T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI BAŞLANGICINDAN GÜNÜMÜZE İSLÂM DÜNYASINDA PEYGAMBER İMAJI (DOKTORA TEZİ) İlhami ORUÇOĞLU BURSA 2008 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLÂM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI İSLÂM TARİHİ BİLİM DALI BAŞLANGICINDAN GÜNÜMÜZE İSLÂM DÜNYASINDA PEYGAMBER İMAJI (DOKTORA TEZİ) İlhami ORUÇOĞLU Danışman Doç. Dr. M. Asım YEDİYILDIZ BURSA 2008 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İslâm Tarihi Bilim Dalı’nda U2003012 numaralı İlhami Oruçoğlu’nun hazırladığı “Başlangıcından Günümüze İslâm Dünyasında Peygamber İmajı” konulu Doktora Tezi ile ilgili tez savunma sınavı, ...../...../ 2008 günü …………….. - …………….. saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının …………………………….. (başarılı/başarısız) olduğuna ………………………… (oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Sınav Komisyonu Başkanı Üye (Tez Danışmanı) Üye Üye Üye Ana Bilim Dalı Başkanı ...... /....... / 2008 Enstitü Müdürü iii ÖZET Yazar : İlhami Oruçoğlu Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : İslâm Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı : İslâm Tarihi Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : viii + 114 Mezuniyet Tarihi : …. /…. / 2008 Tez Danışman(lar)ı : Doç. Dr. M. Asım Yediyıldız Başlangıcından Günümüze İslâm Dünyasında Peygamber İmajı Batı Avrupa’da gelişerek tüm dünyayı etkisi altına alan modern Batı medeniyeti hümanist dünya görüşü ekseninde insanı kainatın merkezine yerleştirmiştir. Artık tüm açıklamalar insana göre, insan için ve insanî sınırlar içerisinde yapılmaktadır. Bu açıdan klasik veya geleneksel diyebileceğimiz geçmiş dönemden büyük bir kopuş gerçekleştirmiştir. Klasik dönemde dinle barışık bir kainat telakkisine sahip olan insanlar dinin ve dini kaynakların kendilerine sunduğu verileri kabullenmekte zorlanmamışlardır. Modern dönemde ise dini ve dinî olanı tüm bilme faaliyetlerinin hatta hayatın dışında tutan bir dünya görüşü çerçevesinde dini verileri rasyonel olduğu ölçüde kabule meyilli bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Bu gelişmenin sonuçları hayatın her alanında gözlemlenmektedir. İslam Tarihi açısından da modern bakış açısının getirdiği bir takım farklılıklar vardır. Siyer eserlerimizdeki klasik peygamber tasavvuru da modern dönemlerde oldukça farklılaşmıştır. Kaynaklara bakış, kullanılan metodoloji ve muhteva açısından bu değişimler görülebilmektedir. Rasyonel bakış açısına göre kaynaklar tam olarak güvenilemez, yanlış ve uydurma rivayetler içeren eserler olarak değerlendirilirken, kaynaklar ve onların ortaya koyduğu olayların tarihsel eleştirel metodla incelenmesi gerektiği vurgulanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda peygamberin hayatına dair rivayetlerden rasyonel izahı mümkün olmayan unsurlar zayıf ve uydurma olarak kabul edilerek ayıklanmaya yoluna gidilmiştir. Böylece peygamber bütün olağanüstülüklerden uzak sıradan bir beşer olarak tasvir edilirken, onun tebliğ mücadelesi de tarihi, sosyal, ekonomik, etnik nedenlere göre izah edilmeye başlanmıştır. Anahtar Sözcükler Muhammed Peygamber İmaj İslam dünyası Siyer Klasik Modern Tasavvur iv ABSTRACT Yazar : İlhami Oruçoğlu Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : İslâm Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı : İslâm Tarihi Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : viii + 114 Mezuniyet Tarihi : …. /…. / 2008 Tez Danışman(lar)ı : Doç. Dr. M. Asım Yediyıldız Image of the Prophet in Islamic World from its Beginning to the Present Modern Western civilisation, which was emerged in the western Europe and has influenced the whole world, becouse of its humanistic and anthropocentric nature, has placed the human at the centre of the universe. Now all explanations are made for and according to human. By doing this, it broke off with past times which we can call classical or traditional. In traditional times, people who have a worldview at peace with the religion did not have any difficulty to accept what religion and religious sources offered them. In modern times, as a result of the modern worldview which excludes from the life religion and all religious elements, there was emerged a new type who accept religion and religious data as far as they are rational. Effects of this change are observable at every aspects of life. In terms of Islamic History, there are some differences resulted from modern worldview. Traditional image and perception of the Prophet in the Sîrah (biography of the Prophet Muhammad) sources is fairly changed. These changes are discernible in many aspects such as source criticism, methodology and content. According to rational point of view sources of Sîrah are unreliable and there are many false and fabricated accounts in them. So that the sources and