T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ ve KAMU YÖNETİMİ ANABİLİMDALI NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI (Doktora Tezi) Bakko Mehmet BOZASLAN Bursa - 2018 T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ ve KAMU YÖNETİMİ ANABİLİMDALI NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI (Doktora Tezi) Bakko Mehmet BOZASLAN Danışman: BEKİR PARLAK Bursa – 2018 ii T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda 711315003 numaralı Bakko Mehmet BOZASLAN’ın hazırladığı “NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI” konulu doktora ile ilgili tez savunma sınavı, ...../...../ 2018 günü ……… - ………..saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının …………………………..….. (başarılı/başarısız) olduğuna ……………………………… (oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Üye (Tez Danışmanı ve Sınav Komisyonu Başkanı) Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi ....../......./ 2018 iii T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS/DOKTORA TEZ ÇALIŞMASI ÖZGÜNLÜK RAPORU ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ ve KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI BAŞKANLIĞI’NA Tarih: …/…./……… Tez Başlığı / Konusu: “NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI” Yukarıda başlığı gösterilen tez çalışmamın a) Kapak sayfası, b) Giriş, c) Ana bölümler ve d) Sonuç kısımlarından oluşan toplam ………… sayfalık kısmına ilişkin, ……/……/…….. tarihinde şahsım tarafından ................................... adlı intihal tespit programından (Turnitin)* aşağıda belirtilen filtrelemeler uygulanarak alınmış olan özgünlük raporuna göre, tezimin benzerlik oranı % ….. ‘tür. Uygulanan Filtrelemeler: 1. Kaynakça hariç 2. Alıntılar dahil/ hariç 3. 5 kelimeden daha az örtüşme içeren metin kısımları hariç Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tez Çalışması Özgünlük Raporu Alınması ve Kullanılması Uygulama Esasları’nı inceledim ve bu Uygulama Esasları’nda belirtilen azami benzerlik oranlarına göre tez çalışmamın herhangi bir intihal içermediğini; aksinin tespit edileceği muhtemel durumda doğabilecek her türlü hukuki sorumluluğu kabul ettiğimi ve yukarıda vermiş olduğum bilgilerin doğru olduğunu beyan ederim. Gereğini saygılarımla arz ederim. Tarih ve İmza Adı Soyadı: Bakko Mehmet BOZASLAN Öğrenci No: 711315003 Anabilim Dalı: Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Programı: Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Statüsü: Doktora Danışman iv Yemin Metni Doktora tezi olarak sunduğum “NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI” başlıklı çalışmanın bilimsel araştırma, yazma ve etik kurallarına uygun olarak tarafımdan yazıldığına ve tezde yapılan bütün alıntıların kaynaklarının usulüne uygun olarak gösterildiğine, tezimde intihal ürünü cümle veya paragraflar bulunmadığına şerefim üzerine yemin ederim. Tarih ve İmza Adı Soyadı: Bakko Mehmet BOZASLAN Öğrenci No: 711315003 Anabilim Dalı: Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Programı: Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Statüsü: Doktora v ÖZET Yazar Adı ve Soyadı: Bakko Mehmet BOZASLAN Üniversite: Uludağ Üniversitesi Enstitü: Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı: Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Tezin Niteliği: Doktora Tezi Sayfa Sayısı: XIII+192 Mezuniyet Tarihi: Tez Danışman(lar)ı: Prof. Dr. Bekir PARLAK NEOLİBERAL DÜNYADA ALTERNATİF DEMOKRASİ ARAYIŞLARI: EGEMEN DEMOKRASİ VE RUS KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI 1980 sonrası dönem, tüm dünyayı etkisi altına alan bir ‘yeni’yi beraberinde getirmiştir. Küreselleşme ve neoliberalizm ortaklığındaki bu dönemde, siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanı kapsayan bir değişim süreci başlamıştır. Özellikle devlet ve kamu yönetimi pratikleri değişime uğramış ve devletin rolünün ne olacağı, gelecekteki varlığının hangi dinamikler ile şekilleneceği ve kamu yönetiminin nasıl örgütleneceği dönemin yanıt bekleyen temel soruları olmuştur. Bu dönemde Rusya, küreselleşme ve neoliberalizmin yarattığı bu etkileri tehditkâr bulmuş ve iç dinamiklerini merkeze alarak ürettiği egemen demokrasi modeli ile egemenlik vurgusunu güçlendirmeye çalışmıştır. Vladimir Putin Dönemi’nde kapsamlı bir şekilde tartışılmaya başlanan bu modelde, devletin ve kamu yönetiminin küreselleşen dünyanın neoliberal ihtiyaçları karşısında kendisini nasıl koruyabileceği ortaya konmuştur. Belirlenen politikalar devleti güçlendirmeye yönelmiş ve yapılan kamu yönetimi reformları da egemenlik talebine göre şekillendirilmiştir. Anahtar sözcükler: Egemen Demokrasi, Kamu Yönetimi, Küreselleşme, Neoliberalizm, Rusya Federasyonu. vi ABSTRACT Name and Surname: Bakko Mehmet BOZASLAN University: Uludağ University Institution: Social Science Institution Field: Political Science and Public Administration Degree Awarded: PhD Page Number: XIII+192 Degree Date: Supervisor(s): Prof. Dr. Bekir PARLAK SEEKING ALTERNATIVE DEMOCRACY IN THE NEOLIBERAL WORLD: SOVEREIGN DEMOCRACY AND UNDERSTANDING OF RUSSIAN PUBLIC ADMINISTRATION ABSTRACT The post-1980 period brought together a “new” that affected the whole world. In this period of globalization and neoliberalism, a process of political, social, economic and cultural change has begun. In particular, the practices of state and public administration have changed and become fundamental questions of what the role of the state will be, the dynamics of its future existence, and how the public administration will be organized. In this period, Russia has found threatening effects of globalization and neoliberalism and tried to strengthen the sovereignty emphasis with the dominant model of democracy that centered on its internal dynamics. In this model, which has been discussed extensively in the Vladimir Putin period, it has been revealed how the state and public administration can protect itself against the neoliberal needs of the globalizing world. The determined policies have been directed towards strengthening the state and the public administration reforms have been shaped according to the sovereignty claim. Keywords: Sovereign Democracy, Public Administration, Globalization, Neoliberalism, Russian Federation. vii TEŞEKKÜR Akademik hayatımın bu önemli aşamasında yanımda olmayı kabul eden Değerli Hocam Prof. Dr. Bekir PARLAK’a, görüşlerini paylaşarak yol gösteren Doç. Dr. Derda KÜÇÜKALP’e ve Yrd. Doç. Dr. Cantürk CANER’e, tez savunma sınavımda yer alarak eleştirilerini büyük bir titizlik içerisinde dile getiren Doç. Dr. Neslihan SAM’a ve Doç. Dr. Yavuz BOZKURT’a sonsuz teşekkür ederim. Yokluğunu derinden hissettiğimiz Babamız Bahattin ÇOKOĞULLAR’a… viii ix İÇİNDEKİLER ÖZET................................................................................................................................. v ABSTRACT ..................................................................................................................... vi TEŞEKKÜR .................................................................................................................... vii İÇİNDEKİLER ................................................................................................................ ix KISALTMALAR ............................................................................................................ xii GİRİŞ ................................................................................................................................ 1 BİRİNCİ BÖLÜM KÜRESELLEŞME ve NEOLİBERALİZM İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA DEĞİŞEN KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI 1.1.KÜRESELLEŞME ................................................................................................ 10 1.1.1.Kavramsal Çerçeve ......................................................................................... 10 1.1.2.Küreselleşmenin Tarihçesi .............................................................................. 15 1.2.KÜRESELLEŞME YAKLAŞIMLARI VE BOYUTLARI .................................. 19 1.2.1.Aşırı Küreselleşmeciler (Hyperglobalist) ....................................................... 19 1.2.2.Küreselleşme Karşıtları-Kuşkucular (Sceptic) ............................................... 21 1.2.3.Evrimsel-Dönüşümsel Yaklaşım (Transformationalist)……………………..25 1.2.4.Küreselleşmenin Boyutları ............................................................................. 26 1.3.NEOLİBERALİZM ............................................................................................... 31 1.3.1.Liberalizmden Neoliberalizme ....................................................................... 31 1.3.2.Hızla Değişen Dünya ve Neoliberalizm İlişkisi ............................................. 35 1.4.YENİ DÜNYA DÜZENİ (NEW WORLD ORDER) ve KAMU YÖNETİMİ .... 42 1.4.1.Değişen Devlet ve Kamu Yönetimi ................................................................ 42 1.4.2.Yeni Liderlik Anlayışı .................................................................................... 48 1.4.3.Yeni Örgüt Modeli .......................................................................................... 49 1.4.4.Yönetişim ........................................................................................................ 50 1.4.5.Yeni Kamu Hizmeti Anlayışı………………………………………………..52 1.4.6.Yerelleşme ...................................................................................................... 53 1.4.7.E-Devlet .......................................................................................................... 55 1.4.8.Yeni Kamu İşletmeciliği (YKİ) ...................................................................... 56 1.4.9.Bölgeselleşme ................................................................................................. 57 x İKİNCİ BÖLÜM YENİ BİR DEMOKRASİ ANLAYIŞI MI?: RUSYA’NIN “EGEMEN DEMOKRASİ”Sİ 2.1.DEMOKRASİ ÜZERİNE GENEL BİR ÇERÇEVE ............................................ 60 2.1.1.Demokrasi Türleri ........................................................................................... 62 2.1.1.1.Doğrudan Demokrasi ............................................................................... 63 2.1.1.2.Yarı Doğrudan Demokrasi ....................................................................... 63 2.1.1.3.Temsili Demokrasi ................................................................................... 64 2.1.1.4.Müzakereci Demokrasi ............................................................................ 64 2.1.1.5.Liberal Demokrasi .................................................................................... 64 2.1.1.6.Çoğunlukçu Demokrasi ............................................................................ 65 2.2.RUSYA’DA BİR ALTERNATİF: EGEMEN DEMOKRASİ MODELİ Mİ? ..... 67 2.2.1.Yeni Bir Devlet İdeolojisi Olarak Egemen Demokrasi .................................. 73 2.2.2.Egemen Demokrasi Varsayımları....................................................................... 81 2.2.3.Rusya’nın Milli Geleceğini Garanti Altına Alma Anlayışı Olarak “Egemen Demokrasi Projesi” .................................................................................................. 84 2.2.4.Egemen Demokrasi Temel Unsurları ............................................................. 86 2.2.4.1.Toplumsal Dayanışma .............................................................................. 86 2.2.4.2.Kültür ....................................................................................................... 87 2.2.4.3.Rekabet Gücü ve Kaynağı Olarak Eğitim ve Bilim ................................. 88 2.2.5.Egemen Demokrasi Eleştirisi.......................................................................... 88 2.2.5.1.Eleştiriler…………………………………………………………………………….88 2.2.5.2.Bir Korunma Kalkanı Olarak Egemen Demokrasi Savunusu…............94 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM EGEMENLİK PEKİŞTİREN MERKEZİYETÇİLİK: RUSYA KAMU YÖNETİMİ 3.1.RUSYA KAMU YÖNETİMİ’NE SOVYETLER BİRLİĞİ’NDEN KALAN MİRAS…………………………………………………………………………….....99 3.2.RUSYA FEDERASYONU’NDA DEVLET…………………………………...101 3.2.1.Yasama Erki .................................................................................................. 