T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI İSLÂM HUKUKU BİLİM DALI ÇOK-HUKUKLU SİSTEM ve İSLÂM HUKUKUNDAKİ YERİ (DOKTORA TEZİ) Danışman Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN Mehmet Salih KUMAŞ BURSA 2007 II TEZ ONAY SAYFASI T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı, İslâm Hukuku Bilim Dalı’nda U2003825 numaralı Mehmet Salih Kumaş’ın hazırladığı “Çok-Hukuklu Sistem ve İslâm Hukukundaki Yeri” konulu Doktora Tezi ile ilgili tez savunma sınavı, / / 20 günü - saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin (başarılı / başarısız) olduğuna (oybirliği / oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Üye (Tez Danışmanı ve Sınav Komisyonu Başkanı) Üye Üye Üye Üye ....../......./ 20..... III ÖZET Yazar : Mehmet Salih KUMAŞ Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Temel İslâm Bilimleri Bilim Dalı : İslâm Hukuku Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : XI+ 251 Mezuniyet Tarihi : / / 2007 Tez Danışmanı : Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN ÇOK-HUKUKLU SİSTEM ve İSLÂM HUKUKUNDAKİ YERİ Hukukî çoğulculuk düşüncesi, kültür ile hukuk arasındaki iki yönlü ilişkiden hareketle kendisine düşünsel bir zemin oluşturur. Bu düşünceye göre hukuk, bulunduğu toplumun kültürel bir görünümüdür. Hukukun teşekkül sürecinde kültürü oluşturan tüm unsurların etkisi vardır. Diğer yandan kültür, ancak hukukun sağlayacağı imkanlarla varlığını sürdürebilir. Hukukî çoğulculuk düşüncesinin Batı’da gelişmesinde hem postmodernizmle kendini iyice gösteren Batı düşüncesindeki değişim ve dönüşümün hem de toplumları giderek çok kültürlü yapılara dönüştüren küreselleşme sürecinin katkısı vardır. Bundan dolayı hukukî çoğulculuk düşüncesi, postmodernizm ve küreselleşme sürecine denk düşecek şekilde 1980’lerden itibaren yaygınlık kazanmıştır. Ancak bu kavramın ilkez ortaya çıkması, post-koloniyal sürece rastlar. Başta İslam toplumları olmak üzere Batı dışı toplumları araştıran Batılı sosyolog ve antropologlar, hukukî çoğulculuk kavramını, buralardaki sosyo-hukukî yapıyı tanımlamak için geliştirmişlerdir. Hukukî çoğulculuk savunucularının Batı dışı toplumlar için sosyal bir olgu olarak değerlendirdiği bu çoğulcu hukukî yapı, Batı’da gelişen özgürlükçü söylem, inanç özgürlüğü, azınlık hakları, kültürel haklar, çok-kültürlülük gibi kavramlarla ilişkilendirilerek Batılı anlayış ve yapılara uygun hale getirilmiş olsa da, temelde İslam düşüncesindeki gayrimüslimlere (zimmîler) tanınan hukukî otonomiden farksızdır. Orta Çağ’ın siyaset anlayışının etkisiyle Müslümanlar zimmîleri devlet yönetiminden uzak tutmuş olsalar da, onların dinlerinden kaynaklanan farklılıkları hukuken korunmuş ve yüzyıllar boyunca Müslümanlarla bir bütün halinde, yan yana ve iç içe yaşayabilmişlerdir. Bu anlamda Batı’daki farklı kültürel değerlerin korunması amacıyla bazı hukukî düzenlemelerin yapılmasını öngören anlayış ile İslam hukukunda zimmîlere yönelik yapılan farklı hukukî düzenlemeler, temelde aynı amaca hizmet etmektedir. Anahtar Sözcükler Hukukî çoğulculuk Zimmî Azınlıklar Gayrimüslim İslam Hukuku Millet Sistemi Osmanlı IV ABSTRACT Yazar : Mehmet Salih KUMAŞ Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Temel İslâm Bilimleri Bilim Dalı : İslâm Hukuku Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : XI+ 251 Mezuniyet Tarihi : / / 2007 Tez Danışmanı : Prof. Dr. Hamdi DÖNDÜREN LEGAL PLURALISM AND ITS POSITION IN ISLAMIC LAW The idea of legal pluralism (pluralism in law) has a theoretical basis based on the mutual relation between culture and law. According to this idea, the law is a cultural expression of the society. So, all the elements of the culture have an influence on the formation of the law. On the other hand culture can survive with only the legal opportunities. There are two main factors in the development of this theory in the West: One of them is postmodernism which is the most remarkable appearanceof the change and transformation of the Western thought; and the other one is globalisation which transforms societies into multi-cultural structures. Therefore this theory has expanded since 1980’s that correspond to the process of postmodernism ands globalisation. But this concept emerged in the post-colonial period. Western sociologists and anthropologists who study on non-western socities, especially Muslim societies use this concept to describe the socio-legal structure in there. The legal pluralistic structure which legal pluralists define it as a social fact for the non- western societies is not different from the legal othonomy that Islamic law gives to non-Muslims (dhimmis), although it is related to Western concepts like liberty, freedom of belief, minority rights, cultural rights, multiculturalism. It is apparent that the dhimmis lived together in peace in the Muslim states, having legally their rights pertaining to their religions, in spite of that they lacked political rights in accordance with the medieval political thought. In this sense, the Western modern legal pluralism and Islamic dhimma system have a fundamentally same purpose. Key Words Legal Pluralism Dhimmis Minorities Non-muslims Islamic Law Millet System Ottoman V ÖNSÖZ Tüm insanların özgür, aynı haklara sahip, aynı derecede değerli olduğu bir dünya henüz yakalanamamış olsa da, bu konuda büyük mesafe katedildiği açıktır. Nitekim insan olarak dünyaya gelen herkesin insan onuruna yaraşır bir şekilde yaşama hakkının olduğu düşüncesi, günümüzde evrensel bir ülkü haline gelmiştir. Bu ülkü, tarihin hiçbir döneminde bu derece taraftar bulmamıştır. Dünya tarihi, cinsiyetleri, ırkları, renkleri, dinleri, dilleri, kanaatleri, düşünceleri veya toplumsal statüleri dolayısıyla “öteki” olarak görülerek en temel insanî haklardan mahrum edilmiş sayısız insan manzaraları ile doludur. Bu gerçeklik, sadece fiilî bir durum olmayıp aynı zamanda aklî veya dinî dayanakları bulunan, meşru bir durum olarak da görülmüştür. Örneğin büyüklüğü hala tartışmasız olan Platon, kurguladığı ideal devlette insana hürriyet alanı tanımamış, belli bir azınlığın üstünlüğüne dayalı bir devlet anlayışını idealleştirmiştir. O ve önde gelen talebesi Aristoteles, köleliğin zarurî bir şey olduğunu, kölelerin konuşan hayvanlar olması hasebiyle vatandaş sayılamayacaklarını savunmuşlardır. Benzer şekilde Roma’da herkes hukukun bir süjesi olarak görülmemiş, Orta Çağ’da ise kilise, kadının insan olup olmadığını tartışagelmiştir. İnsanlığın ulaştığı yönetim biçimleri içinde “en az zararlısı” olarak kabul edilen demokrasinin hakim olduğu günümüzde ise öteki, iradesi ve talepleri devlet yönetimine yansımayan ve kuralları çoğunluğun anlayışına göre şekillenmiş bir dünyada yaşamak zorunda kalan azınlıkları ifade etmektedir. 1970’li yıllardan itibaren Batı’da taraftar bulmaya başlayan hukukî çoğulculuk teorisi, işte öteki olarak görülen azınlıkların, farklılıklarına rağmen çoğunlukla birlikte nasıl yaşayabilecekleri üzerinde durur. Hukukî çoğulculuk savunucuları kültürün, bireyin özgürleşmesi ve kişilik gelişimi için zorunlu olduğundan hareketle kültür-hukuk arasındaki sıkı bir ilişki kurarlar. Onlara göre hukuk, farklı olanları asimile etmenin bir aracı haline dönüştürülmemeli, aksine kültürün varlığını sürdürebilmesi için uygun hukukî bir zemin oluşturulmalıdır. Zira hukukun desteği olmadan, azınlıkların kültürel değerlerini koruması mümkün değildir. Kendisini postmodern söylemle ilişkilendiren Batılı hukukî çoğulculuk teorisi, post-koloniyal dönemde yakından tanınma imkânı bulunan başta İslam toplumları olmak üzere Batı dışı toplumlardaki hukukî yapıyı ilham kaynağı alır. İslam’da VI gayrimüslimlere tanınan inanç özgürlüğünün bir gereği olarak, doğrudan veya dolaylı dinlerini ilgilendiren hukukî konularda, onlara farklı hukuk kurallarının uygulanması, Batılı yerleşik hukuk anlayışından ciddi anlamda farklılık göstermektedir. Ancak postmodernizm ve küreselleşme ile birlikte Batı’da ortaya çıkan fikri ve yapısal farklılıklar, bu hukuk düşüncesinin Batı’da taraftar bulmasını sağlamıştır. Batı’nın kendi sosyo-politik ve hukukî anlayış ve yapısına göre yeniden şekillen bu hukuk anlayışı, İslamî zimmet anlayışından şekli farklılıklar gösterse de, onun aynı temel felsefeye sahip olduğu söylenebilir. İşte bu çalışma, Batılı hukukî çoğulculuk düşüncesi çerçevesinde, İslamî zimmet uygulamasının çağdaş bir yorumunu yapma girişimidir. Tüm eksikliklerine rağmen çalışma, İslam’ın, hukukun üstünlüğü ve insan şahsiyet ve özgürlüğüne verdiği değerin anlaşılmasına küçük bir katkı sağlayacaksa, bu bizim mutlu olmamız için yeterli olacaktır. Bu tez konusunun tespitinde bizlere yardımcı olan tez danışmanım sayın Prof. Dr. Hamdi Döndüren başta olmak üzere, sayın Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz ve diğer hocalarıma çalışmaya yaptıkları katkılarından dolayı teşekkür ederim. Ayrıca tezin fikrî örgüsünün oluşumunda düşüncelerini bizden esirgemeyen ve zaman ayırarak tezin maddî hatalarının tespitinde bizlere yardımcı olan oda arkadaşım ve meslektaşım Arş. Gör. Dr. Abdurrahim Kozalı ve değerli Arş. Gör. Dr. Ulvi Murat Kılavuz, Arş. Gör. Kasım Küçükalp, Arş. Gör. Dr. Ömer Acar ve Arş. Gör. Kadir Gömbeyaz’a teşekkürü bir borç bilirim. Mehmet Salih KUMAŞ Bursa 2007 VII İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ................................................................................................... II ÖZET .............................................................................................................................. III ABSTRACT.................................................................................................................... IV LEGAL PLURALISM AND ITS POSITION IN ISLAMIC LAW ............................... IV ÖNSÖZ ............................................................................................................................ V İÇİNDEKİLER………….…………………………………………………………….VII KISALTMALAR............................................................................................................XI GİRİŞ ................................................................................................................................ 1 I- KÜLTÜREL BİR OLGU OLARAK HUKUK .......................................................................4 II- HUKUKÎ BİR OLGU OLARAK KÜLTÜR........................................................................12 BİRİNCİ BÖLÜM HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN DIŞ DİNAMİKLERİ I- KURAMSAL DÖNÜŞÜM: MODERNİTEDEN POSTMODERNİTEYE...........................20 A. Bilgi Kuramında Dönüşüm................................................................................. 22 1) Modernizmin Bilgi Anlayışı........................................................................... 23 2) Postmodernizmin Bilgi Eleştirisi.................................................................... 28 B. İnsan Kuramında Dönüşüm................................................................................ 34 1) Modernizmin İnsan Anlayışı .......................................................................... 34 2) Postmodernizmin İnsan Anlayışı.................................................................... 37 C. Toplum Kuramında Dönüşüm ............................................................................ 42 D. Etik (Ahlak) Kuramında Dönüşüm..................................................................... 48 II- SİYASAL DÖNÜŞÜM: YÖNETİMDEN YÖNETİŞİME .......................................................56 A. Ulus-devlet Anlayışının Ortaya Çıkması ............................................................ 57 B. Ulus-devletin Yönetim Anlayışı .......................................................................... 62 C. Yönetim Anlayışından Yönetişim Anlayışına Geçiş............................................ 64 III- HUKUKSAL DÖNÜŞÜM: DEVLET MERKEZLİ HUKUK ANLAYIŞINDAN TOPLUM MERKEZLİ HUKUK ANLAYIŞINA .......................................................................70 A. Pozitivist Hukuk Anlayışından Doğal Hukuk Anlayışına Geçiş ......................... 