve Kotshy Avusturya 1840-1862 Kürdistan'a Gezi Kürdistan'a Gezi, Ermenistan'da ve Wunsch Avusturya 1883-1884 Kürdistan'da Gezilerim Dersim Vilayeti, : Batı Kürtleri ve Asya D. Butyka Avusturya 1892 Türkiyesi'nin KuzeyBatısındaki Yurtları Helmuth von Almanya Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar 1835-1839 Moltke Bilal ġimĢir‘in ifadesine göre liste böyle uzayıp gitmektedir. Batılı misyoner ve gezginlerin Kürtler‘e iliĢkin bu derecede ilgili olmalarının temelinde daha önce belirttiğim üzere; onların emperyalizmin öncü rolleri yatmaktadır. Bu insanlar, hedef toplumu bir tür SWOT analizine tabi tutarak emperyalizm karĢısında zayıf ve güçlü noktalarını tespit ederler. Bağlı bulundukları Batılı emperyalist devletler de bu noktalardan hareket ederek o toplumu kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda nasıl kullanacaklarına dair politikaları inĢa ederler. Bu insanların emperyalizm için yerine getirdikleri bir diğer görev de hedef toplumu sömürüye hazırlamaktır. Bu bakımdan I. Dünya SavaĢı sonrası ortaya çıkan çok sayıda sömürge yönetiminin alt yapısı da bu insanlarca atılmıĢtır. Bu yöndeki çalıĢmalarında ortaya koydukları temel düĢünce Batı‘nın her yönden güçlü ve üstün olduğu ancak Batı medeniyetinin yardımı ile Doğu‘nun da medenileĢebileceği fikriydi. Böylece yerel halk sömürge olmayı kendi rızasıyla kabullenmekteydi. Erzurum ve Sivas kongrelerinde ―manda ve himaye kabul olunamaz!‖ denmeden önce çok sayıda Kürt ve Türk delegenin manda fikrini ateĢli biçimde savundukları düĢünüldüğünde misyonerlerin görevlerini Anadolu‘da da baĢarıyla yaptıkları açıkca görülmektedir. 4.4. ġark Meselesi Çerçevesinde Sıranın Anadolu’ya GelmiĢ Olması ġark meselesi çerçevesinde temel hedefleri, Türkleri Avrupa‘dan ve Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen birçok mekana ev sahipliği yapan Anadolu‘dan atmak olan emperyalist Avrupa Devletleri, Bulgarların, Sırpların ve Yunanlıların bağımsızlıklarını sağladıktan sonra gözlerini Anadolu‘ya dikmiĢler ve bölgedeki Hıristiyan azınlıkları özellikle de Ermenileri Osmanlılara karĢı kıĢkırtmaya baĢlamıĢlardır. Batılı emperyalist devletlerin Türkleri ve Türklerin nezdinde Müslümanları Avrupa‘dan atmakla yetinmeyecekleri aslında çok aĢikardı. Bunu yıllarca Osmanlı ordusu için çalıĢmıĢ Prusyalı subay Moltke‘nin Ģu sözlerinden anlamak hiç de zor değildi: ―Peygambere (Muhammed'e) inananlar, 80 Hıristiyanlığın asırlardan beri kök salmıĢ olduğu memleketleri zaptetmiĢlerdi. Havarilerin klasik toprağı, Korinth ve Efes, Nikomedya, Ġskenderiye, Sinod'lar ve kiliseler Ģehri Ġznik, hep onların hakimiyeti altına girmiĢti. Hatta Hıristiyanlığın beĢiği ve Kurtarıcısının mezarı, Filistin ve Kudüs Müslümanların eline geçmiĢ ve onlar Avrupa'nın bütün Ģövalyelerine karĢı burayı müdafaa etmiĢlerdi. Roma Ġmparatorluğu'nun uzun süresine son vermek ve 1000 yıldan fazla zamandan beri Ġsa ve Azizlerin kutsandığı Ayasofya Kilisesi'ni Allah'a 62 ve (Muhammed) Peygambere adamak da onlara nasip olmuĢtu.‖ Gerçekten de Osmanlı‘nın Anadolu ve Arap topraklarında Hıristiyanların kutsal olarak tanımladıkları çok sayıda dini merkez vardı ve buraların Türklerin elinden alınması Ģarttı. ĠĢin bu dini yönü dıĢında bu toprakların gerek jeo-politik gerekse de yer altı ve yer üstü kaynakları nedeniyle de emperyalizmin temel hedeflerinden birisi olması kaçınılmazdı. Hiç Ģüphesiz, bu hedeflere ulaĢmada Batılı emperyalist devletlerin en önemli destekçileri Anadolu‘nun dört bir yanına milliyetçilik tohumları serpen misyonerlerdi. Misyonerler, Hıristiyan azınlıkları (Ermenileri, Süryanileri ve Nasturileri) milliyetçilik ile zehirleyip Osmanlı‘ya karĢı ayaklandırırken Batılı emperyalist devletler de bu isyanları uluslararası arenaya taĢıyarak isyancılara her türlü diplomatik desteği sağlamaktaydılar. Bu süreçte daha önce de üzerinde durulduğu gibi isyancılar, misyonerlerce Batı kamuoyuna Müslüman Osmanlı ahalisi ve ordusu tarafından katledilen masum insanlar olarak lanse edilmekteydi. Bu masum insanları korumak ve haklarını savunmak Batılılar için bir insanlık görevine dönüĢtürülüyor ve her türlü askeri ve siyasi müdahale yoluyla bu azınlıkların bağımsız Hıristiyan devletçikler haline getirilmesi için çaba sarf ediliyordu. Nitekim Berlin AntlaĢması ile 1787‘de uluslararası hukuk gündemine taĢınan Ermeniler, 1920 Sevr AntlaĢması ile (her ne kadar hiçbir zaman uygulanamamıĢsa da) bağımsız bir devlet haline getirilmiĢti. Tabii ki; Batılıların Anadolu topraklarında oynadıkları bu kirli oyun Kürtler üzerinde de negatif etkiler yaratmıĢtır. Bu negatif etkinin birinci nedeni Kürtlerin kendi yaĢadıkları bölgelerde (yani Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri‘nde) Yavuz Sultan Selim döneminden beri süren baĢat rollerinin sona ermesinden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim döneminde oluĢturulan idari yapı gereği yurtluk-ocaklık sancakları ile hükümet sancakları belirli Kürt beylerine ve ailelerine tahsis edilmiĢ ve buralarda idari yönetim bu beyler eliyle yürütülmüĢtür. Bu beyler, bir nevi Osmanlı Devleti‘nin taĢradaki temsilcileri görevini üstlenmiĢler ve bu memuriyet babadan oğula (veya aile fertlerinden 62 ġimĢir, age., s.58 81 birine) devreden bir biçimde süreklilik kazanmıĢtır. Bu beyler, sınırları Osmanlı merkezi yönetimince belirlenen alanlarda yaĢayan Kürt-Türkmen-Nasturi-Ermeni-Süryani tüm aĢiretlerin ve toplulukların idare ve vergi iĢleri konusunda tam yetkili olmuĢlardır. Kürt beylerine Osmanlı Devletince verilen bu hakları ve baĢat rolü bu topluluklar da kabullenmiĢ ve bu haklara saygı duyarak üç yüz yıldan fazla bir süre barıĢ içinde yaĢamıĢlardır. Ancak bölgedeki faaliyetlerini 19. yüzyılla birlikte yoğunlaĢtıran misyonerlerin kıĢkırtmaları ve Batılı emperyalist devletlerin yoğun diplomatik (kimi zamansa) askeri destekleri ile özellikle Hıristiyan topluluklar, Kürtlerin bu baĢat rolüne karĢı olumsuz söylem ve eylemler içine girmeye baĢlamıĢlardır. Buna ek olarak, bir de Batılı emperyalistlerin baskıları sonucu çıkarılan ve Müslüman tebanın aleyhine, gayri Müslimlerinse lehine hükümler getiren Tanzimat ve Islahat Fermanları‘nın Osmanlı bürokrasisine egemen olması sonucu, Hıristiyan azınlıklar eskiden olduğundan farklı olarak Kürt beylerine saygı göstermemeye, vergi vermemeye ve Kürt beylerin kararlarına uymamaya baĢlamıĢlardır. Hıristiyan azınlıklar, bu davranıĢlarının Kürt beylerince cezalandırılması durumunda ise misyonerler ve yabancı konsoloslar vasıtasıyla seslerini Avrupa kamuoyuna duyurabilmiĢler ve Osmanlı Devleti üzerinde Kürtler aleyhine baskı oluĢturmuĢlardır. Kürtler‘in güç ve hakimiyet alanlarına helal getiren ve toplumsal yapıdaki baĢat rollerini ortadan kaldıran bu süreç, Osmanlı‘ya karĢı Kürt isyanlarını arttıran önemli bir unsur olmuĢtur. Birçok araĢtırmacının üzerinde ittifakla durdukları bir diğer konu da Ermeni milliyetçiliğinin Kürtçülüğü önemli ölçüde etkilediğidir. Bölgede misyonerler ve Batılı devletlerce pohpohlanan Ermeniler, oluĢturdukları komiteler vasıtasıyla Kürtlerin yüzlerce yıl geniĢ yetkilerle ve güçle hüküm sürdükleri topraklarda Kürtleri ve diğer Müslüman toplumları katletmeye ve bu topraklar üzerinde bağımsız büyük Ermenistan hayalleri kurmaya baĢlamıĢlardır. Bu durum Kürtler üzerinde ―biz‖ bilincinin oluĢmasında etkili olmuĢtur. Kendi hakimiyetleri hatta varlıkları için bir tehdit durumuna gelen Ermeni toplumunun ―öteki‖leĢtirilmesi, Kürtlerin doğal olarak öteki tehlikesi karĢısında ―biz‖i de konumlandırmasını sağlamıĢtır. Bu ―biz‖ kavramının tanımlanması özellikle Kürt entellüektelleri arasında Kürt milliyetçiliğini kuvvetlendirirken Anadolu‘daki Kürt ileri gelenleri ve Kürt ahali için Müslüman birlikteliğini kuvvetlendiren bir unsur olmuĢtur. Dolayısıyla bu durum, Kürtlerde birbirine taban tabana zıt iki tepkiyi beslemiĢtir. Entelektüel Kürtlerde Kürtçü düĢünceleri tetikleyen Ermeni isyanları, Anadolu‘daki sıradan Kürt ahalide ise tepkisel bir davranıĢla 82 Hıristiyan karĢıtlığı yaratmıĢ ve KurtuluĢ SavaĢı‘nda Kürt-Türk dayanıĢmasını arttıran bir unsur oluĢturmuĢtur. ġark meselesi tüm Batılı emperyalist devletler açısından kendi çıkarlarını maksimize ederek çözülmesi gereken bir sorun olarak algılandığından daha önce belirttiğimiz üzere bu devletler, Osmanlı topraklarını paylaĢma konusunda 20. yüzyılın sonlarına kadar kendi aralarında anlaĢamamıĢ bunun üzerine Hıristiyan azınlıkları ayaklandırarak kendilerine bağlı küçük devletçikler oluĢturma yoluna gitmiĢlerdir. Bu taktiğin Osmanlı‘nın Avrupa topraklarında baĢarı ile uygulanması sonrası sıra Anadolu‘ya gelmiĢtir. Fakat yine daha önce vurguladığımız üzere; bu Batılı devletler, oluĢturmaya çalıĢtıkları Küçük devletçikler konusunda da rekabet içinde olmuĢlardır. Bu sebepledir ki; Grogeryan Ermeni toplumu içinde önce Katolik ardından Protestan cemaatler yaratılmıĢtır. Böylelikle Rusların yanı sıra Fransızlar ve Ġngilizler de Ermenileri bir piyon olarak kullanma imkanı edinmiĢlerdir. Ermeniler üzerinden oynanan oyunun Kürtler üzerinde yarattığı etkiyi bir önceki paragrafta açıklamıĢtık. Batılı emperyalist devletlerin Kürtçülüğün oluĢumu konusunda sundukları bu dolaylı katkının yanında hiç Ģüphesiz doğrudan da çok yönlü katkıları olmuĢtur. Bu konuda Ġngiltere ve Rusya baĢı çekmektedir. Bu iki ülke, Kürtçülüğün geliĢimine doğrudan katkı bakımından diğer Batılı emperyalist devletlerden fersah fersah öndedirler. Rusya‘nın yapmıĢ olduğu çalıĢmaların temelinde Osmanlı – Rus savaĢlarında Kürt aĢiretleri kendi yanına çekmek vardır. Bu pratik amaca ulaĢabilmek adına St. Petersburg‘da Rusya Bilimler Akademesi bünyesinde Kürtçülüğün düĢünsel temellerini oluĢturan teorik çalıĢmalara imza atmıĢlardır. Günümüzde Kürtçülerin ve PKK terör örgütünün kullandığı temel tarihsel ve kültürel teorik çerçeve, bu akademi bünyesinde yürütülen sözde bilimsel çalıĢmalarla ortaya atılmıĢtır. GeçmiĢte olduğu gibi günümüzde de Kürtçülüğe yön veren Kürdologların en ünlülerinin Ruslar arasından çıkması, bu anlamda bir tesadüf değildir. Ġngilizler ise pragmatik bir yaklaĢımla özellikle I.Dünya SavaĢı ve sonrasında da KurtuluĢ SavaĢı sürecinde Anadolu‘ya ve bugünkü Irak‘ın kuzeyinde bulunan zengin petrol kaynaklarına sahip olabilmek adına Kürtçülüğe destek vermiĢ ve Kürtçülük kartını bölgede yürüttüğü emperyalist politikanın aktif bir parçası olarak kullanmıĢtır. Ġngilizlerin bu süreçte izlediği politikalar ve Kürtçülüğe yaptıkları katkılar konusu, sonraki bölümlerde daha ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. Fakat küçük bir ipucu olması bakımından Ġngiliz diplomatların yaptıkları gizli yazıĢmalardan 3 Eylül 1912 tarihinde Mr. Marling'den Sir E. Grey'e gönderilen rapora 83 bakmak yeterli olacaktır: ―...ġimdiki durum yalnız Balkanlar'ı ve Avrupa'yı değil fakat Arapları, Ermenileri, Kürtleri ve diğer ırkları da imparatorluktan ayırmaya çalıĢmak 63 olmalıdır.‖ Gerçekten de 20. yüzyılın baĢlarından itibaren Ġngilizler, hedef alanlarını geniĢletmiĢ ve Osmanlı‘nın Asya ve Afrika topraklarına da göz dikmiĢtir. Bu amaçlarına ulaĢmak için de Kürtçülüğü de aktif bir araç olarak kullanmaktan geri kalmamıĢlardır. Yukarıda sıralanan dört ana sebepten kaynaklanan Osmanlı dönemindeki Kürt isyanlarının belli baĢlıları Ģu Ģekilde sıralanabilir: 1. Babanzade Abdurrahman PaĢa Ġsyanı (1806-1808, Süleymaniye) 2. Babanzade Ahmet PaĢa Ġsyanı (1812, Süleymaniye) 3. Revaduz Yezidi Ġsyanı (1830-1833, Hakkari ve çevresi) 4. Mir Muhammet Ġsyanı (1832-1833, Soran) 5. Kör Mehmet PaĢa Ġsyanı (1830-1833, Erbil, Musul, ġirvan) 6. Garzan Ġsyanı (1839, Diyarbakır) 7. Bedirhan Bey Ġsyanı (1843-1847, Hakkari ve çevresi) 8. Yezdan Ġzzettin ġer Ġsyanı (1855, Bitlis) 9. Bedirhan Osman PaĢa Ġsyanı (1877-1878, Cizre ve Midyat) 10. ġeyh Ubeydullah Ġsyanı (1880, Hakkari, ġemdinli) 11. Emin Ali Bedirhan Ġsyanı (1889, Erzincan) 12. Bedirhan i Halil ve Ali Remo Ġsyanı (1912, Mardin) 64 13. Molla Selim ve ġeyh ġehabettin Ġsyanı (1913-1914, Bitlis) 63 Ulubelen, Erol, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitapları, Ġstanbul, 2009, s.113 64 Kürtçülük konusunda Kürtçülüğe destek veren yabancı yazarların yapmıĢ olduğu çalıĢmaların bizim literatürümüzde de ne denli etkin olduğunu belirtmek gerekiyor. Yukarıdaki isyanlara iliĢkin sıralama ülkemizde yayımlanmıĢ ve Türk yazarlar ve tarihçiler tarafından yazılmıĢ, kabul gören Kürt isyanlardır. Fakat bu kabul gören isyanlar arasında hemen hemen tüm kaynaklar, Zaza aĢiretlerine ait olan isyana da yer vermektedirler. Bu durum üzerinde değerlendirme yapmaya muhtaç görünüyor. Bugün, halen Kürtçü çevrelerce Kürtlerin bir kolu olarak gösterilmeye çalıĢılan Zazalar, ısrarla Kürtlüğü kabul etmemektedirler. Fakat biz ironik bir biçimde halen Kürt ayaklanmaları arasında Zaza aĢireti ayaklanmasını da sayarak Kürtçülerin ekmeğine yağ sürercesine Zazalara adeta ―Hayır inkar etmeyin. Siz Kürtsünüz!‖ diyoruz. Bu nedenle söz konusu yanlıĢı tekrarlamamak amacıyla, diğer birçok tarih çalıĢmasından farklı olarak Zaza aĢireti ayaklanmasına yukarıda Kürt ayaklanmalarını sayarken yer verilmemiĢtir. Konuya iliĢkin Minorsky gibi tarafgil bir Kürdolog dahi aynı görüĢtedir:―V. Minorsky de Ġslam Ansiklopedisi'nin Ġngilizce 84 Bu noktada Ģunu belirtmek gerekir ki; bu isyanların her birinin temelinde yukarıda sıraladığımız nedenlerden birkaçı veya hepsi bir arada bulunmaktadır. Bu isyanların ortaya çıkmasında nedenler öylesine birbiri içine girmiĢ ve daha önce söylediğimiz gibi grift bir yapı oluĢturmuĢtur ki; kimi zaman bunlardan hangisinin baĢat rol oynadığını belirlemek bile çok güç olabilmektedir. Bu ise kimi zaman, Kürt isyanlarını inceleyenleri, yanlıĢ sonuçlara ulaĢtırabilmektedir. Kimi Kürtçü yazarlar ise bu grift yapıyı kendi iĢlerine geldiği gibi kullanarak okuyucularının kafasının karıĢtırmak ve Osmanlı Devleti‘ne karĢı ortaya çıkan Kürt isyanlarını milliyetçi gayelerle çıkmıĢ isyanlar olarak lanse etmek amacıyla kullanmaktadırlar. Bu durumu iki somut örnek; Bedirhan Bey ve ġeyh Ubeydullah isyanları üzerinden incelemek daha açıklayıcı olacaktır. 5. ĠKĠ ÖNEMLĠ ĠSYAN 5.1. Bedirhan Bey isyanı Daha önce belirttiğimiz üzere, II. Mahmut dönemi ile birlikte bölgedeki Kürt emirleri birer birer ortadan kaldırılmaya baĢlanmıĢtır. ĠĢte böylesi bir dönemde bölgedeki en büyük emirliklerden biri olan ve köklerinin ünlü Ġslam komutanlarından Halid bin Velid'e dayandığını iddia eden bir aile tarafından yönetilen Botan emirliğinin baĢında Bedirhan Bey bulunmaktaydı. Osmanlı merkezi yönetimi ile iliĢkilerini en üst seviyede tutarak birçok Kürt emirinin ortadan kaldırıldığı süreçten güçlenerek çıkan Bedirhan Bey, bu uğurda Kürt beylerinden biri olan Sait Bey‘in üzerine yürüyen Osmanlı ordusuna yardım etmekten de geri kalmamıĢtı. Sonrasında ise 1839 yılında Osmanlı ordusunun isyancı Mısır valisi Mehmet Ali PaĢa‘ya karĢı Nizip‘te verdiği mücadeleye katıldı. Osmanlı ordusunun büyük bir yenilgi aldığı Nizip SavaĢı‘ndan da Bedirhan Bey, birçok askerini kaybetmesine rağmen güçlenerek çıktı. Çünkü Osmanlı ordusunun aldığı ağır yenilgi, Osmanlı‘nın bölgedeki askeri gücünün kırılmasına ve siyasi egemenliğinin büyük ölçüde azalmasına sebep olmuĢtur. Kürt beylerinin ortadan kaldırılması sonrası merkezi yönetimi güçlendirmek amacıyla geniĢ yetkilerle merkezden atanan valiler, Nizip bozgunu nüshasında "kesinlikle" ibaresini kullanarak "20. yy'da Kürtler arasında kesinlikle Kürt olmayan bir unsurun -Zaza— tespit edildiğini" belirtir (s. I 134). " Zaza kelimesinin geçtiği her yerde "Gerçek Kürt Olmayan" notunu düĢer (s. 1151).‖ (Ali Tayyar Önder, Türkiye'nin Etnik Yapısı, Kripto Yayınları, Ankara, 2008, s. 247.) Zazalarla Kürtlerin dili de tamamen farklıdır: ―Zazaca, bazılarının sandığı ya da maksatlı olarak yaydığı gibi Kürtçe'nin bir lehçesi değildir. Bu husus, konunun dünyaca tanınmıĢ uzmanları olan Prof. V. Minorsky, Prof. Haddank, Prof David Mac Kenzie, Ġngmar Sauberg, Terry L. Todd, Prof.Dr. Gouchie Kojima gibi otoritelerce kanıtlanmıĢtır. W. B. Lockvvood, T.M. Jhonstone da Zazacayı özgün bir dil olarak görürler. Kısacası, dünyadaki ciddi bilim çevreleri Zazaca'yı Kürtçe'nin bir lehçesi olarak kabul etmez.‖ (Önder, age., s.169) 85 öncesinde de bölgede asayiĢ ve otoriteyi sağlamakta güçlük çekmekteydiler. Bozgun sonrasında ortaya çıkan baĢıboĢluk ise çok daha ileri boyuttaydı. Bölgede bu durumdan en olumsuz etkilenen yer hiç Ģüphesiz Diyarbakır eyaletiydi. ―Bölge, savaĢtan kaçan askerler ile dolmuĢtu. AsayiĢten eser kalmadığından, seyahat etmek isteyenler yanlarında güçlü bir koruma olmaksızın Ģehrin dıĢına çıkamaz olmuĢlardı. AĢiretler çoğu yeri istila edip yağmalamaya baĢlamıĢlardı. Gerek mühimmat ve gerekse asker bakımından Diyarbakır 65 Eyaleti oldukça güçsüzleĢtiğinden bölgedeki karıĢıklığın önü bir türlü alınamamıĢtı.‖ 1839-1842 yılları arasında üç yıllık süreçte Diyarbakır Valiliğine sırasıyla Sadullah PaĢa, 66 Süleyman PaĢa, Zekeriya PaĢa, Vecihi PaĢa ve Ġsmail PaĢa atanmıĢtı. Merkezi idarenin taĢra teĢkilatındaki bu istikrarsızlık ve düzensizlik sonraki yıllarda da bölgede asayiĢ ve otoritenin sağlanmasını engelledi. Bu durum, hiç Ģüphesiz Bedirhan Bey‘in hareket alanını geniĢletti. Fakat Bedirhan Bey, akıllı bir yöneticiydi ve Osmanlı‘nın ĢimĢeklerini üzerine çekmemek için dikkatli hareket ediyor, bölge valilerinin tüm emir ve direktiflerini yerine getirmek için elinden geleni yapıyordu. Bu bağlamda Han Mahmut‘un Nizip bozgunu sonrası çıkardığı isyanın görüĢmeler yoluyla sona erdirilmesi konusunda Erzurum Valisi Hafız PaĢa‘nın talebini yerine getirmiĢ ve kayınpederi Han Mahmut‘u Erzurum‘a gitmeye ikna etmiĢti. Keza, HertoĢi AĢireti reisi Ömer Ağa ile Hakkari Beyi Nurullah‘ın da Erzurum‘a gönderilmesi hususunda Osmanlı idaresi ondan yardım istemek zorunda 67 kalmıĢtı. Bedirhan Bey‘in bölge ileri gelenleri arasındaki etkinliği, onu Osmanlı devleti nezdinde daha da önemli kılıyordu: Osmanlı‘nın bölgede huzur ve asayiĢin sağlanması konusunda Bedirhan Bey‘e ihtiyacı vardı. Bu sebeple de Osmanlı, Bedirhan‘ın kimi yanlıĢ davranıĢlarına göz yummak zorunda kalıyordu. Bedirhan Bey de bu durumun farkındaydı ve bu sebeple ince diplomasi uyguluyordu. Bir yandan Osmanlı‘nın bölgedeki valilerinin emir ve talimatlarını yerine getirirken bir yandan da bölge insanı üzerinde hakimiyetini arttıracak faaliyetler yürütüyordu. Nitekim bu dönemde kendisi adına para bastırmaya ve hutbe okutmaya baĢladı. Bilindiği gibi; bunlar hükümranlık iĢaretleriydi ve bölge halkının gözünde Bedirhan Bey‘i Osmanlı‘dan bağımsız bir hükümran gibi lanse etmeye yönelikti. Bedirhan Bey, bu sembolik hareketler dıĢında egemenlik ve nüfuz alanını da geniĢletmeyi baĢarmıĢtı. Van, Sabala, Revanduz, Siverek, Sert ve Sincar‘ı da içine katarak Diyarbakır‘a 65 Gencer, agt., s.69 66 Gencer, agt., s.71 67 Gencer, agt., s.88 86 68 kadar dayanmıĢ; AĢna ve Urmiye‘yi de iĢgal ederek ele geçirmiĢtir. Fakat Bedirhan Bey, bütün bunları yaparken yukarıda belirttiğimiz üzere, Osmanlı‘yı kızdırmamaya da özen gösteriyordu. Bu anlamda, Osmanlı‘nın bölgedeki valilerinin otoritelerine helal getirmiyordu: ―Bedirhan Bey her ne kadar sorun olmaya baĢlamıĢsa da onu bu dönemde asi olarak nitelendirmek yanlıĢ olur. Kendisinden epey Ģikâyet eden Erzurum Valisi Halil Kâmili PaĢa bile Ġran meselesi ortaya çıktığından beri vermiĢ olduğu talimatların tamamına uyarak iyi hizmetlerde bulunmuĢ olduğunu belirtmiĢti. Ayrıca Hakkari ve Van bölgesinin muhafazasına yardımcı olmuĢ, Salmas Hâkimi Yahya Han‘ın Hakkari bölgesine sızmasını engellemiĢti. 1843 yılında oluĢturulan Bağdat postasının Diyarbakır-Musul arasındaki güvenliğinin sağlanması konusunda onun yardımına baĢvurulmuĢtu. Bağdat Valisi Ali Rıza PaĢa da benzer ifadeler kullanarak devlete karĢı tüm sorumluluklarını yerine getirmiĢ olduğunu dile getirmiĢti. Ayrıca Bağdat‘tan ayrıldığı sırada Bedirhan Bey Mir Seyfettin ile birlikte huzuruna gelerek devletin sadık bendeleri olduklarını ve hizmette kusur 69 etmeyeceklerini taahhüt etmiĢlerdi.‖ Bedirhan Bey, Osmanlı‘ya karĢı izlediği baĢarılı siyasetin yanında baĢarılı bir idareciydi de aynı zamanda. Bölgesinde özellikle asayiĢin ve refahın sağlanması konusunda çaba sarf etti. Vergi oranlarını diğer bölgelere göre düĢük tutması ve bölgesinde asayiĢi istikrarlı biçimde sağlaması kısa zamanda Cizre ve çevresinin yoğun göç almasına sebep oldu. Askeri gücüyle beraber, tarımsal ve ticari faaliyetleri de nüfus artıĢıyla doğru orantılı biçimde yükseldi. O yıllarda bölgeyi gezen bir Fransız konsolosluk görevlisi, Cizre bölgesindeki refah ve güven ortamının Osmanlı‘nın idaresindeki diğer bölgelerde 70 olmadığını söylüyordu. Bu durumu tasdik eden bir diğer gözlem de Amerikan Misyonerleri Wright ve Breath‘ın Missionary Herald dergisine yazdıkları makalelede Ģöyle aktarılmıĢtır: "... Bedirhan'ın yönetiminde suçlular kurtulamaz. Suçluluğu sabit görülen bir 71 Kürt hırsızın sağ eli kesildi..!‖ Bedirhan Bey‘in bölgedeki gücünü hızlı biçimde arttırması karĢısında Osmanlı, uzunca bir süre sessizliğini korudu. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi zaten Tanzimat 72 Fermanı‘nın uygulamaya geçirilmesi ve çıkan Arap isyanlarının bastırılması gibi 68 Malmisanij, Cizira Botanlı Bedirhaniler, 2. Baskı, Avesta Yay., Ġstanbul 2000, s. 54. 69 Gencer, agt., s.88 70 Kutschera, Chrisç Kürt Ulusal Hareketi, (Çev. Fikret BaĢkaya), Avesta Yayınları, Ġstanbul 2001,s.26. 71 ġimĢir, age., s .92 72 Doğan, agm, s.18 87 yeterince problemle uğraĢmaktaydı ve bu problemlerle uğraĢırken Bedirhan Bey‘e yöneltecek yeterli güç ve enerjiye sahip değildi. Ġkincisi mevcut durum, kendisi açısından çok da sorunlu bir durum ortaya çıkarmamıĢtı. Çünkü resmiyette Bedirhan Bey halen Osmanlı‘ya bağlı görünüyordu ve bir nevi Osmanlı adına bu topraklarda huzur ve asayiĢi sağlamıĢtı. Bu iki sebebe rağmen Osmanlı ile Bedirhan Bey‘in çatıĢması kaçınılmazdı. Çünkü Osmanlı, II. Mahmut ile baĢlattığı merkezi yönetimin inĢasında kararlıydı. Diğer yandan da 1839 yılında Tanzimat Fermanı ilan edilmiĢti ve artık Osmanlı‘nın diğer bölgelerinde olduğu gibi bu bölgesinde de ekonomik, siyasi, idari vb. hiçbir Ģeyin eskisi gibi olması mümkün değildi. Oysa Bedirhan Bey ve onun ortaya koyduğu yönetim, Tanzimat anlayıĢıyla taban tabana zıttı. Dolayısıyla bölgeden Bedirhan Bey‘in tasfiyesinin sağlanması Osmanlı için kaçınılmaz bir zorunluluktu. Bedirhan‘ın tasfiyesi yönünde Osmanlı iradesi 1844 yılıyla beraber Ģekillenmeye baĢlamıĢtır. Tanzimat uygulamalarından biri olan Kürtlerin de askere alınmaya baĢlanması, gerilimin ilk iĢaretlerinin oluĢmasına sebebiyet vermiĢtir. Cabir Doğan, Bedirhan Bey Ġsyanı adlı makalesinde bu geliĢmeyi ve Osmanlı‘nın tutumunu Osmanlı belgelerine dayanarak Ģu Ģekilde aktarmaktadır: ―Arabistan Ordusu MüĢiri Namık PaĢa‘nın Sadaret‘e gönderdiği 6 Zilkade 1260 (17 Kasım 1844) tarihli arz tezkeresinde, Diyarbakır Eyaleti‘nde askerî redife kurulması ve Bedirhan Bey maddesine dair gönderdiği yazılar, Meclis-i Valâ-yı Ahkâm-ı Adlîyye‘de ve 27 Kasım Pazar günü Meclis-i Umûmî de görüĢülmüĢ ve konuyla ilgili olarak Ģu kararlar alınmıĢtır: 1. Bedirhan Bey‘in, devletin yanına çekilerek redif askerinin kolaylıkla toplanması, 2. Asker-i redife toplanmasını reddettiği takdirde baskıyla ve güç kullanarak bu iĢin gerçekleĢtirilmesi, 3. Mevcut Ģartlarda güç kullanılmasının uygun olmayacağı düĢünülerek Bedirhan Bey‘in temin edilmesi. Meclis-i Umûmi toplantısında ayrıca bundan sonraki süreçte Bedirhan Bey‘e karĢı izlenecek strateji ve ona karĢı alınacak tedbirler konusunda da Ģu kararlar alınmıĢtır: Nizamiye ordularının o bölgede kurulmasıyla, Bedirhan Bey‘in zaman kazanmak ve devlete güven vererek ―devlete hizmet edeceğim‖, gibi aldatıcı tavırlara girmesi muhtemeldir. Her nasıl olsa, fırsat düĢtüğünde gerekli tedbirler alındıktan sonra gerek Bedirhan Bey ve gerekse arkadaĢları Ġmadiyeli Ġsmail PaĢa, Garzanlı DerviĢ Bey, Mardinli 88 Esad Bey, Cizreli Mir Seyfettin ve diğerleri o bölgeden tamamıyla defedilmelidir. Fakat öncelikle Bedirhan Bey‘i celp ve temin ederek Diyarbakır‘ın dağ köylerinden redif askerleri toplanmalıdır. Daha sonra kendine tam bir güven hissi verilmelidir. Taltif amacıyla kendisinin ve arkadaĢlarının Dersaadet azalarıyla Ġstanbul‘a gönderilmesi, onlar vardıktan sonra ailelerin de arkalarından Ġstanbul‘a gönderilerek oradan da uygun bir yere gönderilmelidir. Eğer bu gerçekleĢmez de asker-i redife toplanmasına karĢı çıkarak bölgede tahrik ve fesada giriĢir ise, kuvvet yoluyla ele geçirilerek aileleriyle birlikte bölgeden uzaklaĢtırılıp Ġstanbul‘a gönderilmeli. Meclis-i Valâ, duruma göre bu iki yoldan hangisi uygunsa ona göre hareket edilmesini tamamen Namık PaĢa‘nın insiyatifine 73 bırakmıĢtır.‖ Cabir Doğan‘ın Osmanlı belgeleri üzerindeki incelemeleri bize Osmanlı‘nın Bedirhan Bey‘i mutlak surette bölgeden uzaklaĢtırma kararında olduğunu göstermektedir. Fakat bunu zamana yayarak ve mümkünse askeri güç kullanmadan yapma düĢüncesindedir. Kısacası daha 1844 yılında Osmanlı, Bedirhan Bey‘i bölgeden ailesi ile birlikte gerekirse güç kullanarak uzaklaĢtırmaya ve son Kürt emirini de ortadan kaldırarak merkezi otoriteyi güçlendirmeye kararlıydı. Bu süreçte Bedirhan Bey redif askeri toplanması konusunda Namık PaĢa‘ya yardımcı olarak Osmanlı‘nın güvenini kazanmaya çalıĢmıĢtır. Böylece üzerine ordu gönderilmesi tehlikesini bertaraf etmiĢ, Osmanlı da daha uygun bir zamanı kollamak kaydıyla bir süreliğine Bedirhan Bey‘in bölgeden çıkarılması düĢüncesini ertelemiĢtir. Bedirhan Bey ile Osmanlı arasında ikinci sürtüĢme, Bedirhan Bey‘e bağlı bölgede gerçekleĢtirilen mülki taksimat değiĢikliği konusunda yaĢanmıĢtır. Yapılan değiĢiklikle daha önce Diyarbakır Eyaleti‘ne bağlı olan Cizre‘nin Bohtan, EĢni ve Hacı Behram havalisi Musul Eyaleti‘ne bağlanmıĢ; geri kalan Cizre, Midyat ve sair yerler de Diyarbakır Eyaleti sınırları içinde kalmıĢtır. Mehmet PaĢa, idari değiĢiklik sonrası Bedirhan‘ı Musul‘a davet etmiĢ; fakat o, valiye güvenmediği için bu isteği yerine getirmemiĢtir. Bu mülki değiĢikliğin yapılması konusunda Musul Valisi Mehmet PaĢa‘nın Ġstanbul‘dan talebi önemli rol oynamıĢ ve bu yönde Ġstanbul‘a çok sayıda talep mektubu göndermiĢtir. Musul Valisi ile Bedirhan Bey‘in aralarındaki kiĢisel husumetin bu talepte ne derece etkili olduğunu bilmiyoruz. Bildiğimiz husus, aralarının açılmasına sebep olan olaylardan birinin 73 Doğan, agm., s.20 89 Bedirhan Bey‘in kendisine isyan eden Yezidileri cezalandırmak üzere Sincar‘a girmesini Musul Valisi Mehmet PaĢa, kendi yönetimi altında bulunan bölgeye müdahale olarak algılayıp tepki göstermesi ve emrindeki askeri kuvvetlerden biriyle Bedirhan Bey‘e bağlı bölgelede birkaç köye saldırmasıdır. Böylece Bedirhan Bey ile Mehmet PaĢa arasındaki gerilim tam anlamıyla düĢmanlığa dönüĢmüĢtür. Belki de bu düĢmanlığın tetiklemesi sonucu Musul Valisi, Cizre ve Cizre‘nin kasabaları Bohtan, EĢni ve Hacı Behram havalisinin Diyarbakır‘dan alınarak Musul‘a bağlanmasını istemiĢtir. Konu ile ilgili olarak Musul, Diyarbakır, Bağdat Valileri ve ordu kumandanlarıyla Ġstanbul arasında bir dizi yazıĢmalar olmuĢtur. Bu yazıĢmalar sonucu yukarıda da belirttiğimiz üzere; Diyarbakır Eyaleti‘ne bağlı olan Cizre ve Midyat Diyarbakır‘a bağlı kalmıĢ; Bohtan, EĢni ve Hacı Behram havalisi ise Musul Eyaleti‘ne bağlanmıĢtır. Osmanlı ile Bedirhan Bey arasındaki iliĢkileri etkileyen üçüncü ve en önemli olay ise Bedirhan Bey‘e bağlı bölgede meydana gelen Nasturi ayaklanması ve ardından Bedirhan‘ın bu ayaklanmayı kanlı biçimde bastırıĢıdır. Daha önceki bölümlerde 19. yüzyılın baĢlarından itibaren özellikle Protestan misyonerlerin Anadolu‘da yoğun bir faaliyet içine girdiğini ve bu faaliyetlerden Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin de nasibini aldığını belirtmiĢtik. Nasturiler de bu anlamda misyonerlerin belirlediği hedef kitlelerden biriydi. Nasturiler, Hıristiyan bir topluluktur. Bu topluluk, adını kurucusu olan, Ġstanbul patriği "Nestorius"dan almıĢtır. Nestorius'un savunuculuğunu yaptığı görüĢ, Ġsa'ya 30 yaĢındayken Kelam'ın indiğini ancak o zamandan sonra Ġnsan ve Tanrı karakterlerini taĢıdığını Hz.Meryem'in, Tanrı olan Ġsa'nın değil, insan olan Ġsa'nın annesi olduğunu söylemiĢ ve dolayısıyla da, Tanrı'nın doğrulamayacağını, doğurulmadığını belirtmiĢtir. Nestorius, monofizitlerle mücadele etmiĢtir. MS. 449 yılında Efes'de toplanan II. Efes Konsili'nde alınan kararla Nestorius, aforoz edilmiĢ ve bu sebeple Nestorius'un görüĢlerini savunanlar kendi kiliselerini kurmuĢlardır. Osmanlı coğrafyasındaki Nasturiler, 19. yüzyıla gelindiğinde Güneydoğu Anadolu (Hakkari), Kuzey Irak (Musul) ve Ġran Azerbaycan‘ın batısı (Urumiye) arasındaki dağlık 74 sınır bölgesinde Müslüman topluluklar içinde dağınık zümreler halinde yaĢamaktaydılar. 