105 3.2.2.Yargı Erki ..................................................................................................... 113 3.2.3.Yürütme Erki ................................................................................................ 118 xi 3.3.RUSYA’DA KAMU YÖNETİMİ ...................................................................... 125 3.3.1.Putin Dönemi’nde Rusya’da Kamu Yönetimi .............................................. 127 3.3.1.1.Merkezileşme ......................................................................................... 129 3.3.1.2.Kamu Hizmetlileri .................................................................................. 131 3.3.1.3.Ekonomik İstikrar Arayışı ...................................................................... 133 3.3.1.4.Sistemin “İstikrar Bozucuları”: Siyasal Partiler ..................................... 136 3.3.1.5.Yerel Yönetimlerin Genel Durumu ........................................................ 139 3.3.2.Rusya Kamu Yönetimi İçin Çıkarımlar ve Perspektifler…………...…………..143 SONUÇ VE ÖNERİLER .............................................................................................. 147 KAYNAKÇA………………………………...………………………………………………………156 EKLER………………………………………………….……………………………………………..166 ÖZGEÇMİŞ .................................................................................................................. 166 xii KISALTMALAR AB: Avrupa Birliği ABD: Amerika Birleşik Devletleri APEC: Asia-Pasific Economic Cooperation BİT: Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bkz.: Bakınız C.: Cilt Çev.: Çeviren Der.: Derleyen DTÖ: Dünya Ticaret Örgütü Ed.: Editör GATS: General Agreement on Trade in Services GATT: Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GSYİH: Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Haz.: Hazırlayan IMF: International Monetary Fund KGB: Komitet Gosudarstvennoy Bezopasnosti M.Ö.: Milattan Önce NAFTA North American Free Trade Agreement OECD: Organisation for Economic Co-operation and Development p. page s.: sayfa ss.: sayfadan sayfaya SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği STK: Sivil Toplum Kuruluşları TODAİE: Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü t.y.: tarih yok USAK: Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu vd.: ve diğerleri Vol.: Volume vs.: vesaire WB: World Bank xiii YKİ: Yeni Kamu İşletmeciliği 1 GİRİŞ Küreselleşmenin ne olduğu ya da olmadığı günümüzde de hâlâ yoğun bir şekilde tartışılmakta ve bu tartışmalarda bir uzlaşmaya varılamadığı görülmektedir. Kimine göre, kapitalizmin ve emperyalizmin bir evresi, kimine göre bir olgu kimine göre de genel olarak getirdikleri ile birlikte anılabilecek bir süreç olarak ele alınan küreselleşme, özünde “yeni” olarak değerlendirilebilecek bir şey(ler)i anlatmaktadır. Bu yenilik, oldukça klişe bir tabir ile ifade olunabilecek “uzakların yakın olması” ile ifade edilebilmektedir. Gerçekten artık dünyanın bir diğer ucu diye tarif edilebilecek bir yer ya da mekandan bahsedebilmek zorlaşmaktadır. “Küresel köy” tarifi her geçen gün kendini haklı çıkarmaya başladığı gibi tanıdık/bilindik olma hali de derecesini bir o kadar yükseltmektedir. Artık dünya üzerinde insanlar, birbirinden kolaylıkla haberdar olmakta ve uzaklık mefhumu da anlamını o ölçüde yitirmektedir. Küreselleşme üzerine yazılanlar ya da söylenenler incelendiğinde de birbirinden oldukça farklı tanımlara, yaklaşım tarzlarına ve bakış açılarına rastlanmaktadır. Dolayısıyla küreselleşmenin ne olduğu ya da olmadığı ile ilgili uzlaşmanın sağlanamadığı ve gelecek yıllarda da tartışmanın süreceği söz konusu bu ‘çok’luktan anlaşılabilmektedir. Bu durum da esasında kavramın etki ettiği alanın çok geniş olması ve aslında her yere ya da her şeye dokunması ile bağlantılı olarak ortaya çıkmaktadır. İktisadi, siyasi, kültürel, toplumsal vb. birçok alan ve bu alanlara ait kurumlar, küreselleşmenin kendisinden ve beraberinde getirdiklerinden yoğun bir şekilde etkilenmektedir. Bu etkilenme de çoğunlukla bir zorunluluk ve yer yer de kaçınılmazlık ekseninde gerçekleşmektedir. Herhangi bir alanda yaşanan değişim ister istemez diğer bir alana da sıçramakta ve sıçradığı yerin de kurallarının dönüşümüne neden olmaktadır. Nitekim genel olarak 1990’ların ortalarından itibaren yoğun bir şekilde tartışıldığı görülen küreselleşme, siyasal-toplumsal ve kültürel açıdan birçok değişiklik yaratmıştır. Tüm dünyayı etkisi altına aldığı görülen küreselleşmenin sonuçları tahmin edilmesi zor olmayacak şekilde geniş kapsamlı olmuştur. Her şeyin sürat kazanarak insan yaşamına girmeye başlaması, teknolojinin ve iletişim araçlarının âdeta boyut değiştirerek kapsamını genişletmesi ve artık neredeyse hiçbir şeyin bu sürece dahil olmadan devam edememesi ülkesel bazda küreselleşmenin beraberinde getirdiklerine yönelik direnç noktalarını da kırmakta ya da zafiyete uğratmakta gecikmemiştir. 2 Neoliberalizm de başlayan bu yeni dönemin ekonomi ve siyasalarının nasıl şekillendirilmesi gerektiğini anlatarak devletleri ve piyasayı şekillendirmiştir. Başka bir ifadeyle, dönemin ihtiyaçları nelerdir sorusu üzerinden söz konusu bu şekillendirme sürecinin öğelerini anlatmış ve bu öğelere uygun önlemler alınması gerekliliği üzerinden bir ‘olmazsa olmazlar’ listesi sunmuştur. Bu ‘olmazsa olmazlar’ listesi, çoğunlukla küreselleşmenin ‘yeni’liklerine ilişkin bir çerçeve çizerken; küreselleşmenin, neoliberalizmin tamamlayıcısı gibi evrildiği düşüncesi öne çıkmıştır. Nitekim yapılan çalışmaların birçoğu, küreselleşme ile ilgili düşünceleri açıklarken neoliberalizme değinmiş ve bu ‘tamamlayıcılık’ üzerinde durma gereği hissetmiştir. Öyle ki bazı çalışmalar, bu ‘tamamlayıcılık’ fikrini daha da öteye taşıyarak küreselleşme ve neoliberalizmin birbirini “var eden” bir ikili olduğunu ileri sürmüştür. Küreselleşme ve neoliberalizmin bu ikiliği ya da ortaklığı, neredeyse her ülkenin herhangi bir şekilde nasibini aldığı yeni bir döneme işaret etmiştir. Kapitalizmin konjonktürel ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkan neoliberal politikalar, kamu sektörü ve özel sektör üzerinde şekillendirici etkide bulunmuştur. Ülkeler, bu güçlü ve yayılan etki karşısında çoğunlukla çaresiz kalmıştır ve kendilerinden beklenen o “yeniden yapılanma” adı verilen süreci başlatmak zorunda kalmıştır. Devlet ve kamu yönetimi anlayışı da bu süreçte değişime uğramıştır. Devletin bu yeni dönemde rolünün ne olacağı, hareket alanının neye göre belirleneceği ve yeniden belirlenecek kuralların devlet egemenliği üzerinde ne tür etkilerde bulunacağı tartışılmaya başlanmıştır. Devletin etki ve müdahale alanlarının daraltılarak ulus devletin sınırlarının şeffaflaştırılması ve kamu yönetiminin de farklı bir liderlik ve örgütlenme ağı ile yeniden şekillendirilmesi bu tartışmaların neredeyse ana konusu olmuştur. Egemenlik meselesi de ele alınan diğer konular arasında yer almıştır. Son dönemin önemli bölgesel ve küresel aktörlerinden biri olarak öne çıkan Rusya da küreselleşen dünyanın dinamikeri karşısında temkinli davranmaktan yana bir tavrın sahibi olmuştur. Yaşanan gelişmelerin, Rusya’nın çıkarları ile tezatlık içerisinde olduğu gibi Rusya’nın genel manada ruh iklimine de uygun olmadığı üzerinden hareket edilmiştir. Rusya’nın kendisi için neyin iyi olduğunu tespit edebilecek ve tespit ettikten sonra da bu iyi’nin uygulamasını başlatabilecek güce sahip olduğu belirtilmiştir. Öncelikle Rusya’nın kendisini her türlü dış müdahaleden koruyabilecek ve içeride de 3 güveni tesis edebilecek potansiyelinin olduğunun kanıtlanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Devletin gücünün korunması ve hatta daha da güç kazanabilmesi adına Rusya, kendisi ile müsemma olan bir demokrasi modeli yaratmaya çalışmıştır. “Egemen demokrasi” olarak adlandırılan bu model ile Rusya, iç dinamiklerini öncelemiş ve bu iç dinamiklerini politikalarının merkezine yerleştirmeye çalışmıştır. Bu noktada, oldukça belirginlik kazanmış bir egemenlik talebi öne çıkmıştır. Vladislav Surkov başta olmak üzere egemen demokrasi kuramcıları, bu temel talep doğrultusunda devletin egemenlik sorunsalına yanıt üretme amaçlarını ilan etmişlerdir. Nitekim dertlerinin Rusya’nın çıkarları ve gelecekteki istikrara dayalı varlığı olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, Rusya farklı bir ülkedir; değerleri, özellikleri, kaygıları, tehdit algısı vb. ile diğer ülkelerden özellikle Batı’dan farklılaşmaktadır. Zira Batı, kendi çıkarlarına uygun düşen demokrasi modelini tüm dünyaya en ideal olan olarak sunmakta ve liberal demokrasi olduğu anlaşılan bu modelin kabulünü talep etmektedir. En ideal olarak kurguladığı için de ülkelerin benimsedikleri diğer demokrasi modellerini de “gerçek demokrasi” olmamakla itham etmektedir. Egemen demokrasi küreselleşme süreci ile başladığı öne sürülen yeni dönemde, Rusya’da egemenliğin öncelendiğini anlatmakta ve egemenliği belirgin bir şekilde öne çıkarmaktadır. Ancak bu önceleme anlayışı ile demokrasinin yok sayılmadığı ya da yalnızca söylem düzeyinde kalmadığı vurgulanmaktadır. Burada egemen olanın, Rus halkının bizatihi kendisi olduğu üzerinde durulmaktadır. Rusya’nın güvenliği, toplumun gelecekteki varlığı, ekonomik istikrarın sağlanabilmesi ve en önemlisi hasımların Rusya üzerindeki kötü emellerinin engellenebilmesi adına egemen demokrasi kavramı öne çıkmaktadır. Bu bağlamda egemen demokrasi, Rusya’nın milli güvenlik stratejisi olabildiği gibi bir koruma kalkanı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Vladimir Putin Dönemi’nde gündeme yerleşen bu model, Putin’in siyasal önceliklerini karşıladığı gibi devletin ve kamu yönetiminin küreselleşen dünyanın neoliberal ihtiyaçları karşısında kendisini nasıl koruyabileceğini de ortaya koymaktadır. Egemen demokrasi modeline yukarıda bahsedildiği gibi güçlü bir şekilde yaslanan Rusya, bu modelden ilham alarak kamu yönetimi anlayışında da önemli değişiklikler yapmaya çalışmıştır. Kamu yönetiminde kapsamlı reformlar yapılmış ve 4 neredeyse düzenleme dışı bırakılmış bir alan kalmamıştır. Devletin müdahale ettiği alanlar genişlemiş ve en önemlisi merkeziyetçilik vurgusu belirgin bir şekilde öne çıkmıştır. Devleti güçlendirme politikaları etkili bir şekilde uygulanmaya başlanmış ve bu konuda ortaya çıkacak muhalif görüşlere taviz verilmeyeceği başından itibaren hissettirilmiştir. Merkezi önceleyen bu anlayış eşliğinde, yerel yönetimlere özel önem gösterilmiştir. Yerel yönetimler, kendi haline bırakılmadığı gibi merkeze çok daha katı bir şekilde bağlanmıştır. Merkezin onayı alınmadan herhangi bir karar alabilmek oldukça zorlaşmış ve ancak gündelik rutin meseleler yerele bırakılmıştır. Yine merkezi güçlendirme ve hakim kılma çabasına uygun düşecek şekilde birçok kanun değişikliği yapılmış ve muhalefetin ortaya çıkışı ya da etkinliği arttırması engellenmiştir. Zira tehdit-tehlike algısı büyük ölçüde güç kazanmış ve Rusya’nın özellikle Batı’dan gelebilecek ‘kötü’lüklere karşı ne pahasına olursa olsun korunması gerektiği belirtilmiştir. Dışarıdan içeriye sokulmaya çalışılan yıkıcılığın ya da kaotik unsurların bertaraf edilmesi fikri kabul görmüştür. Çalışma, Rusya kamu yönetiminin küreselleşme ve neoliberalizmin tüm dünyayı kasıp kavuran rüzgârında nereye evrildiğinin ya da nasıl bir değişim yaşadığının/yaşamak zorunda kaldığının ortaya konması amacı üzerinden hareket etmektedir. Bu süreçte, Rusya’nın nasıl bir korunma politikası/stratejisi izlediğinden bahsedilmekte ve ürettiği egemen demokrasi modeli, kamu yönetimi anlayışı ile birlikte ele alınmaktadır. Çalışma, egemen demokrasi modelinin açık bir şekilde dillendirildiği ve uygulamaya konulmaya başlandığı Putin’in iktidar yıllarını incelemektedir. Bilindiği üzere başbakanlık görevini yürütürken Boris Yeltsin’in istifası ile anayasa gereği önce geçici olarak başkanlık görevine gelen Putin, üç ay sonra yapılan seçimleri kazanarak başkan olmuştur. 