70 VIII B. Sosyolojik Hukuk Akımının Ortaya Çıkması ...................................................... 75 C. Postmodern Hukuksal Dönüşüm........................................................................ 78 1) Hukukun Araçsallaştırılması .......................................................................... 81 2) Nesnellik İddiasının Tutarsızlığı .................................................................... 82 3) Hukukun Soyutlaştırılması ve Toplumdan Koparılması ................................ 84 4) Hukukun Ahlaktan Soyutlanması................................................................... 85 D. Küreselleşmenin Hukuksal Yansımaları ............................................................ 86 İKİNCİ BÖLÜM HUKUKÎ ÇOĞULCULUK İÇ DİNAMİKLERİ, TANIMI, ÇEŞİTLERİ, OLUMLU VE OLUMSUZ YANLARI I- HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN İÇ DİNAMİKLERİ ................................................................95 A. Batı Dışı Hukukî Yapıların Tespit Edilmesi: Sömürgecilik................................ 95 B. Devlet Dışı Hukukî Yapıların Tespit Edilmesi: Küreselleşme............................ 97 1) Yarı Bağımsız Sosyal Alan ............................................................................ 99 2) Hukukî Çok-Merkezcilik Olgusu ................................................................. 102 3) Azınlık (Ulus-Altı) Değerlerinin Hukukî Olarak Tanınması ....................... 104 II- HUKUKÎ ÇOĞULCULUK KAVRAMININ GELİŞİM SÜRECİ VE TANIMI ....... 111 A. Hukukî Çoğulculuk Kavramının Gelişim Süreci .............................................. 111 B. Hukukî Çoğulculuk Çerçevesinde Hukukun Tanımı......................................... 116 C. Hukukî Çoğulculuğun Tanımı .......................................................................... 118 III- HUKUKİ ÇOĞULCULUĞUN ÇEŞİTLERİ..................................................................... 122 A. Oluşturucu Unsurları Açısından Hukukî Çoğulculuk Çeşitleri ....................... 124 1) Yerli Hukuk-Transfer Hukuk ....................................................................... 124 2) Devlet Hukuku-Azınlık Hukuku .................................................................. 125 3) Geleneksel Hukuk-Modern Hukuk............................................................... 125 4) Yerel Hukuk-Ulusal Hukuk-Uluslarüstü Hukuk .......................................... 126 B. Hukukî Çoğulculuğu Oluşturan Unsurların Devlet Hukuku ile İlişkisi Bakımından Hukukî Çoğulculuk ....................................................................... 127 1) Zayıf Yapılı Hukukî Çoğulculuk veya Devlet Hukukî Çoğulculuğu........... 128 IX 2) Güçlü Yapılı Hukukî Çoğulculuk veya Derin Hukukî Çoğulculuk ............. 129 C. Teorik (Epistemolojik) Söylem Açısından Hukukî Çoğulculuk Çeşitleri ......... 130 1) Realist Hukukî Çoğulculuk .......................................................................... 130 2) Postmodern Hukukî Çoğulculuk .................................................................. 132 3) Postpragmatist Hukukî Çoğulculuk.............................................................. 133 4) Postrealist Hukukî Çoğulculuk..................................................................... 134 IV) HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN UYGULAMA ÖRNEKLERİ..................................... 135 A. Endonezya’da Hukukî Çoğulculuk ................................................................... 136 B. İsrail’de Hukukî Çoğulculuk ............................................................................ 137 C. Kanada’da Hukukî Çoğulculuk........................................................................ 141 V- HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN OLUMLU YÖNLERİ.................................................... 142 A- Kimlik Oluşumu ve Özgürlüklere Daha Uygun Bir Hukuk Anlayışı Olması ... 142 B- Devletin Meşruiyetini Arttırması, Hoşgörüyü Yaygınlaştırması ve Potansiyel Çatışma Riskini Azaltması ................................................................................ 144 C- Hukukun Gelişimine Katkıda Bulunması......................................................... 145 D- İnsan Hakları ve Hukuk Devletinin Gelişmesine Katkı Sağlaması ................. 146 E- Marksist Çelişkiden Kurtulmayı Sağlaması..................................................... 146 VI- HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN OLUMSUZ YANLARI ............................................... 147 A- Devlet Otoritesini Azaltması ............................................................................ 147 B- Toplumsal Düzene Zarar Vermesi ................................................................... 147 C- Hukukî Kargaşaya Yol Açmak ve Yargılamayı Zorlaştırmak.......................... 148 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM İSLAM'DA ZİMMET ANLAYIŞI VE HUKUKÎ ÇOĞULCULUK DÜŞÜNCESİYLE KARŞILAŞTIRILMASI I- İSLAM DÜŞÜNCESİ ÇERÇEVESİNDE HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN TEMELLENDİRİLMESİ .......................................................................................................... 153 A. İslam’ın İnsan Hakları Anlayışı ....................................................................... 154 B. İslam’ın Hukuk Devleti Anlayışı....................................................................... 160 C. İslam’ın Hukuk Anlayışı: İnsan Merkezli Hukuk Anlayışı ............................... 164 D. İslam’ın Öteki (Gayrimüslim) Anlayışı ............................................................ 170 X 1) Dinî (Teolojik) Perspektiften Öteki .............................................................. 172 2) Dünyevi Perspektiften Öteki ......................................................................... 175 a- Konjonktürel Bakış (Geçici Düzenlemeler) .............................................. 176 b- Genel Bakış (Temel Haklar)...................................................................... 178 II- İSLAM HUKUKUNDA KANUNLARIN UYGULANMASI (ZİMMET ANLAYIŞI VE KANUNLARIN MÜLKÎLİK VE ŞAHSÎLİĞİ)........................................................... 183 III- ZİMMET ANLAYIŞI VE ZİMMÎLERİN İSLAM TOPLUMUNDAKİ STATÜLERİ ........................................................................................................................................................... 192 A. Zimmîlerin Siyasal Entegrasyonu .................................................................... 193 B. Zimmîlerin Sosyal ve Ekonomik Entegrasyonu ................................................ 196 IV- OSMANLI MİLLET SİSTEMİ ÇERÇEVESİNDE HUKUKÎ ÇOĞULCULUK ... 198 V- BATILI HUKUKÎ ÇOĞULCULUK İLE İSLAMÎ ZİMMET ANLAYIŞININ KARŞILAŞTIRILMASI: ORTAK ZEMİN ARAYIŞI ..................................................... 204 A. Ortak Siyasal Zemin ......................................................................................... 206 B. Ortak Hukukî Zemin (Hukukî Çoğulculuğun İşleyişi) ...................................... 215 1) Ortak İnsan Hakları ..................................................................................... 217 2) Ortak Yasama Anlayışı ................................................................................. 225 3) Ortak Yürütme Anlayışı ................................................................................ 228 4) Ortak Yargı Anlayışı..................................................................................... 229 C. Ortak Sosyal Zemin .......................................................................................... 231 SONUÇ ........................................................................................................................ 233 BİBLİYOGRAFYA .................................................................................................... 236 XI KISALTMALAR a.g.e. : adı geçen eser a.g.m. : adı geçen makale a.g.md. : adı geçen madde a.y. : aynı yer bkz. : bakınız bs. : basım yeri yok c. : cilt çev: : çeviren DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi edit. : editör Gnş. bil. bkz. : Geniş Bilgi İçin Bakınız Hz. : Hazreti İSAM : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi İ.Ü.H.F. : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İ.Ü.H.F.M. : İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası md. : madde, maddesi M.Ü.İ.F. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi nr. : numara nşr. : neşreden, nâşir ö. : ölüm s. : sayfa ss. : sayfalar arası ŞİA : Şamil İslam Ansiklopedisi thk. : tahkik eden ts. : basım tarihi yok U.Ü.İ.F. : Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi vb. : ve benzeri vd. : ve devamı va. : varak GİRİŞ KAVRAMSAL ÇERÇEVE, KONUNUN TESPİTİ VE YÖNTEM 2 Aydınlanma düşüncesiyle köklü bir değişim yaşayan Batı dünyası, siyasal düşüncesini ulus-devlet fikri etrafında şekillendirirken hukuk alanında ise pozitivist hukuk anlayışını idealize etmiştir. Bu hukuk anlayışının bir gereği olarak XIX. yüzyılda gelişen kanunlaştırma (kodifikasyon) faaliyetleri, ülke sınırları içinde tek bir hukuk sisteminin geçerliliğini sağlamıştır. İşte böyle bir süreçte başlayan sömürgecilik faaliyetleriyle birlikte Batı dünyası, dinsel farklılıklardan kaynaklanan farklı hukuk kurallarının geçerli olduğu toplumları tanıma imkanı bulmuştur. Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı ülkelerde görülen bu çoğulcu hukukî yapılar, Batılılar için ideal olmaktan çok, bir tür gerilik, ilkellik ve düzensizlik anlamına gelmekte idi. Ancak XX. yüzyılla birlikte evrensel değerler haline gelen insan hakları, din ve inanç özgürlüğü, azınlık hakları, kültürel haklar, çok-kültürlülük gibi söylemler, Batılı toplumlardaki farklılıkları canlandırırken, yine aynı süreçte güçlenen küreselleşmenin tetiklediği nüfus hareketleri, Batılı toplumları giderek çok kültürlü hale getirmiştir. Böyle bir süreçte Batılı bilim adamları farklılığın boyutları, farklı olanların (öteki) taleplerinin sınırlarının nasıl belirleneceği gibi konuları tartışmaya başlamıştır. XX. yüzyılın başlarında Batılı sosyolog ve antropologların çalışmalarına konu edindikleri sömürge toplumlarındaki çoğulcu hukukî yapılar, 1970’li yıllardan itibaren Batı’nın karşılaştığı bu sorun çerçevesinde hukukçu ve siyasetçilerin de dikkatini çekmeye başlamıştır. Sosyolog ve antropologların hukukî çoğulculuk (legal pluralism) şeklinde tanımladıkları bu çoğulcu hukukî yapıların, Batılı toplumlar için uygun olup olmadığı ise özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ciddi anlamda tartışılır hale gelmiştir. Hukukî çoğulculuk teorisi, yerleşik Batılı hukuk anlayışından ciddi anlamda farklılık gösteren bir hukuk anlayışıdır. Bu hukuk anlayışı, aynı ülke vatandaşlarının kültürel farklılıkları baz alınarak, hukukun bazı alanlarında birden farklı hukukî düzenlemeyi öngörmektedir. Diğer bir ifade ile hukukî çoğulculuk, bir konuda birden fazla hukukî düzenlemeye veya bir davanın farklı şekillerde çözülmesine imkan veren bir hukuk anlayışıdır. Buna göre, bir başka ülkenin vatandaşları ile ilgili bir davanın hangi ülkenin hukuk kurallarına göre çözüleceğini ele alan Devletler Özel Hukuku, Yabancılar Hukuku veya Kanunlar İhtilafı gibi hukuk alanları, hukukî çoğulculuk 3 anlayışı ile ilişkili alanlar değildir. Zira adı geçen hukuk disiplinleri, bir başka ülkenin vatandaşı ile ilgili hukukî sorunu çözmeyi amaçlarken, hukukî çoğulculuk düşüncesi, bir ülkenin vatandaşları arasındaki hukukî farklılıkları ele almaktadır. Kişisel tercihlere ve kültürel farklılıklara dayalı olarak hukuk kurallarının çoğulculuğunu savunan bu teori, toplumsal düzen için tek bir hukuk sisteminin gerekliliğini savunan Batılı monist (tekçi) anlayışlardan köklü bir kopuşu ifade etmektedir. Buna rağmen bu anlayışın Batı’da taraftar bulmasının arkasında da Batı dünyasında yaşanan zihnî ve toplumsal değişim ve dönüşüm yatmaktadır. Kendisini postmodern düşünceyle ilişkilendiren bu hukuk teorisi, postmodern söyleme paralel olarak Batının yerleşik hukuk anlayışlarına ciddi bir eleştiri yöneltmektedir. Hukukî