74 Alikılıç, Dündar, Abbasi Devleti‟nden Hakkâri Beyliğine İrisan Beyleri, Tarih DüĢünce Kitapları, Ġstanbul 2006. s. 91. 90 Hakkari bölgesindeyse, Çölemerik, Gev‘ar, Margaver ve Tiyari yoğun olarak yaĢadıkları alanlardı. Nasturiler Çölemerik, Tiyar,(aĢağı-yukarı) Valto, Tuhuba, Tal, Diz, Baz ve 75 Gevar, Gilo diye büyük küçük dokuz aĢiretten oluĢmaktaydılar. Rus General Mayewski, Nasturilerin meskun oldukları bu yerleri ―Küçük Asya‘nın en ıssız yerleridir, medeniyetten 76 eser yoktur‖ Ģeklinde tarif etmiĢ ve ―bu yerleri gezerken çok korktuğunu‖ ifade etmiĢtir. Gerçekten de Nasturilerin yaĢadıkları bölgeler çok sarp ve dağlıktı. Ayrıca doğa ve iklim Ģartları da çok sertti. Bu sebeple genel geçim kaynakları hayvancılıktı. Erzurum'daki Ġngiliz Konsolosu J.G. Taylor, 19 Mart 1869 tarihli raporunda, Nasturilerin toplam sayısını 111.010 olarak gösteriyordu. Bunların 76.500'ü aĢiretlere bağlıydı, 34.510'u ise herhangi bir aĢirete bağlı olmayanlardı. AĢirete bağlı olanlar topluca birarada yaĢıyor, aĢirete bağlı olmayanlar ise Müslüman çoğunluk içinde dağınık olarak 77 bulunuyorlardı. Nasturilerin baĢında bulunan din adamına MarĢemun denmekteydi. MarĢemun, dini bir lider olmasının yanında aynı zamanda Kürtlerdeki aĢiret reisine benzer biçimde dünyevi liderliği de bünyesinde taĢımaktaydı. Nasturiliğin en yüksek makamında bulunan MarĢemun, ―sadece Osmanlı coğrafyasındaki Nasturilerin değil, aynı zamanda bu inancı benimseyen bütün Nasturilerin dini lideriydi. Yani Osmanlı topraklarında yaĢayan Nasturilerin yanı sıra Hindistan, Çin ve Ġran‘da yaĢayan Nasturiler de dini yönden Hakkari‘nin Koçanis köyünde ikamet eden patriğe bağlıydılar. Patriğin adı geçen yerlerdeki Nasturilerin dini reislerinin atama ve tayin iĢlerine de bakması, onun siyasi 78 önemini artırmaktaydı‖. Nasturiler, Osmanlı idaresi altında oldukları dönemde Hakkari Kürt Emirinin iktidarı altında yaĢayan bir Kürt aĢiretinden farklı değildiler. Bu bakımdan emire bağlı Kürt aĢiret beylerininkine benzer bir statüye sahiptiler. Patrik, Hakkari Emiri sefere çıkacağı zaman Emire cemaatinden silalhlı bir müfreze temin ederdi ve ayrıca Hakkari 75 Doğan, Cabir, ―1843–1846 Nasturi Olayları ve Bedirhan Bey, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2010, Sy.:22, ss.1-18, s.2‖ 76 SatılmıĢ, Selahattin, ―XIX. Yüzyılda Hakkâri‘de Hıristiyan Bir Cemaat:Nasturiler‖, s.106, www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/.../satilmis.pdf, 14.02.2011. 77 ġimĢir, age., s.88 78 SatılmıĢ, agm., s.108 91 Emirinin meclislerine tıpkı aĢiret beyleri gibi katılırdı. Emirlik mücadelelerinde ve emirlik 79 içinde çıkan iç sorunların çözümünde Patriğin düĢüncesine önem verilirdi. Tarihte birçok yazar tarafından "Dağ Hıristiyanları" veya "Hıristiyan Kürtler" olarak da nitelenen Nasturileri, giyim kuĢamları bakımından Kürtlerden ayırmak oldukça zordu. Özelikle Ģehirlerde iç içe, karıĢık olarak otururlardı. Yalnız dinleri ve dilleri ayrıydı. Fakat hem Nasturilerde hem de Kürtlerde etnik kimlik ve dini taassuptan ziyade, kabile 80 çıkarları belirleyici unsurdu. Bu sebeple Nasturiler ile Kürtlerin aynı dönemde kendi soydaĢlarına karĢı birbirleriyle ittifak ettikleri de sık karĢılaĢılan olaylardan biriydi. Ġki topluluk birbirine karĢı oldukça saygılı ve anlayıĢlıydı. Birbirlerinin dini günlerine ve adetlerine saygı gösterirler ve bayramlarda karĢılıklı ev ziyaretlerinde bulunurlardı. 81 Bölgedeki törenlerde Kürt lideriyle Nasturi Patriği yan yana otururlardı. Toplumlar arası bu iyi iliĢkilerin bir sonucu olarak, Nasturi Patriği, Kürtler arasında da oldukça itibar görürdü. Patrik, bir Nasturiyi aforoz ederse Kürtler de bu afaroza uygun olarak aforoz edilen Nasturi‘yi dıĢlarlardı. Kürt liderleri, patriği bütün süvarileriyle karĢılarlar ve konuk 82 olacağı eve kadar ona eĢlik ederlerdi. Kürtlere ait bir atasözü aslında iki toplumun arasındaki sıcak iliĢkiyi çok güzel biçimde özetlemekteydi. Bu atasözüne göre; Nasturilerle 83 Kürtler arasında ancak bir ―saç kılı‖ kadar ayrım vardı. Yüzyıllar boyu iki toplum arasında barıĢ ve iyiniyet içerisinde sürüp gelen iliĢkiler, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaĢan misyonerlik çalıĢmaları nedeniyle kısa sürede bozulmaya baĢladı. Misyonerlerin Nasturileri Kürtlere karĢı kıĢkırtmaları ve din temelinde iki kardeĢ toplum arasında yaratmaya çalıĢtıkları ayrımlar bir süre sonra iki toplumun kanlı çatıĢmalara girmesine neden olmuĢtur. Burada bilinmesi gereken hassas nokta, misyonerlerin Nasturiler üzerinde yürüttükleri çalıĢmaların temelinde de bağlı bulundukları devletlerin bölge üzerindeki emperyalist gayelerinin yattığıdır. Bu emperyalist gayeleri gerçekleĢtirebilmek için misyonerler sinsice davranmaktan geri durmamıĢalardır: ―Nasturilere gelip, ‗Uyanın artık. Devir değiĢti. Tanzimat geldi. PadiĢah ferman verdi. Kürt beyleri artık sizin kılınıza bile dokunamaz. Sizden vergi de alamaz, 79 Celil, Celile, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu‟nda Kürtler, Mehmet Demir (Çev.), Özge Yayınları, Ankara, 1992, s.136. 80 Yonan, Gabriele, Asur Soykırımı: Unutulan Bir Holocaust, Erol Sever (Çev.), Pencere Yayınları, Ġstanbul, 1999, s.62. 81 Öke, Mim Kemal, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yay., Ġstanbul, 2002, s.186 82 Foggo, Hacer Yıldırım, Kırmızı Püskül: 1843-1846 Nesturi Katliamı, Chiviyazilari Yayınları, Ġstanbul, 2002, s.29.. 83 Öke, age., 186. 92 haraç da alamaz..‘diye propaganda yaparken, bir taĢla birkaç kuĢ birden vuruyorlardı. Nasturiyi Kürde karĢı, Kürdü de Tanzimat Fermanına ve dolayısıyla hükümete karĢı 84 kıĢkırtıyorlardı.‖ ―Korkmayın arkanızda biz varız!‖ diyerek Nasturileri, Kürt beylerine karĢı kıĢkırtan misyonerler gerçekte ise Nasturilere karĢı hiç de olumlu düĢüncelere sahip değillerdi: 1880‘li yıllarda Nasturiler üzerine araĢtırmalar yapan Ġngiltere Canterbury BaĢpiskoposluğuna bağlı misyonerlerden Riley, dağlı ve ilkel bir ırk diye bahsettiği 85 Nasturileri ―kaba, cahil, beceriksiz‖ olarak nitelemekteteydi. Yine misyonerler, hazırladıkları raporlarda Nasturileri paraya aĢırı düĢkün olarak tanımlıyor, hatta ―bir çift 86 öküz karĢılığında mezheplerini bile değiĢtirirler‖ demekten de kendilerini alamıyorlardı. Oysa aynı emperyalist misyonerler, kendi ülkelerinde Müslüman Kürtler ve Osmanlı aleyhine kamuoyu oluĢturabilmek için oldukça dramatik hikayeler anlatmaktaydılar. Bunlardan biri de 1849 yılında ġemdinli'ye gelip tek tek Nasturi köylerini tespit etmiĢ ve çeyrek yüzyıl sonra Ġngiltere Büyükelçisi ünvanıyla Ġstanbul'a dönmüĢ olan Henry Layard‘dır. Layard kendi kamuoyuna Nasturileri Ģöyle anlatıyordu: "ġemdinli piskoposu kardeĢini göndermiĢ. KardeĢi birçok Hıristiyanı köylerinden Ġran'a sürmüĢ olan Bey'in (Mirin) zalimliğine atıp tuttu. Ertesi gün zavallı Nasturilerin acıklı durumuna kendim tanık olmalıymıĢım. Ertesi gün Nera'dan (Nehir'den) ayrıldık. Ayaklarımızın altındaki vadi... sık Hıristiyan köyleriyle kaplı ġemdinan (ġemdinli) Nasturi bölgesiydi. Bizi görmeye gelen köylüler son derece yoksuldu, çocukları aç ve çıplaktı, erkekler ve kadınlar yarı çıplaktı. Piskopos Mar HannaniĢo'yu ziyarete gittik. Yetkisi özellikle ġemdinan vadisindeki birçok Nasturi köyünü kaplıyordu. Herki AĢireti yılda iki kez bu Hıristiyanların yerleĢim yerlerinden, sürülerini güderek, ekinlere zarar vererek, bir çekirge bulutu gibi geçiyordu. Kürt Efendi, onlardan yasal vergilerin ve öĢürün iki katını alır. Hıristiyan uyrukluları 87 korumaya niyetli olsa bile, dağların bu kesiminde Türk Hükümeti'nin gücü yoktur..." 84 ġimĢir, age., s .94 85 Aydın, Suavi, Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son Hesaplaşma: Modernleşme ve Doğu Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri, Ahmet TaĢğın, Eyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, (Der.), Süryaniler ve Süryanilik, C. 3, Orient Yayınları, Ankara, 2005, ss. 101-129, s.112. 86 Ġleri, Cihangir, Osmanlı Devletindeki Nasturilerin Genel Durumu ve Nasturi İsyanları, Ahmet Tasgın, Eyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, (Der.), Süryaniler ve Süryanilik, C. 1, Orient Yayınları, Ankara, 2005, ss. 141-161, s.143. 87 ġimĢir, age., s .93 93 Misyonerlerin faaliyetleri ve Batılı emperyalist devletlerin bölgedeki diplomatları vasıtasıyla verdiği siyasal destek, yüzlerce yıl bir arada sorunsuz yaĢayan Kürtlerle Nasturileri birbirlerine düĢman toplumlar haline getirmiĢtir. Bu düĢmanlığa iliĢkin ilk kanlı çatıĢmalar, 1 Temmuz 1843'te baĢlamıĢtır. Bu çatıĢmayı baĢlatan ilk saldırının kimden geldiğine iliĢkin söylentiler farklıdır: ―Bir açıklamaya göre, Nasturiler Sersipi köyünü talan etmiĢ, Bedirhan Bey‘in adamlarını ve iki seyidi öldürerek kanlı gömleklerini Bey'e göndermiĢler imiĢ. Bir baĢka anlatıma göre ise, Bedirhan Bey, Mar ġimon'un (patrik) 88 annesini öldürmüĢ, parçalayıp Zap suyuna atmıĢ imiĢ.‖ Aslına bakılırsa saldırıyı kimin baĢlattığı çok da önemli değildi. Ġki toplum arasındaki düĢmanlık öylesine bir noktaya yükselmiĢti ki; kanlı çatıĢmaların baĢlaması için gerekli olan sadece bir kıvılcımdı. Bu iki toplumu kanlı bıçaklı düĢmanlar haline getiren misyonerler ise olacakları önceden görür gibiydiler: "Özerkliklerini neredeyse yalnızca inzivada yaĢamalarına ve nispeten önemsiz olmalarına borçlu olan Nasturi aĢiretlerinden insanlara Hıristiyan ulusların aniden bu kadar aktif biçimde ilgi göstermeleri Nasturilerin Müslümanların gözünde yeni bir önem kazanmalarına yol açtı. Bunun onların yıkılması için ilk adımı oluĢturacağından kuĢku yok!‖ Bu itiraf Anglikan Kilisesi adına bölgeyi karıĢ karıĢ gezerek bölgeye iliĢkin kitaplar 89 yazan W.F. Ainsworth adlı misyonere aittir. Ainsworth, 1842 yılında Londra'da yayımlamıĢ olduğu Anadolu'da, Mezopotamya'da, Geldani Ülkesinde ve Ermenistan'da Geziler ve AraĢtırmalar adlı kitabında Nasturiler üzerinde yürüttükleri faaliyetlerin aslında Nasturilerin sonunu hazırlayacağını kendilerinin de farkında olduğunu böylece kabul etmektedir. Fakat misyonerler için ―iĢ iĢtir‖ ve bu kez iĢleri Anadolu‘yu karıĢtırmak, asırlar boyunca huzur ve barıĢ içinde yaĢamıĢ Ermeni, Kürt, Türk, Nasturi v.b. tüm toplulukları birbirine düĢman ederek sömürüye hazır hale getirmekti. Kabul etmek gerekir ki; misyonerler iĢlerini çok baĢarılı biçimde yapıyorlardı. Nitekim kısa sürede Nasturileri etkilemeyi baĢarmıĢ, Kürtlere düĢman etmiĢlerdi. Bunun sonucu olarak, Nasturilerin Kürt beylerine karĢı sadakatları ortadan kalktı. Yüzlerce yıl herhangi bir sorun yaĢanmadan sürdürülen iliĢkiler bir anda yerini Nasturilerin itaatsizliğine ve Kürtlerin kızgınlığına bıraktı. Misyonerlerin ve konsolosların Tanzimat Fermanı ilkelerini iĢaret ederek Kürt beylerinin üstünlüklerinin sona erdiği progabandası bir süre sonra Nasturilerin Kürt beylerine verdiği vergileri de ödememelerine sebep oldu. Açıkca Kürt beylerinin 88 ġimĢir, age., s .96 89 ġimĢir, age., s .92 94 90 otoritesini kabul etmiyorlardı. Kürtler misyonerlerin Nasturiler üzerinden yürüttükleri faaliyetlerden zaten rahatsız olan ve kuĢkulanan Kürtler, Amerikalı misyoner Dr. Grand'ın, AĢita'da yaptırdığı misyoner merkezi ve yatılı okulun, kaleyi andırır özellikte olması nedeniyle daha da endiĢelendiler. Buranın kendilerine yönelik bir saldırıda kullanılmak üzere yapıldığını düĢündüler. Kaygılarında aslında haksız değillerdi. Söz konusu yapıların yıkıntılarını inceleyen Ġngiliz arkeolog Austen Henry Layard, yapının Kürtlerin Ģüphelenmesine neden olacak nitelikte özelliklere sahip olduğunu Ģu sözlerle vurgulamıĢtır: ―Dağlarda kaldığım kısa süreler içinde Amerikan misyonerleri tarafından yaptırılmıĢ olan ev ve okul yıkıntılarını gezdim. Bu yapılar, Kürtleri hem kuĢkulandırmıĢ hem de kıskandırmıĢtı. Çünkü tek baĢına duran bir tepenin doruğunda yapıldığı için tüm vadiyi gören üstün bir görüĢ açısına sahipti. Yer daha az gösteriĢli, yapı daha küçük yapılabilirdi. Aralarında oturmaya gelmiĢ oldukları insanların karakterlerini çok iyi bilen 91 bu kiĢilerin böyle tedbirsiz davranmaları beni çok ĢaĢırttı‖. Bu arada Ġngiliz misyonerler de boĢ durmuyorlardı. Mar ġimon'a ve diğer Nasturilere Ġngiliz koruması vaat ediyor, Kürt beyleri dahil kimseden çekinmemesini öğütlüyordu. Bu güvence doğal olarak Patriki etkiliyor, Kürtlere karĢı fütursuz davranıĢlara yönlendiriyordu. Bu durum da ister istemez Kürt beylerin tepkisini çekiyordu. Ġngiltere‘de yayınlanan The London Times gazetesinin 5 Ocak 1844‘de yayımladığı ―Nasturi Hıristiyanları‖ isimli makale bu durumu doğrular nitelikteydi. Makalede Ġngiliz misyonerlerin Nasturilere Cartenbury BaĢpiskoposluğunun egemenliğini tanımaları durumunda etkili koruma sağlayacakları sözü vermeleri nedeniyle bölgedeki Kürt beyleri ve Müslüman halk üzerinde kuĢku ve endiĢe oluĢtuğu zamanla bu durumun tahriklere 92 dönüĢtüğü ifade edilmiĢtir. Bütün bu gerilen iliĢkilere rağmen Bedirhan Bey, iyi niyetli bir yaklaĢım izleyerek Nasturi Patriği MarĢemun‘a iki elçi gönderdi. Fakat misyonerler öylesine etkiliydiler ki; iki toplum arasında diyolog kanallarının açılmasına bile izin vermiyorlardı. Bedirhan‘ın elçilerinin patriğin evine ulaĢtığı sırada evde bulunan Ġngiliz misyoner Badger, MarĢemun‘u Kürtlerle görüĢmesine gerek olmadığı konusunda ikna etti. 1844 yılında 90 Hakan, Sinan, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867), Doz Basım Yayın, Ġstanbul, 2011, s. 158. 91 Doğan, Cabir, ―1843–1846 Nasturi Olayları ve Bedirhan Bey‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2010, Sy.22, ss.1-18, s.7 92 Foggo, age., s. 87. 95 Bedirhan Bey‘in elçisi, Berçul‘da, Dr. Smith ve Baron Loris‘le yaptığı görüĢmede olayın mahiyetini Ģöyle anlatmıĢtır: ―Badger, Bedirhan Bey‘in mektubunun içeriğini anlamıĢ, MarĢemun‘u Ġngiltere‘nin kendilerine yardım göndereceğine ve Kürt Emiri ile anlaĢma 93 yapmalarına gerek olmadığına ikna etmiĢtir.‖ Nitekim Ġngiliz misyonerlerin verdiği sözler ve güvencelerle baĢı dönen Patrik, bir süre sonra evine Ġngiliz bayrağı asacaktır. Bunun sembolik bir anlamı vardı aslında. Patrik, bu davranıĢıyla Kürt beylerine kendisinin Ġngiliz koruması altında olduğunu ve kendisine dokunamayacaklarını ilan ediyordu. Fakat iĢler hiç de Patriğin düĢündüğü gibi gitmedi. Patriğin konağına Ġngiliz bayrağı çekmesinden yaklaĢık bir ay sonra Bedirhan Bey kuvvetleriyle, Nasturi köylerine 94 saldırdı. Bedirhan Bey, bu saldırıda Hakkari beyi Nurullah Bey‘e vergilerini ödemeyen ve itaat etmeyen Tiyari bölgesinde bulunan Nasturiler ile Patrik ve ailesini hedef almıĢtır. Nasturilere karĢı harekete geçmeden önce Erzurum valisine Nasturilerin otorite tanımaz hareketlerini Ģikayet eden Bedirhan Bey, Osmanlı‘dan da saldırıya iliĢkin icazet alma niyetindeydi. Fakat bu icazet, Erzurum valisi Halil Kâmil PaĢa tarafından verilmemiĢ ve Ġran ile sınır meselesinin müzakere edildiği bir ortamda bölgede yeni problemlerin çıkarılmasının uygun olmayacağını ve Ġran ile meselenin çözülmesinden sonra durumun 95 Sadaret‘e bildirileceğini ifade etmiĢtir. Diğer ilgi çekici bir nokta ise günler öncesinden gerek Amerikan gerekse Ġngiliz misyonerlerin saldırıdan haberdar olmalarına rağmen buna 96 engel olmak için hiçbir çaba sarf etmemiĢ olmalarıdır. Aslına bakılırsa bu çok doğaldır; çünkü bu saldırılar, daha önceki bölümlerde belirttiğimiz üzere misyonerlerin ve onların bağlı bulundukları emperyalist Batılı devletlerin planlarının bir parçasıdır. Bu planlara göre hedef topluluk, Osmanlı‘ya ve Müslüman ahaliye düĢman edilir, düĢmanca davranıĢlar sergilemeleri sağlanır; bu düĢmanca davranıĢlar karĢısında Müslüman ahali veya bizzat devlet müdahalede bulunur; son aĢamada ise ―Hıristiyan azınlık Müslümanlarca katlediliyor!‖ progabandası ile konu, Avrupa kamuoyuna taĢınır. Nasturilerle ilgili süreç de bu Ģekilde geliĢmiĢtir. Dolayısıyla misyonerler, Bedirhan‘ın Nasturilere saldırısını öğrendikleri süreçte bu saldırıyı engellemek bir yana saldırı sonrası Avrupa komuoyuna olayları çarpıtarak nasıl aktaracaklarının planlarını yapmakla meĢguldüler. 93 Celile, age ., s. 261. 94 ġimĢir, age., s.96 95 Cabir, agm., s.9 96 Cabir, agm., s.10 96 Nasturiler üzerine yapılan saldırıda Bedirhan Bey ve onun çevresinde toplanan Han Mahmut ve Nurullah Bey gibi diğer Kürt beyleri çok sayıda Nasturi köyünü basmıĢ ve binlerce Nasturi‘yi öldürmüĢ, bir kısmını da köle olarak satmak üzere esir almıĢtır. Binlerce Nasturi de topraklarını terk ederek çevre ülkelere göç etmiĢlerdir. Patrik, Musul‘a kaçmıĢ ve Ġngiliz konsolosluğuna sığınmıĢtır. Bedirhan Bey‘in kanlı saldırıları karĢısında Osmanlı, Musul Valisi Mehmet PaĢa‘yı kendine bağlı orduyla beraber bölgeye göndermiĢ, 97 Nasturilerin tamamen yok olmalarını önlemiĢtir. Bedirhan Bey tarafından gerçekleĢtirilen bu harekatın sonunda, Hakkari bölgesindeki gerek Nasturi toplumu ve gerekse Müslüman 98 unsurların tamamı, Hakkari Emiri Nurullah Bey‘e itaat ettirilmiĢtir. Ġngiliz The Sunday Times gazetesinde 5 Ocak 1844 tarihinde yayınlanan ―Nasturi Hıristiyanları‖ isimli makalede Bedirhan Bey‘in 1843 yılındaki Nasturi saldırısına iliĢkin bazı bilgilere yer verilmiĢtir. Bu bilgilere göre; harekat sırasında yaklaĢık 3800 kiĢi öldürülmüĢ, pek çok 99 kadın ve çocuk esir edilmiĢtir. Bedirhan Bey‘in bölgede gerçekleĢtirdiği bu harekat tam da misyonerlerin istediği Ģekilde geliĢmiĢ, binlerce Hıristiyan‘ın ölmesi, binlercesinin de göç etmek zorunda kalması sonucu Misyonerler, ―Hıristiyanlar barbar Müslümanlarca katlediliyor!‖ progabandaları ile Avrupa kamuoyunu harekete geçirmiĢ ve konu Fransa, Ġngiltere gibi Batılı devletlerin Babıâli‘ye diplomatik notaları sonrası uluslararası bir boyut kazanmıĢtır. Böylelikle emperyalist Batı için ġark meselesi çerçevesinde Osmanlı içiĢlerine karıĢmalarına yardımcı olacak bir argüman daha sağlanmıĢ oluyordu. Osmanlı devleti kendi içiĢleri niteliğindeki bu konuya Batılıların müdahalesini engelleyebilmek için bölge valileri ile görüĢmeler yapmıĢ ve Nasturilerin korunmaları için tedbirler alınmasını istemiĢtir. Nitekim Musul valisinin mahiyetindeki orduyla beraber bölgeye müdahale etmesi de Nasturi katliamının devam etmesini önlemek amacıylaydı. Konu ile ilgili olarak Bâbıâli, Erzurum, Diyarbakır, Musul ve ġam Valilerine çok sayıda yazılı talimat göndermiĢtir. Bu yazılı talimatlarda Bedirhan Bey‘in Nasturilere saldırısının arkasında bölgede Osmanlı hakimiyetini geliĢtirme amacının yattığı; fakat mevcut durumda kendisine karĢı güç kullanmadan emniyet ve güvenlik hissi verilerek devletin yanına çekilmesi, bu suretle itaatinin sağlanması fakat nüfuzunu daha da geniĢletmesine müsaade edilmemesi istenmiĢtir. Valilere gönderilen yazılı emirlerde ayrıca, meselenin Batılı devletler nezdinde sorun 97 Atiya, Aziz S. Doğu Hristiyanlığı Tarihi, Çev: Nurettin Hiçyılmaz, Doz Yay., Ġstanbul, 2005, s.310. 98 Cabir, agm., s.10. 99 Foggo, age., s. 89. 97 haline gelmesinden dolayı, Bedirhan Bey‘in Nasturiler üzerinde benzer bir katliam 100 yapmasına engel olunması hususlarına yer verilmiĢtir. 1843 Nasturi katliamı sonrası Nasturilerle Kürt beyleri arasındaki gerginlik artık bir tür kan davasına dönüĢmüĢtü. Dolayısıyla Osmanlı‘nın bölge valilerine yaptığı tüm uyarılara karĢın olaylar, Hakkari sancağına bağlı Nasturi halkından Tuhuba ve Tiyari aĢireti mensuplarının, 1845 yılında Musul Eyaleti sınırları içerisinde bulunan Pervari-i Bâlâ aĢiretinden 8-10 kiĢiyi öldürmesiyle yeniden patlak vermiĢtir. Nasturilerin bu davranıĢı nedeniyle Bedirhan Bey, 1846 yılında tekrar Nasturiler üzerine yürümüĢ ve 1843 yılındakine göre daha da büyük bir katliam gerçekleĢtirmiĢtir. Bu durum, Batılı devletlerin Osmanlı nezdinde protestolarını beraberinde getirmiĢ; Ġngiltere ve Fransa sorumluların 101 derhal ve en ağır biçimde cezalandırılmasını talep etmiĢlerdir. Bir taraftan Nasturiler üzerine tekrar saldıran Bedirhan Bey'in bu otorite tanımaz davranıĢları bir taraftan da bu davranıĢların Batı dünyası üzerinde Osmanlı aleyhine yarattığı hava, Osmanlı‘nın iç ve dıĢ güvenliğini tehlikeye sokmuĢtu. Artık Bedirhan Bey‘in ortadan kaldırılması, Osmanlı için kaçınılmaz bir gereklilikti. Bu sebeple, Dahiliye Nezareti‘nden Diyarbakır, Musul ve Sivas Valilikleri ile Anadolu Ordusu MüĢirliği'ne gönderilen 20 Haziran 1846 tarihli yazılarla Bedirhan Bey‘in üzerine Osmanlı Orduları sevk edildi. Yazılarda, "Cizre mütesellimi Bedirhan Bey'in onbinden fazla Kürt askeriyle, Hakkari Sancağindaki Nasturi reayasından Tuhub ve Tiyar AĢiretleri üzerine hareket ve hücumla bir hayli nüfusun katil ve idamına cüret ettikleri ve icap eden tedbirin alınması" 102 emredilmiĢtir. Bedirhan Bey, Osmanlı‘nın üzerine ordu göndereceğinden haberdar olur olmaz korkuya kapılarak Osmanlı ile uzlaĢma yolları aramıĢtır. Fakat bu çabaları, tek taraflı bir teslimiyet beyanı olmadığı ve Osmanlı‘dan kimi talepler de içerdiğinden dolayı kabul görmemiĢ ve Ģartsız teslim olması istenmiĢtir. Bununla beraber Babıâli, Bedirhan Beyin herhangi bir çatıĢmaya gerek kalmaksızın Ġstanbul‘a getirilebilmesi için her türlü diyolog yolunu da açık tutmuĢtur. Mesela, Diyarbakır Valisi Hayreddin PaĢa, Cizre'deki NakĢibendi Ģeyhlerinden Bedirhan‘ı ikna etmeleri konusunda yardım talep etmiĢtir: Salih, Ġbrahim ve Azrail Efendiler'e yazdığı Nisan 1847 tarihli mektupta, kendisinin de Tarikat-ı 100 Doğan, agm.,s.12-13 101 Doğan, agm., s.14. 102 ġimĢir, age., s .98. 98 Halidiyye-i NakĢibendi müridlerinden olduğunu, Tosyalı Halid NakĢibendi'den icazet alarak suretini gönderdiğini; tarikat kardeĢliği sebebiyle, Bedirhan Bey üzerinde etki 103 kurarak ikna etmelerini istemiĢtir. Ayrıca Babıâli, Nazım Efendi adlı bir bürokratı, Bedirhan Bey'e güven vermek, düĢünce ve amaçlarını öğrenmek için Cizre'ye göndermiĢtir. Nazım Efendi, Bedirhan Bey'le uzun görüĢmeler yapmıĢ, iki taraf bazı kararlara varmıĢlardır. Bunun sonucunda Bedirhan Bey, 11 Ocak 1847 tarihli mektubunda devlete bağlılığını ifade ederek, aksi hareketi olduğunda her türlü cezaya razı olduğunu belirtmiĢtir. Bedirhan Bey, mektubunda Ģu taahhüdlerde bulunmuĢtur: "Devlet-i Aliyye ricalinden Nazım Efendi ile müzakere ederek karar verilen ve icrası taahhüd olunan maddeler aşağıda zikr ve beyan olunur: Nail olduğum kulluk şerefine halel gelmemek, mal, can, ırz cihetlerinden emniyetim hasıl olmak üzere, uhdemde bulunan emaret ve Cizre mütesellimliğinin taallukatımdan başka birine verilmesi durumunda evlat ve iyalimle ve bugünkü halimle hiçbir şeye karışmayarak evimde oturup padişahımızın ömür ve afiyetine dua ederek vakit geçirmeme müsaade buyurulması veyahud zikrolunan emanet ve mütesellimliğin devlet tarafından başka birine verilmesi ve bu zatın kethudalık hizmetinde bulunmak üzere kullarına emir ve irade buyurulursa gönlümün rızasıyla bu hizmeti de kabul ederek ifada kusur edilmeyeceği ve ilgisizlik gösterilmeyeceği; Birinci bentte yazılı hususlar uygun görülmeyip benim yine aynı vazifede devamım emir ve irade buyurulursa, her bir emir ve fermanın yerine getirilmesine gücüm yettiğince çalışarak, şimdiye kadar civar kazalardan göçmüş olanların emir buyurulduğu anda yurtlarına dönmelerine ve bundan sonra geleceklerin kabul olunmasına çalışılacağı; Teşkiline muvaffakiyet hâsıl olan ordular için memleketin her yerinde olduğu gibi, idaremizde bulunan yerlerden mevcut nüfusa, usul ve nizama göre icab eden askerin irade 104 sadır olur olmaz toplanacağı ve emir buyurulacak yere sevkedileceği… " Görüldüğü üzere; Bedirhan Bey, yukarıdaki mektbuyla Cizre ve çevresindeki bölgede tüm hakimiyetinden vazgeçiyor; Cizre mütesellimliğinin ailesinden baĢka birine ve hatta ailesi dıĢından birine verilmesi durumunu dahi kabulleneceğini, evine çekilerek PadiĢaha ömür ve afiyeti için dua edeceğini, emir buyurulursa dıĢarıdan atanacak 103 Çetin, Mahmut, Kart-Kurt Sesleri, İsyancı Bedirhan Bey'in Yaramaz Çocukları ve Bir Kardeşlik Poetikası, biyografi.net, Ġstanbul, 2005, s.55 104 Çetin, age., s.56-57 99 mütesellimin kethudalığını dahi yapacağını belirtmektedir. Bu sözler, tam anlamıyla bir teslimiyet ve otoriteye boyun eğme sözleridir. Fakat bu sözlerden sonra padiĢahın yetkilerine dokunmama ihtimaline de kapıyı açık tutmuĢ ve padiĢahın kendisine görev ve yetkilerini aynen sürdürmesini emretmesi durumunda padiĢahın her fermanının yerine getirilmesi için çalıĢacağını taahüt etmiĢtir. Kısacası bu arıza açık bir teslimiyet belgesidir. Fakat Osmanlı, Bedirhan Bey'in bölgeden tamamen çıkartılması gerektiği düĢüncesindeydi. Bunu Bedirhan Bey, ya kendi rızasıyla yapacaktı ya da Osmanlı‘nın askeri harekatı sonucu mecbur bırakalacaktı. Bedirhan Bey'in kendi rızasıyla Cizre bölgesini terk etmemesi üzerine Osmanlı, tekrar askeri harekat hazırlıklarını hızlandırmıĢ, durumdan haberdar olan Bedirhan Bey, yukarıdaki teslimiyet belgesinden 22 gün sonra Ġngiltere'nin Bağdat Konsolosuna baĢvurup aĢağıdaki Ģartlarda hükümete boyun eğeceğini bildirmiĢtir: "1- Bedirhan Bey, konsolos kendisine zarar verilmeden tekrar Cizre‘ye döneceğine kefil olursa Ġstanbul'a gidecektir. 2- Hakkari bölgesindeki Tiyar ve Tuhub AĢiretlerine bir daha karıĢmayacaktır. 3- Nasturi esirlerini derhal serbest bırakacaktır. 4-Bundan böyle kendi adına değil, PadiĢah adına hutbe okutacaktır. 5- Bundan sonra imamlıktan da vazgeçecektir. 6- Zeynel Bey'i Musul'a gönderecektir. 7-Kendi bölgesinde hükümetin belirleyeceği miktarda vergiyi her yıl ödemeyi taah- hüt etmektedir. 8- Mar ġemun'ı Nasturilerin patriği olarak tanıyacak ve onun iĢlerine karıĢmayacaktır. 9- Müslüman ve Hıristiyanları bir tutup onlar hakkında eĢit muamele uygulayacaktır. 10-Bundan sonra halkı yurtlarından nakil ve idamla tedip (terbiye) etmekten vazgeçecektir. 11- Daha önce yaptığı gibi Musul'a maiyetinde çok sayıda silahlı ile gitmemeyi taahhüt eder. 100 105 12- Hükümet tarafından her ne teklif ve emrolunursa cümlesini kabul eder" Bedirhan Bey‘in Ġngiliz Konsolosu aracılığıyla Babıâli‘ye gönderdiği teslimiyet belgesindeki Ģartlar incelendiğinde Bedirhan‘ın bölgedeki konumunu koruma niyetinde olduğu fakat eskiye göre Osmanlı otoritesine uygun biçimde bunu yapacağını taahüt ettiği görülmektedir. Yani hala Tanzimata ve Osmanlı‘nın daha katı bir merkezi yönetim oluĢturma kararlılığına rağmen Beyliğini devam ettirebileceği düĢüncesindedir. Halbuki Osmanlı, hem merkezi yönetim anlayıĢından hem de Tanzimat ilkelerinden artık taviz verme niyetinde değildir. Zaten bundan dolayıdır ki; daha önce belirttiğimiz gibi Babıâli 1844 yılında Bedirhan‘ın uygun zaman kollanarak Ġstanbul‘a kendi rızasıyla fakat bu gerçekleĢmezse silah zoruyla göderilmesi kararını almıĢtı. Osmanlı beklediği uygun zamanı 1847 yılında bulmuĢ ve bunun için tüm hazırlıklarını tamamlamıĢtı. Bir nevi ok yaydan çıkmıĢtı ve bu aĢamadan sonra Osmanlı Devleti‘nin Bedirhan Bey‘in yukarıda sıraladığı Ģartları kabul etmesi mümkün değildi. Bedirhan Bey‘in Ģartları gözden geçirildiğinde dikkat çeken bir diğer husus, aslında onun Osmanlı otoritesini hiçe sayan davranıĢlarını itiraf ettiğidir. Örneğin, kendi adına hutbe okutduğunu, Osmanlı‘nın resmi olarak Nasturilerin baĢı olarak kabul ettiği Patriği tanımadığını, Tanzimatın temel ilkelerinden biri olan yargılama yapılmaksızın kimsenin idam edilemeyeceğine dair kanuna aykırı davrandığını, yine Tanzimat Fermanı‘na aykırı olarak Müslim gayri Müslim ayrımı yaptığını Osmanlı‘ya gönderdiği belgeyle itiraf etmiĢtir. Bütün bunlara karĢın Osmanlı, konuyu herhangi bir çatıĢmaya gerek olmaksızın çözerek Bedirhan Bey‘i Güneydoğu‘dan uzaklaĢtırmayı amaçlamaktaydı ve bu nedenle Babıâli orduyu Bedirhan Bey üzerine sürmeden ona son bir Ģans daha vermeyi uygun buldu. Bu amaçla PadiĢah‘ın yakın çevresinden Hamdi Efendi tarafından 1847 Nisan‘ında Bedirhan Bey‘e hitaben Ģu mektup kaleme alındı ve Bedirhan Bey‘e gönderildi: “Saltanat-ı Seniyye‟nin hükümeti içerisinde başka bir hükümet teşkil etmek isteyenlere karşı kayıtsız kalınamaz. Sizin gerçek niyetiniz bilinmiyorsa da bulunduğunuz yol uygun bir yol değildir. Bu nedenle zorunlu olarak size karşı bazı tedbirler alınmıştır. Devletin şahsınıza herhangi bir kastı yoktur, amacı sizi bulunduğunuz yerden çıkarıp herhangi bir engel olmaksızın hükümetini icra etmektir. İtaat etmeniz durumunda padişahın merhamet 105 ġimĢir, age., s .101 ; Gencer, agt., s.157-158 101 kapıları size açıktır… Eğer kendinizin ve ailenizin selametini istiyorsanız hiç endişeye kapılmadan kalkıp bu tarafa gelin. Can, mal, emlak, ırz ve namusunuza asla zarar gelmeyeceğine, İstanbul‟da veyahut isterseniz Rumeli‟nin münasip bir yerinde tam bir emniyet ve rahat içinde ikamet etmenize müsaade edileceğine dair size söz veririm… İşte kendi fayda ve selametinizi sağlayacak yol doğrudan doğruya gösterilmiştir. Devlet-i Aliye isyan erbabını her yerde kahredeceği gibi cürüm ve kusurlarını itiraf edenleri de affeder. 