2004’te yapılan seçimleri de kazanan Putin, 2008’de anayasa gereği bir daha aday olamadığı için görevi seçimleri kazanan ve kendisiyle aynı siyasi oluşumdan gelen Dmitri Medvedev’e devretmiştir. Bu dönemde Medvedev, Putin’in kendisinden önce uygulamaya koyduğu çalışmaları aynen devam ettirdiği gibi Putin’den bağımsız bir politka izlemeye neredeyse hiç kalkışmamıştır. Dolayısıyla her ne kadar 2012’de yeniden seçilinceye kadar başkanlık görevini dört yıllığına Medvedev’e bırakmış olsa da Putin, Rusya’da 2000’den beri iktidarını hiç kaybetmemiştir. Bu 5 nedenle, 2000’de başlayan ve günümüzde de devam eden sürecin tamamı çalışmada “Putin Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Çalışmanın özgünlük arayışına ise Rusya kamu yönetiminin egemen demokrasi üzerinden okunması çabası üzerinden yanıt üretilmektedir. Egemen demokrasi kısa bir tarihçeye sahip olmakla birlikte Rusya üzerine yapılan çalışmalar için büyük önem arz etmektedir ancak egemen demokrasi üzerine yerli yazında birkaç makalede ve tezde geçen birkaç cümlelik bahsin dışında egemen demokrasi kavramına rastlanmamaktadır. Oysaki kamu yönetiminden dış politikaya, ulusal güvenlik çalışmalarından enerji politikalarına ve ekonomiye kadar çok geniş bir yelpazede Rus karar alma mekanizmalarının zihinsel arka planını egemen demokrasi oluşturmaktadır. Dolayısıyla egemen demokrasiyi bilmeden veya ona değinmeden yapılacak pek çok çalışma eksik kalmakta veya konunun anlaşılması güçleşmektedir. Bu bağlamda, çalışmanın ikinci bölümünü oluşturan egemen demokrasi yerli yazına bir katkı denemesi olmakla birlikte çalışmanın özgün yanını oluşturmaktadır. Bu süreçte yaşanan en büyük zorluk, literatürde seçilen konu itibariyle yeterli kaynak bulunamaması ile ilgili olmuştur. Literatür incelendiğinde Rusya üzerine pek çok çalışmaya rastlanmaktadır lakin bu çalışmaların büyük çoğunluğunu, Rusya’nın dünyanın çeşitli ülkeleri ve birlikleri ile olan ekonomik ve siyasi ilişkileri, Rusya’nın çeşitli uluslararası örgütlerle ilişkileri, Rusya’nın enerji politikaları, Osmanlı – Rus ilişkileri, Milli Mücadele Dönemi Rusya ile ilişkiler, Sovyetler Birliği Dönemi ve Sovyet Sonrası Dönem, turizm, Rus edebiyatı vb. gibi konuların oluşturduğu görülmüştür. Bu bağlamda, gerek Sovyet Dönemi gerekse günümüze ait Rus kamu yönetimini ele alan çalışmaların yok denilecek kadar az olduğu görülmüştür. Demografik yapısı, dünya ticaretindeki yeri, sahip olduğu enerji kaynakları ve özellikle askeri teknolojisi gibi etmenler bir arada düşünüldüğünde genel kabul gördüğü üzere Rusya, hem bölgesel hem de küresel ölçekte önemli, belirleyici, politika üreten ve üretilmiş politikalara etki edebilen bir aktördür. Dünya ekonomisi, siyaseti ve sosyal politikaları üzerinde bu denli büyük bir etki kapasitesine sahip olan Rusya’nın kamu yönetimi üzerine yeterli çalışma yapılmamış olması bir eksikliğe işaret etmiştir. Zira bir ülkenin kamu yönetimini ve onun yürüttüğü siyaseti bilmeden yapılacak çalışmalar bir noktada yarım kalabilmektedir. Bu nedenle özellikle Putin’in 2000’de iktidara gelmesiyle birlikte eski gücüne peyderpey kavuştuğu görülen Rusya’nın egemen demokrasi bağlamında kendi kamu yönetimini ne şekilde ve hangi 6 amaçla yeniden inşa ettiğini ele alan çalışma bahsettiğimiz eksikliğin giderilmesine katkı sunma amacını taşımaktadır. Bu amacın öne çıktığı çalışma, benzer noktaları ele alan diğer çalışmalardan konunun odak noktası ve argümanları itibariyle farklılaşmaktadır. Diğer birçok çalışma incelendiğinde de genel olarak bu çalışmalarda, Prenslikler ve Rurik Dönem’den günümüze Rusya’da siyasal hayatın ele alındığı görülmektedir. Yine döneme göre değişmekle birlikte bu çalışmalarda anayasaların incelenmesi üzerinden tarihsel süreç analiz edilmekte ve ilgili dönem yorumsamacı bir yaklaşımla değerlendirilmektedir. Bu analiz ve yorumlama çabasına çalışmanın da küçük bir kısmında yer verilmektedir. Nitekim çalışmada kamu yönetimi alanında yapılan reformların fonksiyonel özellikleri üzerinde durulduğu için bu reformların günümüz kamu yönetimi anlayışı ile ne kadar uyumlu olduğu da değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Bilindiği üzere nitel araştırma niçin, nasıl, ne şekilde gibi sorulara yanıt aramak için kullanılan bir bilimsel yöntemdir. Nitel araştırma yöntemlerinden yazılı materyallerin incelenmesine dayalı doküman analizinin1 kullanıldığı çalışmanın amacı, Rusya’da kamu yönetiminde egemen demokrasi bağlamında ortaya çıkan dönüşümü, kamu yönetiminde küreselleşme/neoliberalizm çerçevesinde ortaya çıkan dönüşümlerle ilişkilendirerek açıklamaya çalışmaktır. Çalışmada, Rusya kamu yönetiminde ne tür bir değişimin yaşandığı, değişimi yaratan faktörlerin neler olduğu ve Rusya kamu yönetiminin küresel kamu yönetimiyle arasındaki ilişki üzerinde durulmaktadır. Rusya kamu yönetimi ve egemen demokrasi, çalışmanın temel başlıklarını oluşturmakta ve bu başlıklar üzerinden küreselleşme ve neoliberalizmin Rusya için taşıdığı anlam tartışılmaktadır. Rusya kamu yönetiminin zihinsel örüntülerini ortaya çıkarma amacının öne çıktığı çalışmada da nitel araştırma yöntemi kullanılmış ve üç temel soruya cevap aranmaya çalışılmıştır. Bu sorulardan ilki, 1980’lerden itibaren büyük bir değişim ve dönüşüm yaşayan kamu yönetimi anlayışı Sovyet sonrası Rusya’ya özellikle Putin Rusya’sına ne şekilde sirayet etmiştir? İkincisi, egemen demokrasi Rusya kamu yönetiminin hakim ideolojisi midir? Üçüncüsü ise Rusya’da devlet mi kamu yönetimini yoksa kamu yönetimi mi devleti şekillendirmiştir? Bu anlayışın sonucu olarak çalışmanın temel 1 Bkz. Prof. Dr. Ali Yıldırım ve Prof. Dr. Hasan Şimşek, Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri, 10. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Bursa, 2016. 7 hipotezi de ‘Küreselleşmenin ve neoliberal politikaların ön plana çıktığı dünyada, Rusya sırtını egemen demokrasiye yaslayarak egemenliğini güçlendirme çabası içindedir ve bu amaca hizmet edecek kendine has, içinde yaşadığımız dünyanın kamu yönetimi değerleriyle uyuşmayan bir kamu yönetimi anlayışına sahiptir’ şeklinde belirlenmiştir. Akademik çalışmalarda disiplinler arası yaklaşım özellikle 20. yüzyıl sonrası önem kazanmaya başlamıştır. Neredeyse her gün daha önceki dönemlerle birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmadığı düşünülen disiplinlerin biraraya gelmesi sonucunda ortaya çıkan heyecan verici bilgilerin ve elde edilen bu bilgilerin teknolojiye dönüştürüldüğü çalışmalara şahit olunmaktadır. Bu bağlamda, çalışmada da birbirinin içerisinden çıkıp geliştiği çeşitli çalışmalarla ortaya konan siyaset bilimi, kamu yönetimi ve ekonomi disiplinlerinden aynı anda faydalanılmış ve disiplinler arası karakter kazanma amacı öne çıkmıştır. Literatür taraması yapılırken de bu amaç eşliğinde ilerlenmiş ve çalışmanın özellikle kuramsal çerçevesi çizilirken konunun iktisadi boyutunu ele alacak nitelikte bir arka plan oluşturulmaya çalışılmıştır. Üç bölümden oluşan çalışmanın birinci bölümünde, küreselleşme ve neoliberalizmin teorik çerçevesi çizilmekte ve ardından bu ikilinin, devlet ve kamu yönetimi üzerinde yarattığı etkiler incelenmektedir. Küreselleşmenin tarihçesi, boyutları ve küreselleşmeye dair farklı yaklaşımlardan bahsedilmekte, neoliberalizm ile küreselleşme arasındaki ilişki/bağlantı analiz edilmeye çalışılmaktadır. Söz konusu bu ilişki neoliberalizm ve küreselleşme etkisinde ortaya çıktığı öne sürülen “yeni düzen” ile anlatılmak istenenin ne olduğundan hareketle bu “yeni düzen”de devlet ve kamu yönetimi anlayışında yaşanan dönüşüm ele alınmaktadır. İkinci bölümde, çalışmanın asıl konusunu oluşturan Rus kamu yönetimi anlayışının arka planında yer alan egemen demokrasi kavramsallaştırmasına yer verilmektedir. Öncelikle demokrasi tanımı, özellikle Surkov’un yazdıkları ve söyledikleri üzerinden yapılmaya çalışılmakta ve halihazırda uygulanan ya da tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş demokrasi türlerine kısaca değinilmektedir. Ardından ikinci bölümün ana omurgasını oluşturan egemen demokrasi modeli ile neyin amaçlandığı, Rusya’nın neden böyle bir modele ihtiyaç duyduğu ve bu modelin nasıl bir stratejiye dayandığı analiz edilmektedir. 8 Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde ise Rusya kamu yönetimi anlayışı 1993 tarihli anayasa çerçevesinde incelenmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede Rusya’da devletin nasıl organize olduğu, yasama-yürütme-yargı erklerinin örgütlenme pratikleri ile bu erklerin görev-yetki ve sonuçlarına değinilmektedir. Sovyet Dönemi’nden kalan ‘kötü’ kamu yönetimi mirası ve bu mirasla birlikte Putin Dönemi’nde yapılan kamu yönetimi reformları, bu reformlarla yürütmenin başka bir ifadeyle, merkezin nasıl güçlendirildiği üzerinde durulmaktadır. Yine ekonomi alanında, kamu personeli konusunda, siyasi partiler ve seçim kanununda yapılan değişiklikler ele alınmakta, yargının siyasallaşması ve yasamanın kontrolüne ilişkin bir tartışma yürütülmektedir. Bu tartışmaya ek olarak merkezileşme öne çıkarken yerel yönetimlerin genel görünümü ve yerel yönetimler ile ilgili yapılan reformlar da tüm boyutlarıyla değerlendirilmektedir. Ayrıca kamu politikalarının belirlenmesi ve yürütülmesi sürecini ifade eden işlevsel anlamda kamu yönetimi ve devletin örgütsel görünümünün yansıması olan yapısal anlamda kamu yönetimi tarifleri üzerinden Rusya kamu yönetimi de hem işlevsel hem de yapısal anlamda ortaya konmaktadır. Rusya’nın özellikle küreselleşme ve neoliberalizm konusunda izlediği politika oldukça önemlidir çünkü Rusya, dünya siyasetinde etkili bir aktördür. Coğrafi konumu ve askeri gücü itibariyle, özellikle Türkiye için bahsedilen bu önemi çok daha büyüktür. Tarihsel süreç içerisinde Rusya ile Türkiye arasında ekonomik, sosyal, kültürel, askeri vb. açılardan ilişki geliştirilmiş ve iki ülke Putin Dönemi’nde daha da yakınlaşmıştır. Ayrıca her iki ülkenin de modernleşme sürecini ve sancılarını neredeyse eş zamanlı yaşamaları, imparatorluk deneyimleri başlıca tarihsel benzerlikleridir. Rusya ve Türkiye tarihsel süreç içerisinde âdeta birbirinin benzeri olan aşamalardan geçmiştir. İki devletin mirasçısı olduğu devletlerin kuruluş, yükseliş ve duraklama dönemleri birbirine çok yakın tarihlerde gerçekleşmiştir. Rusya ve Türkiye’nin son 15 yılı da önemli düzeyde benzerliklere sahiptir. 2000 yılının hemen başında Boris Yeltsin Dönemi sonrasında çok ciddi problemleri olan bir Rusya’yı devralan Putin ile karşılaşılırken; Türkiye’de ise ekonomik krizle biten koalisyon hükümetinden 2002’de görevi devralan Recep Tayyip Erdoğan bulunmaktadır. Her iki ülke liderinin seleflerinden aldığı miras, birbirine benzediği gibi ülkelerinin içerisinde bulunduğu zor durumdan çıkış için uyguladıkları politikalar da birbiriyle ortaklaşmakta ve özellikle 2012’den sonraki politikalar arasında belirgin bir örtüşme de görülmektedir. Dolayısıyla Rusya’nın egemen demokrasi ile ne 9 anlatmaya çalıştığı ve kamu yönetimde neler yaptığı Türkiye için de çok önemlidir. Daha önce bahsedildiği gibi bu konuda yapılmış bilimsel çalışmalar da oldukça sınırlı düzeyde kalmıştır. Bu nedenle de egemen demokrasinin Rusya kamu yönetimi üzerindeki etkisinin, küreselleşme ve neoliberalizm ilişkiselliği ile birlikte ele alındığı çalışma ile katkı denemesi yapılmaya çalışılmaktadır. 