T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN (YÜKSEK LİSANS TEZİ) İdil Su ÖZ BURSA – 201 3 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN (YÜKSEK LİSANS TEZİ) İdil Su ÖZ Danışman: Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRİ BURSA – 2013 TEZ ONAY SAYFASI T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE ................................................................................................... Anabilim/Anasanat Dalı, ............................................................................ Bilim Dalı’nda ............................... numaralı …………………….................. ................................................................’nın hazırladığı “................................................................................................................................................ ...” konulu ................................................. (Yüksek Lisans/Doktora/Sanatta Yeterlik Tezi/Çalışması) ile ilgili tez savunma sınavı, ...../...../ 20.... günü ……… - ………..saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının …………………………..….. (başarılı/başarısız) olduğuna ……………………………… (oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Üye (Tez Danışmanı ve Sınav Komisyonu Üye Başkanı) Akademik Unvanı, Adı Soyadı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üniversitesi Üye Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi ....../......./ 20..... ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : İdil Su ÖZ Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı : Eski Türk Edebiyatı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : XI+113 Mezuniyet Tarihi : …. / …. / 2013 Tez Danışmanı : Yard. Doç. Dr. Sadettin EĞRİ TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN Bu teze Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân adlı mesnevînin asıl metni, tercümesi ve transkripsiyonlu metni bulunmaktadır. Yapılmış olunan çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Fars Öğüt Edebiyâtı ve Mesnevî konuları bulunmaktadır. İkinci bölüme, eserin yazarı Mirza Rıza Han Dânîş’in hayatı konu olarak ele alınmıştır. Üçüncü bölümde, çalışması yapılmış olan Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân isimli mesnevînin konusu ve çevirisi yer almaktadır. Anahtar sözcükler Mirza Rıza Han Dânîş Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi Mesnevî Fars Öğüt Edebiyâtı Arfauddovle İnsân iii ABSTRACT Name and Surname : İdil Su ÖZ University : Uludağ University Institution : Social Science Institution Field : Turkish Language and Literature Branch : Former Turkish Literature Degree Awarded : Master Page Number : XI+113 Degree Date : …. / …. / 2013 Supervisor (s) : Asst.Prof.Dr. Sadettin EĞRİ TUL-I OMR-I TABII-YI INSAN This thesis includes mathnawi of Tul-i Omr-i Tabii-yi Insan’s original text, translation and transcription. This study that is done consists of three sections. In the first part, Persian Counsel Literature and Mathnawi topics has been handled. In the second part of study Prince Mirza Rıza Khan Danish’s, who is the poet of this mathnawi, biography and works has been processed. In the third part mathnawi of Tul-i Omr-i Tabii-yi Insan’s, which is studied, topic explained. Keywords: Mirza Rıza Khan Tul-i Omr-i Tabii-yi Mathnawi Persian Counsel Danish Insan Literature iv ÖNSÖZ Mirza Rıza Han Dâniş'in Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân adlı mesnevîsi Fars Öğüt Edebiyâtı'nın çok sayıdaki eserlerinden bir tanesidir. Mirza Rıza Han Dâniş mesnevîsinde insan ömrünün uzun ve sağlıklı olması için neler yapması gerektiğini, nelere dikkat edilmesi gerektiğini gerek örneklerle gerek Sadi Şirâzî'nin ve kendi doktorunun sözlerinden alıntılar yaparak açıklamıştır. Şair kendi hayatını örnek göstererek insanların neleri yapmaları ve neleri yapmamaları gerektiğini anlatmaktadır. Kendilerini ruhen ve bedenen zayıflatmamak için özellikle yaşadıkları yerin yaşam koşullarının, insanın sağlıklı olması için gereken şartlarla tamamen uyum içinde olması gerektiğini savunmuştur. Sağlıklı ve huzurlu bir yaşlılık dönemi geçirilmek isteniyorsa hayatın zorluklarından el etek çekip, yaşamın tadına varılması gerektiğini söylemektedir, çünkü ona göre, insan önünde sonunda ölümü tadacaktır. İnsanın sonunun değişmediği, yani ölümden kaçış olmadığı için, insanın hayat kavgasında kişinin kendini çok fazla yıpratmaması gerektiğini düşünmektedir. Hayatta acı çekilecekse, bunun mal mülk arttırılması için değil, ruhun zenginliğinin arttırılması için çekilmesi gerektiğini savunmaktadır. Çevresindeki insanların yaşam sürelerini de araştırmış ve birçoğunun erken sayılabilecek yaşta vefat ettiğini fark etmiştir. Bunun nedenini sorgulamış ve sonucunda bünyelerinin sağlıkları için uygun olmayan şartlarda yaşadıklarını ve uzun süre sevdiklerinden, memleketlerinden ve onun havasından uzakta olmalarının verdiği üzüntünün neden olduğunu öğrenmiştir. Şairin kendisi de hayatına hem bedenen hem de ruhen eziyetler çekmiş olduğundan dolayı, hem sonraki nesillere hem de yaşadığı dönemdeki insanlara sağlık konusunda yol göstermesi için üzerinde çalışmış olduğumuz bu eseri yazmıştır. v Eser iki yüz beyitten oluşmaktadır ve yazıldığı 1907 yılında Fransızca'ya ve Türkçe'ye çevrilmiştir, ancak üzerinde hiç çalışma yapılmamıştır. Çalışması yapılan mesnevî beyitlerin anlamları bir sonraki beyite geçirilerek yazılmıştır. Hazırlanılan yüksek lisans tezi üç bölüm halinde düzenlenmiştir: I. bölümde; Fars Öğüt Edebiyâtı ve mesnevî şiir türü hakkında bilgi verilmektedir. II. bölümde; mesnevînin şairi Mirza Rıza Han Dâniş'in hayatı hakkında bilgi verilmektedir. III. bölümde; Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân mesnevîsinin konusu anlatılmaktadır ve düz yazı şeklinde eserin çevirisi bulunmaktadır. III. bölümün ardından çalışmada, transkripsiyonlu metin, sonuç, kaynakça, metnin aslı, fotoğraflar ve sözlük yer almaktadır. Sözlükte bulunan kelimelerin birçoğu temel anlamları değil mecazî anlamları kullanılmıştır. Son olarak, çalışma boyunca sonsuz sabır ve hoşgörü gösteren, değerli bilgilerini, tavsiyelerini ve desteğini esirgemeyen danışman hocam Sayın Yrd. Doç. Dr. Saadettin EĞRİ'ye, tezimin konusunu bulma çabalarında yardımlarıyla ve fikirleriyle destek veren Sayın Prof. Dr. Mustafa ÇİÇEKLER'e, tezimin yapımında verdiği emekleri ve sağladığı katkılardan dolayı Sayın Hasan BEDEL'e, Sayın Gülin Naz ŞAHİM'e, Sayın Zeliha ALBAN YAMAN’a, Sayın Hakan YAMAN’a, en önemlisi sevgili babam Mustafa ÖZ’e ve sevgili annem Saniye ÖZ’e maddî ve manevî her türlü desteği sağladıkları için sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bursa 2013 İdil Su ÖZ vi İÇİNDEKİLER Sayfa No TEZ ONAY SAYFASI....................................................................................................... . ..ii ÖZET............................................................................................................................ ....... .iii ABSTRACT.................................................................................................................... .... .iv ÖNSÖZ .................................................................................................................................v İÇİNDEKİLER................................................................................................................ ...vii KISALTMALAR............................................................................................................... . .ıx TRANSKRİPSİYON İŞARETLERİ............................................................................. ...... ..x GİRİŞ .......................................................................................................................... ........ ..1 I. BÖLÜM FARS ÖĞÜT EDEBİYÂTI VE MESNEVÎ A. FARS ÖĞÜT EDEBİYÂTI..…………………………………………………………10 B. MESNEVÎ…………………………………………………………………………….16 1.Giriş Bölümü…………………………………………………………………….17 a.Besmele………………………………………………………………….18 b.Tevhîd…………………………………………………………………...18 c.Münâcât………………………………………………………………....18 d.Na’t...…………………………………………………………………....18 e.Mi’rac……………………………………………………………………19 f.Mu’cizât………………………………………………………………….19 g.Medh-i Çehâr-yâr………………………………………………………..19 h.Padişah için övgü………………………………………………………..20 i.Devlet büyüğü için övgü…………………………………………………20 j. Sebeb-i te’lîf……………………………………………………………..20 2.Konunun İşlendiği Bölüm……………………………………………………….21 a.1.Grup……………………………………………………………………21 (1) Dinî mesnevîler………………………………………………...21 (2) Tasavvufî mesnevîler…………………………………………..21 (3) Ahlakî mesnevîler……………………………………………...22 (4) Ansiklopedi niteliği taşıyan ya da belirli alanlarda bilgi veren mesnevîler……...…………………………………………………..22 b.2.Grup……………………………………………………………………22 (1) Konusunu menkıbelerden alan mesnevîler…………………….22 (2) Konusunu tarihten alan mesnevîler…………………………….22 c.3.Grup……………………………………………………………………22 d.4.Grup……………………………………………………………………23 3.Bitiş Bölümü……………………………………………………………………..26 vii a.Tanrı’ya hamd ü sena…………………………………………………….27 b.Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua……………………………27 c.Şairin eseriyle ve şairliğiyle övünmesi…………………………………..27 d.Tanınmış mesnevî şairleri ve eserleri……………………………………28 e.Şairin eserine verdiği ad…………………………………………………28 f.Hasetçilere,dikkatsiz müstensih ve okurlara yergi………………………28 g.Mesnevînin beyit sayısı………………………………………………….28 h.Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler…………………………………….28 i.Okuyucudan hayır dua isteme……………………………………………29 j.Mesnevînin Vezni………………………………………………………..29 4.Konu…..…………………………………………………………………………29 5.Olaylar…………………………………………………………………………...30 a.Kahramanların doğumu ve yetişmesi……………………………………30 b.Kahramanların âşık olması………………………………………………30 c.Sevgiliye ulaşmak için çıkılan yolculuk…………………………………30 d.Sevgililerin buluşmaları ve ayrı düşmeleri………………………………31 e.Kavuşmayı engelleyen olaylar…………………………………………..31 f.Savaşlar…………………………………………………………………..31 g.Eğlenme ve avlanma…………………………………………………….32 h.Son……………………………………………………………………….33 6.Kişiler……………………………………………………………………………33 7.Zaman……………………………………………………………………………33 8.Yer……………………………………………………………………………….34 9.Mesnevîlerde Dil ve Anlatım……………………………………………………34 a.Başlıkların dili…………………………………………………………...34 b.Giriş bölümünün dili…………………………………………………….35 c.Konunun işlendiği bölümün dili…………………………………………35 II. BÖLÜM MİRZA RIZA HAN DÂNİŞ MİRZA RIZA HAN DÂNİŞ………………………………………………………….….37 III. BÖLÜM TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN A. KONUSU….…………………………………………………………………………..41 B. ÇEVİRİSİ…….…………………………………………………………………….....42 viii TRANSKRİPSİYONLU METİN…………………………………………………………51 SONUÇ……………………………………………………………………………...........74 SÖZLÜK ………………………………………………………………………………….77 KAYNAKÇA………………………………………………………………………..........85 METİN……………………………………………………………………………….........89 FOTOĞRAFLAR…………………………………………………………...…………....103 ix KISALTMALAR c. : Cilt d. : Doğum Hz. : Hazreti m.s. : Milattan Sonra m.ö. : Milattan Önce ö. : Ölüm s. : Sayfa vb. : Ve benzeri y. : Yaklaşık yy. : Yüzyıl x TRANSKRİPSİYON İŞARETLERİ é ء Ā, ā ا æ, å ث Ó, ó ح Ò, ò خ Õ, õ ذ Ù, ù ط Ô, ô ظ è ع Ġ, ġ غ Ḳ, ḳ ق ä, ã ص Ż, ż ض Ū, ū و Ī, ī ی xi GİRİŞ 7. yüzyılda Mekke’de çıkan İslâm dini, önce Arap Yarımadası’nda ve Araplar arasında yayılmış, Hz. Ömer döneminde ise İran’ın fethiyle birlikte, Arap olmayan unsurları da etkisi altına almaya başlamıştı. Yüksek bir medeniyete sahip olan İranlılar, İslâm dinini kabul ettikten sonra, Arapça’yı uzun bir süre ikinci bir ana dilleri gibi din, devlet, ilim, felsefe ve edebiyât dili olarak kullanmışlardır. İslâm sonrasında dinî terimlerle Arapça’nın Farsça üzerinde etkisi görülmesine rağmen, Arapça’dan geçen kelime ve tabirlerle beraber eski itibarına kavuşan yeni Farsça bir edebiyât dili kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Farsça bu vasfıyla, sonraki dönemlerde hem Arapça hem de İslâm’ı kabul eden diğer milletlerin dil ve edebiyâtında etkisini göstermiştir. İranlılar’dan yaklaşık iki asır sonra, 10. yüzyılın başından itibaren İslâm dinini kabul eden Türkler, İslâm dinini Araplar’dan daha çok İranlılar’dan öğrenmişlerdir. İslâm dini, Türkler’in hayatında büyük bir değişim ve gelişime, büyük ve köklü bir medeniyetin 1 2 oluşumuna neden olmuştur. İlk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar , Gazneliler 3 ve Selçuklular İslâm öncesinde sahip oldukları cengâverlik vasıflarını gazâ ruhuna dönüştürerek, İslâm’ı hem kılıçlarıyla hem de kalemleriyle savunmak için canla başla uğraşmışlardır. Karahanlılar dönemi, Türk kültür ve edebiyâtı açısından özel bir önem arz etmektedir. Türk İslâm edebiyâtının ilk ürünleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde yazılan eserler, Arapça ve Farsça’yla birlikte Uygur ve Arap harfleriyle Türkçe olarak kaleme alınmış, hükümdarlar da emirnâme ve defterlerini yine Uygur ve Arap harfleriyle 1 Karahanlılar (840-1211): İlekhanlılar olarak da bilinmektedirler. Maveraünnehir ve Doğu Türkistan’a egemen olan Türk hanedanıdır. 2 Gazneliler (963-1186): İran’ın kuzeyindeki Horasan’da, Afganistan’da ve Hindistan’ın kuzeyinde egemenlik kuran Türk hanedanıdır. 3 Selçuklular (1038-1308): Ön Asya’da egemen olan ve Oğuzların Kınık boyundan gelen hanedandır. Anadolu, Mezopotamya, Suriye, Filistin, İran’da güçlü devletler kurmuş ve ortaçağda Ortadoğu tarihinde önemli rol oynamışlardır. 1 Türkçe olarak yazdırmışlardır. Diğer Türk hükümdarları gibi Karahanlı hükümdarları da sadece Türkçe yazan değil Arap ve Fars dilinde eser veren şair ve edipleri de himaye etmişlerdir. Farsça’yı resmî dil, Arapça’yı ilim dili olarak kullanan Gazneliler döneminde, saray, ordu ve halk arasında Türkçe konuşulmaktadır. Bu devletin en büyük hükümdarı 4 olan Gazneli Mahmut , bir taraftan Hindistan üzerine seferler düzenlerken aynı zamanda şair, sanatçı ve ilim adamlarına büyük önem vermiş, çok sayıda şair ve sanatçıyı sarayına davet ederek, eserler vermelerine olanak sağlamıştır. Hindistan’la birlikte hemen hemen bütün İran’ı egemenliği altına alan Gazneli Mahmut ile takipçilerinin sarayları şair, bilgin ve sanatçıların sığındığı bir yerdir. Sarayında dört yüz kadar şair bulundurduğu söylenen Gazneli Mahmut, bu özelliği sayesinde edebiyâtımızda cömertlik ve şairleri koruması yönüyle sıkça anılan bir Türk hükümdarıdır. Bu tutumundan dolayı kendisine birçok kitap sunulmuş olan Sultan Mahmut, ödülü ilk icâd eden olarak da kabul edilir. 5 Büyük bir bilgin olan Birûnî , dönemin tarihçisi Ulbî, Türk asıllı olmakla beraber 6 7 8 Farsça yazan Minûçihrî , Ferruhî gibi şairlerle birlikte İran asıllı Escedî ve Senaî ile İslâm sonrası Türk edebiyâtını derinden etkileyen ve İran edebiyâtının şaheserlerinden biri 4 Gazneli Mahmud (d. 14 Kasım 970, Buhara bugünkü Özbekistan- ö. 30 Nisan 1030, Gazne): Tam adı Yeminü’d-devle Ebu’l Kasım Mahmud bin Sebüktigin’dir. 998-1030 yılları arasında hükmetmiştir. Önceleri bugünkü Afganistan’ı ve İran’ın kuzeydoğusunu kapsayan sultanlığa, fetihleriyle Hindistan’ın kuzeybatısı ile İran’ın büyük bölümünü de katmış, başkent Gazne’yi Bağdat’a rakip bir kültür merkezi durumuna getirmiştir. 5 Birûnî(d. 4 Eylül 973 Kas, Harezm-ö. 1048 ya da 1051/52, Gazne): Tam aı Ebu Reyhan Muhammed Bin Ahmed El-Birûnî’dir ve Beyrûnî olarak da yazılır. Ortaçağın en büyük bilginlerinden biridir. Astronomi alanındaki buluşları, matematik, doğabilimleri, coğrafya ve tarih sahalarındaki çalışmalarıyla ünlüdür. 6 Minûçihrî (ö. 432/1040): Asıl adı Ebu’n-Necm Ahmed Minûçihri-i Dâmgânî’dir. Lakabını ilk memduhu Minûçihr b. Kâbûs’tan almıştır. Minûçihrî, Sultan Mahmud zamanında üne kavuşmuştur. Minûçihrî eski şiirleri, özellikle Arap şairlerini çok okumuştur. Şiirlerine eski ve çağdaşı birçok Arap ve İran şairinin adı geçer. 7 Ferruhî (ö.1038, Sistan): Tam adı Ebu’l-Hasan Ali bin Culüğ Ferruhî olan Ferruhî, kasie ve mersiyeleriyle tanınmış İranlı şairdir. Sistan hükümdarı Halef bin Ahmed’in kölelerinden birinin oğludur. Bir süre geçim sıkıntısı çektikten sonra Gaznei Mahmud’un sarayına girerek sarayın en ünlü kasidecisi oldu. Başlıca 9.504 beyitlik Divân’ı (1932) ve şiir sanatlarını anlatan ama günümüze ulaşmamış yapıtı Tercümanü’l-Belaga’dır. 8 Senaî (ö. 1131?, Gazne): Asıl adı Ebu’l-meed Mecdud bin Adem olan Senaî, Farsçadaki ilk büyük tasavvuf şiirini yazmış, İran ve İslâm edebiyâtını büyük ölçüde etkilemiş İranlı şairdir. Gazneli sarayında şair olarak bulunmuştur. Sultanlara kasideler ve şiirler yazmıştır. İran edebiyâtında Senaî’nin şiirlerinin büyük önemi vardır. Tasavvuf felsefesini, ahlaksal görüşlerini anlatmak için kaside, gazel ve mesnevî türlerini ilk kez kullanan odur. Divân’ına 30 bine yakın şiiri yer alır. 2 9 olan Şehnâme’nin yazarı Firdevsî de Gazne sarayında yaşayan ve himaye gören yazarlardandır. 1040 yılında yapılan Dandanakan savaşıyla Gazneliler’i yenerek, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar’la devam eden ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar uzanan yeni bir devletin temelini atan Selçuklular da bir yandan Anadolu’yu Türklere yurt yaparlarken‚ diğer taraftan Sünnî İslâm anlayışını yaymak için çok sayıda medreseler açarak, ilim, edebiyât ve sanata büyük hizmette bulunmuşlardır. Gazneliler gibi resmî dil olarak Farsça’yı kabul eden Selçuklular, sultanlarının ilim ve âlimlere verdikleri önem sayesinde, hemen her sahada bilgin ve sanatçıların yetişmesine 10 11 12 13 zemin hazırlamışlardır. Cüveynî , Gazâlî , Pezdevî, Serahsî , Şehristânî , Kadı 14 15 16 17 Beyzâvî vb. meşhur din bilginleri yanında Emir Muizzî , Enverî , Nizâmî ile Anadolu 9 Firdevsî (d. 935, Tus yakınları-ö. 1020/26 Tus): Asıl adı Ebu’l-Kasım Mansur olan, Firevsî, İran’ın ulusal destanı Şehnâme adlı manzum yapıtıyla ünlü şairdir. Yüzyıllar boyunca anlatılan efsanelere karşın yaşamına ilişkin çok az şey bilinmektedir. 