çoğulculuk teorisinin bilimsel bir zeminde tartışılabilmesi için, Batı dünyasında yaşanan bu zihnî ve toplumsal değişimin ele alınması kaçınılmazdır. Bundan dolayı çalışmamızın birinci bölümünde Batı düşüncesinde yaşanan bu köklü değişim genel olarak ele alınacaktır. Hukukî Çoğulculuğun Dış Dinamikleri olarak isimlendirdiğimiz bu bölüm, Kuramsal Dönüşüm, Siyasal Dönüşüm ve Hukuksal Dönüşüm olmak üzere üç temel başlıktan oluşmaktadır. Birinci başlık altında Bilgi Kuramında Dönüşüm, İnsan Kuramında Dönüşüm, Toplum Kuramında Dönüşüm ve Ahlak Kuramında dönüşüm konuları ele alınacaktır. Siyasal Dönüşüm başlığı altında ise Batılı ulus-devlet anlayışının idealize ettiği hukuk anlayışının sınırlarını aşan hukukî çoğulculuk teorisinin, Batı’da görülen siyasal değişimden ne kadar beslendiğini ortaya koymaya çalışacağız. Hukuksal Dönüşüm başlığı altında ise özellikle XX. yüzyılda güçlenen Doğal Hukuk ve Sosyolojik Hukuk Akımlarını ve son yıllarda güçlenen postmodernizm ve küreselleşmenin hukuktaki yansımalarını, konumuz etrafında ele almaya çalışacağız. İkinci bölümde hukukî çoğulculuk düşüncesinin Batı’da gelişmesini doğrudan etkileyen sömürgecilik ve küreselleşme olgularını, hukukî çoğulculuk kavramının tanım ve çeşitlerini, uygulama örneklerini ve olumlu-olumsuz yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Üçüncü bölümde ise İslam’da Öteki olarak görülen gayrimüslim telakkisini ve onlar etrafında oluşan zimmet anlayışının hukukî mahiyetini ve Osmanlı uygulamasını 4 ortaya koymaya çalışacağız. Bu bölümün sonunda ise Batılı hukukî çoğulculuk düşüncesi ile İslamî zimmet anlayışının ortak bir zeminde buluşturulmasına çalışacağız. Ancak bu ortak zemin arayışımızda modern bir problem çerçevesinde ortaya çıkan ve modern söylem ve yapılarla ilişkilendirilen bir hukuk teorisinin, oluşumunu büyük oranda IX ve X. yüzyıllarda tamamlamış olan ve genel anlayışını büyük ölçüde devam ettiren İslam hukukunda aranmasıyla anakronizme (tarih yanılgısı) düşme tehlikesi de söz konusudur. Ancak bu tehlikeye rağmen, Batılı modern bir kavram olan hukukî çoğulculuğun hareket noktasını ve savunduğu düşünceleri, İslam hukukunun inanç özgürlüğü anlayışında aramak, bu karşılaştırmayı hem bir nebze kolaylaştıracak hem de sağlam bir zemine taşıyacaktır. Çalışmamızda karşılaştığımız temel zorlukları ise şu şekilde sıralayabiliriz: Konunun epistemolojiden ahlaka, sosyolojiden siyasete kadar geniş bir perspektiften ele alınma zorunluluğu, konuyla ilgili kaynakların tamamına yakınının yabancı dillerde olması ve bir kısmına ulaşma zorluğu ve son olarak gayrimüslimlerle ilgili düzenlemelerin İslam hukuk kaynaklarında bir başlık altında toplanmamış olması. Asıl konumuza girmeden önce hukukî çoğulculuk savunucularının hareket noktası olan kültür-hukuk ilişkisi üzerinde durularak konunun sınırlarının belirlenmesi faydalı olacaktır. I- KÜLTÜREL BİR OLGU OLARAK HUKUK Hukuk, diğer sosyal bilimler gibi, birçok kavramsal tartışmanın yaşandığı bir bilim dalı olarak öne çıkmaktadır. Kant’ın biraz ironik tarzda dile getirdiği gibi1, hukukçuların hâlâ hukukun bir tanımını arıyor olmaları, bir yönü adalet idesine, bir yönü topluma ve bir yönü yasaya dönük olan hukukun, reel gerçekleri göz önünde bulundursa da, esasında idealin bir arayışı olmasıyla yakından ilişkilidir.2 Bu arayış ise birey, toplum, devlet ve devlet-üstü oluşumları da içine alacak şekilde çok geniş bir alanda yürütülmektedir. Hukukun bütün bu çok boyutluluğu ve çok geniş bir alanda söz söylüyor olması, bu tartışmaları hem daha önemli kılmakta hem de daha 1 Çağıl, Orhan Münir, “Filozof Immanuel Kant’ın Sisteminde Ahlâk ve Hukukun Felsefî Esasları”, İ.Ü.H.F.M., Sayı 23, (1947), s. 1133. 2 Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş, İ.Ü.H.F. Yay., (3. Basım), İstanbul 1966, s.114-5. 5 karmaşıklaştırmaktadır. Ancak hukuk alanında yaşanan bu tartışma ve göreceliğin asıl sebebi ise hukukun, kültürün bir unsuru (görünümü) olmasında yatmaktadır.3 Bundan dolayı hem kültürler arası farklılıkların hem de bir kültür içinde zamanla ortaya çıkan değişim ve dönüşümlerin bu bağlamda irdelenmesi oldukça önemlidir. Batı aydınlanma sürecinde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkan hukuk ve kültür kavramları arasında nasıl bir ilişki olduğu tam olarak ortaya konulabilmiş değildir.4 Kültür üzerine yapılan hukukî çalışmalar oldukça gecikmelidir ve hala yetersiz sayıdadır. Hatta kültür alanında hukukun incelenmesi, son zamanlara kadar bilimsel bir ihlal olarak görülmüştür.5 Ancak hukuk-kültür ilişkisi günümüzde birçok bilim adamının gündemini meşgul eden önemli konulardan biri durumuna gelmiştir. Çünkü kültür, bireyin öteki (kendi gibi olmayanlar) ile ilişkisini kurmada ve sürdürmede önemli bir role sahiptir. Bu noktada kültür, özellikle sınıf ilişkileriyle, cinsel bölünmeyle ve etnik ve dinî gruplarla doğrudan bağlantılıdır. Günümüzde sosyal farklılıkların ve mücadelelerin bir alanı olarak görülen kültürün hukuksal alan içinde değerlendirilmesi, hem hukukun mahiyetinin anlaşılması hem de adaletin tesisi açısından bir zorunluluk olarak görülmektedir.6 Çok köklü sosyal bir gerçeklik olmasına rağmen, günümüzdeki anlamıyla hukukun, Batı medeniyeti çerçevesinde oluşmuş, Batı medeniyetinin tarihsel şartları yoluyla üretilmiş, Batı’nın insan, toplum ve devlet anlayışına göre şekillenmiş ve Batılı 3 Vecdi Aral, hukukun bir kültür görünümü (bir kültür olayı) olduğunu ve kültürün de, insanın kendi arzu ve iradesi ile meydana getirdiği ve getirebileceği ürünler olduğunu belirtir. Ona göre dışarıdan zorlama ile nasıl ki hiçbir sanat yapıtının, hiçbir bilimsel çalışmanın ortaya konulması mümkün değilse, ahlakî bir değer olarak adalet de zorlama ile gerçekleştirilemez. Zorlama ahlakî ödevi yerine getiren kişi bakımından, bu davranışın asla yüceltici bir yanı olmadığı gibi, daha da kötüsü, zorlamayı yapan açısından zorlama, alçaltıcı bir durumdur. Bundan dolayı adaleti amaçlayan hukuku da sadece, devlet gibi bir erkin belirlediği ve uygulattığı kurallar olarak görmek onun değerini azaltır. Bkz. Aral, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, Filiz Kitabevi, İstanbul 1984, s. 168-9. 4 Coombe, Rosemary J., “Contingent Articulations: A Critical Cultural Studies of Law” Law in Domains of Culture içinde (Edit. Austin Sarat-Thomas R. Kearnes) The University of Michigan Pres. 1998, s. 22-3 5 Hukuk ile kültür arasındaki ilişki son 30 yıla kadar bilimsel bir çalışma alanı olarak görülmemiştir. Hukuku salt devlet merkezli bir olgu olarak değerlendiren pozitivist hukuk anlayışı çerçevesinde hukuk-kültür ilişkisinin çok önemli görülmemesi anlaşılır bir durumdur. Ancak pozitivist hukuk anlayışının etkisini kaybedip, hukukun kendisini devlet dışı merkezlerle meşrulaştırmaya yönelmesiyle birlikte toplumsal ve dolayısıyla kültürel değerler önem kazanmıştır. Daha önce bir bilim dalı olarak kabul edilmeyen hukuk sosyolojisi ve hukuk antropolojisinin gelişmesiyle birlikte, hukukun kültürle ilişkisi daha geniş şekilde incelenir olmuştur. Bkz. Yüksel, Murat, Hukukî Plüralizm, Beta Yay., İstanbul 2003, s. 7. 6 Yüksel, Murat, a.g.e., s. 7, 13, 23. 6 bakış açısına göre tanımlanmış hak ve sorumluluk anlayışına dayalı bir kurum olarak değerlendirilmesi mümkündür. Batı medeniyeti dışındaki diğer medeniyetler ise kendi felsefeleri, dünya görüşleri ve sosyo-politik gerçekliklerine uygun şekilde, toplumsal düzenin devamını sağlayacak ilkeler ve mekanizmalar belirlemişlerdir.7 En ilkel kabilelerde dahi toplumsal düzeni sağlayan bir takım kuralların8 olduğu bilinmektedir. Tarihteki birçok toplumun günümüzdeki anlamıyla sistemli hukuk kurallarına, mahkemelere ve kolluk güçlerine ihtiyaç duymadıkları görülmektedir.9 Stig Jorgensen’in de ifade ettiği gibi, toplumlar inanç ve kültürlerine ne kadar bağlı iseler, hukuka o derece az ihtiyaç duymuşlardır.10 Buna göre hukukun evrensel ve genel geçer bir gerçeklik olduğu iddiası tashihe muhtaçtır.11 Batı Aydınlanma düşüncesiyle birlikte görülen sekülerleşme süreci ve buna paralel olarak gelişen ulus-devlet yapıları, her ne kadar hukuku çağdaş dünyanın evrensel bir olgusu haline getirse de, hukukun her toplumda farklı şekilde tezahür ettiği de bir gerçeklik olarak ortadadır. Evrensel ve genel geçer olmadığı kabul edildiği takdirde hukukun mahiyetinin tam olarak anlaşılabilmesi için, onun hem yatay, yani sosyolojik ve karşılaştırmalı olarak, hem de dikey, yani tarihsel bir perspektifle ele alınması gereklidir. Bir hukukî yapının doğru olarak anlaşılabilmesi için, ortaya çıktığı kültürün diğer öğelerini, örneğin epistemolojisini, antropolojisini, sosyolojisini, siyasî, felsefî, dinî, ahlakî ve ekonomik anlayış ve yapılarını göz önünde bulundurmak kaçınılmaz hale gelecektir.12 7 Sinha, Surya Prakash, “Legal Polycentricity”, Legal Polycentricity, Consequensce of Pluralism in Law içinde, (Edit. Hanne Petersen and Henrik Zahle) USA, 1995, s. 52-3. 8 Sosyal düzen kuralları olarak adlandırılan bu kuralların bir kısmı din, bir kısmı ahlak ve bir kısmı görgü kuralları iken bir kısmı ise hukuk kurallarıdır. Bkz. Bilge, Necip, Hukuk Başlangıcı, Turhan Kitabevi, 13. Baskı, Ankara 1999, s. 5-12. 9 Care, Jennifer C. and Zorn, Jean G., “Legislating Pluralism Statutory ‘Developments’ in Melanesian Customary Law”, Journal of Legal Pluralism (2001), No. 46, s. 51-2. 10 Jorgensen, Stig, Hukuk ve Toplum, Donkişot Yay., İstanbul 2001, s. 41. 11 Sinha, a.g.e., s. 53. 12 Hukuk kültürün bir görünümü olduğu için, tüm bu değerlerin hukukta bir izdüşümünün olduğu açıktır. Örneğin demokratik ve liberal bir siyasetin hâkim olduğu bir devlet ile baskıcı ve statükocu bir devlet arasında hukukun farklı şeyler ifade etmesi doğaldır. Aynı şekilde hukukun objesi olan insanın potansiyel suçlu ve günahkâr görüldüğü bir toplumla onun suçsuz ve günahsız görüldüğü bir toplum arasında hukukun üretilmesinden uygulanmasına kadar, birçok farklılığın olması kaçınılmazdır. Yine kültürel değerleri homojen bir toplumla, çok-kültürlü, çok-dinli veya çok sayıda etnik grubun birlikte yaşadığı bir toplum arasında, hukukun farklı bir görünüm arz etmesi doğaldır. Jorgensen, a.g.e., s. 37 7 Günümüzdeki anlamıyla hukukun, Batı Aydınlanma/modernleşme sürecinde ortaya çıktığı görülmektedir.13 Weber’in, büyü bozumu, dünyevileşme, akılcılaşma ve meşru akılcı otorite gibi kavramlarla formüle ettiği aydınlanmacı/modernist düşünce, insanın bilimi kullanarak evrenin bir parçası olan toplumu, akla uygun bir tarzda yeniden düzenleyebileceğini öngörmüştür. Bu öngörü, aklın ışığında elde edilecek nesnel ve evrensel bilginin, insanlığı her geçen gün daha bayındır ve daha güzel bir dünyaya yaklaştıracağı yönündeki bir anlayışa (ilerlemeci tarih düşüncesi) dayalıdır.14 Tüm toplumsal yapıları belirli bir fikir veya dünya görüşü çerçevesinde dönüştürmeyi amaçlayan ideolojiler15, aydınlanma sürecinde tüm Batı düşüncesinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. İdeolojilerin özellikle 19. yüzyılda tüm sosyal alanlarda etkili olmasından dolayı bu çağ, “ideoloji çağı” olarak isimlendirilmektedir. Aydınlanma/modernizm süreciyle birlikte, bilgi felsefesinde Orta Çağ’ın tanrı merkezli bilgi anlayışı reddedilerek, hümanizmin öngördüğü şekilde insan merkezli bir anlayışla, gerçek bilgiye ulaşmanın tek yolunun insanî çaba olduğu yönünde bir anlayış gelişmiş16; antropolojide akılcılık (rasyonalizm) ve soyut bir bilgi öznesine indirgenmiş ve tarihî/sosyal bağlamından koparılmış, atomistik bir insan anlayışı savunulmuş; sosyolojide toplumsal düzensizliğin kaynağının bilgisizlik olduğu ve bu konuda büyük belirleyici (the great definer) olarak devletin, nihaî toplum modelini sunması gerektiği fikri genel kabul görmüş17 ve ahlak alanında ise objektif, rasyonel ve genel geçer ahlak anlayışını idealleştiren bir düşünce sistemi ortaya çıkmıştır.18 13 Modern hukuk 1769’da Rusya’da, 1780’de Prusya’da, 1786’da Pensilvanya’da, 1788’de Avusturya’da, 1791’de Fransa’da uygulanmaya başlamıştır. Bkz. Şaylan, Gencay, Postmodernizm, İmge Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2002, s. 217-18. 14 Şaylan, a.g.e., s. 29-30. 