106 Siz artık istediğiniz yolu seçmekte serbestsiniz”. Kayıtsız Ģartsız teslim olarak Ġstanbul‘a gelmesini isteyen Osmanlı‘nın bu talebini Bedirhan Bey reddedince MüĢir Osman PaĢa komutasındaki Osmanlı orduları, Bedirhan‘ın üzerine yürüdü. ÇarpıĢmalar baĢlamadan önce etrafındaki birçok Kürt aĢireti Osmanlı ordusundan çekinerek Bedirhan‘ı terk ettiler. Kalanları da MüĢir Osman PaĢa‘ya bağlı Osmanlı ordusu, kısa sürede bozguna uğrattı. Kendisine bağlı beĢ yüz adamıyla Oruh Kalesi'ne çekilmek zorunda kaldı. Ġran nezdinde giriĢimlerde bulunarak sığınma talebinde bulunduysa da bu isteği, Ġran tarafından red edildi. Son ümidi de tükenen Bedirhan Bey, kuĢatmanın üçüncü günü direnemeyeceğini anlayarak MüĢir Osman PaĢa‘ya kayıtsız Ģartsız teslim oldu (30 Haziran 1847). Anadolu Ordusu MüĢiri Osman PaĢa, on beĢ gün sonra Bedirhan Bey'i, bütün ailesini ve Han Mahmut'u Ġstanbul'a sevk etti. Bedirhan Bey, daha sonra ailesinin bir 107 kısmıyla birlikte Girit'e, Han Mahmut ise Ruscuk‘a sürgün edildi. Bedirhan Bey, Girit‘te sürgünde iken, kendisine aylık bağlandı, ayrıca 1858 yılında paĢalık rütbesi 108 verildi. Bedirhan PaĢa, Kırım SavaĢı‘nın ardından Girit‘teki mecburi ikamet cezasından kurtuldu. Ġstanbul‘a döndü ve burada yedi yıl oturduktan sonra 1868 yılında ġam‘a yerleĢti ve 1870 yılında orada öldü. Öldüğünde geride tam 63 kiĢilik bir aile bıraktı. 4 eĢi, 5 109 odalığı, 21 oğlu, 21 kızı, 10 torunu vardı. Bunlar hep beraber bir dilekçe hazırlayarak Sadarete (BaĢbakanlığa) gönderdiler. Bedirhan ailesinin ortak dilekçesi Ģu Ģekildeydi: "Yüksek Sadaret Makamına, Cenab-ı Hak Padişahımızın ömrünü ziyade buyursun. Babamız Bedirhan Paşa'nın ölümü, altmış üç kişiden ibaret bulunan ailesi efradını elem ve keder içinde bıraktığı gibi 106 Gencer, agt., s.169 107 Gencer, agt., s.205 108 Gencer, agt., s.208 109 ġimĢir, age., s.103 102 geçim hususunda uğradığımız sıkıntının düşüncesi de hepimizi hayrete düşürmüştür. Geçenlerde Şam'da kira ile oturduğumuz ev bir kaza sonucu bütün mal ve eşyamızla birlikte yanmış, bu felaket neticesinde elde ve avuçta birşey kalmamasının ıstırabı, felaketimizi sonsuzluğa götürmüştür. Malum-u Devletleri olduğu üzere rahmetli, Devletin merhamet ve terbiyesine sığındığı zaman bütün mal ve gelirinden uzak ve mahrum kalmasına karşılık, Padişahımızın lütfü olarak kendisine on dokuz bin kuruş aylık bağlanmış, bu yüksek lütuf ile dirilmiş ve sevinmişti. Bugün Padişahımızın merhamet ve iyiliklerinden başka bir dayanakları olmayan altmış üç aciz ve kimsesizin geçimleri ancak bu maaşa bağlı bulunduğundan bunca zamandan beri sayesinde yaşadığımız Padişahımızın atıfetlerine sığınarak ve Zat-ı Devletlerinin koruyuculuğuna müracaat ederek rahmetlinin maaşının tamamen ailemiz efradına taksimine yüksek müsaadelerinin şayan buyurulması babında ve her hal ve emir 110 ve ferman efendimizindir." Yukardaki dilekçe ile Osmanlı PadiĢahına bağlılıklarını arz eden Bedirhan Bey‘in çocuklarının ve torunlarının bir kısmı, Osmanlı Devleti‘nde önemli görevlere gelip vatana hizmet ederken bir kısmı da ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi; emperyalist devletlerin uĢaklığını yaparak Kürtçülüğün önde gelen simaları haline geldiler. 5.2. ġeyh Ubeydullah Ġsyanı II. Mahmut ile baĢlayan ve Tanzimat döneminde devam eden merkezileĢme çabaları ile beraber 1847 yılında Bedirhan ve Bedirhan‘ın çevresindeki beylerin de bölgeden uzaklaĢtırılmasıyla Doğu ve Güneydoğu‘da yeni bir döneme girilmiĢ oluyordu. Bu yeni dönemde baĢlarındaki emirler ortadan kalktığı için yüzlerce aĢiret birbiriyle kanlı çatıĢmalar içine girmiĢ, devletin merkezden gönderdiği valiler ise bölgenin sosyo- ekonomik yapısına yabancı olmalarından ve de halk tarafından benimsenmediklerinden oluĢan boĢluğu dolduramamıĢlardır. Bu duruma iliĢkin Bruinessen‘in saptamaları da aynı yöndedir: "… yerel olaylara ilişkin ne onlar (Mirler) kadar bilgi sahibiydiler ne de halkın nezdinde meşru yöneticiydiler. Bu nedenlerden dolayı da aşiretler arası çelişkilere ve kan 111 davalarına çözüm getirmeye muktedir değillerdi." Dolayısıyla emirlerin yok olması sonucu oluĢan boĢluğu dolduracak ve aĢiretler arası anlaĢmazlıkları önleyecek bir güç 110 ġimĢir, age., s .103-104 111 Bruinessen, Martin Von, Ağa, Şeyh, Devlet, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2010, s. 341 103 gerekliydi. Bu süreçte Mevlana Halid'in gayretleriyle bölgede çok sayıda müride sahip olmuĢ olan NakĢibendi Ģeyhleri, dini kimliklerinin vermiĢ olduğu aĢiretler üstü güçleriyle bu boĢluğu doldurdular. ġeyhler, kazandıkları aĢiretler üstü gücün yanında Osmanlı‘nın 19. yüzyılın ikinci yarısında bölgede yaptığı tahrir çalıĢmalarında uçsuz bucaksız toprakları kendileri üzerine yazdırarak bir nevi toprak ağası pozisyonuna da yükseldiler ve büyük 112 servetler edindiler. ġeyh Taha'nın oğlu olan ġeyh Ubeydullah, amcası ġeyh Salih'in yerine NakĢibendi tarikatının baĢına geçtiğinde karĢısında nüfus alanını ve hakimiyetini geniĢletebileceği çok uygun Ģartlar mevcuttu. Osmanlı valileri bölgede otorite kuramamıĢtı ve merkezi idarenin esamesi okunmamaktaydı. Yine aynı dönemde, Osmanlı orduları, 93 Harbi adı verilen savaĢta Rusya‘ya karĢı çok ağır yenilgiler aldı: Doğuda Erzurum, Kars, Ardahan, Rize, Artvin ve Batum, batıda ise Bulgaristan, Kuzey Yunanistan, Makedonya, Sırbistan bölgeleri ile Edirne iĢgale uğradı ve Rus orduları Ġstanbul kapılarına dayandı. Harbin sonrasında gerçekleĢen Berlin AntlaĢması ile Osmanlı Devleti çok büyük toprak kaybı yaĢadı. Berlin AntlaĢması, Osmanlı açısından büyük toprak kayıplarının yanında ünlü 61. maddesi ile Anadolu‘nun geleceğine de ipotek koydu. AntlaĢmanın 61. maddesine göre; ―Bab-ı Ali, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde mahalli ihtiyaçların lüzum gösterdiği düzenlemeleri ve ıslahatları vakit geçirmeksizin tatbik etmeyi ve Çerkezlerle Kürtlere karĢı onların güvenliğini temin etmeyi taahhüt eder. Bu yolda alacağı tedbirleri, onların tatbikini 113 denetleyecek olan Büyük Devletlere muayyen zamanlarda bildirecektir‖ denilmekteydi. Bu durum, bölgede Kürt Ermeni iliĢkilerini daha da germiĢ ve Ermenilere karĢı Kürtlerde ―biz‖ bilincinin geliĢmesine sebep olmuĢtur. AntlaĢmayla Osmanlı‘nın Ermeniler lehine ıslahatlar yapacağını ve Ermenileri Kürtlere karĢı koruyacağını kabul etmesi Kürtlerde Osmanlı aleyhine düĢünceleri de arttırmıĢtır. ĠĢte böylesine uygun bir konjektürde tarikatın baĢına geçen Ģeyh Ubeydullah, etkinliğini giderek artırarak, özellikle Botan, Behdinan, Hakkari ve Ardelan Emirliklerine ait toprakları hakimiyeti altına aldı. Fakat ġeyh, bununla yetinecek yapıda değildi ve daha geniĢ coğrafyalarda hakimiyetin hayallerini kuruyordu. Bu ya Osmanlı‘ya karĢı ayaklanarak ya da Ġran‘a saldırarak olabilirdi. Göreceli olarak daha zayıf durumda olan Ġran‘ı seçti. ġeyh beklediği fırsatı 1880 yılında elde etti. 1880 Ağustos‘unda ġeyh, sınırda ayaklanmıĢ Mangur aĢiretine destek olma bahanesiyle Ġran‘a 112 Bruinessen, age., s. 347 113 Kodaman, Bayram, ―II. Abdülhamit ve Kürtler-Ermeniler‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2010, Sy.21, ss.131-138, s.134 104 114 girdi. ġeyh‘in adamları Savacbulak'a kadar ilerleyerek Tebrize dayandılar. ġeyh Ubeydullah için her Ģey yolunda gidiyor gibi görünüyordu; fakat hesaba katmadığı bir Ģey vardı: Batılı emperyalist devletler. ġeyhin Tebriz‘e kadar ilerlemesi Rusları harekete geçirmiĢ ve Ġran üzerine görünüĢte Ġran‘ı korumak kaygısıyla fakat gerçekte Ġran‘ı ele geçirerek sıcak denizlere ve Hindistan‘a ulaĢabilmek amacıyla askeri müdahale hazırlıklarına baĢlamıĢtır. Rusların bu gayesinin farkında olan Ġngiltere, hayati çıkarlarına ters olan böylesi bir durumun gerçekleĢmemesi için Osmanlı nezdinde giriĢimde bulunarak derhal ġeyh Ubeydullah‘ı durdurmasını istemiĢtir. Osmanlı, Rusya ve Ġngiltere'nin bölgeye müdahale etmesinden ve bu müdahale sonrası Doğu Anadolu‘da bir Ermenistan kurulmasından korktuğu için ġeyh'in Ġran'a karĢı giriĢtiği saldırıyı sınırlarını kapatarak etkisiz kılmıĢtır. Osmanlı‘nın sınırı kapatması üzerine lojistik desteğini yitiren ġeyh‘in adamları, Ġran ordularınca sıkıĢtırılarak yok edilmiĢtir. Osmanlı, bir yandan ġeyh‘in Ġran‘a karĢı gerçekleĢtirdiği hareketi etkisiz kılarken, bir yandan da ġeyhle olan iliĢkilerini iyi seviyede tutmaya çalıĢmıĢtır. Bunun temel sebebi, ġeyh‘in bölgedeki Kürt aĢiretler üzerindeki etkisinin Osmanlı tarafından bilinmesidir. Bu duruma iliĢkin bölgede inceleme gezileri de yapmıĢ olan Ġngiliz tarihçi ve siyasetçi Curzon, ġeyh Ubeydullah hakkında Ģunları yazmıĢtır: “Ubeydullah, Van‟ın güneyine düşen köyünde, adeta küçük bir çar gibi yaşıyor. Geniş bir dini etkinliği olan Ubeydullah 'ı ziyaret için her gün bir hayli insan buraya taşınır. Onun eşiğini öpmek için can atar. Dini etkinliği yalnız Kürdistan değil, İstanbul'da, Saray erkânı 115 üzerinde de vardır. Hükümetin ileri gelenleri ona büyük bir saygı beslerler." Curzon‘un belirttiği unsurlardan biri olan ġeyh‘in dini etkinliğinin saray erkânı üzerinde de bulunduğu gerçeği, Osmanlı‘nın ġeyh Ubeydullah ile iyi iliĢkiler içinde olmak istemesinin bir diğer nedenidir. Ġstanbul'daki Rus sefiri de Ubeydullah‘ın Ġstanbul‘daki etkinliğini Ģu sözlerle vurgulamıĢtır: “Ubeydullah, Hicaz'a giderken, İstanbul'a da uğradı. Buradaki vezirlerin 116 birçoğu gidip onu ziyaret ettiler, önünde yerlere kapandılar ve elini öptüler.” Ġran‘a karĢı gerçekleĢtirdiği saldırı baĢarısız olan Ubeydullah, Osmanlı topraklarına dönmek zorunda kaldı. Osmanlı ise bir taraftan ġeyh Ubeydullah‘ı kaybetmek istemiyor bir taraftan da toparlanarak tekrar benzer bir saldırıya giriĢmesinden korkuyordu. Böyle bir 114 Celil, age., s.90-91. 115 Halfin, 19.Yüzyılda Kürdistan Üzerinde Mücadeleler, Komal Yayınları, Ġstanbul, 2008, s.63 116 Halfin, age., s.63 105 durumda yukarıda belirttiğimiz üzere bölgeye Ġngiliz ve Rusların müdahalesi gerçekleĢebilir, bu müdahale sonrasında fiili bir Ermenistan oluĢturulabilirdi. Bu sebeple Osmanlı, ġeyh Ubeydullah‘ı bölgeden uzaklaĢtırmaya karar verdi. Ġstanbul‘da zorunlu bir misafirliğe tabi tutulacaktı. BaĢlangıçta ġeyh, bu çağrıya olumlu yaklaĢmasa da artan baskılar neticesinde Ġstanbul‘a gitti. Osmanlı, ġeyh‘e verdiği önemin sonucu olarak, onu Ġstanbul'da büyük bir törenle karĢıladı: “Sultan „misafirini' şeref töreniyle karşılamayı esirgememişti. Şehrin bütün ileri gelen resmi şahsiyetleri Şeyh'i karşılamaya çıkmışlardı. Sokaklar insanlarla dolup taşmıştı. Ubeydullah'ın İstanbul'a girişi sırasında, onun şerefine 117 top atılmıştı." Fakat ġeyh Ubeydullah, bir Ģekilde yarım kalan iĢini tamamlama amacındaydı ve bu sebeple 1882 Temmuz‘unda Ramazan Bayramı sırasında, tacir kılığına girerek, Hakkari‘ye kaçtı. Osmanlı, bunun üzerine ġeyh‘in üzerine ordu gönderdi ve ġeyh ile oğlu Abdülkadir‘i Mekke'ye sürdü. ġeyh 1883 yılında Mekke'de öldü. ġeyhin sonunu hazırlayan Rusya ile Ġngiltere‘nin bölgedeki güç çatıĢması oldu. Fakat burada hemen belirtmek gerekir ki; aynı güç çatıĢmasından ġeyh de yararlanmaya çalıĢmıĢtı: “Ubeydullah, büyük devletler ile temas kurup, onların desteğini alarak Osmanlı İmparatorluğu ve İran'a karşı savaşmayı tasarlıyordu. Bundan dolayı elçisini Erzurum'daki Rus konsolosu Obrenilir'e gönderdi. Ayrıca temsilcilerinden Seyyit Mehmet Sait'i de, Van'daki konsolos Kamşarkan'a yolladı. Mehmet Sait, Rus konsolosu ile yaptığı görüşmede; Rusya'nın hem Kürdlerle komşu, hem de daha güçlü bir ilgi içinde olması nedeniyle kendileri ile işbirliği yapmak istediklerini, onları her bakımdan İngilizlere yeğlediklerini bildirdikten sonra, eğer Ruslardan bir yardım göremezlerse, zorunlu olarak 118 İngilizlerin desteğini isteyeceklerini de sözlerine ekledi.” Ruslar, bu öneriye Osmanlıyla iyi durumda olan iliĢkilerini bozmak istemediklerini belirterek dolaylı bir red cevabı vermiĢtir. Çünkü Ruslar, Kürtler yerine, bölgedeki Hıristiyanlara yani Ermenilere yardım 119 edilmesinin daha uygun olacağı görüĢüne sahiptiler. Bu durum karĢısında Ubeydullah, Ġngilizlere yönelmiĢ Ġngilizler, ajanları Visam‘ı BaĢkale'ye göndererek Ubeydullah'ın yardımcılarıyla görüĢmesini sağlamıĢ; Van'daki Ġngiliz Konsolos Vekili YüzbaĢı Clayton da I879'da Hakkari'de ġeyhi ziyaret etmiĢtir. Bu görüĢmelerin ardından Ġngiltere ġeyh‘e 117 Celil, age., s.113. 118 Halfin, age., s.82-83 119 Dündar, Safiye, Kürtler ve Azınlık Tartışmaları, Doğan Kitapçılık, 2009, s.98 106 silah yardımında bulunmuĢtur. Fakat sonraki aĢamada ġeyh‘in kontrolden uzaklaĢtığını 120 görerek ġeyh‘den desteğini çekmiĢtir. ġeyh Ubeydullah'ın en ilginç diplomatik hareketi ise hiç Ģüphesiz Ermeniler‘e götürdüğü tekliftir. Ubeydullah, oğlu Muhammed Sıddık‘ı TaĢnak Partisi ile görüĢmeye göndermiĢtir. Muhammed Sıddık, TaĢnak‘ın ileri gelenlerinden Malkas'la yaptığı görüĢmede Doğu Anadolu‘nun Ermenilerle Kürtler arasında paylaĢılmasını teklif etmiĢtir: ―Toprağımız geniĢtir ve halka da fazlasıyla yeterlidir. BaĢkale ve Norduz'dan baĢlayarak Musul'a kadar olan bölgeler bizimdir, yukarısı da sizindir, iĢte esas üzerinde düĢünmemiz gereken konu budur" demiĢtir. Fakat bu bölüĢüm planı, Ermenilerce yeterli görülmemiĢ 121 olacak ki, Ermeniler ġeyh Ubeydullah‘ın teklifine sıcak bakmamıĢlardır. Görüldüğü üzere, gerek Bedirhan isyanı gerekse de ġeyh Ubeydullah isyanı incelendiğinde baĢlangıçta saydığımız genel nedenlerin birbiriyle iç içe geçmiĢ biçimde isyanları tetiklediği görülmektedir. Fakat bu genel nedenlerden hangisinin temel etken olduğunu söylemek oldukça güçtür. Her iki isyanla ilgili de kesin olarak söylenebilecek husus isyanların ortaya çıkmasında Fransız ihtilali sonrası dünyaya yayılan milliyetçilik akımının etkili olmadığıdır. Gerçekten de Kürtler, 19. yüzyıl boyunca ya bir beyin önderliğinde ya da bir Ģeyhin manevi liderliğinde Osmanlı‘ya karĢı çok sayıda isyan çıkarmıĢtır. Ama bunların hiç birinde Bulgar veya Rum isyanlarında görülen geniĢ halk kitlelerinde milli bilincin oluĢması sonucu bağımsız bir milli devlet kurma saiki yoktur. Kürt isyanlarının hepsinde karakteristik bir özellik olarak bir beyin veya dini liderin, kiĢisel hakimiyet alanını ve siyasi otoritesini geniĢletme çabası vardır. Zaten bu sebepledir ki; isyanların birçoğunun bastırılmasında baĢka Kürt liderlerinin Osmanlı‘ya yardımı söz konusu olmuĢtur. Tıpkı Bedirhan‘ın Sait Bey‘in tepelenmesi sırasında Osmanlı ordusuyla beraber çarpıĢması gibi. Yani isyanların hiç birinde bölgedeki tüm Kürtlerin birlikte hareket etmesi söz konusu olmamıĢtır. Bedirhan Bey isyanında görüldüğü gibi az çok bir araya gelebildiklerinde de yine Kürt liderlerin kendi kiĢisel çıkar kaygıları veya korkuları ile kısa sürede ittifaktan ayrıldıkları görülmektedir. Kürtler, 19. yüzyılda modernitenin yarattığı kendi kararlarını kendi veren, kendi ayakları üzerinde durabilen bireylerden oluĢan bir topluluk olmaktan çok uzaktaydılar. Onlar halen Avrupa‘nın derebeylik 120 Erol KurubaĢ, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Nobel Yayın-Dağıtm, Ankra, 2004,s.12- 14. 121 Dündar, age., s.98. 107 dönemlerinde olduğu gibi yaĢamları ve kaderleri beyin veya Ģeyhin iki dudağından çıkacak sözcüklere bağlı insanlardan oluĢan bir topluluktu. Böylesi bir topluluğun Bulgarların yaptığını yapıp ulusal devlet kurma saikiyle hareket etmesini beklemek veya ―bu saikle isyan etmiĢlerdir‖ demek zaten sosyal bilimlere aykırı olur. Fakat kimi Kürtçü yazarlar, özellikle Bedirhan Bey ve ġeyh Ubeydullah isyanlarının milliyetçi saiklerle bir Kürt ulusal devleti kurmak amacıyla çıkarıldığını söyleyebilmektedirler. Milliyetçilikten bahsedebilmek için o toplumda bireylerin ortak tarih bilincine ve geleceği beraber inĢa saikine sahip olması gerekir. Oysa 19. yüzyılda Kürt toplumunda bu özellikler olmadığı gibi koyu bir aĢiret bağlılığı bulunduğundan geçmiĢi de geleceği de aĢiret yapısı içinde kurgulamaktaydılar. Kısacası aĢiret aidiyeti, ulus yapısının ortaya çıkması önünde en önemli engeldi ve milliyetçi saiklerle isyanı imkansız hale getiriyordu. AĢiretler üstü kimliğiyle bölgesinde Kürt aĢiretlerin bir kısmını çevresinde toparlamayı baĢarmıĢ olan ġeyh Ubeydullah dahi Ermeniler‘e oğlunu gönderip Kürtlerin çoğunluk olduğu Doğu Anadolu‘yu sırf kendi iktidarını geniĢletebilmek uğruna paylaĢmayı teklif edebilmiĢtir. Fakat Kürtçü yazarlar, bu davranıĢına rağmen ġeyh‘in ulusal bir Kürt devleti kurmak amacıyla ayaklandığını yazmaktadırlar. Bu nasıl bir ulusallıktır ki; sırf kendi iktidarı için Kürtlerin çoğunluk olarak yaĢadıkları birçok yerleĢim yerini Ermenilerle pazarlıkta kullanabilmekte ve buraları onların hakimiyetine bırakabilmektedir! Özetle söylemek gerekirse; 19. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu‘daki Kürt toplum yapısı incelendiğinde Fransız ihtilalinin yaydığı milliyetçilikten bi haber durumdadırlar ve temel toplumsal örgütlenmeleri aĢiretlere dayanmaktadır. Bu da bireylerin geleceklerini ulus içinde değil aĢiret içinde inĢa etmeleri anlamına gelmektedir. Böylesi bir yapı, mirlerin ve Ģeyhlerin karizmatik liderlikleri etrafında bir araya gelen kimi aĢiretlerin isyanlarını ortaya çıkarmıĢtır. Nitekim yukarıda ayrıntılı biçimde anlatıldığı üzere; Bedirhan Bey ve ġeyh Ubeydullah isyanları da bu Ģahısların karizmatik liderlikleri etrafında ve bunların kendi otorite ve güç alanlarını geniĢletme saikiyle ortaya çıkmıĢtır. Ulusal bir devlet kurma gibi ulvi bir değer etrafında kenetlenmediklerinden birçok aĢiret, isyan baĢlamadan veya isyan sırasında saf değiĢtirmek de sakınca görmemiĢtir. 108 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TANZĠMAT’TAN LOZAN’A KÜRTÇÜLÜĞÜN SEYRĠ 1.TANZĠMAT’TAN II. MEġRUTĠYET’E GerçekleĢtirmeye çalıĢtığı yenileĢme hareketleri, Batılı emperyalist devletlerin himayesinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri ve Ermeni isyanları nedeniyle, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı kendini Anadolu‘da da bir kaos içinde buldu. Bu dönemde yüzyıllardır Osmanlı‘ya karĢı hiçbir baĢkaldırı emaresi göstermemiĢ olan Nasturiler, Ermeniler ve Kürtler hem Osmanlı hakimiyetine baĢkaldırdılar hem de birbirlerine karĢı Ģiddet hareketleri içine girdiler. Kürtlerin, bu dönemde çıkardıkları isyanlar incelendiğinde ise bu isyanların Tanzimat ve Islahat reformları ile değiĢen idari, adli, askeri koĢulları kabul etmek istemeyen ve feodal güçlerini sürdürmeyi hedefleyen Kürt beylerinin ya da dinin aĢiretler üstü gücünü kullanarak kendine dünyevi bir iktidar kurmak isteyen ġeyhlerin bireysel insiyatifiyle, kimi zaman dıĢ güçlerden de destek alarak (ya da alacaklarını umarak) çıkartıkları aĢiret tabanlı isyanlar olduğu görülür. Yukarıda kısaca özetlendiği üzere; Tanzimat sürecinde çıkan ayaklanmaların ortak özellikleri, bu ayaklanmaların aĢiret reislerinin yeni dönemin Ģartlarına uyum sağlayamamaları sonucu ortaya çıkan aĢiret temelli, ulusalcılıktan ve hatta bölgeselcilikten dahi uzak, siyasi hedeflerden çok, menfaat amaçlı isyanlar olmaları ve bu sebeplerle de Osmanlı tarafından kısa sürede bastırılabilmeleridir. Tanzimat sürecinde, içerde bu önemsiz olarak adlandırılabilecek birkaç isyan meydana gelirken, dıĢarıda; Avrupalı devletlerce, özellikle de Rusya ve Ġngiltere tarafından önemli faaliyetler yürütülmekteydi: Anadolu‘dan topladıkları bilgi, belge, eser ve verileri hayal güçleri ile de harmanlayan Rus ve Ġngilizler, yavaĢ yavaĢ bir Kürt tarihi, dili ve kültürü inĢaa ettiler. Kısacası bu dönem, Kürtçülüğün teorik alt yapısının oluĢturulduğu; Kürtlerin, Türklerden ayrı bir millet olarak algılanmasının sağlandığı ve Kürtlere de bunun yavaĢ yavaĢ enjekte edildiği bir dönemdir. 109 II. MeĢrutiyet döneminde görüleceği üzere Avrupalılar, bu teorik çalıĢmalarının meyvelerini 20. yüzyılın hemen baĢlarında toplamaya baĢlayacaklar, ihtiyaç duydukları an bölgede devreye sokabilecekleri bir Kürt kartı edineceklerdir. Tanzimat dönemi Kürtçülük hareketlerinden bahsederken, Ermeni faaliyetleri ve Hamidiye Alaylarına iliĢkin konulara da değinmek gereklidir. Bu iki konu, Kürtçülük hareketlerine ivme kazandıran hususlar içermektedir. Tanzimat döneminde Avrupalıların bölgedeki Hıristiyanlara ve özellikle de Ermenilere verdikleri destekler, Kürtlerin bölgedeki ―hakim güç olma‖ konumuna zarar vermiĢtir. Diğer yandan, Avrupa tarafından sürekli desteklenen ve pohpohlanan Ermenilerin Büyük Ermenistan‘ı kurma yolunda sık sık Osmanlıya baĢkaldırmaları, Kürt köylerine kanlı baskılar düzenlemeleri vb. faaliyetleri, Kürt toplumunda, Ermenileri ―ötekileĢtirme‖ tepkisini ortaya çıkarırken kendileri açısındansa ötekinin karĢıtı olarak ―biz‖ bilinci geliĢmiĢtir. Bu ―biz‖ bilincinin yapısı aydınlarla geniĢ halk yığınları arasında farklı geliĢmiĢ, Kürt aydın ve ileri gelenlerinde Kürtçülüğün geliĢimine katkı sağlarken Kürt toplumunda ise Müslüman kimliğe vurguyu kuvvetlendirmiĢtir. Tanzimat dönemi Kürtçülük faaliyetleri kapsamında incelenmesi gereken bir diğer konu da yukarıda belirtildiği üzere Hamidiye Alayları‘dır. Hamidiye Alayları, Berlin AntlaĢması‘nın imza edilmesinden sonraki süreçte Sultan Abdüllhamit‘in Doğu Anadolu‘nun da elden çıkacağına dair kaygıları sonucu vücut bulmuĢtur. II. Abdülhamid‘in bu kaygılarının temel nedenlerinden birisi ve belki de en belirgin olanı, Batılı devletlerin Berlin AntlaĢması‘nın 61. maddesi ile Anadolu‘ya müdahale etme imkanını elde etmiĢ olmalarıdır. ġark meselesi bünyesinde Batılıların yürüttüğü siyasetlerin Rumeli‘de ne büyük felaketler yarattığı düĢünüldüğünde aslında Abdülhamit‘in kaygılarında haklı olduğu görülmektedir. Bu kaygıları arttıran bir diğer önemli husus da hiç Ģüphesiz Ermenilerin Batılı emperyalistlerin ekmeğine yağ süren tutumlarıdır. Osmanlı tarafından daha önceki yıllarda millet-i sadıka olarak tanımlanmıĢ olan Ermenilerin, Müslüman ahaliye karĢı düĢmanca tavır ve tutumları ile bu da yetmezmiĢ gibi Rus iĢgalleri sırasında iĢgalcilerle iĢbirliği yapmaları, artık Ermenilerin emperyalizmin piyonu haline geldiğinin göstergeleriydi. Ermeniler, Berlin konferansına heyet göndererek 61. maddenin ortaya çıkmasında da belirgin rol oynamıĢlardı. Fakat Ermeniler için gelinen nokta halen yeterli değildi ve onlar bu sebeple Doğu‘nun her yerinde silahlı çeteler 110 oluĢturuyorlar, Batı‘dan aldıkları silahları Müslüman ahalinin katlinde kullanıyorlardı. Kısacası Doğu Anadolu‘da yavaĢ yavaĢ bağımsız bir Ermenistan‘a doğru yol alınıyordu. Millet-i sadıkalıktan vatan hainliğine doğru ilerleyen Ermeniler‘in de kaybedilmesi sonrası Sultan Abdülhamid, Osmanlı‘yı ayakta tutabilmek ve daha fazla toprak kaybını engelleyebimek için Ġslamcılık akımına yöneldi. Osmanlı‘nın elinde kalan mevcut topraklarının tamamına yakınında Müslümanların çoğunlukta olması, Halife Abdülhamid‘in Ġslamcı politikalarının temel nedeniydi. Bu Müslüman kitleler, Ġslamcılık akımının etkisi ve Halifeliğin manevi otoritesi ile bir arada tutulabilir; emperyalistlerin yayılmacı anlayıĢına bir dur denilebilirdi. ĠĢte Hamidiye Alayları ve mektepleri bu düĢüncelerle hayat buldu. Her ne kadar Hamidiye Alayları, sadece Kürt aĢiretlerden değil Arap ve Türkmen aĢiretlerden de oluĢsa bunların sadece istisnai sayıda olması Hamidiye Alayları ile Kürt aĢiretlerin özdeĢleĢmesini sağlamıĢtır. Zaten hiç Ģüphe yok ki; Sultan Abdülhamit‘in birincil tehdit algılaması Doğu Anadolu‘ya ve burada kurulmaya çalıĢılan Ermenistan‘a iliĢkindi. 10 Ağustos 1890 tarihinde konuya iliĢkin Ģunları söylüyordu: ―Bir süreden beri müstakbel Ermenistan‘ın sınırları çizilmek isteniyor. Oysa Ermenilerin oturdukları yer, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgedir. Buraya Ermenistan denilecek hiç bir iĢaret yoktur. Burada istenen, ıslahat adı altında bir Ermeni devletinin 1 kurulmasıdır.‖ Avrupa devletlerinin ġark meselesi kapsamında Anadolu‘yu da parçalama 2 niyetlerinin farkında olan Abdülhamit , ―Kellemi veririm, Doğu Anadolu‘yu vermem‖ diyerek kararlılığını ortaya koymaktaydı. ĠĢte Hamidiye Alayları, bu kararlılığın bir parçası olarak kuruldu. Bu alayların kurulmasında Rusların Kazak alaylarından esinlenildi. ―ġakir PaĢa'nın Rusya'da görev yaptığı sırada Rus Kazak Alaylarından etkilenerek padiĢaha bu konuda bir rapor sunması Kürtlerden de Kazak Alayları benzeri askeri birlikler 3 kurulabileceği fikrini oluĢturdu.‖ 20 Haziran 1890‘da Erzurum‘da ilk Ermeni isyanının çıkması, Hamidiye Alaylarının kurulması çabalarını hızlandırdı. Abdülhamid, konuyla ilgili olarak IV. Ordu komutanı olan MüĢir Mehmet Zeki PaĢa‘yı görevlendirdi. 40 alay kurulması ve 20.000 mevcutlu bir süvari gücü oluĢturulması planlanmıĢtı. Nizami kuvvetlerden seçilecek yetenekli 40 albay ile 150 yüzbaĢı, bunlara askerliği öğretecekti. Her alay, duruma göre beĢ yüz ile bin kiĢiden oluĢacaktı. Hamidiye Süvari alayları içinde aĢiret reisleri genellikle 1 Kodaman, agm., s.136 2 KocabaĢ, Süleyman, Sultan II. Abdülhamit: Şahsiyeti ve Politikası, Ġstanbul,Vatan Yayınları, 1995, s.205 3 Tan, age., s.98 111 yarbay, olarak atanmıĢ, onlara maaĢ bağlanmıĢ, rütbe, niĢan, bayrak, filama verilmiĢtir. Hamidiye alayı teĢkil edilen aĢiretlere ayrıca boĢ miri arazilerden verilmiĢtir ve bunlardan 4 öĢür ve ağnam dıĢında baĢkaca bir vergi alınmamıĢtır. Bu Ģekilde göçer aĢiretler toprağa bağlanmaya çalıĢılmıĢtır. Hızlı bir çalıĢmayla 1892 sonuna doğru, ilk 35 alayın kuruluĢu tamamlanmıĢtı. 5 1908‘e gelindiğinde ise Hamidiye Alayları‘nın sayısı 65‘e ulaĢmıĢtı. Aslında Abdülhamit, bir taĢla birden çok kuĢ vurmayı planlamıĢtı: ―1-Kürt AĢiretlerini devlete, PadiĢaha, Halifeye ısındırmak, bağlamak, disiplin altına almak ve böylece istifade edilir hale getirmek, 2-Rusya ve Ġngiltere hatta Ġran bazı Kürt aĢiretlerini, yanlarına çekerek kendi politikaları doğrultusunda kullanma gayreti içinde idiler. Hatta Ġngiltere‘nin ġeyh Ubeydullah‘ı, Rusya‘nın da bazı aĢiret reislerini elde ettiği biliniyordu. Hamidiye Alayları projesiyle bu durum engellenmiĢ olacaktı, 3-Doğu Anadolu‘da merkezi otoritenin varlığını halka his ettirmek, 4-Rusya ile Osmanlı arasında çıkabilecek muhtemel bir harpte, bu Alaylardan 6 faydalanmak.‖ Hamidiye Alaylarının kurulmasına mütakip aĢiret reislerinin çocuklarının Ġstanbul‘da Osmanlılık bilinciyle modern eğitime tabi tutulacağı ―AĢiret Mektepleri‖ kuruldu. Bu mekteplerin kurulmasının maksadı, emperyalist devletlerin tahriklerine açık olan gerek Arap ve gerekse Kürt aĢiret reis ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiĢtirerek devlete ve saltanata bağlamak ve bölgeyi emperyalizmden korumaktı. 8 Temmuz 1892'de çıkan nizamnameye göre yönetilen bu okullar, 5 yıl süreli ve parasız yatılı idi. 12-16 yaĢındaki aĢiret liderlerinin çocukları bu okullara alınmıĢtır. Hamidiye Alayları ve AĢiret Mektepleri, Osmanlı döneminde Kürtçülüğe karĢı devletin ortaya koyduğu yegane yapısal tedbirdir. Abdülhamid, Hamidiye Alayları ve AĢiret Mekteplerine iliĢkin eleĢtirileri Ģu Ģekilde cevaplamıĢtır: "Rusya ile harp vukuunda, disiplinli bir Ģekilde yetiĢtirilen bu Kürt Alayları, bize çok büyük hizmetlerde bulunabilirler. Ayrıca orduda öğrenecekleri 'itaat' fikri kendileri için de faydalı olacaktır. 4 Tan, age., s.99 5 Tan, age., s.99 6 Kodaman, agm., s.137 112 Zabit unvanı verdiğimiz Kürt ağaları ise yeni mevkileri ile öğünecekler ve bir miktar zapt u rapt altına girmeye gayret edeceklerdir. Çıraklık devirlerini bu Ģekilde tamamlayacak olan 'Hamidiye' Alayları, sonunda kıymetli bir ordu haline geleceklerdir. Kürt ağalarının bazılarının çocuklarını, Ġstanbul'a getirip memuriyete yerleĢtirdiğim için de tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir Hıristiyan Ermeniler nazır (bakan) mevkilerini iĢgal etmiĢlerdir. Bundan sonra da kendi dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaĢtırmakta ne gibi zarar olabilir? Ben kabul ettiğim Kürt politikasında doğru yolda olduğum 7 kanaatindeyim." Abdülhamid‘in Kürt politikasının baĢarılı olup olmadığı, hiç Ģüphesiz ayrı bir değerlendirmeye muhtaçtır. ―Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aĢiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine iĢaret eder ve hükmünü "Doğu Anadolu halkının devletle bütünleĢmesinde Abdülhamid"in hizmeti büyüktür" Ģeklinde 8 verir.