60 bin beyitten oluşan Şehnâme aslına Firdevsî’nin gençliğinde aynı adı taşıyan bir düzyazı metinden yaptığı derlemeye dayanır. Uzmanların verdiği bilgilere göre, en erken 1020 en geç 1026 yılında ölen Firdevsî’nin 80 yıldan fazla yaşadığı kesindir. 10 Cüveynî (d. 1226, Cüveyn, Horasan-ö. 5 Mart 1283, Muğan, Azerbaycan): Tam adı Alaeddin Atâ Melik Cüveynî olan İlhanlı tarihçi ve devlet adamıdır. İran’da Moğol egemenliği sırasında (1220-1336) parlayan birkaç tarih yazıcının ilkidir. 11 Gazâlî (d. 1058, Tûs-ö. 18 Aralık 1111,Tûs, Horasan): Tam adı Ebu Hamid bin Muhammed El-Tûsî El- Gazâlî, lakabı Hüccetü’l-İslâm (İslâmın kanıtı) olan tasavvufun Sünnî gelenekle bütünleşmesini sağlayan kelam ve fıkıh bilginidir. Eski Yunan kökenli felsefe geleneğine yönelttiği ağır eleştirilerle, İslâmda felsefî ve usçu düşüncenin yüzyıllar boyunca duraklamasına yol açtığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. 12 Serahsî (d. 1009, Serahs-ö. 1090, Marginan): Asıl adı Ebu Bekr Muhammed olan fıkıh bilginidir. Ünlü fıkıhçı Abdülaziz El-Halvânî’den sonra Şemsü’l-Eimme (İmamlar Güneşi) ünvanını alan ikinci kişidir. Başlıca yapıtları arasında Hanefî fıkhının en büyük kaynağını oluşturan El-Mebsut, Şerhü’s-Siyeri’l- Kebir, Nukatu Ziyadati’z-Ziyadat, Şerhu Muhtasari’t-Tehavi, Kitabü’l-Usul sayılabilir. 13 Şehristanî (d. 1076, Şehristan-ö. Ekim 1153, Şehristan, Horasan): Tam adı Ebu’l-feth Tareddin Muhammed bin Abdülkerim bin Ahmed Eşşehristanî olan İranlı kelam ve tarih bilginidir. İslâm dünyasının en büyük dinler ve mezhepler tarihçisi sayılır. İslâm mezhep ve fırkalarına ilişkin en önemli kaynaklarından biri olan El-Milel ve’n-Nihal alı yapıtında Şehristanî, Yahudilik, Hıristiyanlık ve bunlara bağlı bazı mezhepler, Mani ve Mazdek dinleri, eski Hint inançları veYunan felsefesine ilişkin bilgilere de yer verir. 14 Kadı Beyzâvî (ö. 1291, Tebriz): Tam aı Abdullah bin Ömer El-Beyzâvî olan İranlı tefsir ve kelam alimidir. Yazdığı Kuran tefsiri uzun yıllar medreselerde okutulmuştur. Yaşamı üzerine ayrıntılı bilgi bulunmayan Beyzâvî, Fars atabeyi Ebubekir bin Sad döneminde Kadıü’l-Kudat (büyük kadı) olan Ömer bin Muhammed’in oğludur. Bir süre Şiraz’a kadılık yaptı. Daha sonra Tebriz’e yerleşti ve orada öldü. 15 Emir Muizzî (ö. 1126): Muizzî lakaplı Muhammed b. Abdülmelik Burhânî, Nişabur’da doğmuştur. Babası Abdülmelik Burhânî, Alparslan’ın saray şairidir. Muizzî’nin gazel, kıt’a ve rubâîlerini içeren 20000 beyitlik bir divanı vardır. Horasan üslûbuna tabi olan Muizzî’nin kasideleri, gerek mevzu, gerekse lafız bakımından Ferruhî ve Unsurî’nin kasidelerini anımsatmaktadır. 16 Enverî (d. 1126, Ebiverd, Türkistan-ö. 1189, Belh, Horasan): Asıl adı Evhadedin Ali bin Vahidedin Muhammed Haveranî olan İran edebiyâtının en büyük kaside yazıcılarından biri sayılan şairdir. Şiirlerinde büyük bir teknik ustalık, erin bir bilgi ve alaycı bir zekâ egemendir. Özellikle kasie ve gazel türlerinde ustadır. Toplam 632 sayfa tutan, kaside, gazel, rubaî, kıt’a ve beyitlerden oluşan divanı Külliyât-ı Enverî(1844) adıyla basılmıştır. 3 18 19 20 21 sahasında eserler veren Mevlânâ , Sultan Veled , Yunus Emre , Hoca Dehhânî ve 22 Gülşehrî gibi şairler Selçuklular döneminde yetişen önemli şahsiyetlerden bazılarıdır. Karahanlı, Gazneli ve Selçuklular döneminde ve Arapça ya da Farsça eser veren şair ve bilginlerden çoğu, eserlerini Türkçe yazmamış olsalar da, ırk itibariyle Türk’türler. Yine bu devletlerin hâkimiyet alanında yaşamış olan, Fars ve Arap diliyle eser veren yazar ve sanatkârların eser vermeleri de Türk hükümdarları sayesinde olduğundan, meydana getirilen eserleri, Türk İslâm tarihinin ürünü olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır. Türk edebiyâtı asıl kimliğine Anadolu sahasında kavuşmuştur. 14. yüzyılda Anadolu’da meydana gelen siyasî gelişmelere paralel olarak Türk edebiyâtında da önemli ilerlemeler görülmeye başlamıştır. Anadolu Selçuklu devletinin zayıflamasıyla ortaya çıkan Beylikler döneminde, hükümdar ve beylerin Türkçe’den başka dilleri çok iyi bilmemeleri sanat ve bilim adamlarını Türkçe eser vermeye zorlamıştır. Türkçe eser verilmesinin bir diğer nedeni tasavvuftur. Şairler, Türkçe konuşan halka tasavvufî inançları ulaştırabilmek için Türkçe’yi kullanmanın zorunluluğunu hissetmişlerdir. Beylikler döneminde yazılan eserlerden büyük bir kısmı Farsça ve Arapça’dan tercüme edilen dinî ve tasavvufî eserler şeklindedir. 15. yüzyıla kadar Türkçe ile yazılan eserlerde, diğer beyliklerle birlikte Germiyanoğlu Beyliği’nin özel bir yeri bulunmaktadır. 23 Örneğin, Anadolu sahasında Divân meydana getiren ilk şair olan Ahmedî ile yine Divân 17 Nizâmî (Genceli)(d.1150, Gence, Azerbaycan-ö. 1214,Gence): Asıl adı Cemalein Ebu Muhammed İlyas bin Yusuf olan İranlı divan şairidir. Günlük konuşma diline dayalı, gerçekçe üslûbuyla İran edebiyâtına yeni bir yön vermiş, mesnevî türünün en üstün örneklerini yazmıştır. 18 Mevlânâ (Celaleddin Rûmî)(d.30 Eylül 1207, Belh, Horasan-ö. 17 Aralık 1273, Konya): Büyük tasavvuf şairidir. Mesnevî adlı didaktik epik şiiriyle İslâm mistik düşüncesini ve edebiyâtını büyük ölçüde etkilemiştir. Ölümünden sonra öğrencileri Mevlevî tarikatını kurmuştur. 19 Sultan Veled (d.1226,Karaman-ö. 1312, Konya): Asıl adı Bahaeddin Muhammed Veled olan mutasavvıf şairdir. Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin düşüncelerini temel alarak Mevlevîliğin kurallarını belirlemiş ve Anadolu’da yayılamasını sağlamıştır. 20 Yunus Emre (d.1238-ö.1320): Anadolu’da Türkçe şiirin olan şair ve mutasavvıftır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin ağılıp parçalandığı bir kargaşa döneminde yaşamış, bu dönemin sarsıntı ve acıları yapıtlarında önemli izler bırakmıştır. Yunus Emre’nin sağlığında düzenlenmiş Divan’ı bulunamamıştır. Günümüzdeki Divanlar çeşitli yazma şiirlerden derlenip bir araya getirilmesiyle düzenlenmiştir. 21 Hoca Dehhanî (ö. 13. yy): Divan şiirinin Anadolu’daki ilk temsilcisidir. Divan edebiyâtının bilinen ilk şiir örnekleri Dehhanî’nindir. Eldeki yapıtları gazel ve kaside türünde, dindışı konulara yazılmış, sık sık kalıplaşmış benzetmelerin yinelendiği basit şiirlerdir. 22 Gülşehrî (ö. 13.-14. yy): Tam adı Şeyh Ahmed Gülşehrî olan Türk tasavvuf şairidir. Türkçenin Anadolu’da bir kültür dili olması için çaba harcamıştır. En önemli yapıtı Gülşennâme olarak da bilinen Mantıku’t-Tayr’dır. 23 Ahmedî (d. 1334/35, Kütahya ?-ö. 1412, Amasya): Asıl adı Taceddin İbrahim bin Hızır olan hekimliğiyle de ünlü Osmanlı divan şairidir. Türk edebiyâtındaki ilk manzum iskendernâmeyi yazmıştır. Ahmedî’nin 8.506 beyitten oluşan bir Divan’ı vardır. En ünlü yapıtı, 1390’da bitirdiği 8.754 beyitten oluşan ve konusunu Firevsî ve Nizamî’den alan İskendernâme’dir. Ayrıca, kaynaklara belirtilen, ama 4 24 edebiyâtının ilk şairlerinden Şeyhî başlangıçta bu beyliğe bağlı şairlerdendir. Osmanlı’nın güçlenerek Anadolu’daki diğer beylikleri sınırları içine katmasıyla, Türkçe ve Türk edebiyâtı yeni bir aşama kaydedecektir. Divan edebiyâtı kavramı, Arap ve özellikle Fars edebiyâtlarının geniş anlamıyla estetik kaideleri üzerine kurulmuş edebiyâtı içine almaktadır. İslâm’ı kabul etmelerinden sonra içine girdikleri İslâm uygarlığı, Türklerin toplum yapısını da etkilemiş; Arapça, bilim Farsça, sanat ve kültür dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. İslâm kültüründen beslenen bu edebiyât, kuruluş aşamasında İran edebiyâtını kendisine örnek kabul etmiştir. Bu örneklik Osmanlı’nın kuruluş devri ve daha sonraki dönemlerinde de zaman zaman artan ve azalan şekilde devam etmiştir. Bununla birlikte, Türk yazar ve şairleri tamamıyla bu edebiyâtı taklit etmemişler, örnek olarak aldıkları bu edebiyâta kendi ruh ve zevklerini yansıtmışlardır. Eski şiir‚ Fars edebiyâtından yalnız kelime zevkini ve hayal sistemini almaz; onun yarı tarihi ve çok İslâmlaşmış mitolojisini, imparatorluğun şartları ve tarihi ile biraz daha genişleyen coğrafyasını da alır. Bu edebiyâtın ana kaynağı din olmasına karşın, ikinci dereceden kaynaklarından birisi de İran edebiyâtıdır. Türkler, kabul etmiş oldukları bu yeni dini, Araplardan ziyade İranlılardan öğrenmişler ve bu yeni dinle ilgili kelimeleri de yine Arapça’dan ziyade Farsça’dan almışlardır. Örneğin Arapça “salat” yerine Farsça “namâz”; Arapça “vudû” yerine Farsça “abdest”; Arapça “savm” yerine Farsça “oruç”; Arapça “müslim ya da mümin” yerine Farsça “müselman ya da müslüman”; Arapça “nebi ya da resul” yerine Farsça “peyamber ya da peygamber” vb. kelimeleri kullanmaya başlamışlardır. Bunun dışında yeni dinlerinin etkisinde oluşturdukları edebiyâtta da Arapça değil Farsça etkili olmuştur. Bunun en önemli nedeni, Türklerin her ne kadar İranlılarla ortak bir coğrafya üzerinde yaşamaları olsa da, Farsça’nın Arapça’dan daha çok Türkçe’nin dil yapısına uygun olmasıdır. Farsça’nın Türk dili üzerindeki etkisinin bir başka sebebi, Türklerin İslâm dinini tasavvufî yorumlarıyla almaları ve bu yorumun Fars diliyle yazılan eserlerle henüz ele geçmemiş Kaside-i Sarsari Şerhi ile Yusuf ve Züleyha adlı iki yapıtı daha vardır. 15. yüzyıl şairlerini büyük ölçüde etkilemiştir. 24 Şeyhî (d. Kütahya-ö. 1428, Kütahya): Asıl adı Yusuf Sinaneddin olan ilk önemli Osmanlı şairlerinden biridir ve aynı zamanda hekimdir. Osmanlı edebiyâtında mesnevînin öncüsüdür. İslâm edebiyâtının en ünlü aşk öykülerinden Hüsrev ü Şirin’in bir uyarlamasını yapmış ve en çok bu yapıtıyla tanınmıştır. 5 25 26 27 Türkler arasına girmiş olmasıdır. Sadî , Attar , Hafız ve Mevlânâ’nın eserleri bunda etkili olduğu gibi, Gazneliler döneminde yazılan Firdevsî’nin Şehnâme adlı eserinin de etkisi büyüktür. Aruz vezninin kullanılması da bir diğer nedendir. Türkler, din dilini olduğu gibi aruz veznini de Araplar’dan değil, İranlılar’dan almışlardır. İslâm sonrası yazılan eserlerde aruzun Türkçe’de tam olarak uygulanamaması, zamanla Türk diline Farsça ve Arapça’dan yeni kelimelerin girmesini de beraberinde getirmiştir. Müslümanlığın kabulünden sonra da tarihî ve coğrafî nedenlerin yanı sıra ortak dinin yarattığı kültür birliği, Türklerin İran edebiyâtından daha çok etkilenmelerine yardımcı olmuştur. Nasıl ki, İslâmî dönem İran şiiri Arap şiirini örnek alarak başlamışsa, Türk şiiri de İran edebiyâtını örnek alarak başlamış ve geliştirmiştir. Soyca Türk olan Selçuklular, resmî yazışmalarında Farsça’yı kullandıkları gibi Anadolu Selçuklu devletinin enkazı üzerine kurulmuş bulunan Osmanlı devleti de I. Murat dönemine kadar divan ve yazışmalarında resmî dil olarak Farsça’yı kullanmaya devam etmişlerdir. Anadolu şairleri hemen her vesileyle, yazmış oldukları eserlerde İranlı şairleri geçtiklerini söylemek durumunda olmuşlardır. Bu durum ilk divan şairlerinden başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiştir. Türk edebiyâtı, 14. yüzyılın başından 1450 yılına kadar devam eden Teşekkül Devresi’nde İran edebiyâtından oldukça etkilenmiş, 1450-1600 yıllarını kapsayan Klasik Dönem’de ise, bu etki nispeten azalmaya ve tersine dönmeye başlamıştır. Fatih dönemiyle birlikte İstanbul gelişerek bir kültür merkezi haline gelmiştir. Medreselerin, imparatorluğun geniş coğrafyasının Anadolu dışında bulunan Peşte, Kahire ve Basra gibi kültür merkezlerine yayılması sonucu, Türk edebiyâtının başka diller konuşulan bölgelerde benimsenmesine yol açmıştır. Bu yüzyılda, bunun meyveleri, Türkçe ile eser veren şahsiyetlerin görülmedik bir nispette artması ve edebiyâtımızın yeni ve 25 Sadî (d. 1213, Şirâz, İran-ö. 9 Aralık 1291, Şirâz): Asıl adı Müşerrafeddin Müslihiddin olan klasik İran edebiyâtının en büyük şairlerinden biridir. En tanınmış yapıtları Bostan ve Gülistan’dır. 26 Attâr (d. 1142 ?, Nişabur-ö. 1220, Mekke): Asıl adı Ferideddin Muhammed bin İbrahim olan İran’ın en büyük tasavvuf şairlerinen ve düşünürlerinen biridir. Manzum yapıtları 45000 beyit tutmaktadır. Yapıtlarından en önemlisi Mantıku’t-Tayr’dır. 27 Hafız (Şirâzlı)(d.1325-26?, Şirâz-ö. 1389/99, Şirâz): Asıl adı Şemseddin Muhammed olan İranlı şairdir. Gazel türünün öncüsü olarak tanınmış, İran ve Osmanlı divan şairlerini büyük ölçüde etkilemiştir. 6 parlak bir dönemini idrak etmesi suretiyle tecelli etmiştir. Farsça birçok eseri bulunan Fuzulî bile, Türkçe yazan ve “söz revişinde dür-feşân” olan Rûmî şairlere öykünecektir. Ne yazık ki bu durum fazla devam edememiş, 1700 yılından itibaren başlayan 28 Sebk-i Hindî üslûbuyla İran şiiri tekrar Türk şiiri üzerindeki etkisini arttırmıştır. Bu dönemde, Türk şairlerinin 16. yüzyıldan önce olduğu gibi, tekrar Farsça’dan hazır kavramlar, uzun tamlamalar almaya başlamaları dili oldukça ağırlaştırmıştır. Bazı şairler dile giren Farsça uzun tamlamalardan şikâyetçi olmalarına rağmen, bu etkiden de kurtulamamışlardır. 29 Farsça Tanzimat döneminde de etkisini sürdürmüştür. Leskofçalı Galip , Ziya 30 31 32 33 Paşa , Namık Kemal , Recaizâde Ekrem , Abdülhak Hâmid vb. şairlerin şiirlerinde Farsça’nın etkisini görmek mümkündür. Bu dönemde yaygınlaşmaya başlayan ve büyük halk topluluklarına ulaşan gazeteler, halkın anlayabileceği tarzda dili sadeleştirmeye 28 Sebk-i Hindî (Hind Üslûbu): Bu üslûbun ilk tezahürleri Timurlular devrinde ortaya çıkmıştır. Timurlular devrinin sonlarında ve Safevîler devrinin tamamında İran’da kullanılan bu üslûp, ince fikirleri sade bir dille ifade etme esasına dayanır. Temsilcilerinin Safevîler devrinde Hindistan’a giderek Hind Gurganilerinin sarayında ikamet etmesi ve Fars şiirinde bir Hind ruhunun etkili olması yüzünden bu adla anılmıştır. Zendler devrinde Isfahan’da oluşan bir grup şairin gayretiyle Fars şiir üslûbu, Hind üslûbundan önceki üslûba dönmüş ve Hind üslûbu yavaş yavaş ortadan kalkmıştır. 29 Leskofçalı Galip: Asıl adı Mustafa Gâlib’dir. Bazı şiirlerinden Nakşî tarikatına girdiği anlaşılmaktadır. Divanını oluşturan eserlerin önemli bir kısmında çok güçlü ve bilinçli bir mutasavvıf edası göze çarpar. Onun siyasî görüşleri eserlerine fazlaca yansımamakla beraber, bir süre Midhat Paşa’nın hizmetinde bulunması, Genç Osmanlılar ve Meşrutiyet sempatizanları ile dostluklarda bulunması bu konuda bir fikir verebilir. O özellikle şiire Namık Kemal’in hocası olarak kabul edilir. Şiirlerinde Sebk-i Hindî tesiri görülmektedir. 30 Ziya Paşa (d.1825, İstanbul-ö. 17 Mayıs 1880, Adana): Asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin’dir. Türk edebiyâtında Batılılaşmanın öncülerinden Osmanlı şair ve yazardır. Şiirlerinde eski divan şiir biçimlerine bağlı kalmakla birlikte içerik yönünden hak, alet, uygarlık, hürriyet gibi yeni temaları işledi. Toplumsal sorunları ve yeni bir düzen kurulması konusunu ele aldı. Terci-i Bend ve Terkib-i Bend alı iki şiirinden Terci-i Bend’de insanın yazgısı ve gerçeği kavramasının olanaksızlığı, Tanrı’nın mutlak egemenliği gibi metafizik konuları işledi. Terkib-i Bend’de de zülum, adaletsizlik ve haksızlıkları yergici bir yaklaşımla eleştirdi. 31 Namık Kemal (d. 21 Aralık 1840, Tekirdağ-ö. 2 Aralık 1888, Sakız): Osmanlı dönemi şair ve yazarıdır. Türk milliyetçi hareketini ve Jön Türkleri etklemiş, Türk edebiyâtının Batılılaşmasına önemli katkısı bulunmuştur. 32 Recaizâde (Mahmud) Ekrem (d. 1 Mart 1847, İstanbul-ö. 31 Ocak 1914, İstanbul): 19. yy Osmanlı edebiyâtının önde gelen yazar ve şairidir. Batı edebiyâtından çeviriler yapmıştır. 1870’te ilk oyunu Afife Anjelik, 1871’de ilk şiir kitabı Nağme-i Seher yayımlanmıştır. Bir entrika komedisi olan Çok Bilen Çok Yanılır kurgu tekniği açısınan en yetkin oyun sayılır. Edebiyât öğretmenliği sırasında verdiği derslerin notlarından oluşan Talim-i Edebiyât (1879), şiir konusunda getirdiği yeni bakış açısıyla önemli bir yapıttır. En önemli yapıtı ve tek romanı olan Araba Sevdası (1896) Türk edebiyâtında gerçekçi romanın ilk örneklerinden biridir. 33 Abdülhak Hami (d. 2 Ocak 1852, İstanbul-ö. 12 Nisan 1937, İstanbul): 19. yy sonu ve 20.yy başı edebiyâtının en önemli adlarından biri olarak kabul edilen şair ve oyun yazarıdır. Türk edebiyâtına Batı etkisini getirmiştir. Abdülhak Hamit yaşadığı dönemde Türk edebiyâtının en büyük şairi sayılmıştır ve bu nedenle Şair-i Âzam ya da Dâhi-i Âzam olarak anılmıştır. 7 başlamasına rağmen, Farsça’dan alınan yeni birtakım kelimeler ve Farsça’da bulunmayan bazı terkiplerin de dilimize girmesine neden olmuştur. Osmanlı medreselerinde okutulduğu gibi, bu dönemde açılan yeni okullarda da Farsça dersleri resmî müfredat programlarında yer almış ve bu durum 1928 harf devrimine 34 kadar devam etmiştir. 34 Alim YILDIZ,” Süleyman Nazif’e Göre İran Edebiyâtı’nın Edebiytımıza Tesiri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: VIII/1, Haziran – 2004, Sivas, s. 159-201 8 I. BÖLÜM FARS EDEBİYÂTI VE MESNEVÎ 9 I. BÖLÜM FARS ÖĞÜT EDEBİYÂTI VE MESNEVÎ A.FARS ÖĞÜT EDEBİYÂTI Tavsiyelere ve öğütlere yer veren hükümlerden oluşan kitaplara, Fars Öğüt Edebiyâtı'nda 'pendnâme' denmektedir. Aynı zamanda 'nasihatnâme' olarak da bilinmektedir. Pendnâmeler din, ahlâk ve toplumsal yaşam konularında öğütler içeren 1 manzum ya da mensur yapıtlardır . 