15 Kesin bir tanımı yapılamamakla birlikte, ideoloji bugün olumsuz ve kötü bir anlam taşımakta, düşünce ve eylemlerinde objektif değil, ön yargılarına göre davranan, gerçekliği tanımayan, dünyayı sadece kendi ideleri ve tasarımlarına göre biçimlendirmek isteyen kimse, ideolog olarak nitelendirilmektedir. Aral, ideologun, biricik hakikat olarak kabul ettiği görüşünü bütün insanlara zorla benimsetmek, dünyaya kendi tasarımlarına göre bir yön vermek istediğini dile getirir. Bu bağlamda ideolog, irade ve eylemlerinde kendisine yön veren ide ve ideallerden söz eder; fakat bunlar gerçekliğin bilgisine değil, arzu ve mizaca dayalıdır. Daha önemlisi ise her ideolojinin bir başka ideolojiyi savunanları düşman görmesidir. Bkz. Aral, a.g.e., s. 205. 16 Murphy, John W., Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, (Çev. Hüsamettin Arslan), Paradigma yay., İstanbul 2000, s. 11-2; 17 Murphy, a.g.e., s. 47-8 18 Küçükalp, Kasım, “Evrenselcilik”, Felsefe Sözlüğü, V, Ebabil Yay., Ankara 2007, s. 959-964. 8 Batı düşüncesinde meydana gelen bu fikrî değişim, devlet ve hukuk anlayışlarını da doğal olarak etkilemiştir. Politik olarak ulus-devlet anlayışının hakim olduğu bu süreçte devlete, salt politik bir organizasyon olmanın ötesinde bir misyon yüklenerek onun hem bireyler üstü bir kimliğe sahip olduğu hem de kendine özgü gelişme yasalarının bulunduğu şeklinde bir anlayış geliştirilmiştir.19 Tüm bu düşünsel ve siyasal değişim sürecinde, kültürün bir öğesi olan hukukun olduğu gibi kalması mümkün olmamıştır. Bu modernizasyon sürecine, özellikle de ulus- devlet anlayışına paralel olarak pozitivist hukuk anlayışının öne çıktığı görülmektedir. Bireylere, merkezinde devletin bulunduğu soyut bir kimlik kazandırmayı hedefleyen ulus-devlet anlayışı, bu amacına ulaşabilmek için aklın ve bilimin ışığında geliştirilmiş ve mutlak anlamda doğru ve genel-geçer kurallar olarak takdim ettiği devlet hukukuna bu noktada önemli bir misyon yüklemiştir. Hukuku, devletin belirlediği kurallardan ibaret gören pozitivist hukuk anlayışına göre hukuk, insanlar arası uyuşmazlıkları çözmekten daha geniş bir işleve sahiptir. Buna göre hukuk, devletin yüce ve aşkın bir tasarrufu olarak topluma bahşedilmiş ve gerektiğinde yine devlet tarafından değiştirilebilen kurallar bütünü olup, toplumsal statü ve değerleri belirleyen ve toplumsal denetim ve yönetimi sağlayan bir araç konumundadır.20 Kısaca hukuk, bilgi gibi tüm bireysel ve toplumsal değerlerin temelidir.21 Hukuk sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Boaventura de Sousa Santos, ulus-devletin XIX. yüzyılda kendi hukukunu geliştirirken iki düşman için ölüm fermanı verdiğini söyler: Sosyal ihtilal düşüncesi ve halka ait olan, devlete ait olmayan her türlü hukuk fikri.22 Siyaset ve hukuk başta olmak üzere tüm Batı düşüncesinde oldukça etkili olan bu ideolojik düşünce yapısı, Daniel Bell’in İdeolojinin Sonu (The End of Ideology) adlı eserinde ifade ettiği üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren zayıflamaya başlamıştır.23 19 Çaha, Ömer, “İdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet”, Doğu Batı (2000), Sayı 13, No. 1, s. 88 20 Jorgensen, a.g.e., s. 46. 21 Roberts, Simon, “Against Legal Pluralism”, Journal of Legal Pluralism (1998), No. 42, s. 95. 22 Santos, Boaventura de Sousa, The Postmodern Transition: Law and Politics, University of Michigan Press, Michigan 1991, s. 1210-3; Güriz, Adnan, Hukuk Felsefesi, Siyasal Yayınevi, 5. Baskı, Ankara 1999, s. 468. 23 Bell, Daniel, The End of Ideology, Harvard University Press, New York 1967’den naklen Çaha, “İdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet”, s. 89. 9 Bell’in ideolojinin sonu olarak nitelediği bu durum, aslında aydınlanmacı/modernist Batı anlayışında görülen çözülme sürecine denk düşmektedir. Nazi Almanyası’nda ortaya çıkan hazin tablo, Batı düşüncesinde köklü bir sorgulama sürecini başlatmıştır. Böylece modernizmin etkili olduğu tüm alanlarda sorgulayıcı ve eleştirel bir anlayış kendini göstermiştir. Bu eleştirel bakış açısı, ideolojik devlet anlayışına ve ona paralel olarak gelişen ve toplumsal kontrolü sağlamak amacıyla devlet tarafından üretilen kurallar bütünü olarak görülen pozitivist hukuk anlayışına da ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Artık hukukun, devletin yüce ve aşkın bir tasarrufu olarak topluma bahşedilmiş ve gerektiğinde yine devlet tarafından değiştirilebilen kurallar olmadığı ve bireylerin devlete rağmen bazı temel haklara sahip olduklarını savunan bir anlayış öne çıkmaya başlamıştır.24 Kökleri Antik dönem Stoacılar’ına kadar uzanan bu hukuk anlayışı, doğal hukuk anlayışıdır. Bu anlayışa göre, insanın gerçek doğasını niteleyen ve onu diğer canlılardan ayıran şey, onun akıl ve bilinç sahibi olmasıdır. Bundan dolayı ideal hukuk, ancak insan aklına ve bilincine uygun nitelik taşıyan hukuktur. Bu hukuk, devlet (pozitif) hukukunun üstündedir ve onun asıl kaynağıdır. Bu anlamda, doğal hukuka uygunluk göstermeyen pozitif hukuk, meşruluk (légalité) temelinden yoksundur. Bir hukuk kuralının bağlayıcı olması, ancak doğal hukuka uygun olmasıyla mümkündür. İşte bu anlamda, kendi hukuk kurallarını, doğal hukuk anlayışına göre belirleyen devleti ifade etmek üzere hukuk devleti kavramı bu dönemde öne çıkan kavramlardan biri olmuştur.25 Bu dönemde doğal hukuk düşüncesine birçok eleştiri yöneltse de, hukukun kaynağının ve meşruiyetinin devletin ötesinde aranması gerektiği noktasında doğal hukukla hemfikir olan yeni bir hukuk düşüncesi öne çıkmaya başlamıştır. Bu hukuk 24 Güriz, a.g.e., s. 379-82; Çaha, “İdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet”, s. 101-2 25 Hukuk devleti kavramı, ilk olarak 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başında Alman liberalizminin temsilcilerinden J. W. Placidius (1798), Adam Müller (1809) gibi düşünürlerin geliştirdikleri bir kavramdır. Almanca Rechtsstaat olarak ifade edilen bu kavramı tam karşılamasa da İngilizcede “rule of law” tamlaması, hukuk devleti düşüncesini ifade eden bir kavram olarak kullanılmaya başlamıştır. Antik Çağlara kadar uzanan hukuk devleti düşüncesi, farklı şekillerde tanımlanmış olsa da, genel olarak devlet gücünün hukukla sınırlandırılması ve kişisel özgürlüğün korunması anlamında kullanılmıştır. Hukuk devleti için şu noktalar belirleyici olarak görülmüştür: a- Özgür bireyin ve onun dünyevi yaşam amaçlarının devlet düzeninin çıkış noktası olarak tanınması ve böylelikle kişiyi aşan her türlü devlet tasarımının terk edilmesi, b- Devletin amaç ve görevlerinin bireysel özgürlüğün güvenceye alınması ve bireysel gelişimin sağlanması ile sınırlanması, c- Devletin aklın ilkelerine göre örgütlenmesi, devlet etkinliklerinin bu ilkelere göre düzenlenmesi. Bkz. Ökçesiz, Hayrettin, Hukuk Devleti, Afa Yay., İstanbul 1998, s. 17-9. 10 anlayışı, hukukun, insanların doğalarında var olan adalet idesinde ve bu idenin toplumda şekillenmiş şekli olan örf ve adetlerde vücut bulduğuna vurgu yapan sosyolojik hukuk anlayışıdır. Bu anlayışa göre devletin, toplumsal norm ve değerleri yok sayması ve kendi potasında eritmesi değil, onları tanıması ve onlara yaşama imkânı vermesi, adalet idesini gerçekleştirmenin daha doğru bir yoludur.26 Hukukun merkezinin devletten topluma doğru kaymaya başladığı bu dönemde, Batı’da özgürlükçü/liberal söylemlerin giderek güçlendiği görülmektedir. Bu dönemde vatandaşların devlet için var olduğunu öngören Hegelci siyasal geleneğin yerine, devletin vatandaşlar için var olduğunu savunan Lockeçu liberal siyaset düşüncesine doğru bir gidiş görülmektedir.27 Bu özgürlükçü söylem, hukukî anlayışları da etkilemiş ve özgürlük odaklı bir hukuk anlayışı savunulmaya başlamıştır. Örneğin bu dönemin önde gelen hukukçularından Hayek, kanun ile özgürlük arasında ayrılmaz bir ilişki kurarak, özgürlüğü bireyin her hangi bir dış faktörün zorlamasına maruz kalmaksızın kendi kendisinin efendisi olarak, kendi seçimini kendisinin yapması olarak tanımlamıştır. Bireyin lehine bile olsa, rızası alınmaksızın yapılacak her hangi bir müdahaleyi “dışsal zorlama unsuru” olarak tanımlayan Hayek, başkasının bireye herhangi bir “iyi” tanımlamasının ve bunu kanunlar dâhil olmak üzere herhangi bir yoldan empoze etmeye kalkışmasının özgürlüğü engelleyeceğini savunur. Ona göre, kanun bireylere ne yapmaları gerektiğini değil, yapmak istediklerini nasıl yapacaklarını gösterir. Hayek, kanunların tarafsız ve özgürlüklerin önünü açıcı olması gerektiğini savunur.28 Soğuk savaş sonrası giderek güçlenen liberal siyaset anlayışı da, hukukun toplumsal taleplere göre yeniden şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Buna göre, tek bir devlet ideolojisi çerçevesinde şekillenen ve kendini iç tutarlılık ve tarafsızlıkla idealize eden hukuk anlayışı yerine, toplumsal talepleri göz önünde bulunduran ve bundan dolayı farklı kültürlerin, etnik kimliklerin, dinî inançların ve dünya görüşlerinin aynı sosyo-politik ortamda yaşayabilmelerine imkân veren bir hukuk anlayışı, yükselen 26 Özcan, Mehmet Tevfik, Hukuk Sosyolojisine Giriş, Donkişot Yayınları, İstanbul 2002, s. 58-9. 27 Arslan, Zühtü, “Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı”, Doğu-Batı, Sayı 13, (Kasım-Ocak 2000-01), s. 67. 28 Yayla, Atilla, Özgürlük Yolu: Hayek’in Sosyal Teorisi, Liberte Yay., 2. Baskı, Ankara 2000, s. 32-7; Çaha, “İdeoloji ile Hukuk Arasında Devlet”, s. 103-4. 11 bir değer haline gelmiştir. Farklılıkların ifadesini sadece siyasal konularla sınırlayan modern ulus-devlet modeline sığmayan çok-kültürlülük, çok kimliklilik ve çoğulculuk kavramları bu dönemin en önemli kavramları haline gelmiştir. Çoğulculuk odaklı anlayışın bu dönemde yükselmesinde önemli rol oynayan faktörlerden bir diğeri de çağdaş Batı düşüncesinde oldukça etkili olan postmodern söylemdir. XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren tüm dünyanın dikkatini çeken postmodernizm kavramı, modernizm sürecinde ortaya çıkan tüm anlayış ve kurumlara yönelik ciddi bir eleştiri ve ondan bir kopuşu ifade etmektedir. Aydınlanmacı/modernist tüm düşünceler gibi klasik hukuk anlayışına da ciddi eleştiriler yönelten bu düşüncenin önde gelen düşünürlerden Foucault, modern anlamıyla iktidarı, temsil özelliği olmayan ve antihümanist yönü ağır basan bir süreç olarak ele alır. Ona göre iktidar, dağılmış, belirsiz, şekilsiz, özensiz bir olgu olmasına rağmen bireylerin bedenlerini ve toplumsal kimliklerini oluşturmaya devam etmektedir. Modernizmin iktidarını iki şekilde kurduğunu söyleyen Foucault, bunların hukukî ve ekonomik modeller olduğunu belirtir. Ona göre bu modellerin modası geçmiştir ve bunlar yanlış varsayımlara dayanmaktadır. Foucault, iktidarın yönettiği egemenlik altına alma sürecini, bireyin tersine çevirmesi gerektiğini savunur. Kendi kendini oluşturma teknolojisi (self technology) şeklinde kavramlaştırdığı bu yolla kişiler, kendi bedenleri, düşünceleri ve duyguları üzerinde kendi iktidarlarını kurabilirler.29 Postmodernist düşünürlere göre XX. yüzyıl deneyimi bireylerin fiziksel bedenlerini ve toplumsal kimliklerini oluşturmayı öngören ideolojilerin başarısız olduğunu, devlet tarafından üretilmiş bir insan modeli varsayımının gerçekçi olmadığını ortaya koymuştur. Artık ilerleme adına dahi olsa, toplumsal hedefler için insanlar üzerinde baskı kurulması meşru görülmemektedir.30 Bireylerin tam bağımsızlığı, her türlü homojenleştirme ve tekdüzeleştirme projelerine karşı çıkmalarıyla mümkündür. Devletin hukuk aracılığı ile meşrulaştırmaya çalıştığı bu homojenleştirme girişimi, her türlü kültürel ve bireysel farklılıkları görmezden gelmektedir. Bu bağlamda kültür ile hukuk arasındaki ilişkiye dikkat çeken bu düşünürler, hukukun kültürel farklılıkları 29 Şaylan, a.g.e., s. 263, 271. 30 Tekeli, İlhan, Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Yayınları, Ankara 1999, s. 180. 