their content should be criticized in the light of historical critical method. As a result some elements from the life of the Prophet Muhammad which are not rationally explicable are omitted or criticized on the ground that they are false or fabricated. Therefore, on one hand the Prophet was presented as a simple human faraway from any supernatural events, on the other hand his life and teachings are explained with the historical, social, economic and ethnic reasons. Key Words Muhammad Prophet Image Islamic World Sirah Classic Modern Perception ÖNSÖZ Bütün dinler ve mensupları için Tanrı’dan sonra en değerli varlık olan peygamberler, getirdikleri vahyin esaslarını açıklayacak ve mükemmel örnekliği sunacak yegane mercilerdir. İnsanlara ilahî emirleri onlar öğretirler. Tabiileri onları örnek edinirler ve hayatlarını onlara benzetmeye çalışırlar. Bu örnek edinme, zihinlerdeki peygamber imajıyla doğrudan bağlantılıdır. Her peygamber, mensuplarının hayatını, onların zihninde yer eden imajın doğruluğu ve güçlülüğü nispetinde yönlendirir. Batı medeniyeti 19. yüzyılda bilimsel ve teknolojik atılım gerçekleştirmek suretiyle tüm dünyayı etkilemeye başlamış, İslâm dünyası da bundan nasibini almıştır. Batı karşısında alınan ağır askeri yenilgilerin sebepleri önceleri askeri ve siyasî alanlarda aranmış, daha sonra sorunun Batı’nın sahip olduğu bilimsel üstünlükten kaynaklandığına kanaat getirilmiş, çözüm ise modern batılı bilimsel düşünüşü benimsemekte görülmüştür. Günümüz Müslüman aydınları da kendi medeniyet, din ve de peygamberine aynı açıdan yaklaşmaya çalışmışlar, geleneksel bakış açılarından yavaş yavaş uzaklaşır hale gelmişlerdir. Böylece klasik din ve peygamber algısında ciddi bir kırılma meydana gelmiştir. Bu çalışmanın amacı, İslâm dünyasında kadim peygamber tasavvurundaki bu kırılmanın sebeplerini araştırmak ve siyer yazımına nasıl yansıdığını ortaya koymaktır. Tez giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Girişte konunun kapsam, yöntem ve aşamaları belirtilmiştir. Birinci Bölüm üç başlık altında incelenmiştir. İlkinde Batı dünyasında meydana gelen bilimsel ve felsefi değişimlerin teoloji çalışmalarına etkileri ve bunun sonucunda Hz. İsa’ya ilişkin telakkilerdeki değişimler ele alınmıştır. İkinci başlıkta, Batı’nın dünya görüşünde meydana gelen değişimler ve teolojik tartışmalar çerçevesinde İslâm ve Hz. Peygamber’e ilişkin imajlar incelenmiştir. Nihayet modern batı düşüncesinden etkilenen Müslüman tarihçilerin Hz. Peygamber’e yönelik vi telakkileri ele alınmıştır. İkinci Bölümde klasik ve modern siyer yazarlarının Hz. Peygamber’in hayatına hangi açıdan yaklaştıkları, hangi metotları kullandıkları ve kaynakları hangi açıda ele aldıkları tahlil edilmiş, meydana gelen değişim ve sebepleri üzerinde durulmuştur. Çalışmalarım sırasında bana her türlü desteği ve rahatlığı sağlayan danışman hocam Doç. Dr. M. Asım Yediyıldız’a teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca çalışmalarımı takip edip okuyarak hatalarımı düzelten ve çalışmalarımı kolaylaştıran araştırma görevlisi arkadaşlarıma teşekkür ederim. Bursa 2008 İlhami Oruçoğlu vii İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ.............................................................................................................................v İÇİNDEKİLER...............................................................................................................vii KISALTMALAR ..........................................................................................................viii GİRİŞ................................................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM SİYER YAZIMININ TARİHİ ........................................................10 I. Modern Batıda Peygamber Anlayışı........................................................................ 11 A. Hz. İsa Tasavvuru ............................................................................................... 11 B. Hz. Muhammed Tasavvuru................................................................................. 26 1. Rönesans’tan Aydınlanmaya Batıda Hz. Muhammed Tasavvuru ...................27 2. 19. Yüzyıl ve Sonrası: Tarihsel-Eleştirel Bakış...............................................30 II. Batılılaşma ve İslâm Dünyasında Çağdaş Siyer Yazımı ........................................ 35 İKİNCİ BÖLÜM KLASİK VE MODERN SİYER YAZIMI........................................45 I. Kaynaklar................................................................................................................. 46 II. Metodoloji .............................................................................................................. 49 III. Muhteva................................................................................................................. 