‖ Enver Ziya Karal ise farklı bir bakıĢ açısıyla Ģu görüĢleri ileri sürmüĢtür: ―Kurulan bu alaylardan birçoklarının baĢına, aĢiret reisleri, kendilerine maaĢ bağlanmak, rütbe ve niĢan verilmek suretiyle komutan tayin edildi. AĢiret ağaları da aynı suretle subay yapıldı. Alay haline getirilen aĢiretler vergiden azad edildi. Yaptıkları adi suçlar hakkında bile, mahalli mahkemelerin yetkileri kaldırıldı. Asker itibar edildikleri için davaların harp divanlarında görülmesi kararlaĢtırıldı ise de bu da tamamen nazariyatta kaldı. Hamidiye Alayları, muntazam bir askeri teĢkilat olmaktan uzaktı. Reisleri, istedikçe bunları toplardı. Ne reisler, ne de ağa subaylar askeri eğitim görmemiĢlerdi. Bildikleri Ģeyler ata binmekten ve cirit oynamaktan ibaretti. ĠĢleri güçleri de olduğu için, askerliğin sıkı icaplarına uyarak, modern harp usüllerini ve kaidelerini öğrenmeye niyetleri yoktu. Dolayısıyla, kendilerinden asker olarak faydalanmaya imkân mevcut değildi. Netice itibariyle… bu teĢkilat asayiĢi koruyacak yerde, aksine türlü zorbalıklarla (asayiĢi) daha da kötü hale getirdi. Halkın Ģikâyetleri, her taraftan yükselmeye baĢladı. 9 Fakat Abdülhamid II., kendi eseri olan bu teĢkilatı himaye etmeye devam etti.‖ Gerçekten de Enver Ziya Karal‘ın belirttiği gibi; Hamidiye Alayları, bölgede kimi asayiĢ problemlerine yol açtı. Osmanlı‘nın desteğini arkasında hisseden kimi aĢiretler, bu 7 Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıralarım, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, 1987, s. 29 8 Akyol, Mustafa, Türkler, ―Kürtler ve Osmanlılar‖, http://www.mustafaakyol.org/gayri-resmi-tarih/turkler- kurtler-ve-osmanlilar/, 15.07.2011 9 ġimĢir, age., s.217-218 113 desteği kötüye kullanarak çok sayıda adi suça karıĢtılar. Bunda Hamidiye Alaylarının oluĢturulması sırasında yapılan bazı hatalar etkili oldu. Söz konusu Hamidiye Alaylarına mensup olanların iĢledikleri adi suçlarda dahi askeri mahkemelerde yargılanma 10 ayrıcalıklarının olması ve bu mahkemelerin de bu kiĢilerin iĢledikleri suçlarda ufak cezalarla yetinmesi bu hatalardan biriydi. Diğer bir hataya ise Bruinessen dikkat çekmiĢtir: ―Her alaya sadece Zeki PaĢa'ya karĢı sorumlu olan aĢiret reisleri komuta ediyordu. Vilayet 11 idaresinin ve emniyet güçlerinin bu alaylar üzerinde herhangi bir yetkisi yoktu.‖ Bu hatalar üst üste gelince Hamidiye Alaylarına mensup kimi aĢiretlerin asayiĢi olumsuz etkileyen davranıĢları ortaya çıktı. Ziya Gökalp‘in 'ġaki Ġbrahim Destanı' adlı eserinde Hamidiye Alayları konusunda gösterdiği olumsuz yaklaĢım da bundandır: "ġakir PaĢa Rusiya'da kalmıĢtı Kazakları görüp ibret almıĢtı DüĢmüĢ idi Kürt alayı fikrine Kürt kavmini benzeterek Kırgız'a Bu hülyayı beğendirdi Yıldız'a Buldu bir er, iĢi verdi erine Zeki PaĢa dört el ile sarıldı Recep PaĢa olmaz dedi darıldı Yazmam dedi ben Kürtler'den bir atlı AĢiretler Erzincan'a gittiler Üçer-dörder alay teĢkil ettiler Haydutların oldu eli beratlı. On yıl evvel yoktu elli obası Bir jandarma gitse Milli Ağası Çölün gizli yerlerine kaçardı BeĢ sancağın Ģimdi dağı ovası 10 Altan, age., s.102 11 Bruinessen, age.,, s.134 114 Oldu anın atlarının merası Köylüleri köylerinden çıkardı Her tarafı sardı azgın kurtları Diyarbekir, Mardin, Urfa yurtları Döndü baĢtanbaĢa ıssız çayıra Aldatarak Vali Nazım PaĢa'yı Bir yıl gelip sardı bütün ovayı Garbı ġarkı düĢtü talan etmeye Diyarbekir ahalisi coĢtular Küçük, büyük telgrafa koĢtular BaĢladılar feryat figan etmeye O zamanki dubaracı hükümet Göstererek yalancı bir merhamet Ġğfal için müfettiĢler gönderdi MüfettiĢler miskin miskin geldiler Göz yumdular, yaramızı deldiler Sağalmadı memleketin bu derdi. Ġki sene uslu durdu dinlendi Geçen sene yine zulme yeltendi 12 Hücum etti ovalara, köylere..." Ziya Gökalp‘in edebi eserlerine konu olacak kadar Ģiddet uygulayarak masum halkı sindiren Hamidiyeli aĢiretler olgusu, bir gerçektir. Fakat Hamidiye Alaylarını değerlendirebilmek için resmin bütününü görmek gerekir. Söz konusu dönemde, Ermeni çetelerinin Müslüman ahali üzerinde uyguladığı Ģiddet ve sık sık çıkardıkları ayaklanmalar, Hamidiye Alaylarının etkinliği sayesinde minimize edilmiĢtir. Diğer yandan Ruslar ve 12 Altan, age., s.99 ve 103 115 Ġngilizler tarafından Osmanlı‘ya düĢman edilmeye çalıĢılan Kürt aĢiretlerin Halifeye bağlılıkları arttırılmıĢtır. Ayrıca söz konusu aĢiretlerin göçerliği terk ederek yerleĢik hayata geçirilmesi konusunda da Hamidiye Alaylarının katkıları olmuĢtur. Ġttihat ve Terakki döneminde ismi, AĢiret Hafif Süvari Alayları olarak değiĢtirilen Hamidiye Alayları, Birinci Dünya SavaĢı‘nın patlak vermesiyle özellikle Üçüncü Orduya bağlı olarak Doğu Cephesi‘nde vatan savunmasına katılmıĢlardır. Sonuç olarak Ģunu söyleyebiliriz ki; Hamidiye Alaylarının en az yanlıĢları kadar doğruları da vardı ve her Ģeyin ötesinde Osmanlı tarihinde günah ve sevaplarıyla Kürtçülüğe karĢı ortaya konulan yegane yapısal 13 tedbirdi. 2. II. MEġRUTĠYET DÖNEMĠ Bu dönem Kürtçülüğün temel niteliklerini belirleyen en önemli unsur, meĢrutiyetin sağlamıĢ olduğu özgürlük ortamından yararlanılarak kurulan cemiyet, gazete ve dergi gibi etkinliklerdir. Kürtçüler ve onların destekçisi yabancı güçler, bu araçlardan yararlanarak Kürtçülüğün yayılması için çaba göstermiĢlerdir. Bu çabalar için de hiç kuĢkusuz, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti en etkili ve önde gelenlerden biridir. Bu nedenle bu cemiyetin incelenmesi bizim açımızdan II. MeĢrutiyet dönemindeki Kürtçülüğün niteliğini anlamamız açısından yararlı olacaktır. Birçok etnik temelli örgüt gibi Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti‘nin kökleri de Ġttihat ve Terakki Cemiyeti‘ne dayanmaktadır. ĠTC, Abdülhamit Han‘ın baskıcı rejimine karĢı MeĢrutiyet rejimini savunan ve Anayasa‘nın tekrar yürürlüğe konması isteyen Jön Türklerce kurulmuĢ gizli bir yer altı cemiyetiydi. ĠTC‘yi kuran beĢ kiĢiden ikisi, Arapkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı Ġshak Sukuti Kürt‘tü. Cemiyetin önde gelenleri arasında Bağdat Mebusu ve Darülfünun Hocası Babanzade Ġsmail Hakkı, Ġslamcı çevrelerde itibar gören Darülfünun Hocası Babanzade Ahmet Naim, sosyolog Ziya Gökalp gibi önemli Kürt aydınları bulunmaktaydı. Ayrıca ünlü Bedirhan Bey‘in oğlu ile ġeyh Ubeydullah‘ın oğlu da ĠTC üyesiydi. ĠTC‘nin yapısına bakıldığında; Türk, Kürt, Ermeni, Makedon, Arnavut gibi farklı birçok etnik unsurdan üyesinin bulunduğu görülür. Bunları ĠTC çatısı altında birleĢtiren en önemli unsur ise istibdat yönetimine son verme amaçlarıdır. Nitekim 1908‘e kadar bu unsurlar, beraberce mücadele etmiĢlerdir. Abdülhamit‘in istibdat döneminin sona ermesi ve MeĢrutiyetin ilanı ile beraber ise her grup kendi amaçları doğrultusunda 13 Bu yapısal tedbir, Cumhuriyet Türkiyesi‘nde de PKK‘ya karĢı günün koĢullarına göre revize edildikten sonra Koruculuk sistemi olarak tekrar gündeme gelmiĢtir. 116 faaliyetlerini sürdürmeye baĢlamıĢtır. Maalesef bu faaliyetler çoğunlukla etnik temelli olmuĢtur. ĠTC‘den ayrılan Kürtler de, etnik temelli bir yol benimseyerek MeĢrutiyet‘in, hürriyetçi atmosferinin de yardımıyla çok sayıda cemiyet kurmuĢlardır. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Kürt NeĢr-i Maarif Cemiyeti, Kürt Hevi Talebe Cemiyeti ilk akla gelenleridir. Bunlardan en önemlisi Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (Kürt YardımlaĢma ve Kalkınma Derneği)‘dir. Cemiyet, 19 Eylül 1908'de kurulmuĢtur. Bu cemiyeti kuranları arasında, Baban ailesinden Stockholm'deki eski Osmanlı elçisi Muhammed ġerif PaĢa, Ġstanbul'daki Bedirhan klanının önderi Emin Ali Bedirhan ve Nehrî Ģeyhlerinden ġeyh 14 Ubeydullah'ın oğlu Seyyid Abdülkadir bulunuyordu. O tarihe kadar aralarında çekiĢme olan Bedirhanlar, ġemdinanlar ve Babanzadeleri ilk kez bir araya getirmesi belki de cemiyetin en önemli özelliğiydi. Cemiyette Bedirhan, ġemdinan ve Baban aileleri hemen hemen eĢit sayıda üyeye sahiptiler. Nizamnamesinde "Kanûn-i Esâsi'ye ve Osmanlılık idealine bağlanmıĢ bir hayır cemiyeti" olduğu belirtilmiĢtir. Fakat buna karĢın Cemiyet, kuruluĢundan itibaren adından da anlaĢılacağı gibi etnik temel üzerinden hareket etmiĢtir. Kürt aĢiretleri arasındaki sorunları çözmeyi hedefleyen cemiyet, yukarıda da belirtildiği üzere; zaten üç önemli aĢireti bir araya getirerek kuruluĢundan itibaren bu anlamda önemli bir baĢarı sağlamıĢtı. Bunun dıĢında cemiyet, eğitim ve kültürel alanlarda Kürt toplumunun geliĢmesini amaçlamıĢtı: Kürdistan‘da okulların açılmasını, bölgeye Kürt memurların atanması, Kürt dilinin yönetimce resmen kabul edilmesini, Cemiyetin Kürt milletvekilleri ile mecliste temsilinin sağlanmasını ve Kürdistan‘ın ekonomik olarak ilerlemesi için gerekli kurumlar nezdinde çalıĢmalarda bulunmayı hedeflemiĢti. Cemiyet, bu amaçlarını 15 desteklemek üzere aynı isimle haftalık bir de gazete yayımlamıĢtır. Cemiyetin bir yan kuruluĢu niteliğindeki Kürt NeĢr-i Maarif teĢkilatınca, baĢında Abdurrahman Bedirhan‘ın bulunduğu "MeĢrutiyet" adında Kürtçe eğitim yapan bir okul faaliyete geçirilmiĢtir. Cemiyet seçkinci bir yapıya sahipti. Cemiyete sadece Osmanlıca okuyup yazabilen 16 Kürtler üye yapılıyordu. Kürtçe bilmek ise zorunlu değil, sadece arzulanan bir özellikti. Her ne kadar cemiyet, Erzurum, Musul, Bitlis, MuĢ ve Diyarbakır‘da Kürt Kulüpleri adıyla Ģubeler açmıĢ olsa da cemiyetin seçkinci yapısı ve Ġstanbul‘daki Kürt aydınlarla Anadolu‘daki Kürt insanının yaĢam ve düĢün pratiklerinin birbirinden çok uzak olması sebebiyle Kürt toplumu üzerinde etkili olamadı. Celile Celil'in tespitlerine göre, 14 Bruinessen, Martin Van, Ağa, Şeyh ve Devlet, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2010, s.404 15 Dündar, age., s.78 16 Hür, AyĢe, ―Osmanlı‘dan Bugüne Kürtler ve Devlet‖, www.setav.org/ups/dosya/27464.pdf, 20.05.2011. 117 Ġstanbul'daki bu faaliyetler hızla devam ederken, Kürtçülerin "Kürdistan" olarak niteledikleri Doğu ve Güneydoğu'da halk bu türden faaliyetlere itibar etmediği gibi 17 bölgede tek bir okul dahi açılamamıĢtır. Cemiyet amaçlarını gerçekleĢtirebilmek için içte ve dıĢta müttefik arayıĢlarına da girmiĢ bu bağlamda içte Ermenilerle dıĢta da Ruslarla iĢbirliği yapmıĢlardır. Bu kapsamda Ermenilerle "Kürt-Ermeni Dostluk Geceleri" düzenlenirken; Bitlis‘teki Ģubenin faaliyetlerine bizzat Rus konsolosu Akimoviç 18 katılmıĢtır. Bu tür faaliyetler, Ġttihat ve Terakki‘nin dikkatini çekmeye yeterli olmuĢ ve Cemiyetin önce 1909 Mayıs‘ında Bitlis ġubesi'ni 1909 yılı ortalarında da genel merkezi ile 264 diğer Ģubelerini kapatmıĢtır. Bruinessen‘e göre; cemiyetin faaliyetlerinin Ġttihat ve Terakki tarafından kolayca sona erdirilmesinde cemiyetin yöneticilerinin arasında yaĢanan 19 rekabetin payı vardı. Zaten tam da bu sebeple Anadolu‘da etkinlikleri sınırlı kalmıĢtır: ―Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (ve hatta Hevi) gibi örgütler bir kitle hareketine önderlik etmediler hatta edemezlerdi de. Onlar için politika bir salon efendisi oyunuydu. Bu ilk örgütlerdeki insanlar Müttefiklerle iĢbirliğine girerek, tabi ki kendi yönetimlerinde 20 olacak olan bir bağımsız Kürdistan için çaba gösterdiler.‖ 1912‘de kurulan Hevi Cemiyeti ve 1913‘de kurulan Gehandeni Cemiyeti, II. MeĢrutiyet döneminde kurulan diğer önemli cemiyetlerdir. Bu dönemde kurulan cemiyetlerin genel özelliği halktan kopuk, Ġstanbul, Mısır, Avrupa gibi yerlerde okumuĢ-yaĢamıĢ, zengin Kürt ileri gelenleri tarafından kurulmuĢ olmaları ve Bruinessen‘in de ifade ettiği kendi yönetimlerinde bir Kürdistan kurabilmek için sırtlarını emperyalist devletlere dayamıĢ olmalarıdır. Yani Kürt topluluğunu arkasına alarak milliyetçi düĢünceler temelinde bir Kürt ulusal devleti kurma düĢüncesi ve çabası içinde hiçbir zaman olmamıĢlardır. Onların amacı Kürtlerin yoğun olarak yaĢadıkları bölgede bir nevi otonom veya bağımsız bir krallık kurarak kendilerini de kral yapmaktır. Bu seçkinci Kürtçülerin halka dayanmayan ve tabana yayılmayan otonom veya bağımsız Kürdistan talepleri Anadolu‘da yankı bulmadığından I. Dünya SavaĢı sırasında da Kürtlerin Osmanlı‘ya bağlılığı devam etti: ―Bir avuç Kürt milliyetçisinin Osmanlı'nın son döneminde yürüttüğü milliyetçi propaganda çok sınırlı kaldı ve geniĢ Kürt kitlesi Osmanlı'ya sadakatini devam ettirdi. Kürtlerin Osmanlı'ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912'den 1918'e kadar aralıksız devam eden kanlı savaĢ ve felaket yıllarında 17 Dündar, age., s.78 18 Dündar, age., s. 79 19 Bruinessen, age., s.405 20 Bruinessen, age., s.405 118 Ġmparatorluk ordularında çarpıĢmalarıydı. Art arda gelen Trablusgarp, Yemen ve Balkan SavaĢları ve bunlardan hemen sonra patlak veren Birinci Dünya SavaĢı'nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. Kürtler, Osmanlı ordusuna kayda değer bir insan gücü sağladılar. Binlerce Kürt asker, SarıkamıĢ'taki 3. Ordu'da ve diğer cephelerde hayatını kaybetti. Doğal olarak, düzenli orduda görev yapmaya karĢı evrensel bir gönülsüzlük vardı, ama bu durumda bile, çoğu silah altına girdi. Bölgedeki Osmanlı kuvvetlerinin büyük 21 bölümü Kürtlerden oluĢuyordu.‖ I. Dünya SavaĢı yıllarında Anadolu‘daki Kürtler, Osmanlı ordusunda silah altına girerken, Ġstanbul‘daki seçkinci Kürtler‘in dernek ve örgütlenmelerinde de bir duraksama yaĢanmıĢtır. Fakat Osmanlı‘nın savaĢtan yenik çıkması ile beraber Kürtçü faaliyetlerine kaldıkları yerden Ġtilaf Devletleri ile iĢbirliği içinde yeniden baĢlamıĢlardır. 3. MONDROS MÜTAKERESĠ DÖNEMĠ Mütareke döneminde kurulan Kürtçü cemiyetlerin baĢında 17 Aralık 1918 tarihinde Seyyid Abdülkadir‘in baĢkanlığında Ġstanbul‘da kurulan Kürdistan Teâli Cemiyeti 22 gelmektedir. Mondros Mütarakesi‘nin 30 Ekim 1918‘de imzalandığı düĢünülürse Ġstanbul‘daki Kürtçü çevrelerin faaliyetlere baĢlamak için hiç zaman kaybetmedikleri anlaĢılır. Kürtçü çevreler, Osmanlı‘nın içinde bulunduğu mevcut durumdan yararlanarak ve Ġtilaf devletlerinin bağĢetmesiyle bir Kürt devleti kurabilecekleri düĢüncesindeydiler. ĠĢte bu amacı gerçekleĢtirmeye yönelik olarak çok sayıda Kürtçü örgüt kurdular. Bunlar arasında Kürt Tamim-i Maarif ve NeĢriyat Cemiyeti, Radikal Avam Fırkası, Kürt TeĢkilat- ı Ġçtimaiye Cemiyeti gibi örgütler vardı. Fakat bunların hiçbirisi Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC) kadar etkin olamadı. Kurucuları Seyit Abdülkadir Efendi, Hüseyin Sükrü (Baban) Bey, Dr.Sükrü Mehmet (Sekban) Bey, Muhittin Nazim Bey, Babanzade Hikmet Bey ve 23 Aziz Bey‘di. Cemiyetin ilk yönetim kurulu ise Ģu kiĢilerden oluĢmuĢtur: 1. BaĢkan: Seyyit Abdülkadir 2. BaĢkan Yardımcısı: Emin Ali Bedirhan 3. BaĢkan Yardımcısı: Fuad PaĢa 21 Akyol, Mustafa, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap Yayınları, Ġstanbul, 2008, s.61 22 Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye‟de Siyasal Partiler, Cilt II Mütareke Dönemi (1918–1922), Hürriyet Vakfı Yayınları, Ġstanbul,1986. s.187. 23 Tunaya, age., s.186–187. 119 4. Genel Sekreter: Hamdi PaĢa 5. Muhasebeci: Seyyit Abdullah (ġeyh Abdülkadir‘in oğlu) 6.Aza: Miralay Halid Bey 7.Aza: Miralay M. Ali Bedirhan Bey 8.Aza: M. Emin Bey 9.Aza: Hoca Ali Efendi 10.Aza: ġefik Ervasi 11.Aza: ġükrü Baban - 12.Aza: Fuad Baban 13.Aza: Fethullah Efendi 24 14.Aza: ġükrü Mehmed Yukarıda açıkca görüldüğü üzere, Ġstanbul‘da çeĢitli okullarda öğrenim görmüĢ olan ve Kürtlerin yaĢadığı bölgelerin etkin mülk sahibi aileleri ile aĢiret çocukları 25 Kürdistan Teâli Cemiyeti‘nin çekirdek kadrosunu oluĢturmuĢtur. Cemiyetin yönetim kurulunun büyük bir bölümü bu çekirdek kadrodan teĢkil etmiĢ, geri kalan kısmı ise Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde yeralan bürokrat ve askerlerden meydana gelmiĢtir. Ġstanbul‘da 17 Aralık 1918 tarihinde kurulan Kürdistan Teâli Cemiyeti diğer Kürt örgütlerinden farklı olarak ―yalnızca önceki kuĢakların milliyetçilerini ve Ģehir orta sınıflarını değil, aĢiret mensubu Kürtleri de kapsıyordu. Faaliyette bulunduğu sürece dikkatleri üzerine çekecek olan Kürdistan Teâli Cemiyeti‘nin hedefi, Kürtlerin genel çıkarlarının gözetilmesi ve ulusal davanın desteklenmesiydi. Cemiyet, bu amaca ulaĢmak için dergi ve kitapların yayınlanması, okulların açılarak yetiĢkinlere yönelik eğitimlerin verilmesi gibi çeĢitli yöntemleri araç olarak kullanmayı planlamıĢtı. Bağımsızlık yönündeki tavırlarını ise kapalı kapılar arkasında sergiliyorlardı. Özerklikle ilgili beklentileri ise daha belirgindi: ―… cemiyetin mühründe Türkçe olarak ―Kürt Teali 26 Cemiyeti‖, Fransızca olarak da ―Autonomie du Kurdistan‖ yazılı idi.‖ 24 GöldaĢ, Ġsmail; Kürdistan Teâli Cemiyeti, Doz Yayınları, Ġstanbul, 1991.s. 26. 25 GöldaĢ, age , s. 39. 26 Aytepe, Oğuz, ― Yeni Belgelerin IĢığında Kürdistan Teâli Cemiyeti‖, Tarih ve Toplum, Ankara, Haziran, 1998, Sy. 174, s.330 120 17 Haziran 1919 tarihli Ġngiliz gizli belgesinde cemiyetle ilgili Ģu bilgiler Londra‘ya bildiriliyordu: ―Kürt partisinin, Ģu an için Britanya mandasında bağımsız bir Kürdistan için çalıĢtığı rapor edilmektedir. Partinin propagandası 'Serbesti' gazetesi tarafından yürütülmekte ve partinin Ġstanbul'daki üye sayısı, bu Ģehirdeki Kürt nüfusun yarısı olan onbin civarında tahmin edilmektedir. Partinin genel merkezi Ġstanbul'dadır ve 27 Diyarbekir, Dersim, Siirt, Harput ve Malatya'da yerel bürolar açmıĢ bulunmaktadır…‖ Kürdistan Teâli Cemiyeti, Kürdistan‘ın muhtariyeti konusunda Ġngilizlerle temas kurarken Hürriyet ve Ġtilaf Fırkası ile de iyi iliĢkiler içinde olmayı baĢarmıĢtı. Bu iyi iliĢkilerin temelinde Seyit Abdülkadir‘in aynı zamanda Hürriyet ve Ġtilaf Fırkası‘nın da kurucusu olması vardır. Zaten bu sayede, 4 Mart 1919 tarihinde kurulan I. Damat Ferit hükümetine ġurayı Devlet Reisi (DanıĢtay BaĢkanı) olarak atanmıĢtır. Bu durumun doğal bir sonucu olaraksa cemiyet, Milli Mücadele‘nin karĢısında safını belirlemiĢti ve Kemalist harekete yardımcı olan ―Vilayât-ı ġarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti‖ ile 28 birleĢmeyi reddetti. Seyit Abdülkadir sayesinde Osmanlı hükümeti ile iyi iliĢkiler kuran KTC, özerk Kürdistan‘ın kurulması yönünde hükümet nezdinde giriĢimlerde bulunmuĢtur. Bu giriĢimler sonucu, 22 Aralık 1918 günü Hürriyet ve Ġtilaf Partisi ile KTC arasında bir antlaĢma yapıldı. AnlaĢmayı Cemiyet adına, baĢkan Seyyit Abdülkadir, üyelerden Sait ve Mehmet Ali; Hürriyet ve Ġtilaf Partisi adına da Konya Mebusu Zeynelabidin, Karesi mebusu Vasıf ve Mustafa Sabri imzaladılar. AntlaĢmada, Anadolu‘da özerk bir Kürdistan kurulması öngörüldü: ―Çoğunlukla Kürt kavminin oturduğu memlekette, siyaset yönünden Ġslam Halifeliğine ve Osmanlı Saltanatına bağlı olmak koĢuluyla, bütün halkın çoğunluğunca seçilen bir yönetimin baĢkanlığı altında özerk bir yönetime sahip 29 olacaktır.‖ Yukarıda da belirttiğimiz üzere; bu antlaĢma, Kürtçü Seyyit Abdülkadir‘in eseridir. Hem Hürriyet ve Ġtilaf‘ın, hem de Kürdistan Teali‘nin kurucusu olması münasebetiyle iki tarafı bir araya getirebilmiĢtir. Böylece Kürtçüler, o zamanki Osmanlı merkezi yönetimine Özerk Kürdistan‘ı kabul ettirmiĢ oldular. 27 Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Doz Yayınları, Ġstanbul,1992, s.41–42. 28 Tunaya, age., s. 190. 29 ġimĢir, age., s.312 121 Kürdistan Teali Cemiyeti, 1919 Mayısında toplanan Saltanat ġurası‘na da çağırılmıĢtı. KTC, mütareke sürecinde öylesine etkinliğini arttırdı ki; Osmanlı Hükümeti, cemiyeti resmi olarak muhattab kabul ediyordu. Kürdistan‘a bir Kürt vali ve belli oranda Kürt memurlar atanması kararlaĢtırıldı. Ancak Anadolu‘da baĢlayan Kemalist hareket nedeniyle Saltanat ġurası‘nda alınan kararlar hiçbir zaman uygulamaya sokulamadı. Cemiyetin kurduğu iliĢkiler ağı içerisinde Süleymaniye‘de ġeyh Mahmut Benzerci yönetiminde kurulan hükümet ile Paris Konferansında Kürtlerin hukukunu savunduğunu iddia eden ġerif PaĢa da bulunmaktadır. Bu noktada, Paris BarıĢ Konferansı ve bu konferansta Kürtleri temsil ettiğini iddia eden ġerif PaĢa ile ilgili bir parantez açmak gerekmektedir. Çünkü bu konferansta Kürtçülük namına yapılmaya çalıĢılanlarla, bunlara Anadolu Kürt toplumunun vermiĢ olduğu sert yanıt, mütareke dönemindeki Kürtçülüğün temel özelliklerini kavramamız bakımından yararlı olacaktır. ―II. MeĢrutiyet Dönemi‘nin en renkli Kürt simalarından birisi olan ġerif PaĢa Harbiye Nazırlığı ve ġûra-yı Devlet reisliği görevlerinde bulunmuĢ olan Kürt Said PaĢa‘nın oğluydu. Islahat-ı Osmaniye Fırkası‘nın kurucusu ve baĢkanı olan Stockholm sefiri ġerif PaĢa, elçiliği döneminde Ġttihat ve Terakki saflarında Sultan II. Abdülhamid rejimine karĢı muhalefete katılmıĢ; MeĢrutiyet‘in ilanından sonra da bu örgütün Pangaltı Ģube reisliğine getirilmiĢtir. 1909 yılı baĢlarında cephe aldığı Ġttihat ve Terakki‘den istifa ettikten sonra gittiği Paris‘te bu partiye karĢı sert bir muhalefet yürütmüĢtür. Osmanlı Devlet mekanizmasının en üst birimlerinde görev yapan, Brüksel ve Pariste bulunduğu yıllarda yazdığı anılarında Ġttihat ve Terakki Partisi‘ne eleĢtiriler yağdıran ġerif PaĢa verdiği istifa dilekçesinde ―milletin mukadderatıyla oynamanın doğuracağı sorumluluğa katlanmaktan kaçınmak istediği için‖ istifa ettiğini belirtmiĢtir. Ayrıldığı Ġttihat ve Terakki Cemiyeti‘ne karĢı çok sert muhalefet yürüten ġerif PaĢa‘nın bu durumu Ġttihatçıları çok kızdırmıĢtı. Bununla birlikte Ġttihat ve Terakki Cemiyeti ise yayınladığı broĢür ve bildirilerde ġerif PaĢa‘ya oldukça sert suçlamalarda bulunmuĢtu. Örneğin Süleyman Nazif tarafından yazıldığı kabul edilen BoĢ Herif adlı küçük kitapçıkta ġerif PaĢa‘nın hayatı hiciv edilmiĢtir. (BoĢ Herif adlı kitapçık, 1910 yılında Ġstanbul‘da imzasız olarak basılmıĢtır.) 122 Ġttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından, gıyabında Divan-ı Harpte yargılanarak idama mahkûm edilmesinin yanı sıra Paris‘te baĢarısız bir suikaste de uğrayan ġerif PaĢa 1912 yılında Ġstanbul‘a döndüğünde hakkındaki idam kararı geçersiz sayılmıĢtır. 1913‘te Ġttihatçıların Babıâli baskınından sonra Paris‘e dönmek zorunda kalan PaĢa, Mahmut ġevket PaĢa‘nın bir suikastçi tarafından öldürülmesinden sorumlu tutularak Divan-ı 30 Harp‘te gıyabında tekrar yargılanarak ikinci kez idama mahkûm edilmiĢtir.‖ Osmanlı Devletince hakkında iki kez idam kararı alınmıĢ olan bu PaĢa, mütareke döneminin koĢullarından da yararlanarak kendini tüm Kürtlerin temsilcisi gibi lanse etmeye ve Ġtilaf Devletleri nezdinde Kürtçülük faaliyetleri yürütmeye baĢlamıĢtır. Bu doğrultuda ġerif PaĢa, Mayıs 1919‘da Paris‘teki Ġngiliz Büyükelçisine ―bağımsız bir Kürdistan‘ın emiri 31 olma ‗yükünü‘ taĢımaya gönüllü olduğunu‖ bildirmiĢtir. Ġngilizler, ġerif PaĢa‘yı ciddiye almamıĢlar; fakat onu bir süre kullanmaktan da geri durmamıĢlardır. Bu anlamda ġerif PaĢa, KTC ile beraber bağımsız bir Kürt devleti kurmak için uğraĢan ve cemiyetin üyesi olmamasına rağmen cemiyetle aynı paralelde faaliyet gösterek, kendisini tüm Kürtlerin temsilcisi olarak, Ġtilaf Devletlerine sunmaya çalıĢan emekli bir Osmanlı elçisi olarak tanımlanabilir. AĢiret yapısı içinde feodal ve dini bağlar bağlı biçimde yaĢayan Kürtleri temsil edecek bir lider bulamayan Ġtilaf devletleri, ġerif PaĢa‘yı, Sevr BarıĢ AntlaĢması‘nı hazırlamakta olan Paris BarıĢ Konferansı‘nda Kürt delegeler kurulu baĢkanı olarak kabul etmiĢler ve dünya kamuoyuna da bu Ģekilde lanse etmiĢlerdir. Kürdistan Teâli Cemiyeti de benzer biçimde ġerif PaĢa‘ya Kürtleri temsil etme yetkisini tanımıĢtır. ġerif PaĢa da Kürt 32 istekleri diye 22 Mart 1919 tarihli bir muhtıra sunmuĢtur. BarıĢ Konferansına sunduğu bu muhtırada, ġerif PaĢa‘nın üzerinde durduğu ana konu Doğu Vilayetleri‘nde iddia edilenin aksine nüfus çoğunluğunu Kürtler‘in oluĢturduğu ve bu nedenle Wilson ilkelerinin doğal bir sonucu olarak bağımsız bir Kürdistan kurulması gerektiğiydi. Ermenilerin ise, Anadolu‘nun hiçbir yerinde bağımsız bir devlet kuracak nüfus çoğunluğuna sahip olmadıkları üzerinde vurgu yapmaktaydı. Berlin AntlaĢması sonrası, Ruslar ve diğer Batılılarca korunup kollanan ve Müslümanlar‘a karĢı giriĢtikleri kanlı eylemlerden sonra bile mağdur gösterilen Ermeniler‘in bölgede bağımsız bir devlet kurmaları, Kürtler‘in en büyük korkusuydu. Bu korkuya paralel olarak, PaĢa‘nın böyle bir muhtıra sunması ve 30 GöldaĢ, age., s.155–156 31 ġimĢir, age., s.560 32 Lazarev, M.S; Emperyalizm ve Kürt Sorunu (1917–1923), Öz-Ge Yayıncılık, Ankara, 1993, s.134 123 yıllardır karĢılıklı kan döktükleri Ermeniler‘e karĢı tavır alması normaldi. Fakat aynı ġerif PaĢa, kendi imzasını taĢıyan muhtırayı, sekiz ay kadar sonra inkar edercesine, 20 Kasım 1919 tarihinde, Konferans‘taki Ermeni Heyeti temsilcisi Boghos Nubar PaĢa ile aĢağıdaki ortak muhtırayı da imzaladı: ―Paris Büyük Barıs Konferansına, Bay BaĢkan! Bizler, aĢağıda imzası bulunanlar Ermeni ve Kürt uluslarının temsilcileri Büyük BarıĢ Konferansına, iki ulusun da aynı ari kavminden ve çıkarlarının da aynı olduğunu ve aynı amacı, yani kendi bağımsızlıkları amacını güttüklerini belirtmekten Ģeref duyarız. Özellikle Ermeniler insafsız Osmanlı idaresinden kurtulmak çabasındadırlar ve genellikle de hem Ermeniler ve hem de Kürtler her iki ulusa da facialar getiren ―Ġttihat ve Terakki‖ komitesinin ‗resmi‘ veya ‗gayri resmi‘ kabinelerinin boyunduruğundan kurtulmayı zorunlu bulmaktadırlar. ġu halde BarıĢ Konferansından, aramızda tam anlaĢmaya varmıĢ olarak beraberce sizden ulusların hakları prensibine uygun olarak ‗BirleĢik Bağımsız Ermenistan‘ ve ‗Bağımsız bir Kürdistan‘ın yaratılmasını, kurulacak olan bu devletlerin, halklarımızın istekleri göz önüne alınarak, büyük devletler yardımını alabilmesinin teminini, bu konuda karara varılmasını ve de ülkemizin tekrar geliĢmesi süresinde bu devletlerin gerekli olan ekonomik ve teknik yardımlarını esirgememelerini rica ederiz. Delegasyonlarımız tarafından sizlere sırayla raporlar Ģeklinde sunulan aramızdaki anlaĢmazlık konusu olan topraklara gelince, açık bir Ģekilde sizleri temin ederiz ki bunların bir çözüme bağlanmasını BarıĢ Toplantısının kararlarına bırakıyoruz. Çünkü verilecek kararın adaletli bir Ģekilde verileceğine eminiz. Aynı zamanda her iki devletimizin de içinde yaĢayan azınlıkların hukuki haklarına saygı göstermek konusunda tam bir birlik içinde olduğumuzu da bildiririz. Bogos Nubar Ġmzalar (Ermeni Milli Delegasyonu Baskanı) Dr. H. Ohancanyan (Ermenistan Cumhuriyeti Delegasyon BaĢkanvekili) 124 ġerif PaĢa 33 (Kürt Milli Delegasyonu BaĢkanı)‖ Bu muhtırayla, PaĢa, Kürtler‘in yıllardır kanlı bıçaklı olduğu Ermenilerle, her iki tarafın da bağımsız olması Ģartıyla uzlaĢmıĢ, bölgedeki Müslümanlar‘ın geleceğini ve Ermeniler‘e bırakılacak toprakların büyüklüğünü ise ―BarıĢ Konferansı‘nın iyi niyet ve adalet duygularına!‖ bırakmıĢtı. Oysa BarıĢ Konferansını yöneten Ġtilaf Devletleri‘nin adalet duygularından hem Türkler hem de Kürtler oldukça kuĢkulanmıĢ olacaklar ki; bu muhtıra Anadolu‘nun her yanından büyük tepkilerin yükselmesine neden oldu. Ġtilaf Devletleri tarafından sevinçle karĢılanan bu muhtıra, Ġstanbul‘da Meclis-i Mebusan‘da çok sert tartıĢmaların yaĢanmasına sebep oldu. Jurnal d‘Orient adlı yabancı bir gazeteye anlaĢma konusunda demeç veren Seyyid Abdülkadir hakkında Melis-i Mebusan‘da soruĢturma açılması istenmiĢ, bunun üzerine Seyyid Abdülkadir, Meclis-i Mebusanda yapılan gizli bir oturumda böyle bir demeç vermediğini söylemek zorunda 34 kalmıĢtır. Anadolu‘nun birçok yerinden özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘dan bu ortak muhtırayı lanetleyen telgraflar Ġtilaf Devletleri temsilciliklerine ve Paris BarıĢ Konferansı‘na gönderildi. Böylesi bir tepkinin oluĢması baĢta Avrupalılar olmak üzere yerli yabancı tüm Kürtçüleri ĢaĢırttı. Bu telgrafların içeriği hakkında bilgiye sahip olabilmek açısından Erzincan aĢiretlerinden 22 ġubat 1920 tarihde Ġstanbul‘daki Fransız Yüksek Komiserliği‘ne çekilen telgraf metnini örnek olarak vermek yeterli olur kanısındayız: ―BarıĢ Konferansı‘na bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleĢtikleri yasal kardeĢlerdir. Osmanlı Hükümeti‘nden baĢka hiç kimsenin Kürtler adına konuĢma hakkı yoktur ve hiç kimse onlara canlılık veren duyguların yardımcısı olamaz. Osmanlı tarihi içinde Kürtler hakkında hiçbir ayrım yapılmamıĢtır. Ve bütün savaĢlarda Kürtler, Türklerle birlikte ön saflarda kanlarını akıtmıĢlardır. Ġmparatorluk topraklarından bir kısmını ayırıp Kürtlere vermek, gelecekte Ermenilere yeni bir ülke hazırlamak demektir. 33 Sasuni, Garo; Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, Med Yayınları, Ġstanbul, 1992, s. 177–178. 