12 dikkate alması gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Zira kültür, hem özgürlükler hem de kimliğin oluşum sürecinde önemli bir role sahiptir.31 Postmodern söylemle biraz daha belirginleşen bu birey ve toplum merkezli özgürlükçü bakış açısı, Batı’da hukuk-kültür ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu dönemde “hukukun, kültür tarafından üretildiği ve biçimlendirildiği kadar hukukun da kültürü şekillendirdiği” şeklinde bir düşünce ortaya çıkmıştır.32 II- HUKUKÎ BİR OLGU OLARAK KÜLTÜR (KÜLTÜRÜN HUKUKSAL GÖRÜNÜMÜ) Çağdaş birçok sosyologun kabul ettiği üzere, bireyin kimlik oluşumu için kültürel bir ortamın bulunması şarttır. Bundan dolayı etnik, dinî ya da sosyal her grubun günümüzde kendi kültürüne sahip çıkma arayışında olduğu görülmektedir.33 Birçok düşünür, homojen olmayan toplumlarda farklı kültürlerin asimilasyonuna dayalı ortak kimlik ve ortak değerlerin yerine çok kültürlülüğün savunulmasının kimlik oluşumu ve özgürlükler için daha doğru bir yol olduğunu savunmaktadır. Özellikle postmodern düşünürler, modernizmin idealize ettiği pozitivist hukuk anlayışının hedeflediği tam vatandaşlık (full citizenship) anlayışının, kültürel görünebilirlik (cultural visibility) anlayışı ile uyuşmadığını ve tam vatandaşlık düşüncesinin toplumdaki farklı kültürel dokuları yok etmeyi amaçladığını dile getirirler. Bundan dolayı onlara göre, klasik 31 Sosyologlar, kültürün birey için iki açıdan önemli olduğunu belirtirler: Özgürlük ve bireysel kimlik. Ancak hangisinin daha öncelikli olduğu konusunda iki farklı eğilim söz konusudur. Özgürlük temelli yaklaşım ve kimlik temelli yaklaşım. Birinci yaklaşıma göre kültür, bireysel özgürlük için bir önkoşuldur ve bireysel tercihler için seçenek ve anlamlar sağlayarak onu teşvik eder. Kültürü önemli kılan şey de onun özgürlüğü destekleyici rolüdür. Bu yaklaşımın önde gelen savunucularından Kymlicka, kendimize saygımızı garantileyen şeyin, değerlerimize dayalı bir yaşam planı oluşturmak kadar, bu değerleri sorgulayıp gözden geçirmek ve gerekirse değiştirme özgürlüğü olduğunu ileri sürer. Özerkliğimizi sağlayan, özgürlüğümüzü güvence altına alan, kendimize saygımızı sağlayan, bize seçim yapmak için seçenekler ve bu seçeneklerin değeri hakkında inançlar sağlayan kültürel bağlamdır. Bu anlamda kendimize saygımız için özgürlük, sosyal bir önkoşul olduğu gibi kültürel üyelik de öyledir. Bazı düşünürler ise, kültürü önemli kılan şeyin bireysel özgürlüğü teşvik etmesi değil, özgürlüğün kimliğimizi oluşturan kültürel özdeşleşmelerimizi ve seçimlerimizi mümkün kılması olduğunu savunurlar. Onlara göre birey, özgürlüğünü kullanarak bir kültürle kendini tanımlar. Bu model, birinci eğilimde olduğu gibi, kültürel üyeliğin doğumla kazanıldığını ve birey büyüyüp geliştikçe keşfedildiğini kabul etmektedir. Bkz. Kymlicka, Will, Çokkültürlü Yurttaşlık Azınlıkları Haklarının Liberal Teorisi (Çev. Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yay., İstanbul 1998, s. 83-4; Benhabib, Şeyla, Modernite, Birey ve Toplum (Çev. Mehmet Küçük), Ayrıntı Yay., İstanbul 2002, s. 17-8. 32 Coombe, a.g.e., s. 13, 55. 33 Sarat, Austin and Kearnes, Thomas R., Law in Domains of Culture, The University of Michigan Pres. 1998, s. 2. 13 vatandaşlık düşüncesinin çok-kültürlülüğe imkân verecek şekilde yeniden şekillendirilmesi kimlik oluşumu ve özgürlükler için zorunludur.34 Günümüz dünyasında giderek kurumsallaşan insan hakları düşüncesi ve liberal siyaset anlayışına paralel olarak hukukun, kültürel anlamlardan yararlanması gerektiği sık sık dile getirilmeye başlamıştır. Çalışmalarını hukuk sosyolojisi üzerinde yoğunlaştıran Rosemary J. Coombe, kültürel akışın, daima milli devletlerin kurallarına ve düzenlemelerine tabi olduğunu ve küreselleşen dünyada hukuk biliminin giderek kültürel anlamlar içerdiğini dile getirir. Ona göre kültür hukuka biçim verirken, hukuk da kültüre biçim vermektedir.35 Bundan dolayı hukukun, sosyal realitenin yapıcısı olarak toplumsal yaşam için anahtar bir kaynak olduğu göz önünde bulundurularak onun bazı değerlerin ve sosyal ilişkilerin hem meşrulaştırılmasında hem de onlara karşı çıkılmasında önemli bir rol üstlendiğinin görülmesi gerekir. 36 Clifford Geertz ise bu bağlamda anlam üzerine odaklaşarak, hukukî anlamın üretimi, yorumu, tüketimi ve dolaşımı konularını irdeler. Ona göre hukukun yararlardan, amaçlardan ve anlayışlardan ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Zira hukuk, sosyal yaşama büyük ölçüde biçim vermekte ve çıkar ilişkilerini düzenlemektedir. Bu anlamda hukuk, ona göre sosyal ilişkilerin oluşumuna aktif olarak katkıda bulunan kültürel sürecin bir parçası, hatta yapıcısıdır.37 Pozitivist hukuk düşünürleri, hukukun kültürel alanda tarafsız olması gerektiğini dile getirir. Ancak bu tarafsızlık Batı’da genellikle hukukun tüm kültürel değerleri görmezden gelmesi şeklinde olmuştur. Postmodern düşünürler artık bu anlayışın terk edilmesi gerektiğini dile getirmektedirler. Onlara göre din, ırk, cinsellik ve etnisite gibi geniş kategoriler açısından halkın kültürel kimliklerine saygı, günümüz toplumlarının temel değerlerinden olmuş ve evrensel insan hakları düzeyine ulaşmıştır. Bu noktada bütün vatandaşlara eşit saygı ilkesinden vazgeçmeden kültürel farklılıklara saygının hukuksal imkânları her geçen gün daha fazla dile getirilmeye başlamıştır. Bu bakımdan 34 Yüksel, Murat, a.g.e., s. 5. 35 Coombe, a.g.e., s. 13, 55. 36 Coombe, a.g.e., s. 33. 37 Yüksel, Murat, a.g.e., s. 7-8. 14 çok-kültürlülük konuları üzerinde durmak siyaset felsefecileri kadar hukuk felsefecileri için de önemli hale gelmiştir.38 Küreselleşme ile giderek heterojenleşen toplumlarda farklı milletler, diller, etnisiteler, kültürler, feministler, dindarlar ve yerli sesler değişik taleplerle ortaya çıkmaktadırlar. Bu noktada önemli olan, bu farklı talepler arasında bir denge kurarak, hiçbirini yok saymadan bu taleplere cevap verebilmektir. Bu ise çok-kültürlülüğün kabulü anlamına gelir. Çok kültürlülük kavramı, tartışmalı bir kavram olsa da milli devlet içindeki sosyo-kültürel kimliklerin farklılığını ve buna uygun sosyo-politik ve hukukî düzenlemeler öngördüğü açıktır. Tie, bundan dolayı çok-kültürlülüğün bir ilerleme olduğunu dile getirir.39 Çok kültürlülük üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Taylor ise azınlık topluluklarının ve sahip oldukları kültürlerin, canlılıklarını sürdürebilmeleri için hukuken tanınmaya ihtiyaç duyduklarını dile getirir. Bu itibarla marjinal kültürel topluluk üyeleri doğrudan doğruya hukukî korumanın yardımı olmaksızın orijinal kimliklerini kaybedebilirler. Aksi halde hukuk ile toplum arasında ciddi gerilimler söz konusu olabilmektedir. Bu gerilim ise ancak çok-kültürlülüğe uygun politikalarla çözülebilir.40 Farklı kültürel yapıların tanınması ve buna uygun hukukî düzenlemelerin yapılmasını kültürel adalet şeklinde kavramsallaştıran Ross ise, genelde çoğunluğun yararları ile azınlığın hakları arasında bir mücadele olduğunu ve bunun kültürel adaletle çözülebileceğini savunur. Ona göre kültürel adalet, aynı toplumdaki farklı yapılar arasında ideal olarak sağlanacak bir adaleti ifade eder.41 Kültürel adalet veya diğer bir kullanımıyla kültür hakkı, hukuksal alanı da içine alacak şekilde bireyin kültürel değerlerinin korunmasını ifade eder. Kültür hakkı bireysel bazda değerlendirilebilse de, bu hakkın kullanımı ve devamının toplumsal bir boyutu vardır. Çünkü kimliğin oluşumu kültürel bir ortamı ve dolayısıyla bir topluluğu gerekli kılar. Bu yüzden bu hakkın ortak bir yaşam biçimini yaratma hakkı olduğu da 38 Ross, Andrew, “Components of Cultural Justice”, Law in the Domains of Culture (Edit. Austin Sarat and Thomas R. Kearnes), University of Michigan Pres. Michigan, 1998, s. 205. 39 Tie, Warwick, Legal Pluralism, Toward a Multicultural Conception of Law, Brookfield 1999, s. 22- 3. 40 Taylor, C., “The Politics of Recognition” Multiculturalism and the Politics of Recognition içinde (Edit. C. Taylor and Amy Gutmann), Princeton. University Press., Princeton, 1992, s. 70. 41 Ross, a.g.e., s. 204. 15 söylenebilir. Buna göre hakim kültürel yapı içinde kendine yer bulamayan azınlıkların kimlik oluşumu ve özgürlükleri tehlikeye düşmektedir.42 Joseph H. Carens’in geliştirdiği üç boyutlu vatandaşlık tasnifi bu bağlamda oldukça önemli bir bakış açısı sağlamaktadır. Carens’e göre vatandaşlığın üç boyutu vardır: Kanunî boyut, psikolojik boyut ve siyasal boyut. Kişinin bir siyasal topluma aidiyeti sonucu bazı formel hak ve ödevlere sahip olması vatandaşlığın kanunî boyutu, siyasal toplumu yönetenleri meşru temsilciler olarak görmesi siyasal boyutudur. Ancak bunlardan daha önemlisi kişinin kanunen bağlı olduğu siyasî topluma, duygusal olarak da bağlanması ve o siyasal toplumun ortak kimliği ile özdeşleşmesini ifade eden vatandaşlığın psikolojik boyutudur. Carens, vatandaşlığın bu üç boyutunun, hem siyasal toplumun birlik ve istikrarı hem de vatandaşların dayanışma ve bütünleşmesi için oldukça önemli olduğunu belirtir.43 Rawls da bu üç boyutlu vatandaşlığın gerçekleştirilmesi ile toplumun tüm fertlerinin, kendi değerlerini yaşamlarına yansıtma ve karar alma mekanizmalarında temsil edilme imkanına ulaşacaklarını ve ulusal, etnik ve dinî bakımdan farklı kimliklere sahip olmalarına rağmen onların siyasal toplumla özdeşleşebileceklerini savunur. Böylece onların sadece formel olarak değil, gerçek anlamda siyasal topluma ait olduklarını hissetmeleri sağlanacaktır.44 Temelde politik bir tartışma olan çok-kültürlülük düşüncesi, hukukî alanı da içine alacak şekilde geniş bir perspektif çizmektedir. Küreselleşme ile de yakından ilişkili olan çok-kültürlülük düşüncesi, devlet-birey ilişkisini yeniden şekillendirmektedir. Nüfus hareketlerinin hızlandığı küreselleşme süreci, bir yandan toplumları daha kozmopolit ve daha heterojen hale getirirken, diğer yandan devletin bireye bir kimlik kazandırma ve hayatın her alanına müdahil bir hukuk anlayışı ile onu belli bir yaşam şekline (dünya görüşüne) zorlama düşüncesi gittikçe geçerliliğini kaybetmektedir. Bireyler veya onları temsil eden sivil toplum örgütleri, devletlerinden kendi kültürel kimliklerinin tanınması yönünde birçok talepte bulunmaktadırlar. Çünkü bu süreç, ulus-üstü ekonomik, siyasî ve hukukî oluşumları hızlandırdığı gibi ulus-altı 42 Tok, Nafiz, Kültür, Kimlik ve Siyaset, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2003, s. 147. 43 Carens, Joseph H., “Dimension of Citizenship and National Identity in Canada”, The Philosophical Forum, Vol. 28, No. 1-2, s. 111-24. 44 Rawls, John, Political Liberalism, Columbia University Press, New York, 1996, s. 157, 194; Konuyla ilgili tartışmalar için bkz. Tok, a.g.e., s. 277-80. 16 etnik, dinî ve millî kimlikleri de yeniden canlandırmıştır.45 Bu durum, ulus-devlet anlayışına dayalı pozitivist hukukî yapılarda köklü değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Ulusal anayasalarca düzenlenen temel hak ve özgürlük kategorileri çerçevesinde kişi hakları, siyasal haklar, sosyal haklar ve ekonomik haklar kategorilerinde ciddi anlayış farklılıkları görülmeye başlarken “Azınlık ve grup hakları, dayanışma hakkı, kültür hakkı46, mülteci ve göçmen hakları”, gibi daha önce tanımlanmayan yeni hak kategorileri ortaya çıkmıştır.47 Jürgen Habermas, özgürlüklerin giderek önem kazandığı günümüz şartlarında devlet-toplum ilişkilerinin ideal bir noktaya ulaşabilmesi için devlet tarafından ihlal edilemeyecek şekilde hukuken güvence altına alınmış, özerk bir alanda bireylerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin edebilmelerine imkan veren bir anlayışın hakim kılınması gerektiğini savunur. Bunun için de, bireylerin yurttaş olma sıfatıyla siyasî karar alma süreçlerini belirlemeleri, yâni öncelik yasamada olmak üzere, yürütme ve yargı da dâhil, devlet yönetimini kendi kamusal belirleyiciliklerine tâbi kılabilmeleri gerekmektedir.48 Bireyi, dolayısıyla da bağlı olduğu toplumsal birimi merkeze koyan bu bakış açısı, devlet-toplum ilişkilerinin özgürlükçü bir anlayışla yeniden düzenlenmesini öngörmektedir. Hukuk yapıcısı olarak devlet dışı unsurların da devreye girdiği bir ortamda49, bireylerin devlet-üstü hukukun objesi olması ve bireysel haklarını kendi devletlerinin üstündeki mercilerde arama imkânına kavuşmaları, devlet-toplum ilişkilerinde önemli bir merhaledir. İlk önce Birleşmiş Milletler Cemiyeti ve ardından 45 Bu iki yönlü süreç, küyerelleşme (glokalizm) kavramıyla en güzel ifadesini bulmuştur Küyerelleşme (glocalization) kavramı, küreselleşme kavramı gibi Roland Robertson’ın akademik çevrelere kazandırdığı bir kavramdır. Bu kavramı Robertson, küreselleşme ile yerelleşme yönündeki baskılar arasındaki kopmaz birliği ifade etmek için kullanmaktadır. Bu kavram küreselleşme ile yerelleşme (globalization+localization) kavramlarının birleşiminden ibarettir. Bkz. Robertson, Roland, Küreselleşme, (Çev. Ü. Hüsrev Yolsal), Bilim ve Sanat Yay. Ankara 1999, s. 284-5. 