10 BİRİNCİ BÖLÜM KÜRESELLEŞME ve NEOLİBERALİZM İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA DEĞİŞEN KAMU YÖNETİMİ ANLAYIŞI 1.1. KÜRESELLEŞME 1.1.1. Kavramsal Çerçeve Günümüzde üretim şeklinden yaşam tarzına ve tüketim kalıplarından kamusal ilişkilere değin kapsamlı bir değişim süreci yaşanmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kullanılmaya başlanan küreselleşme, bu değişim ya da eski ile aynı olmama durumuna verilen genel ad olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski ile aynı olmama hali de tahmin edilmesi zor olmayacak şekilde kendi içerisinde birçok boyutluluğa da işaret etmektedir. Başlayan değişim, geniş alanları etkisi altına almayı başardığı gibi bazen tek bir noktadan yapılan sıçrama diğer alanlara da nüfuz edebilmektedir. Dolayısıyla çok farklı dinamikler devreye girebilmekte, çelişkiler ortaya çıkabilmekte ve hesapta olmayan yeni eklemeler ile karşılaşılabilmektedir. Küreselleşme dendiğinde de fikirler, bakış açıları ve yaklaşım tarzlarının farklılaştığı görülmektedir. Genel olarak siyasal ve toplumsal alanda yaşanan kapsamlı değişim ve dönüşüm ile ortaya çıkan yeni yapı ve kurumları anlatan bir kavram (Touraine, 2001:265) olan küreselleşme, bu genel tanımı ile bir değişime işaret etmektedir. Bu değişimlerden ilki, Soğuk Savaş Dönemi süper güçlerinin rekabetinin küresel karşılıklı bağımlılık yaratması ve bu süper güçlerin etki alanlarını dünyanın her yerine ulaşılabilecek şekilde genişletmesidir. İkincisi, özellikle Sovyet sonrası (post Soviet) dönemde küresel kapitalist sistemin doğuşunun ve ticaretin hızlanması ile yayılması buna ilave olarak modern iş örgütlerinin ulus ötesi karakterinin küresel bir ekonomik yapıya varlık kazandırmasıdır. Üçüncüsü, teknolojik gelişimin ve yeniliklerin küreselleşmenin alt yapısını hazırlamasıdır ve bu sayede yaşanan dönüşümdür. Dördüncüsü, önemli bir siyasal ve ideolojik boyuta sahip olan küreselleşme bu boyutu liberal demokrasiyi ve liberal demokrasinin siyasi değerlerini yaymaya çalışmaktadır (Heywood, 2012:332- 334). 11 Küreselleşme, başlı başına yeni bir dönemi anlatmakta ve bu yeni dönemin beraberinde getirdiklerini tüm dünyaya taşımaktadır. Zaman-mekan entegrasyonu sağlanmakta, sınırlar aşılmakta ve birçok şey saniyeler içinde gerçekleşmektedir. Bu yeni dönemi başlatan koşullar da Coşkun Can Aktan’a (1997:28) göre aşağıdaki gibi sıralanmaktadır:  Yeni pazarların oluşması ve uluslararası rekabetin sertleşmesi,  Uluslararası ve bölgesel bütünleşmelere gidilmesi,  Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler,  Yeni teknolojik buluşlar,  Bilgisayar sistemlerinin gelişmesi ve yaygınlaşması,  Malzeme teknolojisi alanında meydana gelen ve üretimin yapısını, üretim girdilerinin kompozisyonunu ve dolayısıyla üretim maliyetlerini düşüren gelişmeler,  İnsan hakları ve demokrasi alanında kaydedilen ilerlemeler nedeniyle örgütlerde insan unsurunun öneminin ve insan kaynaklarının ekonomik kalkınmanın itici gücü olduğunun anlaşılması,  Ürün niteliği ve kalitesi konusunda müşteri beklentilerinin değişmesi,  Çalışanlarda yönetime katılma isteğinin ve demokratik yönetim beklentilerinin artması,  Sosyalist-kollektivist üretim sisteminin ve devletin ekonomideki ağırlığının zayıflaması,  Demografik yapının ve işgücü kompozisyonunun değişmesi Yukarıda sıralandığı gibi küreselleşmeyi başlatan, gidişatı ve sonuçlarını etkileyen birçok dinamik bulunmaktadır. Bu dinamik ve koşullar, teknolojik ya da iletişimsel olabildiği gibi nüfusun yapısı ile de ilgili olabilmektedir. Dolayısıyla küreselleşmeye dair oluşturulmaya çalışılan çerçevenin içerisine birbiriyle bağlantılı olmadığı düşünülenlerin dahi eklenebildiği görülmektedir. Nitekim Anthony Giddens Modernliğin Sonuçları başlıklı çalışmasında küreselleşmenin, siyasi ve iktisadi etkilerin 12 belirlediği bir karmaşık güçler dizisi oluşturduğuna değinmektedir. Giddens’a göre (2004:33), özellikle kalkınmış ülkelerde, küreselleşme günlük yaşamı değiştirmekte, yeni uluslararası sistemler ve güçler yaratmakta ve içinde yaşanılan toplumun kurumlarını dönüştürmektedir. Ulus devletler arasındaki sınırların giderek önemsizleştiği, mesafelerin anlam kaybına uğradığı bu yeni yapı, küresel ile yerel arasında bir ast-üst ilişkisi doğurmamaktadır. Zira uzunca zamandır şahit olduğumuz bu yapı küresel, ulusal ve yerel aktörler ile olayların düzenli ve sürekli bir etkileşimi bağlamında siyasi süreçlerin derinleşmesi kadar genişlemesini de vurgulamaktadır (Heywood, 2012:332). Bu nedenle küreselleşme, bir değişim olarak ele alındığı gibi bir süreç olarak da incelenmektedir. Başka bir ifadeyle, küreselleşme, bir süreç olarak değerlendirilip tanımlanabileceği gibi süreç sonunda beliren duruma vurgu yaparak da tanımlanabilmektedir (Steger, 2005:13). Söz konusu bu çalışmalarda girişilen tanımlama ve açıklama çabası, ciddi bir ihtiyaç halini almıştır zira kavram çok boyutlu ve bir o kadar da karmaşıktır. Kavramın karşımıza çıktığı ya da bugünkü haliyle kullanılmaya başlandığı tarih bazen yüzyıllar öncesine kadar geri götürülürken bazen de oldukça yakın geçmişte aranan bir küreselleşme sürecinden bahsedildiği görülmektedir. 16. yüzyıl bu geri götürülüşün tarihidir lakin küreselleşme kavramının, geçtiğimiz yüzyılın sonlarında meydana gelen teknolojik değişimlerin etkisiyle ortaya çıktığı görülmektedir (Ellwood, 2002:13). 1980’li yıllarda siyasi alanda dolaşımına rastlanan küreselleşme kavramı, 1990’lı yıllara gelindiğinde ise artık tüm dünyayı kuşatmış durumdadır (Aktel, 2003:6). Öyle ki 1980’lerden sonra Kemal Görmez’in de (2005:8) belirttiği gibi küreselleşme kavramı bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Fikret Başkaya (2002:26), küreselleşmenin siyasal yönünü işlemekte ve küreselleşmeyi, siyasal bir ideoloji olarak ele almaktadır. Başkaya (2002:26), bir ideoloji olarak küreselleşmenin geçerli süreçlerin ve eğilimlerin zorunlu, kaçınılmaz, üstelik arzulanan bir şey olduğu düşüncesini yaygınlaştırıp tek düşünce haline getirmeyi amaçladığı ve uyum sağlamaktan başka da bir seçenek olmadığı üzerinde durmaktadır. Immanuel Wallerstein (1974), küreselleşmeyi kapitalist dünya ekonomisinin bir zaferi olarak değerlendirirken söz konusu kapitalist dünyanın küresel bazda bir iş bölümü ile birbirine bağlı olduğunu ifade etmektedir. Douglas Kellner (2003), sözcüğün emperyalizm hatta modernleşme gibi eski söylemlerin yerine kullanıldığı için sözcüğü saf veya tarafsız olarak anlamlandırmanın olası olmadığından bahisle en doğru biçimde 13 tanımlanıp açıklanması gereken çok boyutlu bir sürecin ifadesi olarak ele almaktadır. Buna göre küreselleşme emperyalizm yerine kullanıldığında dikkatleri başka yönlere çekmekte ve gelişmiş ülkelerin gelişmemiş ülkeler üzerindeki egemenliğini veya yerel ve ulusal ekonomilerin uluslararası şirketler karşısında ezilmesi gerçeğini saklayıcı bir rol oynamaktadır (Kellner, 2003). Dahası sömürgeciliğin gayri insani yönlerini kapamak ya da birkaç dev işletmenin geçmişten gelen sömürge düzenini göz ardı eden neoemperyalizm söylemlerinin bir parçası olmaktadır. Böylece emperyalizmin günümüz insanına yaşattığı her türlü yıkımı saklayan bir misyon küreselleşme kavramına yüklenmiş olmaktadır. Küreselleşme, modernleşmenin de yerine kullanılmaktadır. Modernleşmenin yerine kullanılması ile birlikte de bir ‘yenilik’ ve ‘ilerleme’ kavramlarından da bahsedilmiş olmakta ve gelişme için tüm yaşananların gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Küreselleşmenin bu şekilde hem modernleşme (iyi) hem de emperyalizm (kötü) söylemlerinin yerine kullanılmasına rağmen her ikisine nazaran çok daha tarafsız ve kabul gören bir söylem olduğu da gözlenmektedir. Öte yandan, görece tarafsız ve kabul görme durumu küreselleşmenin ekonomik ve sosyal süreçler, teknolojik yenilikler, farklı ürün ve hizmetler, çok boyutlu enformasyon, gelişen kültürel özgürlük ve yükselen yaşam standardı gibi kavramların ifadesi içinde kullanılmasına dolayısıyla çağımızın ideolojik söylemine sıkı bir biçimde bağlanmasına engel de teşkil etmemektedir (Kellner, 2003:39-40). John B. Foster (2005:171) ise kapitalizm ve küreselleşme arasındaki ilişkiden bahsederek işe başlamaktadır. Buna göre, kapitalizm en aşırı evresine ulaştığı ve âdeta bir “doğal gücü” haline geldiği bir dönemi yaşamaktadır. Küreselleşme de piyasanın dünyanın dört bir köşesine yayılması ve herhangi bir merkeze ya da iktidar odağına bağlı ya da bağımlı kalmadan gelişen bir sürece tekabül etmektedir. Bu anlamda küreselleşme ve kapitalizm arasında güçlü bir bağ ortaya çıkmakta ve bu ilişki ağı sayesinde belirlenen amaca daha kolaylıkla ulaşılabilmektedir. Kimileri bu ilişki biçimini zorunluluğun şekillendirdiği kimileri de gönüllülük esasına dayanan bir süreç olarak tanımlama yoluna gitmektedir. Ancak nasıl tanımlanırsa ya da nereden bakılırsa bakılsın küreselleşme ve kapitalizm arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Roland Robertson da (1990:280) Foster ile benzer şekilde küreselleşmeyi, çağdaş kapitalizmin zorunlu bir bileşeni olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla yine bir 14 bağlılık/bağımlılık ilişkisinden bahsedilmekte ve aslında kendi içerisinde bir varlık sorununa değinilmektedir. Var olmak ya da yolumuza devam edebilmek adına birlikte hareket etmek, kararları ortak çıkarı gözeterek almak ve en önemlisi de aksi hale karşı karşıya kalınacak ayakta duramama halinin ortaya çıkacağı bilincinde olmak gerekmektedir. Robertson ve Foster’ın ortaklaştığı bu noktadan uzaklaşmayan Korkut Boratav (2001:16) da küreselleşmeyi kapitalizm ile ilişkilendirmekte ve Soğuk Savaş Dönemi sonrasında kapitalizmin farklı bir formda dünyaya yayılması olarak tanımlamaktadır. Küreselleşme, kapitalizm ile yakından bağlantılı bir süreç olarak imlenmekte ve kapitalizmin, gelişim evlerinden biri olarak görülmektedir. Küreselleşme ve kapitalizm, birbirlerinin dilinden anlayan iki yol arkadaşı olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yol arkadaşlığı, yalnızca o ikisinin işine yarayan ve sorunlarını aşabilmeleri sağlayan bir birlikteliği anlatacak şekilde kullanılmaktadır. Buna göre küreselleşme, son derece yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmasına rağmen büyük sermaye sahiplerinin içinde bulunduğu açmazı aşmalarına aracılık etmektedir (Kazgan, 2002:67). Küreselleşme nedir, ne değildir, ne zaman ortaya çıkmıştır vb. sorular sıklıkla akla gelmektedir. Nitekim yukarıda genel hatlarıyla değinilen küreselleşme ile ilgili ortaya konan düşünceler, bu soruların hâlâ sorulduğunu ve yanıt beklendiğini doğrulamaktadır. Lakin 1990’lı yıllardan itibaren hızla artmaya başlayan bir küreselleşme literatürü olmasına rağmen yaklaşık çeyrek asırlık dönemde üzerinde uzlaşılan bir tanım oluşturulamadığı görülmektedir. Uzlaşma ve yer yer çatışmanın yaşanması küreselleşmenin sonuç ve etkilerinin oldukça karmaşık ve “çok boyutlu” olması ile yakından bağlantılıdır. Küreselleşmenin “çok boyutlu” oluşu, kavramı etkileyen ve kavramın etkisi altında kalan pek çok faktörün olması, kavram üzerine çalışan tüm araştırmacıların kavramı kendi perspektifinden yorumlaması gibi nedenler ortak bir tanım oluşturulmasının önündeki başlıca engelleri oluşturmaktadır. Ortak bir tanım yaratma gayesi içerisine girilmesi bazen yersiz bir çetrefilliğin ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Keza her bir araştırmacının kendi çalışma alanı açısından yeni bir tanım kazandırmaya çalışması öncelikle ilgili literatürü zenginleştirecektir. Nitekim küreselleşme tanımlarının birleştiği nokta, ortak bir tanımda uzlaşmanın sağlanamamış olmasıdır (Zengingönül, 2004:12). Bu nedenle de sıklıkla yapılan, küreselleşme ile ilgili tanımların ortak noktalarının ortaya konmasıdır. 15 Gerçekten de neredeyse her alanda kayda değer izdüşümü olan küreselleşme üzerine oldukça geniş tanımlamalar yapılmış ve her bir tanımda küreselleşmenin farklı bir yönü ön plana çıkarılmış veya vurgulanmak istenmiştir. Jürgen Habermas’a göre (2008:81), bir kavram olarak küreselleşme ulaşım, iletişim ve alışveriş ilişkilerinin ulusal sınırları aşan bir karakter kazanması ve söz konusu ilişkilerin boyutunun oldukça büyük bir hal almasıdır. Zygmunt Bauman’a göre (1999:69) ise “dünya meselelerinin belirsiz, kuralsız ve kendi başına buyruk doğası” ile “bir merkezin, bir kontrol masasının bir yönetim kurulunun, bir idari büronun yokluğu” küreselleşme fikrinden çıkan en derin anlamlardır. Bu bağlamda Bauman, küreselleşmenin bir yeniden dağılım sürecinde ortaya çıktığını belirtmektedir. Ona göre, bir süreç olarak ele alınabilecek olan küreselleşme zenginlik ile yoksulluk, güç ile güçsüzlük, ayrıcalık ve sınırlamalar, kısıtlı olma durumu ile özgürlük gibi karşıtlıkların ve son olarak kaynakların ve acizliğin yeniden dağılımı sürecinde ortaya çıkmaktadır (Bauman, 1999:81). Küreselleşmenin hız kazanarak toplumsal ve siyasal alanlarda yarattığı değişim, Bauman’ın bahsettiği karşıtlıkların yanında sınırların da kaybolmasına yol açmaktadır. Ulus devletlerin, uluslararası şirketler ağının güçlü ilişkisi ortasında yer yer zaafiyete düştüğü belirtilmekte ve ekonomik açıdan çok daha karmaşık düzlemde hareket etmek zorunda kaldıkları ileri sürülmektedir. Her zamankinden çok daha hareketli ve kaygan olan bu zemin üzerinde düşmemek adına da geçmişten farklı olarak politika belirlenim aşamasında iç dinamiklerden ziyade dışa odaklanma ihtiyacını yoğun bir şekilde hissetmektedirler. Karşıtlıkları törpüleyerek ılımlılaştırma çabasının yanında “sınırsız dünya”nın2 kurallarını da büyük ölçüde dikkate almaları gerekmektedir. 