3. yüzyıl ile 9. yüzyıl arasındaki kaynakların hemen hemen hepsinde 'pend' kelimesi, 'enderz' kelimesiyle eşanlamlı olan 'öğüt' anlamında kullanılmaktadır. Bazen de, 'râh' kelimesiyle eşanlamlı olan 'yol' kelimesiyle birlikte, mecâzi biçimde 'yol göstermek' anlamında da kullanılmaktadır. Bu tür kitaplarda, iyi ahlâklı bir insan olabilmenin koşulları sunulurken ve öğütler verilirken atasözleri, deyimler, âyet ve hadîslerden örnekler gösterilir, din ve tarikat uluslarının sözlerine yer verilir. Pendnâmeler çoğunlukla din adamlarının dindaşlarına, yöneticilerin kendi çocuklarına, saray çevresine ve halka, aile büyüklerinin de kendi evlatlarına nasıl davranmaları gerektiğini incelikle izah eder. Onlara doğru ve yanlış, iyi ve kötü ayrımını nasıl yapabileceklerini öğretmeleri gerektiğini anlatır. Öğüt ya da tavsiye, her zaman kişilerin ve toplumun davranışlarını düzenlemeyi ve onları huzura erdirmeyi amaçlar. Bu nedenle, öğüt verirken kişiyi beğenilen, takdir edilen yaşayışa ve davranışlara yönlendirerek, öğüt ile ahlâk arasındaki bağlantıyı kurar. 2 Öğüt edebiyâtı, Fars edebiyâtında çok eski bir geçmişe sahiptir. Eşkânîler ve 3 4 Sâsânîler döneminde Pehlevîce yazılmış eserlerin büyük çoğunluğu pendnâme 1 Selahattin BEYAZIT, pendik, “pendnâme”, Ana Britannica, c. 17, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989 Nük-Pir, s. 504 2 Eşkânîler (Partlar): M.Ö. 247-M.S.224 yılları arasında İran’da sürmüşlerdir. Çok önceleri Horasan’da, İran’ın kuzeyoğu tarafında ikamet eden, Pehlevî adlı bir kabiledir. 10 türündedir. Bu eserlerde yer alan bu öğütlerin nereden geldiği ve kimin söylediği hakkında bir bilgi yoktur. Ancak yazılış tarzları ve içerikleri açısından, büyük bir kısmının 5 6 Zedüşt 'ün kitabı Avestâ'ya dayandığı görülmektedir. Sâsanîler döneminin sonlarında ve dönemin bitişinden sonra da, İran'da görülmeye başlanan Pehlevî mirasını değerlendirme Perslerin tarihini, kültürünü, medeniyetini ve edebiyâtını tanımada çok önemlidir. Pendnâme türünde yazılan eserlerin, vasiyetnâmelere benzeyen ve diğer pendnâmelerden farklı özellikler taşıyan bir kısmı daha vardır. Bunlar, insanlara kötülüklerden uzak durmalarını ve iyiye yönelmelerini anlatarak, güzel değerleri insana aşılamayı amaç edinmektedir. Vasiyet içerikli pendnâmelerin en iyi ve en önemli örneği, Bozorgmihr'in Yâdgâr-ı Bozorgmihr adlı eseridir. Yazar bu eserinde dünya halinin geçici olduğunu, çok fazla mal mülk yapsa da önünde sonunda bu dünyada bırakacağını, geride kalanlar da sahip çıkmazsa onarın da unutulacağını ve insanın sadece yaptığı iyiliklerle 7 hatırlanacağını anlatmaktadır. Bu ve bunun gibi diğer eserlerde, Mazdeist inancının yani Zerdüşt dininin ahlâkî değerleri üzerinden yükselen bir edebiyât görülmektedir. İslâm öncesi dönemlerde pendnâme türündeki eserlerin ortak özelliklerinden biri de, içerdikleri öğütlere soru-cevap şeklinde yer vermeleri, bazılarının normal cümleler bazılarının da bulmacalar ve numaralı cümleler halinde verilmesidir. Yazı tarzı bakımından bir kısmının sade, daha rahat anlaşılır ve kısa cümleler halinde diğer bir kısmının da ağdalı, zor anlaşılır ve uzun, karmaşık cümleler halinde olduğu görülmektedir. 3 Sâsânîler: M.S.224-651 yılları arasında İran topraklarında hüküm süren hanedandır. Adını, hanedanın kurucusu I. Aredşir’in atalarından Sasan’dan almaktadır. 4 Pehlevîce: Orta Farsçanın 3.yydan 10.yyla değin kullanılan başlıca biçimidir. Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dilidir. 5 Zerdüşt (Eski Farsça Zarathushtra d. M.Ö. y. 628, büyük olasılıkla Rhages, bügünkü Rey yakınları, ö. y.551, yeri bilinmiyor): Keni adıyla anılan dinin kurucusu İranlı peygamberdir. 6 Avestâ (Zend-Avestâ): Zerdüşt dininin ayin yöntemlerini, yasalarını ve Zerdüşt’ün öğretilerini içeren kutsal kitaptır. Günümüze ulaşan Avestâ, Zerdüşt’ün çok eski bir geleneği yeniden biçimlendirdiği çok daha geniş bir metinler toplamından arta kalan parçalardır. Özgün metni oluşturan hacimli el yazmalarının, Büyük İskender’in İran’ı fethi sırasında yok edildiği söylenir. Bugünkü Avestâ, özgün metinden kalan parçaların Sâsânî kralları tarafından derlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. 7 Mazdeist: Mazdekçilik dinine mensup olanlara verilen addır. Mazdekçilik dini 5.yyda İran’da ortaya çıkan dualist dindir. Adını, yayılmasında önemli rol oynayan Mazdek’ten almaktadır. Kurucusunun Zerdüşt-i Huragan olduğu sanılmaktadır. 11 Aynı dönemde, İranlılar yakın ilgi duydukları öğütleri ve ahlâkî tavsiyeleri sadece kitaplara yazmamışlardır. Bazı taşlar üzerine işlemişler ve kitaptan daha kalıcı olabileceklerini düşündükleri bazı kayalıklar üzerine de kazımışlardır. Sâsânîler döneminde öğüt konulu eserlere yoğun ilgi gösterilmesinin en önemli nedeni olarak o dönemin, İranlıların İslâm dinini benimsedikleri evreye çok yakın olması ve dolayısıyla İslâmiyeti kabul ettikten sonra da öğüt konulu eserlerin yazılmaya devam edilmiş olmasıdır. Yine de bu tür eserlere Sâsânîler döneminde çok fazla rastlanıyor olması, pendnâme türünde eserlerin Sâsânî dönemi öncesinde yazılmadığı anlamına gelmemektedir. Sâsânîler döneminde bu tür eserlere çok fazla önem vermeleri, İslâmın kabulünden sonra Müslüman yazarların dikkatini çekmiştir ve bu eserlerden bazı bölümleri ya da aynı konuları kendi eserlerine de uyarlayarak kullanmışlardır. Bu konuyla ilgili olarak Prof. Dr. Nimet Yıldırım'ın Fars Öğüt Edebiyâtı adlı makalesinde, 9. yüzyıl 8 yazarlarından Cahiz'in eserlerindeki şu ifadelere yer vermiştir: "İranlılar bu tür konulara duydukları ilgi ve verdikleri önemden dolayı, halk kitlelerini muhatap alan vaaz türü ve öğüt içerikli konuları da, büyük tarihî gelişmeler ve millî tarihlerinde her zaman kıvanç kaynağı olan olaylar gibi sadece kitaplara yazmakla kalmamış, büyük kayalıklar üzerine tablolarla işlemiş, kayalıklara kazımışlardır." Bu ilgi zaman içinde ileri boyutlara ulaşmış, hikmetli cümleler kitaplar ve kayalardan başka, elbiselerin kenarlarına, sergilerin ve sofraların çevrelerine, bazı kapların üzerine resim ya da nakışlar yerine işlenmeye başlamıştır. Buna örnek olarak şu bilgiler gösterilebilir; Zerdüşt inanırlarının çok önemsediği eserlerden olan Rivâyât'ta dört öğüt 9 aktarılmaktadır ve bu öğütlerin bir mendil üzerine yazıldığı, Abbasî halifesi Me'mûn'un Enûşîrvân sarayına gittiğinde onu görmüş olduğu da rivâyet edilir. Edebiyât içerikli 8 Cahiz (d. Y.776, Basra-ö. 868/869, Basra): Tam adı Ebu Osman Amr bin Bahr bin Mahbub El-Cahiz olan Arap ilahiyatçı, bilgin ve edebiyâtçıdır. Bireysel temalara ağırlık veren, ustalıklı düzyazılarıyla ün yapmıştır. 9 Me’mun (d. 14 Eylül 786, Bağdat-ö. 9 Ağustos 833, Tarsus, Adana): Tam adı Ebu’l-Abbas Abdullah El- Memun İbnü’r-Reşid olan Abbasî halifesidir. Mezhep çatışmalarını sona erdirmek için çaba göstermiş, sanat ve bilim çalışmalarını destekleyerek İslâmî boşnançlardan arındırmaya çalışmıştır. 12 eserlerde bulunan bazı hikmetli sözlerinde, sarayın kapısında günde üç kez okunduğu anlatılmaktadır. İslâm sonrası ilk dönemlerden itibaren çok büyük bir ilgiyle karşılanan öğüt edebiyâtı ve bu alandaki eserler, kısa süre sonra o çağın büyük yazarları ve en iyi tercümanları tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve Arap edebiyâtında da önemli eserler arasında yer ederek, Arap ve İslâm toplumunda hızla yayılmaya başlamıştır. Arap edebiyâtında bu tür eserler kolay anlaşılması ve rahat ezberlenmesi amacıyla, manzum şeklinde yazılarak Arap şiir türünün en önemli örneklerinden olmuşlardır. Bu iyi karşılanma sayesinde Sâsânî dönemi İran edebiyâtı, bilim ve ahlâk konularında öne çıkmış ve bu eserleri yazan ve bu eserlerde sözlerine yer verilen Enûşîrvân, Bozorgmihr, Hûşeng, Behmen ve Âzerbâd gibi İran büyüklerinin Arap edebî ve didaktik eserlerindeki Arap filozoflarının ve bilginlerinin ün seviyesine ulaştığını görmekteyiz. Öğüt içerikli eserlerin ana konuları daha ziyâde Zerdüşt inancına paralel olarak yazılmaktaydı. Dolayısıyla bu tür kitaplar din adamları ve onların yakın çevrelerinde daha yaygındı. Bu alandaki eserlerin çoğunluğunun yazarları Zerdüşt din adamları arasından çıkmıştır. Bu Pehlevîce eserler 'enderz'in Arapça karşılığı olan 'mev'ize', 'pend'in Arapça karşılığı olan 'vasiyet', 'edeb', 'hikmet' ya da bu kelimelerin çoğul şekilleri olan 'mevâ'iz', 'vesâyâ', 'âdâb' ve 'hikem' adlarıyla Arapça'ya çevrilmiştir. Bu Arap eserlerden bazıları nefsi arındırma, kötü huylardan uzak durma, yönetim ve idare konularını işlemektedir. Ahlâk ve öğüt kelimeleriyle yakın ilişiği bulunan 'edeb' kelimesi ve ondan türetilen kelimeler, aslında Arapça'da çok eski kullanılan kelimeler değillerdir ve eski Arap edebiyâtında da 'edeb' kelimesine rastlanmaz. Arapça metinlerde 'edeb' kelimesine rastlanması, Pehlevî dilinde yazılmış öğüt kitaplarının Arap edebiyâtına çevirilerle girmesiyle başlar. Ayrıca 'edeb' kelimesinin çoğulu olan 'edebiyyât' kelimesi de, günümüzde kullandığımız anlamıyla kullanılmamaktaydı; ahlâk ve eğitim konularında ruhu ve nefsi arındırma, eğitme, davranışları ve ahlâkı düzeltme, insanlarla iyi ilişkiler 13 kurma ve büyüklerle konuşma-görüşme adabı kazandırmak amacıyla yazılmış eserleri tanımlamada kullanılırdı. Arapça kökenli olan 'hikmet' kelimesi, Arapça'da çok eski zamanlardan beri kullanılan bir kelimedir. Zaman içinde kullanım alanlarına bağlı olarak değişik anlamlar kazanmıştır. Ancak aslen 'adaletle yargılama' demektir. Sonraları felsefe anlamında da kullanılmasının yanında, Arapça'da Yunan felsefesine kadar farklı anlamlarda kullanılmıştır. Ancak zamanla asıl anlamdan uzaklaşarak 'emretme', 'buyurma' anlamlarında kullanılmıştır. Sonralarında da 'iyiyi kötüden ayırma, kötülük yapılmasını engelleme' ve buradan yola çıkarak da 'hakemlik', 'yargılama' anlamlarını kazanmıştır. Bu anlamlarından hareketle öğütler, aklı arttıran, nefis temizliği sağlayan, ruhu aydınlatan sözler ve hikmet anlamlarıyla bilinmektedir. Kur'ân'da da bu kelime hikmet ve hekîm türleriyle geçmektedir ve öğüt alma, öğüt verme, ibret alma, nasihat etme, vaaz gibi anlamlarıyla kullanılmaktadır. Yunan felsefesinin İslâm topraklarına girmeye başlamasıyla beraber, bazı alimler tarafından bu felsefe 'hikmet' adıyla anıldı. 10. yüzyıl ortalarından itibaren İran toplumu İslâmiyetin etkisiyle köklü bir değişim yaşamaya başladı. İslâmiyeti Araplardan alan İranlılar, Arap dili ve edebiyâtına yoğun bir şekilde maruz kalınca, kültürlerinde ciddi değişimler olmaya başladı. Biri Sünnî mezheplerin egemen oldukları 15. yüzyıl sonuna kadar; bir diğeri Şiiliğin İran'da resmî olarak kabul edildiği 16. yüzyıldan sonraki devirler olmak üzere, birbirinden oldukça farklı iki döneme ayıracak bir devir geçirdi. Bu dönemlerde bu tür eserleri kaleme alan yazarlar, Kur'ân ayetleri, peygamber hadisleri ve diğer İslâm büyüklerinin hayat felsefelerini kendilerine hayat görüşü olarak benimsemiş ve bunu gelenek, görenek ve ahlâk kuralları olarak yansıtmışlardır. 15. yüzyıl sonlarına kadar dinî öğretiler ve Arap kültürünün artan etkisiyle beraber İran ahlâkî geleneği devam ediyordu ve yeni gelenekler buna göre şekil alıyorlardı. Şiiliğin mezhep olarak yaygınlaşması ve klasik geleneklerle birbirinden ayrılmayan millî ahlâk kuralları gitgide dinî bir renk almaya başladı. 16. yüzyılın ilk 14 dönemlerinde bu durum değişime uğradı. Öğütlerde, Şiilerin çok önem verdikleri imamlarının hayatlarından ve sözlerinden bazı parçalara yer vermeye başladılar ve öğüt konulu eserlerde Peygamber'den başlayarak büyük Şii imamların öğütlerine ve sözlerine yer veren risaleler yazdılar. 10 10. ve 11. yüzyıllarda Derî Farsça'yla (Yeni Farsça) kaleme alınmış bu konularla ilgili eserlerde 'pend' kelimesi, başta 'enderz' olmak üzere, diğer eşanlamlılarından ve Arapça karşılıklarından daha yaygın bir kullanıma sahiptir. 'Pend' yaygın bir şekilde kısa anlatımlarla cümle olarak ifade edilir. 'Enderz' ise 'pend'lerden oluşan bir gruba verilen isimdir. Fars Edebiyâtı'nda, 11. yüzyılın sonlarından itibaren yazılmaya başlanan pendnâmeler, didaktik edebiyâtın çok eski türleriyle bağlantılıdır. Bu eserlerin hepsinin dayandığı temeller eski İran Öğüt Edebiyâtı'dır. Bu eserleri yazanlar, sadece Pehlevî metinlerden yararlanmamış; İskender'in İran seferiyle oluşan Yunan kültür ve edebiyâtının egemenlik ortamındaki kültürel etkileşim, Fars öğüt ve ahlâk içerikli kaynakları da kullanmışlardır. İslâm edebiyâtında pendnâme türünün en önemli yapıtı Ferideddin Attar'ın "Pendnâme"sidir. Klasik mesnevî tarzında yazılmış olan ve 912 beyitten oluşan yapıt, derin deneyimlerin ve geniş kültür birikiminin ürünüdür. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde hem Farsça, hem ahlâk eğitimi için ders kitabı olarak okutulan yapıtın birçok ülkede özgün baskıları gerçekleştirilmiş ve çeşitli dillere çevrilmiştir. Birçok Türkçe şerhi de bulunan "Pendnâme" Türkçe'ye yeni harflerle iki kez aktarılmıştır. Osmanlı divan 11 12 şairi Güvâhî'nin "Pendnâme"si (1983) ise bütünüyle yerli özellikler taşıyan bir yapıttır. 10 Derî Farsça: İslâmî devrede, Doğu İran’ın müşterek lehçesidir. “Derî” bazen de “Parsî” ya da “Pârsî-yi Derî” diye de nitelendirilmektedir. Bu dilin “Derî” olarak isimlendirilmesi, onun şahların sarayına özgü olmasıdır. Derî, “Der”e, saraya, dergâha mensup olan demektir. Sâsânîler döneminde Medâyin’de kullanıldığı gibi, 9. ve 10. yüzyıllarda Sâmânîlerin başkenti “Buhârâ”da kullanılan dil de bu adla nitelendirilmekteydi. 11 Güvâhî (ö. 1526’dan sonra, Geyve): Asıl adı Mehmed olan divan şairimizdir. Atasözlerini şiire uygulamada gösterdiği ustalıkla tanınmıştır. Anadolu’da duyduğu bütün atasözü, deyim, fıkra ve masalları bir atasözleri hazinesi olan “Pendnâme”sinde toplamıştır. 12 Pendnâme(-i Güvâhî): Güvâhî’nin mesnevîsidir. 1526 yılında yazılmıştır. Yer yer ibret verici öyküler anlatılarak öğütler verilir. Yapıtın edebî değeri söylenemez. Ama verilen öğütlerin, Unutturmaz özün kendüyü bilen Gönülden savılır gözden savılır 15 Yaklaşık elli fıkra ve hikâyeyle, beş yüz kadar atasözü içerir. Türk edebiyâtında öbür 13 pendnâmeler arasında Nabî'nin "Hayriye-i Nabî"si (1890) ve Sümbülzâde Vehbi'nin 14 "Lutfiye"si (1836) sayılabilir. B. MESNEVİ Arapça “s, n, y” üçlü kökünden türemiş olan “mesnevî” sözü, bu dilde kendi arasında kafiyeli mısralardan oluşmuş mazım şekli anlamında kullanılmıştır. Mesnevî edebiyât terimi olarak ilk defa İran Edebiyâtı’nda kullanılmış olmakla birlikte, bu nazım şeklinin ilk örnekleri Arap Edebiyâtı’nda görülmektedir. Araplar, kendi arasında kafiyeli beyitlerden oluşan bu nazım şekline “müzdevice”, aruzun recez bahriyle yazılmış olduğu için “recez” ya da çoğul olarak “urcûze” demişlerdir. Sözlük anlamıyla “ikişer, ikişerlik” demek olan mesnevî, edebiyâtta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli olan nazım şekillerine denmiştir. İki beyitten başlayarak 20-30 beyte kadar olan kısa mesnevîler yazıldığı gibi, mesnevî şekliyle binlerce beyit süren uzun hikâyeler, kitaplar da yazılmıştır. Mesnevîde beyitlerin ayrı ayrı kafiyeli olması yanında, her beytin kendi anlamının kendi içinde tamamlanması ve öteki beyitlere de geçmemesi zorunludur. Beyitler arasında yalnızca konu birliğine dikkat edilmiştir. Mesnevîler daha çok “feilâtün feilâtün feilün”, “fâilâtün fâilâtün fâilün”, “fa’ûlün fa’ûlün fa’ûlün fa’ûl” gibi kısa vezinlerle yazılırlar. Uzun mesnevîlere karşı daha az kullanılan kısa mesnevî parçaları bazen kasîde yerine övgülerde, lugaz ve muamma söylemede ya da küçük hikâye konularında yazılmışlardır. Şairler, mesnevîlerde konunun ve ahengin biteviye gidişini değiştirmek için arada, uygun düşen yerlerde, gazeller de söylerler. Bazen kahramanların konuşmalarını gazel şeklinde söyler, yazılan mektupları murabba şeklinde verirler. ………….. İşitmedin mi bu sağını sözün Ki besle kargayı çıkara gözün Benzeri atasözlerin oluşması değerini arttırır. Dil bakımından da önem taşıyan Pendnâme’nin yazma nüshalarının çokluğu her dönemde beğenildiğini gösterir. 13 Nâbî (d. 1642, Urfa-ö. 12 Nisan 1712, İstanbul): Asıl adı Yusuf olan divan şairimizdir. Yerel kavramlar ve atasözlerini işleyerek öğretici şiirler yazmıştır. 14 Selahattin Beyazıt, Pendik, “pendnâme”, Ana Britannica, c. 17, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989 Nük-Pir, s. 504 16 Her beytin kendi arasında kafiyeli olması sayesinde mesnevîde büyük bir yazma kolaylığı vardır. Destanlar, uzun aşk hikâyeleri, şehr-engizler, öğretici dinî ve ahlâkî konuların hep mesnevî şeklinde yazılması bu yüzdendir. Bu tür büyük mesnevîlerde şöyle bir düzenleme görülür: a-) Giriş Bölümü b-) Konunun İşlendiği Bölüm c-) Bitiş Bölümü 1. Giriş Bölümü 15 16 17 Bu bölümde kasîde şeklinde, “tevhîd” , “münâcât” , “na’t” , “padişaha övgü” ve 18 19 “sebeb-i nazm-ı kitab” , ya da “sebeb-i terceme” konularında yazılmış parçalar görülür. Bu sebep genellikle ya Arap ve Acem’de çok işlenen bir konunun o zamana kadar Türkçe yazılmaması eksikliğinin giderilmesi, bir şair dostun ısrarı ya da bir şairler toplantısında okunan tanınmış bir şairin eseri üzerinde başlayan bir tartışma sonundaki ısrarlı tekliflerdir. Şairler önce özür dilediklerini, böyle zor bir işi başarmağa güçlerinin yetmeyeceğini anlattıklarını ama sürekli ısrarlar karşısında boyun eğip kabul ederek işe başladıklarını söylerler. Birçok mesnevî “besmele” ile başlar. “Besmele” başlı başına bir şiir de olabilir. Şiir 20 besmeleden sonra “hamd” a geçilebileceği gibi eserine, “hamd” ı konu alan bir parçayla 21 da başlayabilir. Bu parçaya “tahmîd” denir. Bu kısım “na’t” tan sonra “mi’rac” , 22 23 “mu’cizât” ve “medh-i çehâr-yâr” başlıkları da vardır. Kimi mesnevîlerde padişahtan sonra şairin ilgi ve yardım gördüğü başka bir devlet büyüğünü övdüğü de olur. Bütün 24 mesnevîlerde görülmemekle beraber, giriş bölümünde “mev’ize” , “sözün yüceliği”, “kaleme hitab” başlıklarıyla karşılaşılmaktadır. 