34 Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye‟de Siyasal Partiler, Cilt II , Mütareke Dönemi (1918–1922), s. 136–137. 125 BarıĢ Konferansı‘nın dikkatine sunarız ki, bizi Osmanlı Ġmparatorluğu‘ndan ayırmak için varlığımızdan hiçbir Ģey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz. Balaban AĢiret Reisi PaĢa Bey BaĢuranlı AĢiret Reisi Yusuf Bal AĢiret Reisi Eyüp Medanlı AĢiret Reisi Çiçek Görçeli AĢiret Reisi Yusuf Abbas AĢiret Reisi Seyid Ali Rol AĢiret Reisi Hasan ġadi AĢiret Reisi Yusuf 35 ZiĢanlı AĢiret Reisi Muhsin‖ Bu telgraflar ve diğer tepkiler sonucunda baĢta Ġngilizler olmak üzere Ġtilaf Devletleri, ġerif PaĢa‘nın attığı imzaların hiçbir mana taĢımadığını anladılar. ġerif PaĢa, Kürt heyeti baĢkanlığından istifa ettiğine dair bir dilekçe vererek konferanstan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat PaĢa, bu mecburi istifayı bile dürüst biçimde gerçekleĢtirememiĢ, Ermenilerle Osmanlı devleti aleyhine ve Osmanlı‘yı yeren ifadelerle muhtıra hazırladığını unutarak Peyamı Sabah Gazetesi‘nde yayınlanmıĢ olan telgrafında istifa gerekçesini Ģu Ģekilde açıklamıĢtır: ―Saltanat ve Hilafete bağlılığımdan dolayı, Paris BarıĢ Konferansı 36 nezdindeki Kürt delegeliği baĢkanlığından istifa ettim.‖ Kazım Karabekir ise ġerif PaĢa‘nın istifasının Anadolulu, namuslu ve dindar insanların gösterdikleri vatanseverliğin 37 bir sonucu olduğunu belirtmiĢtir. Paris BarıĢ AntlaĢması‘nda Osmanlı devletine iliĢkin konular tam olarak karara bağlanamamıĢ ve Osmanlı‘nın paylaĢımı konusu sonraki görüĢmelere bırakılmıĢtır. Ġtilaf Devletleri, Londra ve San-Remo görüĢmeleri sonucunda Sevr AntlaĢması‘nın temel metni üzerinde antlaĢmaya varmıĢlar ve ġark meselesini kendileri açısından nihai olarak 35 ġimĢir, age., s.310-311 36 GöldaĢ, age , s.160. 37 Öke, Mim Kemal, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu (1918–1926), TKAE Yayınları; Ankara, 1992, s.76. 126 sonlandırmaya karar vermiĢlerdi. Paris yakınlarındaki Sevr Kenti'nde Osmanlı Ġmparatorluğu ile Ġngiltere, Fransa, Ġtalya, Japonya, Belçika, Yunanistan, Romanya, Polonya, Portekiz, Çekoslovakya, Yugoslavya, Hicaz ve Ermenistan arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan bu antlaĢma, 433 maddeden oluĢuyordu. Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun paylaĢımını formüle eden antlaĢmayla; Ġzmir Türkiye‘den alınarak Yunanistan‘a bağlanıyor, Ġstanbul ve Çanakkale boğazlarının denetimi uluslararası bir komisyona veriliyor, Türkiye‘nin Avrupa‘da kalan topraklarının sınırları belirleniyor, karasuları içindeki bütün adaların bırakılması öngörülüyor, silahlı kuvvetlerinin asker sayısı en alt düzeye indiriliyor ve baĢka hükümlerin yanı sıra ülkenin ekonomik tesisleri üzerinde doğrudan bir gözetim kuruluyordu. Türkler, eski Osmanlı vilayetlerinin manda sistemi ya da büyük devletlerin doğrudan yönetimi altına girmesini öngören bütün kararları 38 kabul etmek zorunda bırakılıyordu. Manda yönetimine girecek yerlerden birisi de Güneydoğu Anadolu‘ydu. Burada Ġngiliz himayesinde özerk bir Kürt bölgesi yaratılıyordu. Doğu Anadolu‘da ise bağımsız bir Ermenistan inĢa edilmiĢtir. Kürtlerin özerkliğini (ve hatta belki de bir yıl sonra bağımsızlığını) sağlayacak maddeler, Sevr antlaĢmasının ―Kürdistan‖ baĢlığı altında sıralanmıĢtır. Bu üç maddenin tam metinleri Ģu Ģekildedir: Madde 62: “İş bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sayılarak altı ay içinde İstanbul‟da toplanacak ve İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerince atanacak üç kişilik bir komisyon, 27. maddenin II/2. ve 3. Fıkralarının tanımladığı biçimde, Fırat‟ın doğusunda, Ermenistan‟ın güney sınırları güneyinde, Türkiye‟nin Suriye ve Mezopotamya ile olan sınırının kuzeyinde, çoğunlukla Kürtlerin bulunduğu bölgeler için bir yerel özerklik planı hazırlayacaktır. Herhangi bir sorun üzerinde oybirliği sağlanmazsa, sorun, komisyon üyeleri tarafından hükümetlerine sunulacaktır. Bu plan, bu bölgede yaşayan Asuri-Geldani ve öteki soy ve din azınlıklarının korunması için tüm güvenceleri içerecek ve bu amaçla, İngiliz, Fransız, İtalyan, İranlı ve Kürt temsilcilerden oluşacak bir komisyon işbu antlaşma hükümleri gereğince Türk sınırının İran sınırı ile aynı olduğu yerde, gerekmekte ise, ne gibi düzenlemeler yapılacağını incelemek ve karara bağlamak için bu yerleri gezecektir.” 38 Ahmed, Kemal Mazhar, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan, Berhem Yayınları, Ankara, 1992, s. 316–317. 127 Madde 63: “Türkiye Hükümeti, yukarıdaki 62. Maddede sözü edilen her iki komisyonun da kararlarını, adı geçen hükümete bildirmelerinden sayılarak üç ay içinde, kabul etmeyi ve yerine getirmeyi baştan yükümlenir.” Madde 64: “Bununla birlikte, işbu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden bir yıl içinde 62. maddede tanımlanan bölge içindeki Kürt halkları, bu bölge nüfusunun çoğunluğunun Türkiye‟den bağımsız olmak istediğini gösterir biçimde Milletler Cemiyeti Konseyine başvuracak olur ve Konsey de bu halkların bu bağımsızlığı kullanmaya yetenekli oldukları kanısına vararak, bunun kendilerine sağlanmasını öğütleyecek olursa, Türkiye, bu öğütleme hükümlerini yerine getirmeyi ve bu bölge üzerindeki tüm hak ve yetkilerini bırakmayı başından yükümlenir. Bu bırakma işleminin ayrıntıları, işbu antlaşmayı imzalayan başlıca Müttefikler ile Türkiye arasında ayrı bir anlaşma konusu olacaktır. Böylece bir bırakılma olacak olursa, Kürdistan‟ın şimdiye değin Musul ili kapsamında sayılmış bölümünde oturan Kürtlerin, böyle bir bağımsız Kürt devletine 39 gönüllü olarak katılmalarına başlıca Müttefik Devletlerce karşı çıkılmayacaktır.” KTC, Sevr AntlaĢması‘nın Kürdistan kurulmasına iliĢkin bu maddelerini her ne kadar büyük bir sevinçle karĢılamıĢ olsa da kuzey sınırlarının belli olmamasından büyük rahatsızlık duydu. Çünkü Seyyid Abdülkadir ve arkadaĢları, Ermeniler‘in yıllardır Avrupalı dindaĢlarınca nasıl korunup kollandıklarını biliyorlardı ve kuzeyde birçok Kürt Ģehrini de içine alacak biçimde büyük Ermenistan kurulmasından korkuyorlardı. Aslında korkuları yersiz de değildi: BaĢkan Wilson tarafından Kasım 1920‘de belirlenen söz konusu bu sınır ―Karadeniz kıyısındaki bir noktadan başlayarak Erzincan, Muş, Bitlis ve Van Gölü‟ne kadar” uzananmakla birlikte “bu haliyle savaş yıllarında Rus ve Türk 40 kuvvetlerini ayıran hatta denk düşmekteydi.” Fakat ne olursa olsun Sevr AntlaĢması, KTC‘ye hedefledikleri Kürt devletini sağlıyordu. Kürtçüler açısından Sevr AntlaĢması‘nın ne anlam ifade ettiğini bir Kürtçü‘den dinleyelim: “Yüzyılımızın son çeyreğinde tamamlanan bu antlaşma Kürt halkına birlik ve bağımsızlık hakkı sağlamıştır; bu antlaşma uzun süreli çabalar ve ağır bedeller sayesinde elde edilmiştir. Bu antlaşmanın hiç bir zaman yaşama geçirilmemesine karşın onun moral gücü yeni faktörler sağlamıştır. Biz, 39 KurubaĢ, Erol, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye Cilt 1, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2004, s.99-100. 40 Ahmed, age , s.319. 128 kendi geleceğini belirleme ilkesi temelinde Birleşmiş Milletler‟ce kabul edilmiş olan, insanın var olma haklarına değinen kendi yönetimini tayin etme hakkına, moral ilkelere 41 sahibiz.” Sevr AntlaĢması, hiç kuĢkusuz; Kürtçülük açısından çok önemli bir dönüm noktası olmuĢtur. Tarihte ilk defa bir diplomatik belgede Kürtler için özerk bir devletin temelleri atılmıĢtır. Fakat Sevr, ―daha imzalandığı anda ölü doğmuĢ bir metinden baĢka bir Ģey 42 değildi, çünkü tarih Mustafa Kemal tarafından farklı bir biçimde yazılmaktaydı.‖ 4.KURTULUġ SAVAġI DÖNEMĠ Bu süreçte Kürtçüler, KTC Ģemsiyesi altında faaliyetlerini yürütmüĢlerdir. Bu faaliyetleri yürütürken Ġtilaf Devletleri ve Ġstanbul Hükümetleri ile sıkı iliĢkiler içinde olmuĢlardır. Cemiyetin üyelerinden kimisi (örneğin Bedirhanlar), bağımsız bir Kürdistan hedeflerken kimisi de (Seyit Abdülkadir gibi) halifeye bağlı özerk bir Kürdistan hayali ile faaliyetlerini yürütmüĢtür. Bağımsızlık ve özerklik konularında aralarında tam bir uzlaĢı olmasa da sırtlarını Ġtilaf Devletlerine özellikle de Ġngilizlere dayamaları gerektiği konusunda hem fikirdirler. Hemfikir oldukları diğer bir konu da Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu‘da geliĢen milli mücadelenin kendi amaçlarına uygun olmadığı bu nedenle de engellenmesi gerektiğidir. Bu sebeplerle KurtuluĢ SavaĢı sürecinde gönüllü biçimde emperyalist devletlerin bir piyonu gibi hareket etmiĢler ve milli mücadeleyi baltalamaya yönelik faaliyetler içine girmiĢlerdir. Bu faaliyetlerin en somut biçimde ortaya çıktığı iki olay, Ali Galip olayı ile Koçgiri ayaklanmasıdır. 4.1.Ali Galip Olayı Mustafa Kemal PaĢa, Samsun'a çıkmasını takiben yürüttüğü çalıĢmalarla Anadolu‘da milli bir kurtuluĢ hareketinin yeĢermesini sağlamıĢ ve 23 Temmuz 1919‘da Erzurum Kongresi‘ni toplayarak harekete önemli bir ivme kazandırmıĢtır. Mustafa Kemal‘in hızlı biçimde Anadolu‘da bir direniĢ tertiplemesi, gerek Ġstanbul Hükümetini gerekse de Ġngilizleri endiĢeye düĢürmüĢ ve tedbirler almaya zorlamıĢtır. Bu doğrultuda, Damat Ferit PaĢa Hükümeti, 29 Temmuz'da Mustafa Kemal ve Rauf PaĢa'nın yakalanarak Ġstanbul'a getirilmesi hususunda bir karar alarak, bu hususu Erzurum ve Sivas Valilerine bildirmiĢtir. Mustafa Kemal ve Rauf PaĢa hakkında alınan 41 Lazarev, age , s.188–189. 42 Ahmed, age , s.320. 129 kararın ertesi günü yani 30 Temmuz tarihinde, Harbiye Nazırı Nazım PaĢa, yakalanmasını istediği iki kiĢi ile ilgili talimatların uygulanması hususunda 15. Kolordu'nun yardımda bulunması hususu ile ilgili olarak Kazım Karabekir PaĢa'dan ricada bulunmuĢtur. Bunun yanında, dönemin Dahiliye Nazırı Adil Bey de; Van, Elazığ, Erzurum, Sivas, Ankara, Bitlis, Trabzon Valilikleriyle, Erzincan Mutasarrıflığı'na telgraflar göndermiĢtir. Tutuklanmaları için karar alınan bu iki kiĢinin idareleri dahilinde bulunan yerlerde bulundukları takdirde yakalanarak Ġstanbul'a 43 gönderilmelerini talep etmiĢtir. Bütün bu talimatlara rağmen Mustafa Kemal ve Rauf Bey‘in yakalanamaması ve Sivas Kongresi çalıĢmalarının hızla devam etmesi nedeniyle Osmanlı Dahiliye Nazırı Adil Bey, Elazığ Valisi Ali Galip‘le temasa geçerek Mustafa Kemal PaĢa ve arkadaĢlarının Sivas‘da düzenlemeyi planladıkları kongreyi engelleme talimatı vermiĢtir. Bu konuda Ġstanbul Hükümeti tarafından Elazığ Valisi Ali Galip‘e gönderilen telgraf emrinde Ģunlar yazıyordu: “Elazığ Valisi Galip Beyefendi'ye Y: 2 Eylül 1919. Sayı: İki. Arzedilir. Padişah buyruğu bugün çıkacaktır. Talimat şudur: Bildiğiniz gibi Erzurum'da kongre adı altında birkaç kişi toplanarak birtakım kararlar aldılar. Ne toplananların, ne de aldıkları kararların bir temeli ve önemi vardır. Fakat bu davranışlar ülkede birtakım söylentilere yol açıyor. Avrupa'ya ise pek şişirilerek yansıtılıyor. Bundan dolayı, pek kötü etkiler yapıyor. Ortada önemsenecek hiçbir kuvvet, hiçbir olay yokken sadece bu şişirmelerden ve kötü etkilerden kaygılanan İngilizlerin son günlerde Samsun'a epeyce bir kuvvet çıkaracakları anlaşılıyor. Hükümetin, her yere olduğu gibi size de gönderdiği belli bildirimlere aykırı tutum sürdürülürse, çıkarılacak yabancı kuvvetlerin Sivas'a ve oradan daha ilerleyerek birçok yerlere girmeleri olasılığı uzak değildir. Bu ise, ülkenin yararına elbette aykırıdır. Erzurum'da toplanan belli kişilerin yakında Sivas'ta toplanarak yine bir kongre yapmak istedikleri, yapılan yazışmalardan anlaşılıyor. Böyle beş on kişinin orada toplanmasından hiçbir şey çık- mayacağı hükümetçe bilinmektedir. Fakat bunları Avrupa'ya anlatmanın yolu yoktur. İşte bunun için bunların orada toplanmasını önlemek gerekiyor. Bunun için de her şeyden önce Sivas'ta hükümetin tam güveneceği ve yurdun esenliğine uygun olan bildirimleri eksiksiz yerine getirmeye kararlı bir vali bulundurmak gerekmektedir. Sizin gibi yüksek 43 Ertürk, YaĢar, Doğu Güneydoğu ve Musul Üçgeni (1918-1923), IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, Ġstanbul, 2007, s.223-224 130 bir kişiyi onun için oraya gönderiyoruz. Gerçi Sivas'ta kongre yapmak isteyen birkaç kişiye engel olmak pek güç bir şey değilse de kimi general, üstsubay, subay ve erlerin de bunlarla bir düşüncede olduklarının anlaşılması dolayısıyla, hükümetin alacağı önlemleri ellerinden geldiğince etkisiz bırakacakları ve bilinen kişileri olabildiğince koruyacakları dikkate alınarak, güvenilir bir iki yüz kişinin emiriniz altında bulunması başarı sağlamak için uygun görülmektedir. Bundan dolayı, önce de yazdığım gibi oralardaki Kürtlerden güvenilen yüz, yüz elli süvariyi birlikte alarak, ne için oradan gidildiği hiç kimseye sezdirilmeden Sivas'a, hiç kimsenin beklemediği bir zamanda varıp valiliği ve komutanlığı hemen ele alacak ve oradaki jandarmalarla askerleri sayıları çok az olmakla birlikte, işi iyi yönetecek olursanız, karşınızda başka bir kuvvet bulunmayacağı için hemen etkin bir duruma girerek, toparlanmalarına meydan vermemiş olacağınız ve orada bulunanlar varsa hemen yakalatıp gözaltında İstanbul'a gönderebileceğiniz apaçıktır. Bu yolla ele geçirilecek hükümet gücü ve erki, yurt içinde serüvenci davranışlarda bulunanları yıldırarak bu türlü hoşa gitmeyen davranışların ortaya çıkmasını önleyeceği gibi, dışarıda da iyi etki yaparak yabancıların asker çıkarmak ve oralara girmek yolundaki düşüncelerden vazgeçmeleri için hükümetçe yapılacak başvuru ve girişimlere sağlam bir dayanak olacaktır. Aslına bakılırsa, Sivas'ın kimi ileri gelenlerinden sağlam olarak öğ- renildiğine göre halk, bu politikacıların kışkırtmalarından, para toplamak için yaptıkları baskılardan rahatsız olmuştur, bunların önlenmesi için hükümete her türlü yardıma hazırdır. Orada hemen jandarmaya yazılacak istenildiği kadar er bulunacağı ve buna, sözü geçen kişilerce özel olarak yardım edileceği bildirilmektedir. Böylece yeter sayıda ve hükümete sıkıca bağlı bir jandarma örgütü kurduktan sonra, birlikte götüreceğiniz süvarileri memnun ederek yerlerine göndeririz. İşte alınacak önlemler bunlardır. Bunun kolaylıkla ve başarıyla uygulanması, yalnızca işi son derece gizli tutmaya bağlıdır. Sivas'ta görev aldığınızı, dahası oralara doğru gideceğinizi evinizde en güvendiğiniz kimseye bile söylemeyiniz ve Sivas'a girinceye dek işi yanınızdakilere de sezdirmeyiniz. Bu, başarının baş ilkesidir. Bundan ötürü, şimdilik ne yapıp yapıp ailenizi orada bırakarak, çevredeki aşiretleri denetlemek için beş on gün dolaşacağınızı evinizdekilere ve başkalarına söyleyerek hemen yola çıkıp bir gün önce Sivas'a ansızın varmaya çalışmalısınız. Oraya vardığınızda aşağıdaki telgrafı gerekenlere bildirip valiliği ve komutanlığı ele alarak hemen işe başlamalısınız. Bir yandan da makine başında nazırlığa durumu bildirmelisiniz. Böylece durum belli olur olmaz size yine makine başında gereğine 131 göre bildirim yapılacaktır. Böylece işe başladıktan sonra, ne zaman uygun görürseniz ailenizi ve eşyanızı Sivas'a getirtebilirsiniz. Ancak şimdi orada bulunan Reşit Paşa'nın va- lilikten çıkarıldığı, yerine başkasının gönderileceği her nasılsa duyularak, kendisi nazırlığa başvurduğu ve adları sizce bilinen kimselerin yakında Sivas'ta birleşmek istedikleri, alınan yazılardan anlaşıldığı için yok yere bir dakika geçirilmeyerek bir an önce yola çıkıp bir saat önce Sivas'a ulaşmaya çalışmanız da, işi başarma bakımından çok önemli ve çok gereklidir. Şu nedenlere ve düşüncelere göre, ne zaman yola çıkıp ne sürede Sivas'a varabileceğinizin bildirilmesi gerekmektedir. Sivas'ta ilgililere göstereceğiniz telgrafta şunlar yazılı: Sizin Sivas valiliğine ve komutanlığına atanmanızı, hükümet kararlaştırmış ve Padişah Hazretleri onaylamış olduğundan hemen yola çıkıp bu telgrafı Sivas'taki asker ve sivil memurlardan gerekenlere göstererek valilik ve komutanlık görevini almanız ve işe başlamanız ve hemen durumdan bilgi vermeniz bildirilir. 3. 9.1919 DAHILIYE NAZIRI HARBIYE NAZIRI ÂDIL SÜLEYMAN 44 ġEFIK” Ġstanbul Hükümeti cephesinde bu geliĢmeler yaĢanırken Kürt meselesini kendi hesapları doğrultusunda kullanmak isteyen Ġngilizlerle onların piyonu durumundaki Kürdistan Teâli Cemiyeti yetkilileri de boĢ durmamıĢlardır. 1919 yılında Bağdat‘ta bulunduğu sıralarda Ġngilizler tarafından Kürtlerin bulundukları bölgelerde genel manzaraya bakması ve Kürtlerin ulusal bağımsızlığa yönelik yaklaĢımlarını öğrenmesi amacıyla bölgeye gönderilmiĢ olan ve Ġngilizlerin himayesi altında bir Kürt Devleti kurulmasını sabit bir fikir haline getiren Ġngiliz subayı Noel böyle bir devleti yönetebilecek popülerliğe ve etkinliğe sahip olan kimseleri arayıp bulmaya 45 çalıĢıyordu. Yeraltı kaynakları, özellikle de petrol bakımından çok zengin olan bu bölgede Ġngiltere‘ye bağlı bir Kürdistan kurulmasının Ġngiliz çıkarlarına daha uygun olduğuna dair raporlar veren Noel, bölgede kurulacak bir Kürt Devleti‘nin Ġngiltere‘nin çıkarlarına daha uygun olduğunu düĢünmekteydi. Noel, Ermenilerden çok Kürtler‘in 46 desteklenmesinin gerekliliğini savunuyordu. Ġstanbul‘daki Ġngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir. Calthorpe‘un 10 Haziran 1919‘da Lord Curzon‘a gönderdiği rapor, BinbaĢı Noel‘in faaliyetleri hakkında bilgi 44 Özgürel, Avni, Ayrılıkçı Hareketler, Altın Kitaplar Yayınevi, Ġstanbul, 2006, s.231-232-234 45 Mumcu, age , s.15. 46 GöktaĢ, age , s.30–31 132 sahibi olmamızı sağlamaktadır: ―......BinbaĢı Noel Kürt Ģefleriyle görüĢ birliğine varırsa bundan büyük faydalar sağlıyacağını söylüyor. Bunlar Ġstanbul‘da Abdülkadir ve Bedir Han ve daha az önemli bazı kimselerdir. Bunlar Ģüphe uyandırmamak için Noel‘den ayrı olarak Kürt bölgelerine gidecekler. Türkler sulh konferansına Kürtlerin de getireleceğinden korkuyorlar. Kürtler henüz Mustafa Kemal‘e karĢı ayaklanmadı ama Noel bunu 47 sağlayacağından emin…‖ KTC, Damat Ferit hükümeti ve Ġngilizlerin beraberce aldığı kararlar sonrası Sivas Kongresini engellemek üzere 31 Temmuz 1919 tarihinde, Kürdistan Teâli Cemiyeti ileri gelenlerinden Celadet Ali ve Kamuran Bedirhan ile Emin Ali Bedirhan Ġstanbul Hükümeti‘nin de onayını alarak bölgeye gitti. Ġngiliz BinbaĢısı Noel ise dikkat çekmemek amacıyla Kürt heyetinden ayrı olarak bölgeye seyahat etti. 3 Eylül tarihinde Malatya'ya gelen BinbaĢı Noel ve yanındaki heyetin üyeleri, bu dönemde Malatya Mutasarrıfı olan Halil Rami Bedirhan ve diğer idari yetkililer tarafından karĢılanmıĢtır. Bu arada Mustafa Kemal ve arkadaĢları, kendilerine ve milli harekete karĢı gerçekleĢtirilmeye çalıĢılan komplo hareketinden haberdar olarak BinbaĢı Noel ve yanındakilerin tutuklanmasına dair kendilerine bağlı birimlere talimat yazmıĢlardır. BinbaĢı Noel, Malatya'ya gelmesinin ardından, kendisi ile yanında bulunan kiĢilerin tutuklanması için 13. Kolordu tarafından bir telgraf gönderildiğini Malatya Mutasarrıfı Halil Rami Bey'den öğrenmiĢtir. Bunun üzerine Ġstanbul'daki Ġngiliz Büyükelçiliği'ne 5 Eylül tarihli aĢağıdaki telgrafı göndermiĢtir: "Ġstanbul 'dan ayrıldığımda çeĢitli vilayetlerin yöneticilerinin, hükümetleri tarafından belirli bir amaca yönelik görevim ve onun hedefleri konusunda uyarılacaklarına dair bir izlenimin mevcuttu. Malatya'ya vardığımda hiçbir yerel yöneticinin herhangi bir uyarı almamıĢ olduğunu ĢaĢkınlıkla karĢıladım. Diyarbakır'da bulunan 13. Kolordu'nun, Malatya'daki ordu birliklerine, bana eĢlik eden ve görevimin hedefine ulaĢabilmesi için yardımları kesinlikle Ģart olan Kürtleri yakalamalarını bildiren bir telgraf çekmiĢ olduğunu öğrendim. Büyükelçilikten ricam; Türk Hükümeti'nin çeĢitli vilayetlerdeki asker ve sivil yöneticilere bana ve bana eĢlik eden, yardımları Ģart olan Kürtlere izin vermeleri için derhal bir telgraf çekmesi ve Türk Hükümeti'nin bana ve yanımdakilere herhangi bir müdahale 47 Ulubelen, age, s.193. 133 giriĢimlerinin kendileri için ciddi sonuçlar doğuracağı konusunda uyarmasıdır. Heyette yer alan Kürtlerin isimleri: Celadet Ali Bedirhan Bey, Kamuran Bedirhan Bey, Cemil PaĢazade Ebem Bey ve Abdürrahim Efendi. Bütün bunların ıĢığında, alacağınız önlemlerin sonuçları 48 hakkında bilgi vermenizi rica ederim." Bunun üzerine Ġngilizler, Damat Ferit PaĢa hükümetiyle görüĢerek bölgedeki sivil ve askeri idarecilere BinbaĢı Noel ile yanında bulunanlara dokunulmaması hususunda emirler gönderilmesini sağlamıĢtır. Ancak, Ġstanbul Hükümeti'nin hükmünün bu bölgede pek geçmemesi nedeniyle söz konusu emirler, ileriki satırlarda göreceğimiz üzere etkili olamamıĢtır. Bu noktada belirtilmesi gereken husus; Noel‘in Ġngiliz büyükelçiliğine gönderdiği telgraf ile ardından Ġstanbul hükümetinin bölge idarecilerine gönderdiği telgraf talimatların, Ali Galip olayındaki Ġngiliz parmağını ve Ġstanbul hükümeti ile KTC‘nin oynadığı rolü inkarı mümkün olmayacak biçimde gözler önüne serdiğidir. Daha önce belirtildiği üzere; Ali Galip, Ġstanbul Hükümeti‘nden çevreden toplayacağı aĢiret mensubu silahlı kiĢiler ile birlikte Sivas'a doğru hareket etmesi ve Sivas Kongresi'ni dağıtarak katılımcıları tutuklaması talimatını almıĢ ve Malatya‘ya hareket etmiĢtir. Burada BinbaĢı Noel ve yanındakilerle bir araya gelmiĢtir. Bu geliĢmeler sonrasında Mustafa Kemal, Sivas Kongresi‘nde kongre üyelerine Ali Galip ve BinbaĢı Noel‘in kongreyi basma çabalarına iliĢkin Ģu bilgiyi vermiĢtir: "Bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Buraya Galip Bey adında bir vali atanmış, geliyormuş (...) Mr. Noel adlı bir İngiliz Binbaşı, Bedirhanilerden Kamuran, Celadet ve Cemil Beyler'le beraber yanlarında onbeş kadar Kürt atlısı olduğu halde Malatya'dan gelmiş ve mutasarrıf Bedirhan-i Halil Bey tarafından karşılanmışlardır. Harput Valisi de sözde bir posta hırsızını izliyormuş bahanesi ile otomobille Malatya'ya gelmiştir. Bu maksatla bunlara Hısnımansur'daki müfreze de verilmiştir. Bu İngilizler'in amacının, para ile memleketimizde propaganda yapmak ve Kürtler'e Kürdistan kurmak sözü vererek aleyhimize ve bize karşı suikast düzenlemeye yöneltmek olduğu 49 anlaşılmış, karşı önlemler alınmıştır.” 48 Ertürk, age., s.228 49 Mumcu, age., s.10 134 Mustafa Kemal PaĢa ile bölgedeki askeri yetkililer arasında yapılan görüĢmeler sonucunda, Ali Galip, Halil Rami, BinbaĢı Noel ve yanında bulunanların tutuklanarak Sivas'a gönderilmeleri hususunda karar verilmiĢtir. BinbaĢı Noel ve yanındakiler, tutuklanmaları için askeri birliklerin görevlendirildiğini öğrenmeleri üzerine sabahın saat yedisinde Malatya'yı terk ederek kaçmak zorunda kalmıĢlardır. BinbaĢı Noel ve yanında bulunan kiĢiler Kahta yakınlarındaki RiĢvan AĢireti'nin yaylası olan Refa köyüne gitmiĢlerdir. RiĢvan AĢireti reisi Hacı Bedir Ağa, BinbaĢı Noel'in Malatya'da görüĢmelerde bulunduğu ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak amacıyla uğraĢtığı Kürt aĢiret reislerinden biriydi. Çevrede bulunan bazı Kürt aĢiretlerinin ileri gelenlerinin de Kahta yakınlarındaki Refa köyüne gelmesi sonucunda, bu kiĢiler ile birlikte BinbaĢı Noel ve yanındakiler görüĢ alıĢveriĢinde bulunmuĢlardır. Kahta yakınlarında yapılan bu görüĢme ile ilgili olarak Kamuran Bedirhan daha sonraki yıllarda Ģu bilgiyi vermiĢtir: "Hacı Bedir Ağa babamın çok yakın dostuydu, kendisine amca diye hitap ederdik. Ona konuyu anlattıktan sonra, umudumuzun kendisinde olduğunu, diğer Kürt liderlerini ikna etmek için bize yardımcı olmasını istedik. Kürt aĢiretlerinin olurunu aldığımız taktirde galip Ġtilaf Devletleri‘nin (bağdaĢık devletler) de bizi destekleyeceklerini belirttik. Hacı Bedir Ağa bizi dinledikten sonra Ģu yanıtı verdi: "çocuklar, sizler iyi eğitim görmüş gençlersiniz, ancak bölgeyi ve bölgedeki yaşam biçimini bilmediğiniz için yanlış bir yola girmişsiniz. Aşiretler ve ağalar arasındaki karşıtlıkları ve ihtilafları bilmiyorsunuz. Burada her ağa ya da aşiret lideri kendi başına buyruktur. Biri diğerinin talanını götürür, malını ve adamını kaçırır, aralarında devam ede gelen düşmanlıklar vardır. Örneğin Milli aşiret reisi Kürt İbrahim Paşa (Hamidiye Paşası) beni çekemez, bana karşıdır; ben de ona karşıyım. Keza Molkili Hacı Musa Bey, Kör Hüseyin Paşa ile ihtilaf halindedir. Diğer aşiretler arasındaki ilişkiler de benzer niteliktedir. Ben Kâhta aşiretinin lideriyim, aşiretimin çıkarlarını korumakla yükümlüyüm. Diğerleri de benim gibidir. Haydi, öngördüğünüz devleti kurduk diyelim, bunun başına kim geçecek? Hiçbirimiz diğerinin otoritesine boyun eğmez ve buyruğunu kabul etmeyiz. Sonuç olarak; Kürt aşiret, ağa ve beylerinin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını bilmenizi ve bu sevdadan vazgeçmenizi tavsiye ederim" dedi. Yaptığımız diğer temaslar da sonuçsuz kalınca hayal kırıklığı içinde İstanbul'a geri döndük." 135 Kürt aĢiretleri ayaklandırarak KurtuluĢ mücadelesini baltalama yönündeki son giriĢimleri de sonuçsuz kalan KTC üyeleri, Ġstanbul‘a dönerlerken, onları aynı amaçla kullanan BinbaĢı Noel de derin hayal kırıklığı için de Halep‘e döndü. Mustafa Kemal, Ali Galip olayını milli iradeye karĢı yapılmıĢ bir ihanet olarak görmüĢtür. Konuya iliĢkin Dahiliye Nazırı Adil Bey‘e gönderdiği 11.10.1919 tarihli Ģu telgrafa bakmak O‘nun bakıĢ açısını anlamamıza yardımcı olacaktır: "Dahiliye Nazırı Âdil Bey'e Ulusun, padişahına düşünce ve dileklerini bildirmesine engel oluyorsunuz. Alçaklar, cana kıyıcılar! Düşmanlarla birlik olup ulusa karşı haince düzenler kuruyorsunuz. Ulusun gücünü ve iradesini anlamaya gücünüz yetmeyeceğine kuşkum yoktu. Fakat yurda ve ulusa karşı haincesine ve bütün gücünüzle uğraşacağınıza inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza toplayın. Galip Bey ve yardakçıları gibi akılsızların bönce ve kuruntuya dayanan vaatlerine kapılarak ve Bay Nowel gibi ulusumuz ve yurdumuz için zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak işlediğiniz alçaklıkların ulusça yükletilecek sorumluluğunu gözönünde tutunuz. Güvendiğiniz kişilerin ve kuvvetin sonunu öğrendiğiniz zaman kendi sonunuzla karşılaştırmayı unutmayınız. 50 Mustafa Kemal" Mustafa Kemal, kendisine ve milli mücadeleye karĢı giriĢilen gaflet, dalalet hatta hiyanet dolu bu kumpası zamanında aldığı tedbirler sayesinde kolayca bertaraf etmiĢ; Ġngilizlerin, Kürtçülerin ve Ġstanbul Hükümeti‘nin bütün planlarını etkisiz kılmıĢtır. Üstelik bu hain komployu milli mücadele açısından avantaja çevirmeyi de baĢarmıĢtır: “…bu olayın askeri manada fazla önem taşımamakla birlikte Mustafa Kemal gibi taktisyen bir kurmaya siyasi hareketi için arzu ettiği zemini sağladığı su götürmez. Nitekim Mustafa Kemal bu vesileyle İstanbul Hükümeti'ni Kürtleri kışkırtarak memleketi bölmeye yönelik hareketlerde bulunmakla suçlar. Anadolu'da kendisini desteklemekte tereddüt gösteren askeri ve mülki memurlar nezdinde kullanır. Kuşkusuz olay Mustafa Kemal'e ulaşabildiği her makama "Kürt hareketinin kökünün kazınması" yönünde telkinde bulunma şansını verir. Ve sonuçta Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin düşmesinde onun bu girişimi başlıca amil olur...” 50 Özgürel, age., s. 235 136 Daha önce de belirtildiği üzere; Ali Galip olayı, Kürtçülüğün Ġngilizler ve Ġstanbul Hükümetince kullanıldığı somut olaylardan biridir. Ġstanbul‘daki Kürtçüleri çatısı altında toplayan KTC ise ―özerk Kürdistan için her yol mübahdır!‖ düĢüncesiyle Ġngilizlerin güdümü altında böylesi bir komploya ortak olmaktan çekinmemiĢtir. Oysa Ġngilizler için Kürtler, ödülü Osmanlı toprakları olan büyük satranç oyununda her an feda edilebilecek basit bir piyondan öte bir anlam ifade etmemekteydi. Bunu anlamak için Ġngiliz diplomatların yaptıkları gizli yazıĢmalara bakmak yeterlidir: “10 Haziran 1919 Amiral Sir A. Cathorpe'den Lord Curzon'a Kürtler henüz Mustafa Kemal'e karşı ayaklanmadı, ama Noel bunu sağlayacağından emin...” “21 Temmuz 1919 Mr. Hohler'den Sir E. Tilley'e Ancak Kürtlere fazla güvenilmez. Majeste'nin Hükümeti'nin amacı Türkleri azami derecede zayıflatmak olduğuna göre Kürtleri bu şekilde harekete getirmek fena bir plan 51 değil...” “27 Ağustos 1919 Mr. Hohler'den Mr.C. Kerr'e Kürtlerin ve Ermenilerin durumu beni hiç ilgilendirmez. Kürt sorununa 52 verdiğimiz önem Mezopotamya bakımındandır.” “27 Eylül 1919 Albay Meinertzhagen'den Lord Curzon'a, Noel gayet tehlikeli bir şekilde Türklerin aleyhine çalışıp Kürt propagandası 53 yapıyor.” “9 Aralık 1919 Amiral Sir F. de Robeck'ten Lord Curzon'a Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı kullanmak 54 için her parayı ödemeye hazırlardır...” 