T.C. BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI FELSEFE TARİHİ BİLİM DALI MICHEL FOUCAULT VE JEAN BAUDRILLARD DÜŞÜNCESİNİN KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZİ (DOKTORA TEZİ) Mustafa DİKMEN BURSA, 2021 T.C. BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI FELSEFE TARİHİ BİLİM DALI MICHEL FOUCAULT VE JEAN BAUDRILLARD DÜŞÜNCESİNİN KARŞILAŞTIRMALI BİR ANALİZİ (DOKTORA TEZİ) Mustafa DİKMEN Danışman: Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP BURSA, 2021 TEZ ONAY SAYFASI T.C. BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Felsefe Tarihi Bilim Dalı’nda 711621006 numaralı Mustafa Dikmen’in hazırladığı “Michel Foucault ve Jean Baudrillard Düşüncesinin Karşılaştırmalı Bir Analizi” konulu doktora tezi ile ilgili tez savunma sınavı, 30/03/2021 günü 11:00-13:00 saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının (başarılı/başarısız) olduğuna (oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Tez Danışmanı ve Sınav Komisyonu Başkanı Üye Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP Prof. Dr. Sadık TÜRKER Bursa Uludağ Üniversitesi Kırklareli Üniversitesi Üye Üye Prof. Dr. Kemal ATAMAN Prof. Dr. Derda KÜÇÜKALP Marmara Üniversitesi Bursa Uludağ Üniversitesi Üye Prof. Dr. Mehmet Fatih BİRGÜL Bursa Uludağ Üniversitesi SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS/DOKTORA İNTİHAL YAZILIM RAPORU BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI BAŞKANLIĞI’NA Tarih: 06/07/2021 Tez Başlığı / Konusu: Michel Foucault ve Jean Baudrillard Düşüncesinin Karşılaştırmalı Bir Analizi Yukarıda başlığı gösterilen tez çalışmamın a) Kapak sayfası, b) Giriş, c) Ana bölümler ve d) Sonuç kısımlarından oluşan toplam 270 sayfalık kısmına ilişkin, 07/06/2021 tarihinde şahsım tarafından TURNITIN adlı intihal tespit programından (Turnitin) aşağıda belirtilen filtrelemeler uygulanarak alınmış olan özgünlük raporuna göre, tezimin benzerlik oranı % 10 ‘dur. Uygulanan filtrelemeler: 1- Kaynakça hariç 2- Alıntılar hariç/dahil 3- 5 kelimeden daha az örtüşme içeren metin kısımları hariç Bursa Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tez Çalışması Özgünlük Raporu Alınması ve Kullanılması Uygulama Esasları’nı inceledim ve bu Uygulama Esasları’nda belirtilen azami benzerlik oranlarına göre tez çalışmamın herhangi bir intihal içermediğini; aksinin tespit edileceği muhtemel durumda doğabilecek her türlü hukuki sorumluluğu kabul ettiğimi ve yukarıda vermiş olduğum bilgilerin doğru olduğunu beyan ederim. Gereğini saygılarımla arz ederim. Tarih ve İmza 06/07/2021 Adı Soyadı: Mustafa DİKMEN Öğrenci No: 711621006 Anabilim Dalı: Felsefe ve Din Bilimleri Programı: Felsefe Tarihi Statüsü: Doktora Danışman Tarih Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP 06.07.2021 YEMİN METNİ Doktora tezi olarak sunduğum “Michel Foucault ve Jean Baudrillard Düşüncesinin Karşılaştırmalı Bir Analizi” başlıklı çalışmanın bilimsel araştırma, yazma ve etik kurallarına uygun olarak tarafımdan yazıldığına ve tezde yapılan bütün alıntıların kaynaklarının usulüne uygun olarak gösterildiğine, tezimde intihal ürünü cümle veya paragraf bulunmadığına şerefim üzerine yemin ederim. Tarih ve İmza Adı Soyadı: Mustafa DİKMEN Öğrenci No: 711621006 Anabilim Dalı: Felsefe ve Din Bilimleri Programı: Felsefe Tarihi Statüsü: Doktora v ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Mustafa DİKMEN Üniversite : Bursa Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Felsefe ve Din Bilimleri Bilim Dalı : Felsefe Tarihi Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : XIII + 266 Mezuniyet Tarihi :15/06/2021 Tez Danışman(lar)ı : Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP Michel Foucault ve Jean Baudrillard Düşüncesinin Karşılaştırmalı Bir Analizi 20. yüzyıl çağdaş Fransız düşüncesinin özellikle ikinci yarısı felsefe tarihi açısından oldukça karmaşık bir yapıya sahip olup bu karmaşıklığın başında şüphesiz felsefenin “alan dışı” etkileşimlerle almış olduğu yeni hal vardır. Özne merkezli bir düşünceye gönderimde bulunan ve özellikle Jean Paul Sartre’a değin devam ettiğini söyleyebileceğimiz hümanist nosyon, 20. yüzyılın ikinci yarısında yıkılmaya başlanmış ve böylece de felsefede yeni bir döneme girip girilmediği sorunsallaştırılmıştır. Bu sorunsallaştırmaların başında gelen iki düşünür olan Michel Foucault ve Jean Baudrillard’ın düşüncelerinin daha sarih bir şekilde anlaşılabilmesi için, çalışmanın birinci bölümde konu edilen düşünce; Foucault ve Baudrillard’ın içinde yetişmiş olduğu döneme kadar devam eden modern düşüncenin oluşumudur. Özellikle Foucault ve Baudrillard açısından önemli bir dönüm noktasını/eşiği ifade eden modern dönemin önemi, güncelliğin anlaşılması adına, özneler olarak bugün eylemlerimizi belirleyen bilgi ve iktidarın birer sarmal halinde bugünkü deneyimlerimizi nasıl ve hangi bilgi ve iktidar ağlarıyla oluşturduğu ve bu deneyimlerin haricindeki deneyimlere öznelerin nasıl açılabileceği sorularının cevabının aranması gerektiği yer olmasından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan çalışmanın birinci bölümde modern dönemin sübjektivite açısından önemine değinilmiştir. İkinci bölümde ise Foucault ve Baudrillard düşüncelerinin çağdaş Fransız düşüncesi içerisindeki konumu, Foucault ve Baudrillard’ın analiz biçimlerinin neler olduğu konu edilmiş olup, her iki düşünürün kullanmış olduğu analiz biçimlerinin, güncelliğin ontolojisinin yapılabilmesinde birbirine benzeyen ve ayrışan yönlerinin neler olduğu araştırılmıştır. İki düşünürün kaynaklarının ve araştırma alanlarının farklılığı, bu iki düşünürü karşılaştırmada bir handikap gibi görünse de, bu düşünürlerin çözümlemelerinin bugünü anlamada getireceği yararların ne olduğu da mevzu edilmiştir. Üçüncü ve son bölümde de Michel Foucault’nun bugünü oluşturduğunu düşündüğü modern eşiğe dair var olan çözümlemelerinin, günümüzü anlamada bugüne daha çok eğilen ve bugünü çözümlemeye yönelik çabalarıyla Baudrillard’ın düşünceleri arasındaki benzerlik ve farklılıklara yer verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Çağdaş Fransız Felsefesi, Michel Foucault, Jean Baudrillard, Postmodernizm, Yapısalcılık, Postyapısalcılık. vi ABSTRACT Name and Surname : Mustafa DİKMEN University : Bursa Uludağ University Institution : Social Science Institution Field : Philosophy and Religious Sciences Branch : History of Philosophy Degree Awarded : Doctorate Page Number : XIII + 266 Degree Date : 15/06/2021 Supervisor (s) : Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP The history of philosophy, especially in the second half of the 20th century contemporary French thought, has a very complex structure, and at the beginning of this complexity is undoubtedly the new state of "non-departmental" thought of philosophy. The humanist notion, which refers to a subject-centered thought and which we can say that it continued especially until Jean Paul Sartre, began to collapse in the second half of the 20th century and thus, whether a new era was entered in philosophy was problematized. In order to understand more clearly the thoughts of Michel Foucault and Jean Baudrillard, two of the leading thinkers of these problematizations, the thought in the first part of the study; It is the formation of modern thought that continued until the period in which Foucault and Baudrillard grew up. Especially for Foucault and Baudrillard, the importance of the modern period, which represents an important turning point / threshold, in order to understand the actuality, how knowledge and power that determine our actions as subjects form a spiral of our present experiences and with which networks of knowledge and power, and how subjects can open up to experiences other than these experiences. It is due to the fact that it is the place where the answers of the questions should be sought. In this respect, the importance of the modern period in terms of subjectivity is mentioned in the first part of the study. In the second chapter, the position of Foucault and Baudrillard's thoughts in contemporary French thought, what the analysis styles of Foucault and Baudrillard are, are discussed, and what are the similar and divergent aspects of the analysis styles used by both thinkers in making the ontology of actuality are investigated. Although the difference of the sources and research areas of the two thinkers seems to be a handicap in comparing these two thinkers, the benefits of these thinkers' analysis in understanding today are also discussed. In the third and last chapter, the similarities and differences between Michel Foucault's existing analysis of the modern threshold, which he thinks constitute the present, and Baudrillard's thoughts, which focus more on understanding today, and his efforts to analyze the present, are included. Key Words: Modern French Thought, Michel Foucault, Jean Baudrillard, Postmodernism, Structuralism, Post-structuralism. vii ÖNSÖZ Teze uygun bir biçimde ve Foucault’dan yardım alarak şöyle demek istiyorum: Her tez çalışması, başlangıçta olmadığımız kişi olmak anlamına gelir. Tez için okumalar yapmaya ya da tezi yazmaya başladığımız andan itibaren değişim ve dönüşüm biz farkında olmadan başlamıştır aslında. Başladığımdaki ben bitirdiğimdeki benle aynı ben değildi, buna eminim. Bugünü, çağı, yaşanılan zamanları anlamak için öncelikle tarihsel olarak yaratıldığımız an’a (Foucault), sonrasında da bugün yaşanan bu aşırılıkların tarafına (Baudrillard) gidip geldim. Modern düşünceden postmodern düşünceye geçiş anını iki filozof açısından incelemek, bu iki düşünür arasında her ne kadar bir tür husumet bulunsa da yine de onlar arasında “yakınlıklar” bulmaya çalışmak en azından benim için oldukça ilginç ve güzel bir deneyimdi. Akademik hayatın ve hatta hayatın kendisinin en önemli basamaklarından olan doktora sürecinin ardında, tezi yazan kadar tezin yazım sürecine kimi zaman varlığıyla, kimi zaman bilgisi ve görüşleriyle destek sağlayan birçok insanın emeği vardır. Bu emeklerin en büyüğü şüphesiz kıymetli Hocam Prof. Dr. Kasım KÜÇÜKALP’indir. Onun varlığı, bilgisi, hoşgörüsü, nezaketi ve fedakarlığı, şahsım adına dünyanın en büyük nimetlerindendir. Buradaki her bir ifade Hocama teşekkürümü anlatmaya kifayetsiz kalacaktır. Yüksek lisans ve doktora dönemimde kendisinden ders alma bahtiyarlığına eriştiğim Prof. Dr. Kemal ATAMAN Hocamın üzerimdeki emeği çok büyüktür. Onun rahle-i tedrisatından geçmek benim için başlı başına bir övünç kaynağıdır. Tez İzleme Komite’sinin üyesi olan ve tez yazım sürecinde bana farklı perspektifler sunan ve ihmal edebileceğim noktaları bana hatırlatan Prof. Dr. Derda KÜÇÜKALP Hocama teşekkür ederim. Tez savunma jürime katılarak eleştiri ve katkılarıyla tezin son halini almasında büyük emeği olan kıymetli Hocam Prof. Dr. Sadık TÜRKER’e katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Tez izleme jürimde bulunan ve tezin her aşamasında bana rehberlik eden Prof. Dr. Mehmet Fatih BİRGÜL’e de teşekkürü borç bilirim. viii Tezimin son okumasını yapan ve değerli görüşleriyle tezimi daha da olgunlaştıran Hocam Doç. Dr. Ahmet DAĞ’a da teşekkürü borç bilirim. Tezin son haline gelmesinde onun emeği çok büyüktür. Gerek yoldaşlıkları gerekse akademik manadaki yol göstericilikleriyle dostlarım Arş. Gör. Sema CEVİRİCİ ve Nuh Muaz KAPAN’ın bu tezde hakkı çok büyüktür, teşekkür ederim. Kendi teziyle uğraştığı halde tezime vakit ayırıp redaksiyonunu yapan kardeşim Ahmet Bedri Yavuz’a da ayrıca teşekkür ederim. Çocukluğumun tüm kokularını ve duygularını oluşturan merhume anneannem ve merhume babaanneme, beni kitapla, düşünceyle, fikirle ve ilimle buluşturan ve ilk öğretmenim olan dayım Mehmet ÜZEL’e, her daim desteklerini hissettiğim babam Lütfi DİKMEN ve annem Feriha DİKMEN’e, üniversite ortamını ilk kez fakültedeki odasında hissettiğim ve bana akademisyenlikle birlikte insanlığı öğreten Hanefi PALABIYIK’a, bir akademisyen ve insan nasıl olmalıdır sorusunun cevabının müşahhas