15 Tanrı’nın birliğini konu edinmiş şiir 16 Tanrı’ya yakarış 17 Hz. Muhammed’e övgü 18 Eserin yazılma sebebi 19 Eserin çevrilme sebebi 20 Şükür 21 Hz. Muhammed’in Tanrı katına yükselmesi 22 Peygamber’in gösterdiği olağanüstü durumlar 23 Dört halifeye övgü 24 Öğüt 17 a. Besmele İslâmî geleneğe uygun olarak, mesnevîler de “besmele” ile başlar. Ancak her zaman eserin başında bulunan “besmele” mesnevîdeki ilk şiirin ilk beytini oluşturabileceği gibi, mesnevî metninin dışında da kalabilir. İlk beyitteki “besmele” kimi mesnevîlerde vezne uymaz; fakat öbür mısra ile kafiyeli olduğu için bir mısra gibi görünür. Kimi eserlerde ise kurallı okunuşunu bozularak vezne uydurulur. Başında “besmele” bulunan parça “tevhîd” ya da “münâcât” olabileceği gibi, bütünüyle besmeleye ayrılmış bir şiir de olabilir. Şair bu şiirde “besmele”nin erdeminden, her işe onunla başlamak gerektiğinden söz eder, “besmele”de bulunan her harfin neye dalalet ettiğini anlatır. b.Tevhîd Mesnevîlerde “tevhîd” ve “münâcât”ın sırası her zaman aynı değildir. Şair isterse “tevhîd”i isterse “münâcât”ı öne alır. “Tevhîd”in sözlük anlamı “bir kılma, bir sayma, Tanrı’nın birliğine inanma”dır. Edebiyât terimi olarak ise “Tanrı’nın varlığını ve birliğini dile getiren manzume” anlamında kullanılır. Şairler “tevhîd” başlığı altında Tanrı’nın “esmâ-i Hüsnâ”sını ve sıfatlarını sayarlar. Dünyada faili olmayan bir oluş, bir kılış yokken, bunca oluşu kılan üstün bir gücün yani Tanrı’nın var olması gerektiğine işaret ederler. Evrendeki düzeni O’nun varlığına tanık gösterirler. c. Münâcât Tanrı’ya yakarış anlamındaki bu başlık altında şairler, kulun güçsüzlüğünü, her konuda Tanrı’nın yardımına muhtaç olduğunu ifade ederler. İnsanoğlunun günah işlemekten kurtulamadığını, buna rağmen Tanrı’nın bağış kapılarını açık tuttuğunu bildirirler. Kimi mesnevîlerde şair, eserini tamamlayabilmek için, onun yanlışlardan ve eksiklerden uzak olması, okyanuslar tarafından beğenilmesi için Tanrı’ya yakarır. d. Na’t Hz.Muhammed’i övmek üzere yazılan şiire denir. Bununla birlikte, “na’t” teriminin dört halife ve başka din büyüklerine yazılan övgü şiirleri için de kullanıldığı görülür. Ancak geniş anlamı da daima Hz. Muhammed için yazılan övgü söz konusudur. Bu şiirlerde en çok şu noktalar üzerinde durulur: O, kendisinden önce gelen peygamberlerden üstündür; iki cihanın sultanıdır; son peygamberdir, fakat onun nuru bütün varlıklardan önce yaratılmıştır; O, Tanrı’nın “sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” dediği yüce 18 peygamberdir. Şair, Hz. Muhammed’in “mi’rac” ve “mu’cizât” ını ayrı başlıklar altında işlenmişse, “na’t” te bu yönlere ağırlık vermez, bir iki beyitle değinir. O’nun şefaatini dileyerek “na’t” ini bitirir. e. Mi’rac Sözlük anlamı “merdiven”, “göğe yükselme” olan “mi’rac”, Hz. Muhammed’in Tanrı katına yükselmesi olayını da ad olunmuştur. Şairler, mesnevîlerde bu başlık altında “mi’rac” olayını anlatarak Hz. Muhammed’i yüceltirler. Edebiyâtımızda başlı başına bu olayı konu alan “Mi’racnâme” ler de yazılmıştır. Mi’rac olayını anlatan şiirlerde, Hz. Muhammed’in Tanrı katına yükselmesi konu edilir. Cebrail’in gelişi ve Burak getirmesi; Peygamber’in Mescid-i Aksa’da namaz kılması, göğe yükselmesi ve her felekten geçişi; Cebrail’in “Sidre”den öteye geçemeyişi; Hz. Muhammed’in Tanrı’ya “iki yay uzaklığından daha az” yaklaşması; ümmeti için dileklerde bulunması; yeryüzüne dönüşü ve yatağını henüz soğumamış olarak bulması anlatılır. f. Mu’cizât “Mu’cize” kelimesinin çoğulu olan “mu’cizât” peygamberler söz konusu olunca, onların gösterdikleri olağanüstü haller, peygamberliklerini kanıtlayan mucizeler anlamına gelir. Her peygamber gibi, Hz. Muhammed’in de mucizeleri vardır. Şairler “mu’cizât” başlığı altında bunları sıralayarak Peygamber’i yüceltirler. Bunlar arasında Hz. Muhammed’in doğumundan önce ve doğumu sırasında görülen olağanüstü haller, çocukluğunda başka çocuklardan farklılığı, düşmana toprak saçıp onları kör etmesi, parmağıyla ayı ikiye ayırması, parmağından askerlerinin susuzluğunu giderecek kadar su akıtması, körleri iyileştirmesi, diktiği hurmanın hemen yemiş vermesi, elinde kertenkelenin dile gelmesi, önüne konmuş pişmiş zehirli kuzunun ona “benden yeme” demesi bu başlık altında anlatılan mucizelerdendir. g. Medh-i Çehâr-yâr Hz. Muhammed’in dört halifesi, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali için övgü. Kimi mesnevîlerin giriş bölümlerinde, şair, “na’t” ten buna bağlı olan “mi’rac” ve “mu’cizât” başlıklarından sonra dört halife övgüsüne geçebilir. Bu konudaki övgüler aynı başlıklar altında verilebileceği gibi, bir başlık altında dört halifenin anıldığı da olur. Bu 19 şiirlerde Ebû Bekir’in dürüstlüğü ve cömertliği, Ömer’in adaleti, Osman’ın edebi ve Kur’an’ı yazdırması, Ali’nin cesareti başlıca üzerinde durulan noktalardır. h. Padişah için övgü Hemen hemen bütün mesnevîlerin giriş bölümünde bulunan bu başlıkta, şair hükümdara bağlılığını dile getirerek, eserin kabul edilmesini diler. Onu kahramanlığından, adaletinden, kereminden ötürü över; Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi, Hz. Muhammed’in halifesi cihan sultanlarının en büyüğü diyerek yüceltir. Kimi mesnevîlerde şair yoksulluk ve işsizlikten yakınarak, padişahın yardımını ister. Bu övgü her zaman padişahın ömrüne ve devletine dua ile biter. i. Devlet büyüğü için övgü Mesnevîlerin giriş bölümünde, şairler padişahtan sonra sadrazam, vezir, şeyhülislam, kazasker gibi devlet büyüklerinden birine de övgü koyabilirler. Bu övgüde övülen devlet büyüğünün mevkii, adaleti, ilmi, cömertliği, ilim ve hüner sahiplerine ilgi göstermesi vb. noktalar üzerinde durulur. j. Sebeb-i te’lîf Mesnevîlerin giriş bölümlerindeki en önemli başlıklardan biri de, hiç şüphesiz "sebeb-i te'lîf"tir. Bu başlık "sebeb-i nazm-ı kitab", "sebeb-i tertîb", "sebeb-i tahrir" biçiminde de olabilir. Farsçadan çeviri olan kimi mesnevîlerde "sebeb-i terceme" olarak geçer. Şair bu antette, eserini niçin yazdığını ve kendisini bu eseri yazmaya yönelten sebebi açıklar. Bu sebepler de birbirleriyle benzerlik gösterirler. Şairler düşlerinde büyük mesnevî ustalarıyla konuşurlar. Konuşulan ustalar, şairden bu yolda bir eser yazmasını 25 isteyebilirler. Şair yine düşündeyken ya da kendi alemine dalmışken, "hâtîf " ten gelen bir ses ondan böyle bir mesnevî yazmasını istemiş olabilir. Şair dostlarıyla oturup ünlü bir mesnevîyi okurken, arkadaşları ondan benzeri bir eser yazmasını isteyebilirler. Hatta, bu işi sadece kendisinin başarabileceğini söyleyerek ısrar etmiş olabilirler. Zamanın sultanı ya da başka bir devlet büyüğü, yabancı dilde yazılmış beğendiği bir eserin Türk diline kazandırılmasını şairden isteyebilir. 25 Sahibi görülmeyen ses 20 Burada şair, eserinin yazılış sebebini açıklamakla kalmaz; bu konuda kendinden önce eser veren büyük şairleri anar, onlara nazire yazmakla övünür. Mesnevîsinin çeviri ya da taklit olmadığını belirtir. Şairler bu kısmın sonunda yanlışlarının ve eksiklerinin bağışlanması dileğinde de bulunabilirler. 2. Konunun İşlendiği Bölüm Mesnevîlerde “âğâz-ı dâstân”, “matla-ı dâstân”, “âğâz-ı kıssa”, “âğâz-ı kitâb” gibi balıklarla başlayan “konunun işlendiği bölüm”, mesnevînin ana bölümüdür. Burada ele alınıp anlatılan konular eserden esere değişir. Bu değişkenlik, bölümün genel planında da kendini gösterir. Edebiyâtımızda, mesnevîlerin bu bölümde alındıkları konulara göre dört gruba ayrıldığını görmekteyiz: a. 1. Grup Okuyucuya bilgi vermek, onu eğitmek amacı güden mesnevîler: Bu grupta dinî, tasavvufî, ahlâkî eserlerle eski bilimlerle ilgili olan ansiklopedik bilgiler veren mesnevîler yer almaktadır. Bu konular için şu örnekleri gösterebiliriz: (1) Dinî mesnevîler Sure çeviri ve şerhleri, kırk hadîs çeviri ve şerhleri, yüz hadîs çeviri ve şerhleri, ilmihaller, mevlidler, hicret-nâme, mi’raciye, vefat-ı nebî, hilyeler, Hz. Muhammed ve yakınları hakkında çeşitli hikâyeler, makteller, Muhammediyye ve benzerleri, dinî öğütler veren eserler, kutsal yerleri anlatan mesnevîler. (2) Tasavvufî mesnevîler Mevlânâ’nın Mesnevî’si çeviri ve şerhleri, tasavvufu anlatıp öğretme amacı güden mesnevîler, İran Edebiyâtı’ndaki tasavvufî mesnevîlerin çevirileri ve benzerleri, evliya menkabeleri, temsilî yoldan tasavvufu anlatan eserler, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ve Ruşenî gibi şairlerin mesnevîleri. (3) Ahlakî mesnevîler İran Edebiyâtı’ndan çevrilmiş ya da oradan örnek alınarak yazılmış ahlakî eserler, çocuklara öğüt vermek amacıyla yazılmış mesnevîler, içindeki dinî tasavvufî düşünceler 21 yanında öğüt verme yönü ağır basan eserler, insanın fizik yapısıyla ahlakî yönü arasında ilişki kuran mesnevîler, temsil yoluyla öğüt veren eserler. (4) Ansiklopedi niteliği taşıyan ya da belirli alanlarda bilgi veren mesnevîler Ansiklopedi niteliği taşıyan mesnevîler, tıp ve astroloji ile ilgili eserler, bir şuara tezkiresi. b. 2. Grup Okuyucunun kahramanlık duygusuna hitap eden, konusunu menkabelerden ya da tarihten alan mesnevîler. (1) Konusunu menkıbelerden alanlar Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin savaşlarını anlatan eserler, Battal-nâme ve benzerleri, Makedonyalı Büyük İskender’le Kur’an’da geçen Zülkarneyn’in aynı kişi olduğu varsayımına dayanan, esas olarak bu efsanevî kişinin hayat çizgisini konu edinen İskender-nâmeler, manzum Şah-nâme çevirileri. (2) Konusunu tarihten alan mesnevîler Adları ne olursa olsun, belli bir dönemin tarih olaylarını, özellikle seferleri, savaşları ve fetihleri konu edinmiş mesnevîler. c. 3. Grup Sanat yönü ön planda olan, okuyucunun edebî zevkine hitap eden, ana çizgisi aşk ve macera olan mesnevîler. Bunlar arasında, kahramanların beşerî (mecâzî) aşktan ilâhî (gerçek) aşka yükseldikleri eserler; kahramanlar arasındaki aşk bütünüyle beşerî olduğu halde, iki âşığın kavuşmasını tasavvufî mecazlarla örten mesnevîler de vardır. Bu mesnevîlerin konuları, çoğunlukla İran ve Arap edebiyâtlarından alınmıştır. Bunlardan çeviri ya da serbest çeviri olanlar yanında, ekleme ve çıkartmalar yapılarak, “Türkî libâs giydirilen” mesnevîler de vardır. Yine bu tür mesnevîler, şairlerin şiirdeki ustalıklarını, hünerlerini göstermeye çalıştıkları eserlerdir. Bu gruba giren belli başlı eserler 22 şunlardır: Yusuf ü Zelîhâ, Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn ve Ferhad ü Şîrîn, Cemşîd u Hurşîd, Hurşidnâme, Işk-nâme, Varka vü Gülşah, Vâmık u Azrâ, Humâ vü Humâyun, Edhem u Hümâ, Vîs ü Râmin, Gül ü Husrev, Süheyl ü Nevbahar, Şem’ü Pervâne, Şâh u Gedâ ve Şâh u Derviş, Mihr ü Mâh ve Mihr ü Müşterî, Mihr ü Vefâ, Gül ü Bülbül, Gül ü Nevrûz, Niyâznâme-i Sa’d u Hümâ, Gûy u Çevgân, İşretnâme, Hayrâbâd, Heftpeyker (Behram u Gûr), Heft-Hân, Beng ü Bâde. d. 4. Grup Şairlerin gördükleri, yaşadıkları olayları anlatan, toplum hayatından kesitler veren; kişileri, meslekleri, düğünleri ve belli yöreleri tasvir eden mesnevîler. Bu eserler yerli konuları işlediklerinden, eski edebiyatımızın mesnevî alanındaki en orijinal örnekleridir. Bu gruba giren başlıca eserler şunlardır: Ta’rîfât veya Ta’rîf-nâmeler, Şehr-engizler, Surnâmeler, Sergüzeşt ve Hasbihaller. Bunlardan şehr-engiz türündeki eserlerden kimileri yöresel tasvirler verir. Mesnevîlerde “konunun işlendiği bölüm” plân yönünden önemli farklılıklar gösterir. Çoğu mesnevîde, bu bölümün plânı birbirinden farklı olmakla birlikte, kimi eserlerde birbirine benzer plânlarla da karşılaşmaktayız. Birinci grupta yer alan eserler arasında plân yönünden birbirine benzeyen mesnevîlerin başında “Kırk Hadîs” ve “Yüz Hadîs” çeviri ve şerhleri gelmektedir. Bu mesnevîlerde, önce ele alınan “hadîs”in çeviri veya şerhini veren parça, sonra da o parçanın özüne uygun hikâye kısmı gelir. Böylece eserin ana bölümü kırk veya yüz hadîsin çeviri ve şerhi ile bir o kadar da hikâyeden oluşur. Hazînî ve Hakânî’nin “Kırk Hadîs”leri ile Hatiboğlu’nun “Ferahnâme” ve Âlî’nin “Subhatü’l-Uşşâk” adlı yüz hadîsleri plân yönünden benzeşirler. İran’da yazılıp çok sevilmiş bir mesnevî, birkaç Türk şairince çevrilmişse, bu çeviriler arasında plân yüzünden benzerlik bulunabilir. Ancak, bu benzerlik çeviri olmayan eserler arasında da görülebilir. Aynı mesnevîye nazire ve cevap olarak yazılmış mesnevîlerde “konunun işlendiği bölüm” plân yönünden birbirine benzeyebilir. Burada, Nizamî’nin Mahzenü’l-esrar’ına yazılmış nazireleri örnek olarak sayabiliriz: İran Edebiyâtı’nda, Emir Hüsrev’in Matla’u’l-envar’ı, Hâcû-yı Kirmanî’nin Ravzatü’l-envar’ı ve Molla Câmî’nin Tuhfetü’l-ahrar’ı Nizamî’nin eserine naziredir. Türk 23 Edebiyâtı’nda, Nizamî’nin eseri başta olmak üzere, az evvel saydığımız mesnevîlerden çoğuna nazire yazılmıştır. Âzerî İbrahim Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl’i ile Mustafa Cinânî Riyâzü’l-cinân’ı Nizamî’ye; Âlî’nin Tuhfetü’l-uşşâk’ı Câmî’nin mesnevîsine; Atâyî’nin Nefhatü’l-ezhar’ı ise Emir Husrev’in eserine naziredir. Sıraladığımız örnekler arasında plân bakımından tam birlik vardır. Hepsi de Mahzenü’l-esrar’ın plânında birleşirler. Aynı benzerlik, Câmî’nin Sübhatü’l-ebrar’ı ile onba nazire olan Taşlıcalı Yahya’nın Gencine-i Râz’ı ve Atâyî’nin Sohbetü’l-ebkar’ı arasında da görülür. Mahzenü’l-esrar, yirmi makale ve her makaleden sonra gelen bir hikâyeden oluşan bir mesnevîdir. Bu esere nazire olarak yazılan eserlerde de durum aynıdır. Câmî’nin 26 Sübhetü’l-ebkar’ı ise kırk ıkd dan sonra gelen birer hikâyeden oluşur. Yahya’nın ve Atâyî’nin eserlerinde de, küçük farklarla, durum aynıdır. Öte yandan, Yahya’nın Gülşen-i Envar ve Rahmî’nin Gül-i Sad-berg adlı mesnevîleri de Mahzenü’l-esrar’a naziredir. Ancak bu eserlerle Mahzenü’l-esrar arasında plân bakımından benzerlik yoktur. Çeviri veya nazire olmadıkları halde, konunun işlendiği bölümde belli bir plânın uygulandığı mesnevîlerde vardır. Bunun en güzel örneklerinden birisi de Garib-nâme’dir. 27 Âşık Paşa, bu eserini, on bâb ve her bâbda on dâstân üzerinden düzenlenmiştir. Ayrıca mesnevînin her bâbında o bâb sayısı ile ilgili konular işlenerek, şekil ve içerik arasında bütünlük sağlanmıştır. Taşlıcalı Yahya’nın Kitab-ı Usûl’ünün de kendisine özgü bir plânı vardır. Şair, eserinin önemini vurgulamak istermişçesine, her ana bölümü aynı beyitle bitirir. Bundan sonra da hikâye ve latife başlıklı parçalar gelir. İkinci grupta yer alan mesnevîlerden, Ahmedî’nin İskender-nâme’si ve onun taklidi olan Rıdvan’ın İskender-nâme’si dâstânlardan oluşan bir plâna sahiptir. Ahmedî bu destanları Dâstân veya Mukaddime-i Dâstân, Matla’-ı Dâstân ve Hâtime-i Dâstân olmak üzere üçlü bir plânla vermiştir. Üçüncü grupta yer alan mesnevîlerde, aynı konuyu işleyen mesnevîlerde bile, plân yönünden önemli farklılıklar vardır. Genellikle aşk ve macerayı konu edinen bu mesnevîlerde şairler, olayların takdim-tehiriyle, araya küçük parçalar ekleyerek veya 26 Dizi 27 Bölüm 24 çıkararak aynı konuda yazılmış başka mesnevîlerden farklı bir mesnevî ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu değişikliklerden en önemlisi, konunun işlendiği bölümlerde, kahramanın ağzından, değişik nazım şekilleriyle, söylenen şiirlerdir. Bunlar arasında sayı bakımından gazeller birinci sırayı alır. Gazel kadar olmamakla beraber, kıt’a, müstezad, murabba, muhammes, tercî ve terkib-i bend nazım şekillerinin kullanıldığı da görülür. Mesnevî içinde yer alan bu değişik nazım şekillerinde görülen özellikler şöyle sıralanabilir: a. Bunlar genellikle kahramanların ağzından söylenir. Bu şiirler bazen aşığın sevgilisine gönderdiği aşk mektubudur ya da aşk mektubundur yer alır. İki aşığın karşılıklı olarak şiir söyledikleri de olur. Bazen de asıl kahramanların yanında bulunan olayın geri plândaki kahramanları, efendilerinin duygularını dile getirmek üzere şiir söylerler. Mesnevîlerde doğrudan doğruya şairin ağzından söylenmiş şiirler de görülebilir. b. Şair, mesnevîden bu tür şiirlere geçmeden önce, son beyitte bunu haber verir. Böylece mesnevî ile araya giren şiir arasında bağlantı kurar. c. Bu şiirlerden pek azında şairin mahlası ile karşılaşılır. Sonunda kahramanın adı bulunan ya da hiçbir ad bulunmayan şiirler çoğunluktadır. İçinde bulunduğu mesnevî ile aynı vezinde yazılmış nazım şekilleri vardır, ancak değişik vezinle yazılanlar daha çoktur. Yine bu gruba giren mesnevîlerden Heft-peyker veya Behram-ı Gûr adıyla bilinen eserlerde konu yedi bölüm halinde düzenlenmiştir. Edebiyâtımıza Nizamî’nin aynı adlı eserinin çevirileriyle giren bu mesnevî’nin en güzel örneğini Nev’îzâde Atâyî Heft-Hân adlı mesnevîsiyle vermiştir. Bu mesnevîde yedi mekânda yedi hikâye anlatılır. Konusu aşk olan mesnevîlerde olaylar birbiri ardınca sıralanırken, şair konuyla ilgi kurarak başka bir hikâye anlatabilir. Nizamî’den çevrilmiş Leyla vü Mecnun mesnevîlerinden Rıdvan’ın eserinde Mecnun’un durumu anlatılırken değişik yerlerde üç hikâye verilmiştir. Yine bu tür mesnevîlerde, kahramanlardan birinin ölümü veya buna benzer bir felaket anlattıktan sonra şair, cihanın vefasızlığını dile getiren bir başlıkla olayların akışını durdurur. Okuyucuya bu konuda öğütler verir. Dördüncü grupta yer alan mesnevîlerde beyit sayısı azdır, daima binin altında kalmıştır. Dolayısıyla eserin tamamına yakın bir bölümünü konunun işlendiği bölüm 25 oluşturur. Örneğin Nabî’nin Sur-nâme’sinin tamamı 587 beyittir. Bu eserde 30 beyitli bir tevhid, 22 beyitli bir na’t ve 32 beyitli bir padişah övgüsünden sonra asıl konuya geçilir. Eserin son dört beyti padişaha dua ile biter. Böylece 587 beyitlik eserin 84 beyitlik başlangıç bölümü dışındaki beyitler konunun işlenmesine ayrılmıştır. Şehr-engizlerde beyit sayısı genellikle daha azdır. Şair kısa bir girişten sonra hemen konunun işlendiği bölüme geçer. Burada ele aldığı şehrin güzelliklerini sırayla kısa kısa tasvir eder. Sergüzeşt türündeki eserlerde de durum buna yakındır. Bunlar arasında Keçecizâde İzzet Molla’nın Mihnet-keşân’ı sergüzeşt türündeki eserlerin en geniş olanıdır. Bu eserde mesnevî içinde gazel, kaside, kıt’a, rubai ve tahmisler vardır. 