46 Uluslararası Siyasî ve Medenî Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesi, etnik, dinsel veya dilsel azınlıkların bulunduğu bir devlette, böyle bir azınlığa mensup kişilerin grubun diğer üyeleri ile birlikte toplu olarak kendi kültürel haklarını kullanmaları, dinlerine göre ibadet etme ve uygulamaları veya kendi dillerini kullanma haklarının engellenemeyeceğini karara bağlamıştır. 47 Yüksel, Mehmet, Modernite, Postmodernite ve Hukuk, Siyasal Kitabevi, Ankara 2002, s. 178. 48 Habermas, Jürgen, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akitebi (Çev. Medeni Beyaztaş), Bakış Yay., İstanbul 2002, s. 148-9; Köker, Levent, “Seçim Sistemi ve Siyasi Çoğulculuk: Demokratik Meşruluk Açısından Bir Değerlendirme”, Anayasa Yargısı Dergisi (2006), No. 23 s. 199-200. 49 Richard Falk, artık hukuk yaratma sürecinde devletler yanında sivil toplum örgütleri ve uluslar-arası düzeyde etkinlik gösteren hükümetler arası ve hükümetler dışı organizasyonların da büyük rol oynamaya başladığını belirtmektedir. Bkz. Falk, Richard, Küreselleşme ve Din, (Çev. Hasan Tuncay Başoğlu), Küre Yayınları, İstanbul 2003, s. 87. 17 daha etkili bir şekilde şekillenen Avrupa Birliği örnekleri, devlet üstü hukukun oluşması ile bireylerin aynı anda birden fazla hukukun öznesi haline getirilmesi, diğer taraftan azınlık hakları, din ve inanç özgürlüğü, kültür hakları vb. konularda birçok devletin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar, yerleşik hukuk anlayış ve yapılarını değişime zorlamaktadır. İşte böyle bir ortamda savunulan hukukî çoğulculuk düşüncesi, hukuk ile kültür arasındaki iki yönlü ilişkiden hareketle, hukukun devletin müdahalesi olmaksızın sosyal bünyenin ürettiği bir gerçeklik olduğunu savunur. Sömürgecilikle birlikte Batı’nın daha yakından tanıma imkanı bulduğu Batı dışı toplumlardaki devletten bağımsız olarak toplumsal birimlerin ürettiği ve başarılı olarak uyguladığı hukuka referansla böyle bir hukukî yapının uygulanabilirliğini savunan bu düşünürler, ulus-devlet anlayışına dayalı, merkeziyetçi hukuk anlayışının etkinliğini hala sürdürdüğü bir politik ortamda, devletten tamamen bağımsız olarak yasama ve yargı gücüne sahip sosyo-kültürel birimleri idealize etme yerine, daha çok kültürel değerlerin hukukî zeminde tanınması gayreti içindedirler. Onlara göre kültürel değerlerin hukukî olarak tanınması, hem kişisel gelişim hem de özgürlükler açısından savunulması gereken bir düşüncedir. Hukukî çoğulculuk düşüncesinin postmodern dönemin hukuk anlayışı olduğunu savunan Santos, postmodern dönemde rastlanan modern kurum ve söylemlere karşı duruş ve ondan ciddi anlamda bir kopuşun, hukuk alanında hukukî çoğulculuk düşüncesinde görüldüğünü belirtir.50 Bu durum, hukukun kültürün bir görünümü olduğu tezini güçlendirmektedir. Hukukî çoğulculuk düşüncesinin Batılı çevrelerde savunulur hale gelmesinin, Batı kültüründe görülen köklü değişimden bağımsız olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. İster hukukun kültürün bir unsuru olduğu noktasından, isterse kültürün hukuksal imkânlarından hareket edilsin, her iki durumda da Batı dünyasında yaşanan ciddi bir değişimin var olduğu görülecektir. Bu köklü değişimin yakından incelenmesi, hukukî çoğulculuk düşüncesinin anlaşılması için oldukça önemlidir. Zira hukuku, ortaya çıktığı kültürel ortamdan soyutlayarak değerlendirmek ne hukukun mahiyetini ne de onda görülen değişimi sağlıklı bir şekilde anlamamıza imkan verir. “Hukukî Çoğulculuk Düşüncesinin Dış Dinamikleri” olarak adlandırdığımız Batı’da görülen bu teorik (felsefî) değişimin daha yakından incelenmesiyle işe başlamak kanaatimizce yerinde olacaktır. 50 Santos, Boaventura de Sousa, “Law: A Map of Misreading, Toward a Postmodern Conception of Law”, Journal of Law and Society (Autumn, 1987), Vol. 14, No. 3. s. 279-80. BİRİNCİ BÖLÜM HUKUKÎ ÇOĞULCULUĞUN DIŞ DİNAMİKLERİ 19 Hukukun, olgusal değil normatif bir bilim olduğu hukuk kitaplarında sık sık belirtilen bir gerçektir. Yani hukuk, olanı değil olması gerekeni inceler. Bu yönünden dolayı hukuk, bazı değerler ve ilkelerden hareket etmek zorundadır. Bir fiilin yasa dışı, bir başka fiilinse yasal olarak değerlendirilmesi, ancak bu şekilde mümkündür. İster toplum tarafından isterse devlet tarafından üretilsin bir hukuk kuralı, kendisini bir şekilde meşrulaştırmak zorundadır. Bu meşrulaştırma ameliyesi ise hâkim gücün isteğine bağlı olarak bazen akıl, bazen din, bazen de toplumsal kanaatle yapılır ve bunların doğruluğu ayrıca sorgulanmaz. Ancak bir hukuk kuralının meşruluğu için aklın, dinin veya toplumsal kanaatin yeterli görülmesi bir takım ön kabullere dayalıdır. Örneğin bir hukuk kuralının akılla meşrulaştırılabilmesi, birçok karmaşık sorunun çözümlenmesinden sonra ancak mümkündür. Mutlak ve genel-geçer bir hakikat var mıdır? İnsan mutlak hakikati bulabilir mi? İnsan hakikati ancak aklıyla mı bulabilir? Akıl hakikatin bulunmasında tek başına yeterli midir? Bilimsel bilgi gerçeğin tek kriteri midir? Bu ve benzeri birçok soruya “evet” cevabının verilmesi ise, epistemoloji (bilgi felsefesi), antropoloji (insan bilim), sosyoloji, etik, genel olarak felsefe vb. birçok alandaki bir tercihin sonucunda mümkündür. Özetle bir fiilin meşru veya gayri meşru kabul edilmesi, küllî bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Bundan dolayı hukuk bilimi, yukarıda saydığımız bilim dalları başta olmak üzere birçok yan alanla ilgilenmek zorunda kalmıştır. Hukukî çoğulculuk düşüncesinin postmodern dönemin hukuk anlayışı olduğunu dile getiren Santos, aslında bu hukuk düşüncesinin aydınlanmacı/modernist Batılı bir dünya görüşünü reddettiğini ifade etmiş olmaktadır. Öyleyse hukukî çoğulculuk düşüncesi nasıl bir dünya görüşüne, hangi aksiyomlara dayanmaktadır? Onu yerleşik Batılı hukuk anlayışından ayıran nedir? Böyle bir hukuk anlayışının sistemli ve kurumsallaşmasını tamamlamış Batı dünyasında meşruiyet bulmasına imkân veren dinamikler nelerdir? Hukukî çoğulculuk kavramının oluşmasında ve yayılmasında önemli kilometre taşlarından biri olan John Griffiths, hukukî çoğulculuğun ampirik bir olgu veya politik bir şart olarak ortaya çıktığını belirtir. Buna göre bu düşünceyi, hem fiilî hem de teorik bir durumun ortaya çıkardığı bir gerçeklik olarak ele almak mümkündür. Daha önce 20 taraftar bulamamasına rağmen, bu hukuk düşüncesinin 1970’li yıllardan itibaren giderek ivme kazanması, Batı’da bir değişim ve dönüşümün olduğunu göstermektedir. Hukukî Çoğulculuğun Dış Dinamikleri olarak adlandırdığımız bu değişim ve dönüşümü, bu bölümde üç başlık altında ele alacağız. Öncelikle Kuramsal Dönüşüm başlığı altında bilgi kuramı, insan kuramı, toplum kuramı ve ahlak kuramındaki değişimi, daha sonra Siyasal Dönüşüm ve Hukukî Dönüşüm konularını ele alarak hukukî çoğulculuk düşüncesinin dayandığı zihnî yapıyı ortaya koymaya çalışacağız. I- KURAMSAL DÖNÜŞÜM: MODERNİTEDEN POSTMODERNİTEYE Kuram, bilindiği üzere belli bir düşünceyi kavramsallaştırmak amacıyla başvurulan, sistemli tanımlar, gözlemler, koşullar ve ilkeler bütünüdür. Buna göre, her bilim ve teorinin belli bir kuramsal dayanağının olması kaçınılmazdır. XX. yüzyılın ikinci yarısında Batılı hukuk çevrelerinde ortaya çıkan ve klasik hukuk nosyonunda ciddi değişiklikleri öngören hukukî çoğulculuk teorisinin, klasik hukukun dayandığı kuramsal anlayıştaki değişimin bir sonucu olduğu söylenebilir. Çok boyutlu bir yapıya sahip olan hukuk düşüncesini, doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen birçok faktörden söz etmek mümkündür. Hukukun statik bir yapıdan çok dinamik bir yapı olmasının en önemli sebebi de, dayandığı kuramların değişime açık olmasıdır. Analitik bir bakışla ele alındığında dünya üzerindeki hukukî yapıların kahir ekseriyetinin, Batı medeniyetinin etkisi altında oluştuğu, Batı medeniyetinin tarihsel şartları yoluyla üretildiği, Batı’nın insan, toplum ve devlet anlayışına göre şekillendiği ve Batılı bir anlayış çerçevesinde tanımlanmış hak ve sorumluluk anlayışına dayandığı söylenebilir.1 Batılı anlayış derken de Aydınlanma düşüncesi ile şekillenen Avrupa merkezli bir anlayış kastedilmektedir. Ancak XX. yüzyılın son çeyreğinde bu yerleşik anlayışta bir kırılma, bir değişim ve kendini sorgulayıcı bir tavrın ortaya çıktığı görülmektedir. Daha çok postmodernizm kavramı ile ifade edilen bu durum, çoğu düşünüre göre, aydınlanmacı/modernist Batılı anlayışın toptan ve radikal bir eleştirisinden ibarettir. Bu eleştiri, yerleşik düşünceyi yeniden kurmaktan ziyade, bütünüyle reddetmeye veya ondan bir kopuşa daha yatkındır. Bu ret ve kopuşun sebebi 1 Sinha, a.g.e., s. 52-3. 21 ise, aydınlanmacı/modernist söylemin vâdettiği özgür ve güvenlikli bir dünyanın gerçekleştirilememiş olmasıdır.2 Max Weber (1864-1920) tarafından ifade edildiği şekliyle modernizm, kilise ve feodalitenin baskısı altında ezilen Avrupa insanı tarafından, XVI. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Rönesans ve Reform hareketinin, Orta Çağ karanlığından bir kurtuluş, yani bir aydınlanma olarak görülmesini ve eski çağlara ait düşüncelerin reddedilerek bu çağa ait (modern) fikirlerin savunulmasını ifade eden bir kavramdır.3 Aydınlanma düşüncesi, Orta Çağda hak ettiği değeri göremeyen insanı, evrende ayrıcalıklı bir konuma oturtarak işe başlamıştır. Hümanizm denilen bu insan merkezli anlayış ile insan, sahip olduğu akıl sayesinde tüm fenomenleri anlama ve anlamlandırmada tek yetkili görülmeye başlanmıştır. Artık, aklın ve bilimin egemen olduğu bu süreçte, bilimsel bir dayanağı olmayan herhangi bir inancın, toplumsal ve siyasal örgütlenme biçiminin kabul edilmesi mümkün değildir.4 Bu rasyonalist bakış, insanın bilimi kullanarak önce tabiatın, sonra da evrenin bir parçası olan toplumun, akla uygun bir tarzda yeniden düzenlenebileceğini öngörmektedir. Bu öngörü, aklın ışığında elde edilecek nesnel ve evrensel bilginin, insanlığı her geçen gün daha medeni ve daha güzel bir dünyaya yaklaştıracağına dair bir kabulün (ilerlemeci tarih anlayışı) vücut bulmasına zemin hazırlamıştır.5 Weber’in, büyü bozumu, dünyevîleşme, akılcılaşma ve meşru akılcı otorite gibi kavramlarla formüle ettiği aydınlanmacı/modernist düşünce; kapitalizm ve liberal siyasî düşünce ile daha fazla güç kazanmış ve XX. yüzyılın son çeyreğinde, sosyalizmin siyasal gerçeklik olma özelliğini yitirmesi ile alternatifsiz bir sistem konumuna gelmiştir. Bu dönemde, insanlığın yakalayabileceği en yüksek değerlere ulaşıldığına gönderme yapan tarihin sonu tezi6, birçok düşünür tarafından savunulmaya başlamıştır. Ancak aynı dönemlerde 2 Şaylan, a.g.e., s. 109-10. 3 Lash, Scott, “Modernite mi, Modernizm mi? Weber ve Günümüz Toplumsal Teorisi” (Çev. Mehmet Küçük), Modernite Versus Postmodernite içinde (Der. Mehmet Küçük), Vadi Yayınları, Ankara 1993, s. 63-4. 4 Kale, Nesrin, “Modernizmden Postmodernist Söylemlere Doğru”, Doğu Batı, Yıl: 5, Sayı: 19 (2002), s. 29. 5 Şaylan, a.g.e., s. 29-30. 