hale geldiği Hasan MEYDAN’a, desteğini her daim can u gönülden hissettiğim ve hem hayat arkadaşım hem de meslektaşım Fatmanur DİKMEN’e ve tezle birlikte doğan, tezle birlikte büyüyen ve tezimle birlikte bir tez daha yazmamı sağlayan kızım Ebrar Betül DİKMEN’e sonsuz sevgi ve muhabbetle. Son teşekkürüm ise Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitabını okuduktan sonra Bursa’da böylesi bir ortamın olup olamayacağını, varsa da nerde olduğunu maalesef benim bulamayacağımı düşündüğüm, lâkin böylesi bir dükkân-tekke ile bir lütfu ilahi sonucu karşılaşıp uzun senelerdir beri bana hem ağabeylik hem yârenlik eden “Irgandı’da Bir Oyma Dükkânı” olarak adlandırdığım oyma atölyesinin Bekir Abisi’ne. Tezin her aşamasında yanımda olan, kimi zaman çayıyla, kimi zaman hoş sohbetiyle bana her daim yoldaşlık eden Bekir Uslu bana gönlünü açmasaydı bu tez eksik kalırdı. Kalbi selam ve teşekkürle. Mustafa DİKMEN Bursa, 2021 ix İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ................................................................................................ ii YÜKSEK LİSANS/DOKTORA İNTİHAL YAZILIM RAPORU ........................iii ÖZET............................................................................................................................ v ABSTRACT ................................................................................................................ vi ÖNSÖZ ....................................................................................................................... vii İÇİNDEKİLER .......................................................................................................... ix KISALTMALAR ....................................................................................................... xi GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM MICHEL FOUCAULT VE JEAN BAUDRILLARD DÜŞÜNCESİNİN ELEŞTİREL ZEMİNİ OLARAK SÜBJEKTİVİTE PROBLEMİ 1.1. Sübjektivitenin Modern Düşüncedeki Oluşumu .............................................. 20 1.2. Modern Felsefe ve Çifte Modernlik ................................................................. 31 1.3. Aydınlanma ve İçeriden Eleştirisi: Jean Jacques Rousseau ve Aydınlanma Eleştirisi .................................................................................................................. 34 1.4. Immanuel Kant ve Sübjektivitenin Radikalizasyonu ....................................... 41 1.5. Bir İhlal Olarak Sübjektivitenin Merkezsizleşmesi ......................................... 47 İKİNCİ BÖLÜM MICHEL FOUCAULT VE JEAN BAUDRİLLARD FELSEFELERİNE GİRİŞ OLARAK ÇAĞDAŞ FRANSIZ DÜŞÜNCESİ 2.1. Çağdaş Fransız Düşüncesi ve Sübjektivite Metafiziğinin İkircikli Hali .......... 60 2.2. Nietzsche ve Mahdumları: Gilles Deleuze, Felix Guattari, Jacques Derrida ve Çağdaş Fransız Düşüncesine Nietzsche Etkisi ........................................................ 75 2.3. Çağdaş Fransız Düşüncesinde Michel Foucault .............................................. 86 2.4. Michel Foucault’ya Hazırlık: Foucault-Öncesi Foucault ................................. 90 2.5. Bir Filozof Olarak Michel Foucault ................................................................. 97 2.6. Çağdaş Fransız Düşüncesinde Jean Baudrillard ............................................ 106 2.6. Michel Foucault ve Jean Baudrillard’ın Enstrümanları ................................. 117 2.6.1. Michel Foucault’nun Enstrümanları I: Arkeoloji .................................... 123 x 2.6.2. Michel Foucault’nun Enstrümanları II: Soybilim ................................... 132 2.6.3. Jean Baudrillard’ın Enstrümanları I: Tüketim Toplumu ......................... 137 2.6.4. Jean Baudrillard’ın Enstrümanları II: Simülasyonlar ............................. 144 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM FOUCAULTCU SORUNSALLAŞTIRMALAR VE BAUDRILLARDCI RADİKALLEŞTİRMELER 3.1. Michel Foucault ve Sorunsallaştırmalar......................................................... 152 3.2. Jean Baudrillard ve Radikalleştirmeler .......................................................... 162 3.3. Foucaultcu Sorunsallaştırmalar Bağlamında Sübjektivite Problemi: Michel Foucault ve Özne .................................................................................................. 170 3.4. Yeni Yol Arayışında Jean Baudrillard ve Nesneler Sistemi .......................... 191 3.5. Öznenin Açımlanım Alanı Olarak İktidar ...................................................... 200 3.5.1. Foucault ve Baudrillard’ın İktidar Analitiklerinin İlişkiselliği ............... 217 3.6. Disiplin/Gözetim Toplumundan Performans Toplumuna .............................. 224 3.6.1. Gözetim ve Foucault ............................................................................... 231 3.6.2. Gözetimin Sonrası: Baudrillard .............................................................. 234 SONUÇ ..................................................................................................................... 238 KAYNAKÇA ........................................................................................................... 242 xi KISALTMALAR Kısaltma Bibliyografik Bilgi a.g.e. Adı Geçen Eser a.g.m. Adı Geçen Makale Akt. Aktaran Bkz. Bakınız c. Cilt çev. Çeviren der. Derleyen ed. Editör S. Sayı s. Sayfa ss. Sayfadan sayfaya vb. Ve benzeri Vd. Ve diğerleri Sad. Sadeleştiren 1 GİRİŞ Çağdaş Fransız felsefesi içerisinde önemli iki isim olan Michel Foucault ve Jean Baudrillard’ın genel anlamda aralarındaki felsefi tartışmalara daha çok vurgu yapılır ve iki düşünürün birbiriyle uzlaşmaz düşünceleri olduğu varsayılır. Fakat incelikli bir okumayla Baudrillard’ın, Foucault’nun bıraktığı yerden devam ettiği söylenebilir. Öyle ki Foucault’nun çözümleme konusu etmiş olduğu modern eşiğin artık postmodern eşiğe kayıp kaymadığı, yeni teknolojilerle birlikte ortaya çıkan yeni öznelik deneyimlerinin ne olacağı konusu Baudrillard’ın temel sorunlarından birisidir. Bu yönüyle Foucault ve Baudrillard arasındaki uzlaşmaz görünen yerlerin ve Baudrillard’ın, Foucault’yu unutmak istemesine odaklanmak yerine, bu iki düşünürün birbirleriyle kesiştikleri konuların neler olduğunu araştırmak gereklidir. Bu temel düşünceden hareketle ilkin, her iki düşünürün de -Foucault’nun daha fazla olduğunu bildirmek kaydıyla- söz konusu ettiği ve yorumlarında sıkça atıfta bulunduğu modern felsefenin ve sübjektivite metafiziğinin oluşum anı ve sonrasına odaklanarak, bu felsefenin Foucault ve Baudrillard düşüncesine giden yolda ne gibi özelliği olduğu konusuna yoğunlaşma çabası gösterdik. İkinci olarak ise, Foucault ve Baudrillard felsefesi açısından önemli olduğunu düşündüğüm çağdaş Fransız felsefesinin mahiyetine ve Foucault ile Baudrillard felsefelerinin genel mahiyetine odaklanarak, bu felsefelerin birbirinden ayrıştıkları noktalarla birbirleriyle kesiştikleri noktalara odaklandık. Foucault’nun modernlik eleştirisi ve güncelliğin ontolojisinde işlerliğe koyduğu düşüncenin; bugünün anlaşılması adına dünün ne şekilde ve hangi kurulu hakikatler üzerine inşa edildiği düşüncesi olduğu söylenebilir. Baudrillard düşüncesinin ise Foucault düşüncesiyle aynı düzlemde, fakat bugüne daha çok yoğunlaşan bir tarzda, yeni oluşmakta olan postmodernleşmenin toplumsal, kültürel ve felsefi temellerinin hangi anlatılar üzerine ve ne şekilde oluşturulmuş olduğu söylenebilir ve bu açıdan her iki düşüncenin birbirleriyle ilişkiselliğinin analizi oldukça önemlidir. Her iki düşünürün de anti-metodik yapısı ve belirli bir öz yahut özneye dayanmayan felsefe arayışları, bu iki düşünürü birbirine yaklaştıran düşüncedir. Öyle ki hem Foucault’nun hem de Baudrillard’ın özcü metafizikler karşısında yer alan düşüncesi, bu iki düşünürün postmodern olarak alımlanmasına yol açan nedenlerden biridir. Foucault’nun modernliğin arkeolojisini yaparken yürürlüğe koyduğu düşüncelerin 2 Dumezil ve Bachelard’ın epistemolojik kopuş kavramları vasıtasıyla spesifik rasyonaliteleri analiz etme çabası ve kendi dönemine kadar var olan çeşitli algıların kırılmasına, değiştirilip dönüştürülmesine yardımcı olan çözümlemeleri, Foucault’yu felsefe tarihinde kendine özgü bir yere oturtma gerekli kılan ana sebeplerden biridir. Keza Baudrillard da kendi felsefi düşüncesini kurarken yararlanmış olduğu kaynakların çoğulluğu, bu kaynakları mezcedebilmiş olması ve özgün düşünceler üretebilmiş olması, bugünün düşüncesinin seyrini baştan sona kat edebilmiş olması gibi nedenler de, Baudrillard’ı çağdaş Fransız felsefesinde özerk bir konuma oturtmayı gerekli kılmaktadır. Foucault ile Baudrillard’ın düşünce evrenini anlama noktasında Byung-Chul Han’ın kimi değinileri oldukça dikkate değerdir. Han Yorgunluk Toplumu’nda, içinde yaşadığımız dönemin Foucault’nun sıkça bahsetmiş olduğu disiplin-gözetim toplumundan ziyade bir performans toplumu olduğunu iddia eder ve bu açıdan, Foucaultcu analiz biçiminin bu tür bir toplumu anlama ve açıklamada yetersiz kaldığını ifade eder. Han’a göre günümüz toplumu; gökdelenler, fabrikalar, kışlalar ve hastanelerden oluşan bir disiplin toplumu biçimini aşmıştır. Artık farklı bir evrende yaşayan postmodern öznelerin içinde yaşadığı toplum; fitness salonları, ticaret merkezleri, bürolar, alışveriş merkezlerinden müteşekkil bir performans toplumuna doğru evrilmiştir.1 Özellikle 90 kuşağından olanlar bu kavramlaştırmanın disiplin boyutuna yetişmiş, sonrasında da bu toplumun performans toplumuna evrilişine yakinen şahitlik etmişlerdir. Nitekim Han’ın kavramsallaştırmasındaki örneklerden biri olan okullardaki disiplin uygulamalarına bakıldığında; haftanın ilk gününde öğrencilerin saç-sakal-tırnak kontrolüne tâbi tutulması, sıra dayağına çekilmesi, cezanın toplu, ödülün de bireysel olması gibi uygulamalar akla hemen Foucault’nun disiplin toplumunu tavsif edişindeki “eğer hapishane fabrikalara, okullara, kışlalara benziyorsa ve bunların da hepsi hapishaneye benziyorsa, bunda şaşılacak bir yan yoktur”2 sözünü getirmektedir. “Disiplin toplumu” kavramsallaştırmasının ve toplumsal, siyasi, kültürel ve felsefi açıdan hızlı bir değişim dönüşümün yaşandığı yılların ertesinde, neo-liberal devlet aygıtlarının ortaya çıkışıyla yeni özgürlüklerin! ortaya çıktığı ve bu özgürlükleri elde 1 Byung Chul Han, Yorgunluk Toplumu, çev. Samet Yalçın, İstanbul: Açılım Kitap, 2017, s. 17; Byung Chul Han, Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s. 93. 2 Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2019, s. 331. 3 etmek için öznelerin eski gelenek ve fiillerinden farklı birtakım uygulamalara tâbi tutulduğu vakidir. Han, modern dönemle postmodern dönemi birbirinden ayırırken kelime üzerinde oynayarak, modern dönemin önemli keşiflerinden olan öznenin (sub- ject) bugün için artık performansa dayalı proje (pro-ject)’ye dönüştüğünü ifade eder3 ve bugünü neoliberal perspektiften okur. Nitekim Dardot ve Laval da neo-liberalizmin dünyanın yeni aklı olduğunu ve bu yeni aklın, yalınkat bir ideolojiden ziyade, “yaşama, hissetme ve düşünme” biçimimize etki eden, genel bir normativite ve küresel akılsallık bağlamında yükseldiğini ifade ederler.4 Fakat Han’a geri dönersek, bu iki kavramsallaştırmanın zorunlu bir şekilde birbirini dışladığı düşüncesi, düşüncenin sakatlanması ve analizin sağlıksız bir biçimde yapılmasına neden olacaktır. Bu açıdan disiplin ile performansın birbirini dışladığı, birbiriyle uyum içerisinde olması mümkün olmayan iki olgu olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Çünkü disiplini keşfeden yapıların, disiplinlerin işlevsiz hale gelişiyle değil, Foucault’nun da rasyonalite tipini betimlerken bahsettiği gibi daha ekonomik bir rasyonalite tipini keşfedişiyle bir diğer yapıya (performansa) geçmesi pek tabii mümkündür. Foucault ve Baudrillard üzerine yapılan bir analizin Foucault’yu ya da Baudrillard’ı dışarda bırakarak yapılması bu açıdan uygun düşmemektedir. Yaşanılan değişim ve dönüşümü örneklemesi açısından ikinci bir örnekse harita örneği üzerinden verilebilir. Foucault ve Baudrillard’ın betimlediği iki farklı evrenin çözümlenişinde örnek verilebilecek olan harita benzetmesi gerçeğin yerini alan, gerçekten daha fazla bir gerçekliğe tekabül eden bir duruma tevdi etmiştir.5 Baudrillard’ın simülasyon düşüncesini temellendirmek için kullanmış olduğu harita örneğini bir üst noktaya taşıyıp, haritanın modern, navigasyonun ise postmodern bir aygıt olduğunu ve bu açıdan Foucault evrenini haritayla, Baudrillard evrenini ise navigasyon ile özdeşleştirebiliriz. Foucault ve Baudrillard düşüncelerinin eğilim noktası olarak görebileceğimiz ve Kant’tan mülhem bir şekilde Foucault’nun çağımızda felsefenin önemli sorularından bir tanesi olarak işaretlediği güncellik üzerine düşünmeyi, iki farklı koldan fakat aynı yere dökülen düşünceler şeklinde okumak mümkündür. Foucault’nun 3 Byung Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, 2019, s. 11; Han, Şiddetin Topolojisi, s. 19-20. 