3. Bitiş Bölümü Mesnevîlerin bitiş bölümleri, plân yönünden konunun işlendiği bölüm gibi değişiklik göstermez. Giriş bölümünde olduğu gibi, bu bölümde de çoğunluğu içine alan bir plân vardır. Beyit sayısı az olmayan uzun mesnevîlerde, bitiş bölümü asıl konudan belli 28 başılıklara ayrılır. Bu başlıklarda çoğunlukla Arapça “hatm” mastarı veya aynı kökten türemiş “hâtime” sözü vardır. Başlık ya Arapça kurala göre (Hâtimetü’l- Kitab gibi) ya da Farsça kurala göre yazılmış bir tamlama (Hâtime-i Kitab gibi) dır. Bunların yanı sıra Arapça-Farsça birleşik isim olan Hatm-şuden-i…, Tamâm-şuden-i… vb. başlıklar da görülebilir. Kimi mesnevîlerde konunun işlendiği bölümle hatime başlığı arasında, tevhid, münacat, mev’ize, temsil, fahriye gibi başlıklar görülür. Mesnevînin işlendiği konu tamamlandığına göre, bu başlıkları da bitiş bölümü içinde saymak gerekir. Bir kısım mesnevîlerde ise eser hâtime başlığından sonra gelen başka başlıklarla biter. Ancak bu başlıklar genellikle kitabın hangi tarihte ve nerede yazıldığı, kaç beyit olduğu gibi sorulara ışık tutan “Der târîh-i kitâb” türünden bir başlık olabileceği gibi, münacat şiiri, okuyucunun hoşgörüsünü ve duasını dileyen parçaların başlıkları da olabilir. Bitiş bölümünde ister tek, ister birden çok başlık bulunsun şairlerin bu bölümde söylediklerini birkaç madde halinde verebiliriz: 28 Sona erdirme, bitirme 26 1. Tanrı’ya hamd ü senâ ve dua 2. Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua 3. Şairin eseriyle ve şairliğiyle övünmesi 4. Tanınmış mesnevî şairleri ve eserlerini anma 5. Şairin eserine verdiği ad 29 6. Hasetçilere, acemi ve dikkatsiz müstensihlere, metni doğru dürüst okuyamayan okuyuculara yergi, bunların esere vereceği zarardan Tanrı’ya sığınma 7. Mesnevînin beyit sayısı 8. Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler 9. Okuyucudan hayır dua isteme 10. Mesnevînin vezni a. Tanrı’ya hamd ü senâ Şairler eserlerinin sonunda tevhid ya da münâcât başlıklarda kısımlarda bu konuyu işledikleri gibi, hâtime başlığı altında en başta Tanrı’ya şükredebilirler. b. Sultana övgü ve saltanatının devamı için dua Şair bu noktaları da ayrı bir başlık altında dile getirebilir. Ancak zamanın sultanı hakkında söylenenler hâtime başlığı altında da toplanabilir. Gerçekte bu bölümde anılanlar yalnız sultanlar değildir. Bunlar, şairin eserini sunduğu bir şehzâde, bir vezir veya başka bir devlet büyüğü olabilir. c. Şairin eseriyle ve şairliğiyle övünmesi Mesnevîsini bitiren şair, eseriyle övünür. Bu alanda kendisiyle yarışabileceklere meydan okur. Mesnevîsinin her beytinin, hatta her harfinin sırlarla dolu olduğunu, söz ve anlam sanatlarıyla süslendiğini, bu haliyle herkesin ulaşamayacağı bir geline benzediğini söyler. Anadolu’da, İran’da ve Arap ülkelerinde hiçbir eserin, bununla boy ölçüşemeyeceğini; mesnevîsinin çeviri olmadığını, başkasının eserini çalmadığını söyler. 29 Bir eseri aslına uygun olarak kopya eden kişi 27 d. Tanınmış mesnevî şairleri ve eserleri Şairler İran ve Türk edebiyâtlarında, mesnevî alanında üstad kabul edilmiş hamse sahiplerini ya da bu mesnevî konusunu kendisinden önce işleyenleri anar. Bu anış şairin kişiliğine göre değişir. Kimileri adını saydığı büyük şairleri saygıyla dile getirirken, kimileri de onlardan üstün olduğunu öne sürer. Tabiî bunda şairane anlatımın da payı vardır. Mesnevîlerde bu bölümde en çok adları geçen şairler; Firdevsî, Attâr, Nizâmî, Mevlânâ, Sa’dî, Emir Husrev, Hâcû-yı Kirmanî, Molla Câmî ve Ali Şir Nevâ’î’dir. e. Şairin eserine verdiği ad Kimi mesnevîlerde şairler eserlerine verdikleri adı bildirirler. Hatta bu adın, ebced hesabıyla, eserin yazıldığı tarihi verdiğini de görebiliriz. Şairlerin eserlerine iki ad verdikleri de olur. f. Hasetçilere, dikkatsiz müstensih ve okurlara yergi Şair eserini bitirirken onu, kıskananların şerrinden koruması; harflerin yazımını birbirine karıştıran, noktalarını alt üst eden dikkatsiz ve beceriksiz müstensihlerden esirgemesi; sözden anlamayan, düzgün okuyamayan okuyucuların eline düşürmemesi için Tanrı’ya yakarır. g. Mesnevînin beyit sayısı Bütün mesnevîlerde bulunmamakla beraber, bazı şairler eserlerinin kaç beyit olduğunu bildirirler. Şairin bildirdiği sayı ile eldeki nüshaların beyit sayısı her zaman aynı olmayabilir. Bu durum, şairin beyit sayısını yuvarlayarak vermesinden ya da müstensihlerin ihmalinden kaynaklanır. Öte yandan, esere şairin sonradan eklemeler yapması önceden verdiği beyit sayısını değiştirmesi de böyle bir sonuç doğurabilir. h. Mesnevînin yazılışıyla ilgili tarihler Mesnevî biterken şair, eserin bitiş tarihini değişik yollarla verir. Hatta kimi eserlerde şair, eserini ne zaman yazmaya başladığını da bildirir. Mesnevînin ne yazılmaya 30 31 başlandığını bildiren tarih, ay ve gün verilerek gösterildiği gibi, bahar, hazan , sayf , 32 şitâ gibi mevsim adları söylenerek de kabaca ifade edilebilir. Mesnevîlerde yazılma işinin 30 Sonbahar 31 Yaz 32 Kış 28 bittiği tarihin de birkaç biçimde verildiğini görebiliriz. Edebiyâtımızda ilk dönem mesnevîlerinde, şairin bu tarihi hicrî yıl olarak açıkça belirttiğini görürüz. Bu durum, gittikçe ebcedle tarih verme şekline dönüşmüş; şairler sadece birkaç harf adı verip, bu harflerin sayı değerlerinin toplamıyla yazılış tarihinin çıktığını anlatmak istemişler, sonraları ise tarih düşürme konusunda bilinen her yoldan faydalanmışlardır. i. Okuyucudan hayır dua isteme Mesnevîler sona ererken şair, okuyucudan hayır dua beklediğini; en büyük arzusunun rahmetle anılmak olduğunu bildirir; ruhu içi fatiha okunmasını diler. j. Mesnevînin vezni Genellikle dinî ve tasavvufî konulu mesnevîlerde şair son beyitlerden birinde eserin veznini verebilir. Aşk ve macera mesnevîleri yazılıp okundukları dönemlerde bu günkü hikâye ve romanın görevini üstlenmiş olmakla birlikte, günümüzdeki, hikâye ve roman tanımının dışında kalırlar. Konusunu iki kahraman arasındaki aşktan alan ve genellikle çift kahramanlı aşk hikâyeleri diye anılan bu mesnevî türünde konu, olaylar, kahramanlar, zaman ve yer bakımından görülen klâsik yapıyı incelemek gerekir. 4. Konu Bu tür mesnevîlerin konuları genellikle orijinal değildir. Doğu Edebiyâtları’nda çok işlenmiş konulardır. Örnek olarak Husrev u Şîrîn, Yusuf u Züleyhâ ve Leylâ vü Mecnun konularını ele alırsak: Konusunu tarihten alan Husrev u Şîrîn, manzum bir hikâye olarak önce Firdevsî’nin Şâh-nâme’sinde yer alır. 33 Yusuf ve Züleyhâ, konusunu Tevrat’ta ve Kur’an’da geçen ve ahsenü’l-kasas diye anılan Yusuf Peygamber’in hikâyesinden alır. İran Edebiyâtı’nda önce Firdevsî’nin, sonra da Câmî’nin mesnevî olarak işledikleri bu konu, Câmî’den önce Türk şairleri tarafından da işlenmiştir. Arap Edebiyâtı’nda Kays (Mecnun)’ın sevgilisi Leylâ için söylediği şiirler, bunları açıklamak için yapılan yorumlar ve bu yorumlara eklenen söylentiler Leylâ vü Mecnun’un konusunu oluşturmuştur. İran Edebiyâtı’nda ise bu konuyu plânlı bir mesnevî halinde 33 Kıssaların en güzeli 29 yazan Nizâmî’dir. Konu daha sonra İran ve Türk edebiyâtları’nda birçok şair tarafından işlenmiştir. Türk Edebiyâtı’ndaki Leylâ vü Mecnun hikâyelerinin en güzelini Fuzulî’nin yazdığı kabul edilir. 5. Olaylar Bu tür mesnevîlerde, konunun içinde yer alan olaylar bütünün birbirinden ayrı parçalarına benzer. Her şair olayların akışını kendine göre sıralayabileceği gibi, aynı konuda yazılmış başka örneklerde bulunmayan olayları da eserlerine katabilir. Hatta şairlerin eserlerine orijinal bir görünüm vermek için en çok başvurdukları yol budur. Olaylar abartılarak anlatılır. Bu abartılmış olaylar, gerçekdışı varlıkların da katılmasıyla masal havasına bürünür. a) Kahramanların doğumu ve yetişmesi Mesnevîlerin başta gelen kahramanları, padişahlar, şehzâdeler ve padişah kızlarıdır. Genellikle padişahların çocukları olmaz ya da doğan çocuklar ölür. Müneccimler, padişahın bir çocuğu olup yaşayacağını söylerler ya da padişahın gördüğü bir rüya bu yolda yorumlanır. Dünyaya gelen şehzadelerin geleceği yıldızlara bakılarak okunur. Şehzade yetiştirilirken, çocuğun geleceği hakkında elde edilen bilgiler göz önünde tutulur. Küçük yaşta eğitilmeye başlanan şehzade, çok kısa süre içinde bütün bilgileri öğrenir. Ata binme, savaş araçlarını kullanma ve avlanmakta eşsiz bir yiğit olur. b) Kahramanların âşık olması Kahramanlar büyüyüp belli bir eğitimden geçtikten sonra, gezinti ya da av için saraydan çıkarlar. Gezinti sırasında şehzadenin bulduğu ya da rastladığı bir resim aklını başından alır. Şehzade seveceği güzelin resmine sarayın herkesin giremediği bir odasında da rastlayabilir. Kimi mesnevîlerde kahraman, rüyada gördüğü bir güzele âşık olur. Kimi eserlerde ise güzelliğini duyduğu bir kızı sever. c) Sevgiliye ulaşmak için çıkılan yolculuk Âşık, sevgilisinin hangi ülkede ve hangi şehirde bulunduğunu öğrendikten sonra, ya kendisi yola düşer ya da bir elçi aracılığıyla kızı istetir. Bu arada kız da çeşitli tesadüfler sonunda şehzâdeyi sever. Ancak iki sevgilinin karşısına engeller çıkar. Bunların başında 30 kızın babasının çeşitli sebepler öne sürerek kızını vermek istememesi gelir. Birbirini seven iki gencin kavuşabilmek için çıktıkları yolculuklar bitip tükenmez. Sevgililer, kara ve deniz yolculuklarında, çok güç durumlarla karşılaşırlar. Fakat yiğitlikleri, zekâları, bilgi ve görgüleri sayesinde bu güçlüklerin üstesinden gelirler. Karada çeşitli varlıklarla, başka ülkelerin ordularıyla, haramilerle savaşan sevgililer, denizde bindikleri geminin batmasıyla bir tahta parçasına tutunarak canlarını kurtarırlar. Karşılaştıkları devlerle, ejderhalarla savaşıp onları yenerler. a. Sevgililerin buluşmaları ve ayrı düşmeleri Bu tür mesnevîlerde sevgililer ilk karşılaşmadan sonra birbirlerini kaybederler. Sırdaş yardımcılar aracılığıyla haberleşirler. Birbirlerini bulmak için çabalayıp dururlar. Karşılarına değişik engeller çıkar. Husrev u Şîrîn’de Şîrîn’i Şâvûr (Şâpûr)’un anlattıklarından tanıyan Husrev ile Husrev’i Şâvûr’un çizdiği suretten görerek seven Şîrîn buluşmak için yola çıkarlar. Birkaç kez birbirlerini bulurlar; fakat her seferinde çeşitli sebeplerle ayrı düşerler. Benzeri durumları Cemşid u Hurşid, Süheyl ü Nevbahar, Işk-nâme vb. mesnevîlerde görürüz. Bu ayrılık, eserin sonundaki kavuşmaya kadar sürecektir. b. Kavuşmayı engelleyen olaylar Aşk mesnevîlerinde, eserin sonuna kadar sevgililerin kavuşmalarını engelleyen olaylar ve entrikalar vardır. Taraflar arasında çıkan savaşlar, sevgililerden birinin ülkesine düşmanların saldırması, başka bir ülke şehzadesinin veya hükümdarının kızla evlenmek istemesi, kötü kişilerin araya girerek âşıkları yanlış yollara yönlendirmeleri gibi durumlar iki sevgilinin kavuşmasını sürekli engeller. c. Savaşlar Aşk mesnevîlerinde savaşların belli sebeplere dayandığını görüyoruz. Bu savaşlar kız tarafının kızı vermek istememesi ya da iki sevgilinin arasına giren başka engeller sebebiyle yapılır. Konusunu tarihten alan aşk mesnevîlerinde ise bazen konuyla ikinci derece ilgili savaşlar da vardır. Mesnevîlerdeki savaş tasvirlerinin en önemli özelliği, iki tarafın karşılaşmasının abartılı bir dille anlatılmasıdır. Bu savaş tablosu şöyle çizilir: İki tarafın askerleri deniz gibidir. Önce karşı karşıya gelip saf bağlarlar. Bazen bir taraftan bir yiğit çıkıp bir er diler. Savaş bu şekilde karşılıklı birer kişinin dövüşmesiyle başlar. Bazen de iki ordu birbirine 31 girer. Savaş sırasında yerden yükselen toz bulutu göğü kaplar. Her taraf kan denizine döner. Savaş alanında ölenler tepeler halinde yığılır. Olay kahramanı olağanüstü yararlıklar gösterir ve askerî gücü ne olursa olsun, genellikle üstün gelir. Şair sanki kahramanla birlikte omuz omuza savaşmaktadır. Bu savaş sahnelerinde, savaşta kullanılan aletler ve savaşta iki tarafın uyduğu kurallar da dikkat çeker: Savaşın başlaması genellikle sabah saatlerine rastlar. Kösler ve zurnalar çalınarak başlanan dövüş, hava kararıncaya kadar sürer. Bu sırada savaşa ara 34 verileceği, münâdîler , kös ve zurnalar aracılığıyla duyurulur. d. Eğlenme ve avlanma Mesnevîlerde kahramanların üzüntülerinden kurtulmak ya da mutlu bir olayı kutlamak için eğlence düzenlediklerini görürüz. Bu eğlencelere Farsça “bezm”, Arapça 35 “meclis” denir. “Bezm”in, hikâye kahramanı dışında iki aslî unsuru vardır: “sâkî” ve 36 37 38 “mutrib” . Mutrib yerine Farsça sâzende , hânende sözleri de kullanılır. Sâkîler mutlaka genç ve güzel kimselerdir. Ay yüzlü, servi boylu, gerdanı ve kolu gümüş beyazlığında olan güzeller olarak tanıtılan bu kişilerin cinsiyeti pek belli değildir. Fakat İslâmî toplumlarda kadının böyle bir meclise girmesi mümkün olmadığından, sâkîlerin genellikle erkek güzelleri olduğu düşünülür. Bunun yanında kimi mesnevîlerde güzel cariyelerinde içki sunduğu görülür. Mesnevîlerde mutribler en çok ney, tanbur, rebab, kudüm, def, çeng, ud ve kanun gibi çalgılar eşliğinde şarkı okuyan kişiler olarak karşımıza çıkarlar. Bu kişiler, adı geçen sazları çalmaktaki maharetleri ve seslerinin güzellikleriyle tanıtılırlar. Bezm sarayda, sarayın bahçesinde, gül bahçelerinde düzenlenir. Sefer sırasında çadırda ya da yeşillik ve su kenarı olan bir yerde meclis kurulur. 39 Bezmde en itibarlı kişi sadra geçip oturur. Diğerleri ona yakınlık derecelerine ya da mevkilerine göre yerlerini alırlar. Sâkînin sunduğu içki elden ele dolaştırılarak içilir. Bu eğlenceler, genellikle sadra oturanın kendinden geçmesine ya da eğlenceye son vermesine kadar sürer. 34 Tellaller 35 İçki sunan genç ve güzel kişi 36 Çalgı çalan, şarkı okuyan kişi 37 Çalgı çalan 38 Şarkı okuyan 39 Baş köşe 32 Avlanma, mesnevîlerde eski yaşayışın bir parçası olarak karşımıza çıkar. Kahramanlar günlük sıkıntılarından kurtulmak, spor yapmak ya da karşılaştıkları yırtıcı hayvanları öldürmek için avlanırlar. Avlanmalar, kahramanın kuvvetini, cesaretini ve savaş aletlerini kullanmadaki ustalığını gösteren olaylardır. Başlıca av hayvanları aslan, kaplan gibi yırtıcılar; geyik, yaban keçisi, yaban eşeği ve çeşitli kuşlardır. Kullanılan başlıca aletler ise ok, kılıç, mızrak ve gürzdür. Mesnevîlerde erkek kahramanlar kadar olmasa bile, kadınların da avlandığını ya da karşısına çıkan yırtıcı hayvanları öldürdüğünü görürüz. e. Son Aşk ve macera mesnevîleri genellikle sevgililerin kavuşmasıyla biter. Bunlar arasında Leylâ vü Mecnun gibi her iki aşığın ölümüyle biten mesnevîler çok azdır. Eserin sonunda âşıklar birbirine kavuşur. Büyük bir törenle evlenirler. Bu sırada erkeğin ve kızın yanında bulunan ikinci derece kahramanlar da birbirleriyle evlendirilir. İki aşığın kavuşup evlenmeleri kimi eserlerde tasavvufî mecazlarla örtülürken, kimilerinde ise, düğünden gerdeğe kadar inceden inceye anlatılır. Böylece eser mutlu sonla biter. 6. Kişiler Aşk mesnevîlerinde birbirini seven kahramanlar daima eserin birinci derece kişileridir. Bunların yanında yer alıp onlara yol gösteren, yardım eden, iki sevgili arasında haberleşmeyi sağlayanlar ise eserin ikinci derece kişileridir. Bir de üçüncü dereceden kişiler vardır ki, bunlar mesnevînin konusunu oluşturan olaylar zinciri içinde herhangi bir olayda karşımıza çıkar, adına başka bir yerde rastlanmaz. Bu mesnevîlerdeki ikinci ve üçüncü derecede kişiler iyilik ya da kötülük için yaratılmış kişilerdir. İyilerin kötülük yapmak, kötülerin iyilikte bulunmak ellerinden gelmez. Şairler onları yalnız yapılarına uygun olaylarda kullanırlar, başka yönlerini anlatmazlar. Mesnevîlerde kişilerin iç dünyalarını yansıtan tahliller göremeyiz. Onlar, ancak olaylar karşısında duygulanan, derdini bir yakınına açan ya da çeşitli varlıklara seslenip onlarla dertleşen kişilerdir. 7. Zaman 33 Bu mesnevîlerde olayların geçtiği zaman belirsizdir. Zaman kavramıyla ilgili olarak mevsim, ay, hafta ve gün gibi sözlerle karşılaşırız. Ayrıca, bu eserlerde olay-zaman ilişkisi oransızdır, olağanüstüdür. Altı aylık yol altı günde gidilebilir. Olayların başlangıcından eserin sonuna kadar geçen süre belli değildir. Yıllarca süren macera sonunda kişiler yine baştaki gibi, canlı ve yıpranmamış olarak karşımıza çıkarlar. 8. Yer Olayların geçtiği yerler genellikle şehirler, saraylar, bahçeler, eğlence düzenlenilen, avlanılan ev savaşılan alanlardır. Olayların geçtiği yerler çoğunlukla hayalîdir. Coğrafî konumu bilinen yerler pek azdır. Ülke adları yanında, şehir adları daha belirsizdir. Aynı durum deniz adları için de geçerlidir. Olayların geçtiği yerle, olayların niteliğine göre tasvir edilir. Mekân, olayın niteliğine göre düzenlenmeye çalışılır. Kişileri mutlu kılan olaylar, gösterişli saraylarda, tabiatın güzel olduğu yerlerde geçerken; mutsuzluklar, insanın içini karartan sıkıntılı yerlerde, çetin tabiat şartları altında gelir. Mesnevîlerde, kişinin çevresini içinde bulunduğu ruhî duruma göre görmesi ve değerlendirmesi de oldukça abartılı olarak anlatılır. 9. Mesnevîlerde Dil ve Anlatım Klasik edebiyâtımızda mesnevîler, yazıldıkları dönemlerde, öbür edebî türler arasında dilleri en sade olan eserlerdir. Aynı dönem içinde yer alan, hatta aynı şairin kaleminden çıkmış kaside, gazel, terkib ve tercî-i bend vb. nazım şekillerinin dilleriyle, mesnevîlerin dili karşılaştırıldığında bu fark açıkça görülür. Mesnevîlerde dil ve anlatım bakımından farklılık gösteren üç ayrı bölüm görülür: Başlıkların dili, giriş bölümünün dili ve konunun işlendiği bölümün dili. a. Başlıkların dili Türk mesnevîlerinin başlıkları Türkçe, Farsça ya da Arapça’dır. Mesnevîlerde, çoğu 40 zaman kırmızı mürekkeple yazılan bu başlıkların dili genellikle Farsça’dır; Arapça ikinci sırayı alır. Başlıkları Türkçe olan mesnevîler ise sayıca çok azdır. Tasavvufî mesnevîlerde ve aşk mesnevîlerinde başlıklar genellikle Farsça, dinî eserlerde ise Arapça’dır. Aynı konularda yazılmış mesnevîlerden pek azında ise başlıklar Türkçe’dir. 40 Surh 34 b. Giriş bölümünün dili Bu bölümde yer alan konuların ağırlığını Tanrı, peygamber, din ve devlet büyükleri için yazılmış parçalar oluşturur. Onun için, mesnevîlerin giriş bölümlerinde dil genellikle daha ağırdır. c. Konunun işlendiği bölümün dili Bu bölümün dili mesnevîlerin yazılış amaçlarına göre değişmekle birlikte, mesnevîlerde dilin en sade olduğu, Türkçenin ağır bastığı yer bu bölümdür. 