6 Fukuyama’nın dile getirdiği tarihin sonu tezine göre modernizmin temelini attığı, kapitalizm ve liberal temsili demokrasi ile şekillenen Batılı dünya görüşü, alternatifi olmayan ideal ve evrensel bir 22 ortaya çıkan ve modern düşünceye köklü eleştiriler yönelten postmodernizm, başta felsefe olmak üzere, modernist/aydınlanmacı düşüncenin izlerini taşıyan tüm disiplinlerde etkinliğini göstermeye başlamıştır.7 Postmodernizm, 1980’li yıllardan itibaren, giderek artan bir yaygınlıkla entelektüel ve kültürel çevrelerin en önemli tartışma konusu olmuştur. Postmodern söylem, mimariden estetik anlayışına, epistemolojiden ahlaka, sosyolojiden bilim felsefesine kadar uzanan çok geniş bir alanda etkili olmuştur.8 Kökleri Nietszche ve Heidegger’e kadar uzanan postmodernizm; “yapı-söküm (deconstruction) yöntemi”yle modernizmin nesnel ve evrensel bilim düşüncesini; “insanın öldüğü” teziyle ussallık ve soyut bir bilgi öznesine indirgenmiş insan anlayışını, “terörist iktidar” suçlamasıyla birey ve toplumları tek tipleştiren yönetim anlayışlarını ve nihayet “öteki düşmanlığı” üzerine kurulmuş bir ahlak suçlamasıyla da modern ahlakî kabulleri reddetmiştir. Postmodernizm, modernizme karşı her anlamda bir karşı duruş sergileyerek özgürlüğe, göreceliğe ve çoğulculuğa vurgu yapmaktadır. Bu tavrından dolayı postmodernizm, epistemolojiden ahlaka, siyasetten hukuka kadar her alanda özgürlükçü, göreceli ve çoğulcu bakış açısını öne çıkarmıştır. Her alanda dile getirdiği eleştirilerinden dolayı postmodernizmin, Batı düşüncesinde yaşanan külli bir değişim ve dönüşümü ifade ettiği söylenebilir. A. Bilgi Kuramında Dönüşüm Modernizmden postmodernizme geçişle birlikte yaşanan en köklü değişim, bilgi felsefesinde (epistemoloji) kendini gösterir. Postmodernizmi modernizm karşısında güçlü kılan da, onun, modernist bilgi felsefesine yönelttiği ciddi eleştirilerdir. Postmodernizme göre nesnel, evrensel ve hakikati birebir temsil eden bir bilgi anlayışı, savunulması mümkün olmayan bir iddiadır. Onun yerine, kişiler-arasına dayalı (entersübjektif), çok katlı ve göreceli bir bilgi anlayışı gerçeğe daha yakındır. anlayışı temsil etmektedir. Bkz. Fukuyama, Francis, Tarihin Sonu mu?, Vadi Yay., 2. Baskı, Ankara 1999, s. 22-50. 7 Yüksel, Mehmet, a.g.e., s. 5; Şaylan, a.g.e., s. 19-21. 8 Şaylan, a.g.e., s. 50-9. 23 Postmodernistlere göre bilginin bu şekilde kabul edilmesi ile bilginin araçsallaştırılarak bir tahakküm aracı ve dogma haline getirilmesinin de önüne geçilmiş olacaktır.9 1) Modernizmin Bilgi Anlayışı Modernizm düşüncesi, Orta Çağ’ın tanrı merkezli bilgi anlayışını reddetmiş ve hümanizmin öngördüğü şekilde insan merkezli bir anlayışı benimsemiştir. Gerçek bilgiye ulaşmak için tanrının müdahalesi yerine insanî çabaya gerek vardır.10 Tanrının dâhil olmadığı bir bilgi anlayışının oluşması için, modern bilim anlayışının hareket noktası neden değil, nasıl sorusu olmuştur. Galilei Galileo (1564-1642)’nun “ben taşın ya da bir cismin neden yere düştüğü ile değil nasıl düştüğü ile ilgileniyorum” sözü, modern bilim anlayışının yöntemini yansıtmaktadır. Burada açıkça görüldüğü üzere, Galileo, bir anlamda nedensellik düşüncesini XVII. yüzyılda bilimin dışında tutmaktadır. Çünkü nedensellik bağı sürdürülecek olursa, ya da bir başka deyişle “nedenin nedeni” araştırılmaya başlanınca, bu süreç metafiziğe kadar gidecek ve tanrının müdahil olduğu bir bilim anlayışına yeniden dönülmüş olacaktır. Bundan dolayı Galileo, ünlü serbest düşüş yasasını11 ortaya atarken nedeni değil nasılı temel hedef olarak belirlemiştir. Bu tutumuyla Galileo, bilgiyi, ölçülebilir ilişkiler ve etkileşimler çerçevesinde ele almıştır.12 Modernite sürecinde bilgi felsefesi, temelde iki sorunun cevabını aramıştır: Bilginin kaynağı nedir? Bilginin içeriği ve elde ediliş yöntemi nedir? i) Bilginin kaynağı: Bu konuda, modernist düşünürler temel iki eğilim göstermişlerdir: İdealizm13 ve realizm14. İdealizme göre hakikat, ancak fikir, düşünce, 9 Küçükalp, Kasım, Nietzsche ve Postmodernizm, Paradigma Yay., İstanbul 2003, s. 100-9 10 Murphy, John W., Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri, (Çev. Hüsamettin Arslan), Paradigma yay., İstanbul 2000, s. 11-2. 11 Serbest düşüş yasası; serbest ya da boşluktan düşen bir nesnenin aldığı mesafenin, düşme süresinin karesiyle doğru orantılı olduğunu kabul eden fizik yasasıdır. Bu ilişki ağırlıkları veya maddesel nitelikleri ne olursa olsun tüm nesneler için geçerlidir. 12 Şaylan, a.g.e., s. 157-8. 13 İdealizm, tarihi süreçte birbirinden farklı şekillerde ele alınmıştır. Örneğin Platon’un bilgi anlayışı nesnel idealizm, Berkeley’inki öznel idealizm, Fichte ve Hegel’inki diyalektik idealizm olarak isimlendirilirken, Kant’ınki ise deneyüstü (transendental) idealizm olarak isimlendirilmiştir. Nesnel idealizm anlayışına göre insan düşüncesindeki her şeyin bir mükemmel modeli vardır ve bilginin işlevi bu mükemmel modele ulaşmaktır. Öznel idealizmde ise düşünme ön plandadır ve varlık bireyin düşüncesi ile temellendirilmektedir. Diyalektik idealizm Berkeley’in ünlü “neyi düşünüyorsam o vardır” çözümlemesi idealizmin en uç biçimidir. Şaylan, a.g.e., s. 167-8. 24 kavram ve tasarım gibi idealar veya bunları kuran uslar, zihinler ve benler aracılığı ile elde edilebilir.15 Platon’a kadar götürülebilecek olan bu düşünce biçimi, Aydınlanma döneminde George Berkeley (1685-1753), David Hume (1711-1776), Immanuel Kant (1724-1804), Friedrich Hegel (1770-1831) gibi birçok ünlü düşünür tarafından savunulmuştur. Bu düşünürlere göre, deneye başvurmaksızın, sırf düşünce (spekülasyon) ile varlık hakkında kesin bilgiye ulaşmak mümkündür.16 Realizm (gerçekçilik) ise bilginin kaynağının zihnin dışındaki dış dünya olduğunu savunur. Bu düşünce akımı, idealizmin tersine, varlığın düşünceden ayrı olduğunu, var olduğu düşünülen her şeyin, bilen özneden, bilinçten, algılayan ya da duyumsayan bir benden bağımsız olarak kendi başına bir varlığa sahip olduğunu kabul eder ve bilginin kaynağının bu varlıklar olduğunu savunur.17 Bu noktada kendini gösteren süje-obje ikilemi, modernist düşünce üzerinde derin izler bırakacaktır. Modernite sürecinde cevap aranan diğer bir soru ise bilginin içeriği ve elde edilişi ile ilgilidir. Bu konuda da başlıca iki düşünce tarzı gelişmiştir: İlki, insanın akıl içeriklerine, yani tüm potansiyel bilgilere sahip olarak dünyaya geldiğini kabul eden ve Yeni Çağ felsefesinin kurucusu kabul edilen René Descartes (1596-1650)’ın ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” (cogito ergo sum) önermesi18 ile formüle edilebilecek rasyonalizm (usçuluk)19 ve buna karşılık insan aklının herhangi bir içeriğinin 14 Geçmişi Aristoteles’e kadar götürülebilen “Gerçekçilik” düşüncesi, felsefe tarihinde birbiriyle çatışan çok çeşitli anlamlarda kullanılmasına rağmen, özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren idealizmin karşıtı olarak kullanılmıştır. Bu düşünceyi Yeni Çağ’da en iyi temsil eden Locke olmuştur. Amerika ve İngiliz felsefe çevrelerinde ağırlık kazanan “Gerçekçilik Okulu” ise geçtiğimiz yüzyılda bu düşüncenin öncülüğünü yapmışlardır. Wittgenstein, Russell, Moore ve Brode gibi düşünürlerin oluşturduğu bu okul, ağırlıklı olarak dil üzerinde durmuşlardır. Bkz. Ulaş, Sarp Erk, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara, 2002, s. 594-5. 15 Ulaş, a.g.e., s. 713. 16 İdealizmin önde gelen düşünürlerinden olan Hegel, süje ile objenin, aynı aklın değişik biçimlendirmeleri olduğunu, objenin kendisinin de süje gibi akla dayandığını savunur. Yani ona göre, objenin kesin bilgisine, ancak akılla ulaşılan kavramlar üzerinde düşünerek ulaşılabilir. Hegel, her ussal (rasyonel) olan şeyin gerçek (reel) olduğunu, duyu organları yoluyla elde edilen bilgilerin ise kesin, genel-geçer bilgiler olmadığını düşünür. Bkz. Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Yay., 12. Baskı, İstanbul 2000, s. 387. 17 Ulaş, a.g.e., s. 594. 18 Descartes’ın bu önermesi, bilinç ile bilincin dışındaki dünyayı (süje ile objeyi) birbirinden kesin olarak ayırmış ve tüm sosyal bilimleri etkileyecek olan kartezyen düşüncenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bkz. Gökberk, a.g.e., s. 235. 19 Rasyonalizm akımı, zihin ile dünyanın birbiriyle tam bir uyum içinde bulunduğunu, gerçek olanın zihinsel, zihinsel olanın da gerçek olduğunu kabul eder. Bundan dolayı duyu organlarıyla ulaşılan verilerden ziyade, doğuştan gelen a priori bilgileri belirleyici olarak görür. Platon’un ideaları, 25 olmadığını, dış dünyaya ait bilgilerin, ancak deney ve gözlem yoluyla elde edilebileceğini kabul eden ve John Locke (1632-1704)’un “insan aklı, boş bir tahta (tabula rasa)dır” şeklindeki iddiası ile özetlenebilecek ampirizm akımıdır20. Modernite boyunca rasyonalistler ile ampiristler arasındaki süje-obje dualitesinin oluşturduğu bu gerginlik çok uzun süre devam etmiş ve birçok düşünür bu karşıtlığı gidermeye yönelik teoriler geliştirmişlerdir. Bu yolda en ciddi adım, Immanuel Kant tarafından atılmıştır.21 Kant, bilginin öznesinin insan, kaynağının ise dış dünya olduğunu kabul eder. Ancak ona göre, insanın dış dünyayı gözlemleyerek elde ettiği bilgi, ham bilgidir ve rafine edilmesi gerekir. Bu noktada akıl devreye girer ve duyu organları ile elde edilen bilgiler aklın kategorileri22 aracılığıyla sistematize edilir ve gerçek bilgi olma vasfı kazanır.23 Bu çözümlemesi ile Kant, amprist bakış açısıyla rasyonalist bakışı sentezleme yoluna gitmiştir. Kant, diğer modernist düşünürler gibi gerçek bilgiyi metafizik alandan uzak tutmak istemişse de, bilginin üretilmesi aşamasında başvurduğu aklın kategorileri kavramı, onun felsefesini metafizik alana kaydırmıştır. Zira bu kategoriler, Kant’a göre, Descartes’ın doğuştan düşünceler’i Kant’ın a priori bilgileri rasyonalist bir bakışla temellendirilmiş felsefe kategorileridir. Bkz. Ulaş, a.g.e., s. 1483 20 Aydınlanmanın önde gelen düşünürlerinden Thomas Hobbes (1588-1679), gerçeği yansıtan bilginin kaynağının; insanın duyu ve izlenimleri olduğunu ileri sürmüştür. Onu takip eden John Locke (1632- 1704) ise, bilgilenme sürecinin ancak deney yoluyla olabileceğini (ampirizm) savunmuştur. Locke’a göre insan aklı, boş bir levhadır (tabula rasa) ve insan, duyu organları ile kendi dışındaki evreni kavrayacak ve onun hakkında kesin bilgilere ulaşacaktır. Yani insan dışında bir evrenin varlığı kabul edilmekte ve bilginin konusu aklın dışındaki bu evren olmaktadır. Bkz. Weber, Alfred, Felsefe Tarihi (Çev. H. Vehbi Eralp), Sosyal Yay., 5. Baskı, İstanbul 1993, s. 262-3 21 Şaylan, a.g.e., s. 169 22 Kant’a göre aklın 12 kategorisi vardır. O, aklın bu kategorilerinin önerme biçimlerinden oluştuğunu, insana doğuştan ve eşit olarak verildiğini belirtir. Bunlar, bilgiden önce gelir ve duyularla elde edilen bilgileri düzenler. Bu kategoriler bilgi değildir. Bilgi, duyu verilerinin bu kategorilerce işlenmesinden sonra ortaya konan önermedir. Kant, bilginin olusumunda 12 kategori yani önerme biçiminin olduğunu belirtir. Bu kategoriler şunlardır: 1-Evrensellik, 2-Tikellik, 3-Tekillik, 4-Olumluluk, 5- Olumsuzluk (Negasyon), 6-Sınırlılık, 7-Kategoriklik, 8- Koşulluluk (Hipotetiklik), 9- Seçmelilik (Disjunktiflik), 10-Problematik, 11- Savlayici önerme (Assertorik), 12- Zorunluluk (Apodiktik). 23 Bilginin mahiyeti üzerinde durduğu “Salt Aklın Kritiği” adlı eserinde Kant, rasyonalizm ile ampirizmi sentezleyerek bir çözüm önerisinde bulunsa da, bilgi konusunda bazı yeni sorunları beraberinde getirmiştir. Eğer bilginin konusu dış dünyadaki madde ya da nesne ise ve bu bilgi ancak bilinç içerikleri ile ortaya çıkabiliyorsa, o zaman bilgi üreten insan niçin yanılmakta ve yanlış yapmaktadır? Acaba yanılma ya da yanlış yapma, bu çözümleme doğrultusunda aklın ya da bilincin bir oyunu mudur? Eğer insan bilinci zaman zaman oyun oynuyorsa doğru bilgi konusunda nasıl bir güvence söz konusu olacaktır? Kant, ortaya çıkan bu paradoksal durumu antinomi kavramı ile gidermeye çalışmıştır. Antinomi düşüncesi, doğru bilginin tek olmadığını, aynı anda zıt olan şeylerin de doğru kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Bkz. Weber, a.g.e., s. 305-7. 26 insanda a priori olarak, yani doğuştan vardır ve bunların sonradan kazanılması söz konusu değildir. Kant bu görüşleriyle, bilgi anlayışında doğuştan düşüncelere yer veren Descartes gibi metafizik bir boyutu kabul etmiştir.24 Bilginin kaynağı ve elde ediliş yöntemi noktasında ortaya çıkan süje-obje karşıtlığı, XIX. yüzyılda Hegelcilik’in25 zayıflaması ile obje lehine dönmüş, Almanların öncülüğündeki suje merkezli idealist bilgi anlayışı karşısında, XIX. yüzyılda realist bilgi anlayışına sahip pozitivizm ortaya çıkmıştır. Auguste Comte (1798-1857) tarafından kavramsallaştırılan ve bilhassa epistemoloji ve sosyoloji alanlarında oldukça etkili olan pozitivizm düşüncesi, her türden bilginin kayıtsız şartsız olgulara ya da gerçeklere dayandırılmasını öngörür. Comte’un üç hal çözümlemesine26 dayanan bu düşünceye göre, bilgi edinme sürecinde yalnızca olgular dünyasını ve onun temelini oluşturan deneye açık yasaları esas almak ve bunların dışındaki metafizik açıklamaları reddetmek gerekir.27 Pozitivizme göre doğru bilgi, bilimsel olandır. Bilimsel bilgi ise ölçülebilen, nesnel ve doğruluğu zaman ve mekân ile sınırlı olmayan, genel-geçer (evrensel) bilgidir ve bu bilgiye kayıtsız şartsız güven duyulması gerekmektedir.28 Pozitivist bilgi anlayışına göre bir bilgi veya bilim önermesinin aynı anda hem doğru hem de yanlış olması veya birbirine zıt iki şeyin aynı anda doğru olması mümkün değildir. Her sorunun ancak bir tane doğru yanıtı olabilir. Bu doğru bilgiye, ancak 24 Gökberk, a.g.e., s. 352-3. 