4 Pierre Dardot, Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018, s. 1-13. 5 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, Ankara: Doğu Batı Yayınevi, 2011, s. 13-15. 4 güncelliğin ontolojisini yaparken yürürlüğe koyduğu düşüncenin, bugün bizi biz yapan şeylerin, hangi temel anlatılar üzerine bina edildiği, hangi anlatıların, öznelerin, rasyonalitelerin dışlandığı ve böylece de merkez bir anlatı biçiminde inşa edilen modern dönemin arkeolojisi biçimini alışıyla, Baudrillard’ın bugünü anlama adına, bugünün aldığı hal ve yarının alacağı halin ne olacağı soruları üzerine temellenişinin aynı çizgide görülüp görülemeyeceği bu tezin temel konusudur. İki düşünür arasında ve özellikle Baudrillard’ın Foucault’yu Unutmak adlı eserinden sonra oluşan algı, Foucault ve Baudrillard arasında bir süreksizliğin ve ayrımın olduğudur. Fakat bu kanaatimce yanlıştır, çünkü William L. Randall’ın kitabının isminden hareketle söylersek, bizi biz yapan hikayelerin6 ne olduğunun sağlıklı bir şekilde analiz edilebilmesi için hem modern dönemin hem de postmodern dönemin temel unsurlarının bilinmesi gerekmektedir. Bu unsurların bilinebilmesi adına modernliğin arkeolojisi7 halini alan Foucaultcu sorunsallaştırmaların eğildiği noktalardan olan öznelik deneyimlerinin, yani sübjektivite metafiziğinin oluşum anı, ikili karşıtlıklar üzerinden işleyen metafiziğin, yine ikili karşıtlıklar temeli üzerinde yükselerek akıllı-deli, suçlu- suçsuz, hasta-sağlıklı öznelerin birbirinden ayrıştırılarak modern öznenin yaratım anına odaklanan yapısıyla, postmodern öznenin oluşum anı olarak8 niteleyebileceğimiz postmodernleşmenin analizine bürünen Baudrillard’ın analizlerinin süreklilik mi ya da süreksizlik üzerine mi temellendiği/temellendirilmesi gerektiği oldukça önemli bir sorundur. Gerçekten de bugün hâlâ etkisini öyle ya da böyle bir şekilde hissetmeye devam ettiğimiz, önüne “post” ekini alıp almadığını tartıştığımız; felsefi açıdan modern düşünce, toplumsal açıdan da modernlik, modernleşme ve modernizm ifadeleriyle kavramsallaştırılan bu sorun karşımızda durmaktadır ve bu sorunun temel başlatıcısı olarak Descartes’tan bu yana ister felsefede ister toplumsal, kültürel ve siyasi alanlardaki gelişmeler, daima bu sorunla mücessem hale gelmiştir. Çağdaş felsefe bugün artık “son” temasıyla daha fazla iştigal etmektedir ve bu sonluluk temasının düşünceden özneye, moderniteden tarihe, ideolojiden metafiziğe 6 William L. Randall, Bizi Biz Yapan Hikayeler, çev. Şen Süer Kaya, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015. 7 Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2016, s. 60 vd. 8 Efe Baştürk, Gözetimin Soykütüğü: Foucault’dan Deleuze’e Postmodern Bir Arkeoloji, İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2016, s. 172. 5 değin birçok farklı konu ve alanda vuku bulduğu söylenebilir. Öyle ki Francis Fukuyama tarihin sonunu ilan ederken,9 Daniel Bell ise ideolojilerin sonunu tartışmaya açmış,10 John Lukacs ise modern çağın sonunun gelip gelmediğini söz konusu etmiştir.11 Özellikle her ne kadar başlatıcısı olarak Nietzsche kabul edilse de12 Baudrillard ve Foucault felsefelerinin ertesinde, iki düşünürün bu öznenin ölümü düşüncesine müteakip antihümanizm ve transhümanizm13 konuları felsefenin başlıca konularından biri haline gelmiştir. Bu örneklerin de gösterdiği gibi çağdaş felsefe, artık farklı konu ve alanlarda bir son’un haberini verir. O halde soruyu şu şekilde sormak mümkündür: Bu son’un başlangıcı, bu nihayetin bidayeti neresidir? Şüphesiz bu soruya farklı dönem ve kişi adları vermek mümkün olsa da en azından felsefi açıdan verilecek cevapların çoğunu oluşturacak kişi Descartes, ifade edilecek dönem ise modern dönemdir. Modern felsefe, Avrupa’da 15. ve 16. yüzyıllarda kendisini hissettirmiş olsa da, genel itibariyle 17. yüzyılda İngiltere’de Francis Bacon ve Fransa’da da René Descartes ile başlayıp 20. yüzyıla değin devam edegelen felsefi tutumun adı olmuştur.14 Öyle ki bu felsefi tutum, 18. yüzyıl olarak işaret edilen Aydınlanma düşüncesi ile zirveye çıkan ve o dönemde bile içerisinde kısmi itirazları barındıran sonrasında ise özellikle Nietzsche ve Frankfurt Okulu müntesiplerinden Adorno ve Horkheimer tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Modern düşünce, 20. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Fransız felsefesinde yapısalcılık, postyapısalcılık ve postmodernizm gibi akımlarla ciddi kritiğe tâbi tutulsa da etkisinden bir şekilde kopamadığımız ya da kopup kopmadığımızın güncel olarak da tartışıldığı yeni bir düşünce biçimini imlemektedir. Modern düşüncenin modernliği/güncelliği/yeniliği kendisini farklı biçimlerde açımladığından dolayı, bu düşüncenin tarihlendirilmesi noktasında kimi farklılıklar bulunması kaçınılmazdır. Bu bakımdan dönemleştirilmesi konusunda dahi farklılıklar bulunan modern düşüncenin, Rönesans düşüncesi içerisinde yeşerdiği ve fakat kâmil hale gelişinin ancak Descartes 9 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfü Dicleli, İstanbul: Profil Kitap, 2016. 10 Daniel Bell, İdeolojinin Sonu, Ellilerdeki Siyasi Fikirlerin Tükenişine Dair, çev. Volkan Hacıoğlu, Bursa: Sentez Yayıncılık, 2013. 11 John Lukacs, Modern Çağın Sonu, çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2018. 12 Ahmet Dağ, “Nietzsche ve Transhümanizm Bağlantısı Üzerine Bir Değerlendirme”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2018, Bahar, S. 25, ss. 207-224. 13 Ahmet Dağ, Tanshümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü, Ankara: Elis Yayınları, 2018., Ahmet Dağ, İnsansız Dünya: Transhümanizm, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020., Başak Ağın, Posthümanizm: Kavram, Kuram, Bilim-Kurgu, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2020. 14 Nicholas Bunnin – Jiyuan Yu, “Modernity”, The Blackwell Dictionary of Western Philosophy, UK: Blackwell Publishing, 2004, s. 439. 6 felsefesiyle mümkün olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Modern düşüncenin ortaya çıkışındaki temel saiklere bakıldığında göze çarpan ilk şey, bu düşünceye mündemiç olan eleştiridir. Nitekim Octavio Paz, modernitenin ortaya çıkışı ile ilgili olarak “modernite, din, felsefe, ahlâk, hukuk, tarih, ekonomi ve siyasetin eleştirisiyle başlar. Modernitenin ayırt edici niteliği, ortaya çıkışının özel işareti, eleştiridir”15 demektedir. Bu açıdan modern düşüncenin filizlendiği yer olan Rönesans düşüncesinin, “her ne kadar geçmişten tam anlamıyla bir kopuştan çok din, felsefe ve mitolojinin iç içe geçtiği bir görünümde karşımıza çıksa da”16 Orta Çağ’ın dogmalarının sorgulanması ve bu yönüyle de modern düşünce içerisinde neşet edecek sorunları ve tartışmaları belirlemesi bakımından modern felsefi düşüncenin başlatıcısı olduğu söylenebilir. Descartes’ın insanî bilgi nedir ve insani bilginin sınırları nelerdir, hakikat nedir gibi sorularının özne üzerinde temellendirilmesiyle nihayet bularak başlayan bu dönemin en önemli düşünme biçimi yöntemli düşünmedir. Bu yöntemli düşünmenin temel göstergelerinin bulunabileceği yerler ise aritmetik ve geometridir.17 Descartes’ın epistemoloji temeli üzerine bina ettiği yöntemli düşünmenin amacı öznenin, eşyanın hakikatine kendisi olarak ulaşabileceği bir düşünme biçiminin oluşturulması ve bunun sonucunda evrensel ilkelere dayanan, özneden özneye değişmeyen tümellerin bulunmasıdır. Fakat burada ifade edilmesi gereken bir diğer konu, Descartes’ın modernliğimizi oluşturan ve Foucault’nun deyimiyle modern eşikte bulunan bir düşünürden ziyade Orta Çağ düşüncesiyle modern düşünce arasındaki bir köprü ya da kum saatinin kemeri18 mesabesinde görülmesi gerektiğidir. Tubbs da bu konuya değinir ve Descartes felsefesinin yüzünü hem geçmişe hem de geleceğe dönük olduğunu ifade eder. Ona göre Descartes, hakikati çelişkiden ari olarak görürken ve Tanrı’nın mantıksal açıdan var olması gerektiğini ama mahiyetine yönelik bir soruşturmadaysa bunun bilinemeyeceğini düşünürken bu konuda Yeni Platoncu mantığı uygular ve yüzünü geçmişe dönmüştür. Ayrıca Tubbs, Descartes’ın, eşyayı olduğu şekliyle bilebileceğimizi düşünmesi ve tümdengelimli akıl yürütme silsilesinden hareketle Tanrı’nın varlığını 15 Octavio Paz, “Şiir ve Modernite”, çev. Nilgün Tutal, Modernite versus Postmodernite, der. Mehmet Küçük, İstanbul: Say Yayınları, 2011, s. 208. 16 Kasım Küçükalp, Ahmet Cevizci, Batı Düşüncesi: Felsefi Temeller, İstanbul: İSAM Yayınları, 2014, s. 118. 17 Karl Vorlander, Felsefe Tarihi, çev. Mehmet İzzet, Orhan Saadeddin, sad. Yüksel Kaynar, İstanbul: İz Yayıncılık, 2017, s. 375. 18 Anthony Kenny, Modern Felsefe’nin Yükselişi, c. 3, çev. Volkan Uzundağ, İstanbul: Küre Yayınları, 2017, s. 53. 7 kanıtladığını düşünmesiyle de yüzünü geleceğe/ileriye doğru dönmüş olduğunu ifade etmektedir.19 Descartes’ın cogitosu ile başlayan ve hakikatin bilinebilirliği noktasında insan aklını merkeze/temele alan seküler hümanizm, her türden hakikat arayışının ve anlayışının insani algıya indirgendiği ve böylelikle de öte dünya inancının bu dünya lehine terk edildiği bir anlayıştır. Descartesçı cogito’da kökenini bulduğumuz ve sonrasında her türden bilme ve eyleme faaliyetinde de bir merkeze geçecek olan insan özne düşüncesi evrenin merkezine oturtulmuş, önceki dönemlerde Tanrı’dan bağımsız düşünülemeyen insan, ilk defa böylesi bir konumda Tanrı’yı dahi kendi akli melekeleriyle kanıtlar duruma geçmiştir.20 Bu durum sonraki dönemde ve özellikle de postmodern düşünürler tarafından temelcilik/temelselcilik (foundationalism) olarak görülmüş ve ilk ilke, temel, merkez gibi kurgular şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Zamansal açıdan da kendi meşruiyetini sağlayan ve geçmiş dönemlerden daha ileride olduğu vehmiyle modern dönem, kendisini kurmak isteyen ve bu kurulumda yalnızca aklın rehberliğine güvenip, diğer her türden bilgi ve bilme faaliyetinin ötelendiği ya da doğrudan yok sayıldığı bir dönemdir. Nitekim Descartes’ın düşünüyor olmayı merkeze alarak kendi özbilincine ulaşmak istemesine eş olarak özkesinlik21 istenci de bunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü yalnızca akla güvenebilecek olan öznenin, yanılmazlığına giden yolda sağlam bir temeli olan metodik düşünceye ihtiyacı vardır. Bu düşünce biçimi bilgelikten ziyade sağlıklı yaşamın içsel koşullarını, bedeni ve ruhsal hazlara erişmenin imkânlılığını sorgular ve kendisine acı veren şeylerden kurtulmaya çalışmayı salık verir. Öte yandan doğanın nesneleştirilmesini öngören bu düşünce; doğayı seyir, temaşa ve feyiz alınacak bir şey olmaktan çıkartır ve hükmedilecek bir nesneye dönüştürür.22 Modern dönemin tezin içeriğine uygun ve Foucault’nun tüm bir felsefesini örnekleyecek bir biçimde, bizi biz yapan, tüm bilme, eyleme ve istençlerimizi belirleyen 19 Nigel Tubbs, Batı Felsefesi Tarihi, çev. Doğan Barış Kılınç, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2017, s. 164- 165. 20 Kasım Küçükalp, Nietzsche ve Postmodernizm, İstanbul: Kibele Yayınları, 2017, s. 81-84. 