35 II. BÖLÜM MİRZA RIZA HAN DÂNİŞ 36 II. BÖLÜM MİRZA RIZA HAN DÂNİŞ Mirza Rıza Han Arfauddovle, 1854 yılında Tebriz'de dünyaya geldi. Mirza ünvânına sahip olması, onun anne tarafından saray kökenli olduğunu belirtmektedir. Babası Hac-ı Şeyh (Molla) Hasan olarak bilinmektedir ve İran-Rus savaşları zamanında Erivan'dan Tebriz'e toplu göç eden Erivanlı göçmenlerdendir. Tebriz'de ilkokulu tamamladıktan sonra, zamanın ileri gelen ilimleri olan tefsir, metodoloji ve fıkh alanında öğrenimine devam etti. Kendisini eğitimlerin merkez şehri olan Necef'e hazırlıyordu ki, Tebriz'de büyük bir sel meydana geldi ve babasının yazıhanesini yok etti. Babasının iflası sonucu öğrenimine devam edemeyerek, zorda kalan ailesine katkıda bulunmak için bir sarrafın yanında yazıcı olarak çalışmaya başladı ve onunla beraber İstanbul'a geldi. İstanbul'da Medrese-i Yunânî'de öğrenimine kaldığı yerden devam ederek, Fransızca ve İngilizceyi bilgilerine kattı. İstanbul'dan sonra Tiflis'e gitti ve burada Rus dilini ve tarihini öğrenerek kendini geliştirdi. Bir süre sonra İran Konsolosluğu'yla iletişime geçti. Böylelikle, 1879 yılında General Alelmuluk'un dikkatini çekti. Ardından Konsolos Mirza Mahmut Han tarafından Sefaret Tercümanı ünvânı ile konsolosluğa davet edildi. Aralarındaki ilişkinin pekişmesi sonucu, Konsolos Mirza Mahmut Han Nasıruddin Şah'ı karşılama töreninde ona Culfa'dan Tiflis'e kadar eşlik etti. Aynı yıl, İran Konsolosluğu'nda görev aldı. 1881 yılında, Mirza Fethali Han Âhûnzade'nin hükümdarlığı esnasında, 'Ortaokul Kitapçığı' adında, Arap alfabesindeki noksanları (eksiklikleri) ve onu düzeltme yöntemlerini yazdı, basımını yaptırdı ve onu Ahter gazetesine gönderdi. 37 Teklifte, düzenlenmiş yazının harfleri Rus ve İngiliz alfabesinden oluşuyordu ve o, bu buluşuyla çok iftihar ediyordu. Bunun üzerine, Mirza Rıza'nın girişimine benzer yazı düzenlemesi teorisi olan Mirza Melkum Han ona "Dâniş" lakabını verdi. 1884 yılında İran Sınır Tayini Komisyonu Mütercimi ünvânına sahip olan Mirza Rıza, Rusya'ya atanarak gümrük kapısını kaldırdı ve Rusların himayesindeki İran topraklarından bir payı onlara verdi. 1887 yılında Tahran'a döndü ve gelecekte yükselmesine yardımcı olacak olan Mirza Ali Isgâr Han Eminsultan ile dostça bir bağ kurdu. 1888 yılında, Nasıruddin Şah'ın Avrupa'ya üçüncü seferinin dönüş yolunda ona eşlik ederek sempatisini kazandı ve bir yıl sonra "muayyinü'l-vizâre" lakabıyla Kafkasya Başkonsolosluğu'na atandı. Orada olduğu süre boyunca büyük bir servet biriktirdi ve Tiflis'te kendisi için görkemli bir saray yaptırdı. Bir sonraki makamına yükselmesi 1896 yılında oldu, bu sırada St. Petersburg'daki İran Özelelçiliği'ne seçildi. 1897 yılında Nasıruddin Şah tarafından "Arfauddovle" lakabını aldı. 1899 yılında savaşa engel olmak için, Lahe şehrinde çeşitli devletlerin temsilcilerinden oluşan bir konferansa katıldı. Antlaşma katılımcılar tarafından barış için olumlu bir görüşmeyle sonuçlandı. Bu konferansta, dünya barışını göz önünde bulundurarak, genel barışta karar kıldılar. Arfa, İran devleti tarafından konferansta sözcü olarak seçildi. Bu görüşmede "Barış Mesnevîsi" adını verdiği eserini okudu ve bu eserini sultanların ve devlet başkanlarının hepsine gönderdi. 1903 yılına kadar St. Petersburg'da İran Özelelçiliği görevine devam etti. Bu makama mensup olduğu sıralarda, İran devlet büyükleri adına, Rusya'dan iki milyon lira borç almak için aracılık yaptı. Alınan para, o ve diğer devlet adamları arasında Zafer Sarayı yapımı için bölüşüldü ve kalan miktar Şah'ın Avrupa'ya olan seferinin masraflarını karşılamak için kullanıldı. Bu antlaşmayı imzalarken kullanmış olduğu dolma kalemin ucunu altın kaplattırdığı bilinmektedir. Bu dolma kalem, Monako'da -şimdi ünlü bir müze olan- adının verildiği bir üniversitede halka açık olarak sergilenmektedir. 38 Mirza Rıza Han, Rusya Elçiliği'nden sonra İstanbul'da İran Elçiliği'ne atanarak, 1912 yılına kadar makamında kalıcı oldu. Meşrutiyetçilerle girdiği çatışmalar sonucu görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Monako'ya gitti ve 1915 yılında İran sultanının davetini alana dek orada yaşadı. İran'da Adliye Bakanlığı'na atandı fakat, bakanlık süresi de uzun olmadı ve Arfauddovle 62 yaşında (1916) iken tekrar Monako'ya döndü. Devlet makamındaki son görevi, Milletler Topluluğu'nda İran Temsilciliği oldu ve 70 yaşında (1924) görevinden alınarak Tahran'a çağırıldı. Rıza Şah ona Devlet Meclis Bakanlığı'nı teklif etti, ancak Arfauddovle bu sorumluluğu reddederek aynı yıl Monako'ya temelli bir dönüş yaptı. 1930 yılında da aynı yerde vefat etti. Mirza Rıza Han'ın Kafkas'ta İran Elçiliği görevini sürdürürken evlendiği ve kısa süre sonra ayrıldığı eşi Prenses Mirza Rıza Han Arfa (Elsa Lindberg) da, kendisi gibi edebiyât dalıyla ilgilenmiş olup İstanbul'lu kadınlar hakkında sekiz ayrı öyküyü anlattığı 'Minareler Şehrinin Kadınları' ve doğulu erkek-batılı kadın ilişkisi üzerine kurguladığı 'Yabancı' isimli iki kitap yazmıştır. Mirza Rıza Han'ın Tiflis'te görev yaparken evlenmiş olduğu, Rus aristokrat Demidov ailesinin kızı olan anne ile İngiliz diplomat babanın çocuğu olan Ludmilla Jervis'ten olan oğlu Hassan Arfa da, edebiyâtla ilgilenmiştir. Hassan Arfa'nın kendisi de İran Genelkurmay Başkanı'dır ve babası gibi bir diplomat olmakla beraber 1944-1961 yılları arasında Ankara'da İran Elçiliği yapmıştır. İran sınır bölgelerinde Kürtlere karşı yıllarca savaştığı için İran-Irak-Türkiye'deki Kürt sorunuyla ilgili bol miktarda ve ilk elden deneyimlere sahiptir. Bu Kürt sorunuyla ilgili siyasî çalışmalar da yapmış ve konuyla ilgili 'Kürtler, Tarih ve Politika' isimli bir kitap yazmıştır. Bu kitapta Türkiye, İran ve Irak'taki Kürtlerle ilgili yaptığı tarihî ve siyasî araştırmalar, bu üç devletin hükümetlerine karşı Kürtler tarafından millî, dinî ve farklı nedenlerle gerçekleştirilen çok sayıdaki isyanlar ayrıntılarıyla yer almaktadır. 39 III. BÖLÜM TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN 40 III. BÖLÜM TÛL-İ ÖMR-İ TABİÎ-Yİ İNSÂN A. KONUSU Prens Mizra Rıza Han Arfauddovle İstanbul'da büyükelçi sıfatıyla bulunmasının ilk senesinde, elçiliğe gelen İranlı hatrı sayılır kişilerin bir kısmının yaşlı olduğunu fark etmiş ve onların ihtiyarlık yüzünden gurbette vefat edeceklerinden dolayı büyük üzüntü duymuştur. Bu yüzden, vatandaşlarına bağışlamak üzere iki yüz beyitlik gösterişli bir manzumeyi kaleme almıştır. Manzumede, insanların doğal ömrünün yüz yirmi beş sene olması gerektiğini, yetmiş-seksen yaşında olanların bile doğal ömürlerinin henüz ortasında -olgunluk çağında- bulunduklarını, felsefî ve tıbbî kanıtlar göstererek anlatmıştır. Bu görkemli manzume ahlâkı temizleme, sağlığı koruma ve çocuklar hakkında birçok faydalı bilgi içermesi yönünden oldukça zengindir. Bu nedenle sadece belli bir yere değil; genel olarak tüm insanoğullarına hatıra olarak bırakılması, en uygun davranış olmaktadır. Şehametlu Muzafeniddin Şah, Prens Mirza Han'ın eserlerine güzel bir ek olan bu manzumenin ilk nüshasını gözden geçirdiğinde nazmını, "Prens Arfauddovle'nin bu şiiri pek güzeldir, düzenlemesinde emek sarf etmiştir." diye takdir etmiştir. Mirza Han da manzumenin kalıcı olması amacıyla, "cenk" adı verilen ve seçkin eserleri içeren edebiyât tarihi ciltlerine konmasını istemiştir. Mektup başlığına "Bu manzume Prens Arfauddovle'nin olup onlar da arz ve takdim edilmekle, bu seçkin eserlerde yücelik kazandırılmasını ferman buyurulmuştur." ibaresiyle takdirini kendi el yazısıyla dile getirerek göstermiştir. 41 Manzumede, ahlâkı temizleme ve sağlığı korumanın kurallarıyla ilgili birtakım öğütleri bulunmaktadır ve bu kurallara uygun hareket edenlerin doğal ömre (125 yaş) ulaşacağını anlatmaktadır. İçeriği maddeler halinde şöyle özetlenebilir: 1-) İran tuğgenerallerinden birinin pederi tarafından terbiye edilme şekli, 2-) Tuğgeneralin yüksek tahsile çalışarak diplomayı almak için yirmi beş sene sıkıntılara dayanması, "han" ve "albay" lakap ve rütbesine ulaşabilmek uğruna on beş sene devlet hizmetlerinde canını hiçe sayarak gayret sarf etmesi, 3-)Babasının vefatından sonra tuğgeneral ile annesinin ne derece üzgün oldukları, 4-) Tuğgeneralin annesi tarafından neslin devamı maksadıyla evlenmeye teşvik edilmesi, 5-) Evlilik için bir kadında aranılacak vasıflar ve üstün özellikler, 6-) Tuğgeneralin annesine olan büyük sevgisi ve aşırı bağlanması, 7-) Tuğgeneralin içinde bulunduğu askerî rütbeye hazırlanabilmek için yirmi beş sene ibrâz eylemesi, 8-) Tuğgeneralin hüznünün ve endişesinin başlaması, 9-) İnsan ömrünü kısa zannedenlerin felaketi, 10-) Vazife kollarından bir bilim dalı; tıp ve tecrübe derecelerine göre yaratılmışların doğal ömrü, 11-) Yaşlı bir adamın bilgece konuşması, 12-) Tuğgeneralin uyarılması. B. ÇEVİRİSİ Sevgisinden bir miktar istediğim ey sevgili dostum, dinle beni. Sana içinde iki kurdu gördüğüm bir tuhaf devrandan bahsedeceğim. Mehtaplı bir gecede suyun kenarında iki üç dostla toplandık. Sohbetimiz gençlik, yaşlılık ve hayatın zorluklarıydı. Topluluğumuzun içindeki diğer iki kişiden biri zevk sahibi, terbiyeli ve kültürlü olan albay, diğeri de birçok ilimden nasiplenmiş başı hoş bir mühendisti. 42 İlki mutlu ve hoş talihli, ikincisinin ise kalbi dertlere bulanmıştı. Gençliğin gül bahçesi dönemindeki albaya her şey çiçek görünmekteydi ancak, dertlerden başı dönmüş olan diğerinin hayatında her şey dikendi ve tamamen düzensizdi. Genç olanın yaşı otuz beşti ve beden sağlığı yerindeydi. Diğeri elli yaşını aşmıştı ve siyah saçları beyaza dönmüştü. Babası sınırsız servete sahip olan albayın asaleti, ancak bu devirde sürer. Bu nedenle dillere destan evinde, albayın sıhhatinde bir eksiklik yoktur. "Dünyada gençlikten, eğlenmekten, yaşamaktan daha güzel olan şey nedir?" diye sordu albay. Mühendis cevapladı: "Ey başı hoş oğul, birkaç sene sonra sen yaşlandığın ve ben de ömrüme doyduğum zaman, eğer ölmemiş olursam sorarım sana halini. O zaman sana yaşlı adam diyecekler. Aynı benim şu anda düşündüğüm gibi, sürekli ölümü düşünüyor olacaksın ve hayatın zehir gibi acı olacak. Benim yaşım elliyi geçti ve sürekli olarak mezarıma doğru bakar oldum. Sadi'nin Gülistan adlı eserinden bir öğüt her zaman aklımdadır: 'Elli geçti ve uykudasın; bunu sanki beş günlükmüş gibi algılarsın. Eğlence yaprağını kendi mezarına at; senden sonra kimse getirmez onu, önce sen at.' Bu iki beyitim gönül kulübesinin hüzün evine oturtuldu ve neden bilmiyorum, kadir olan Allah ömürlerimizi bu kadar kısalttı. Belâ meclisinde Allah'ın verdiği iki altmış yıllık ömürden nasiplenseydim, ne iyi olurdu. Bu iki altmış yıllık ömürlerden birincisi çalışmak ve didinmek için, ikincisi ise dinlenmek ve rahat etmek içindir. Bu dünyada birçok şeyi mutlaka tecrübe etsinler ve bu tecrübelerini işlerine uygulasınlar. Eğer insan ömrünün bu kadar kısa olacağını bilseydim; kendimi hiç sıkıntıya sokmazdım, köşemde rahat rahat otururdum. 43 Eğer kederimin sebebini bilmek istersen sana anlatayım; çocukken tek uğraşım okumak ve yazmaktı. On bir yaşında yeni yerim okul oldu ve derslerim Farsça ve Arapça'ydı. Bu şekilde okurken derslerim arttı ve Rusça, Rumca ve Fransızca eklendi. Derslerim ağır geldiği için sıkıntı çekmeye başladım, çok zayıfladım ve rahatsızlandım. On altı yaşına geldiğimde çok eziyet çekmeye başladım ve derslerden, okuldan uzaklaşmak zorunda kaldım. Doktora gittiğimde, bana verem olabileceğimi söyledi ve tedavime başladı. Bir yıl boyunca ne kadar uğraştıysa da, benim zayıflığımı ve rahatsızlığımı gideremedi. Tedavi için kuvvetimin kalmadığını görünce yaylaya çıkmamı önerdi. Rukunâbâd'a gittim ve oranın havası beni iki senede ancak iyileştirebildi. Babam Tahran'a dönmemi istedi ve ben yatılı fen okuluna gittim. Çünkü babamın benimle ilgili bir hayali vardı, mühendis olmamı istiyordu. Beş yıl boyunca gurbette kaldım ve çok zahmet çektim. Tahsilim, matematik sınavlarımı yüksek notlarla geçince bitmiş oldu. Yirmi beş yaşına geldiğimde beni askere çağırdılar. Çalışma hayatıma başladığımda ise, ömrüm yolculuklarla geçti. Nerede yolculuk, tehdit, zor iş varsa hepsini benim omuzlarıma yüklediler. Yakın bir yer için kura çektim ve Marmara çıktı, yaz kış orada kalacaktım. On beş sene boyunca Marmara'da mükemmel hizmet verdim. Hem albay, hem de han ünvânını aldım. Eğer babamın ölüm zamanına denk gelmeseydi, şimdi kendi lakabım ve mezhebim olacaktı. Bu dönemde kendi hayatımdan, şükran olduğum hizmetimden, kısmetimden ve bahtımdan vazgeçtim. Ancak bu merhametsiz zamanda, zehir olmadan panzerin olamayacağı ya da gülün dikensiz olamayacağı gibi, babamın yasında annemle ben çok yakınlaştık. Birbirimizin destekleyicisi ve kollayıcısı olduk. Altı ay boyunca feryat edip yakarmaktan, ağıt okumaktan ve birbirimizi teselli etmekten sonra, annem benim evlenmemi ve bir evlat sahibi olmamı istediğini belirtti. Bugünlerde güzel yaratılışlı ve güzel ahlâklı bir kız gördüğünü söyledi: 44 "Olgun, güzel, namuslu, hoş tavırlı, konuşması güzel ve övülecek özelliklere sahip bir kız. Fakir olduğu için evde kalmıştı, tıpkı virane içinde kalmış eşsiz bir hazine gibi. Kızın yaşadığı ev her ne kadar küçük olsa da bu, görüş ve fikir sahibi insanlar için utanılacak bir durum değildir. Unutma, sultanlara yaraşır yetim kalmış hazineleri harabelerde bulursun. Eğer seni o kutlu dolunay aydınlatırsa, yaşlı kadının çatısını doğru nikâh ile mutluluğun doruğuna çıkarırsın. Yaşı geçmiş olması da önemli değildir.Her ikinizde gençlik gururları geçmiş, tecrübeli ve olgun insanlarsınız. Artık gençlik dönemindeki yaşı genç kadınlardan olamaz, çünkü senin yaşın kırka geldi. Baban bu dünyadan göçtüğünde, bu evde yalnız ve kimsesiz kaldım. Keşke senin de bir yuvan, bir evladın olsaydı da onunla bu yalnızlıktan, bu kederden kurtulsaydım. Neslimizin sona ermemesi için, onu bahçıvanın yeni filizleri yetiştirme arzusu gibi can-ı gönülden yetiştirirdim." Annem bunu o kadar çok tekrarladı ki, bu iş evlilikle sonuçlandı. Annem bir sene sonra vefat etti ve ölüm bir kez daha kalbimi dağladı. Annem birçok zorluklar gördü, bana hem şefkatli bir baba hem de bir arkadaş oldu. Babamla ikisi, çocuklarını yetiştirdiklerinden beri, filizinden bir meyve yiyemediler. Onların ölüm haberi gelince de, binlerce yakarışla mezara gömdük. Eğer Tanrı bana annemin ölümünden sonra bir erkek çocuk vermeseydi, aydınlık bana zifiri karanlık olurdu ve üzüntüden yok olurdum. Bu doğum her ne kadar benim sorumluluklarımı arttırmış olsa da, bana teselli oldu. Dokuz sene içinde çocuklarımın sayıları yavaş yavaş arttı ve beşi geçti. Albay olana kadar, yirmi beş sene boyunca tüm vaktim hizmetle geçti ve bu zamana kadar her şeyi gördüm. Artık bu çalkantılı zamanda her şey açık ve alışılmış olmuştu. Bütün sıkıntılarımın benden uzaklaşmasını, ailem ve akrabalarımla huzurlu vakit geçirmeyi, gönlümün arzusunu devrandan almayı, çocuklarımın yavaş yavaş büyümesini 45 ve sonrasında eğitimli, erdemli, gözümün nuru ve kalbimin dayanağı olmalarını gönülden istedim. İyi kötü yaşayıp giderken, Ekrem'in öleceğini hiç tahmin edemedim. Yaşlı adını almak ve saçımda gördüğüm aklar beni ümitsiz kılmıştı. Çocuklarımı ne zaman göğsüme bassam, gözümden yaş akar ve aklım başımdan gider. Çünkü ben de ölünce bu zavallı çocuklarım başıboş kalacaklar. Kim onların halini hatrını sorar? Söz bu konuya gelince, yaşlar gözlerimden yağmur gibi akar. Bu ölüm ayrılığı yüreğime ateş gibi düştü. Çevremdeki herkes devirin bu vefasızlığına lanet ettiler, dünyadan nefret ettiler ve hepsi: "İşte bu son seferdir ve biz de ancak bunu bilir, bunu söyleriz." dediler. Devlet hizmetini bırakıp kendi sakin köşeme çekilmek istedim, çünkü hayatlar yanan bir saman çöpünün alevi gibi kısadır. Bu yaşlılık döneminde canına can kat, ne de olsa insanın sonu ölümdür. Bütün bu çekilen baş ağrısı, yük ve yolculuk hangi gün içindir? Sürekli olarak çekilen ve yinelenen her bir acı ruhun kendisini bulması içindir." Aniden, gökyüzünden herkesi hayrete düşüren yabancı bir ses geldi. Çadırımızın örtüsünün arkasından, konuştuğumuz devir hakkında bilgisi olan yaşlı bir adam, oldukça yüksek bir edep ve saygı göstererek belirdi. Boyu posu hala yerindeydi, bedeni eğrilmemişti, yüzünün rengi de solmamıştı ve tamı tamına yüz yirmi beş yaşındaydı. Önce selam verdi, oturmak için izin istedi ve söze başladı: "Bu gece uzak yoldan geldim ve yorgunluktan bitkin düştüm. Uzaktan kandilinizin ışığını görünce, yırtıcı hayvanların afet ve şerrinden kurtuldum dedim ve geceyi bu çadırın yanında sabah etmek istedim. Ancak sizin sesinizden uyuyamadım. Dolayısıyla bütün bu soru ve cevapları duydum. Tuğgeneralin hikayesi de beni çok etkiledi ve ateşledi, o yüzden daha fazla dayanamadım. Gerçi davet edilmedim. İçimden geldiği için orgeneralin gönlündeki yarayı deşeyim ve yaşadığı maceraları biraz da bana anlatması için teşvik edeyim diye geldim. 