1.1.2. Küreselleşmenin Tarihçesi Yukarıda bahsedilen ve küreselleşmenin farklı boyutları itibariyle tanımlarının verilmeye çalışıldığı bölüm, bir kez daha göstermektedir ki kavram üzerine ortak bir tanım yapmak gerçekten oldukça güçtür ve daha önce de ifade edildiği gibi ortak bir tanım arayışı içerisine girmek anlamsız ve bir o kadar boş bir çabadır. İlgili literatür incelendiğinde kavram üzerine tanım yapma noktasında karşılaşılan güçlük, kavramın 2 “Sınırsız dünya” kavramsallaştırması için bkz. Kenichi Ohmae, The Borderless World: Power and Strategy in the Interlinked Economy, Collins London, 1990. 16 tarihçesi bağlamında da kendisini göstermektedir. Zira kavramın tarihçesini ilk insana götüren görüşlerden M.Ö. ilk bin yıla götüren görüşlere, 15. yüzyıldan alıp günümüze dayandıran görüşlerden İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası şeklinde ikili bir ayrım yapan görüşe çok geniş bir yelpazede analiz yapılmaktadır. Bu bağlamda, bir tarihçe ortaya koyabilmek adına küreselleşmeye atfedilen değer, kavram kullanıldığında zihinlerde beliren anlam ve küreselleşmenin özellikleri gibi hususlar göz önünde bulundurularak bir analiz yapabilmek mümkündür. Küreselleşmenin ne zaman başladığını ortaya koyabilmek ya da bir tarih verebilmek daha önce de belirtildiğini gibi zor olduğu gibi pek mümkün de değildir. Küreselleşme üzerine çalışan farklı disiplinlerden araştırmacıların da çoğunlukla bu konuda uzlaştıkları bir araya geldikleri görülmektedir. Gerçekten de küreselleşme sürecinin tam olarak ne zaman başladığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Lakin Mehmet Aktel’e göre (2001:195) küreselleşme, insanların bulundukları yerlerden başka yerlere göç ve ticaret kervanlarının oluşturulması, binek hayvanlarının evcilleştirilmesi, büyük pazarların kurulması, ipek yolu ve deniz yollarının kullanılarak yeni bölgelerin keşfedilmesine kadar eski ve köklü bir geçmişe sahiptir. Başka bir ifadeyle, küreselleşmenin tarihi birkaç yıla sığdırılamaz. Çok daha eski çağlarda karşımıza çıkmakta ve en azından küreselleşmenin ilk izlerine rastlanmaktadır. Robert Went (2001:24-26) ise bu noktada küreselleşmeye bir tarih ararken küreselleşmenin ortaya çıkışına dair durumları incelemektedir. Went’e göre, ilk olarak birbiriyle mutlak manada bütünleşmiş ve bu bütünleşmeden doğan küresel pazar sayısının artışıyla beliren küreselleşme olgusundan, ikinci olarak çok uluslu şirketlerin piyasa etkinliklerinin artması ve artan etkinliklerinin piyasadaki ağırlıklarının artmasına neden olmasından kaynaklanan küreselleşme olgusundan, üçüncü olarak yaşanan gelişmelerin ulusal boyutları aşan düzeyde yönetim ve düzenleme ihtiyacı doğurması ve bundan kaynaklanan küreselleşme olgusundan, son olarak özellikle 1970’lerin sonundan itibaren makroekonomik politikaların bizlere gösterdiği küreselleşme olgusundan bahsedilmektedir. İpek Cebeci (2011:366-367), çalışmasında küreselleşme tanımlarından yola çıkarak küreselleşmenin temelinde yatan bazı özellikler üzerinde durmaktadır. Cebeci’ye göre tanımlamalardaki ilk ortak özellik, dünyadaki toplumsal ilişkilerin 17 yoğunlaşmasıdır. Zira küreselleşme sınırları aşan yeni toplumsal ağları örüp yeni toplumsal faaliyetler yarattığı gibi mevcut olanları da çoğaltmaktadır. Bu durumu mümkün kılan ise alınan siyasi kararlar ile teknolojik yeniliklerin bütünleşmesi olmuştur ve tüm bu gelişmeler sınırları aşan yeni toplumsal düzenlemelerin oluşmasına neden olmuştur. Küreselleşmenin ikinci özelliği toplumsal ilişkilerin, faaliyetlerin ve karşılıklı bağımlılıkların genişleme ve yayılmasında ifade bulmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönem teknolojik gelişmelere bağlı olarak internet teknolojisinin ve bu teknolojiye bağlı gerçekleştirilebilecek işlem sayısının ve çeşidinin oldukça arttığı ve neredeyse dünyanın her yerine yayıldığı bir dönemdir. Bu kapsamda online işlemler günün her anında yapılmakta, AVM’si olmayan ülke neredeyse bulunmamaktadır. Küreselleşmenin üçüncü özelliği ise toplumlar arası her türlü etkinliğin her geçen gün daha da artmasıdır. Artık dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan vaka kendi ülkemizde hatta kendi yerleşim yerimizde yaşanıyormuşçasına algılanabildiği gibi hemen yanı başımızda yaşanan olaylar sanki bizden binlerce kilometre ötede başka bir ülkede yaşanıyormuş gibi algılanabilmektedir. Küreselleşmenin son özelliği de yaşanan tüm bu değişim, dönüşüm ve etkileşimin sadece maddi boyutta ortaya çıkmamasıdır. Küreselleşmenin karakteristik özellikleri tanımın ortaya konulabilmesine yardımcı olurken, doğuşunu hazırlayan faktörler de söz konusu tanımlara açıklık getirmektedir. Küreselleşmeyi başlatan ya da küreselleşmenin doğması için uygun ortamı hazırlayan faktörler arasında “kitle iletişim araçlarında ve ulaşım araçlarında yaşanan baş döndürücü gelişmeler, gelişmiş ülkelerde yığılan sermayenin riski dağıtma isteği, gelişmiş ülkelerde yatırımların maliyetinin sürekli artması ve karlılığın düşmesi, sanayi yatırımları, çevre sorunları doğurmaya başladı. Bazı yatırım alanları ile bu sorunları az gelişmiş ülkelere taşımak, uluslararası sermayenin ülkeleri kontrol etmenin temel faktör olmaya başlaması, teknolojik buluşlar ve eski teknolojinin gelişmiş ülkelere pazarlanmak istenmesi” sayılabilmektedir.3 Genel olarak küreselleşmenin özellikleri, bir olgu ya da bir süreç olarak onu yaratan koşullar göz önünde bulundurularak analizler yapılmaya çalışıldığı yukarıda incelendiği üzere görülmektedir. Gerçekten de küreselleşmenin tarihi, yer verilen analizler eşliğinde değerlendirildiğinde çok eski çağlara kadar götürülebilmektedir. 3 Bkz. Ömer Eroğlu & Mesut Albeni, Küreselleşme, Ekonomik Krizler ve Türkiye, Bilim Kitabevi, Isparta, 2002, s. 25. 18 Ancak bu noktada en radikal evre ya da gelinmiş en son aşamanın tarihi için 1990’ların sonu hatta 1980’lerin ikinci yarısı karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Charles Duell’in 1899’da “Artık yeni hiçbir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi.” şeklinde ifade ettiği düşünce özellikle 1980’ler ve 1990’larla birlikte yerle bir edilmiştir. Bugün hayatımızı kolaylaştıran neredeyse tüm teknolojik yenilikler söz konusu dönemlerle birlikte hayatımıza girmiştir. Dünya genelinde insanların hayatlarının olmazsa olmazları diye nitelendirdiği başta cep telefonu olmak üzere sosyal iletişim ağları ve bilgisayar teknolojisinin birkaç on yıllık geçmişi vardır. Sadece teknolojide meydana gelen değişim ve dönüşümler değil, bilim ve bilimin ürettiği bilimsel bilginin uzay keşfinden ortalama insan ömrünün uzamasına kadar geniş bir yelpazede katkı sağlaması 1980’ler özellikle 1990’lar itibariyle olmuştur. Bugün artık dünyanın bir bölgesinde bir aktörün çekmiş olduğu bir fotoğraf dünyanın her yerinde selfie adıyla tekrarlanır olmuş, bir moda ikonunun veya bir futbolcunun saç veya giyim tarzı taklit edilir olmuştur. Günümüzde savaş altındaki Irak’ın Duhok kentinin Kesera Köyü’nde yaşayan on yaşındaki Homen, Ali Messi’yi bilmekte ve onun formasına ulaşamasa bile kendisine poşetten onun formasını yapabilmekte ve bu durumu dünya sosyal iletişim ağları üzerinden öğrenebilmektedir. Elbette bugün yaşanılan bu gelişmelerin temeli daha önce yapılan çalışmalarla atılmıştır çünkü bilim ve teknoloji birikimli olarak ilerlemektedir ancak bu ilerleme pek çoklarınca ifade edildiği üzere özellikle 1990’lardan sonra inanılmaz ölçüde ivme kazanmış ve bugün içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, hissettiğimiz veya hissedemediğimiz dünya, 1990’lar ve sonrasındaki keşiflerle şekillenmiştir. Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişim, söz konusu bu keşiflerin yapılabilmesini olanaklı hale getirmiş ve dönüşümün çok boyutlu yaşanmasının yolunu açmıştır. Dolayısıyla küreselleşmenin doğuşunda, teknolojideki nitel ve nicel değişim ile kapitalist üretim ilişkilerinin yaşadığı krizin atlatılabilmesine yönelik çare arayışları büyük ölçüde etkili olmuştur.4 4 Bu krizin de bilindiği üzere kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, vergilerde indirim yapılması, kamu harcamalarının sınırlanması, devletin etkinlik alanının küçültülmesi, küresel finans aygıtları üzerindeki denetim ve kontrolün kaldırılması vb. neoliberal politikaların uygulanması ile aşılabileceği gerçeği ile karşılaşılmıştır. Bkz. Manfred Steger, Küreselleşme, Çev. Abdullah Ersoy, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006. 19 1.2. KÜRESELLEŞME YAKLAŞIMLARI VE BOYUTLARI Küreselleşmenin farklı boyutları üzerinden yapılan tanım ve küreselleşmenin tarihsel gelişim seyri üzerine yapılan birbirinden farklı değerlendirmeler birlikte analiz edildiğinde görülmektedir ki toplum ve o toplumu oluşturan bireyleri çok yönlü etkileyen geniş kapsamlı bir değişim ve dönüşüm süreci başlamıştır. Bireyi ve toplumları bu derece de etkileyen, değiştiren ve dönüştüren bir olgunun doğal olarak destekçileri olacağı gibi ciddi eleştiriye tabî tutan karşıtlarının olacağı bir bakımı malumun ilanından ibaret olmaktadır. Nitekim George Ritzer (2003:190), bir süreç olarak gördüğü küreselleşme ile ilgili yaklaşımların kazanan-kaybeden bağlamında değerlendirildiğini ileri sürmektedir. Ritzer’a göre, küreselleşmenin beraberinde getirdikleri neticesinde başlayan sürecin sonunda kazanım elde edildiği düşünüldüğünde küreselleşme olumlu bir şekilde ele alınırken; tam aksi bir durum söz konusu ise o zaman da kaybedenler ya da zarar görenlerin kurduğu ilişkiselliğn ortasında olumsuz yaklaşımlar ile karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla küreselleşme sürecine bakış açısı, elde edilenler ve elden çıkanlar bağlamında değişikliğe uğrayabilmektedir. Bu durum, bazen ülkelerin gelişmişlik seviyelerine bazen sıklıkla belirtildiği üzere “merkez-çevre ilişkisi” vb. etkenlere bağlı ya da bağımlı olarak farklılık göstermektedir. Küreselleşme yaklaşımları da literatürde genel olarak bahsi geçen bu kazanan- kaybeden ekseninde yapılan tartışmaları merkeze almaktadır. Başka bir ifadeyle, kimin neden karşı olduğu ya da olmadığı küreselleşme yaklaşımlarının odaklandığı sorular üzerinden şekillenmektedir. David Held ve Anthony McGrew (2008) tarafından ortaya konan üçlü kavramsallaştırma incelendiğinde de bu soruların merkeze yerleştirildiği ve argümanların, bu sorular üzerinden geliştirildiği görülmektedir. Bu bağlamda, çalışmada da küreselleşme yaklaşımlarını, Held ve McGrew’in kavramsallaştırdığı üzere Aşırı Küreselleşmeci Yaklaşım (Hyperglobalist), Küreselleşme Karşıtları-Kuşkucular (Sceptic) ve Evrimsel-Dönüşümsel Yaklaşım (Transformationalist) olmak üzere üçlü bir analize tabî tutarak söz konusu soruların nasıl yanıtlandığı üzerinde duracağız. 