21 Özkesinlik istenci şeklinde ifade edilen kavram, Fay’in işaret ettiği gibi algı ve deneyimleri yaşayan bir bilinç öznesi olma durumudur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. 22 Mehmet Küçük, “Postmodernin Modern Karakteri ya da Dönemleştirmenin İronisi”, Modernite versus Postmodernite, s. 36-39. 8 ya da en azından belirleme istencinde bir dönem olarak Descartes ile başlatılan ve Fransız düşüncesindeki yapısalcılıkla birlikte külli biçimde sorgulanan, daha sonrasında özellikle postyapısalcı ve postmodern felsefelerce daha sert bir biçimde sorgulanan ve eleştirilen bir dönem olduğu yukarıda ifade edilmişti. Modern dönemin mezkûr felsefelerce eleştirilmesinin ve sorgulanmasının altında yatan temel saik ise sübjektivite metafiziğinin oluşum anını, yeni öznelik deneyim ve pratiklerini ve siyasi, kültürel ve toplumsal pratiklerin tamamını oluşturmasıdır. Nitekim Foucault tarafından bir eşik olarak adlandırılan modern dönemi, öznel deneyim kalıplarının oluşturulduğu ve öznenin, öznelik kiplerinin bu dönem ve sonrasında oluşarak bugün bizim kim ya da ne olduğumuza dair bir sorgulamanın başlangıcını oluşturması hasebiyle felsefe tarihi içerisinde özerk ve özgül bir konuma yerleştirmek gereklidir. Modern dönemi ve sübjektivite metafiziğini başlatan Descartes’ın cogitosu ile birlikte özne, bir merkez konumuna yükseltilmiş, anlamın ve hakikatin yegâne erişeni olmuştur. Nitekim bilginin temellendirileceği merkezin kim ya da ne olacağı sorunsalından neşet eden ve Descartes’ın bu krizi aşma adına sübjektif ben’i ilk ilke şeklinde koyutlayarak aşmayı denediği ve böylece de başlatıcısı olarak imlendiği modern dönem, dünyanın imgesel düzeyinde meydana gelen köklü değişiklikler kadar, temsiliyet analizi üzerine bina olunan disiplinlerin kuruluşu da dahil olmak üzere külli bir sorgulamanın sonucunda oluşan ve etkisi tüm dünyayı kapsayan bir süreç olarak görülebilir.23 Bu yönüyle modern dönemin bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasi düzlemlerdeki etkilerinin çeşitliliği ve çok yönlülüğü, tıpkı postmodernizm gibi modernizmin de kendi bütünselliği içerisinde anlamlandırılmasını zorlaştıran bir durum olmuştur. Descartes’ın kurmuş olduğu özne metafiziği vasıtasıyla başlayan modernitenin radikalize edilişi ya da kısmi eleştirilere maruz kalarak Kant’a kadar ulaşan zaman diliminde daima başat bir pozisyonda varlığını sürdürdüğü aşikârdır. Tarihsel süreç olarak moderniteyi, bu andan itibaren bize varlığını daima hissettiren, eylemlerimizde bize kendisini dayatan bir sürecin adı olarak okumak mümkündür. Nitekim Berman, modern olmayı, “bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit 23 Christian Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 4. 9 eden bir ortamın” içinde kendimizi bulmakla ve Marx’tan esinlenerek “katı olan her şeyin buharlaştığı”24 bir evrende olmakla eş tutarak okumaktadır. Marx’ın sözündeki bu buharlaşma hali yani modern olma halinin özeti “geçmişte kullandığımız katı, sürekliliği olan, çoğunlukla bir anlam ifade eden nesnelerin, etrafımızı kuşatan geçici, taklit mallar uğruna bir kenara konması”25 halidir. Öyle ki bu modern olma durumu, eskiyi değiştirme, boş inançlardan vazgeçme ve her türlü bilmenin ve eylemin nispet edildiği ilk ilke olan Tanrı düşüncesinden insanın özne olarak kabul edilmesine geçişle birlikte her şeyin ölçüsünün insan olduğu bir tasavvura geçişi de imlemektedir. Habermas ise modern dönemi şöyle tavsif eder: Modern çağ her şeyden önce öznel özgürlük işaretiyle var olmuştu. Öznel özgürlük, toplumda sivil hukukun kişinin kendi çıkarlarını rasyonel tarzda kollayabilmesi için sağladığı uzam olarak; devlette siyasal iradenin oluşumuna katılmada ilke olarak eşit haklar şeklinde; özel alanda etik özerklik ve kendini gerçekleştirme olarak ve nihayet, bu özel dünyayla ilişkili kamusal alanda, düşünümsel hale gelmiş bir kültürün temellük edilmesi aracılığıyla cereyan eden oluşturucu süreç olarak gerçekleştirildi.26 Descartes ile başlayan modern felsefe, her ne kadar Descartes’ın şüpheciliği ve kartezyen akılcılığa dayanan rasyonellik ve bilimsellik istenci ile başlamış olsa da, modern felsefe sonrasındaki gelişmeler, Habermas’ın da vurguladığı üzere kamusal alan ve özgürlüklerin yaratılmasına giden yolu açmış ve böylece sosyal, siyasi ve toplumsal dönüşümlerin hazırlayıcısı olmuştur. Descartes’ın öznel aklının her yere sirayetiyle birlikte modern felsefe, modern dönemi oluşturan temel etmenlerden biri haline gelmiştir. İşbu sebeple, çağdaş felsefenin daima karşısında durduğu ve ona mevzi alarak kendi konumunu oluşturduğu şey sübjektivite metafiziği olmuştur.27 Modern felsefenin ve dolayısıyla modern çağın belirgin olduğu noktanın öznenin ortaya çıkışı olduğu; modern felsefenin ruhunu oluşturanın bu öznelik metafiziği olduğu kadar, postmodernizmin de buna karşıt bir biçimde öznenin ölümü temasıyla mücessem hale geldiği söylenebilir. Modern felsefe içerisinde daima başat bir pozisyonda var olan 24 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev. Ümit Altuğ, Bülent Peker, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s. 27. 25 Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, çev. Uğur Canbilen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017, s. 14. 26 Jürgen Habermas, “Postmoderniteye Giriş: Bir Dönüm Noktası Olarak Nietzsche”, çev. ve der. Mehmet Küçük, Modernite versus Postmodernite, s. 263. 27 Dorinda Outram, Aydınlanma, çev. Sevda Çalışkan, Hamit Çalışkan, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2007, s. 22. 10 öznenin postmodern felsefe/ler/ce ölümünün ilanı, felsefenin farklı alanlarla iş birliği yapmasına, radikalize edilmesine ve bu ölümün izinin sürülmesine neden olmuştur. Burada biraz duraksayarak, modernizm ile postmodernizm arasında bir süreklilik- süreksizlik ilişkisinin tartışıldığını yani modernizm ile postmodernizm arasında bir kopuşun mu yoksa bir radikalleştirmenin28 mi söz konusu edildiğini söylemek gereklidir. Örneğin Jürgen Habermas moderniteyi tamamlanmamış bir proje olarak görüp modernitenin günümüze söyleyecek sözü olduğunu ifade ederken29 Taylor, modernliğin can alıcı üç sıkıntısından (bireycilik, araçsal aklın hakimiyeti ve müşterek bir siyasi proje eksikliği yüzünden özgürlüğün azalması) bahsederek, modernliğin doğumuna içkin olan sorunları ortaya koyar fakat modernliği bir çırpıda silip atmak istemez.30 Habermas, Giddens ve Taylor gibi düşünürlerin aksine postmodern düşünürler ise Descartes’tan başlayıp fenomenoloji ve varoluşçuluğa değin devam edegelen özne metafiziklerine bir son vermek istercesine hümanist nosyonu sonlandırmak ve öznesiz düşünmenin imkânı üzerine sorgulama ve sorunsallaştırmalar yapmak istemişlerdir. Modern ile postmodern arasındaki ayrım tam da bu noktada, öznenin merkeziliği ya da merkezsizliği noktasında belirmektedir. Çünkü modern felsefe, Descartes’tan başlayıp Kant düşüncesinde radikalleşerek devam eden süreç içerisinde daima öznenin merkez ve töz olarak ele alındığı bir felsefe iken, postmodern felsefe ise daha çok öznenin yerinden edilmesi ve öznesiz düşünce ile mündemiç olan felsefelere verilen ad olmaktadır. Descartes’ın cogito’yu, yani düşünen ben’i temel alan felsefesi özne felsefesine giriş mesabesinde görülebilir. Çünkü Descartes felsefesinde özne-nesne ayrımına dayanan ve özneyi önceleyen felsefe, yalnızca sübjektivite metafiziğinin oluşum anını değil, aynı zamanda modern doğa bilimlerinin doğumunun mahiyetini anlamayı ve böylece de bu sübjektivite metafiziğinin vardığı yeri göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Dünyanın rasyonel biçimde açıklanmasına, evrenselciliğe ve hümanizme yaslanan modern dönemin temel konularından biri de bilginin artık Tanrı’nın planlarını hayata geçirmek ya da doğanın amaçlarıyla uygun bir hayat sürmek için dünyada var olan 28 Örneğin Anthony Giddens postmoderniteyi modernitenin bir radikalleşmesi olarak görmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004. 29 Jürgen Habermas, “Modernity: An Incompleted Project”, The Anti-Aesthetic: Essays on Postmodern Culture, ed. Hal Foster, Washington: Bay Press, 1987, s. 3-15. 30 Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, s. 10-16, 110. 11 anlamların yorumlanması değil, akla dayalı bir bilgiyle, doğayı kontrol altına alma ve doğayı kontrol etme kapasitemizin artırılmasıyla bireylerin hayatının daha müreffeh hale getirilmesiyle ilgilidir.31 Modern dönemde özne, bilgi vasıtasıyla kendi kimliğini edinebilmiş, doğa ile arasına bir ayrım koyabilmiş ve kendi dünyasını yine bilgi sayesinde dizayn edebilmiştir. Öznel akla duyulan sonsuz güvenin akabinde, doğru ve hakikate erişme noktasında tek merci görülen öznenin sorgulanmasından önce bir bütün olarak Aydınlanmanın ve dolayısıyla modern dönemin sorgulanmasının ardındaki temel sebeplerden biri de, aklın araçsallığının nihai noktada, insanları daha özgür ve müreffeh kılmadığı bunun aksine otorite ve iktidarlara daha bağımlığı hale getirdiği düşüncesidir. Nitekim Frankfurt Okulu müntesiplerinden olan Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın yani araçsal aklın varmış olduğu yeri Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserde bizlere göstermektedir. Nitekim onlar için modern dönem, “insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını” 32 anlamaya çalıştıkları bir dönemdir. Evrensel ve temelci bir akıl anlayışı arayışı ile yola çıkan ve sonunda öznel ve araçsal bir akla varan Aydınlanma aklının varmış olduğu yerde bizi götürdüğü felaketleri sorunsallaştıran Adorno ve Horkheimer, bu yüzden araçsal aklın, öncelikle doğayı bir nesne konumuna indirerek insanın kullanımına sunduğunu, Tanrı-doğa-insan birlikteliğinin yerine teknik bir doğa resmedildiğini öte yandan da özneleri yeni tahakküm biçimlerine bağlayan yeni siyasi iktidar mekanizmalarının bu şekilde neşet ettiğini düşünmüşlerdir. Adorno ve Horkheimer’ın aksine Nietzsche ise hümanist hakikat olgusu ve metafizik eleştirisi bağlamında bir modern felsefe eleştirisi yaparak, modern felsefelerce kurulan öznelik metafiziklerini sert bir şekilde eleştirir. Her türden inanca metafiziksel temeller arayışında olmanın nafileliğine vurgu yapan Nietzsche, inançların gerçek kökenlerini ve bu inançların var olma nedenlerini aramak gerekliliğini vurgular.33 Bu noktada jeneoloji/soybilim adı verilen bir yöntemi öne süren ve Foucault’yu oldukça etkileyen Nietzsche’nin önemi yalnızca Foucault üzerindeki etkiyle açıklanamaz. 31 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev. Ahmet Cevizci, Hüsamettin Arslan, İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 2016, s. 22-23. 32 Theodor Adorno, Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar, çev. Nihat Ülner, Elif Öztarhan Karadoğan, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2014, s. 10. 33 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 216. 