46 Sadi'nin Gülistân'daki öğüdünü küçük yaşta okusaydı eğer, bugün bütün bu kötülükler başına gelmezdi ve bu şekilde düşünmezdi. Şairlerin, kalem erbabının ve eskilerin bütün kusurlarını ve düştükleri karmaşaları gerçekten çok iyi bilmesem de, perdenin arkasındakileri çok iyi göremesem de, sana açıkça anlatayım. Belâ meclisinde, bizim doğal ömrümüz yüz yirmi seneden fazla tayin edildi ve böylece bizim olgunluk sınırımız yüz yirmi beş sene oldu. Doğal ilimler ve hikmet sayesinde yaratılmışın güzelliği yüzünden okunmaktadır. Yaratılıştan sonra, yaşayanların hepsinin ömürlerinin süresi aşağı yukarı belirlendi. Bunun nasıl bulunacağını öğrenmek istiyorsan, her canlının olgunluk süresini hesapla ve onu beşle çarp. Böylece bütün canlıların ömürlerinin sürelerini bulursun. Buna örnek olarak sana atı vereyim, onun fiziksel olarak gelişmesi beş yıl sürer. Bunu beşle çarparsan yirmi beş yıl yapar ve bu da atın ömrünün son günleri demektir. Yirmi beş sene zarfında insan da fiziksel olgunluğa ulaşır. Bu yirmi beşi beşle çarp ve üzerine sıkıntıları ekle. Ancak yine de tasalanma, Yüce Yaratan ömrünü uzun da olsa, kısa da olsa vermiştir. Kalem sahipleri bu dünya zaaflarını bölümlere ayırdılar: İnsan ömrünün ilk yirmi beş yılı çocukluk yaşları olarak adlandırılır. İkinci ve üçüncü dönemleri gençlik yıllarıdır. Dördüncü ve beşinci dönemleri, benim de içinde bulunduğum, olgunluk yıllarıdır. Yüz yirmi beş yaşına geldiğinde yaşlılık dönemindesindir. Bütün fazilet sahipleri, bütün dönemlerde kendi düzenledikleri kanun ve sınıflandırmalarda 'Beyaz renk kimin başında çıkarsa çıksın olması gerekendir. Çünkü kimse kendi yaşını gizleyemez, bu yaygın bir inanıştır.' diye yazarlar. Hem istenen, hem de olgunluğa işaret olan bu beyaz saç, yavaş yavaş ortadan kalktıkça herkes onu istemeye başlar. Zamanında yeşil olan dutun, zamanı geldiğinde olgunlaşıp beyaza dönmesi gibi. inci, dut ve elmas. Rengi ne kadar beyaz olursa o kadar değeri artar, bunu sakın unutma. Bu beyazlardan dolayı günlerin kararırsa, için gece gündüz yanarsa sakın isyan etme. Çünkü o beyazların çaresi oldukça kolaydır, bu 47 dermanzsız dert değildir. Onun püf noktasını dinle; karanlık ve üzüntü veren düşünceler insanın ömrünü kısaltır, günlerini karatır ve mahveder. Yine de Ululelbab'da (Yüce Kapı) ecel bilinmez olduğu için, ecelden korkmak yapılacak ilk işlerdendir. Bu yüzden de sözümü burada bitirmek isterim." Yaşlı adam sözünü bitirince uyumak için dışarı çıktı. Tuğgeneral şimşek gibi yerinden fırladı ve o yaşlı adamın, o doğu yıldızının yüzünü öpücüklere boğdu ve "Ey değerli tabip, Allah'ın rahmeti ve insanlık örneği. Söylediklerin hepimizin gönlüne dokundu ve içimizi ısıttı. Yaşayanların ömrünün uzunluğu için en iyi anahtarı verdin. İhtiyarlar için kutsal bir sırrı verdin ve hepsi senden razı olup namaz vakti senin için dua edecekler. Bu nükteli konuşmanın başında, kıyamet gününün kereminden buyurdun ve hepsi senin nimetine boğuldular, can-ı gönülden senin minnetine kefil oldular. Bütün ömür boyunca burnun sürtmemesi için her ne gösterdiysen, senin hayran bırakan kuvvetine gıpta ettiler ve senin gibi sıhhatli olmayı dilediler. Seni kendimize örnek almamız için başından geçen bütün maceraları otur ve anlat." dedi. Sedire otursun ve yerleşsin diye oldukça ısrar ettiler. Yaşlı adam, ruhani değerin püf noktasını bir cevheri saçar gibi anlatmaya başladı ve dedi ki: "Elbette sizin huzurunuzda bizim bu yaratılışımız açıkça görülmektedir. Bu zamanda hava, mekân ve alışkanlıklar çeşitlidir, yaratılışları farklıdır ve kendi zararları ve yararlarıyla yol alırlar. Eğer mizacına uygun hareket etmezlerse, hastalıklara karşı sürekli açık olurlar. Genç için de, yaşlı için de sağlıklı olmanın şartları birkaç tanedir; bol güneş, yumuşak rüzgâr, nemli olmayan kuru bir yerleşim yeri, hoş ve temiz hava, temiz kap kacak, yatak ve ten. Ayrıca kirlilikten uzak dur ve ondan her zaman sakın. Yemeklerin uygun olanlarını ara çünkü, iyi ve doğru yemek sana beden sağlığı verir. Tecrübeli ve iyimser bir doktor şöyle dedi: 'Bütün dünyanın her bir noktasında, bütün mevsimlerde, bütün yaşlarda tuz, ekmek, tatlı, yumurta ve yoğurt bizim sağlığımızın ve uzun ömrümüzün sebebidir. Tuz, karanlıklarda bulunamayan hayattan bir cevherdir. Sağlığının kemâle ermesini istiyorsan, suyu her zaman temiz olan kuyudan içmelisin. Yemen içmen, yürüyüşün, uykun, sporun, eğlencen ve çalışman dengeli olmalı. Yaşam 48 tarzın orta halli olmalı. Bunların herhangi birinin yokluğu, senin bünyenin düzenini alt üst eder. Gün içinde ne istersen yap ancak, gece olduğunda kendini mutlaka dinlendir. Kendi rahatın için yeterli olan, yedi saat ile dokuz saat arası olan uyku süresini seç. Genç yaşlarında bedenini yorma ve bünyeni hasta etme. Yaşlılıkta sağlık gerektiği için, gençliğinde kuvvet depola.' Benim değerli arkadaşım, ömrün süresini azaltan asıl iki şey üzüntü ve kötü huydur. Eğer sen güzel ahlâklı ve tatlı dilli olursan, her zaman neşeli olursun ve genç kalırsın. Senin bu yorgunluğunun sebebi genellikle tembelliğin, üzüntün ve boş işlerindir. Bütün bu solgunluğunun nedeni de hızlı yaşamın ve hızlı yaşamdan kaynaklanan halsizliğindir. Bir mide hastalığı olan hazımsızlık, utanmaz bir şeyh gibidir. Çünkü insanın bütün yaşam sevinci midesidir ve o sevinç yavaş yavaş yok olduğunda büyük acı verir. Başarılı bir doktor bize yaptığı bir konuşmasında şunları açık açık anlattı: 'İnsanın midesi ve kalbi aynı buharlı gemi gibidir. Çark ne kadar iyi çalışırsa çalışsın, buhar kazanı zarar görmüşse bir işe yaramaz. Eğer buhar kazanının ateşi çok ise ya da az ise çark düzenli çalışmaz. Gemi kaptanı birebir ilgili değilse, gemiyi kıyıya ulaştıramaz. Beden sağlığını korumanın temelini bilmezse, vücut denen gemiyi sahile götüremez ve yanaştıramaz.' Bu son toplantımız ey sevgili dostum, ancak şunu da söylemek zorundayım. Bu ömürden tat alabilmen için, bedeninin ve ruhunun rahat olabilmesi lazım. Bedenin rahatı onu yıkamakla, ruhun rahatı da namaz ve duayla olur." Yaşlı adam sözünü burada bitirdi ve bizim toplantımız da güzellikle bitti. Dâniş bu şiiri rakamlarken (yılını atarken) bine üç yüz yirmi daha ekledi. Bütün yaşayanlar için gönül rahatlığı olsun diye bugünlere yadigâr olarak bıraktı. 49 TRANSKRİPSİYONLU METİN 50 TRANSKRİPSİYONLU METİN Ṭūl-i Ömr-i Ṭabiīʻ-yi İnsân 1-) Gūş kon ey ʻaziz rūḥānī Ḫāhem ez rāh-i ḥubb-i insānī 2-) Gūyīmet ez ʻacāyīb dovrān Ānçi dīdem bārdūy-i kurkān 3-) Beleb-i āb yek şeb mehtāb Cemʻ būdīm bā do se ehbāb 4-) Ṣoḥbet ez pīrī ve cevānī būd Hem zi saħtī-yi zendegānī būd 5-) Enderān cemʻ būd yek serheng Nuktedān ve edīb ve bā ferheng 6-) Dīgerī hem muhendis sertīb Kez besī ʻilmhāş būd naṣīb 7-) Evvelī kāmrān ve ḫoş iķbāl Dūyīmī dil zi ġuṣṣe mālāmāl 51 8-) Der gulistān deher ber serheng Heme gul mīnemūd rengārenk 9-) Līk ender ʻaķīde-i sertāb Cumle ħār ve temām bī tertīb 10-) Ān yekī dāşt sī ve penç ez sāl Ṣıḥḥat ve tender setīş bikemāl 11-) Īn yekī rā gezeşte ez pencāh ʻÖmr ve geşte sefīd mūy-i siyāh 12-) Şekūh serheng rānī ez dovrān Kez peder dāşt māl bī pāyān 13-) Çūn nebūdeş zi rāḥatī noķśān Īn yekī beyt dāşt verd-i zebān 14-) Der cihān bihter ez cevānī çīst Ḫoşter ez ʻiyş ve zi zendegānī çīst 15-) Goft sertīb key negū iķbāl Ger nemordem bepur samt-ı eĥvāl 16-) Çend sāl diger çū pīr şevī Çū men ez ʻömr-i ħiyş seyr şevī 17-) Bīst sālet nemīreved ki nehend 52 Nām pīrī berevīt ey ferzend 18-) Ānzemān çūn men ez ḫeyāl-i memāt Talḫ gerded çū zehr ber tū ḥeyāt 19-) Sāl-i men çūn gozeşt ez pencāh Sūy-i ķabrem būd hemāreh negāh 20-) Yādem āyed beher zemān pendī Ez gulistān zi gofte-yi Sʻadī: 21-) Ey ki pencāh reft ve der ḫābī Meger īn penc rūze deryābī 22-) Berg-i ʻiyşī bekūr ḫiyş furust Kes neyāred zi pes tū pīş furust 23-) Īn do beytem nişānde pāy-i begul Kerde beyt elĥuzn serāçe-yi dil 24-) Mī nedānem çerā ḫodā-yi ķadīr ʻÖmrhārā çenīn nemūde ķaṣīr 25-) Ḫūb būdī eger zi ḫān elest Ķısmet ez ʻömr dāştīm doşeśt 26-) Evvelī ez berā-yi gūşeş ve ķāl Dūymī beher istirāḥat ve ḥāl 53 27-) Tā der ān tecrübe konend şumār Ve enderīn tecrübe berend bekār 28-) Ger bedānistemī ki ʻömr-i beşer Resed īngūne bāştāb beser 29-) Ḫiyşten rā nedādem īn zaḥmet Mī nişestem begūşe-yi rāḥat 30-) Ger beḫāhī sebeb melālem rā Bişnev ez lüṭf şerh ḥelelrā 31-) Tā ki būdem bedeher ṭıfl-i ṣaġīr Būd kārem ķaraʻet ve teḥrīr 32-) Yāzdeh sāle cā bedī mekteb Būd dersem lisān-ı fars ve ʻarab 33-) Ez zebān-ı fireng ve rūmī ve rūs Kem kem efzūde geşt çend derūs 34-) Ķalt ḫūn ve keṣret zaḥmet Mī nemūdem żʻayif ve nārāḥat 35-) Şānzdeh sālkī şodem rencūr Ūftādem zi ders ve medrese dūr 54 36-) Çū ṭabīb iḥtimāl sāl mīdād Pes nebāy muʻālece benihād 37-) Her çi kerdend muddet-i yeksāl Żʻaf ve rencūrīm nedāşt zevāl 38-) Çūnki dīdend ṭāķem şod ṭāķ Çāre goftend nīst coz yeylāķ 39-) Der do sālem hevāy rekon ābād Kerd fīlcumle ez tʻab āzād 40-) Sūy-i Tehrān şodem beḥükm-i peder Geşt dārülfünūn maķām ve maķar 41-) Pederem çūnki ārzūhā dāşt Bende rā ber muhendisī bekemāşt 42-) Muddet-i penc sāl der ġurbet Bes riyāżet keşīdem ve zaḥmet 43-) Tā ʻulūm riyāżīm tekmīl Geşt ve fāriġ şodem men ez taḥṣīl 44-) Dāştem bīst ve penc sāl ānki Ki muʻayyen şodem beḫidmet-i şeh 45-) Ān zemānem resīd novbet-i kār 55 ʻÖmr-i men mīgoźeşt der esfār 46-) Her kocā būd śʻeb ve şodīd Her kocā rāh būd yā teḥdīd 47-) Mer merā būd ķorʻe ez aķrān Be zemistān ve hem be tābistān 48-) Pānzdeh sāl ḫidmet-i şāyān Kerde serheng keştem ve ḫān 49-) Laķab ve menṣibem nemīşod eger Muteṣādif hemī bemorg-i peder 50-) Şākir ez ʻömr-i ḫiyş ve ḫidmet-i ḫiyş Keştemī ve zi baḫt ve ķısmet-i ḫiyş 51-) Līk der īn zemāne-yi ġedār Nūş bī nīş nīst gul bī ḫār 52-) Der ʻezā-yi peder-i men ve māder Her do keşte raķīb-i yekdīger 53-) Novḥe kerdīm ve tʻaziyet dārī Bʻad şeşmāh nāle ve zārī 54-) Māderem enderīn ḫeyāl üftād Ki şevem bende-yi ṣāḥib-i evlād 56 55-) Goft īn rūzhā yekī doḫter Dīde em nīk zād ve nīk seyr 56-) Bā kemāl ve cemāl ve bā ʻiffet Ḫoş beyān ḫoş zebān ḥamīde-yi ṣıfat 57-) Çūn faķīr est mānde der ḫāne Hemçū gencī begenc vīrāne 58-) Ḫāne eş ger būd muḥaķķir ve teng Pīş ehl-i naẓar nebāşed neng 59-) Yābī ender ḫarābehā-yi ķadīm Gevher-i şāhvār ve der yetīm 60-) Ger to rā ān ḫiceste māh temām Rūşenī efkend beberzen ve nām 61-) Benikāḥ-ı āriş ve bezī ḫürrem Sinn-i ū ger kemī goẕeşte çi ġam 62-) Her do hestīd kāmil ve poḫte Ez cevānī ġurūrtān refte 63-) Çū be çil refte sālet ez dovrān Pur cevān hem nebāyedet zi zenān 57 64-) Pederet tā ki refte ez dunyā Mānde em ḫāne bīkes ve tenhā 65-) Ger to rā būd ḫāne ve evlād Mīşodem ez ġam ve elem āzād 66-) Bāġbānī-yi nov nihālān rā Gerdemī ve zi şeví ānān rā 67-) Terbiyet mīnemūdem ez dil ve cān Nereved tā ki nesl-i māzmeyān 68-) Māderem beski rāned ezīn goftār Beteʻehhul keşīd āḫirkār 69-) Bʻad yeksāl māderem şod fovt Dāġ dīger nihād ber dil movt 70-) Çi muṣībet nedīd māder-i men Peder-i mihribān ve yāver-i men 71-) Tā ki kerdend terbiyet-i beşerī Ez nihāleş neḫorde yek ŝemerī 72-) Peyk merg ez ķefāyişān beresīd Behzārān esf bekūr keşīd 73-) Rūzrūşen beşod merā şeb-i tār 58 Ez ġam ve ġuṣṣe merdomī-yi zār 74-) Ger nemīdād yek peser-i dāver Rūz-i dīger merā pes ez māder 75-) Sebeb-i tesāyet şod ān mevlūd Ger çi teklīf rā besī efzūd 76-) Şod füzūn kem kem ʻiddet-i eṭfāl Geşt bāliġ be penc der noh sāl 77-) Muddet-i bīst ve pencsāl temām Vaķt der novgerī goẕeşt mudām 78-) Germ ve serd zemān ferāz ve neşīb Heme rā dīde tā şodem sertīb 79-) Şod muʻayyen mevācib ve mersūm Goftem ez dil bereft cumle hemūn 80-) Āmedem vaķt rāḥatī becihān Kām dil rā begīrem ez dovrān 81-) Guzarānem be pīş ehl ve ʻiyāl Vaķt-ı ḫod rā hemīşe fāriġbāl 82-) Kem kem eṭfāl-i men bozorg şevend Pī taḥṣīl ve terbiyet berevend 59 83-) Her yekī fāẓlī şeved maķbul Rūşenī baḫş-ı çeşm ve ķuvvet-i dil 84-) Ḫoş bedī zendegī bedīnminvāl Merg-i Erkemī neyāmedī beḥiyāl 85-) Her zemān mīkoned merā novmīd İsm-i pīrī ve mūyhāy-i sefīd 86-) Kūdekānrā keşm çū derāġūş Reved ez dīde eşk ve ez serhūş 87-) Gūyem īn ṭıflıkān-ı bīçāre Bʻad mergem şevend āvāre 88-) Ki koned yād būd ez īn eṭfāl Ki beyāyed beporseş-i eḥvāl 89-) Soḫen īncā resīd çūn bārān Eşk ez dīdehā nemūd revān 90-) Āh ḥasret zi dil keşīd çenān Ki zed āteş becān-ı hemrāhān 91-) Heme kerdend ez cihān nefret Bīvefāʻī-yi dehr rā lʻanet 60 92-) Cumle goftend kīn sefer çūn ḫatem Beşeved mīkonīm ber ḫod ḥatim 93-) Terk gūʻyim ḫidmet-i devlet Beguzīnīm gūşe-yi ʻuzlet 94-) ʻÖmrhā kīnçenīn būd kūtāh Mey-i neyyir zed yaķīn beyek pur kāh 95-) Çūnki īn est āḫir-i insān Ḥāṣıl cān konī derīn dovrān 96-) Īnheme derd ser berā-yi çi rūz Zi ḥamlet ve sefer berā-yi çi rūz 97-) Her yekī bādilī zi miḥnet-i rīş Ḫāst gerded revān becāder ḫiyş 98-) Ḥayret endāḫt cumle rā nāgāh Ṣovt-ı bīgāne ez pes-i ḫergāh 99-) Bihezārān edeb beṣed tovķīr Geşt-i ẓāhir yekī zi poşt-i tecīr 100-) Pīr merdī ki dāşt ez eyyām Yekṣed ve bīst ve penc sāl temām 101-) Ķadd ve bālā-yi ū ḫamīde nebūd 61 Reng-i roḫsār-ı ū perīde nebūd 102-) Ḫord ve ḫāb ve avvās ẓāhir-i ū Būd bī ʻayb bā muşāʻer-i ū 103-) Kerd taḥśīl-i iẕn bʻad-ı selām Benişest ve şurūʻ kerd-i kelām 104-) Goft imşeb resīdem ez reh-i dūr Būdem ez ḥestegī besī rencūr 105-) Dīdem ez dūr rūşenī-yi çeraġ Goftem āmed merā zemān ferāġ 106-) Nezd-i īn ḫeyme şeb konem be seḥer Zi derende neyābem āfet ve şer 107-) Ez ṣedā-yi şomā nebordem ḫāb Mī şenīdem heme sūʻāl ve cevāb 108-) Āteşem zed ḥikāyet sertīb Pīş ez īnem nemāned ṣabr ve şekīb 109-) Ger çi bāşem neḫānde mihmānī Beteķāżā-yi ḥiss-i insānī 110-) Āmedem ʻaķde ez dil sertīb Bekeşāyim verā konem terġīb 62 111-) Tā ki çendī beḫāned-i ū pes ez īn Sergozeşt muʻammerīn-i zemīn 112-) Pend-i Sʻadī neḫānde būd eger Begulistān hem besen-i ṣiġar 113-) Nuftādī beīn belā imrūz Īn ḫiyālāt mī nekerd berūz 114-) Baş ed ez şāʻirān heme taķṣīr Gūyimet āşkār ve bī tezvīr 115-) Hem zi ehl-i ķalem hem ez eslāf Ki çenīn zūd mīrevend iḫlāf 116-) Mī nedānem çerā ḥaķīķet-i kār Mānde derperde-yi īnheme eʻṣār 117-) Ki ṭabīʻī to rā zi ḫān elest ʻÖmr-i tʻayin şode füzūn zed ve şeṣt 118-) Ānçi mārā ḥadd-ı kemāl būd Yekṣed ve bīst ve pencsāl būd 119-) Rūbeḫān ez māṣir-i ḫilķat Zi ʻulūm-u ŧabīʻī ve ĥikmet 63 120-) Cumle ẕī rūḥ rā pes ez tekvīn Muddet-i ʻömrşān şode taḫmīn 121-) ʻAded-i sāl-i roşd-i şān rā gīr Ḍarb der penc kerde bāş ḫabīr 122-) Ez zemān-ı ḥeyāt-ı her zinde Ṭūl-i ʻömr-i temām-i conbende 123-) Esb rā gūyimet zi rāh-ı miŝāl Ḥadd-i roşdeş būd çū penc ez sāl 124-) Ġāliben bīst ve pencsāl-i temām Esb rāhest ʻömr ez eyyām 125-) Çūnki der bīst ve pencsāl-i zemān Beḥadd-i roşd mīresed insān 126-) Pes bebāyed ki bīst ve penc be penc Bekoni ḍarb ve varehi ez renc 127-) Neḫorī ġuṣṣe ket ḫodā-yi celīl ʻÖmr dāde çenīn ķaṣīr ve ķalīl 128-) Bāyed ehl-i ķalem konend raīm Bʻad ez īn der ṣaḥīfe-yi ʻālem 129-) Kevvelīn bīst ve penc sāl-i beşer 64 Nām dāred hemī sinīn-i ṣaġar 130-) Doyyum ve seyyumī sinīn-i şebāb Cehd kon ḫūb nokti rā deryāb 131-) Çārrum ve pencumī sinīn-i kemāl Ḫod-i menem der ḥużūr-i şāhid-i ḥāl 132-) Yekṣed ve bīst ve penc çūn āyed Ān zemān nām-ı pīriyet şāyed 133-) Īn ʻaķīde beyāyed erbemiyān Sinn-i ḫod kes nemīkoned pinhān 134-) Cumle erbāb-ı fażl der heme ʻaṣr Der teṣānīf-i ḫod benażm ve be neṣir 135-) Benevīsend eger ki reng-i sefīd Her kesī rā nemū-yi geşt pedīd 136-) Īn sefīdī mū būd merġūb Hem delīl-i kemāl ve bes maṭlūb 137-) Kem kem īn vāheme rūd zemīn Cumlekī mīşevende ṭālib-i ān 138-) Tūt gerded resīde ān eyyām Ki şeved sebzīeş sefīdī temām 65 139-) Reng-i elmās ve durr ve morvārīd Her ķadr mīşeved sefīd-i sefīd 140-) Ķıymeteş mīşeved ziyād-ı ziyād Bişnev īn ḥuruf-ı men mekon feryād 141-) Ki to rā mūyhā-yi sefīd şode Der umīd-i to kilīd şode 142-) Zi īn sefīdī eger siyeh rūzī Rūz ve şeb der gudāz ve der sebzī 143-) Çāre-yi ū būd besī āsān Nīst īn derd-i derd bī dermān 144-) Bişnev īn nukte-yi besī bārīk Ki ḫiyālāt-ı mużlem ve tārīk 145-) Mīkoned ʻömr-i to çenīn kūtāh Rūzkār to rā tebāh ve siyāh 146-) Īn ecelhā nemīşeved ḥatmī Bāyedem dād nuŧīķ rāḫatmī 147-) Ber muʻallaķ-i ecel ūlūlelbāb Ters rāḫānde evvelīn-i esbāb 66 148-) Çū bedīncā resāned pīr-i kelām Ḫāst bīrūn reved berā-yi menām 149-) Cost sertīb ez zemīn çūn berķ Būsehā zed berān setāre-yi şarķ 150-) Goft ey to ṭabīb-i rūḥān Raḥmet-i ḥaķķ benevʻi insānī 151-) Goftehāyet nişest cumlebedil Ez dilem ḫār koned ve pāy ez gul 152-) Benemūdī be bihterīn miftāḥ Ṭūl-i ʻömr-i heme ẕevílervāḥ 153-) Fāş kerdī yekī humāyūn rāz Ki kuhen sālhā bevaķt-i nemāz 154-) Cumle bāyed duʻā konend to rā Ānķadr tā rıżā konend to rā 155-) Ser īn nukte rā befermānīz Ez kerem tābe rūz-i restāḫīz 156-) Heme bāşend ġarķ-ı nʻimet-i to Ez dil ve cān rehīn minnet-i to 157-) Çi nemūdī der īn heme meh ve sāl 67 Ki negeşte est bunye-et pāmāl 158-) Hest şāyān-ı ġıbte-yi ķuvvet-i to Ārzūhā şeved be ṣıḥḥat-i to 159-) Naķl kon sergozeşt-i ḫiyş temām Tā ki sermeşķ-i ḫod konīm mudām 160-) Kerdkāret resānde est bemen Beneşīn ve besāz sāz-ı soḫen 161-) Īnķadr kerd pīr rā eṣrār Tā ki der ṣadr-ı cā girift ve ķarār 162-) Bāz ān nukte-yi senc-i rūḥānī Kerd āġāz govher-i efşānī 163-) Goft elbette ber cenāb-ı şomā Nīst pūşīde kīn ṭebāyiʻ-i mā 164-) Bā hevā ve biʻādet ve bemekān Muḫtelif mīşevend der dovrān 165-) Herkesī der mizāc-ı ḫod bāyed Żerer ve nefʻ rā be peymāyed 166-) Ger neyārī bedest ḥāl-i mizāc Bemereżhā dehī mudām ḫarāc 68 167-) Evvelīn şarṭ-ı ṣıḥḥat-ı insān Çend çīz est behr-i pīr ve cevān 168-) Āftāb ve nesīm-i ṣāf ve laṭīf Menzil-i ḫoşk ḫoş hevā ve neżīf 169-) Ten ve raḫt ve ẓurūf pāk ve temīz Ve zi keŝāfāt dūrī ve perhīz 170-) Ez ġeẕāhā-yi munāsebeş rā cū Tendurustī dehed ġeẕā nekū 171-) Yek ṭabīb-i mucerreb-i poḫte Der īn nukte rā çenīn softe 172-) Ki biher noķāṭ-ı zemīn Beheme faṣl ve der temām-ı besinīn 173-) Nemek ve nān ve şīr ve beyże ve māst Sebeb-i ṭūl-i ʻömr ve ṣıḥḥat-i māst 174-) Hest der cevher-i nemek zi ḫeyāt Ānçi peydā negeşt der ẓulmāt 175-) Ḫāhī ez ṣıḥḥatet şeved bekemāl Biher ḫorden-i becūy-i āb-ı zulāl 69 176-) Ḫorden ve ḫāb ve rāh reften-i to Verziş ve ʻīş ve kār kerden-i to 177-) Cumle bāyed