51 Ulubelen, age., s.186 52 Ulubelen, age., s.188 53 Ulubelen, age., s.192 54 Ulubelen, age., s.189 137 4.2.Koçgiri isyanı 1919 ile 1921 sonu arasında Anadolu'da 23 isyan çıktı. Bu isyanlardan sadece üçüne Kürt aĢiretleri katıldı. Bunlar, Mayıs 1920'de Cemile Çeto aĢiretinin, 1920 yazında ViranĢehir'de Milli AĢireti'nin ve 1921'in Mart ve Haziran ayları arasında Koçgiri AĢireti'nin isyanıydı. Bunlar arasında milli mücadeleyi en fazla uğraĢtıran hiç Ģüphesiz Koçgiri isyanı oldu. Koçgiri isyanının etkili olduğu bölge Sivas'ın doğusu ile Dersim'in batısı arasındaki Zara-Divriği-Kangal mıntıkasıydı. Ġsyanın ortaya çıkıĢ Ģekli ve zamanlaması göz önüne getirildiğinde Kürt aĢiretlerin kendi baĢlarına çıkardıkları bir isyandan ziyade kıĢkırtmalarla ve dıĢ destekli biçimde ortaya çıkan bir ayaklanma olduğu görülmektedir. Ayaklanma, Osmanlı topraklarının paylaĢılması amacıyla Londra ve San Remo konferanslar dizisinin yapıldığı ve Batı Anadolu‘da Yunan iĢgalinin hızla devam ettiği bir dönemde gerçekleĢmiĢtir. ĠĢte böylesi kritik bir dönemde Ankara Hükümeti, Sivas yöresinde baĢlayan Koçkiri Ayaklanması ile de uğraĢmak zorunda bırakılıyordu. “Koçgiri, Sivas‟ın İmranlı ilçesinde Karlık ve Boğazören köylerinde yerleşik bir Kürt- Alevi aşiretinin adıydı. O tarihlerde bu aşiret, Sivas‟tan Erzincan‟a kadar yayılan bir alanda yaşıyordu. Koçgiri Aşireti büyük kısmıyla Koçhisar (Hafik), Zara, Suşehri, 55 Refahiye, Kemah, Kangal ve Ovacık taraflarında yaşamaktaydı. Aşiret yaklaşık kırk bin kişiden oluşmaktaydı ve mezhep olarak Aleviydi. Koçgirili Mustafa Paşa‟nın oğlu Alişan ve Haydar Beyler, aşiret içinde sevilen iki kardeşti. Haydar Bey, Umraniye Bucak 56 müdürüydü.” Koçkiri ayaklanması da Ali Galip olayı gibi Ġngilizler ile birlikte, Seyyit Abdülkadir‘in öncülük ettiği Ġstanbul‘daki Kürtçüler ve Damat Ferit PaĢa Hükümeti tarafından birlikte tasarlanmıĢ, Sivas‘ın Zağra kazasında yerleĢik Koçkiri AĢireti‘nin reislerince yürütülmüĢtür. Bu ayaklanmada Yunanistan‘ın da parmağı olduğu anlaĢılmaktadır. Ayaklanma öncesinde bazı Yunan görevlileri, Ġngilizlerin yardımıyla Irak üzerinden gizlice Doğu Anadolu‘ya sızdırılmıĢtı. Kürdistan Teali Cemiyeti, AliĢan Bey‘i Dersim‘e göndererek bölgede cemiyete bağlı Ģubeler teĢkilatlandırmasını istedi. AliĢan Bey, yine cemiyet üyesi Baytar Nuri ile 55 Dr. Çelik, Kemal, ―Millî Mücadele'de Ġç Ġsyanlar, Vatana Ġhanet Kanunu ve Ġstiklâl Mahkemeleri‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sy.40, Kasım 2007, ss. 569-613, s.596. 56 Mumcu, age., s.23 138 birlikte Dersim, Zara, Divriği, Kangal ve Hafik ilçeleriyle Ġmraniye, Beypınar, Celalli, Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında Kürt Teali Cemiyeti‘ni kurdu. Mustafa Kemal, Kürtçülerin ve Ġstanbul hükümetinin bölgede bir isyan çıkarma hazırlığı içinde olduğunu erken fark ederek, isyanı baĢlamadan önlemek amacıyla Koçgiri aĢireti reisi AliĢan Bey‘i görüĢmeye çağırdı. Yapılan görüĢme olumlu sonuçlanmıĢ ve AliĢan Bey, Sivas vekili olarak açılacak Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde görev yapmayı kabul etmiĢ olmasına rağmen Baytar Nuri‘nin etkisiyle sözünden dönmüĢtür. Baytar Nuri, 1921 yılı baĢlarında Kangal ilçesinde bölgedeki birçok Kürt aĢiret reisinin de katılımıyla bir toplantı düzenledi. Toplantıda Kürt aĢiret reisleri, Sevr AntlaĢması'nın uygulanması ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçgiri'yi içine 57 alan bağımsız bir Kürt devleti kurulması için harekete geçmeye karar verdiler. Asiler, AliĢan ve Haydar Beylerin önderliğinde 1920‘nin Temmuz ayında harekete geçmiĢlerdir. Ġsyancılar, Ankara hükümetine gönderdikleri muhtırada taleplerini Ģu Ģekilde sıralamıĢlardır: 1) Ankara Hükümeti'nin Ġstanbul Hükümeti'nce Kürdistan'a tanınmıĢ olan muhtariyeti kabul ettiğini açıklaması, 2) Ankara Hükümeti'nin muhtırayı kaleme almıĢ bulunan Dersimli liderlere muhtar Kürdistan'ı idare tarzına dair malumat vermesi, 3) Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan hapishanelerinde bulunan Kürtlerin derhal salıverilmesi, 4) Kürt ekseriyete sahip vilayetlerde bulunan Türk memurların derhal çekilmesi, 58 5) Koçgiri havalisine gönderilen Türk askeri kuvvetlerinin geri çekilmesi. Taleplerden de net biçimde anlaĢılacağı üzere, isyancıların amacı, özerk bir Kürt devleti kurmaktı. 25 Kasım 1920 günü TBMM'ne gönderdikleri tehdit mektubunda ise bir adım daha ileri giderek bu kez bağımsız Kürdistan taleplerini açıkladılar:"Sevr AnlaĢması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması 57 Mumcu, age., s.24 58 Dündar, age., s.92 139 gerekiyor. Bu nedenle bu oluĢturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur 59 kalacağımızı beyan ederiz." Koçgiri Ġsyanı, 1921 senesinin mart ayında tepe noktasındaydı. Zara, Ümraniye ve Kemah'ta isyancılar üzerlerine gönderilen jandarma birliklerini püskürttüler. Kemah'ta kaymakam ve jandarma kumandanını esir aldılar. Ayrıca ayaklanan aĢiretler, Urfa ve 60 Antep'te iĢgalci Fransız kuvvetlerinden yardım istediler. Sivas Valisi'nin asileri isyandan vazgeçirme giriĢimi ve DanıĢtay eski üyelerinden ġefik Bey'in Zara'ya gönderilmesi gibi hükümetin iyi niyetli teĢebbüslerinin sonuç vermemesi üzerine; 10 Mart 1921 günü Vekiller Heyeti kararıyla Elazığ Vilayeti, Erzincan Sancağı ve Sivas Vilayeti'nin Divriği ve Zara kazalarında sıkıyönetim ilan edilmiĢtir. Diğer yandan, 13 Mart 1921'deki Vekiller Heyeti kararıyla Merkez Ordusu Komutanı Nurettin 61 PaĢa, seferde Ordu Komutanı yetkisiyle Koçgiri isyanını bastırmakla görevlendirilmiĢtir. Merkez ordusuyla isyancılar arasında aylarca süren çatıĢmalar sonucunda asiler, 17 Haziran 1921 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıĢtır. Bu isyanın bastırılması için devletle el ele vererek TBMM‘nin yanında yer alan Kürt aĢiretleri ve liderleri bu isyanın 62 bastırılmasının ertesinde ödüllendirilmiĢtir. Ġsyanın baĢarısız olma nedenleri hakkında Baytar Nuri Ģunları ifade etmektedir: 1. Sevr AnlaĢmasının Kürtler nezdinde heyecana neden olduğunu ancak bundan sonra Ġtilaf Devletlerinin kendilerini yalnız bıraktığı, 2. AĢiretler arasında düĢmanlığın meydana geldiği, 3. AĢiret reislerinin Ankara tarafından elde edildiği, 63 4. Türk ordusunun sayı ve silah üstünlüğü. Konunun baĢında da belirtildiği üzere; isyanın ortaya çıkmasında Ġstanbul hükümeti, Ġtilaf Devletleri ve KTC‘nin etkisi olmuĢtur. Zaten isyanın zamanlamasının tam da Ġkinci Ġnönü SavaĢı'na rast gelmesi, tesadüften öte bir durumdur. Ankara Hükümeti‘nin 59 Mumcu, age., s. 25 60 Özgürel, age., s.249 61 Dündar, age., s.93 62 Kartın, Cengiz, ―Mustafa Kemal Atatürk‘ün Milli Mücadele Döneminde Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘daki AĢiretlere Yönelik Siyaseti‖, T.C. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, Ağustos 2005, s.124 63 Kartın, agt., s.124 140 batıdan Yunanlılarca doğudan Kürt isyancılarca kuĢatılmasını ve bu konuda Ġngilizlerin rolünü Amerikan Askeri AteĢesi, Washington‘a Ģu Ģekilde bildiriyordu: ―… Yunanlılar, önemli bir zafer kazanırlarsa, Kürt isyanı, Türkiye‘nin arkasını ciddi bir biçimde tehdit edebilir. Ancak Batı‘daki savaĢ Türklerin lehine geliĢirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderlerden biriyle Kürt Sorunu‘na son verebilir. Ġngilizler, kuĢkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt Sorunu ile meĢgul olduğu sürece Mustafa Kemal‘in Musul‘a el koyamayacağını düĢünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı 64 olmaktadırlar.‖ Ġstanbul hükümetinin Ankara‘yı ve dolayısıyla kurtuluĢ mücadelesini etkisiz kılmak amacıyla Kürtler üzerinden hazırladığı planları ise 29 Mart 1920 ve 30 Temmuz 1920 tarihli gizli belgelerde, Ġngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Lord Curzon‘a Ģu Ģekilde bildiriyordu: "Kürt Meselesi hakkında sizin fikrinizi biliyorum. Daha kesin bir karara varmamız için bunu yazıyorum. Damat Ferit bana geldi. Sulh anlaĢmasına göre Kürtler ayrı bir devlet olacaklar. Kürt liderleri, Mustafa Kemal'i sevmezler. Çünkü o BolĢeviklik'i getirmek istiyor. Siz Mustafa Kemal'den nefret ediyorsunuz, çünkü o sizin yaptığınız anlaĢmayı kabul etmiyor. O halde Kürtler'i Mustafa Kemal'e karĢı kullanalım, dedi." (29 Mart 1920 65 tarihli belge) ―Ferit PaĢa, antlaĢma imzalandıktan sonra Anadolu‘da ‗düzeni sağlamak‘ için, Ġngiliz Generali (Shuttleworth) ile birlikte Harbiye Nezaretinde iki plan üzerinde çalıĢtıklarını bildirdi; Planlardan biri, AntlaĢma (Sevr) imzalanır imzalanmaz Mustafa Kemal‘in üzerine saldırtmak için 15.000 kiĢilik küçük bir ordu kurulması, diğeri de Kürtlerin maĢa (instrument) olarak kullanılmasıdır. Birinci planın hazırlığı bitmek üzeredir, General Shuttleworth ile bu gün öğleden sonra yapacakları görüĢmede bu plana son Ģeklinin verileceği umut edilmektedir: Kürtlerin kullanılmasına gelince, Ferit paĢa, Ġstanbul‘daki Kürt liderlerin Mustafa Kemal‘e karĢı harekete geçmeye pek istekli olduklarını söylüyor. 64 Mumcu, age., s.22 65 Mumcu, age., s.14 141 15.000 kiĢilik bir ordu (Hilafet Ordusu) kurulmasına bir itirazım olmadığını, Kürtleri kullanma konusunu ise Zatı Devletleri‘ne (Lord Curzon‘a) arzedeceğimi 66 sadrazama söyledim.‖ (30 Temmuz 1920 tarihli belge) Koçgiri isyanı önceki isyanlardan farklı olarak daha milliyetçi söylemler taĢımaktaydı. Hiç Ģüphesiz bunda KTC‘nin etkisi vardı. Yukarıda belirttiğimiz gibi, isyanın liderleri KTC üyeleriydi ve bunun doğal sonucu olarak milliyetçilik akımının etkisindeydiler. Taleplerinde de milliyetçilik belirgindi. Fakat halk kitleleri gerek eğitim gerekse de sosyo-ekonomik açıdan milliyetçiliğe uzaktı. Dolayısıyla Koçgiri isyanının özünde de önceki Kürtçü isyanlarda görülen benzer problemler vardı. Ġsyana iĢtirak eden kitleler, milliyetçilik güdüsü ile değil aĢiret reisine bağlılığı nedeniyle eline silah almıĢtı. Diğer bir problem ise isyanın yörenin kendi iç dinamiklerinden doğmamıĢ, Ġstanbul ve itilaf devletlerinin etkisiyle ortaya çıkmıĢ olmasıydı. Ġsyanın bir diğer zayıf yanı da isyana Sünni aĢiretlerin destek vermemiĢ olmasıydı. Bu bile (mezhepsel açıdan üçe bölünmüĢ Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan için topyekün faaliyetleri ile karĢılaĢtırıldığında) isyanın modern milliyetçi düĢüncelerden uzak ceyran ettiğinin bir kanıtıydı. 5. LOZAN GÖRÜġMELERĠ DÖNEMĠ KurtuluĢ SavaĢı boyunca Mustafa Kemal liderliğinde verilen baĢarılı mücadele ve Yunanlıların yurttan atılması sonucu sıra bu askeri zaferin siyasi bir zafere dönüĢtürülmesine gelmiĢti. Türk heyeti, 20 Kasım 1922‘de baĢlayan Lozan Konferansı‘na bu gaye ile gitti. Fakat iĢlerinin hiç de kolay olmayacağını biliyorlardı. Atatürk, bu durumu Ģu sözleriyle açıklamıĢtır: ―... Lozan BarıĢ masasında söz konusu edilen meseleler, üç-dört senelik yeni devreye ait ve yalnız onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesapları görülü- yordu. Bu kadar eski, bu kadar karıĢık, bu kadar kirli hesapların içinden çıkmak, elbette o 67 kadar basit ve kolay olmayacaktır." Açıkça anlaĢılacağı üzere; Mustafa Kemal‘in yüzyılların hesabı olarak belirttiği husus, ġark meselesinin ta kendisidir. Batılılar için bu kadar sonuca yaklaĢmıĢken Türkler‘i Avrupa‘dan ve Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen çok sayıda mekana ev sahipliği yapan Anadolu‘dan atamamak kolay kabul edilebilir bir durum değildi. Dolayısıyla Ġtilaf Devletleri, Lozan Konferansı‘nın her aĢamasında Sevr‘in Ģartlarını biraz değiĢtirip, iyileĢtirip tekrar önümüze sürmüĢler; fakat Türk hükümetinin 66 ġimĢir, age., s.452 67 Dündar, age., s.70 142 kararlı tutumu sonrasında birçok konuda geri adım atmak zorunda kalmıĢlardır. Kürtlere iliĢkin konularda da durum benzer Ģekilde ceyran etmiĢtir. Lozan barıĢ görüĢmelerinde Kürtlere iliĢkin olarak iki temel konu üzerinde tartıĢmalar yapılmıĢtır. Bunlardan birincisi azınlık tanımıdır. Ġkincisi de Musul‘dur. 5.1. Azınlıklar sorunu Bilindiği gibi; Sevr AntlaĢması‘na göre Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Ermenistan ve Kürdistan adıyla iki devlet kurulacaktı. Lozan AntlaĢması‘nda ise Ġtilaf Devletleri, KurtuluĢ SavaĢı‘nı beraber yürüten Kürtlerle Türklerin yek vücud olduğunu görerek Kürdistan konusunda hiçbir talep sunmamıĢlar, Ermenistan konusunu ise tekrar masaya getirmelerine karĢın bu konudan da sonuç alamamıĢlardır. Fakat bu noktada Ģunu belirtmek gerekir ki; Ġtilaf Devletleri, her ne kadar Sevr‘de hazırlıkları Kürdistan haritasını Lozan‘da açmadılarsa da tamamen ortadan kaldırmak da istemediler. Bu sebeple ileri de konuyu tekrar canlandırabilmek ve KurtuluĢ SavaĢı sırasında Türklerle Kürtlerin birlikte gösterdikleri yeknesaklığı ortadan kaldırabilmek için Kürtleri ve diğer Müslüman toplulukları azınlık tanımlaması içine sokmaya çalıĢtılar. Osmanlı‘da millet sistemi vardı bu sisteme göre toplum, Müslim ve gayri Müslimlerden oluĢmaktaydı. Devlet açısından Müslümanlar arasında herhangi bir fark bulunmamaktaydı. Ali Bulaç, bu konu ile ilgili olarak Ģunları söylemektedir: "Müslüman toplumlarda gayri Müslimler zımmi olarak kabul edilir. Onların hukuki statüleri bazı alanlarda çoğunluk olan Müslümanlardan farklıdır... Tarihi olarak hiçbir Müslüman kavim, etnik grup veya mezhep 'azınlık' olamaz. Ġslam dininin amir bir hükmü olarak Müslüman baĢka Müslümanın azınlığı olamaz. Yukarıda önemle altı çizildiği gibi 'azınlık' (ekalliyet) bir kavram ve nisbi ayırımcılığı hedefleyen bir uygulama olarak Batı dünyasına aittir. Lozan da bu temel Ġslami ilke ve tarihsel uygulamayı referans alarak, hangi kavim, mezhep ve etnik kökenden olursa olsun, bütün Müslümanları çoğunluk statüsünde kabul etmiĢtir... ġu veya bu tarzda olsun, dini açıdan Müslüman, Müslümanın zımmisi 68 olamaz." Ali Bulaç‘ın özetlediği sebeplerden dolayı TBMM ve onu Lozan‘da temsil eden heyetin temel yaklaĢımı da sadece gayri Müslimlerin azınlık statüsü içerisinde değerlendirilmesiydi. Ġtilaf Devletleri ise azınlık terimini mümkün olduğunca geniĢ bir 68 Tan, age., s.195 143 biçimde tanımlayarak ileride Sevr‘in Ģartlarını tekrar dayatabilecekleri bir Türk devleti yaratmak istiyorlardı. Bu nedenle, Ġtilaf Devletleri, Azınlıklar Alt Komisyonu‘nun 14 Aralık 1922 oturumunda Türk heyetinin önüne soy, dil ve din azınlıklarının haklarının korunması konusuyla geldiler. Böylelikle Anadolu‘da Kürt, Çerkez, Arap, Arnavut, BoĢnak gibi çok sayıda etnik ve dil farklılığına sahip azınlık yaratabileceklerini düĢünüyorlardı. Yarattıkları azınlıklar üzerinden de böl-parçala-yönet taktiğiyle yeni Türkiye Cumhuriyetini parçalamayı planlıyorlardı. Açıkçası Ġtilaf devletleri, Sevr‘i diriltmeye çalıĢıyorlardı. Gerçekten de Sevr AntlaĢması‘nda 141‘den 148‘e kadar olan maddeler soy, dil ve din azınlıklarını düzenliyordu. Sevr‘deki bu hükümleri Ģimdi Lozan‘a sokmaya çalıĢıyorlardı. Lozan‘da Türk hükümetini temsil eden heyette yer alan Rıza Nur, konuya iliĢkin Ģu yorumu yapmıĢtır: ―Frenkler, bizde ekalliyet(azınlık) diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Aleyhimizde olunca Ģu adamlar ne derin, ne iyi düĢünüyorlar… Irak (soy) tabiri ile Çerkez, Abaza, BoĢnak, Kürt‘ü Rum ve Ermeninin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup baĢka dil konuĢanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon KızılbaĢı da ekalliyet yapacaklar. Yani 69 bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi iĢittiğim zaman tüylerim ürperdi…‖ Ġsmet PaĢa, Ankara‘ya 22 ve 23 Aralık 1922 tarihli telgraflarında konuya dair Ģunları rapor ediyordu: “21 Aralık raporu: Alt komisyonlar toplandı. Azınlıklar komisyonunda „ırk ve dil azınlıkları‟ tabirini kabul etmedik, yalnız ‟gayri Müslim‟ tabirini kabul ediyoruz. Şiddetli tartışma oldu. Başkan İtalyan oturuma ara verdi… saçlarım ağardı. On yaş ihtiyarladım. 70 Bize kuvvet ver şanslı Gazi.” “22 Aralık raporu: Azınlıklar alt-komisyonunda olağanüstü zorluk çıkardılar. Ağır tekliflerini reddettik… Müttefikler, barış için, eskinin yalnız şeklini değiştirip özünü muhafaza etmeye çalışıyorlar. Hemen her meselenin hududunda duvarlara dayanıp durmuşuzdur. Ya bizi yıkacaklar, eski usulde muaddel bir Sevr yapacaklar, ya da biz onları 69 ġimĢir, age., s.495 70 ġimĢir, age., s.491 144 yıkacağız, her medeni ve müstakil millet gibi bir sulh yapacağız. Konferansın kesilmesi 71 beklenmelidir.” Azınlıklar konusu Ankara için öylesine önemlidir ki; Rauf Bey, Ġsmet PaĢa‘ya cevaben 23.12.1922 tarihli Ģu telgrafı göndermiĢtir: ―Konferansın kesilmesi ihtimaline 72 karĢı ordu hazır durumdadır.‖ Benzer biçimde Mustafa Kemal de gerekirse görüĢmelere son vermekten kaçınılmaması için 26 Aralık 1922 tarihli Ģu telgrafı göndermiĢtir: ―Ordu iyidir hazırdır. 73 Hasretle gözlerinde öperim çok sevgili kardeĢim Ġsmet.‖ Fevzi PaĢa‘nın da aynı kararlılığa ve düĢüncelere sahip olduğuna dair BaĢbakan Rauf Bey, Aralık 1921 tarihli aĢağıdaki telgrafı Ġsmet PaĢa‘ya göndermiĢtir: ―Fevzi Paşa‟nın görüşü: Lord Curzon‟un Sevr Antlaşması‟nı değişik ve hafifletilmiş biçimde bize kabul ettirmek istediği anlaşılmıştır. Azınlıklar ve kapitülasyonlar konularında hiçbir fedakârlıkta bulunamayız ve askeri tedbirlere devam ederiz… Döktüğümüz kanları bir 74 takım hayallere feda edemeyiz…” Görüldüğü gibi; azınlıklar konusunda Ankara, çok kararlıdır. Hem de gerekirse yeni bir savaĢı göze alabilecek kadar..! Ankara Hükümeti‘nin bu kararlı tavrı Ġtilaf Devletlerinin temsilcilerinin geri adım atmasına sebep oldu. 10 Ocak 1922 tarihli telgrafında Ġsmet PaĢa, durumu Ģu Ģekilde rapor ediyordu: “9 Ocak Raporu: Azınlıklar komisyonu toplandı. Ermeni yurduna kısaca değinildi. Curzon yumuşak bir konuşma yaptı. Yalnız Hıristiyan azınlıkların varlığı kabul ediliyor. Azınlıklar işi elverişli biçimde sona eriyor. Ermeni 75 yurdu da son günlerindedir. Amerikalı hiç karışmadı.” Müttefiklerin, soy, dil, din azınlıkları söyleminden vazgeçerek sadece gayri Müslimleri azınlık olarak kabul etmelerinde hiç Ģüphesiz Ankara Hükümeti ve temsil heyetinin kararlılığı kadar Anadolu‘daki Kürtlerin tutumu da önemli rol oynamıĢtır. Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, MuĢ, Siirt, Urfa, Kozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin imzaladıkları ve Meclis‘te de okunan metin Ģu Ģekildedir: “Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir (tek vücuttur). Kürtler, hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve 71 ġimĢir, age., s.492 72 ġimĢir, age., s.492 73 ġimĢir, age., s.492 74 ġimĢir, age., s.492 75 ġimĢir, age., s.493 145 bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin tesiri yoktur. Avrupa hükümetlerinin Kürtleri müdafaa etmeye salahiyetleri (yetkileri) olmadığı biddefaat (defaatle) memleketimiz halkıyla beraber protesto edilmiş olduğu halde yine ekalliyetlerden (azınlıklardan) mevzubahis edilmesi şayan-ı teessüftür. Kürtlerin her vakit Türklerle beraber vatan uğrunda daima ölmüş ve ölmeye hazır oldukları cümlenin malumudur. Buna binaen Erzurum milletvekili Necati ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Beylerin ekalliyetler hakkındaki nutuklarının 76 musarahaten (açıklıkla) neşriyle (yayımlanmasıyla) cihana ilanını teklif ederiz." Sivas milletvekili Hüseyin Rauf Bey ise Ģöyle diyordu: "Kürtlerin Türkiye halkı ile mukadderatları (kaderleri) birdir, her şeyleri birdir, gayeleri, dinleri birdir. Ekalliyetler bunlara teşmil olunamaz. Bugün Kürt için ekalliyet (azınlık) mevzubahis etmek, Türk için 77 ekalliyet bahsetmek demektir. Şu halde bu tamamen reddolunmuştur." Dersim Mebusu Diyap Ağa Ġsmet PaĢa'ya, "...hepimiz biriz, hepimiz biliyor ve 78 söylüyoruz ki dinimiz diyanetimiz, aslımız birdir. Bizim içimizde ayrılık yoktur..." demiĢti. Sonuç olarak Kürtler, bu söylemleriyle müttefiklerin etnik ve dil temelinde yaratmaya çalıĢtıkları ayrılığı temelsiz bıraktılar ve Lozan görüĢmelerinde gündemden düĢmesine katkı sağladılar. 5.2. Musul Sorunu Musul, gerek Türk heyetinin gerekse de Ġngiliz heyetinin Lozan BarıĢ Konferansı‘nda üzerinde en fazla yoğunlaĢtığı konulardan biridir. Türk heyeti için önemi Misak-i Milli sınırları içerinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını belirleyen ve son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ının 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda kabul edilen Misak-ı Milli'nin birinci maddesi, Türkiye'nin güney sınırlarını çizmektedir. Bu maddeye göre; "30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte, Osmanlı Devleti'nin özellikle Arap çoğunluğunun yaĢadığı, halen düĢman iĢgali altında bulunan bölgelerinin geleceği, bölge halkının hür iradesi doğrultusunda belirlenmelidir. Söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karĢılıklı saygı ve sevgi duyguları besleyen, soy ve toplum iliĢkileri 76 Tan, age., s.193 77 Tan, age., s.503 78 Ertürk, age., s.254 146 ile çevrelerinin koĢullarına saygılı Osmanlı-Ġslam çoğunluğunun yerleĢmiĢ bulunduğu 79 kesimlerin tümü, hiçbir nedenle birbirinden ayrılmaz bir bütündür." Mustafa Kemal PaĢa, Misak-i Milli‘ye iliĢkin T.B.M.M'de yaptığı konuĢmasında, ―Mütareke akdolunduğu gün ordularımız filen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudud Ġskenderun Körfezi cenubundan, Antakya‘dan, Halep ile Katma Ġstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri‘ne mülaki olur. Oradan Deyrizor‘a iner, badehu Ģarka temdid edilerek Musul, Kerkük, Süleymaniye‘yi ihtiva eder. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırı ile meskûn 80 aksam-ı vatanımızı tahdid eder.‖ demiĢtir. Lozan Konferansı‘nın devam ettiği, özellikle Musul Meselesi‘nin tartıĢıldığı sıralarda da Mustafa Kemal PaĢa, 25 Aralık 1922‘de La Jurnal Muhabiri Paul Herriot‘a ve 30 Ocak 1923‘te Ġzmir basınına verdiği beyanatlarıyla düĢüncesinde ısrarlı olduğunu ortaya koymuĢtur: ―Musul Vilayeti‘nin hududu Millimize dahil olduğunu biddefaat ilan ettik. Lozan‘da elyevm karĢımızda bulunanlar bunu pekâlâ bilirler. Vatanımızın hudutlarını tayin ettiğimiz zaman büyük fedakârlıklara katlandık. Menfaatlerimize aykırı olmakla beraber sulh taraftarı hareket ettik. Artık Milli arazimizden en ufak bir parçasını bizden koparmağa çalıĢmak pek haksız bir hareket olur. Buna izin vermeyiz. Musul Vilayeti Türkiye Devleti‘nin hududu Millisi dahilindedir. Buraları anavatandan koparıp, Ģuna buna 81 hediye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyeti Akvam ile bu meselenin ilgisi yoktur.‖ Ġngilizler açısından ise Musul ve çevresinin önemi, barındırdığı zengin petrol yataklarından kaynaklanmaktaydı. Bölgenin önemli bir petrol rezervine sahip olduğu II. Abdülhamit‘in yaptırdığı çalıĢmalar sonucu daha 1890‘lı yıllarda tespit edilmiĢti. Ġtilaf Devletleri‘nin aralarında yaptıkları anlaĢmalar gereğince Musul ve çevresi Fransa‘ya bırakılmıĢ olmasına karĢın Ġngiltere, önemi nedeniyle bölgeyi Mondros AteĢkes AntlaĢması‘na da aykırı biçimde iĢgal etmekten kaçınmamıĢtır. Sonraki süreçte ise bu bölgeyi resmi olarak da Fransızlardan alabilmek için 18 Ocak 1919 tarihinde toplanan Paris BarıĢ Konferansı‘nda Fransızlarla pazarlığa oturmuĢtur. Yürütülen ikili görüĢmeler sonucu Fransa Suriye, Sam, Halep ve Ġskenderun bölgesinin mandateri olmak ve petrol 79 Kısıklı, Emine, ―Yeni GeliĢmelerin IĢığında GeçmiĢten Günümüze Musul Meselesi‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Ensitüsü, Atatürk Yolu Dergisi, Sy. 24, Kasım 1999-2003, ss. 487-526, s.492 80 Doğanay, Rahmi, ―Misak-ı Millî‘ye Göre Lozan‖, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11, Sy. 2, ss. 281-294, Elazığ-2001, s.284 81 Doğanay, agm., s.285 147 82 gelirinden pay almak koĢuluyla Musul‘u Ġngilizlere vermeyi kabul etmiĢtir. Fakat KurtuluĢ SavaĢı sonucu Musul‘u Ġngiltere‘ye bırakan metinler hukuki değerini yitirmiĢtir. Buna karĢın Ġngiltere, Musul ve çevresi üzerindeki hak iddialarından vazgeçmemiĢ ve konu Lozan BarıĢ Konferansı‘nda gündeme gelmiĢtir. Konferansta Ġngilizler Ģu iddialarda bulunmuĢlardır: ―1. Musul vilayetinde pek çok Arap bulunmaktadır. 2. Kürtler, Türklerle birlikte yaĢamak istememektedir ki, bunu Dersim olayı ve 1914 Bitlis‘te çıkan olaylar açıkça göstermektedir. 3.Ġngiliz hükümeti Mondros Mütarekesi sonrasında Araplar‘a karĢı bir takım yükümlülükler altına girmiĢ, Araplar da Ġngiltere‘ye bağlılık göstermiĢtir. 4. Ġngiliz orduları Birinci Dünya SavaĢı‘nda Türkleri yenerek Irak‘ı fethettiğinden, Ġngiltere Musul üzerinde fetih hakkına sahiptir. Ġngiltere‘nin bu iddialarına Ġsmet PaĢa baĢkanlığındaki Türk heyeti, Ģu sekilde cevap vermiĢtir: 1.Musul Vilayetinde Araplar azınlık durumunda olduklarından Irak‘a bağlanmasını talep edemezler. Ancak eğer böyle bir talepte bulunulursa Türkiye de Bağdat‘ın kuzeyinde çok daha büyük bir Türk nüfusunun bulunması dolayısıyla bu bölgenin kendi sınırları içine alınmasını talep edecektir. 2.Kürtlerin Türklerle birlikte yaĢamak istemedikleri iddiası doğru değildir. Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nde pek çok Kürt milletvekilinin yer alması, Bağımsızlık SavaĢı esnasında Kürt vatandaĢların büyük hizmetlerde bulunmaları ve bunu engellemek için Ġngiliz uçak filolarının pek çok Kürt köyünü bombalamaları açıkça göstermektedir. 3.Türkiye, Irak‘ın Ġngiliz mandaterliğine ihtiyacı olmadığını ve böyle bir mandaterlik verildi ise de bundan haberdar olmadığını düĢünmektedir. Osmanlı‘nın bir parçası olan Irak‘a iliĢkin yapılmıĢ hiçbir antlaĢmanın hukuki olarak bir değeri yoktur. Çünkü Irak halkı tam bağımsızlık içinde oy vermek için özgür bırakılmamıĢtır. 82 Değerli, Esra Sarıkoyuncu, ―Lozan BarıĢ Konferansı‘nda Musul‖, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 10, Sy. 18, Aralık 2007, ss.127-140, s.129. 148 4. Ġngiltere‘nin Musul‘a el koymasını haklı göstermek için, öne sürülen fetih hakkının bu yüzyılda hiçbir değeri yoktur. 83 5. Coğrafi ve siyasi bakımdan Musul Anadolu‘nun tamamlayıcı parçasıdır.‖ Ġsmet PaĢa baĢkanlığındaki Türk heyeti, Ġngilizlerin iddialarını bu Ģekilde çürütürken neden Musul bölgesinin Türkiye‘ye bağlanması gerektiğini Ģu gerekçelerle açıklamıĢtır: 1) Bu vilayet halkının büyük çoğunluğu Türk ve Kürt‘tür. 2) Bu vilayette oturanlar, yeniden Türkiye‘ye bağlanmak istemektedirler. 3) Coğrafi, ekonomik, askeri ve siyasi bakımlardan, bu vilayet, Anadolu‘nun tamamlayıcı parçalarındandır; bu vilayet, ancak Anadolu‘ya bağlı kalmakla gerçek çıkıĢ yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı iliĢki kurabilecektir. 4) Anadolu‘nun güney kesimlerini birleĢtiren yolların kavĢak noktası olan Musul‘un, ticaret iliĢkilerinin ve bu bölgenin güvenliği bakımından, bizim elimizde olması zorunludur. 5) Musul vilayeti, ülkemizin birçok baĢka parçaları gibi, savaĢmanın durmasından sonra ve yapılmıĢ sözleĢmelere aykırı olarak, bizden alınmıĢtır; bu yüzden, aynı durumda kalmıĢ öteki bölgeler gibi, Musul‘un da bize verilmesi gerekir. 6) Musul bölgesi tarihsel olarak da Anadolu‘nun ve Türklüğün ayrılmaz bir parçasıdır. On bir yüzyıldan beri, Osmanlı ve Selçuklu Ġmparatorlukları‘nın kurulmasından da önce, Abbasiler döneminden beri Musul ve Bağdat‘ın kuzeyine kadar uzanan bölge, 84 aralıksız Türklerin olmuĢtur. Ġngiliz ve Türk heyetlerinin Musul‘un demografik yapısı hakkında da farklı tezleri vardı: Lord Curzon, Süleymaniye, Kerkük, Musul ve Erbil'de toplam Kürt nüfusunun 457 bin, Türk nüfusunun da 65 bin olduğunu ileri sürüyordu. Buna karĢın Türk heyeti, Süleymaniye, Kerkük, Musul‘da yaĢayan toplam 503 bin kiĢinin 263 bininin Kürt, 149 bininin Türk, 43 bininin Arap, 18 bininin Yezidi olduğunu açıklıyordu. Ayrıca Türk heyeti, bölge insanının Türkiye‘ye katılmak isteğinin gerekirse plebisit yapılarak ortaya konulabileceğini iddia etmekteydi. Ġngilizlerse bölge insanının Türklere olan sempatisinin 83 Değerli, agm., s.135-136 84 ġimĢir, age, s.496-503 149 farkında olduğundan plebisit yöntemine karĢı çıkıyor, bölge halkının çok cahil olması nedeniyle böyle bir halk oylamasının doğru sonuçlar vermeyeceğini iddia ediyordu! Oysa aynı Ġngiltere, çok değil 2,5 yıl önce, 10 Ağustos 1920‘de, Osmanlı‘ya zorla imzalattıkları Sevr AntlaĢması‘nın 62. maddesinde Doğu Anadolu‘da Kürdistan kurulmasını öngörüyor ve 64. maddesinde de Musul bölgesinde kalan Kürtlerin, bağımsız Kürt devletine gönüllü olarak katılabilecekleri belirtiliyordu. Bu gönüllülük hiç Ģüphesiz plebisit yapılarak tespit edilebilirdi. Dolayısıyla Ġngiltere ve müttefikleri, Lozan barıĢ görüĢmelerinde Musul bölgesindeki insanların aradan geçen 2,5 yıl içinde plebisit ile kendi kaderlerini çizemeyecek kadar cahilleĢtiği iddiasında bulunarak kendi kendileri ile çeliĢmekteydiler! Ġsmet PaĢa, 26 Kasım görüĢmesinin içeriği hakkında, 27 Kasım tarihinde Ankara'ya gönderdiği telgrafta Ġngiliz heyetinin baĢkanı ile yaptığı görüĢme hakkında Ģu bilgileri vermiĢtir: "AkĢam Curzon ile Irak üzerinde özel olarak konuĢtuk. Musul vilayetini isteyeceğimizi söyledim. Fakat reddetti. Müttefiklerle tamamen mutabık olduğunu, Yunanlılara galip geldiğimizi, fakat Ġngilizleri yenemediğimizi ifade etti. Aramızda ciddi tartıĢma geçti. Konuyu bir aralık petrole getirerek, bizim de petrole ihtiyacımız olduğunu söyledim. Bir petrol Ģirketi olduğunu, bunun dörtte birinin Fransızlara, dörtte birinin Ġngilizlere, dörtte birinin Amerikalılara verildiğini, diğer dörtte birinin de diğerlerine ait olduğunu söyledi. Bu diğerleri Türkler olabilir dedim. Olabilir dedi. Bir de savaĢtan sonra paraya ihtiyacımız olacağını, devletlerin ortaklaĢa borç verebileceklerini söyledi. Ben de bu iĢler hep konuĢulabilir dedim. Fakat yarın konferansta ben Musul vilayetini isteyeceğim. Kendisi de kesinlikle reddetmek için bütün araçları ve bütün düzenlemelerini hazırladığını söyledi. KarĢılık olarak dedim ki: Bu konuyu özel olarak aramızda müzakere 85 edelim." 