1.2.1. Aşırı Küreselleşmeciler (Hyperglobalist) Bir diğer adı “radikal” ya da “hyperglobalist” olan küreselleşme taraftarlarının önde gelen temsilcileri Kenichi Ohmae, Francis Fukuyama ve Thomas Freidman’dır 20 (Çelik, 2012:61). Küreselleşmeyi destekleyenlerin ana argümanlarından ilki ekonomi temellidir. Zira onlara göre, ülke ekonomilerinin tam anlamıyla dışa açıldığı durumlarda ekonomik faaliyetler profesyonel çalışan dolayısıyla verimliliği oldukça yüksek daha etkin olacak ve böylece toplumların refah seviyesi artacak, verimsiz devlet yapısı ortan kalkacak ve son olarak firmaların aracılığıyla ileri teknoloji ürünleri pazarlarda kendilerine yer bulacaktır (Orhan, 2003:18). Küreselleşme taraftarlarının ikinci ana argümanı ise küreselleşme sonucunda yolsuzlukların azalacağı yönündedir zira küreselleşme ile birlikte gelen rekabet ortamı ve şeffaflık kalitenin artmasını tetikleyeceği gibi tüm toplumların ortak sorunlarından biri olan yolsuzluk ve sahtekârlığın sonunu getirecektir (Orhan, 2003:19). Fırat Bayar’a göre (t.y.:31-32), aşırı küreselleşmeciler görüşlerini liberal tezlere dayandırırken; 1980 sonrası döneme bakıldığında ise neoliberal tezlerin öne çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda, ekonomide liberalizasyon, deregülasyon ile özelleştirme faaliyetlerinin sonuna dek uygulanmasını savunan aşırı küreselleşmeciler, serbest piyasa ekonomisinin mikro anlamda bireyin faydasını, makro anlamda ise ekonominin genel dengesini sağlamayı maksimize edeceğini ileri sürmektedirler. Devletin ekonomiye müdahale etmediği bu düzende piyasa kendi dengesini sağlayacaktır. Temel güç ve otorite olarak küresel sermayeyi gören aşırı küreselleşmeciler, küresel sermayenin temel güdüsünün kâr olduğuna vurgu yaparak teknolojik ilerleme ve iletişim devriminin avantajlarından yararlanan küresel sermayenin ulus devletlerin sınırlarını önemsizleştirerek kârını arttırmak amacıyla tüm dünyayı etkileme çabası içerisinde olduğunu ileri sürmektedir (Bayar, t.y.:32). Küreselleşme söyleminin Batı’nın çıkarlarına hizmet ettiği gerçeğini inkâr etmeyen aşırı küreselleşmeciler, ülkeler arası işbirliklerinin artık kolaylaştığını, çoğaldığını ve küresel iletişimin gelişimiyle birlikte birbirinden farklı ülkelerin halklarının ortak menfaatlerinin artık daha çok farkında olduklarını bunun ise küresel bir uygarlığın yaratılması için oldukça elverişli bir ortam yarattığını belirtmektedirler (Kürkçü, 2013:6). Küresel piyasanın daha rasyonel çalışmasından dolayı politikanın yerini aldığı günümüz dünyasında küresel piyasaların gelişimi toplum içerisinde daha yüksek rasyonaliteye işaret etmektedir. Siyasetin yerel ve ulusal bazda önemini kaybettiğini ileri sürmek çok gerçekçi olmayacaktır ancak siyasetin küresel ekonomiyi etkileyemeyeceği gerçeği ortadır. Bu bağlamda, neredeyse tüm dünyada insanların 21 politika ile daha az ilgilenmeleri veya vatandaşların dünyanın neredeyse tümünde politikacılar noktasında âdeta hayal kırıklığı yaşayıp neredeyse hiçbir politikacıdan memnun olmaması küreselleşme sürecinin bir sonucudur. Tüm bunlar aşırı küreselleşmecilere göre, piyasanın devletten daha güçlü olduğunun en önemli göstergelerinden biridir. İşte yaşanan tüm bu gelişmelerden dolayı artık ulus devletlerin etkisini ya da gücünü törpüleyen yeni bir dünya toplumu ve bu toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak yeni kurumlar oluşmakta veya oluşturulması planlanmaktadır (Yalçınkaya vd., 2012:6). Yukarıda bahsi geçen süreç sonunda elbette bir taraf yaşanan bu süreçten kâr ederken diğer taraf kaybedecektir. Bu gerçeklikten hareket eden aşırı küreselleşmeciler, geleneksel merkez-çevre yapısının değiştiğini ve yeni bir küresel işbölümünün eski yapıyı ikâme ettiğini ileri sürmektedir. Bununla birlikte Kuzey Yarım Küre ile Güney Yarım Küre arasında her geçen gün biraz daha artan uyumsuzluğa dikkat çeken aşırı küreselleşmeciler, sosyal anlamda artan bu eşitsizliği idare etme görevini hükümetlere yüklemektedirler. Zira onlara göre, küreselleşme zaten kendi içerisinde kazanan ve kaybeden arasındaki kutuplaşmayı birbirine bağlayacaktır çünkü oyun teorisi açısından ele alınılacak olursa burada kazanan ve kaybeden arasında sıfır toplamlı bir oyun yoktur. Bu nedenle de küreselleşme sürecinde bir taraf kaybetmiş gibi görünse bile belli malların üretiminde üstün olduğu bir yer mutlaka olacaktır (Yalçınkaya vd., 2012:6). Aşırı küreselleşmecilerin öne çıkan isimlerinden biri olan Friedman (2001), özellikle The Lexus and the Olive Tree adlı çalışmasında küreselleşmenin faziletlerini anlatmakta ve küreselleşmeden övgüyle bahsetmektedir. Her şeyden önce geçmiş ile kıyaslanamayacak derecede büyük bir hız ve ilişki ağına değinmekte ve bu hız ile ilişki ğı çerçevesinde şekillenen bir ‘bütünleşme’ üzerinde durmaktadır. Friedman, âdeta büyülü bir süreçten geçen bir dünya tasviri yapmakta ve bu ‘bütünleşme’nin nimetlerini işlemektedir. 1.2.2. Küreselleşme Karşıtları-Kuşkucular (Sceptic) Literatürde “kuşkucular” olarak da adlandırılan küreselleşme karşıtları küreselleşmenin yeni bir durumu veya yeni bir dönemi simgelemekten ziyade dünya kapitalizm tarihinin bir parçası olarak eşitsizlikler ve dengesizlikler barındıran bir 22 ekonomik kalkınma modelinin süreklilik hali olduğunu ileri sürmektedir (Perşembe, t.y.:107). Genel olarak küreselleşmeyi, “devletlerin kendi ülkeleri üzerindeki egemenliklerinin pazar ekonomisinde işsizliğin, eşitsizliğin, güvensizliğin ve dünyada zengin ve fakir arasındaki farklılıkların giderek arttığı bir dünyaya yol açan süreç” (Dicle, 2000:56) şeklinde tanımlamaktadırlar. Kimileri ise küreselleşmeyi tamamen reddetmeseler dahi onun yarattığı bazı sonuçları son derece vahşi bulmaktadırlar. Richard Falk, küreselleşmenin bu yönüne dikkat çekmektedir. Falk’a göre (2002), neoliberal politikalar insanın ve toplumun genel anlamda mutluluğu üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Bu olumsuzluk, bazı durumlarda çok trajik ve sarsıcı boyutlara ulaşmaktadır. Falk da böylesi bir tablonun gözlendiği süreci “yırtıcı küreselleşme” olarak adlandırmaktadır. Giddens (2000:20), küreselleşmenin yeni süreci anlatmadığını ve bu mevzunun çok tartışmalı olduğunu düşünenler için “şüpheciler” kavramını kullanmıştır. Noam Chomsky, Paul Hirst, Grahame Thompson ve Immanuel Wallerstein gibi isimler küreselleşme karşıtlarının başlıca temsilcileridir (Çelik, 2012:62) ve söz konusu isimler ve diğer küreselleşme karşıtları, yaşadığımız dünyada yaşanılan hiçbir şeyin yeni olmadığı üzerinde durmaktadırlar. Onlara göre, küreselleşmenin arka planına yani 19. yüzyıla bakıldığında da önemli miktarda para ve mal hareketinin olduğu görülmektedir. Yine bu dönemde, insanların pasaport dahi kullanmadan bir ülkeden bir başka ülkeye göç ettiğinden hareketle bugün sınırların kalkmasının ya da aşınmasının aslında yeni bir şey olmadığını bir geriye dönüş olduğundan bahsedilmektedir. Bu ilk grup kuşkucuların dışında ayrıca salt ideolojik saiklerle hareket eden ve sosyalist bloğun yıkılmasıyla birlikte Marksist ideolojinin önemini kaybetmesini hazmedemeyen neo-marksist bir güruh mevcuttur, bu nedenle de doğrudan kapitalizm ile ilintili olan küreselleşme, kapitalist modernlik ile birlikte düşünülmeden açıklanamamaktadır (Kaya, 2009:7). Küreselleşme karşıtlarının üçüncü grubunu ise milli/milliyetçi saiklerle hareket eden kişiler oluşturmaktadır. 20. yüzyılın milli devlet yapısını benimsemiş bu kişiler, küreselleşmenin insanı baskıladığını, devlet egemenliğine son verdiğini, tüm devletleri emperyalist devletlerin boyunduruğu altına soktuğunu, yerelin ve ona ait değerlerin yok edilerek güçsüzü ezerek zengin ile fakir arasındaki uçurumu büyüttüğünü dolayısıyla küreselleşme sürecinden sadece çok uluslu şirketlerin pozitif etkilendiğini ve bu şirketlerin böylece ulus devletleri âdeta boğduğunu, bununla kalmayıp çevreye ciddi 23 zararlar verdiğini ileri sürmektedirler (Kaya, 2009:9). Dolayısıyla bu grup, eleştirilerini ya da çekincelerini milli devlete yöneldiğini düşündükleri tehditler üzerinden dile getirmektedir. Nitekim bu tehditlerin odak noktası da emperyalizm olarak belirlenmekte ve emperyalizmin, milli devletin egemenliği açısından muhtemel yıkıcı sonuçları ele alınmaktadır. Küreselleşme karşıtlarının dördüncü grubu incelendiğinde ise özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki başarısız politikacıların karşımıza çıktığı sıklıkla belirtilmektedir. Buna göre başta enflasyon olmak üzere işsizlikle mücadele, cari işlemler açığı vb. gibi konularda başarısız olan bu tarz ülke politikacıları faturayı küreselleşme sürecine kesmektedirler (Kaya, 2009:9). Başka bir ifadeyle, halihazırda karşılarında duran problemlerin ya da içinden çıkılmaz sorunların çözümünde yaşayacakları basiretsizliği örtbas edebilmek adına kendilerini bir günah keçisi arayan bu politikacılar, küreselleşme ve onun beraberinde getirdiklerini âdeta kurtarıcı olarak sarılmaktadırlar. Küreselleşmenin çok boyutlu etkileri zaman zaman bu politikacıların istediklerini de kendilerine kolaylıkla vermektedir. Ancak uzun vadeli olarak değerlendirme yapıldığında, belirlenen politikanın özüne ilişkin köklü başka bir problemin varlığı gün yüzüne çıkmakta çok da gecikmemektedir. Dolayısıyla da bu politikacıların iddiaları çoğunlukla söylemsel düzeyde kalmakta ve kabul görmemektedir. Küreselleşmeye karşı çıkan beşinci grubu ise sendikacılar oluşturmaktadır. Küreselleşme karşıtı sendikacıları küreselleşme karşıtı politikacılardan ayıran temel nokta ise küreselleşme karşıtı politikacıların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gözlemlenmesine karşın küreselleşme karşıtı sendikacılara gelişmiş ülkelerde de rastlanmaktadır. Eğer ortada çalışanların haklarına, kazanımlarına ve genel olarak çalışma ortamlarına ilişkin bir problem söz konusu ise bu problemin nedeni olarak küreselleşmenin sonuçları gösterilmektedir. Sendikacılar, doğal olarak bu noktada çalışan gruba yönelmekte ve bu grup hakkında olan biteni incelemektedirler. Gördükleri de küreselleşmenin, bu grup üzerinde olumsuz etkileri olduğu veya olabileceği yönündedir. Nitekim bu olumsuzlukları bulma aşamasında da çok zorlanmamaktadırlar. Küreselleşme karşıtlarının son grubunda radikal gruplar bulunmaktadır. Neomarksist, sosyalist ve İslamcı da olabilen bu radikal gruplar, dünyayı sömürenlerin 24 ve sömürülenlerin olduğu bir mekan olarak görmekte ve söz konusu mekanda emperyalistler ile gelişmiş merkez ülkelerinin sürekli kazanan, diğerlerinin ise hep kaybeden tarafta oldukları düşüncesinden hareketle küreselleşmenin kazanan tarafların hegemonyalarını pekiştirmekten başka bir şeye yaramadığı düşüncesinden hareket etmektedirler (Kaya, 2009:10). Bu radikal gruplar, kazanan-kaybeden ikiliği üzerinden bir karşıtlık geliştirmekte ve aslında bir ‘sömürü’ kavramsallaştırmasına gitmektedirler. ‘Sömürülen’ ve ‘sürekli kaybeden’ bir grubun varlığı işlenmekte ve bu grubun mevcut durumunun ‘kötülüğü’ küreselleşme ile ilişkilendirilmektedir. Ayrıca bu grup, yerli ekonomilerin çökertilmesi nedeniyle işsizliğin de genel bir sorun olarak ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Michel Chossudovsky (1999), küreselleşme sürecinin yarattığı işsizliğin nasıl oluştuğunu şu şekilde açıklamaktadır: …IMF gibi kurumların istikrar politikaları yardımıyla dünya çapında bir ucuz emek ekonomisi yaratmaya çalışmaktadır. Uluslararası şirketlerin pazar paylarını arttırma amacıyla kullanılan yerli ekonominin çökertilmesi stratejisi işsizliğe yol açmaktadır. Đşsizlik küresel arz sisteminin önemli girdisi olan emek maliyetlerinin minimize edilmesinin önünü açmaktadır. Dolayısıyla, küresel ekonomik sistemin niteliğini iki çelişik güç belirlemektedir. Bunlardan ilki küresel ucuz emek ekonomisinin yerleşiklik kazanması, diğeri yeni tüketici pazarlarına yönelik arayıştır. İşsizlik başta olmak üzere ekonomik açıdan kapitalizmin “vahşi” boyutlara ulaşması ile küreselleşme süreci genellikle birlikte alan küreselleşme karşıtları, sosyo- kültürel değişim yarattığı gerekçesiyle de küreselleşmeyi eleştirmektedirler. Bu değişimin, insan ilişkileri üzerinde yabancılaştırıcı etkide bulunduğunu ve insanların birbirinden geçmişte olduğu gibi ‘gerçek’ anlamda haberdar olmamalarına neden olduğunu ileri sürmüşlerdir.5 Yukarıda görüşleri ve hangi gruplara ait olduğu üzerinde durulan küreselleşme karşıtlarını yani bir diğer adıyla şüphecileri birçok farklı şekilde değerlendirilebilmek mümkündür. Şüphecilerin görüşleri ya da ileri sürdükleri argümanlar incelendiğinde genel olarak ortaklaştıkları bir perspektif olduğu ilk andan itibaren göze çarpmaktadır. Her şeyden önce yaygınlık kazanmış bir tehlike algısı ile karşılaşılmaktadır. Öyle ki bu tehlike, son derece büyük resmedilmekte ve küreselleşmenin bir varlık sorunsalı 5 Bu değişim ile ilgili bkz. Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara, 2006, s. 205. 