biʻtidāl būd Mesleket ʻitidāl-i ḥāl būd 178-) ʻAdem-i ʻitidāl der heme ḥāl Mīkoned bunye-yi to rā pāmāl 179-) Herçi ḫāhī berūz-i kār bekon Şeb heme rāḥat iḫtiyār bekon 180-) Vaķt-i kāfī beḫāb rāḥat-i ḫiyş Heft tāne şomor zi sāʻat-i ḫiyş 181-) Ten-i ḫod der şebāb ḫeste mekon Bunye-yi ḫiyş rā şikeste mekon 182-) Ger be pīrī bebāyedet ṣıḥḥat Ez cevānī deḫīre kon ķuvvet 183-) Kem koned ʻömr rā bedehr cūçīz Ġam ve ḫalķ-i bed ey do çeşm-i ʻazīz 184-) Ger to ḫoş ḫalķ ve ḫoş zebān bāşī Dāʻimā ḫorrem ve cevān bāşī 185-) Ġāliben ʻillet-i kesālet-i to 70 Tenbelī ve ġam ve beṭālet-i to 186-) Tend ḫalķī ve sūʻ ḥālet-i to Sebeb-i cumle-yi melālet-i to 187-) Sūʻ-i heżm est ve ʻillet-i mʻide Gūyemet miŝl-i şeyḫ-i bī perde: 188-) Māye-yi ʻīyş ādemī şikem est Tā betedrīc mīreved çi ġam est 189-) Yek ḥekimī-yi muvāfıķ teşrīḥ Kerde der nuṭķ-ı ḫod çenīn taṣrīḥ 190-) Miŝl-i ķalb ve mʻide-yi insān Miŝl-i keştī-yi buḫār bedān 191-) Çerḫ ānki koned beḫūbī kār Ki nebāşed ḫarāb dīk-i buḫār 192-) Āteş-i dīk eger ziyād ve kem est ʻEmel-i çerḫ ġayr-i muntaẓam est 193-) Nāḫodā ger zi ʻilm berḫordār Nīst keştī nemīresed bekenār 194-) Tāndānī esās-ı ḥıfž-ı beden Neberī ber kenāre keştī-yi ten 71 195-) Āḫir-i beclis ey refīķ-i ʻazīz Bāyed īn nukte rā begūyem nīz 196-) Ānki ez ʻömr mī berī leẕẕet Ki būd cism ve cān-ı to rāḥat 197-) Rāḥat-ı ten zi şost ve şūy-i bedān Ve zi duʻā ve nemāz rāḥat-ı cān 198-) Pīr īncānemūd ḫatmī kelām Meclis-i mābeyāft husn-i ḫitām 199-) Sīṣed ve bīst būd bʻad hezār Ki raīm kerd dāniş īn eşʻār 200-) Tā būd yādkār der eyyām Beher āsāyeş-i ḫiyāl-i enām 72 SONUÇ 73 SONUÇ 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başları arasında yaşamış olan üzerinde çalışması yapılmış olan mesnevînin şairi Prens Mirza Rıza Han Dâniş aslında bir diplomat olmasına rağmen Fars Edebiyâtıyla yakından ilgilenmiş bir şahsiyet olarak‚ kendini bu alanda denemek ve göstermek için birkaç tane mesnevî yazmıştır. Mesnevînin konusuna ve çevirisine geçmeden önce şairin hayatı ve yaptığı o zamana göre devrim sayılabilecek çalışmaları açıklanmıştır. Çalışmanın ‘Giriş’ bölümünde‚ Fars Edebiyâtı’nın Türk Edebiyâtı’nı nasıl etkilediğini anlatıldığı bir yazı bulunmaktadır. Bu yazıda 7. yüzyılda Mekke’de ortaya çıkan ve zaman içinde hızla yayılmaya başlayan İslâm dininin Arap dilini‚ kültürünü ve edebiyâtını bütünüyle etkiledikten sonra Fars dilini‚ kültürünü ve edebiyâtını nasıl etkilediğini okumaktayız. Hz. Ömer döneminde İran fethi sırasında Farslılar arasında İslâm dini yayılmaya başlamış ve yeni dinle birlikte ilk eserlerini İslâm dini hakkında yazmaya başladıklarını ve böylece edebiyâtlarının bu kültürel değişim çerçevesinde Arap edebiyâtına uyum sağlayarak şekil almaya başladığını okumaktayız. İki asır kadar sonra İslâm dinini benimseyen Türklerin edebiyâtı Araplardan değil de Farslılardan alması ve bunun neden olarak da İslâmiyeti kabul ederkern Araplarla değil de İranlılarla etkileşim halinde bulunmuş olmaları ve ardından tarih boyunca kurulmuş olan tüm Türk devletlerinin edebiyâtını‚ siyâsî tarihini‚ kültürünü ve gündelik yaşamını yönlendirdiği anlatılmıştır. Birinci bölümde eserin türü olan ‘pendnâme’ nin yani öğüt kitabının Fars Edebiyâtındaki yeri ve yazılma amaçları bütün detaylarıyla anlatılmaktadır. Fars Edebiyâtı’nda bu türdeki eserlerinin içeriğinin genişliğinden dolayı başka yazım türlerinin 74 yerine kullanıldığını ya da başka yazım türlerinin pendnâme adı altında yazıldığını görmekteyiz. İkinci bölümde üzerinde çalışma yapmış olduğumuz mesnevînin şairi olan Prens Mirza Rıza Han Dâniş’in hayatı‚ diplomatik çalışmaları ve bu diplomatik çalışmalarının yanı sıra Fars Edebiyâtı ve Fars Dil Bilimi alanındaki çalışmaları anlatılmıştır. Üçüncü bölümün ilk maddesinde çalışmamız olan Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân adlı mesnevînin‚ genel olarak ele aldığı konu paragraflar ve maddeler halinde anlatılmıştır. Üçüncü bölümün ikinci maddesinde eserin çevirisi düz yazı halinde yer almaktadır. Çalışmanın üçüncü bölümünün ardından metnin orjinalinin transkripsiyonlu yazılımı, sonuç bölümü, kaynakça, metnin tıpkıbasımı, fotoğraflar ve sözlük bulunmaktadır. Kaynakça bölümünde tez çalışması için yararlandığımız kaynaklar isimleri‚ yazarları ve yayınevleriyle birlikte verilmiştir. Fotoğraflar bölümünde mesnevinin şairi Prens Mirza Rıza Han Dâniş’in, Monako’da yaşarken kullandığı, ‘Villa Dâniş’ ismiyle anılan evinin ve eserinde yer verdiği yüz yirmi beş yaşındaki yaşlının örnek alındığı‚ gerçek yaşamda da yüz yirmi beş yaşında olan Ali Baba İbn Hüseyin’in fotoğrafları bulunmaktadır. Sözlük bölümünde ise eser içindeki önemli kelimelerin sözlük karşılıkları verilmiştir. 75 SÖZLÜK 76 SÖZLÜK 1 Bārdūy (F.) : dirgen عدم Adem (A.) : yokluk’ باردوى Bārīk (F.) : ince‚ nazik باريك ’Ādet (A.) : alışkanlık عادت Bekemāşten (F.) : atamak بكماشتن ’Ezā (A.) : matem عزا Bekūr (F.) : mezar بكور ’İddet (A.) : sayı عدة Berḫūrdār (F.) : birebir برخودار ’İffet (A.) : namus عفت Berḳ (A.) : ışık‚ şimşek برق ’İllet (A.) : sebep‚ neden علت Bes (F.) : yeterince بس ’İyāl (A.) : aile عيال Beser (F.) : son بسر Āġāz (F.) : başlangıç آغاز Beyān (A.) : eda بيان Āsāyiş-i ḫiyāl (F.-A.) : gönül rahatlığı آساي ش خيال Beyże (A.) : yumurta بيضه Bā şitāb (F.) : aniden با شتاب Bezī ḫurrem (A.) : mutluluğun doruğu بزى خرم Bāliğ geşten (F.) : aşmak بالغ گشتن Bi’tidāl (A.) : dengeli بعتدال Bām (F.) : çatı بام Bīvefāyī (A.) : vefasızlık بيوفاى 1 Meyveleri toplamak için kullanılan iki uçlu sopa 77 Bunye pāmāl geşten (F.-A.) : burnun sürtmesi بنيه پامال گشتن Edīb (A.) : terbiyeli اديب Cā giriften (F.) : oturmak‚ yerleşmek Efşānden (F.) : dağıtmak‚ saçmak افشاندن جا گرفتن Efzūde geşten (F.) : artmak افزوده گشتن Cehed kerden (F.-A.) : çabalamak كردن اهل Ehl (A.) : akraba جهد Coz (F.) : başka ُجز Enām (A.) : varlıklar انام Çarḫ (Peh.) : çark چرخ Erbāb (A.) : sahip ارباب Çārrum (F.) : dördüncü چارم Esef (A.) : hayıflanma اسف Çil (Çihil) (F.) : kırk (چل (چهل Esfār (A.) : seferler اسفار Ḍarb (A.) : çarpı ضرب Evvelī (A.) : önce اولي Dāver (Peh.) : Tanrı داور Fāriğ şoden (F.) : ayrılmak‚ bitirmek شدن فارغ Deḫīre kerden (F.-A.) : depolamak كردن فارغبال Fāriğbāl (F.) : huzurlu دخيره Delīl (A.) : sebep دليل Fāş kerden (F.) : açığa çıkarmak كردن فاش Dīk-i buḫār (Peh.-A.) : buhar kazanı بخار فاضلي Fāżlī (A.) : faziletli دي ك Doşeṣt (F.) : iki altmış دوشصت Fetāden (Uftāden) (F.) : uzaklaşmak فتاندن (افتاندن) Doyyum (F.) : ikinci دويم 78 Firāz (Peh.) : yükselmek فراز İḫtiyār kerden (A.) : sevmek اختيار Furusten (F.) : atmak فرستن İḳbāl (A.) : şans‚ talih اقبال Ġaddār (A.) : merhametsiz غدار Īnkūne (F.) : bu şekilde اينكونه Galt (F.) : bulanmak گلت ʻİyş (A.) : eğlence‚ yaşam عيش Ġuṣṣe (A.) : keder غصه Ḳafā (A.) : peş‚ geri قفا Ḥamīden (A.) : sahip olmak حميدن Ḳāl (A.) : çene çalmak قال Ḫān-ul est (A.) : bela meclisi خاناالست Ḳalīl (A.) : uzun قليل Ḫarāc (A.) : müsrif‚ savurgan خراج Kām (F.) : arzu كام Ḥatmī (A.) : kesin حتمى Kāmrān (F.) : mutlu كامران Ḥelelrā (A.) : zayıflık حللرا Ḳaṣīr (A.) : kısa قصير Hemārah (F.) : sürekli هماره Kenāre (A.) : sahil‚ kıyı كناره Ḫıyālāt (A.) : düşünceler خياالت Ḳerā’et (A.) : okumak قراعت Ḫoceste (F.) : kutlu خجسته Kerdkāret (F.) : etken كردكارت Ḫoşk (Peh.) : kuru خشك Kerī (A.) : hizmet كرى Humāyūn (Peh.) : kutsal همايون Kesālet (A.) : yorgunluk كسالت Humūm (A.) : üzüntüler هموم Ket ḥodā-yi celīl (F.-A.) : Yüce Yaratıcı كت خداى جليل 79 Mu’allaḳ (A.) : kesin olmayan معالق Ḳor’e (A.) : kura قرعه Mu’ammerīn (A.) : yaşayanlar معمرين Kuhen sālhā (F.) : ihtiyarlar كهن سالها Mu’ayyen şoden (F.-A.) : seçilmek شدن Kurkān (F.) : kurtlar معين كركان Kūşeş (F.) : didinmek كوشش Mucerreb (A.) : tecrübeli مجرب Māh-ı temām (F.) : dolunay ما ه تمام Mudām (A.) : devamlılık مدام Māst (F.) : yoğurt ماست Muḥaḳḳir (A.) : küçümseyen محقر Maḳar (A.) : yatılı okul مقر Muteṣādif (A.) : tesadüf eden متصادف Melāl (A.) : üzüntü‚ keder مالل Mevācib (A.) : görevler مواجب Menām (A.) : uyku منام Muẓlim (A.) : karanlık‚ uğursuz مظلم Menṣib (A.) : rütbe منصب Nāḫodā (F.) : gemi kaptanı ناخدا Merġūb (A.) : beğenilen مرغوب Nāle (F.) : feryat‚ inilti ناله Mersūm (A.) : resmî مرسوم Naṣīb (A.) : Başı dönmüş نصيب Meṭlūb (A.) : beğenilen‚ arzu edilen Nekū (F.) : güzel نكو مطلوب Neng (F.) : utanma ننگ Morvārīd (F.) : inci مرواريد Nesīm (A.) : rüzgâr نسيم Mu’ālece (A.) : iyileştirmek معالجه Neşīb (Peh.) : iniş نشيب 80 Roşd (A.) : olgunluk رشد Neẓīf (A.) : temiz نظيف Riyāżet (A.) : eziyet رياذت Nīş (F.) : zehir نيش Riyāżī (A.) : matematik رياذى Novhe kerden (F.) : ağıt okumak كردن Rūşenī efkandan (F.) : aydınlatmak نوهه روشنى افكندن Nuktedān (A.-F.) : zevk sahibi نكتهدان Ṣ’eb (A.) : zor صعب Nūş (F.) : panzehir نوش Ṣadr (A.) : göğüs صدر Pencum (F.) : beşinci پنجم Ṣaġīr (A.) : küçük صغير Perhīz (Peh.) : sakınma پرهيز Senc (F.) : ağırlık سنج Peyk (F.) : haber پيك Ser meşḳ-i ḫod kerden (F.) : kendine Pīriyet (F.) : yaşlılık پيرپت örnek almak سر مش ق خود كردن Rāh reften (F.) : yürüyüş راه رفتن Serāçe (F.) : küçük ev سراچه Raḫt (F.) : yatak رخت Sertīb (F.) : tuğgeneral سرتيب Raḳīb (A.) : kollayıcı رقيب Seyyum (F.) : üçüncü سيم Rehīn (A.) : kefil رهين Ṣıffat (A.) : övülecek özellikler صفت Rencūr (Peh.) : eziyet çeken رنجور Sill (A.) : verem سل Restāḫīz (Peh.) : kıyamet رستاخيز Sinn-i ṣaġīr (A.) : küçüklük‚ çocukluk س ن صغير 81 Talḫ gerdīden (Peh.) : zehir olmak Sīr şoden (Peh.) : doymak تلخ گرديدن سير شدن Siyer (A.) : üstün ahlak vasıfları سير Tār (F.) : zifiri karanlık تار Sū’ (F.) : olumsuz سوع Te’ehhul (A.) : evlilik تعهل Sūzī (F.) : yanma سوزى Teḥrīr (A.) : yazmak تحرير Şāhvār (F.) : padişahlara yakışır شاهوار Tekmīl (A.) : kemale erdirmek تكميل Şākir (A.) : şükreden شاكر Teklīf (A.) : sorumluluk, görev تكليف Şāyān (Peh.) : yakışır‚ dillere destan Tenk (Peh.) : dar تنك شايان Teṣānīf (A.) : düzenlemeler تصانيف Şebāb (A.) : gençlik شباب Tesliyyet (A.) : teselli تسليت Şukūh (A.) : asalet شكوه Teṣrīḥ (A.) : açık açık تصريح T’ab āzāden (A.-F.) : kurtulmak آزادن كردن Teşrīḥ kerden (A.-F.) : açıklamak تعب تشريح Ṭebāyi’ (A.) : huylar‚ yaratılış طبايع Tezvīr (A.) : hile‚ ikiyüzlülük تزوير T’aziyyet dāşten (A.-F.) : teselli etmek توت Tūt (F./bot.) : dut تعزيت داشتن Tābistān (F.) : yaz تابستان Ūlūlelbāb (A.-F.) : yüce kapı اولواااللباب Taḳṣīr (A.) : kusur تقصير Verziş (F.) : spor ورزش 82 Yeylāḳ (F.) : yayla يالق Zulāl (A.) : saf‚ temiz زالل Zārī (A.) : yakarış زارى Ẕevīlervāḥ (A.) : ruh sahipleri ذويالروا ح Zemistān (F.) : kış زمستان Ẓulmāt (Ẓulemāt) (A.) : karanlıklar ظلمات Zevāl dāşten (A.-F.) : giderilmek داشتن ظروف Ẓurūf (A.) : kap‚ kacak زوال Zūd (Peh.) : hızlı زود 83 KAYNAKLAR 84 KAYNAKLAR  BEYAZIT Selahattin, Ahmedî, “Ahmedî”, Ana Britannica, c.1, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, A-Ami  ………………………, Atterbom, Per Daniel Amadeus, “Attâr”, Ana Britannica, c.2, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Âmi-Avr  ………………………, Aveyron, “Avestâ”, Ana Britannica, c.2, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Âmi-Avr  ………………………, Beyzavî, “Beyzavî”, Ana Britannica, c.4, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Ber-Bro  ………………………, Bîrûnî, “Bîrûnî”, Ana Britannica, c.4, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Ber-Bro  ………………………, Cai Shen, “Cahiz”, Ana Britannica, c.5, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Bro-Cih  ………………………, Celaleddin Rumi, “Celaleddin Rumi”, Ana Britannica, c.5, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Bro-Cih  ………………………, Cüneyd, “Cüveynî”, Ana Britannica, c.6, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Cil-Dau  ………………………, Dehhani, “Dehhani (Hoca)”, Ana Britannica, c.7, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Dau-Ede  ………………………, Enverî, “Enverî”, Ana Britannica, c.8, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Ede-Fle  ………………………, Fersen, Hans, “Ferruhî”, Ana Britannica, c.8, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Ede-Fle  ………………………, Firavun, “Firdevsi”, Ana Britannica, c.8, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Ede-Fle  ………………………, Fuzulî, “Fuzulî”, Ana Britannica, c.9, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Fle-Gra 85  ...................................., Gazali, “Gazali”, Ana Britannica, c.9, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Fle-Gra  ...................................., Gazölçer, “Gazneliler”, Ana Britannica, c.9, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Fle-Gra  ………………………, Gülşehri, “Gülşehri”, Ana Britannica, c.10, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Gra-Het  ………………………, Gürz, “Güvahî”, Ana Britannica, c.10, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Gra-Het  ………………………, Haemanthus, “Hâfız”, Ana Britannica, c.10, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Gra-Het  ………………………, Karahitaylar, “Karahanlılar”, Ana Britannica, c.12, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, İsa-Kar  ………………………, Mahmud, “Mahmud (Gazneli)”, Ana Britannica, c.15, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Lua-Met  ………………………, Memur, “Memun”, Ana Britannica, c.15, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Lua-Met  ………………………, Namibia, “Namık Kemal”, Ana Britannica, c.16, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Met-Nük  ………………………, Nizamâbâd, “Nizâmî”, Ana Britannica, c.16, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Met-Nük  ………………………, N-town Oyunları, “Nabî”, Ana Britannica, c.16, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Met-Nük  ………………………, Recall, “Recaizâde Ekrem”, Ana Britannica, c.18, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Pir-Sak  ………………………, Sadık Bey, “Sadî”, Ana Britannica, c.18, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Pir-Sak  ………………………, Sarum Dinsel Ezgisi, “Sasaniler”, Ana Britannica, c.19, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Sak-Spo  ………………………, Selefiye, “Selçuklular”, Ana Britannica, c.19, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Sak-Spo  ...................................., Senato, “Senaî”, Ana Britannica, c.19, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Sak-Spo 86  ...................................., Serahsi, “Serahsi”, Ana Britannica, c.19, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Sak-Spo  ...................................., Sultaniyegah, “Sultan Veled”, Ana Britannica, c.20, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Spo-Tic  ...................................., Şeyhiye, “Şeyhi”, Ana Britannica, c.20, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Spo-Tic  ...................................., Yunus Emre, “Yunus Emre”, Ana Britannica, c.21, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Vig-Zyw  ...................................., Zerdüşt, “Zerdüşt”, Ana Britannica, c.21, I-XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Vig-Zyw  ...................................., Ziya Paşa, “Ziya Paşa”, Ana Britannica, c.22, I- XXII, Ana Yayıncılık, İstanbul, 1989, Vig-Zyw  İPEKTEN Haluk, ‘Ayrı Kafiyeli Olanlar/Mesnevi’, Eski Türk Edebiyatı/Nazım Şekilleri ve Aruz, 9. b., Türk Edebiyatı İnceleme Dizisi: 21, Dergah Yayınları: 152, Aralık 2007, İstanbul  MANSOURİ Faryar, ‘Monte Carlo Building, Villa Danesh’, The Iranian, 15 Kasım 2003, www.iranian.com/Travelers/2003/November/MonteCarlo/indeks  ÜNVER İsmail, ‘Mesnevi’, Türk Dili/Aylık Dil Dergisi, Cilt: LII, Yıl: 36, Sayı: 415, 416, 417, Temmuz-Ağustos-Eylül 1986, İstanbul  YILDIRIM Nimet, ‘Fars Öğüt Edebiyatı’, Doğu ŞarkiyatıAraştıma Dergisi, Nüsha, Yıl:V, Sayı:16, Kış 2005, www.farsdili.com  YILDIZ Alim, ‘Süleyman Nazif’e Göre İran Edebiyatının Edebiyatımıza Tesiri’, Cumhuriyet Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:VIII/1, Haziran – 2004, Sivas  www.roshangari.net/mashroteh/arfaaldolel.html 87 METİN 88 METİN 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 FOTOĞRAFLAR 102 FOTOĞRAFLAR Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân adlı mesnevînin şairi Prens Mirza Rıza Han Dâniş 103 Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân adlı mesnevînin şairi Prens Mirza Rıza Han Dâniş 104 Prens Mirza Rıza Han Dâniş’nin Monako’da bulunan “Villa Dâniş” ismiyle anılan villası 105 Prens Mirza Rıza Han Dâniş’nin Monako’da bulunan “Villa Dâniş” ismiyle anılan villası 106 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 107 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 108 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 109 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 110 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 111 76 “Villa Dâniş” isimli villadan bir detay 76 MANSOURİ Faryar, 15 Kasım 2003, ‘Monte Carlo Building, Villa Danesh’, The Iranian, www.iranian.com/Travelers/2003/November/MonteCarlo/indeks.html 112 Mirza Rıza Han Dâniş’in Tûl-i Ömr-i Tabiî-yi İnsân mesnevîsinde konu edilen yüz yirmi beş yaşındaki yaşlının örnek alındığı Ali Baba bin Hüseyin 113 ÖZGEÇMİŞ Adı, Soyadı İdil Su ÖZ Doğum Yeri ve Yılı Bursa 1986 Bildiği Yabancı Farsça İyi Diller ve Düzeyi İngilizce İyi Eğitim Durumu Başlama - Bitirme Kurum Adı Yılı Lise 2001 2004 Bursa Cumhuriyet Lisesi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Lisans 2005 2009 Fars Dili ve Edebiyâtı Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Yüksek Lisans 2009 Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyâtı Doktora Çalıştığı Kurum Başlama - Ayrılma Çalışılan Kurumun Adı (lar) Yılı 1. 2. 3. Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Kuruluşlar Katıldığı Proje ve Toplantılar Yayınlar: Diğer: İletişim (e-posta): idilsu_19@hotmail.com Tarih 06/03/2013 İmza Adı Soyadı İdil Su ÖZ 114