12 Nietzsche’nin Fransız felsefesinin ikinci dönemindeki alımlanması onun antihümanist, anti-özcü ve anti-metafizikçi kimliğine daha çok dayanan ve Foucault’ya soybilimsel metotta, Deleuze’e ise göçebe düşünce yahut karşı-felsefe formunda kapı açan bir düşünür olması hasebiyle ayrıca önemlidir.34 Son olarak Foucault ve Baudrillard’ın içine doğmuş oldukları felsefi ortamdan da bahsetmek gereklidir. Her iki düşünür de özne metafiziklerinin son anına ve anti- hümanist felsefenin başlangıcına doğmuş olduklarından dolayı, bu iki düşünürün düşüncelerinin şekillenmesinde rol oynayan düşünceler ikircikli bir görünüm arz etmektedir. Örneğin, Foucault’nun fenomenolojiden beslenen bir damardan gelen Binswanger’in kitabına yazmış olduğu önsöz ve Baudrillard’ın Sartre’ın dergisinde yazılarını yayımlaması bunun göstergelerindendir. Öte yandan Foucault ve Baudrillard’ın yetiştiği Fransız düşüncesinde ortaya çıkan yapısalcılık düşüncesi ise iki düşünüre de öznesiz düşünmenin ya da postyapısalcılığın yapısalcılık eleştirilerinde görüleceği üzere öznenin yerine farklı bir şeyi ikâme etmenin imkânını açmaktadır. Saussure’ün dilbilimsel açıdan ortaya koyduğu yapısalcılık düşüncesi, gösteren (signifier) ile gösterilen (signified) arasındaki bir ayrıma dayanır. Saussure’e göre gösteren ile gösterilen arasındaki yapısal ilişki dilsel bir gösterge oluşturur ve dil de bu göstergelerden meydana gelmektedir ve dahası dil göstergesi nedensizdir.35 Dilbilimsel alandaki gelişmelerin Fransız düşünce dünyasına girmesiyle birlikte yapısalcılığın, farklı alanlara sirayet edişinin en önemli örneklerini Levi Strauss’un mitoloji, antropoloji, akrabalık sistemleri ve diğer antropolojik olgulara yönelik gerçekleştirmiş olduğu yapısal incelemelerin dilbilimsel gelişmelerle paralel olmasında, Lacan’ın yapısal bir psikanaliz geliştirme çabalarında ve son olarak da Althusser’in yapısalcı bir Marksizm geliştirme amacındaki yeniden değerlendirme amacındaki düşüncesinde görmemiz mümkündür.36 Yapısalcılığın Fransız düşüncesine girmesinde Strauss’un önemli bir rolü bulunmaktadır. Nitekim, Saussure’ün dilbilimsel metodunu antropolojiye uygulamanın imkânını arar ve kitabını Yapısal Antropoloji olarak isimlendirir. Onun yapısalcılığı, “insan zihninin genel doğasını yansıtacak değişmez yapılar ile biçimsel tümeller bulma 34 David West, a.g.e., s. 226. 35 Ferdinand Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, çev. Berke Vardar, İstanbul: Multilingual Yayınevi, 1998, 111. 36 Best, Kellner, Postmodern Teori, s. 36. 13 gayreti”37 olarak adlandırılabilir. Strauss’un yapısalcı pozisyonu özellikle Yapısal Antropoloji eserinin ikinci cildinde daha bariz hale gelmiştir. Amerika’ya dair incelemelerin eleştirisinin sonuç kısmında Strauss, yapısalcılığın hedeflediği şeyi şöyle açıklar: Somut deneyimlere tercüme edilmiş, bireysel ya da kolektif, bir kuruma sahip olamayan insanların, onlar aracılığıyla ister icat edilme yoluyla ister önceki kurumların dönüştürülmesiyle ister dışarıdan almak suretiyle kurumları elde etmiş olacağı, bilinçli ve bilinçdışı süreçleri analiz etmek.38 Öznenin ölümü temasının başlangıç anını imlemek istediğimizde karşımıza çıkan önemli düşünürlerden biri olan Strauss, döneminin hâkim felsefelerinden olan varoluşçuluk ve Marksizm gibi özne referanslı felsefelerin yerine Saussure’den ödünç aldığı yapı kavramını antropolojiye uygulayarak,39 özne merkezli felsefeleri aşmayı denemektedir. Dilbilimsel açıdan yapısalcılık, Fay’in de işaret ettiği gibi dilin işaretler sistemi olduğundan hareketle ve bu işaretlerin anlam ve düzeninin, öznelerin yaratıcılığından kaynaklanmadığını varsayarak, yalnızca sistem içerisindeki diğer unsurlarla ilişkilerinden doğmuştur. Buna karşılık anlam dağarcığı genişleyen ve Fransız düşüncesinde oluştuğu şekliyle yapısalcılık; anlam sisteminin, sistemin içinde yaşayan bilinçli özneler tarafından yaratılmadığı, aksine toplumsal öznelerin bizatihi bu anlam sistemi tarafından yaratıldığı düşüncesi anlamına gelmektedir.40 Gösteren üzerindeki vurgusuyla bilinen ve göstereni gösterdiği şeyden yalıtık bir biçimde ele alma çabasında olan yapısalcılığın temel araştırma konuları sözel olmayan gösterge sistemleridir.41 Bir diğer yapısalcı düşünür Roland Barthes’a baktığımızda yapısalcılık “hem düşünce hem de şiir alanında tüm yapısalcı faaliyetin amacı bir nesneyi bozup onu yeniden oluşturmak ve bu süreç içinde söz konusu nesnenin işlev görme kurallarını ya da işlevlerini bilinebilir kılmaktır.”42 Yapısalcılığın ne olduğunu soran ve yapısalcılığın “bir 37 Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm, çev. Abdülbaki Güçlü, Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2017, s. 67. 38 Claude Levi Strauss, Yapısal Antropoloji, akt. Olivier Dekens, Yapısalcılık, s. 33. 39 François Dosse, History of Structuralism: The Rising Sign, 1945-1966, c. 1., çev. Deborah Glassman, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1997. 40 Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi: Çokkültürlü Bir Yaklaşım, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 78. 41 Frederic Jameson, Dil Hapishanesi: Yapısalcılığın ve Rus Biçimciliğinin Eleştirel Öyküsü, çev. Mehmet H. Doğan, 2019, s. 105-106. 42 Roland Barthes, Critical Essays, tr. Richard Howard, Northwestern University Press, 1972, s. 214. 14 okul, en azından şimdilik bir hareket olmadığını”43 vurgulayan Barthes, yapısalcılığın kullanım alanlarını daha da kısıtlamak ister gözükmektedir. Ona göre yapısalcılık kelimesinin anlamı çok daha dardır ve onun için yapısalcılık, semantik münasebete tâbi olan ve linguistik modelinden esinlenmiş olan her sistematik araştırmayı betimleyen şeydir.44 Barthes’ın yapısalcılığı tanımlama biçimi, en temelde bir taklit faaliyetidir fakat bu taklit faaliyeti kökensel olarak anti-Platoncu bir şekildedir. Platon, duyulur dünyanın bizatihi kendisi için ulaşılması gereken ve bilgiye götüren tek yol olan akılla kavranılır bir dünyayı taklit ettiğini düşünmekteyken, yapısalcı biriyse yalnızca içinde yaşadığımız dünyanın var olduğunu ve akılla kavranabilirliğin, bizim için ona anlam veren içsel grameri görmemize imkân sağlayan, bu yegâne realiteye bakışımızı çevirme davranışından başka bir yerde konumlanmadığını deneyimlemektedir.45 Yapısalcılığın ertesinde, özellikle yapısalcılığın gerilemesiyle birlikte ortaya çıkan -Jacques Derrida’nın “Sosyal Bilimlerin Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun” başlıklı makalesinde vurguladığı şekliyle- yapı kavramının tüm bir Batı metafizik geleneğine içkin yapısının aslında özne, töz ve cevher gibi kavramlardan farklı olmayan bir boyutu vardır. Bu boyutun bir metafizik olarak görülebileceği düşüncesi ve eleştirisinden hareketle46 yapısalcılığın eleştirisi/radikalize edilişi anlamına gelecek şekilde postyapısalcılık, özne üzerine yapının konulmasına karşı durarak böylesi bir temelci anlatının geçersizliğini vurgulamaktadır. Catherine Belsey postyapısalcılığı insan, dünya, anlam yaratma ve yeniden oluşturma arasındaki ilişkileri irdeleyen kurama verilen bir isim şeklinde ele almış ve postyapısalcılığın, öznenin dünya içindeki yerini sorgulayan, geleneksel kabulleri tartışmaya açan bir kuram olduğunu ifade etmiştir.47 Postyapısalcılık her ne kadar yapısalcılığın öznenin yerinden edilmesi noktasındaki kaygılarını paylaşsa da öte yandan öznenin yerine yapının geçirilmesiyle yine temel/merkez anlatısına dönüldüğüne içkin bir eleştiriyi içinde barındırır. Bu bağlamda postyapısalcılık, 1960’lı yıllardan Jean François Lyotard’ın Postmodern 43 Barthes, Critical Essays, 213. 44 Olivier Dekens, Yapısalcılık, s. 16. 45 Dekens, a.g.e., 17. 46 Jacques Derrida, “Beşeri Bilimlerin Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun”, Yazı ve Fark, çev. P. Burcu Yalım, 2020, s. 367. 47 Catherine Belsey, Postyapısalcılık, çev. Nursu Örge, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2013, s. 13. 15 Durum adlı eserine değin devam edegelen hem politik-toplumsal hem de felsefi olaya verilen bir addır.48 Postyapısalcılık, genel itibariyle hem özne metafizikleri olarak görülen Marksizm, Hegelcilik, varoluşçuluk ve fenomenoloji gibi akımlara karşı çıkarken hem de bunun ertesinde, merkez özne anlatısının yerine ikâme edilen yapısalcı yaklaşıma ikili bir karşı çıkışla karşı durarak öznenin merkezsizliği noktasında yapısalcı eleştiriyi bir üst boyuta taşımaktadır. Bu noktadan sonra özne, özellikle postyapısalcı atılımın ertesinde tamamıyla merkezsizleştirilmiş ve yerinden edilmiştir. Fakat Angermuller’in de ifade ettiği gibi postyapısalcılık hakkındaki önemli sorunlardan bir tanesi hangi düşünürlerin bu kümeye dahil edileceği sorunudur. Yapısalcılık ve postyapısalcılıktan sonra, çağdaş Fransız felsefesinin sıkça adı anılan ve bu düşünce ikliminde doğan postmodernizm, öznenin bir töz/merkez olmaktan tamamen çıkarılması ve Batı düşüncesi ile girişilen bir hesaplaşmanın adı olarak okunmaktadır. Postmodern düşünce, her türden bir merkez anlatısını reddetmekte dahası, yine her türden özne referanslı felsefeleri büyük anlatı olarak imlemekte ve bu üst anlatılar yerine tekil olanı ve fark/l/ı olanın daha da görünür olmasını arzulamaktadır. Modern düşüncenin ortaya koymuş olduğu belirli bir zaman ve mekân içerisinde yaşayan öznesinin, evrenselci değerleri, ahlâkı olan öznesinin yerine akışkan yahut Deleuze’ün tabiriyle şizofrenik özneyi işler hale getirme amacındaki postmodernizm, benliğin parçalanmasından, farklılık ve ötekiliğin korunmasından yanadır. Postmodern felsefe, kabul edilen doğruları sorunsallaştırmakta ve şüpheciliğe giden yolda her türden bilgi ve iktidarın bu şüpheci tavrın içerisinde değerlendirilmesini istemektedir. Stuart Sim, postmoderni her türden bilgelik, kültürel ve politik normlara karşı takınılan şüpheci tavırla eş değer tutmakta ve postmodern felsefenin önemli bir özelliği olarak da anti-metafizikçi boyutu ön plana çıkarmaktadır.49 Bu anti-metafizikçi boyutun özellikle Fransız felsefesine giriş anının önemli filozoflarından olan Nietzcshe, modernizmi bir süreklilik bağlamına yerleştirir ve onun hem felsefi hem de kurumları bağlamında, Sokrates’ten itibaren oluşturulmuş olan Batı metafizik geleneği içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Çünkü Nietzsche, modernizmi “metafizik 48 Benoit Dillet, Iain MacKenzie, Robert Porter, Introduction, The Edinburgh Companion to Poststructuralism, der. Benoit Dillet, Iain Mackenzie, Robert Porter, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2013, s. 2. 49 Sim, a.g.e., s. 3. 16 düşünce geleneği ile bir süreklilik ilişkisi içinde” ve “hınç duygusunun vücut vermiş olduğu birçok düşünce tarzını ve sosyal oluşumu bünyesinde barındıran”50 bir dönem olarak okumaktadır. Bu tarihsel bağlam içerisine doğan iki düşünür olan Michel Foucault ve Jean Baudrillard’ın düşüncelerinin bu tarihsel bağlamdan yalıtık olması elbette düşünülemez. Öyle ki her iki düşünürün de felsefelerini oluştururken yararlanmış olduğu kaynakların farklılıkları, kendi aralarında var olan polemik ya da tartışma ve Baudrillard’ın Foucault’yu amnezyak (hafızadan silme durumu) bir tarzda unutturmaya çalışması, iki düşünür arasındaki sürekliliğin ya da süreksizliğin araştırılmasına engel teşkil etmemektedir. Foucault’nun bir eşik şeklinde adlandırdığı modern dönem ve düşünceye daha çok odaklanan çözümlemeleri, güncelliğin ontolojisinin bugününü ıskalar görünmektedir. Oluşum anlarından bugüne değin gelme amacındaki güncelliğin ontolojisinin Foucault’nun erken ölümüyle sekteye uğraması, düşüncesinin neden bugüne gelemediği yönündeki temel açıklamalardan biridir. Nitekim Agamben, Foucault’nun erken ölümünün, çözümlemelerinin bugüne ulaşmamasındaki en temel etken olduğunu söylemektedir.51 Öte yandan Baudrillard’ın bugüne daha çok odaklanan projeksiyonu ve perspektifini, Foucault düşüncesiyle birlikte okuma düşüncesi bu açıdan kanaatimce daha velut bir okuma olacaktır. Bu kendine özgü iki filozofun felsefelerinin sağlıklı bir biçimde karşılaştırılabilmesi için, iki düşünürün de hesaplaşmaya giriştiği an olarak modern düşüncenin serimlenmesi ve kendi dönemlerine gelene kadar hangi temeller üzerine bina edildiği ve hangi eleştirilerle karşılaştığının bilinmesi adına öncelikle modern felsefenin oluşum ve gelişim aşamalarına eğildik. Çünkü modern düşünce, Foucault’nun tabiriyle güncelliğin ontolojisinde bugünü oluşturan her türden yapının serpilip gelişmesinde önemli aktörlerden biridir ve bunun için modern düşüncenin doğru bir biçimde anlaşılması, bugünün anlaşılmasında da bir anahtar mesabesindedir. Tezin ikinci bölümünde ise Foucault ve Baudrillard’ın içerisinde yetişmiş olduğu çağdaş Fransız felsefesi ve bu iki düşünürün bu düşünce içerisindeki yerlerini, kaynaklarını ve kullanmış oldukları düşünce/düşünme enstrümanlarını inceleyerek, 50 Kasım Küçükalp, Nietzcshe ve Postmodernizm, s. 110-111. 