10 Aralık 1922 günü Ġsmet PaĢa, Lord Curzon ile tekrar ikili bir görüĢme yapmıĢtır. Bu görüĢmenin Musul sorununu ilgilendiren bölümüne iliĢkin Ankara'ya raporu Ģu Ģekildedir: "Musul konusunu açtığımda Lord Curzon kesinlikle reddetti ve bu konuda hükümetinden Ģimdiye kadar ki tutumunu destekleyen talimat aldığını belirtti. Bu açıklama üzerine uzun uzun tartıĢtık. Durumun kabul edilemeyeceğini ve tehlikesini vurguladım. 85 ġimĢir, Bilâl N., Lozan Telgrafları I (1922-1923), Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yay., Ankara, 1990, s.136. 150 Lord Curzon, bu durumun tehlikelerini kabul ettiğini ifade ettikten sonra, karĢı görüĢler 86 ileri sürdü ve bu arada tehditlerde de bulundu." Bu görüĢmeden iki gün sonra 28 Kasım 1922 tarihinde Ġsmet PaĢa, bu kez Ġngiliz DıĢiĢleri MüsteĢarı Tyrell ile bir görüĢme yapmıĢtır. Konuya iliĢkin telgrafında "İngiltere'nin Musul'u Türkiye'ye iade etmemekte kesin kararlı olduğunu, İngiliz temsilcilerinin petrole Türkiye'yi de iştirak ettireceklerini ve iktisadi yardım da 87 yapacaklarını açıkladığını" belirtmiĢtir. Diğer yandan Ġngiltere tarafında da Londra ile Lozan arasında hararetli yazıĢmalar yapılmaktaydı. Ġngiltere BaĢbakanı Bonar Law tarafından Curzon‘a 28 Aralık 1922 tarihinde gönderilen yazıda; Lozan‘da sorunların yığılmaya baĢladığı, Musul meselesi nedeniyle Türk tarafının görüĢmeyi bırakabileceği ve eğer görüĢmeler Musul meselesi nedeniyle kesintiye uğrarsa, tüm dünyada Ġngiltere‘nin petrol sebebiyle barıĢı reddettiği düĢünülerek Ġngiltere‘ye karĢı nefret uyandıracağı, bunun da ülkenin baĢına gelecek en 88 kötü Ģey olduğu belirtilmektedir. Gerçekten de Ġngilizler, Musul‘a çok önem veriyorlardı ve gerekirse barıĢ masasından kalkıp bölgeye askeri müdahale de bulunmayı bile göze almaktaydılar. Fakat Ġngiltere BaĢbakanı Bonar Law, bunu yaparken yine ince bir diplomasi örneği vererek petrol yüzünden değil, Türklerin uzlaĢmaz tutumu nedeniyle konferansın sona erdiği yolunda uluslararası kamuoyu oluĢturmaları gerektiğini düĢünmekteydi. Türk heyetine kabulü mümkün olmayan bir barıĢ teklifi sunarak bu hedeflerine ulaĢabilirlerdi. Nitekim barıĢ görüĢmeleri, Müttefik Devletlerin 31 Ocak 1922 tarihinde sunduğu barıĢ teklifinin kimi kısımlarının Türk heyeti tarafından reddedilmesi 89 üzerine Ġngiliz heyetinin Lozan‘ı terk etmesi ile 4 ġubat 1923‘de kesintiye uğramıĢtır. 4 ġubat 1923 sonrası dönemde taraflar savaĢ borazanları çalmamıĢ aksine diyolog kapılarını açık tutmuĢlar ve konferansın tekrar baĢlatılabilmesi için çaba sarf etmiĢlerdir. Bu çabalar kapsamında Ġsmet PaĢa tarafından 8 Mart 1923 tarihinde Müttefik Devletlere bir karĢı teklif gönderilmiĢtir. Bu teklifte Musul sorunu ile ilgili iki taraf arasında uzlaĢıyı sağlayacak biçimde Türkiye ile Irak arasındaki sınırın on iki aylık bir süre içinde Türkiye ile Ġngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanması; bu süre içinde taraflar bir anlaĢmaya varamazsa, anlaĢmazlığın Milletler Cemiyeti‘ne götürülmesi teklifi 86 ġimĢir, age., s.197 87 ġimĢir, age., s.145 88 Değerli, agm., s.131 89 Değerli, agm., s.131 151 sunulmuĢtur. Böylelikle Türk heyetinin görüĢmeler kesintiye uğramadan önce ileri sürdüğü ―Musul sorunu Lozan sonrası Ġngiltere ile Türkiye‘nin yapacağı ikili görüĢmelere bırakılsın‖ teklifiyle, Ġngiltere‘nin konuyu ―Cemiyeti Akvam çözsün‖ anlayıĢının bir sentezi oluĢturulmuĢtur. Ankara Hükümeti‘nin konuyu Lozan sonrasına bırakma isteğinin temelinde Lozan ile elde edeceği kazanımlara Musul sorununun engel teĢkil etmesini önlemek yatmaktadır. Lozan AntlaĢması‘nın imza edilmesi, Türk Devleti‘nin uluslararası hukuk açısından tanınması anlamına gelecek, diğer yandan Ġtilaf Devletleri ile olan sorunları çözülmüĢ olacağından Ġngiltere ile müzakereleri müttefikler olmaksızın yürütebilecekti. Lozan‘daki Türk heyeti ile Ankara‘nın yaptığı yazıĢmalar incelendiğinde Ankara Hükümeti‘nin bu görüĢlere sahip olmasında Fransızlar‘ın da etkisi olduğu görülmektedir. BaĢbakan Rauf Bey, Musul konusunda Fransız Büyükelçiliği'nden alınan bilgilere iliĢkin Ģu telgrafı çekmiĢtir: "Ġngilizler Musul problemi nedeniyle Lozan Konferansı'nı baĢarısızlığa sürüklemekte, aynı zamanda konferansa katılan tüm devletlerin müzakere heyetlerini kendi yanlarına çekerek, Türkiye'yi uzlaĢmaz göstermeye çalıĢmaktadırlar. Musul konusunun konferanstan ayrı olarak, Türkiye ile Ġngiltere arasında çözümlenmesi doğrultusunda Türkiye'nin yapacağı öneri, bu Ġngiliz oyununu bozacaktır. Musul'un konferans dıĢında tutulması kaydıyla barıĢ antlaĢmasının imzalanması halinde, Ġngiltere Türklerin karĢısında yalnız bırakılacak, Ġngiliz kamuoyu Musul sorunu nedeniyle Türkiye ile savaĢı asla göze alamayacaktır. Türkiye'nin yapacağı böyle bir önerinin Ġngilizler tarafından reddi ise, diğer heyetlerin Türk tarafını desteklemesine yol açacak ve 90 Musul sorunu yüzünden konferansın baĢarısızlığa uğramasına göz yumulmayacaktır‖ Ġngiltere ise Musul sorunu nedeniyle Lozan‘da masadan kalkarsa uluslararası itibarının darbe yiyeceğini düĢündüğünden konuyu Lozan Konferansı‘ndan sonra halletmeyi uygun görüyor; fakat konuyu kendisinin liderliğinde kurulmuĢ olan Cemiyeti Akvam‘a taĢıyarak burada çıkarları doğrultusunda bir karar aldırmanın hesaplarını yapıyordu. Bu sebeple Türkiye‘nin teklifini ilke olarak kabul eden Ġngilizler ikili görüĢmelerin süresinin 6 ya da 9 aya indirilmesini aksi halde Ġngiltere‘nin barıĢ anlaĢmasını imzalamayacağını bildirdiler. Curzon, Türklerin çok önemsedikleri Müttefik güçlerin Türkiye‘yi boĢaltması konusunu Ġsmet PaĢa‘ya karĢı bir silah olarak kullanmıĢ ve Ġsmet PaĢa, 23 Haziran 1923 tarihinde ikili görüĢmelerin süresinin 9 aya indirilmesini 90 ġimĢir, age., s. 312 152 91 kabul etmiĢti. Böylece Musul sorununun çözümü Lozan sonrasına ertelenmiĢtir. Musul‘a 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan barıĢ anlaĢmasının 3. maddesinde Ģu Ģeklinde yer verilmiĢtir: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, anlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içerisinde Türkiye ile İngiltere arasında anlaşma sağlanamazsa konu 92 Birleşmiş Milletlere götürülecektir.‖ Her ne kadar Ankara Hükümeti, önceliğini Lozan BarıĢ AntlaĢması‘nın imzalanması olarak belirleyip Musul sorununu antlaĢma sonrasına erteleme kararı almıĢsa da TBMM‘de bu konuda önemli bir muhalefet oluĢmuĢtur. Örneğin konunun antlaĢmanın imzalanmasından sonra bir yıl içinde karĢılıklı görüĢmelerle çözülmesi yönünde Türk heyetinin teklifinin hazırlandığı dönemde Erzurum milletvekili Mustafa Durak Bey TBMM‘de Ģunları söylüyordu: "Musul'un bir sene sonraya taliki (ertelenmesi) demek arkadaşlar, Türkçe‟de bir darb-ı mesel (atasözü) vardır, 'sona kalan dona kalır', Musul'u 93 gaip etmek demektir. Musul'u kayıp ettikten sonra, senin Şark'ta bir yerin kalmamıştır." Bursa milletvekili Dr.Emin Bey ise kendi kaygılarını Ģu sözlerle vurgulamaktaydı: 94 "Beyler, yalnız Musul ile kalmaz, Musul'u verdiğimiz gün hudut Erzurum'dur." Ali ġükrü Bey, 5 Mart 1923 günü Meclis‘te yaptığı konuĢmada, "Muhammed'in süngüsünün vazifesini layıkıyla yaptığı, ancak o süngünün kazandığı zaferin hep yeşil masa başında kaybedildiği, yine tarihin tekerrür ettiğini…” belirttikten sonra "…Musul'u bir sene sonraya bırakmak, bir Mısır yapmak, sonuçta orayı kaybetmek demektir. Bu da 95 Girit gibi gidecektir. Dolayısıyla Musul'u bırakmak doğru değildir…” Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey ise konuĢmasında, "Karşımızdaki yegâne düşmanın İngilizler olduğunu, Milletler Cemiyeti'nde her milletten temsilci bulunmadığı için, bu teşkilata güveninin olmadığını, Musul meselesinin Milletler Cemiyeti tarafından bizim lehimizde çözümünün mümkün olamayacağını, İngilizlerin Musul'u alıp orada bir Kürt hükümeti oluşturmak ve memleketimizi parçalayarak, sonuçta bir Ermenistan teşkil etme gayreti içerisinde olduklarını" belirtmiĢ, "gerek Vekiller Heyeti'nin, gerekse 91 Sonyel, R. Salâhi, Gizli Belgelerle Lozan‟ın Perde Arkası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2006, s.198-199 92 Değerli, agm, s.137 93 Tan, age., s.199 94 Tan, age., s.199 95 Kısıklı, agm., s.510-511 153 T.B.M.M'nin Misak-ı Milli'den zerre kadar fedakârlıkta bulunması halinde, böyle bir 96 gelişmeye ortam hazırlanacağını" kaydetmiştir.” Bu eleĢtirilere karĢı ise BaĢbakan Rauf Bey, Meclis‘i telkin etmek amacıyla Ģu açıklamayı yapmıĢtır: “Musul‟u bir sene İngiltere ile ikili olarak halletmek üzere çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam‟a bırakmak şekli, Misak-ı Millî‟mizin asıl ruhu ile örtüşüyor... Bunların hepsine ben ve arkadaşlarımız çok çalıştık ve muvaffak olamadık. Farz edin ki muvaffak olsaydık, bunların hepsi bir beyaz kâğıt üzerinde kara mürekkeple yazılmış şeylerdir. Bunu teyit edecek yine Türk‟ün kuvvetidir. Hiç birine inanmayın. Kuvvetimizi kaybettiğimiz anda anlaşmayı bir sigara kâğıdı gibi yırtarlar ve istedikleri gibi yaparlar.” Meclis‘teki bu gergin havayı yumuĢatmak Mustafa Kemal PaĢa'ya düĢmüĢtür. Mustafa Kemal PaĢa, Meclis‘te 06.03.1923'te yaptığı konuĢmada, "Elinizde bulunan tercümesi çok yanlış ve eksik olan bu Sulh Projesi'ni bizim için de kabul etmek mümkün değildir... Çünkü doğrudan doğruya bağımsızlığımıza zarar verecek şartlar içermektedir. Eğer İtilâf Devletleri projeyi bize bu şekli ile kabul ettirmekte ısrar ederlerse, o zaman harp ederiz. Ancak bu noktaya gelmeden önce, her yolu denemek, mümkün olduğu kadar harpten kaçınmak hepimizin arzusudur... Lozan'da konferans müzakereleri kesilmedi. Her devletin murahhas heyetleri kendi memleketlerine gittiği gibi, bizim heyetimiz de buraya geldi. Murahhas heyetimiz, Vekiller Heyeti'ne karşı sorumludur. Vekiller Heyeti, murahhas heyetimizi dinledikten sonra, yeni talimat vermek hususunda tereddüt duyduğu bir takım noktalar dolayısıyla yüce heyetinize geldi... Musul meselesinin hallini, harbe girmemek için bir sene sonraya ertelemek demek, ondan vazgeçmek demek değildir. Belki amacımıza ulaşmak için daha kuvvetli olacağımız bir zamana kadar beklemek demektir. Musul meselesini bugün halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek, bu 97 mümkündür. Fakat Musul'u aldıktan sonra, hemen sorunun biteceğine kani olamayız" Görüldüğü üzere; gerek BaĢbakan Rauf Bey, gerekse de Mustafa Kemal PaĢa, Musul sorununun Lozan sonrasında yapılacak ikili görüĢmelere ertelenmesinin Musul‘dan vazgeçmek anlamı taĢımadığı düĢüncesindeler. Her ikisinin de vurgu yaptığı konu güçlü olmaktır. Her ikisinin konuĢmaları incelendiğinde cümle aralarında Ģu düĢüncelerin saklı olduğu sonucuna ulaĢabiliriz: ―Bu erteleme süreci daha güçlü olabilmek için kullanılabilir. 96 Kısıklı, agm., s. 511 97 Kısıklı, agm., s.513 154 Eğer daha güçlü olursak, Lozan sonrası yalnız kalacak olan Ġngiltere‘ye istediğimiz Ģartları dayatabiliriz.‖ Ankara Hükümeti, daha önce belirttiğimiz üzere; Lozan BarıĢ AntlaĢması‘nın imza edilmesi durumunda Fransa ve Ġtalya ile sorunlarımız çözüme kavuĢmuĢ olacağından Musul konusunda Ġngiltere‘nin yalnız kalmasının sağlanabileceğini düĢünmekteydi. Her ne kadar stratejik açıdan Ankara Hükümeti‘nin planları doğru gibi gözükse de uygulamada istenilen sonuçlar alınamadı. Bu sonuçların alınamamasında Ġngiltere‘nin Musul ile ilgili ikili görüĢmeleri tıkayan tutumu ve bunu yaparken diğer taraftan da Ankara Hükümeti‘ni güçten düĢürmek için gerçekleĢtirdiği faaliyetler önemli rol oynadı. Ġngiltere, 5 Ekim 1923‘te ikili görüĢmelerin baĢlaması yönünde talebini Ankara‘ya iletmiĢtir. Ġngiltere‘nin teklifinin kabul edilmesi sonrası 19 Mayıs 1924 tarihinde ikili görüĢmeler amacıyla Haliç Konferansı toplanmıĢtır. Türk heyetine Fethi Bey baĢkanlık ederken, Ġngiliz heyetine Irak Yüksek Komiseri Percy Cox baĢkanlık etmiĢtir. Türk heyeti, konferansta yapıcı bir tutum sergileyerek Süleymaniye, Kerkük ve Musul‘un Türkiye‘ye bırakılması, bunun karĢılığında ise bölge petrollerinin iĢletilmesinde Ġngiltere‘ye pay verilmesini teklif etmiĢtir. Ġngiliz heyeti ise konferansa bir çözüm bulmaktan ziyade ikili görüĢmeleri tıkayarak konuyu Cemiyet-i Akvam‘a havale etme düĢüncesiyle gelmiĢti. Bu sebeple Türk heyetinin teklifini reddetti. Ġngilizlerin yaptığı karĢı teklif ise amaçlarını somut biçimde gözler önüne serecek nitelikteydi: Musul, Süleymaniye ve Harkuk ile beraber bu kez Hakkari bölgesinin de kendi mandalarındaki Irak‘a bırakılmasını talep 98 ettiler. Bu talep sonrası konferans, 5 Haziran 1924‘de tam da Ġngiltere‘nin istediği gibi herhangi bir sonuç alınamadan sonlandırılmıĢtır. Ġkili görüĢmeleri bu Ģekilde uzlaĢmaz tutumuyla tıkayan Ġngiltere, ikinci aĢamada ise genç Türkiye Cumhuriyeti‘ni kendine kafa tutamayacak hale getirmek amacıyla hem uluslararası alanda hem de Anadolu‘da faaliyetlere giriĢmiĢtir. Ġngiltere, uluslararası alanda Ġtalya‘yı yanına çekmiĢ ve Mussolini yönetimindeki faĢist Ġtalya, Türkiye'nin Musul'u kuvvet kullanarak almaya kalkıĢması halinde, kendilerinin de Anadolu'ya asker 99 çıkaracakları tehdidinde bulunmuĢtur. Londra Hükümeti, Türkiye içinde ise Nasturiler ve Kürtler üzerinde yoğun progobanda faaliyeti yaparak Anadolu‘da ayaklanmalar tertiplemiĢtir. Ġlk ayaklanma, 7 Ağustos 1924‘de Hakkari bölgesinde baĢlayan bir Nasturi 98 Değerli, agm., s.137 99 Kısıklı, agm., s.517 155 ayaklanmasıdır. Uğur Mumcu, ayaklanmada Ġngiliz askerlerinin bizzat görev aldığını belirtmiĢtir: ―Ayaklanmadan önce Hakkari bölgesinde Ġngiliz misyonerleri görülmüĢtü. Misyoner kılığındaki bu Ġngiliz subaylarının Ġmadiye ve Çömelerik'te Nasturiler'i örgütledikleri ve ayaklanmaya hazırladıkları anlaĢılıyordu. Ayaklanma, Çal (Çukurca), 100 Oraman, Çölemerik, BeytüĢĢebap ve Habur suyu çevrelerinde baĢladı.‖ Asiler, Hangediği bölgesinde Hakkari Valisi Halil Rıfat Bey'i yaralayarak tutsak aldılar; jandarma 101 komutanını da öldürdüler. Ayaklanmanın bastırılması için görevlendirilen askeri birliklere 14 Eylül günü ġiraniĢ ve Birsivi'de üç Ġngiliz uçağı ateĢ etti. Sonrasında da 102 Ġngiliz uçakları sürekli olarak Türk birliklerine saldırdılar. Ayaklanmanın bastırılması için Cafer Tayyar (Eğilmez) PaĢa komutasında birlikleri görevlendiren ―Bakanlar Kurulu, Nasturi Ayaklanması‘nın bastırılmasında Kürt aĢiretlerinden de yararlanmayı planlamıĢtı. O sıralar Türkiye'de bulunan ve Simko diye bilinen ġikak Kürt AĢireti Reisi Ġsmail Ağa ile iliĢki kuruldu. Zaho bölgesindeki Gılıgoyan AĢireti'nin desteği sağlandı. Güli ve Gürür AĢiretleri de Nasturiler'e karĢı savaĢa katıldı. 15 Eylül günü Gavdan, Manhuran, Pavriz, Bardino ve Kiravi aĢiretleri de Cafer Tayyar PaĢa 103 kuvvetlerine katılacaklarını bildirdiler.‖ Böylelikle Kürtler, KurtuluĢ SavaĢı sonrası bir kez daha Ankara Hükümeti‘nin yanında yer alarak Kürt-Türk birlikteliğini dünyaya kanıtlıyorlardı. Nasturi Ayaklanması, 28 Eylül günü kesin biçimde bastırıldı ve isyancı Nasturiler, Ġngiliz hakimiyetindeki Irak'a kaçtılar. Aslında Ankara, Nasturi ayaklanması patlamadan çok daha önce Ġngilizlerin Nasturileri ve Kürtleri kullanarak Musul konusunda avantaj elde etmeye çalıĢtığının farkına varmıĢtır. Konuya iliĢkin DıĢiĢleri Bakanı Ġsmet PaĢa, 31 Aralık 1923 günü Londra Büyükelçisi Yusuf Kemal Bey'e Ģu talimatı vermiĢtir: "Ġngilizlerin gerek Musul, gerek Ġran sınırında izledikleri Kürt ve Nasturi siyaseti aleyhimizedir. 104 Ġngilizlerin bu politikalarından duyduğumuz rahatsızlık kendilerine iletilmelidir." Ayaklanmanın çıkması ve geliĢimi sürecinde Ġngilizlerin doğrudan katkısının nedeni, ayaklanmanın zamanlamasından net biçimde anlaĢılabilmektedir: Musul sorununa iliĢkin ikili görüĢmeleri bilinçli biçimde tıkayan Ġngiltere, 6 Ağustos günü konunun çözümü için 100 Mumcu, age., s.38 101 Mumcu, age., s.37 102 Mumcu, age., s.38 103 Mumcu, age., s.38 104 Kısıklı, agm., s.515 156 Cemiyet-i Akvam‘a müracaat etmiĢ hemen bir gün sonrasında ise Hakkari‘de Nasturi isyanı patlak vermiĢtir. Konunun Cemiyet- i Akvam‘da görüĢüldüğü tarihlerde Musul‘un burnunun dibindeki Türkiye‘ye bağlı Hakkari‘de Hıristiyan bir azınlığın çıkarttığı ayaklanmayla uğraĢıyor olması hiç Ģüphesiz Türkiye‘nin elini zayıflatan ve Batı kamuoyunda aleyhine bir havanın doğmasına sebep olan önemli bir etken olmuĢtur. Nasturi ayaklanmasının bastırılmasından sonra da Ġngiltere‘nin yarattığı iç ve dıĢ tehditler devam etmiĢtir. Konuyla ilgili Genelkurmay BaĢkanı Fevzi Çakmak, 23 Ekim 1924 günü Milli Savunma Bakanlığı'na Ģu raporu göndermiĢtir: "Musul Sorunu henüz açık ve belli bir biçim göstermemekte ve bu nedenle genel durumdaki belirsizlik devam etmektedir. İngilizler, bir yandan çeşitli durumlar yaratarak ve siyasal görüşmeler hazırlayarak ve düzenleyerek zaman kazanmakta, bir yandan da Irak'ta daha güçlü bulunmak konusuna önem vermektedirler. Musul ilinin kuzey bölümlerinde sıkıyönetim ilanı, izinli subayların Irak'taki kıtalarına ivedilikle yollanmaları, Irak'taki kuvvet siklet merkezinin Musul'a naklolunması, İngilizlerin İran içinde de faaliyet göstermekte olmaları, bizzat müstemlekeler bakanının uçakla Musul'a kadar giderek denetlemelerde bulunması, aynı zamanda Irak başbakanının da Irak hükümeti adına Musul'un bütün sancaklarını dolaşması ve denetlemesi ve en son istihbarat cümlesinden olarak kuvvetli bir İngiliz donanmasının Basra'ya hareket ettirilmiş olması, İngiltere'nin Musul Sorunu'na çok önem 105 verdiğini göstermektedir." Genelkurmay BaĢkanı, Ġngiltere‘nin yalnız siyasal görüĢmelerle yetinmeyebileceğini, askeri açıdan da hazırlıklar içerisinde olduğu kanısındaydı. Fevzi Çakmak‘ın gözlemleri tamamen doğruydu. Ġngiltere gerekirse savaĢmak pahasına Musul‘u elinde tutmayı planlıyordu. Fakat savaĢ son seçenekti. ġeyh Sait Ayaklanması da iĢte tam bu günlerde baĢladı. Cemiyet-i Akvam‘ın görevlendirdiği üçlü komisyon, 13 Kasım 1924 günü göreve baĢladı ve ilk toplantısını Londra'da yaptı. 16 Ocak'ta Bağdat ve Musul'da toplanan Komisyon kararını vermeden Ġngiltere açısından yapılabilecek Ģey Türkiye sınırları içinde bir Kürt isyanı tezgahlamak olabilirdi. Böylece Türkiye‘de yaĢayan Kürtler bile Türklere karĢı isyan ederken Musul‘daki Kürtlerin Türkiye‘ye bağlanmasının yanlıĢlığı ortaya konulmuĢ olacak diğer yandan da Türk hükümeti askeri ve siyasi anlamda tüm gücüyle 105 Mumcu, age., s.39 157 isyana odaklanırken Musul konusunu istedikleri biçimde sonuçlandırabileceklerdi. Türkiye‘de mevcut siyasi koĢullar da bir Kürt isyanı için oldukça elveriĢliydi. Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti ilan eden Ankara, laikliği temel düsturlarından biri kabul ederek ġer‘iye ve Evkaf Vekaleti‘ni kaldırmıĢ, tekke, zaviye, türbe ve medreseleri kapatmıĢ ve en önemlisi de 3 Mart 1924‘de halifeliği kaldırmıĢtı. Ġngilizler için halifeliğin kaldırılması Kürtlerle Türkleri birbirine düĢürmek için iyi bir fırsat olarak algılanmıĢtır. Musul‘da görevli bir Ġngiliz yetkili konuya iliĢkin Ģu yorumu yapmıĢtır: "Kürdistan'ı patlamaya hazır bir volkan gibi kaynatan Türk propagandası, Kürtlerin Halife'ye kesin bağlılıklarına dayanıyordu. Türkler'in bindikleri dalı kesmeleri ise, Ġngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir Ģey olmuĢtur... Tabi, bu durumdan kendimiz (Ġngiltere) için yararlanmayı 106 ihmal etmedik‖ Gerçekten de Ġngilizler, mevcut durumun yarattığı imkanlardan en iyi biçimde yararlandılar: 13 ġubat 1925 günü ġeyh Sait Ġsyanı baĢladı. Ġsyanda Ġngiliz parmağına iĢaret eden Doğan Avcıoğlu, Milli KurtuluĢ Tarihi adlı kitabında 7 Mart 1925'te Diyarbakır'a, üzerinde 'Kürdistan Krallığı Harbiye Bakanlığı' yazılı zarflar içinde bazı 107 Ġngiliz silah Ģirketlerine ait katalogların geldiğini" belirtmiĢtir. Daha Nasturi isyanı sırasında Fransız istihbaratçılarının Fransa DıĢiĢleri Bakanlığı'na gönderdikleri Ģu rapor Ġngilizlerin bölgedeki faaliyetleri aydınlatır nitelikteydi: "Türkler, Nasturi Kürtler'i üzerine 8. Süvari Alayı'nın iki taburunu göndermiĢlerdi. Bu birliklerdeki Kürt subaylarının bazıları firar etmiĢler. Ancak daha sonra yakalandılar. Bunların arasında bulunan ġeyh Sait'in arkadaĢı Bitlisli Yusuf Ziya Bey'in kardeĢi de tutuklandı. Türkler, 108 1924 yılından bu yana Ġngilizler'le iĢbirliği yapan Kürtler'i hedef alıyorlar..." ġeyh Sait ayaklanmasına iliĢkin Bilal ġimĢir‘in yorumu da dikkate değerdir: “Musul sorununu görüşen Milletler Cemiyeti [MC], 3 kişilik bir komisyonu bölgeye göndermişti. Musul Vilayeti ahalisi Türkiye'ye mi, yoksa Irak'a mı katılmak istiyordu? Komisyon bunu araştırıp inceliyordu. Musul Vilayeti halkının çoğunluğu Türkiye'yi isteyecek gibi görünüyordu [burada da zamanlamaya dikkat]: Üçlü MC komisyonu tam bölgede inceleme yaparken ve raporunu hazırlamak üzereyken, bu defa 22-23 Şubat 1925 106 Kısıklı, agm., s.519 107 Mumcu, age., s.188 108 Mumcu, age., s.51 158 gecesi Şeyh Sait Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklandırıldı. Türkiye, Anadolu'yu 109 koruyabilmek için Musul'u kaybetti.” Komintern belgelerinde Ġngilizlerin bu isyanı Musul konusunda kullanacağı ve TBMM‘de de isyanın Ġngilizlerce tertip edildiği kanaatinin hakim olduğu belirtiliyordu: ―Muhalefetten Kâzım Karabekir de baĢbakanın açıklamalarını ―Fethi Bey ayaklanmanın arkasında her halde dıĢ kaynaklı entrikaları görüyor.‖ biçiminde yorumlamıĢ ve kendisi de (Ġngiliz) oyunların(ın) rol oynadığına inandığını söylemiĢti… Ġngilizlerin, Kürt ayaklanmasını desteklediklerinin somut bir kanıtı yok. Ancak; aylar boyunca yapılan planlı hazırlıklar, isyancıların, makineli tüfeklerin de desteğiyle çok iyi donatılmıĢ oldukları ve hele ayaklanmanın zamanlamasının yarattığı kuĢkular Türk basını tarafından haklı olarak dile getiriliyor. Ne var ki Ġngiltere için ayaklanmanın baĢarılı olup olmaması hiç de önemli değil. Önemli olan Türkiye sınırları içinde Türk karĢıtı ayrılıkçı bir silâhlı hareketin varlığı. Musul sorununun, Kürt-Nasturi-Keldani odaklı çözülmesi gerektiğini savunan Ġngiltere‘nin eline böylelikle kararlılığını güçlendirici sağlam bir kanıt geçiyor ve bunu da önümüzdeki 110 yazın baĢında Musul sorununun görüĢüleceği Cenevre Konferansı‘nda kullanacak.‖ Gerçekten de Ġngilizler için ayaklanmanın baĢarılı olup olmaması hiç önemli değildi. Onlar için önemli olan Musul‘u ellerinde tutabilmekti. Nitekim Türkiye, ġeyh Sait Ġsyanı ile uğraĢırken Ġngiltere, Milletler Cemiyeti Komisyonu'ndan istediği yönde bir raporun çıkmasını sağlamıĢtır. Milletler Cemiyeti Komisyonu'nun hazırladığı doksan sayfalık raporun sonuç bölümünde Ģöyle denilmekteydir: "Komisyon yasal açıdan bakıldığında sorunlu bölgenin, bu konudaki hakkını reddedinceye kadar, Türkiye'nin ayrılmaz bir parçası olduğu görüĢündedir. Konuya sadece ilgili nüfusun çıkarları açısından bakıldığında, komisyon sorunlu bölgenin taraflar arasında paylaĢımının sakıncalar yaratacağı görüĢündedir. Bu düĢünceden hareketle komisyon, belirlemiĢ olduğu gerçeklere gerekli önemi atfederek ve özellikle ekonomik, coğrafi ve bölgede yaĢayanların çoğunluğunun eğilimleri gibi önemli unsurları da göz önünde bulundurarak, Bruxelles Sınırı'nın güneyindeki tüm toprakların, Irak'a uygulanacak mandaterlik süresinin 25 yıl 109 ġimĢir, age., s.95 110 Turan, IĢıl, ―Komintern Belgelerinde ġeyh Sait Ġsyanı ve Ankara‘daki Kabine DeğiĢikliği‖, Yakın Dönem Türkiye AraĢtırmaları Dergisi, Sy. 11, 2007, ss.183-191, s.186-187, http://www.iudergi.com/tr/index.php/turkiyearastirmalari, 12.07.2011 159 olması ve Irak yönetimine girecek Kürtler'e bazı haklar tanınması Ģartıyla, Irak'a 111 bırakılması görüĢünü benimsemiĢtir". Komisyon kararına karĢı Türk hükümetinin itirazları Cemiyet-i Akvam tarafından dikkate alınmamıĢtır. Komisyon raporunu inceleyerek kesin karara varacak olan Cemiyet-i Akvam‘dan Ġngilizlerin istediği gibi bir sonuç çıkacağından emin olan Ġngiliz DıĢiĢleri Bakanı Chamberlain, 4 Aralık 1925 günü Türk Büyükelçisi Ahmet Ferit Bey'le görüĢmüĢ ve "Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'nce alınacak karar karĢısında bu milletlerarası kuruluĢu hiçe sayacak bir davranıĢa girmeyeceğini ümit ettiklerini ifade etmiĢ, aksi bir durumla karĢılaĢmaları halinde, Türkiye'nin karĢısında Büyük Britanya Ġmparatorluğu'nu 112 bulacağının bilinmesini" istemiĢtir. Ayrıca "Kararın Türkiye aleyhinde çıkması halinde, aralarında görüĢerek Türkiye tarafından daha kabul edilebilir imkânları araĢtıracaklarını" da söylemiĢtir. Görüldüğü üzere; Ġngilizler, kararın kendi lehlerinde çıkacağından emindiler. 16 Aralık 1925 günü Musul konusundaki kararını açıklayan Cemiyet-i Akvam, Ġngilizleri hayal kırıklığına uğratmamıĢ, Musul‘u Ġngiliz mandası altındaki Irak‘a bırakmıĢtır. Bu karar Ankara‘da büyük bir sarsıntı yaratırken gazetelerde de yeni bir savaĢın kapıda olduğu yorumlarına sebep olmuĢtur. ―Ancak basındaki savaĢ çığırtkanlığına karĢın, ülke yeni bir savaĢı kaldıracak durumda değildir. ġeyh Sait ayaklanmasının yarattığı sıkıntılı ortam sürerken, Doğu Anadolu'da bir de ‗Sason ayaklanması‘ patlak vermiĢtir. Ülke reformları halka kabul ettirebilme mücadelesi vermektedir. Kalkınmaya, sanayileĢmeye ihtiyaç vardır. Yeni bir savaĢ bütün bu iĢlerin yapılabilmesini 113 geciktirecektir.‖ Ayrıca, Cemiyet-i Akvam‘ın uluslararası niteliği nedeniyle Ankara‘nın kararı kabul etmemesi uluslararası alanda yeni ve genç Cumhuriyet‘in yalnızlaĢmasına sebep verecektir. Bütün bu sebeplerle Ankara, konuya daha serinkanlı yaklaĢmıĢ ve Cemiyet-i Akvam kararı doğrultusunda Ġngiltere‘den alabileceğinin en fazlasını alarak anlaĢma yoluna gitmiĢtir. Bu doğrultuda 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara'da Türkiye ile Ġngiltere ve Irak Hükümetleri arasında Türk-Irak Sınırı ve Ġyi KomĢuluk ĠliĢkileri AntlaĢması imzalanmıĢtır. AntlaĢmaya göre, Cemiyet-i Akvam tarafından belirlenen sınır 111 Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, Turkish Daily News Yay., Ankara, 1995, s. 187. 112 Ömer Kürkçüoğlu, Türk İngiliz İlişkileri (1919-1926), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yay., Ankara, 1978, s.315. 113 Kısıklı, agm., s.522 160 kabul edilerek Musul, Irak'a bırakılırken, Musul halkı Irak vatandaĢı sayılmıĢ, ancak, 18 yaĢını bitirmiĢ olanlara iki ay içinde isterlerse kendi vatandaĢlıklarını seçebilme hakkı tanınmıĢ, Musul bölgesinden elde edilen petrol gelirlerinin %10'unun 25 yıl süreyle 114 Türkiye'ye verilmesi kararlaĢtırılmıĢtır. 114 Kemal, Cemal, ―Birinci Dünya SavaĢı ve Sonrasında Musul Meselesi‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sy. 40, Kasım 2007, ss. 643-691, s.680. 161 SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME 1514‘de Çaldıran SavaĢı‘nda Kürtler‘in Safeviler‘e karĢı Osmanlı‘nın yanında yer alması ve sonrasında Osmanlı‘ya kendi rızalarıyla biat etmeleri ile baĢlayan iliĢkiler, Yavuz Sultan Selim tarafından inĢa edilen ve bölge realitesiyle mükemmel derecede uyumlu idari sistem sayesinde 19.yüzyılın baĢlarına kadar sorunsuz biçimde sürmüĢtür. 19. yüzyılla beraber ortaya çıkan sorunların nedenleri ise Ģu Ģekilde sıralanabilir: • Bölgede merkezi otoriteyi yeniden tesis etmeye çalıĢan Osmanlı‘nın Kürt emirlerini ortadan kaldırarak bunların yerlerine merkezden atanan valileri göndermesi, • Bölgeye gönderilen valilerin bölge insanı nezdinde yeterli meĢruiyet oluĢturamamaları sebebiyle aĢiretler arası dengeleri sağlayacak, çatıĢmaları engelleyecek otorite eksikliğinin ortaya çıkması, • Bu durumun bölgede aĢiretler arası kanlı çatıĢmalara neden olması, güvenlik ve asayiĢin ortadan kalkması, • AĢiretler üstü otorite olarak Ģeyhlerin güçlenmesi ve bu Ģeyhlerin Osmanlı‘nın yürüttüğü modernleĢme çabalarını dine aykırı görmeleri nedeniyle Kürtlerle devlet arasında ortaya çıkan gerilim, • ModernleĢme hareketinin bir parçası olarak Tanzimat ve Islahat Fermanları‘nın ilan edilmesi ve bunların gayri Müslimler lehine getirdiği düzenlemelerin Kürtlerin bölgedeki baĢat ve egemen rollerini kaybetmelerine neden olması, • Misyonerlerin bölgede yüzlerce yıl bir arada ve huzur içinde yaĢamıĢ olan Ermeni, Nasturi, Kürt, Arap toplulukları birbirine ve Osmanlı‘ya düĢman hale getirmeye yönelik yürüttükleri çalıĢmalar. 