25 Hegelcilik, Hegel’in mutlak idealizmini ve diyalektik yöntemini benimseyen ve bu yönde sistematik bir yönelim gösteren felsefe eğilimidir. 19. yüzyıl felsefesinin önemli akımlarından biri olmuştur. Bkz. Ulaş, a.g.e., s. 654-6. 26 Auguste Comte, toplumların bilgi üretme ve bu bilgiyi temellendirme açısından üç farklı aşamadan geçerek geliştiklerini savunur: ilkel ve çocuksu aşama olan teolojik aşama, metafizik aşama ve pozitivist aşama. Pozitivist aşama, Comte’a göre bilimin egemen olduğu aşamadır ve insanın bilgilenme süreci de bu üç aşamadan geçerek gelişmektedir. Bkz. Weber, a.g.e., s. 396-7. 27 Pozitivizmin bilgi anlayışı, Thomas Hobbes (1588-1679) gibi bazı düşünürler tarafından 17. yüzyılda dile getirilmiştir. Hobbes, gerçek bilgiye duyu izlenimleri aracılığı ile ulaşılacağını, ancak insanların kendilerini duygu ve diğer bütün öznel etkilerden kurtarmaları gerektiğini savunmuş ve bunun da insan aklının, olayları gerçekleştikleri şekilleri ile kesin tarzda “kopya” etmesi ile mümkün olabileceğini belirtmiştir. Ancak Hobbes, pozitivistlerden farklı olarak bu bilginin yalnızca belirli bir zamandaki bakış açısını sergilediklerini ve insanların duyularla dünyanın dağınık bir resmini elde ettiklerini ileri sürerek, böyle bir bilginin genel-geçer kabul edilemeyeceğini söylemiştir. Bkz. Murphy, a.g.e., s. 21-2. 28 Gökberk, a.g.e., s. 412-8. 27 ampirizm yani tümevarım yoluyla ulaşılabilir. Tümevarım yoluyla elde edilen bilgilerden ise yeni bilgiler üretebilmek (tümdengelim) mümkündür.29 Pozitivizmin nesnel, genel-geçer (evrensel) ve gerçekliğin biricik temsili olan bir bilim anlayışına paralel olarak, XX. yüzyılın başlarında, olgusal ve mantıksal gerçekliği temsil eden nesnel bir dilin mümkün olduğunu savunan mantıkçı pozitivistler ortaya çıkmıştır. Bilim felsefesi alanında önemli bir yere sahip olan ve Viyana Çevresi düşünürleri olarak da bilinen mantıkçı pozitivistler (mantıksal ampirizm okulu/neo- pozitivizm), felsefelerini dilin ve dolayısıyla önermelerin çözümlenmesine dayandırmışlardı.30 Bu düşünürlere göre dil ile dış dünya arasında tam bir özdeşlikten söz etmek mümkündür. Dünya, bizden ve dilimizden bağımsız, birbirleriyle belli biçimde ilişkiye giren yalın nesnelerden oluşur. Dil ile dış varlıklar (objeler) aynı yapı taşlarından oluşmaktadır. Dil de insan düşüncesinin bir aynasıdır ve dilden bağımsız veya dille ifade edilemeyen bir düşünceden bahsetmek söz konusu değildir. Bilim; sınıflandırma yapma, ölçme, gözlem yapma, genellendirme gibi girişimleri kapsayan bir süreç olduğuna göre, sonuç olarak bu girişimleri, bir takım önermelerle ifade etmek kaçınılmazdır. Eğer dilden bağımsız ya da dilin dışında kalan bir düşüncenin olamayacağı kabul edilecek olursa, bilimin de ancak dilde ifade edilmekle var olacağı kabul edilmiş olmaktadır. Buna bağlı olarak en genel anlamda “bilim, aralarında güçlü ya da zayıf bağlantılar bulunan önermeler bütünüdür.”31 Bilimi bir dil olarak ele almak ve bu dilin önermelerinin semantiğini, “doğru/yanlış ikilemi” çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Dil ile ifade edilenler, nesnel olgulara uyuyor ise önermeler doğru, değilse yanlış olur. Herhangi bir bilim dalında geliştirilen bir kuram, artık bir önermeler bütünü olarak ele alınmakta ve kuramı meydana getiren sentetik önermelerin32 anlamlı ve test edilebilir olması; önermeleri, dolayısıyla kuramı doğru kılmaktadır. Mantıkçı pozitivistlere göre dil, tek tek bireyler tarafından değil, bir toplumsal gerçekleştirme ile oluşan ve bireyin öznelliğinden bağımsız bir yapıdır. 29 Ulaş, a.g.e., s.1061; Şaylan, a.g.e., s. 179-80. 30 Küçükalp, “Modern Epistemolojik Kriz ve Postmodern Epistemoloji”, Bilimname, Sayı 2, (2003), s. 92. 31 Bkz. http://www.felsefe.gen.tr/bilim1.asp (05.12.2006) 32 Mantık ve matematiksel önermeler, baştan doğru kabul edilen yani analitik önermeler; diğer bilim dallarındaki önermeler ise, anlamlı ve test edilebilir olan yani sentetik önermeler olarak kabul edilir. 28 Birey, toplumsal uzlaşmaya dayanan göstergelerin anlamını, toplumun üyesi haline gelirken öğrenmektedir.33 Ancak modern dilbilimin kurucusu olan Ferdinand de Saussure (1857-1913)’un XX. yüzyılda geliştirdiği yapısalcılık akımı ve yapısalcı bakış, mantıkçı pozitivistlerin görüşlerine karşı ciddi bir tez olarak ortaya çıkmıştır. Saussure’a göre her sözcük, seslerden ve işaretlerden oluşan bir gösterge sayılır ve göstergeler anlamlandırma işlevini yerine getirmektedir. Buna göre dil, bireyin gösterge (dâll) ile gösterilen (medlul) arasında bir temsil bağıntısı kurması şeklinde tanımlanabilir. Birey, diğer bireylerle iletişim ilişkisi içinde herhangi bir nesne, fenomen ya da düşünce olarak tanımlanabilen gösterilenleri, ses ya da işaretlerden oluşan göstergelerle temsil etmektedir.34 Fakat Saussure, dilin, yapısal bir süreç olması yanında, aynı zamanda hem toplumsal (sosyolojik) hem de bireye özgü (psikolojik) bir süreç olduğunu savunur. İşareti gönderen ya da bir işareti algılayan kişinin önemsemesi diğerlerinden farklı olabilmektedir. Örneğin bir ağaca bakan kişilerin bu görüntüyü anlamlandırması birbirinden farklı olabilmektedir. Buna göre ses ya da yazı gibi bir dil işaretinin belirlenmesinde, bir başka deyişle önemsenmesinde belli ölçüde farklılık söz konusu olmaktadır.35 Saussure’un bu düşüncelerini geliştirerek, genel anlamda modern bilim anlayışına özelde de mantıkçı pozitivistlere ciddi eleştiri yönelten postmodernist düşünürler olmuştur. 2) Postmodernizmin Bilgi Eleştirisi Aklın araçsallaştırıldığı ve bilimin tahakküm aracı kılındığı iddiasıyla pozitivist bilim anlayışını ciddi anlamda kritiğe tabi tutan postmodern teorisyenler, yapı-söküm (deconstruction) yöntemiyle mantıkçı pozitivistlerin geliştirdikleri düşüncelere ağır darbe vurmuşlardır. Jacques Derrida (1930-2004)’nın öncülüğündeki bir grup düşünürün öncelikle edebî metinlerin okunmasına yönelik olarak geliştirdikleri bu 33 http://www.felsefe.gen.tr/bilim1.asp (05.12.2006); Şaylan, a.g.e., s. 197 34 Saussure, her dilin bir ses düzeninin olduğunu yani bir dilin yapısının belirli sayıda ses ile kurulduğunu belirtir. Ancak her dilde olan bu sınırlı sayıdaki seslere (alfabe) dayanılarak o dil içinde sonsuz sayıda sözcük üretilebilmektedir. Bu sözcüklerin her biri seslerden ve işaretlerden oluşan bir gösterge sayılabilir ve göstergeler anlamlandırma işlevini yerine getirmektedir. Bkz. Kristeva, Julia, Derrida, Jacques, “Göstergebilim ve Gramatoloji”, Toplumbilim, (Jacques Derrida Özel Sayısı), Sayı 10, (1999), s. 175-87. 35 Şaylan, a.g.e., s. 190-1. 29 yöntem, tüm bilim düşüncesini ciddi anlamda etkilemiştir. Bilgiyi, dilden ve anlamlandırma çabalarından kaynaklanan kirlilikten arındırmayı ifade eden yapı-söküm kavramı, esas olarak anlam sorunu ile ilgilenmiş, her metnin bir edebî, bir de görünmeyen anlamı olduğunu ve görünmeyen anlamın ortaya çıkarılabilmesi için edebî anlamın sorgulanması gerektiğini ifade etmiştir. Yine bu düşünceye göre birey okuduğu bir metni, kendi özgün deneyimleri ışığında anlamlandırmaktadır. İşte yapı-söküm, sözü edilen bu öznel katılım sürecinin çözümlenmesi ve anlamlandırmanın zaman içinde oluşan göreceliliğinin ortaya çıkarılması çabasıdır. Derrida’ya göre yapı-söküm, anlamlandırılmanın yani semantiğin kırılması olup insanın düşünce sürecinde büyük bir baskı oluşturan bilimin yani gerçekliğin doğru temsil edildiği varsayımını ortadan kaldıracak ve insanların özgürleşmesini sağlayacaktır.36 Düşüncelerini Nietzsche, Heidegger ve Wittgenstein gibi düşünürlere dayandıran Derrida, modernist/pozitivist bakış açısını gerçekliği bire bir temsil yeteneği olan nesnel bir bilgi sistemi kurma iddiasından dolayı eleştirir. Ona göre, böyle bir bilgi sisteminin kurulması mümkün değildir.37 Derrida’ya göre, modernist anlayışın iddia ettiği gibi, gösteren ile gösterilen arasında tam bir temsil bağının olması mümkün değildir. Söz ile düşünce veya dış dünya, hiçbir zaman aynı ve tek olamaz. Gösterenler (işaret ya da ses) ile gösterilenler, birbirlerinden sürekli olarak kopar ve yeniden bir araya gelirler. Bu nedenle herhangi bir gösterge okunduğunda veya işitildiğinde anlam apaçık değildir. Çünkü bir gösterge her zaman başka göstergelere gönderme yapmakta (mecaz/metafor gibi) ve bu süreç içinde, gösteren, gösterilene dönüşmektedir. Dil ayrıca zamansal bir süreç olup, bir cümlenin anlamı o cümlenin sonuna gelinmedikçe anlaşılamamaktadır. Hatta bir sonraki cümlenin kendinden önceki cümlelerin anlamlarını bütünü ile değiştirmesi mümkündür. Yani anlam, zaman boyutuna bağlı olarak değişmektedir. Bundan dolayı, bilimsel önermelerin gerçekliği birebir temsil etmesi imkânsızdır.38 36 Akay, Ali, “Yapıbozma ve Plastik Sanatlar”, Toplumbilim, Sayı 10 (Jaques Derrida Özel Sayısı), (1999), s. 21-22. 37 Kristeva-Derrida, a.g.e., s. 176. 38 Derrida, gösterenler dizisinden bağımsız bir gösterilenler alanı olmadığını, bir başka deyişle kullanılmış işaretlerden yalıtılmış, bağımsız bir anlamdan söz edilemeyeceğini belirtir. Zira insan, dili kullanırken eşdeğer olmayanı eşdeğer kılmaktadır. Dilin metaforlarla dolu olduğunu belirten 30 Özellikle bilim ve kuram ile ilgili çözümlemeleri ile tanınan postmodernist yazar Lyotard, dilin çok esnek olduğunu39, bundan dolayı da nesnel bir anlam yapısının mümkün olmadığını savunur. Ona göre bir metnin40 anlamlandırılmasında en önemli olan, metnin yazarının nasıl anlamlandırdığı değil, alıcılar tarafından nasıl algılandığıdır.41 Bir metni okuyanların o metni, yazarı gibi anlamlandırması, çoğu kez mümkün değildir. Bunun doğal sonucu olarak modernizmin temel kavramlarından biri olan rasyonalite reddedilmiş ve yerine görecelilik (izafiyet) geçmiş olmaktadır.42 Postmodern düşünürler, doğruluğun ölçütünün herhangi bir test edilebilirliğin ötesinde, belirli bir sayıda insanın bir önermeyi doğru kabul etmesi ile gerçekleşebileceğini kabul ederler. Böylece Aristoteles’e dayanan ve pozitivizmin en önemli iddialarından olan, “bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır” türünden ikili mantık konumu reddedilmiş ve XX. yüzyıl bilim anlayışına43 damgasını vuran kuantum44 ve rölativite (görecelilik)45 teorilerinin de desteğiyle bir bilim önermesinin Derrida, “herhangi bir sözcüğün standart yazınsal anlama sahip olduğuna inanmanın yanılgıdan başka bir şey olamayacağını” savunur. Bkz. Kristeva-Derrida, a.g.e., s. 175-7 39 Postmodernistlere göre tüm diller için geçerli olan üç temel öğe söz konusudur: sentaks, semantik ve pragmatik. İnsanların aralarında anlaşabilmeleri için bir kural ve anlam ortaklığına ulaşmaları gerekir. Bu noktada bireyler, aktif değil pasif bir rol üstlenirler. Ancak birey, dilin göstergelerini (sentaks ve semantiğini) öğrendikten sonra, göstergeler ile gösterilenler arasındaki temsil ilişkisini göreli bir bireysel özgürlük içinde kurar (pragmatik) ve salt kendisine özgü metaforlarla (mecaz) konuşmaya kaçınılmaz olarak başvurur. Bundan dolayı postmodernistler, nesnel bir gerçekliğe sahip olan bilimin, nesnel bir gerçekliği olmayan hatta pragmatik özelliğinden dolayı asla nesnel kabul edilmeyen dil ile temsil edilmesinin mümkün olamayacağını dile getirirler. Postmodernistler, modernistlerin, bilimi bu özelliğine rağmen nesnel ve evrensel kabul etmelerini eleştirirler. Bkz. Şaylan, a.g.e., s. 273. 40 Lyotard, metin terimi içine bir yazıyı, fotoğrafı, resmi, bir siyasal eylemi veya herhangi bir karar ya da eğ