51 Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s. 12 vd. 17 birbiri arasındaki süreklilik ve süreksizlikleri tespit etmeye çalıştık. Bilindiği ve yukarıda sıklıkla bahsedildiği üzere çağdaş Fransız felsefesi, özne metafiziklerinin hem devam hem de nihayete erdirilme, sonrasında da yapısalcılık, postyapısalcılık ve postmodern felsefelerin ortaya çıkışı gibi velut bir düşünce havzasıdır. Böylesi bir düşünce içerisinde yetişen ve düşüncelerini bu düşünce havzasında kuran Foucault ve Baudrillard’ın yararlandıkları kaynakların ve geliştirdikleri felsefenin tam mahiyetiyle anlaşılması, çağdaş Fransız felsefesinin genel karakteristiklerinin anlaşılmasına bağlıdır ve bu yüzden ikinci bölüm genel itibariyle bu konuya ayrılmıştır. Üçüncü ve son bölümde ise Foucaultcu sorunsallaştırmalarla Baudrillardcı radikalleştirmeleri etkileşime sokma amacıyla, modernliğin arkeolojisi ile postmodernliğin arkeolojisi bağlamında bu iki düşünürün sıkça birbiri arasındaki husumete vurgu yapılmasına rağmen, aslında birbirlerini tamamlayan analiz ve çözümlemeler yapıp yapmadığını tartışmaya çalıştık. Öznenin ölümü’nün ardından felsefenin alacağı biçimi sorunsallaştıran bu iki düşünür arasındaki süreklilik ve süreksizliğin araştırılmasına odaklandım. 18 BİRİNCİ BÖLÜM MICHEL FOUCAULT VE JEAN BAUDRILLARD DÜŞÜNCESİNİN ELEŞTİREL ZEMİNİ OLARAK SÜBJEKTİVİTE PROBLEMİ Günümüzde bilindik anlamıyla felsefe, modern dönemden itibaren daima bir krizin52 gölgesi altında var olagelmiştir. Bu krizin nedenlerine ya da sonuçlarına bakıldığında tüm sorunsalların sübjektivite probleminde birleştiğini görmemiz mümkündür. Bugün felsefe, sübjektivite açısından iki tür sorun/sorunsalla karşı karşıyadır: Sübjektivitenin oluşumu, kurulumu ve sübjektivitenin çözülüşü. Sübjektivitenin kurulumu en açık anlamıyla insanın özne haline gelerek varlığı, dünyayı anlama ve yorumlama, hakikati bilme ve erişme noktasında yegâne başvuru merkezi haline gelmesini imlemektedir. Modern düşüncede sübjektiviteden anlaşılan, rasyonel ve insan aklı tarafından anlaşılması mümkün yasalarla yürütülebilen ve yönetilebilen bir dünyanın yaratılmasıdır.53 Sübjektivite düşüncesinin sorunsallaştırılması biçiminde nitelenecek alan da bu noktada yeşermektedir. Çünkü Descartes’ın ortaya koyduğu sübjektivite, kimi zaman öznenin ve tinin o güne kadarki ilerlemesinin son raddesi olarak olumlanırken kimi zaman da Varlık sorusunun unutulması haline bürünerek bir sorun olarak görülmüştür. Şüphesiz sübjektivite fikrinin sorunsallaştırılması bir bakış açısının ürünüdür ve bu noktada sübjektiviteye bakış Descartes’a bakışımızı, Descartes’a bakış da sübjektiviteye bakışımızı şekillendirmektedir. Nitekim Hegel, tinin modern çağdaki gelişim ve yayılımından bahsederken Descartes’tan sitayişle bahsederek şöyle der: 52 Felsefe ve kriz temasını daha da derinleştirmek istediğimizde durum daha da iyi anlaşılacaktır. Örneğin Descartes bir kriz filozofudur çünkü onun dönemiyle felsefe “biricik” konumunu kaybetmeye başladığından, Descartes bu “biricik” konumun kaybedilmemesi adına belli başlı atılımlar gerçekleştirerek felsefenin bu krizden sağ salim çıkmasına yardımcı olmuştur. Diğer bir kriz filozofu olarak adlandırabileceğimiz isim ise hiç şüphesiz Kant’tır. Kant da felsefenin kendisine kadar süregelen idealist gelenekle ampirist geleneğin sorunsallarını çözebilmek, bu iki ana akım düşünce ve felsefeyi “sağ salim” bir kıyıya ulaştırmak adına felsefesini kurmuş ve ilerleyen bölümlerde göreceğimiz üzere, eleştiri/kritik düşüncesi üzerine bina olan ve Foucault açısından oldukça önemli olan bir proje olarak şimdinin krizini aşmak adına güncelliğin bir ontolojisini yapmıştır. Postmodern döneme gelmeden önce “büyük” krizi gören bir filozof olarak Husserl de bu türden bir kriz filozofudur. Nitekim o Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe isimli bir eser kaleme almış ve felsefenin yine bir tür krizden kurtulabilmesi adına düşünceler geliştirmiştir. Husserl’in “krizini” daha da açıklığa kavuşturması adına bkz. Emre Şan, “Fenomenolojik Bir Sorun Olarak Kriz: Husserl ve Heidegger”, Felsefi Düşün Akademik Felsefe Dergisi, S. 8, Nisan, 2017, ss. 238-263., Christian Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, çev. Devrim Çetinkasap, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, s. 2. 53 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 263. 19 Burada artık biz evimizdeyiz diyebiliriz ve yapmamız gereken şey, bir denizcinin uzun bir yolculuktan sonra eve döndüğünde yaptığı gibi “evim” diyebilmeliyiz. Descartes her açıdan yeni bir başlangıç yaparak, düşünme ya da felsefe yapma biçimimizi şekillendiren ve modern dönemin kendisiyle başladığı kişidir.54 Hegel’in aksine, Descartes’ın ortaya koyduğu sübjektiviteye olumsuz bir bakış açısı ile bakan Heidegger ise, Descartes’ın bu düşünceyle özne-nesne ayrımına, varlığı unutmaya, doğa üzerindeki teknik tahakküme yol açtığını düşünür.55 Bütüncül bir şekilde daha çok postmodern felsefede dile getirilen sübjektivite problemi ve eleştirisi ise, insanın varlığı bilme, dünyayı anlama ve yorumlama, hakikate açılma ve hakikate erişme noktasında yegâne başvuru merkezi olup olamayacağının sorunsallaştırılması ve bu tür bir kurulumun en temelde inşai bir faaliyet alanı olarak belirlenip eleştirilmesidir. Nitekim Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” analojisine benzer bir analojiyle üretilen ve “insanın/öznenin ölümü” metaforuna gönderimde bulunan sübjektivite eleştirisi, öznenin ve öznenin kendi üzerine inşa edilmiş olduğu temellerin, öznenin kerameti kendinden menkul bir biçimde taşıdığına inanılan değerlerin ortadan kalktığı ya da kaldırılması gerektiği şeklindeki bir eleştiriyi ifade etmektedir.56 Postmodern düşüncenin neredeyse tamamını, modern sübjektivite düşüncesine bir karşı çıkış olarak okumak mümkündür. Çünkü Lyotard’ın betimlediği haliyle meta-anlatıların reddi olan postmodernizm, düşünceyi ve varlığı bütünselliği içerisinde anlamaya muktedir bir özneye gönderimde bulunan her türden düşünceyi meta-anlatı olarak görmekte ve bu anlatıları yadsımaktadır.57 Bu açıdan özne sorunsalı, modern dönemden yani inşa edildiği andan itibaren birtakım sorunları da beraberinde getirerek, yapısalcılık düşüncesinde üstesinden gelinmeye çalışılan ve postyapısalcı ve postmodern felsefelerce deyim yerindeyse yerinden edilen bir sorunsaldır. Modern düşüncenin temele aldığı düşüncenin; her türlü anlam ve hakikate erişmeye muktedir bir özne düşüncesi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, postmodern olarak imlenen Foucault ve Baudrillard düşüncelerinde 54 Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Lectures on the History of Philosophy, The Lectures of 1825-1826, v. III, Medieval and Modern Philosophy, ed. Robert F. Brown, tr. R. F. Brown, J. M. Stewart, Oxford: University of California Press, 1990, s. 131. 55 Martin Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü ya da Dünya Resimleri Çağı, çev. Levent Özşar, Bursa: Asa Kitabevi, 2001, s. 36 vd. 56 Abdülbaki Güçlü vd., Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2007, s.1119. 57 Madan Sarup, Post-yapısalcılık ve Postmodernizm, çev. Abdülbaki Güçlü, Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2017, s. 208 vd. 20 var olan bu sorunu aşma düşüncesi de kendini açığa çıkaracaktır. Nitekim öznenin başat bir pozisyona geçirilip her türlü kapsayıcı ve dışlayıcı ontolojik hakkı kendisinde görmesi, Foucault’nun deyimiyle belirli bir biçim verildikten sonra “dışta bırakılan” ve “harici” olarak işaretlenenlerin nasıl ve ne şekilde bu dışlama işlemlerine maruz bırakıldıklarını anlamak için ilkin sübjektivite metafiziklerinin oluşumunun anlaşılması oldukça önemlidir. Bütüncül bir özne düşüncesinin eleştirilmesine gönderimde bulunan postmodern düşüncenin başat figürlerinden olan Foucault ve Baudrillard da, kurucu ve temel olarak koyutlanan özne düşüncesini sert bir şekilde eleştirerek, düşüncenin farklı boyutlarına açılmaktadırlar. Foucault, öncelikli olarak öznenin kurulumunun eleştirisini yapma suretiyle öznenin hangi tür söylemler ağıyla kurulduğunu, öznenin kurulumunda bilgi ve iktidarın ne türden bir ilişki içerisinde olduğunu sorunsallaştırmıştır. Foucaultcu sorunsallaştırmalar bu yönüyle modern öznenin kimliği, kendilik etiği ve benlik teknolojileri üzerine yoğunlaşarak öznenin arkeolojisi halini almıştır. Foucaultcu sorunsallaştırmaların tarihsel bir serencam arz ettiği yerde Baudrillard, düşüncenin ve öznenin radikalleştirilmesinden bahsederek, modern sübjektivite düşüncesinin eleştirisini radikalleştirmeler üzerinden yapmak istemektedir. Foucaultcu sorunsallaştırmalar öznenin oluşum ve kurulum aşamalarının çözülüşü anlamına gelirken, Baudrillardcı radikalleştirmeler de bugün özne sorununu farklı bir perspektiften ya da nesne üzerinden okumanın yollarını aramak anlamına gelmektedir. Öznenin postmodern felsefede ve özellikle de Foucault ve Baudrillard düşüncesindeki konumuna geçmeden önce, öznenin modern dönem içerisinde oluştuğu ve yerleştiği konumun serimlenmesi daha uygun olacaktır. 1.1. Sübjektivitenin Modern Düşüncedeki Oluşumu Varlık ve hakikatin rasyonel bir zemini olduğu fikri hem klasik düşünce hem de modern düşünce için paylaşılan ortak fikirlerdendir. Fakat varlığın ve hakikatin mahiyetinin, varlık ve hakikate ulaşmanın yollarında klasik düşünce ile modern düşünce birbirinden ayrılmaktadır. Aynı şekilde özne kavramı konusunda da klasik ve modern düşünce birbirinden oldukça ayrışmaktadır. Özne kavramı klasik felsefe geleneğinde özel bir konumda olmayıp, bu felsefe geleneğinin bilen varlığı olarak insan, kurucu ve inşa 21 edici konumda görülmemektedir. Özne, daha çok varlığa soru sorandır ve sorusunun cevabını bulmak amacıyla felsefe yapmaktadır. Görünenin altında olan, bir şeyin öncesinde bulunan ya da var olan, altında yatan, dayanak ve temel olarak konulan, prensip olarak kabul edilen anlamlarına gelen Yunanca hypokaimeia’dan58 türemiş olan hypokeimenon kavramı, özne anlamına gelen ilk anlamıyla Antik Yunan’da Aristoteles tarafından kullanılmıştır. Latince eş anlamlısı ise subjectum/subjectus59 olan ve “daha altta olan, konu edinilen ve üzerinde konuşulan ve etki ve bozulmaya maruz kalan” anlamlarına gelen bu kavram, Aristoteles’in Fizik adlı eserinde Türkçe’ye töz, Latince’ye ise substratum şeklinde çevrilerek bir şeyin altında bulunan manasına gelecek şekilde kullanılmaktadır. Aristoteles, hypokeimenon kavramını, tözsel olandan ayırt edilmiş olarak bir şeyin ousia’sı (töz) anlamına gelecek şekilde yani bir varlığın dayanağı ve öz yapısı anlamında da kullanmıştır.60 Her ne kadar Aristoteles hypokeimenon kavramını farklı anlamlarda kullanmış olsa da hypokeimenon kavramı, en temel anlamıyla maddi ya da maddi olmayan ve herhangi bir varlığın temel dayanağı olması anlamında kullanılmaktadır ki bu anlam sonuç olarak tüm varlığın bir öznesi olması gereksinimini de beraberinde getirmiştir. İşte bu anlamıyla töz, Antik Yunan’dan Aydınlanmaya dek kimi zaman ilk hareket ettirici kimi zaman da Tanrı anlamına gelecek şekilde Tanrı-özne fikrine kapı aralayan bir düşüncedir. Teolojik ve metafizik düşünce biçiminin varlık ve hakikati her zaman bir ilk ilke düşüncesinden hareketle açıkladığı bilinen bir gerçektir. Metafizik, algılanan dünyanın ilkelerini veren fakat bu ilkelerin algısal değil de düşünsel yoldan elde edilebilecek yahut zaten var olduğuna inanılan idelerin ve ilkelerin alanı olarak görüldüğünden61, felsefe ve metafizik bu yüzden ilk ilkenin araştırması noktasında birbiriyle örtüşmektedir. Çünkü şeylerin ilk ilkesini araştırma biçimi olarak hem felsefe hem de metafizik, bu konuda aynı ilk ilkeden yani Tanrı düşüncesinden hareket ederek varlık ve hakikati araştırma çabasındadır. Bunun yanı sıra ilk ilkenin konu edinilmesi, yalnızca Tanrısal düşünce ve 58 Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English Lexicon, Oxford: Clarendon Press, 1996, s. 740., Güler Çelgin, Eski Yunanca-Türkçe Sözlük, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2011, s. 682. 59 A. Souter, J. M. Wyllie vd., Oxford Latin Dictionary, Oxford: Clarendon Press, 1968, s. 1840. 60 Anthony Preus, Historical Dictionary of Ancient Greek Philosophy, Maryland: Scarecrow Press Inc., 2007, s. 142. 