19. yüzyılın baĢlarından itibaren bölgede art arda Kürt isyanları yaĢanırken bir yandan da emperyalist Batılı devletlerce konsoloslar, gezginler ve misyonerler eliyle Kürtçülüğün altyapısını oluĢturmaya yönelik teorik çalıĢmalar sürdürülmüĢtür. 162 "Kürtçülüğün babası" diye bilinen Katolik misyoner P. Maurizio Garzoni tarafından 1787 yılında ilk Kürtçe sözlüğün Roma‘da basılmasıyla baĢlayan bu çalıĢmalar, 19. yüzyıl boyunca tüm hızıyla devam etmiĢtir. Bu çalıĢmaların altında yatan amaç, yüzlerce yıl etle kemik gibi birbirine sıkı sıkıya bağlı ve huzur içinde yaĢamıĢ olan Türklerle Kürtleri birbirine düĢman hale getirebilmekti. Emperyalist Batılılar, bu amaçla bulabildikleri az sayıdaki bilgi ve belgeye dört elle sarılıp üzerine kendi uydurduklarını da ekleyerek Kürtler için yeni bir tarih yazdılar. St. Petersburg, Londra, Paris ve Roma gibi Ģehirler Kürtçülüğün teorik alt yapısının hazırlandığı baĢlıca kentlerdi. Emperyalist Batılı devletlerce yaklaĢık bir asır boyunca yapılan titiz çalıĢmalar sonucu yaratılan Kürtçülüğün emperyalist amaçlar doğrultusunda somut biçimde kullanılması ise II. MeĢrutiyet ve sonrası döneme rastgelmektedir. Burada Ģunu hemen belirtmek gerekir ki, bu son cümle Kürtçülüğün II. MeĢrutiyet öncesi kullanılmadığı anlamını taĢımamaktadır. Örneğin Ruslar, Osmanlı ile yaptıkları savaĢlarda Kürt aĢiretleri kendi yanına çekebilmek için yoğun bir Kürtçü propaganda faaliyeti yürütmüĢtür. Ayrıca 19. yüzyıl boyunca çok sayıda Kürt ayaklanması olmuĢtur. Fakat bu ayaklanmalar, yukarıda tezin ilgili bölümlerinde ayrıntılı biçimde aktarıldığı üzere, Kürtçülük etkisi ile ortaya çıkmıĢ değillerdi. Bunlar çoğunlukla ya bir Kürt emirin Osmanlı‘nın merkezileĢme politikalarına tepkisinden ya da bir aĢiret reisi veya Ģeyhin kendi hakimiyet alanını geniĢletme çabasından kaynaklanmıĢtır. Oysaki; II. MeĢrutiyet ve sonrasında ortaya çıkan Kürt hareketlerinde Kürtçülüğün etkisi belirgindir. Bu etki, Ġstanbul‘da örgütlenen Kürtçüler ile bunların destekçileri olan Batılı devletlerden kaynaklanmıĢtır. Bu anlamda, emperyalist Batılı devletlerin ġark meselesi olarak adlandırabileceğimiz satranç oyununda Kürtleri kendi emelleri doğrultusunda bir piyon olarak kullanmaları, II. MeĢrutiyet ve sonrasına denk düĢmektedir. II.MeĢrutiyet, Mondros ve sonrasında KurtuluĢ SavaĢı boyunca ortaya çıkan Kürtçü hareketler incelendiğinde, Ġngilizlerin baĢrolde olduğu görülmektedir. Ġngilizler, özellikle KurtuluĢ SavaĢı ve sonrasında (Musul sorununu kendi çıkarları doğrultusunda sonuçlandırdıkları 5 Haziran 1926‘ya kadar) Kürtçülüğü aktif bir politika enstrümanı olarak kullanmıĢlardır. Dolayısıyla, 19.yüzyılın baĢlarından itibaren Batılılarca temelleri atılmaya baĢlanan Kürtçülüğün 1919 sonrası tam manasıyla emperyalizmin bir piyonu haline geldiğini söyleyebiliriz. Yukarıda ayrıntılı biçimde ele alınan Ali Galip Olayı, Koçgiri ve ġeyh Sait isyanları, Ġngilizler baĢta olmak üzere emperyalist Batılıların Kürtçülüğü kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullandıklarının somut birer göstergesidir. 163 II. MeĢrutiyet, Mütareke ve KurtuluĢ SavaĢı dönemleri açısından yapılabilecek bir diğer değerlendirme de bu dönemde meydana gelen Kürtçü hareketlerin ikili bir yapı sergilediğidir. Bu ikili yapının birinci ayağını, Ġstanbul‘daki eğitimli orta-üst gelir grubuna ait ve tamamına yakını aĢiret bağlarından gelen Kürtler oluĢturmaktadır. Bunlar, halktan kopuk ve seçkinci bir yapıya sahip olup Fransız Ġhtilali sonrası dünyayı kasıp kavuran milliyetçiliğin etkisindedirler. Temel hedefleri özerk veya tam bağımsız bir Kürt devleti kurmaktır. Fakat milliyetçiliğin etkisinde olmalarına karĢın amaçları bir ulus devlet kurmaktan ziyade genlerine iĢlemiĢ olan aĢiret yapısının bir sonucu olarak kendilerinin ve mensubu bulundukları ailenin saltanatı elinde bulunduracağı bir Kürt devleti kurmaktır. Zaten bundan dolayıdır ki; kendi aralarındaki rekabet, KTC Ģemsiyesi altında yürüttükleri Kürtçü faaliyetlere de sekte vurmuĢtur. Ġkili yapının diğer ayağını ise Anadolu‘daki aĢiretler oluĢturmuĢtur. Bu aĢiretler, milliyetçilik akımının etkisinden uzak tamamen aĢiret aidiyeti ve Müslüman kimliği içerisinde dünyayı algılayan bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla çıkardıkları ayaklanmalar, II.MeĢrutiyet öncesi dönemde olduğu gibi, kendi aĢiret topraklarını geniĢletmek veya kendi aĢiretlerinin yönetimi oluĢturacağı bir devlet kurma hedefine yöneliktir. Durum bu Ģekilde olunca, aĢiretler arası ittifaklar kısa sürede yerini ihtilaflara bırakmıĢ, çıkan ayaklanmalar ise kısa sürede bastırılabilmiĢtir. Bu anlamda Kürt aĢiretlerin çıkardığı isyanlar, hiçbir zaman halk tabanına yayılmamıĢ ve ‗milli‘ olarak tanımlanabilecek bir yapıya sahip olmamıĢtır. Lozan‘a kadarki süreçte Kürtçülüğün bu ikili yapısının en somut biçimde görülebildiği isyan ise önceki bölümlerde ayrıntılarıyla üzerinde durduğumuz Koçgiri ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmanın altyapısının oluĢmasını sağlayan ve liderliğini yapanlar, Ġstanbul‘dan KTC‘nin görevlendirdiği isimlerdir. Bunlar iyi eğitim görmüĢ, Dersim bölgesiyle aĢiret bağlantıları devam eden ve milliyetçiliğin etkisi altında olan kiĢilerdir. Dolayısıyla isyancıların taleplerine yüzeysel bir değerlendirme ile bakıldığında isyanın milliyetçi bir ayaklanma olduğu sanılabilir. Oysaki isyanın ilerleyen sürecinde aslında isyanın milliyetçi bir ayaklanma olmadığı; isyana katılanların aĢiret reislerine bağlılık güdüsüyle hareket ettiği açık bir biçimde ortaya çıkmıĢtır. Ġsyanın ilerleyen günlerinde Ankara Hükümeti‘nin propaganda çalıĢmaları sonuç vermiĢ, çok sayıda aĢiret reisi isyana sırt dönmüĢlerdir. Bunlardan bir kısmının üzerinde Nurettin PaĢa‘nın askeri tehditleri de etkili olmuĢtur. Sebebi ne olursa olsun gerçek Ģudur ki; milliyetçi düĢüncelerden uzak biçimde bir araya gelen aĢiretlerin ittifakı kolayca çözülmüĢtür. Ayaklanmaya milli değerlerin hakim olmadığının bir diğer göstergesi de 164 KTC‘nin çabalarına rağmen isyana Sünni Kürt aĢiretlerinin destek vermemiĢ olmasıdır. Özetle, ikili yapının birlikte hareket ettiği Koçgiri isyanında milliyetçilik akımı, Anadolu‘daki Kürtlere hakim olmadığından ve onlar kendilerini halen aĢiret yapısı içinde tanımladıklarından; KTC, amacına ulaĢamamıĢ, milliyetçi bir isyan gerçekleĢtirememiĢtir. Bu dönemdeki Kürtçülük hareketlerinin diğer önemli bir özelliği de içsel dinamiklerinin yetersizliğidir. Kürtçüler, milliyetçilik akımının geniĢ halk kitleleri arasında yayılmasını sağlayamadıklarından dolayı hareketin iç dinamikleri yetersiz kalmıĢ, bu ise Kürtçüleri dıĢsal dinamiklere muhtaç etmiĢtir. Ġngilizler, Kürtçülerin bu durumunun farkındadırlar. Ġngiliz Yüksek Sekreterliği‘nin Ġngiltere DıĢiĢleri Bakanlığı‘na yazdığı, 29 Mart 1920 tarihli mektup bu durumu gözler önüne sermektedir: ―Kürtlerin büyük çoğunluğu bir dıĢ iktidarın hükmü altına girmekten baĢka bir Ģey beklemiyor, çok azı ağa ve Ģeyhlerinden daha yukarıya bakıyor, Kürdistan‘ın dıĢında eğitilen ve bölücü fikirler 1 savunan küçük sayıdaki Kürt ise nüfuzlarını önemlerini abartmaya meyillidirler.‖ Kürtçülüğün bu zayıf yönleri, emperyalist devletlere Kürtçüleri kendi çıkarları doğrultusunda değersiz bir piyon olarak kolayca kullanmaları imkanını vermiĢtir. Özetle; bu dönemki Kürtçülüğü, emperyalist Batılı devletlerce 19. yüzyılla beraber yeĢertilmeye baĢlanılan, suni ve halktan kopuk faaliyetler olarak açıklayabiliriz. Aslına bakılırsa, Anadolu‘daki Kürtlerin Türklerle beraber yüzlerce yıllık bir tarih paylaĢmıĢ olmaları ve geleceklerini de (Müslüman kimlikleri nedeniyle) Halife‘ye bağlı biçimde Türklerle beraber çizme iradeleri Kürtçü hareketleri köksüz bırakmıĢtır. Ġngiliz gizli belgelerine göre; Ġngilizler de bu düĢüncededir. Ġngilizler, bu belgelerde Kürtlerin Türklerle beraber yaĢamaya alıĢmıĢ olduğunu, Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmanın çok 2 zor olduğunu belirtmiĢlerdir. Dolayısıyla Ġngilizler de Türklerle Kürtlerin ortak tarih bilincinin ve geleceği beraber inĢa etme iradelerinin farkındadır. Ġstanbul‘daki bir avuç Kürtçü ise yürüttükleri faaliyetlerin her aĢamasında kendilerini baĢta Ġngilizler olmak üzere emperyalist devletlerin kucağına bırakmıĢlar, emperyalistler ise onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp iĢleri bittiğinde de bir köĢeye fırlatmıĢlardır. Aslına bakılırsa Kürtçüler için bu durum kaçınılmazdı: Anadolu‘nun gerçeklerinden uzak, bu bir avuç Kürtçü için emperyalist Batılı devletlerden medet ummaktan baĢka çare bulunmamaktaydı. BaĢta Ġngilizler olmak üzere emperyalist Batı içinse Kürtlerin bağımsız veya yarı özerk bir 1 Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Beybûn Yayınları, Ankara, 1992, s.315-316 2 Ulubelen, age., s.220 165 devlete sahip olmasının kendileri için hiçbir önemi yoktu. Onlar için önemli olan husus, diğer Osmanlı topraklarını olduğu gibi Misak-i Milli sınırlarını da kendi çıkarları doğrultusunda ele geçirebilmekti. Kürtler, bu amaca ulaĢmak için kullandıkları araçlardan biriydi sadece. Bunun en somut göstergesi ise Ġngilizlerin Musul ve çevresindeki zengin petrol kaynaklarına sahip olabilmek için Kürt ve Türk nüfusu, kuzey-güney yönünde ikiye bölmekten kaçınmamıĢ olmasıdır. Hatırlanacağı üzere; genç Türkiye Cumhuriyeti‘nin tüm çabalarına ve bölge halkının tüm taleplerine karĢın Ġngilizler, Musul ve çevresini bölgede azınlık durumunda olan fakat kendi mandasını kabul etmiĢ Araplara bağlamıĢ, böylece bölgedeki Kürt-Türk nüfusun bir kısmı Irak sınırlarına hapsolurken diğer kısmı ise Türkiye sınırları içinde kalmıĢtır. Diğer yandan Ģunu da belirtmek gerekir ki; Mustafa Kemal önderliğindeki KurtuluĢ mücadelesi sırasında Kürtler, tıpkı Yavuz Sultan Selim döneminde olduğu gibi kendi gönüllü tercihlerinin bir sonucu olarak Türklerle omuz omuza savaĢmıĢlardır. Türk‘ü, Çerkezi, Lazı, Arnavut‘u, Kürd‘ü (…) kısacası bu vatanın tüm evlatları, hep beraber emperyalist Batılı devletlere karĢı destansı bir mücadele vererek Misak-i Milli sınırlarını korumuĢlardır. Dolayısıyla ġark Meselesi, Batı açısından tam olarak son bulmamıĢtır. Halen Anadolu toprakları üzerinde emperyalist emellerini devam ettiren Batı, günümüzde de kirli oyunlarını sürdürmektedir. Kürtçülük, bu manada halen Batı‘nın elindeki önemli araçlardan biridir. 1926‘da ġeyh Sait isyanından faydalanarak zengin petrol yataklarına sahip Musul bölgesini hakimiyetine alan Batı, bu tarihten sonra uzunca bir süre Kürtçülük kartına olan ilgisini kaybetmiĢtir. Taa ki; 1980‘lerin baĢına kadar. Kürtçü PKK terör örgütünün gerek kurulması ve gerekse de geliĢmesinde Batılı güçlerin katkısı inkar edilemez boyuttadır. Bu noktada Ģunu da vurgulamakta yarar var ki; Batılıların terör örgütü PKK‘ya yardım etmelerinin sebebi, Kürt toplulukların mutluluğu ve refahını düĢündüklerinden değil; 1926 öncesi olduğu gibi bölgeyi kendi çıkarlarına uygun biçimde Ģekillendirmek içindir. 1980‘lerden itibaren PKK ve onun uzantılarına hiçbir yardımı esirgemeyen Batı, 1988 Halepçe katliamı sırasında binlerce Kürt‘ün Saddam Hüseyin tarafından kimyasal silahlarla öldürülmesi karĢısında Irak‘a müdahaleyi gerekli görmedi. Fakat aynı emperyalist Batı, Saddam‘a bağlı Irak askerlerinin zengin petrol kaynaklarına sahip Kuveyt‘i iĢgal etmesi karĢısında Irak‘a müdahaleyi ―demokratik ve özgür bir dünya için!‖ Ģart gördü. Çünkü bu kez Saddam, yanlıĢ bir hamleyle Batı‘nın çıkar alanına yani petrol kaynaklarına müdahale etmiĢti. Kısacası, Batılı devletlerin PKK‘ya verdikleri 166 doğrudan ve dolaylı desteğin altında yatan sebep, Batılı devletlerin Kürtlere karĢı besledikleri ulvi duygulardan değil, bölgede kendi çıkarları doğrultusunda kullanacakları bir piyona duydukları ihtiyaçtandır. Görüldüğü üzere; bir asır önceki Kürtçülük ile günümüzde yürütülen Kürtçü faaliyetler nitelik olarak önemli benzerlikler taĢımaktadır. Oynanan oyun aynı olmakla beraber oyuncuların isimleri değiĢmiĢtir. Öyleyse çalıĢmamızın baĢında belirttiğimiz ―sosyal bilimlerde benzer nedenler benzer sonuçlar doğurur‖ çıkarsamasından yararlanarak günümüzdeki Kürtçülüğü anlamak için tarihsel altyapısını kavramak ve toplumu aydınlatmak gerekmektedir. Bu tez, bu amaca yönelik hazırlanmıĢtır. Fakat burada unutulmaması gereken nokta; günümüz Kürtçülüğünü anlamak için konuya bütünsel açıdan bakmanın Ģart olduğudur. Eğer Türkiye Cumhuriyeti olarak konuya kesin bir biçimde çözüm bulunacaksa bunun ancak bu bütünsel bakıĢ açısıyla mümkün olacağını bilmemiz gerekir. Yoksa otuz yıldır yapıldığı gibi Kürtçülüğü eĢittir PKK olarak görüp 3 güvenlik kaygılı günlük politikalarla konu çözülmeye çalıĢılırsa PKK ortadan kaldırılabilse dahi Kürtçülük varlığını sürdürecektir. Dolayısıyla Kürtçülük, yaratıcısı olan emperyalist devletlerin elinde Anadolu insanının aleyhine kullanılacak bir piyon olmaya devam edecektir. Bu ise kısa sürede yeni bir Kürtçü terör örgütünün ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle Kürtçülük, güvenlik boyutu göz ardı edilmeden tarihsel, ekonomik, politik, sosyolojik vb. tüm yönleriyle beraber masaya yatırılmalı ve elde edilecek verilerin ıĢığında hazırlanacak kısa-orta-uzun vadeli politikalar yardımıyla çözülmelidir. Ancak bu Ģekilde Kürtçülüğün bir piyon olarak kullanılması engellenebilir ve Batı‘nın elinden Kürtçülük kartı nihai olarak alınabilir. 3 Son 10 yıllık süreçte güvenlik politikalarının yerini siyasal, sosyal ve ekonomik yaklaĢımlar almıĢ olmasına karĢın sorunun kesin olarak çözümü için bu yaklaĢımların daha kurumsal bir boyuta taĢınması gerekmektedir. 167 KAYNAKLAR Adıbelli, Ramazan, ―XIX. Yüzyılda Ermeni Milliyetçiliğinin DoğuĢunda Misyonerlik Faaliyetlerinin Rolü Kayseri Örneği‖, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sy.26,2009/1, ss. 313-332. Afyoncu, Erhan, 1000 Soruda Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınevi, Ġstanbul, 2010. Ahmed Akgündüz, ―ġark Meselesinin Tarihi Esasları‖, http://www.osmanli.org.tr/belgelergerceklerikonusuyor-2-74.html Ahmed, Kemal Mazhar, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Kürdistan, Berhem Yayınları, Ankara, 1992. Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, Doz Yayınları, Ġstanbul,1992. Akçam, Taner, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, Ġmge Kitabevi Yayıncılık, Ankara, 1999. Akyol, Mustafa, ―Türkler, Kürtler ve Osmanlılar‖, http://www.mustafaakyol.org/gayri-resmi-tarih/turkler-kurtler-ve-osmanlilar/ ____________, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan Kitap Yayınları, Ġstanbul, 2008. Alikılıç, Dündar, Abbasi Devleti‟nden Hakkari Beyliğine İrisan Beyleri, Tarih DüĢünce Kitapları, Ġstanbul, 2006. Atiya, Aziz, Doğu Hristiyanlığı Tarihi, Çev: Nurettin Hiçyılmaz, Doz Yay., Ġstanbul, 2005. Aydın, Mithat, ―Amerikan Protestan Misyonerlerinin Ermeniler Arasındaki Faaliyetleri ve Bunun Osmanlı-Amerikan ĠliĢkilerine Etkisi‖, ss. 79-122, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/189.pdf ____________, ―19. Yüzyıl Ortalarında Panslavizm ve Rusya‖, ss.7-19, Http://Pauegitimdergi.Pau.Edu.Tr/Makaleler/1361249905_7-19.Pdf Aydın, Suavi, ―Doğu ve Batı Hıristiyanlığı Arasında Son HesaplaĢma: ModernleĢme ve Doğu Hıristiyanlığı Üzerinde Misyon Faaliyetleri‖, Ahmet TaĢğın, Eyüp 168 Tanrıverdi, Canan Seyfeli, (Der.), Süryaniler ve Süryanilik, C. 3, Orient Yayınları, Ankara, 2005, ss. 101-129. Aytepe, Oğuz, Yeni Belgelerin Işığında Kürdistan Teâli Cemiyeti, Tarih ve Toplum, Sy. 174, Ankara, Haziran, 1998. Bedir Han, Emir Celadet; Lescot, Roger, Kürtçe Grameri, Institut kurde de Paris, Paris, 2001. Binark, Ġsmet , Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim , A.T.O. Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2005. Bruinessen, Martin Von, Ağa, Şeyh, Devlet, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2010. Bruinessen, M.V., Kürdistan Üzerine Yazılar, ĠletiĢim, Ġstanbul, 1995. Celil, Celile, XIX. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu‟nda Kürtler, Mehmet Demir (Çev.), Özge Yayınları, Ankara, 1992. Celil Celile, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Pêrî Yayınları, Ġstanbul, 1998. Çelik, Kemal, ―Millî Mücadele'de Ġç Ġsyanlar, Vatana Ġhanet Kanunu ve Ġstiklâl Mahkemeleri‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sy. 40, Kasım 2007. Çetin, Mahmut, Kart-Kurt Sesleri, İsyancı Bedirhan Bey'in Yaramaz Çocukları ve Bir Kardeşlik Poetikası, Biyografi.net, Ġstanbul, 2005. Çolak, Ġsmail, Kürt Meselesinin Açılımı, Nesil Yayınları, Ġstanbul, 2009. Dabağyan, Levon Panos; Osmanlı‟da Şer Hareketleri ve Abdülhamid Han, 3. Baskı, Ġstanbul, IQ Kültür Sanat Yayınları, 2005. Değerli, Esra Sarıkoyuncu, ―Lozan Barıs Konferansı‘nda Musul‖, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 10, Sayı 18, Aralık 2007. Denker, M.Sami;KurubaĢ, Erol, ― Jeo Politika Ve Jeo Strateji Açısından Kürt Konusu, PKK ve Türkiye(I)‖, http://sbe.dpu.edu.tr/7/225.pdf Deri, Mehmet, ―19. Yüzyılda Osmanlı Devleti‘nde Batılı Devletlerin, Rusya‘nın ve ABD‘nin Ermeni Okullarına Emperyalist Etkileri ve Ġlgili Devletlerin Ermeni 169 Meselesi‘nin Ortaya Çıkısındaki Rolleri‖, http://www.zafersen.com/mderimakale.pdf Doğan, Cabir, ―XVI. Yüzyıl Osmanlı Ġdari Yapısı Altında Kürt Emirlikleri ve Statüleri‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Mayıs 2011, Sy:23, ss.31- 43. ____________, ―Bedirhan Bey Ġsyanı, Tanzimat‘ın Diyarbakır ve Çevresinde Uygulanmasına KarĢı Bir Tepki Hareketi‖, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sy.12, Yıl: 2010/2. ____________, ―1843–1846 Nasturi Olayları ve Bedirhan Bey‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2010, Sayı:22, ss.1-18. Doğanay, Rahmi, ―Misak-ı Millî‘ye Göre Lozan‖, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 11 Sy.2, Elazığ, 2001, ss. 281-294. Dündar, Safiye, Kürtler ve Azınlık Tartışmaları, Doğan Kitapçılık, 2009. Kuran,Ercüment, "ABD'de Türk Aleyhtarı Ermeni Propagandası", Uluslararası Terörizm ve Gençlik Sempozyumu Bildirileri, Sivas, 1985. Erol KurubaĢ, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Nobel Yayın-Dağıtım, Ankara, 2004. Ertürk, YaĢar, Doğu Güneydoğu ve Musul Üçgeni (1918-1923), IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, Ġstanbul, 2007. Fendoğlu, H. Tahsin, ―Amerika BirleĢik Devletlerinin Misyonerleri Ve Osmanlı Devleti‖, Türkler, C: 14, Ankara 2002, http://www.hasantahsinfendoglu.com/akademik/makaleler/ABD%20N%C4%B0N%20M %C4%B0SYONERLER%C4%B0%20VE%20OSMANLI%20DEVLET%C4%B0.pdf Foggo, Hacer Yıldırım, Kırmızı Püskül: 1843-1846 Nesturi Katliamı, Chiviyazilari Yayınları, Ġstanbul, 2002. Gencer, Ali Ġhsan, ―Kırım SavaĢı ve Paris AntlaĢması‖, http://www.bilimtarihi.org/pdfs/KIRIM.pdf 170 Gencer, Fatih, ―Merkeziyetçi Ġdari Düzenlemeler Bağlamında Bedirhan Bey Olayı‖, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Yakınçağ Tarihi) Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Ankara-2010. GöldaĢ, Ġsmail; Kürdistan Teâli Cemiyeti, Doz Yayınları, Ġstanbul, 1991. Gürbüz, Macit, Kürtleşen Türkler, Selenge Yayınları, Ġstanbul, 2007. Halaçoğlu, Yusuf, Ermeni Tehciri, Babıali Kültür Yay., Ġstanbul, 2006. Halfin, 19.Yüzyılda Kürdistan Üzerinde Mücadeleler, Komal Yayınları, Ġstanbul, 2008. Hakan, Sinan, Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867), Doz Basım Yayın, Ġstanbul, 2011. Haydaroğlu, Ġ. Polat, Osmanlı İmparatorluğu'nda Yabancı Okullar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları; Ankara , 1990. Hikmet Uluğbay, İmparatorluktan Cumhuriyete Petropolitik, Turkish Daily News Yay., Ankara, 1995. Hür, AyĢe, ―Osmanlı‘dan Bugüne Kürtler ve Devlet‖, www.setav.org/ups/dosya/27464.pdf Ġleri, Cihangir, Osmanlı Devletindeki Nasturilerin Genel Durumu ve Nasturi İsyanları, Ahmet Tasgın, Eyüp Tanrıverdi, Canan Seyfeli, (Der.), Süryaniler ve Süryanilik, Orient Yayınları, C. 1, Ankara, 2005. Ġlter, Erdal, ―Ermeni Meselesi'nin DoğuĢunda ve GeliĢmesinde Ġngiltere'nin Rolü‖, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13545.pdf Kaleli, Emrullah,―Anadolu Selçuklu Devri Türk Haçlı Münasebetleri (1096 –1192)‖, T.C Süleyman Demirel Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2004. Kartın, Cengiz, ―Mustafa Kemal Atatürk‘ün Milli Mücadele Döneminde Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu‘daki AĢiretlere Yönelik Siyaseti‖, T.C. Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, Ağustos 2005. Kemal, Cemal, ―Birinci Dünya SavaĢı ve Sonrasında Musul Meselesi‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sy. 40, Kasım 2007. 171 Kılıç, Davut, ―XIX. Asırda Ġngiltere‘nin Ortadoğu Politikasının Osmanlı Ermenilerine Yansıması‖, Türk Dünyası AraĢtırmaları, Sy.117, Aralık, 1998, ss. 89-97. Kılıç, Orhan, ―Yurtluk-Ocaklık ve Hükümet Sancaklar Üzerine Bazı Tespitler‖, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1248/14269.pdf Kılıç, Osman, ―Protestan Misyonerler ve Ermeni Olaylarına Etkileri‖, Ermeni AraĢtırmaları, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=557 Kılıç, Remzi, ―Osmanlı Türkiyesi‘nde Azınlık Okulları‖, Türk Kültürü, Sy. 431, Ankara, 1999. Kısıklı, Emine, ―Yeni GeliĢmelerin IĢığında GeçmiĢten Günümüze Musul Meselesi‖, Ankara Üniversitesi Türk Ġnkılâp Tarihi Ensitüsü, Atatürk Yolu Dergisi, Sy. 24, Kasım 2003, ss. 487-526. KocabaĢ, Süleyman, Sultan II. Abdülhamit: Şahsiyeti ve Politikası, Vatan Yayınları, Ġstanbul,1995. KocabaĢoğlu, Uygur, ―XIX. Yüzyılda Osmanlı Ġmparatorluğu‘nun Avrupa Topraklarında Amerikan Misyoner Faaliyetleri‖ , http://www.misyonerlik.com/main/index.php?content=read&hid=122 Kodaman, Barçın, ―Sevr ve Lozan‘da Ermeni Sorunu‖, http://Tez.Sdu.Edu.Tr/Tezler/Ts00271.Pdf Kodaman, Bayram, ―II. Abdülhamit ve Kürtler-Ermeniler‖, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21 Mayıs 2010. KurubaĢ, Erol, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye Cilt 1, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2004. Kutschera, Chrisç, Kürt Ulusal Hareketi, (Çev. Fikret BaĢkaya), Avesta Yayınları, Ġstanbul, 2001. Küçük, Abdurrahman; Güngör, Harun, Millî Bütünlüğümüzün Kaynağı Asya‟dan Anadolu‟ya Taşınanlar, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 1997 Küçük, Mehmet Alparslan, ―Anadolu‘da ―Protestan Ermeni Milleti‖nin OluĢumu‖, Ankara Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, 50:2, 2009, Küçük, Cevdet, ġark 172 Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika, Sy.613, http://www.iudergi.com/tr/index.php/tarih/article/view/3286/2898 Lazarev, M.S, Emperyalizm ve Kürt Sorunu (1917–1923), Öz-Ge Yayıncılık, Ankara, 1993. Malmisanij, Cizira Botanlı Bedirhaniler, 2. Baskı, Avesta Yay., Ġstanbul 2000 Öke, Mim Kemal, Musul-Kürdistan Sorunu (1918-1926), Bilge Karınca Yay., Ġstanbul, 2002. _____________, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu (1918– 1926), TKAE Yayınları, Ankara, 1992. Ömer Kürkçüoğlu, Türk İngiliz ilişkileri (1919-1926), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yay., Ankara, 1978. Önder, Ali Tayyar, Türkiye'nin Etnik Yapısı, Kripto Kitaplar, Ankara, 2008. Özgürel, Avni, Ayrılıkçı Hareketler, Altın Kitaplar Yayınevi, Ġstanbul, 2006. Özoğlu, Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği, Kitap Yayınevi, Ġstanbul, 2009. Mumcu, Uğur,Kürt İslam Ayaklanması, um:ag Yayınları, Ankara, 1999. Kutlay,Naci, İttihat Terakki ve Kürtler, Beybûn Yayınları, Ankara, 1992, ss.315-316. Parlar, Suat, ―Öntürkler ve Jönkürtler I‖, http://www.halksahnesi.org/incelemeler/jonturkler_jonkurtler/jonturkler_jonkurtle r.htm Sarıkoyuncu Değerli, Esra, ―Ġngiltere‘nin Doğu (ġark) Politikası (1882-1914)‖, Akademik BakıĢ Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E‐Dergisi, Sy. 14, 2008, Ġktisat ve GiriĢimcilik Üniversitesi – Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat – Kırgızistan, Http://Www.Akademikbakis.Org/14/Ġngiltere.Pdf Sasuni, Garo, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni Kürt iliskileri, Med Yayınları, Ġstanbul, 1992. 173 SatılmıĢ, Selahattin, ―XIX. Yüzyılda Hakkari‘de Hıristiyan Bir Cemaat: Nasturiler‖,www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/.../sati lmis.pdf Sezer, Ayten, ―Osmanlı'dan Cumhuriyet'e; Misyonerlerin Türkiye'deki Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri‖, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, http://www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr/700ozelaytensezer.pdf Sonyel, Salâhi, R. Gizli Belgelerle Lozan‟ın Perde Arkası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2006. Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıralarım, Dergâh Yayınları, Ġstanbul, 1987. Sükan, Bige, ―Fransa‘nın Türkiye Politikaları ve Ekonomi Çıkarları(1919-1922)‖, Osmanlı‘dan Lozan‘a Batı‘nın PaylaĢım Projeleri Sempozyumu, BaĢkent Üniversitesi Stratejik AraĢtırmalar Merkezi, s.217, www.scribd.com/doc/.../Osmanldan-Lozana-Batnn-Paylam-Projeleri ġahin, Gürsoy, ―Türk-Ermeni Ġliskilerinin Bozulmasında Amerikalı Misyonerlerin Rolleri Üzerine Bir Ġnceleme‖, http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VII1/gsahin .pdf ġahin, Hasan, ―ġark Meselesi Çerçevesinde Osmanlı-Ġngiliz ĠliĢkilerine Genel Bir BakıĢ (BaĢlangıcından Paris BarıĢı‘na Kadar)‖, A.Ü. Türkiyat AraĢtırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 29, Erzurum, 2006, ss.213-238. ġimĢir, Bilâl N., Lozan Telgrafları I (1922-1923), Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yay., Ankara, 1990. _____________, Ermeni Meselesi 1774- 2005, Bilgi yayınları, Ġstanbul, 2005. _____________, Kürtçülük(1787-1923), Bilgi Yayınevi, Ġstanbul, 2010. _____________,―Washington'daki Osmanlı Elçisi Alexandre Mavroyeni Bey ve Ermeni Gailesi (1887-1896)‖ Ermeni AraĢtırmaları, Sy. 4, Aralık 2001-Ocak-ġubat 2002, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=DergiIcerik&IcerikNo=267 174 ġiĢman, Adnan, ―Misyonerlik Faaliyetleri ve UĢak‘ta Montanizm‘e Dair Çalısmalar‖, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt III, Sy:2, Afyon, Aralık 2001. Turan, IĢıl, ―Komintern Belgelerinde ġeyh Sait Ġsyanı ve Ankara‘daki Kabine DeğiĢikliği‖, Yakın Dönem Türkiye AraĢtırmaları Dergisi, Sy. 11, 2007. Tan, Altan, Kürt Sorunu, TimaĢ Yayınları, Ġstanbul, 2011. Ekinci, Tarık Ziya, "Kemalist Aydınlanma ve Kürtler II", http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=366 Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye‟de Siyasal Partiler, Cilt II Mütareke Dönemi (1918–1922), Hürriyet Vakfı Yayınları, Ġstanbul,1986. Turan, Ömer, ―Amerikan Protestan Misyonerlerinin Bulgar Milliyetçiliğine Katkıları‖, XII. Türk Tarih Kongresine Sunulan Bildiriler, III, 1999. __________, ―Avrasya Coğrafyasında Misyonerlik Faaliyetleri‖, http://www.turksam.org/tr/yazdir238.html Turan, Mustafa, ―Birinci Dünya SavaĢı‘na Giden Yolda Osmanlı Devleti‘nin Tasfiyesi‖, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, http://www.gefad.gazi.edu.tr/window/dosyapdf/2009/5/59.pdf Uçarol, Rıfat, Siyasi Tarih, DER Yayınları, Ġstanbul, 1985. Ulubelen, Erol, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Cumhuriyet Kitapları, Ġstanbul, 2009. Uluç, A.Vahap, ―Kürtler‘de Sosyal ve Siyasal Örgütlenme: AĢiret‖, Mukaddime, Sy.2, 2010, www.mukaddime.artuklu.edu.tr/documents/Makaleler/Sayi2/57.pdf Ünal, Mehmet Ali, Osmanlı Devleti‟nde Merkezi Otorite ve Taşra Teşkilâtı, Osmanlı, C. VI, YT Yayınları, Ankara 1998. Yavuz, Nuri, ―ġark Meselesi Açısından Ortadoğu GeliĢmeleri‖, GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, c.23, sy.3, Ankara, 2003, ss. 89-98. Yılmazçelik, Ġbrahim, Diyarbakır Eyaleti‟nin Yeniden Teşkîlatlandırılması, Osmanlı, C. VI, YT Yayınları, Ankara, 1999. 175 Yonan, Gabriele, Asur Soykırımı: Unutulan Bir Holocaust, Erol Sever (Çev.), Ġstanbul: Pencere Yayınları,1999. 176 ÖZGEÇMĠġ Doğum Yeri ve Yılı : Dörtyol-1978 Öğr.Gördüğü Kurumlar : 1984 1992 Güven Ġlkokulu Lise : 1992 1995 Osmaniye Atatürk lisesi Lisans : 1995 2000 A.Ü. Siyasal Bil. F. Kamu Yönetimi Yüksek Lisans : 2001 2002 Nottingham Üniversitesi Medeni Durum : Evli Bildiği Yabancı Diller Düzeyi: Ġngilizce-Ġyi ÇalıĢtığı Kurum(lar) : 2000 ve Hala ÇalıĢıyor ĠçiĢleri Bakanlığı Mülki Ġdareler Amirliği 2012 Akın AĞCA 177