25 yaratmaktan öteye gidemeyeceği üzerinde durulmaktadır. Dolayısıyla da küreselleşmeye dair hemen hemen her şey olumsuzlanmakta ve oldukça katı bir şekilde eleştirilmektedir. Oysaki bugün içinde yaşadığımız dönem, dünyanın hiçbir safhasında olmadığı kadar insanların birbirinden haberdar olduğu, teknolojik ilerlemenin aklı zorlayan boyutlara ulaştığı, bir kişinin aynı gün içerisinde birbirinden binlerce kilometre uzakta birkaç ülkede işlerini halledebilip gezinti yapabildiği ve en küçük piyasanın en büyük piyasalarla iç içe olduğu bir dönemdir. Günümüz dünyasını geçmişteki bazı dönemlerle zorlama kıyaslamalar yaparak aslında yeni bir şeyin olmadığını eskinin tekrar ettiğini ileri sürmek, salt bir kazanan-kaybeden ikiliği yaratmak ya da büyük tehlikelerin varlığına dair açmazlar ortaya koymak kendi içerisinde de geri dönüşü olmayan sonuçlar ortaya koyabilecek niteliktedir. 1.2.3.Evrimsel-Dönüşümsel Yaklaşım (Transformationalist) Küreselleşme karşıtlarından sonra küreselleşmeye dönüşümselci yaklaşanlar da bulunmaktadır. James N. Rosenau, Anthony Giddens, Jan Aart Scholte ve Manuel Castells’in öncülüğünü yaptığı dönüşümselci tezi savunanlar, modern toplumları ve dünya düzenini inşa eden sosyo-politik ve ekonomik dönüşümlerin temelini küreselleşme sürecine dayandırmaktadırlar. Onlara göre, küreselleşme çelişkilerle dolu bir tarihsel geçmişe sahiptir ve tam da bu nedenden dolayı küreselleşmenin hangi yöne evrileceğini tahmin etmek oldukça güçtür (Kürkçü, 2013:9). Aslında küreselleşme savunucuları ve küreselleşme karşıtları arasında bir yerde duran dönüşümselciler, küreselleşmeyi ciddi bir sorgulama ve eleştiriden geçmesi gereken toplumsal bir olgu olarak görmektedirler. Onlara göre, sonuçları oldukça karmaşık olan çağdaş küresel etkileşim, sonuçları bakımından oldukça karmaşık, çelişkili ve öngörülemez karakterdedir ve diğer iki görüşte ileri sürüldüğü üzere ekonomi ağırlıklı bir süreç olmaktan ziyade siyasal, kültürel vb. süreçleri de kapsayan bir ilişkiler bütünüdür (Perşembe, t.y.:107). Böylesine karmaşık olan ve bir bütün olan küreselleşmeye ilişkin her şey, bir defa daha okunmalı ve derinlemesine analiz edilmelidir. Kötü ya da iyi olduğuna ilişkin değerlendirmelerden ziyade nedeni-sonucu-evrimi, kısacası küreselleşmenin içini dolduran tüm olgular, süreçler, kavramlar vb. defalarca incelenmeli ve gerekli durumlarda yeniden yazılmalıdır. Muhtemel sonuçlar, farklı 26 perspektifler eşliğinde ve ideolojik önyargılar bertaraf edilerek eleştirel bir yaklaşım benimsenmelidir. Şüphecilere de büyük ölçüde yaklaşan bu grubun temsilcilerinin odaklandıkları nokta, küreselleşmenin nereye evrileceğinin ve beraberinde neler getireceğinin kestirilemez oluşudur. Küreselleşmenin ne zaman başladığı ya da hangi temel olguları dikkate alarak küreselleşme tanımlaması yapılması gerektiği konusunda da netlik söz konusu değildir. Örneğin Wayne Ellwood’a göre (2002:13) küreselleşmeyi, “eski bir süreci tarif eden yeni bir sözcük olarak ele aldığımızda, beş yüzyıl önce Avrupa sömürgeciliği ile birlikte küresel ekonomide yaşanan bütünleşmeyi küreselleşme olarak değerlendirebiliriz.” Dolayısıyla nereden bakıldığı ve bakılan perspektiften ne tür çıkarımlarda bulunulduğu önem kazanmaktadır. Tarihsel açıdan da küreselleşme süreci için bir başlangıç ya da bir durak arandığında da benzer sorunlar ile karşılaşılmaktadır. Kimilerine göre oldukça yeni bir sürece işaret eden küreselleşme, kimilerine göre hiç de yeni değildir. Aksine tarihi çok daha eskileri götürülebilmektedir. Paul Hirst ve Grahame Thompson (2000:8) da küreselleşmenin yeni olmadığını aşağıdaki gibi anlatmaktadırlar: …Eğer küreselleşmeyi, ülkeler arasında büyük ve artan bir ticaret akışı ile sermaye yatırımının gerçekleştiği açık bir uluslararası ekonomi diye yorumlarsak, bu sorunun cevabı kesinlikle olumsuzdur. Gerçek anlamda bütünleşmiş bir dünya ticaret sistemi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında oluşturulduğu için, uluslararası ekonominin karmaşık bir göreli açıklık-kapalılık hikâyesi vardır. Denizaltı telgraf kabloları 1860’lardan beri kıtalararası piyasaları birbirine bağlamaktadır. Binlerce mil uzaklıktaki yerlerle günlük ticareti ve fiyat belirlemeyi olanaklı kılan bu kablolar, günümüzün elektronik ticaretinden çok daha büyük bir yenilikti. Chicago ile Londra ya da Melbourne ile Manchester arasında anında iletişim kurmak mümkün hale gelmişti. Bono piyasaları da birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmış, -hem portfolyo hem doğrudan yatırım biçiminde- büyük çaplı uluslararası para akışı bu dönemde hızla artmıştı.” 1.2.4.Küreselleşmenin Boyutları Geçtiğimiz bölümlerde küreselleşmeye ilişkin tanımları üzerinde durulurken; küreselleşme olgusunun aslında birbirinden farklı ancak birbirini tamamlayan boyutları olduğundan söz edilmişti. Gerçekten de ilgili literatür incelendiğinde küreselleşmenin ekonomik, teknolojik, kültürel ve siyasal (ideolojik), boyutlarının varlığı 27 görülmektedir.6 Bu boyutların birbiri ile ilişkisi ya da ilişkisizliği, kürselleşmenin ne olduğunun/olmadığının anlaşılabilmesini kolaylaştırmaktadır. Nitekim birçok araştırmacı bu boyutları ele almaya çalışmış ve son aşamada da küreselleşme ile ilgili bir araştırmada mutlaka yer ayrılması gereken konuların başında geldiği üzerinde ortaklaşmışlardır. Küreselleşmenin ekonomik boyutu ile başlamak gerekirse öncelikle Fischer’dan bahsetmek gerekmektedir. Stanley Fischer (2003:2), küreselleşmenin ekonomik boyutunu ülkeler arasındaki iş gücü, sermaye ve mal akışkanlığının artması sonucu ülkeler arası ekonomi temelli ilişkilerin artması, ülkelerin birbirlerine olan etkilerinin yaygınlaşıp yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Başka bir ifadeyle, ülkeler arasında iş gücü, sermaye ve mal akışkanlığı sağlanmaktadır. Önceden gerçekleştirilemeyen ya da çeşitli engellere takılan birçok şey artık bir sirkülasyonun içerisindedir. Var olan sorunlar, bu sirkülasyonun lehine olacak şekilde çözüme kavuşturulmakta ve geçmiş ile kıyaslanamayacak bir iktisadi ağ oluşmaktadır. Nitekim Charles Oman (1996:5) da ekonomik küreselleşmeyi birbirinden bağımsız siyasi sınırlar arasında ekonomik faaliyetlerin hızla yükselmesi olarak incelemektedir. Benzer şekilde, küreselleşmenin ekonomik boyutu, piyasa ekonomisinin gelişmesini, ekonomik örgütlenmelerin küresel bazda ivme kazanmasını, serbest ticaretin yayılmasını ve uluslararası sermaye hareketlerinin olağanüstü serbestliğini, çok uluslu şirketlerin faaliyetlerinin genişlemesiyle dış ticaret hacimlerinin artmasını da ifade etmektedir (Aktel, 2001:197). Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç piyasalarının doyması, sermayenin özellikle 1970’li yıllarda yaşanan petrol kriziyle birlikte dışa açılma isteği ve ekonomik faaliyetlerin artması, bu sürecin sonunda günün 24 saati işlem yapılabilen yeni piyasaların, tarihte ilk kez kullanılan yeni teknolojilerin, ulus devletler üzerinde baskı kuran ve onları aşındıran Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. gibi yeni aktörlerin, kişilerin, sermayenin ve malların serbest dolaşımı hukuki garanti altına alan yeni kuralların ve son olarak demokrasi, insan hakları gibi yeni hassasiyetlerin ortaya çıkması da küreselleşmenin ekonomik boyutunu anlatmaktadır (Bozkurt, 2000). Küreselleşmenin ekonomik boyutunun yanında küreselleşmenin en önemli itici gücü teknolojik ya da iletişimsel boyut karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü sanayi devrimi 6 Küreselleşmenin boyutları konusunda bkz. Zygmunt Bauman, Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999. 28 adı da verilen iletişim devrimi veri iletiminde mikro işlemcilerden ve uydu teknolojilerinden yararlanılmasını, bilgilerin depolanıp işlenmesini ve yeniden iletilmesi noktasında dijital ortamlardan faydalanılmasını, iletişim araç gereçleri ile iletişim maliyetlerinin geçmişe oranla kıyas götürmeyecek derecede düşmesi sonucunun doğurmaktadır (Bayar, 2008:29). İletişim ağı her geçen güçlenmekte ve dünyanın diğer ucundaki bir gelişmeden haberdar olmak oldukça basit bir şey haline gelmektedir. Bahsi geçen bu devrim ile birlikte veri ve bilgi akışı, sorunsuz ve hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Geçmişte günlere yayılan ve hatta gerçekleşemeyen bu akış, artık neredeyse saniyelere sığdırılmaktadır. Küreselleşmenin bir diğer boyutu ise kültürel niteliklidir ve aslında yukarıda bahsedilen teknoloji devriminden uzak ya da ayrı düşünülememektedir. Zira bir üst paragrafta verdiğimiz yeni teknolojik imkanlarla birlikte dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insanlar arasında bilgi akışı ve etkileşim yoğunlaşmış söz konusu yoğunlaşma daha önce birbirinin belki de ötekisi olan farklı yaşam tarzları farklı kültürleri ortak bir zeminde buluşturmuştur. Bu durum Bayar’a göre (2008:29), küresel bir kültür ve birikim ortaya çıkarmıştır. Nitekim Giddens (1990:64) da kültürel küreselleşmenin, yerelin gündeminin çok uzaklarda oluşan gündemlerce belirlenmesi ve bununla birlikte birbirinden farklı yerel kültürlerin birbirlerine bağlanarak bir sosyal ilişki yoğunlaşması yaşanması ile ilgili olan yönüne dikkat çekmektedir. Küreselleşmenin siyasal boyutunda ise devlet-toplum ve birey arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlandığı ve tüm taraflara yeni roller biçildiği görülmektedir. Ulus devlet dediğimiz yapı artık yalnızca ulus üstü yapılarla bir nüfuz mücadelesi içinde değildir. Artık ulus üstü mekanizmalara ilaveten mücadele etmesi gereken bir de sivil ve demokratik insiyatifler belirmiştir. Avrupa Birliği’ne (AB) üye devletler, birliğin kendisi ve birlik çatısı altında yaratılmaya çalışılan sivil demokratik yapılar yukarıda anlatmaya çalıştığımız yeni durumun en güzel örneklerinden birisini temsil etmektedir. Siyasal küreselleşme boyutunda ulus devletin içerisinde var olan ve kendisini ifade etmekte güçlük çeken demokrasi anlayışının daha katılımcı yeni bir karaktere büründüğü de bu bağlamda söylenebilmektedir (Yalçınkaya vd., 2012:5). Yine minimal devlet, güçlü yerel yönetimler, kamusal faaliyetlerde insan hak ve özgürlüklerine önem verilmesi, sivillerin hareket alanlarının genişletilmesi, yönetimin şeffaflaşması, hizmet 29 odaklı bir kamu yönetimi sisteminin inşası da ön plana çıkmaktadır.7 Dolayısıyla birçok olumlu ve olumsuz etki ile karşılaşılmaktadır. Refik Balay (2004:64-66), küreselleşmenin olumlu ve olumsuz etkilerini oldukça kapsamlı bir şekilde aşağıdaki gibi sıralamaktadır: 1. Zaman ve mekan kavramlarının sınırlarının kalktığı küreselleşme söylemi ile dünyada olup biten her şey herkes tarafından bilinmeyi ve herkesi ilgilendirmeye başlamış ve küresel ölçekte gerçekleşen olaylar tüm insanlığın ortak malı haline gelmiştir. 2. İnsanlık ortak paydalarda bir araya gelmeye başlamış, insanlığın müşterek değerleri oluşmuş, dolayısıyla medeniyet, uygarlık ve kültür yeniden tanımlanmak zorunda kalmıştır. 3. İnsanlığın temel müşterekleri olan adalet, hürriyet, eşitlik gibi kavramlar tüm insanlığın ortak malı haline gelerek bireylerde güven ve kendine inanma noktasında yeni bir kimlik oluşumuna olanak tanınmıştır. Potansiyelini ve önemini fark eden birey kendini toplumun vazgeçilmezleri arasında konumlandırmıştır. 4. Sosyal devlet ve sosyal adalet kavramlarının ortaya çıkışıyla birlikte herkes için ‘refah’ anlayışı toplumda kabul görmüş, seçkinler olarak adlandırılan sadece belirli bir kesimin eğitim sürecine dâhil edilmesinin aksine eğitimin toplumun tüm kademesinde yaygınlaştırılması gerektiği kavranmıştır. 5. Küreselleşme sağlık alanında da olumlu sonuçlar doğurmuş, küresel işbirliği ile müzmin hale gelen birçok hastalığın tedavisi bulunmuş, çocuk bebek ve çocuk ölümlerinde kayda değer azalmalar gerçekleşmiştir. 6. Ülkeler arasında işgücünün serbest bir şekilde dolaşımı sağlanmış, üretim ve tüketim konusunda sınırlar kalkarak dünyada herkes birbirinin ürettiği mal ve ürünleri tüketir hale gelmiştir. 7. Kültürler arası alışveriş ve diyalog başlamış, böylelikle ortak yaşam biçimleri ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla geleneksel söylemlerin dışında artık tek bir ülke, tek bir medeniyet, tek bir gelenekten bahsetmek mümkün olmadığı gibi tek tip vatandaş profilinden de bahsetmek olası değildir. 