61 Werner Jaeger, İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, çev. Güneş Ayas, İstanbul: İthaki Yayınları, 2016. 22 ilkelerinin bulunması ya da bilinmesi adına değil, ayrıca ahlaki ve sosyal yaşam için gerekli olan ilkelerin de bulunması adına bir işlev icra etmektedir. Aydınlanma dönemine dek sürecek ve Tanrı-Özne’nin merkezde olduğu bu dönem, doğal ve insani var oluşun hem belirleyeni hem de var olan tüm değerlerin merkezidir.62 Aynı şekilde modern düşünceye kadar olan serüveni baz alındığında Batı metafizik geleneğinde, aşkın bir varlık ve hakikat fikri insanı da kapsayacak şekilde savunulmuş, tüm varlık alanlarında var olan yasalılığın, logos’tan pay aldığı düşünülen insan tarafından anlaşılmaya çalışıldığı ve dahası varlıkta var olan bütünlüğün bilgi, değer, etik, politika vb. alanlar için de geçerli olduğunu ifade etmek mümkündür.63 Antikçağ düşüncesinde özne, daha çok nesnesiyle bütün olan, nesnesinden yalıtık değil daha çok onunla birlikte “var olan” anlamında kullanılmaktadır. Bu manada özne oluşu belirten ve insanın hâkim rolünü imleyen bir insan-özne düşüncesinin Antikçağ’da olmadığını söylemek mümkündür. Antikçağ’da özne, daha ziyade “kendi” gibi kavramlarla karşılanmakta ve özne daha çok Tanrı, doğa ve insan üçleminde bir bütün olarak görülmektedir.64 Antikçağ’ın insanı kozmosu anlamaya yönelik bir tavırla hareket ederek, bu üçlemi de daha fazla anlama gayreti içerisindedir. Modern düşünce içerisinde gelişen sübjektivite ise özne ile nesnenin ayrışmasıyla oluşan bir yapıdadır. Modern manadaki özne, nesnesinin karşısına geçtiği anda, yani Descartesçı düşüncede yaratılmıştır. Özne olmak; insanın ahlaki anlamda bir değerler varlığı olarak kişi olmasını, bir nesne olarak biyo-fizyolojik çevresini bilen birey olmasını ve duygulu, tutkulu ve iradeli bir varlık olarak da ben olmasını ifade ettiğinden65 böylesi bir özne düşüncesi, Antikçağ ve Orta Çağ’da değil, modern düşünce ile ortaya çıkmıştır. Modern düşüncede sübjektivite problemi, varlık ve hakikatin deneyimlenmesi bağlamında insana merkezi ve dışlayıcı bir ontolojik statü bahşeden ve onu doğasına veya ilahi herhangi bir referansa müracaat etmeksizin varlığın bilgisine erişmeye muktedir kılan bir düşünme mantığıyla oluşan bir yapıdadır. Özne, hem bir deneyim öznesi hem de her türden anlam ve hakikate erişen bir şekilde tüm bir modern dönemi ve düşünceyi 62 Doğan Özlem, Evrensellik Mitosu, İstanbul: Notos Kitap Yayınevi, 2015, s. 58-59. 63 Sema Cevirici, Postmodern Düşüncede Temsil Krizi, İstanbul: DBY Yayınları, 2020, s. 61-62. 64 Doğan Özlem, “Giriş: Heidegger ve Teknik”, Martin Heidegger, Tekniğe İlişkin Soruşturma, çev. Doğan Özlem, İstanbul: Paradigma Yayınları, 1998, s. 18-19. 65 Yaylagül Ceran, Modern Öznenin Yapısı ve Eleştirisi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış yüksek lisans tezi, 2002, s. 9. 23 baştan sona kat eden bir sorun olduğundan dolayı Foucault ve Baudrillard felsefelerince de oldukça sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu açıdan sübjektivite probleminin oluşum anını saptamak istediğimizde karşımıza her zaman için Descartes çıksa da, Descartes’ın öncesinde oluşan temelsizliğin nasıl çözüme kavuşturulmaya çalışıldığını göstermesi açısından Augustinus’un içsel hakikat düşüncesine bakmak gereklidir. Augustinus’un Aristoteles’ten yedi yüzyıl sonra o antropolojik soruyu (insan nedir) soran ilk kişi olduğunu düşünen Buber’e göre insanın -Antik Yunan’da- dünyada kavranılan bir yapısı olmasına rağmen, dünyanın insanda kavranılamamasına ve dolayısıyla da insanın kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak söz etmesine karşılık, Augustinus ile birlikte antropolojik soru(n) tekrar sahneye çıkar. Çünkü Augustinus ile birlikte insanın artık dünyada bir sabitesinin olmadığı, insan varlığının iyi ve kötünün mücadele arenası olarak görüldüğü ve aynı şekilde bu mücadelenin dizayn ettiği yeni evren anlayışıyla birlikte, insan hakkındaki o temel antropolojik sorun tekrar felsefi düşüncenin gündemine girmiş ve bu soru artık ilk defa birinci tekil ağızdan sorulmuştur.66 Antik Yunan düşüncesindeki akıl kavramı insanın tanımlayıcı vasfı görülürken, Augustinus’da ve dolayısıyla Hıristiyan felsefesinde istenç (will) insanın temel özelliği olarak görülmektedir. Antik Yunan düşüncesinde akıl kavramı düzen, kozmos ve döngüsel zaman ve tarih anlayışını vurgularken Augustinus’un istenç kavramına yapmış olduğu vurguyu, yeniyi ve gelecek düşüncesini açığa çıkaran zaman anlayışını ön plana çıkarmıştır. Dışsal hakikat düşüncesinden içsel hakikat düşüncesine geçişin yeri olarak imlenebilecek Augustinusçu düşünce, varlığın ve hakikatin mahiyetini soruştururken bakışını dışa yönelterek alegorik biçimde deniz, uçurum, rüzgâr, güneş, ay ve yıldızlarla konuşur ve aldığı yanıt “Biz senin Tanrın değiliz”dir. Sonrasında kendi içine yönelen Augustinus, kendisinin kim olduğunu kendisine sorar ve aldığı cevap ise şudur: Kendime baktığımda gördüğüm bir beden, bir de ruhtu, biri dışımda, diğeri içimde. Bunların hangisine sormalıyım Tanrımı? Ama az önce bedenimle Yeryüzünden Gökyüzüne kadar, gözlerimin ışığının kılavuzluğunda ulaşabildiğim her yere bakmadım mı? Demek ki içimdeki kısım daha üstün. Çünkü o hem başkan hem de yargıç olduğundan benim bütün tensel duyularım birer haberci gibi, Göğün ve Yeryüzünün ve onların kapsadığı her şeyin verdiği ‘Biz Tanrı değiliz, bizleri O yarattı” yanıtlarını ona iletiyorlardı. İnsanın içindeki 66 Martin Buber, Between Man and Man, tr. Ronald Gregor Smith, London and New York: Routledge Press, 2002, s. 151-152. 24 ben, bütün bunların dışındaki benin yardımıyla biliyor. Ben, yani içimdeki ben bunları tensel duyularımın aracılığıyla biliyorum.67 Charles Taylor, Batı düşüncesindeki modernlik öncesi dönemi Platon’un “ahlaki ben” ve Augustinus’un “içsel hakikat/içedönük hakikat” kavramı üzerinden okuyarak, Augustinus’un düşüncesinin, Platoncu düşünce ile Descartesçı sübjektivitenin tam ortasında duran bir düşünce olduğunu ifade eder. Platoncu düşüncenin içinde bulunduğu Grek düşüncesinde insan, kozmostan ayrı bir yapıda ele alınmadığından dolayı, insanın logosun işleyişine ortak olması ancak insanın kendisine hâkim olmasıyla mümkün olmaktadır ki bu da ancak aklın arzuları kontrol etmesiyle mümkün görülmüştür.68 Aristoteles ve Stoa felsefesinde de kozmolojik düzen ve insan birlikteliği açısından birtakım değişikler görülse de bu düşünce Augustinus’a kadar devam eden bir yapıdadır. Ancak Augustinus ile birlikte Tanrı’nın varlığı aşkın bir ilke eşliğinde değil içsel bir hakikatle/ışıkla bilinebileceği düşüncesi, birinci tekil şahsa geçişi ve böylece de Kartezyen felsefeye giden yolu göstermektedir. Çünkü Augustinus da sübjektivitenin oluşumunda oldukça önemli bir yeri olan Descartesçı özne-nesne ayrımına vurgu yapmakta ve “dikkatimizi aklın bildiği nesnelerden, İdeler alanından alarak her birimizin gerçekleştirdiği, bilmek için çabalama eylemine yönlendirir.”69 Touraine de Augustinus’un içsel hakikat düşüncesiyle Descartesçı Kartezyen felsefeye oldukça yaklaştığını düşünür ve modern özne düşüncesinin ortaya çıkmasında önemli bir rolünün olduğunu ifade eder.70 Fakat buradaki temel vurgu, sübjektivitenin ortaya çıkışının müsebbibi olarak Augustinus’a değil, daha ziyade içe yönelimin oluşturmuş olduğu benliğin ortaya çıkması açısından Augustinus’a yapılan bir vurgudur. Nitekim henüz Augustinus döneminde varlık-düşünce özdeşliği ve bütünlük fikri, tam anlamıyla yıkılmaya yüz tutmuş değildir. Varlık-düşünce özdeşliği üzerine bina edilmiş olan klasik metafiziğe ait bütünlük fikrinin radikal bir eleştirisini sağlayan Rönesans, Reform, coğrafi keşifler, matematik ve fizik aracılığıyla gerçekleştirilen bilimsel devrimlerle ortaya çıkan modern düşünce, klasik metafiziğin Tanrı-Özne düşüncesini yıkma yoluna gitmiştir.71 Tanrı-özne 67 Augustinus, İtiraflar, çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010, s. 585. 68 Charles Taylor, Benliğin Kaynakları, çev. Selma Aygül Baş, Bilal Baş, İstanbul: Küre Yayınları, 2012, s. 185. 69 Charles Taylor, Benliğin Kaynakları, s. 211. 70 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s. 61-65. 71 Kasım Küçükalp, Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu, Bursa: Sentez Yayıncılık, 2008, s. 34. 25 düşüncesinin yıkılmaya başlamasıyla birlikte bir temel ve sabiteden yoksun kalan modern düşünce, yeni bir temel ve sabite aramış ve İnsan-öznenin72 bir töz olarak koyutlanması yoluyla da bu krizin üstesinden gelmeyi denemiştir. Bu krizi aşma noktasında başvurulan ilk düşünürlerden biri olan Descartes, düşüncesini kurarken felsefe ve insan için belirli bir dayanak noktası aramak suretiyle, Tanrı-özne düşüncesinin Arşimet noktasını aramaktadır: Arşimet, yerküreyi yerinden edebilmek ve onu başka bir yere götürebilmek için, yalnızca bir noktanın sabitleştirilip ve hareketsiz olabilmesini istemişti. Aynı şekilde eğer ben de yalnızca kesin ve şüphe edilmez bir şeyi keşfedecek kadar şanslı olursam, büyük umutlar besleyeceğim.73 Descartes’ın böylesi bir temel arayışının en net göstergesi, bir töz olarak düşünülen Tanrı düşüncesinin ardından, öznenin tözsüz kalarak, kendini dayandıracağı bir temelin bilgi, değer, etik, politika ve kültür alanlarında dahi olmayışı, yani kendisinin anlamsız kalışıdır. Varlığın ve hakikatin anlamını Tanrı-Özne’ye bağlı bir şekilde düşünen ve her türlü alandaki bilme faaliyetini Tanrı’ya göre ayarlayan klasik dönemin ardından yaşanan bu buhranın giderilmesi Descartes’ın ilk ve asli amacı olmuştur. Bu yüzden denebilir ki, her ne kadar bir özne olarak Tanrı artık yok olmuşsa da, özneye ne olacağının ve öznenin kim olacağının sorusu Descartes’ın uzun bir süre boyunca ilgilendiği en temel sorun olarak kalacaktır. Descartes’ın böylesi bir Arşimet noktası bulmasındaki amacın sübjektivitenin oluşumunu teşkil edecek şekilde insanî öznenin yeniden bir tanımının yapılması ve öznenin/düşünen benin ilke olarak kaydedilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Cogito ergo sum önermesiyle Descartes, düşünen özneyi böylesi bir Arşimet noktası olarak betimler ve onun felsefi arayışının ben’den başlaması, ben’e dayandırılması, aynı zamanda sübjektivite metafiziğinin de temelini oluşturur. Öyle ki bu sübjektivite metafiziği ister Descartesçı idealist gelenek ister empirist çizgiyi izleyen Lockeçu gelenek ya da bu iki düşünceyi mezcetmeye çalışan Kantçı düşünce açısından daima bir temel olarak kalacaktır. Dahası, modern düşünce açısından ifade edildiğinde hem empirist epistemolojiye hem de rasyonalist epistemolojiye vücut veren olarak sübjektivite, modern felsefe ve bilim anlayışının da karakterini ortaya koymaktadır: 72 Doğan Özlem, Evrensellik Mitosu, s. 59. 73 Rene Descartes, Meditations, Philosophical Works of Descartes, v.1, çev. Elizabeth Haldane, G. R. T. Ross, England: Cambridge University Press, 1969, s. 144. 