7 Bu konuda bkz. Davut Dursun, “Küreselleşme ve Toplumun İnşasında Bilginin Artan Önemi”, Yeni Türkiye: 21. Yüzyıl Özel Sayısı I, 19, 1998. 30 8. Küreselleşmeyle birlikte uluslararası eğitim politikaları benimsenmiş, geliştirilen protokoller aracılığı ile dünya ülkeleri eğitimin tüm kademelerinde uluslararasılaşmaya adım atmış, eğitim, araştırma ve uygulama sahalarında ortak platformlar oluşturulmuştur. 9. Küreselleşme akımıyla birlikte küresel güç olma iddiası taşıyan devletler ortaya çıkmış ve bu devletlerle bütünleşmek zorunda kalan ulus devletler, kültürel, sosyal ve ekonomik anlamda bu devletlerin etkilerine maruz kalmışlardır. Sonuç olarak küresel ölçekte güçlü olan devletler ulusal olanları kendine bağımlı hale getirmiş, milli egemenlik ve bağımsızlık gibi kavramların içi boşaltılarak emperyalist amaçlar küreselleşme adına meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla küreselleşmenin neden olduğu ‘tekçi’ yapı, devletlerarasında sınırların kalkmasına ve birden fazla devlet yerine tek bir devlet olan küresel devletin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Küreselleşme toplumları iki seçeneği tercih etmek zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunlardan birincisini toplumların birbirlerine yakınlaşması ikincisini ise daha ulusal söylemler bazında hareket eden ilişkiler sistematiği oluşturmaktadır. Bu nedenle devletler küreselleşme sürecinin dışında kalmak ya da ulusal bütünlüğünü tehlikeye atmak tehlikesiyle baş başa kalmıştır. 10. Sanayileşme, nüfus gibi üretim ve tüketim dengesini etkileyen bir dizi parametre bulunmaktadır. Üretim tüketim dengesi bağlamında sanayileşmesini erken tamamlamış ülkeler daha avantajlı durumdadırlar. Dolayısıyla küreselleşme, sanayileşmeye erken geçen ülkeler lehine bir avantaj iken sanayileşmesini geç tamamlayan ülkeler için bir dezavantaj konumundadır. Ülkeler arasında gelişmişlik farkı oluşturan bu kavram bir taraftan refaha diğer taraftan yoksulluğa kapı aralamaktadır. 11. Küreselleşme, ülkeleri ve bireyleri gelenek ve küresel değerler arasına sıkıştırmaktadır. Bu ikilem geleneksel çizgi ve küresel değerler arasında gelgitler yaşayan organizmaların oluşumuna neden olmaktadır. Tüm bu değişim ve dönüşümlerin doğum öncesinden ölüm sonrasına bireyin hayatını, bireye ait hak ve ödevleri etkilediği bir gerçektir. Aynı şekilde bu süreçte, devletin de artık “eski devlet” olmadığı, yeni rollerinin ve alanlarının olduğu, piyasanın ve bireyin önünü açması gereken yeni kanalları ortaya koyması da bir gerçektir. 31 Çalışmanın sınırlılıkları düşünüldüğünde üzerine binlerce çalışma yapılan küreselleşme ile ilgili bütün literatürün verilmesi imkan dahilinde görünmemektedir. Bu nedenle, bölümün bir diğer başlığını oluşturan küreselleşmeden bağımsız düşünülemeyen neoliberalizm tartışması yapılacaktır. Kimi düşünürlere göre, “küreselleşmenin ideolojisi” olarak nitelendirilen neoliberalizmin gerçekten de küreselleşme ile bir bütünlük içerisinde olduğunu söyleyebilmek mümkündür. 1.3.NEOLİBERALİZM 1.3.1.Liberalizmden Neoliberalizme Liberalizm, ilk ortaya çıktığı özellikleri ile itibariyle “klasik liberalizm” olarak adlandırılmakta ve bu dönem de genel olarak feodalitenin çöküş süreci ile başlamaktadır (Heywood, 2005:47). 16. ve 17. yüzyıllarda arka planı hazırlanmakta ve dinamikleri oluşmaktadır (Kukathas, 2005:19). İngilizce kökeni “liberty” olan liberalizm, özgürlük, hürriyet ve serbestlik karşılığına gelmektedir. Kelimenin etimolojik kökeninden hareketle liberalizmi özgürlüğü savunan düşünce olarak tanımlamak mümkündür. Bununla birlikte liberalizm, farklı coğrafyalarda farklı anlamlara gelecek şekilde de kullanılmıştır (Marshall, 1997:456). Yine de özgürlük, hemen her tanımın içerisinde yer almış ve özgürlüğe yönelik geniş kapsamlı bir yer ayrılmıştır. Çok genel bir ifadeyle, insanın özgürlüğünün öneminden yola çıkılmış ve bu özgürlüğün insan yaşamı için vazgeçilmezliği ele alınmaya çalışılmıştır. Aristokratların ayrıcalığını olumsuzlayarak kendi alanını belirlemeye çalışan liberalizm, hukuk kurallarının eşitliği sağlayabilme gücü üzerinde durmuştur (Skinner, 2003). Bu nedenle de her ne kadar özgürlük, liberalizmin temel ilkelerinden birisi olsa da bu şekilde yapılacak bir liberalizm tanımı eksik kalmaktadır (Aktan, 1995:3). George Sabine (1991:103) de bu noktada liberalizmin üç temel ilkesinden bahsederek liberalizmi anlatmaya başlamaktadır. Sabine’e göre, bu ilkeler serbest girişim ve düzenlemeler ve sınırlı devlet olmaktadır. Georg Sorensen’in (1993:5) belirttiği üzere, liberalizm bir karşı duruş halinden ortaya çıkmış ve ortaçağın baskın karakteri olan Hristiyan skolastik düşüncesine ve bu düşüncenin kurumlarına karşı çıkan liberalizm aynı zamanda dönemin bir başka baskın karakteri olan baskıcı monarşilere de karşı çıkmıştır. Bu çerçevede, gelişmeye başlayan liberal düşünce tarihsel süreç içerisinde üç farklı şekle bürünmüştür. Bunlardan ilki, 32 Smith ve onu takip edenlerin öncülük ettiği klasik liberalizm, Keynes ve onu takip edenlerin öncülük ettiği uzlaşmacı liberalizm ve son olarak Friedman ve ekibinin öncülük ettiği neoliberalizm olmuştur (Şahin, 2010:868). Sabine’in sıraladığı üç temel ilkenin yanında bireycilik, rasyonalite ve ekonomik insan, özgürlük, “laissez faire-laissez passer” ve doğal düzen, piyasa ekonomisi, liberal ideolojinin temel ilkeleri olarak belirlenmektedir. Bireycilik ilkesi, bireyi temel almayı ve bireyi sınıf, toplum, halk gibi birtakım kollektif kurum ve yapılardan üstün tutan bir görüşü ifade ederken bireylerin rasyonel ve tutarlı tercihlere sahip olmalarını temel alan ve bireylerin rasyonel olmaları sonucunda faydalarını ve özel çıkarlarını maksimize edecek tercihlerde bulunacakları varsayımından hareket eden rasyonalite ve ekonomik insan ilkesi kamu veya toplum yararı gibi kavramlara karşı çıkmaktadır. Toplumsal fayda ancak özel çıkarlar maksimize edildiği zaman gerçekleşebilir. Liberalizmin bir diğer belki de en önemli ilkesi negatif özgürlük olarak da adlandırılan bireyin baskı ve zorlama olmaksızın dilediği gibi yaşaması ve istediğini yapabilmesini içeren özgürlük ilkesidir. “Pür Özgürlüğü” ifade eden kişinin eylem ve davranışlarında tamamen serbest olması zaman zaman başkalarının özgürlüğüne zarar verebilir bu noktada klasik liberaller ile libertarianistler arasında görüş farklılıkları mevcuttur. “Laissez faire-laissez passer” ve doğal düzen ilkesi, ekonominin işleyişinde bir doğal düzen halinin varlığı kabulünden hareket etmektedir. Dolayısıyla da bu var olduğu ileri sürülen doğal düzene yönelen herhangi bir devlet müdahalesi kabul edilmemektedir. Ancak bazı sınırlı konularda devlet müdahalesine belirli ölçülerde izin verilmektedir. Liberaller, bu konuda farklı yaklaşımlar sergilemektedirler. Liberal düşüncenin gelişim seyri içerisinde Smith’in görünmez el’i bireysel çıkarlarla gerçekleştirilebilen bir düzen olarak belirlenirken; fizyokratlar bu düzenin tanrısal olduğundan hareket ederler ve yine Bastiat’ın “Doğal Ahenk Düzeni” ve Hayek’in “Spontan Düzen” anlayışları özünde doğal düzeni barındıran ancak nüansları olan yaklaşımlardır. Bir diğer ilke, rekabete dayalı, kârı esas alan, özel mülkiyet, karşılıklı sözleşme yapma, girişim özgürlüğünün güvence altında olduğu, devletin fiyatlara mümkün olduğunca az müdahalede bulunduğu piyasa ekonomisi ilkesidir. Son ilke devletin adalet, savunma, diplomasi, dış güvenlik, eğitim vb. gibi hizmet ve mal üretimini sağlamasını bunun dışındaki her türlü mal ve hizmet üretimini piyasaya bırakan sınırlı ve sorumlu devlet ilkesidir. Devlet müdahalesine izin vermeyen bu ilke, 33 paternalizme karşı olduğu gibi devletin yeniden dağıtıcı bir rol üstlenmesine de karşı çıkmaktadır (Aktan, 1995:4-5). Tarihsel gelişim seyri sırasında tek ve saf bir liberalizmden bahsetmek güçtür. Zira yukarıda da görüldüğü üzere birbirinden farklı görüşler ortaya çıkabilmektedir. Bu bağlamda Atilla Yayla (2016), klasik liberalizmin özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır:  Birey, toplumun önündedir.  Pozitif değil, negatif özgürlük söz konusudur.  Devlet sınırlı ve sorumlu olmalıdır.  Yaşlılar, gençler, çocuklar gibi toplumu oluşturan bazı gruplara yeniden dağıtımcı ve “sosyal adaleti” sağlayıcı eylemlerde bulunulmamalıdır.  Piyasanın yaratacağı adalet dışında farklı adalet arayışlarına girilmemelidir. Adam Smith, David Ricardo, Thomas Malthus, John Stuart Mill, Jean Baptiste Say ve Frederic Bastiat klasik liberalizmin önde gelen temsilcileridir. Mill’in özgürlük ile ilgili önemli görüşlerini paylaştığı Özgürlük Üstüne adlı çalışması, liberalizmin temel kaynakları arasında sayılmaktadır. Say’ın piyasa ekonomisinde arz talep arasında meydana gelebilecek dengesizliğin süreç içerisinde kendiliğinden ortadan kalkacağını ve ekonominin doğal seyrine döneceğini savunduğu “Her arz kendi talebini yaratır.” şeklinde formüle edilen Mahreçler Kanunu, klasik liberallerin bir diğer önemli görüşüdür. Yine Smith, Ulusların Zenginliği’nde iş bölümü ve uzmanlaşma ile mübadele üzerine derin analizler yapmaktadır. Aslında klasik liberaller de kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Bir tarafta ekonomik düzenin doğal bir ahenk düzeni olduğunu ve söz konusu düzenin devlet müdahalesiyle asla bozulmaması gerektiğini savunan, daha anlaşılır bir ifadeyle Smith’in görünmez el olarak kavramsallaştırdığı doğal düzen haline kendiliğinden ulaşacağına olumlu yaklaşan Say ve Bastiat gibi iyimserler bulunurken; diğer tarafta Malthus ve Ricardo gibi buna inanmayan kötümserler bulunmaktadır (Aktan, 1995:10-11-12). Halis Çetin’in (2001:219-220) belirttiği üzere liberalizm temelleri 17. yüzyılda atılan bir siyasal düzen olmakla birlikte liberalizmin felsefi kökenlerini John Locke, Smith, Mill vb. gibi düşünürlerde aramak gerekmektedir. Bu düşünürlerden liberal 34 düşün dünyasının lideri olarak kabul edilen Locke, devletin kaynağını ve meşruiyetini toplum sözleşmesinde aramış, devletin amacının bireysel özgürlükleri garanti altına almak olduğunu belirtirken; David Hume, faydacılık ve özgürlüğün insan doğasında bulunduğunu, aklın bireysel fayda peşinde olduğunu, kendiliğinden oluşan düzenin en eşitlikçi düzen olduğunu ve devletin bu düzene asla müdahalede bulunmaması gerektiğini ifade etmiştir (Çetin, 2001:219-220). Devletin piyasaya müdahale etmemesi düşüncesinden hareketle görüşleri şekillenen klasik liberaller özellikle sanayi devriminden sonra sorgulanır olmuştur. Zira her büyük toplumsal dönüşümün büyük sorunları da bir arada getirdiği düşünülürse sanayi devriminin yaratmış olduğu ve başta kadın ve çocuklar olmak her kesimi etkileyen, yaşam şekillerinden ekolojik faktörlere kadar her şeyi değiştirip dönüştüren yeni durumun yaratmış olduğu ortamı klasik liberal görüşle izah etmek çok zorlaşmıştır. “1930’larda ABD’deki finansal piyasalarda başlayıp hızla ABD ve dünya ekonomisinin geri kalanına yayılan Büyük Bunalım ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı, sistemin bekâsı için klasik liberal anlayışın aksine, devletin ekonomiye müdahalesini ve aktif rol oynamasını gerektirmiştir.” (Yaşar & Yenimahalleli Yaşar, 2012:69-70). İşte tam da bu noktada Keynesyen model ortaya çıkmıştır. Keynes’in büyük ses getiren görüşleri, Galbraith tarafından üç noktada önemli görülmüştür (Galbraith, 2004:204);  Keynesyen görüş “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde formüle edilen Say Kanunu’nu yok saymıştır.  Ekonomide her zaman tam istihdamın mümkün olmadığı, ekonomide eksik istihdamın ve atıl kapasitenin olabileceğini söylemiştir.  Talebi sürdürebilmek için devletin harcama yapabileceğini ifade etmiştir. İşte Keynes tarafından temelleri bu şekilde atılan görüş özellikle 1929’da yaşanan ve literatürde Büyük Buhran olarak nitelendirilen ekonomik krizden sonra pek çok iktisatçı tarafından benimsenmiş ve “modern”, “eşitlikçi”, “sosyal”, “refah” ya da bizim de kullanmayı tercih ettiğimiz “uzlaşmacı” liberalizm (Tayyar ve Çetin, 2013:111) bu şekilde ortaya çıkmıştır. Uzlaşmacı liberalizmi klasik liberalizmden ayıran temel fark aslında devletin ekonomiye müdahalesinin uzlaşmacılar tarafından hoş karşılanmasıd