26 Rölativist bir hakikat anlayışından ziyade, insanın merkeze alındığı bir düşünce tarzına bağlı olarak, evrensel bir hakikat fikrinin tesis edilmesine işaret eden sübjektivizm, hemen tüm modern felsefe ve bilim anlayışlarının ayırt edici vasfını oluşturmuştur. Dolayısıyla rasyonalist felsefe anlayışları, hakikati insan aklına içkin kılmak, empirist yaklaşımlar nesnel dünyayı ne ise o olarak yansıttığını düşündükleri insanî deneyim alanına göre temsil etmek ve hem rasyonalizmi hem de empirizmi bilfiil muhtevasında barındıran modern bilim düşüncesi ise insanî gözlem araçlarına müracaat etmek suretiyle sübjektivizmle, dolayısıyla hakikatin insanî olana indirgendiği hümanizmle karakterize olmak durumundadır.74 Düşünen benin bir ilke şeklinde kaydedilmesi, tecrübenin hem fiziki cisimleşmesinden ve hem de anlamlı bir doğa dizgesi içindeki yerinden özü itibariyle bağımsız olan, gayri fiziki bir özneye temel teşkil etmiştir. Descartes düşüncesinde insanın ve insanın dışındaki her şeyin kendi öz kesinliği yine insanın kendi içsel yapısında bulunmuş ve böylece de insanın, gerçekliği kendisinden yola çıkarak tasarımlamasının yolu açılmıştır. Tasarımlama bu açıdan öncelikli olarak bir tasarlayan (özne) ve bir tasarımlananı (nesne) gerektirdiğinden dolayı, özne ile nesne bu noktada birbirinden ayrışmaktadır. Fakat bu ayrışmayı ve ayrılmayı yapacak olanın meşrulaştırılması sorunu da ortaya çıkmaktadır ki, modern özne bunu, gerçekliğin kendisine göründüğü şekliyle ve göründüğü kadarını gerçeklik olarak koyutlayarak yani bir düşünme nesnesi olarak gerçekliği varsayarak hem kendi varoluşunu hem de tasarlanan gerçekliğin varoluşunu güvence altına almıştır.75 Reel (gerçek) olanı keşfetmeye ve onu temaşa etmeye yönelik klasik ilgi sübjektivite ile birlikte yıkılarak bunun yerine gerçeklik de dahil olmak üzere her türden bilginin insanın kendisinden çıkarsanan bir yapıya dönüşmesi ve gerçekliğin temel belirleyeni olarak insanın evrilmesine neden olmuştur. Öyle ki bu düşünce, sübjektivite metafiziklerinin başlangıç noktasını da oluşturmaktadır. Modern felsefenin öznesi, bilincin soyut ve cisimleşmemiş öznesidir ve kendini tanımaya muktedir, cisimleşmemiş ve bedenden ayrı bir şey olan bu özne için bilgi, Tanrı’nın planlarını hayata geçirmek ya da doğanın amaçlarıyla uyumlu yaşamak adına, dünyanın varlığını oluşturan anlamların yorumlanmasından (metafizik ve teoloji) ibaret görülmemektedir.76 Metafizik ve teolojinin yanlış veya temellendirilemez inançlar şeklinde görülmesinin ardından öznenin bilme koşul ve imkânlarını duyusal deneyim 74 Kasım Küçükalp, “Edmund Husserl ve Fenomenoloji”, Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar, İstanbul: Küre Yayınları, 2012, s. 137-138. 75 Doğan Özlem, “Heidegger ve Teknik”, Tekniğe İlişkin Soruşturma, s. 18. 76 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 21-23. 27 alanıyla sınırlandıran ve öznenin bilme yetisini bu sınırlar çerçevesinde soruşturulması ancak epistemoloji ile mümkün görülmüştür.77 Fakat belirtilmelidir ki, Tanrısal düzenin bilinmesi adına duyusal ya da deneyimsel olan bilgi, klasik dönem için ne kadar ayrıcalıklı bir konumdaysa da, modern sübjektivite düşüncesinde araçsal bir konuma indirgenmiştir. Epistemoloji her ne kadar sübjektiviteyi ortaya koymak için yeni bir düşünceye kapı açsa da modern düşüncede, düşünen öznenin doğadan ve Tanrı’dan ayrışmasına ve öznenin doğayı kontrol etmesine yardımcı olan bir şey olarak görülmüştür.78 Ayrıca Yunan felsefesinden esinlenerek ve 17. yüzyıla değin bilimsel yaklaşımda insanın doğayla olan irtibatında bilgi üzerinden bir ilişki söz konusuyken, modern dönemle birlikte bu ilişki tarzı değişmiştir. Bu dönemde insan; doğa ile ilişkinin öznesi olarak görülmüş, her türlü ilişkinin kurallarını belirleyen, her türlü bilgiyi tavzih etme hakkını ve egemenliğini elde ettiğini düşünen bir varlığa dönüşmüştür. Modern dönem öncesinde şeylerin nedenine yönelik metafizik sorgulamalar, modern dönemle birlikte yerini şeylerin mahiyetine (nasıllığına) yönelik sorgulamalara bırakmaktadır. Doğadaki düzenin matematiksel dile aktarılarak doğanın kendi yasalılığının anlaşılabileceği fikrine bağlı olarak modern özne ontolojisi, bu açıdan varlığın merkezine kendisini koyarak, doğaya ve varlığa istediği biçimde şekil verebileceği, onu istediği şekilde değiştirip dönüştürebileceği düşüncesine içkin bir düşüncedir. Bu düşüncelerin neşet edişini sağlayan önemli hususlardan ikisi, insanın varlık sahasındaki pozisyonunun değişmesi ve modern bilim düşüncesinin ortaya çıkmasını sağlayan yöntem düşüncesidir. Modern düşüncenin, bu noktada bilimsel düşünce ve gelişmelerden, bilimin toplum üzerindeki belirleyici olan rolünden oldukça etkilendiğini ve yeni bir düşünce tarzını aradığını söylemek mümkündür. Felsefenin daha çok somut konu ve yapılarla ilgilenmesi yönündeki temel itkinin de bilimsel düşüncede yaşanılan gelişmelerden kaynaklandığı söylenebilir.79 Sübjektivitenin inşasında modern düşüncenin kurucu figürleri olan Descartes ve Bacon, öznenin bir töz olarak inşası noktasında öncelikle bilimsel düşüncede daha çok görülen ve devamında felsefeye de sirayet eden yöntemli/metotlu düşüncenin önemi 77 Doğan Özlem, Evrensellik Mitosu, s. 60. 78 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 23. 79 Yakup Kahraman, Modern Epistemolojinin Doğuşu, İstanbul: Tezkire Yayıncılık, 2016, s. 8-15., Alexandre Koyre, Yeniçağ Biliminin Doğuşu, çev. Kurtuluş Dinçer, Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000. 28 konusunda birleşmektedirler. Descartes ve Bacon sübjektivite düşüncesine giden yolun mahiyeti üzerine düşünceler geliştirmiş ve bunun sonucunda da yöntem fikri üzerinden sübjektiviteyi inşa etmişlerdir. Nitekim bu konuda Descartes’ın “Kalburüstü zihinler büyük iyiliklere de imza atabilir, büyük kötülüklere de. O yüzden baştan doğru yolu tutturup gidenler, yavaş adımlarla ilerliyor olsalar da, koşturup da yanlış yollara sapanlardan daha fazla mesafe kat ederler.”80 ifadesi Bacon ile aynı şeye işaret eder. Keza Bacon’ın “doğru yolda giden bir topal, yoldan çıkan süratli bir kişiyi yarışta geçer ve doğru yolda koşmayan birinin ustalığı ve sürati ise onun hatasını artırmaktan başka bir işe yaramaz.”81 deyişi de iki filozofun yol arayışına vurgu yapar. Doğru yolun bulunması metaforunda müşahhas hale gelen yöntem arayışı modern düşüncenin başlangıcından itibaren önemli konuların başında gelmiş, hakikate ulaşma noktasında yapılması elzem olanın, öncelikle doğru yöntemin bulunması olduğu fikri ortaya konmuştur. Touraine, Descartes’ın sübjektivitenin inşasında oynadığı rolün tam da bu noktada tözsel akıldan yöntemsel akla geçişle belirdiğini söyler.82 Modern düşüncenin temelde aradığı şey, kendilerini hakikate götürecek olan yöntemin tek bir cevaba karşılık gelmesi ve hakikatin o tek cevapla bulunması sorunudur. Dünya; fizik ve matematikle, hümanist dönemdeki ressamların yaptığı gibi iyi bir şekilde resmedilir ve temsil edilirse eğer, onu kontrol altına almak ve akılcı bir biçimde düzenlemek mümkün olacaktır. Harvey bu noktada modern düşüncenin temel sunumunun aslında hem epistemik hem de ontolojik çehresine vurgu yapmakta ve şöyle demektedir: (…) ama Aydınlanma bu bir tek doğru temsil tarzı olduğunu varsayıyordu; bütün bilimsel ve matematiksel çabalar da buna erişmek içindi. Eğer bu doğru tarzı keşfedebilirsek, Aydınlanma hedefine ulaşmış olacaktı.83 Bu doğru tarz şüphesiz ki Descartesçı yöntem ya da Kartezyen temelcilik olarak işaret edilen düşüncedir. Descartes’ın yöntemi, zihni sezgi ve dedüksiyonu temele alan bir şekilde kesin bilgiye ulaşma amacındadır ve Kartezyen temelcilik, bu yöntem üzerine 80 Rene Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013, s. 25. 81 Francis Bacon, Novum Organum: Tabiatın Yorumu ve İnsan Alemi Hakkında Özlü Sözler, çev. Sema Önal, İstanbul: Say Yayınları, 2012, s. 137. 82 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Tufan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 67. 83 David Harvey, The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Change, Reprinted Cambridge, Mass.: Blackwell, 2003, s. 27. 29 tesis edilmiştir. Bu yönüyle Descartes’ın düşüncesi, Sokratik felsefenin temel kaidesi olan bilgisizlik bilgisinin yani şüpheci tavrın alaşağı edilmesiyken84, amacı ise felsefi şüpheciliği ve rölativizmi, öznede temellendirdiği kesin bilgiyle aşma istencidir. Bernstein, Descartes’ın bu amacını Kartezyen endişe olarak adlandırır ve onun asıl amacının şeylerin dayanağı olacak bir temel bulma istenci olduğunu ifade eder.85 Bu düşünce, kesin bilginin ancak kendinden hareketle bilinebilecek her şeyi kapsayan doğru ifadelerin ve kesinliğin bilinebileceği bir temel varsa mümkün olacağı iddiası olarak görülebilir.86 Descartes, böylesi bir temeli öznede koyutlamak ve özneyi bir töz haline getirmek suretiyle İnsan-Özne’ye yani sübjektiviteye kapı aralamıştır: Buradan, özü ya da doğası yalnızca düşünceden oluşan ve var olmak için hiçbir yere gereksinim duymamasının yanı sıra hiçbir maddi şeye de bağımlı olmayan bir töz olduğumu anlıyorum. Öyle ki, Ben, yani benim ben olmamı sağlayan ruh, bedenden tamamen ayrıdır ve ona oranla bilmeye daha yatkındır, hatta, beden hiç olmasa da ruh, ne ise o olmaktan vazgeçmeyecektir.87 Kartezyen endişeden kaçışın yolu olarak görülebilecek olan sübjektivite ve sübjektif akıl, özne ile nesne arasında bir ayrıma tekabül etmekte ve evrensel ve kesin bilginin de temelini oluşturmaktadır. Klasik düşünce için geçerli olan özne-nesne bütünlüğü Descartes’ın özneyi hâkim bir pozisyona alması sonucunda yıkılmıştır. Bunun bir sonucu olarak doğruluğu/hakikati nesnelerde arayan klasik düşüncenin aksine modern dönem doğruluk ve hakikati nesnelere ilişkin bilgilerimizde arayarak nesnel bilginin kurulumu açısından da epistemolojik doğruluk kavramını kullanmıştır.88 Bu yönüyle modern düşünce, bilen özne ile bilgi nesnesi arasındaki düalizm temelinde yükselen bilgi düşüncesiyle hakikatin bilgisine özne-nesne arasında koyutlanan ayrımlarla gerçekleştirilen akıl yürütmelerle ulaşmaya çalışmış, özne de bu noktada var olanların kendisinden hareketle bilinebileceği bir temel olarak varlık ve hakikat arasındaki ilişkiyi temellendirmede bir başvuru merkezi haline gelmiştir: 84 Hiram Caton, The Origin of Subjectivity: An Essay on Descartes, London: Yale University Press, 1973, s. 21. 85 Richard Bernstein, Objektivizmin ve Rölativizmin Ötesi, çev. Feridun Yılmaz, İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 2009, s. 23. 86 Tom Rockmore, Heidegger and French Philosophy: Humanism, Antihumanism and Being, London and New York: Routledge, 1995, s. 43. 87 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s. 66. 88 Özgür Aktok, “Doğruluğu Epistemolojinin Sınırları Ötesinde Düşünmek: Heidegger ve Rorty”, FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2006, c. 1, S. 1, ss. 95-102, s. 96. 30 Nasıl ki klasik düşünce tüm gerçekliğin kendisinden türediği bir töz üzerinden rasyonalist varlık ve hakikat düşüncesini temellendirmeye çalıştıysa, Descartes ile başlayan epistemolojik gelenek de bu çizgiyi sürdürerek, gerçekliğin kendisinden hareketle bilinebileceği, kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan töz olarak özneyi merkeze almıştır.89 Klasik düşüncede belirli bir nesnelliğe gönderimde bulunan hypokeimenon kavramı, öznenin bir töz olmasıyla birlikte, zemin, dayanak olma ve her şeyi kendinde bir araya getiren anlamından Descartes’ın özneyi töz olarak kurmasıyla bu anlamından uzaklaşarak diğer tüm varlıkların temeline yerleştirilen ontolojik zemin olarak özne düşüncesine dönüşmüştür.90 Bu yüzden de nesnellik, her zaman için metafizik gönderimleri bulunan Tanrı düşüncesiyle birlikte düşünülürken, modern düşünce, nesnelliği öznenin öznelliğinden çıkarsanan bir yapıya dönüştürmüştür. Her ne kadar nesnel hakikatin inşasına yönelik modern ilgi Bacon’ın “idoller teorisi” ne dek geri götürülse de Bacon’a bu açıdan hakikatin kurulumunda nesnel olanın öznel ve tarihsel olandan soyutlanarak saf bir nesnellik arayışında ve modern düşüncenin kurulumunda Descartes kadar asli bir rol verilmemektedir. Kavramsal ve felsefi içerimini Descartes ile kazanan sübjektivite düşüncesi, terekesine şüpheyi almış olsa bile, bu şüphe Antik Yunan’daki septiklerin şüphelerinden, hakikatin bulunulmasına yönelik yöntemsel bir şüphe olma noktasında ayrılır. Descartes yöntem olarak metodik şüpheyi seçmiştir fakat belli bir tür rasyonalizm kurma adına seçilmiş olan bu yöntemsel/metodik şüphecilik, modern felsefenin başat kavramlarından biri olan rasyonalizme temel dayanak noktası oluşturmak adına seçilmiştir ve epistemolojik nesnelliğin temellendirilmesi noktasındaki modern ilgi özneye kaydırılmak suretiyle güçlenmiştir. Sübjektif olan yani bütüncül bir “Ben” fikri, modern felsefede epistemolojik objektivitenin önkoşulu olarak her daim varlığını sürdürmüştür. Dahası, nesnelin karşısında konumlandırılan bu sübjektivite düşüncesi, objektif olanın açımlanması adına anahtar bir rol oynamıştır.91 Descartes’ın töz olarak kurmuş olduğu özne ile birlikte varlığı öznenin zihinsel temsillerine b