51 A. Öne Çıkarılan Konular........................................................................................ 51 B. Geri Plana İtilenler.............................................................................................. 54 C. Konuların İşlenişi................................................................................................ 55 1. Risalet Öncesi Dönem .....................................................................................55 2. Risalet Dönemi ................................................................................................84 SONUÇ.........................................................................................................................104 KAYNAKLAR.............................................................................................................108 ÖZGEÇMİŞ..................................................................................................................114 viii KISALTMALAR a.e. Aynı eser a.g.e. Adı Geçen Eser a.g.m. Adı Geçen Makale a.g.md. Adı Geçen Madde a.g.tz. Adı Geçen Tez a.m. Aynı makale a.y. Aynı yer Bkz. Bakınız c. Cilt çev. Çeviren der. Derleyen DİA Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi ed. Editör h. Hicrî haz. Hazırlayan karş. Karşılaştırınız m. Miladî p. Page pp. Page to page s. Sayfa ss. Sayfadan sayfaya sy. Sayı thk. Tahkik eden ts. Basım tarihi yok v.dğr. Ve diğerleri vb. Ve benzeri vd. Ve devamı vol. Volume vs. Vesaire y.y. Basım yeri yok GİRİŞ Zaman ve mekanla kayıtlı olan her şey gibi toplumlar ve kültürler de değişir. Zihini ve toplumsal hayattaki bu değişmeler neticesinde insan, isteyerek veya istemeyerek, bilinçli veya bilinçsiz kainat, hayat ve geçmiş tasavvurlarını yeniden gözden geçirir ve bazı düzenlemelere gider, ekleme ve çıkarmalarda bulunur ve bütün bunlardan bir dünya görüşü oluşturur. Müslüman toplumların tarihte hiçbir problem yaşamadıklarını iddia etmek mümkün değildir. Nitekim daha Hz. Peygamber’in vefatında büyük bir sarsıntı geçirilmiş, coğrafî genişlemeye paralel olarak siyasî, ekonomik ve kültürel pek çok sorun yaşanmıştır. Bunda fetihler sonucunda genişleme, Bizans ve Sasanilerle temas, Yunan ve Hint düşüncesiyle karşılaşma, Moğol işgali önemli bir rol oynamıştır. Nihayet son iki üç yüzyıldır bütün dünyayı etkisi altına alan Batı medeniyeti ile temas, İslâm dünyasında siyasetten ekonomiye, sanattan bilime, felsefeden dine bütün alanlarda kırılmalar meydana getirmiştir.1 İslâm toplumları karşılaştıkları bu sorunların mahiyet ve büyüklüğüne göre refleksler göstermiş, bazen geleneksel paradigma içerisinde çözümler aranmış bazen de yeni bakış açıları geliştirmiştir. Batı medeniyetinin dönüşümüyle birlikte peygamber tasavvurlarında da bir değişim gözlenmektedir. İki toplumdaki sosyal ve kültürel olgular birbiriyle aynı olması mümkün değilse de tamamen farklı oldukları da düşünülemez. Nitekim İslâm dünyasıyla Batı dünyasının yaşadığı tecrübenin benzer ve farklı tarafları söz konusudur. Bilhassa 19. yüzyılda Batılıların genelde peygamber ve özelde Hz. Muhammed (s.a.v.) tasavvurlarından bunu anlamak mümkündür. İslâm dünyasının da aynı açıdan tetkiki konuyu daha da vuzuha kavuşturacaktır.                                                              1 Bkz. Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler/Kişiler I, Risale Yayınları, İstanbul 1986, s. XIX-XX. 2 Son iki yüzyıldır tarih bilimi büyük bir evrim geçirmiştir. Artık tarihi olayların kronolojik olarak alt alta dizilmesi şeklindeki tarih yazıcılığı terkedilmiş, tarihi olaylar da tarihin kendisi de yoruma tabi tutulmaya başlanmıştır. Geçmiş olayları anlayabilmek için sadece o olaylar üzerine düşünmek yerine, o olayları aktaran tarihçilerin konuyla ilişkisi de incelenmeye başlamıştır. Dolayısıyla tarih artık tarihçinin de tarihini araştırmayı gerekli bulmaktadır. Tarihçinin kişisel özelliklerini bilmenin yanında ait olduğu toplum, medeniyet ve çağın genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmak, onun tezleri ve bakış açısındaki isabeti tespit etmeyi sağlayacaktır. Bu itibarla araştırmamızda Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmayacak, daha ziyade siyere dair eserlerin metot ve bakış açıları üzerinde durulacak ve bu bakımdan meydana gelen değişimler ve sebepleri tahlil edilecektir. Başka bir ifadeyle siyer yazımının tarihiyle ilgilenilecektir. Hz. Peygamber’in Müslümanlar nezdindeki yüce mevkiine rağmen günümüzde gerek Türkiye’de gerekse dünyada onun din açısından belirleyiciliği ve örnek olma hususu bazı çevrelerce tartışılır hale gelmiştir. Bu çalışma söz konusu tartışmanın neden çıktığının daha iyi anlaşılmasını temin edecek ve ileri sürülen iddiaların ne derece bilimsel olduğunu ortaya koyacaktır. Böylece siyer yazımının daha doğru temeller üzerinde yapılması mümkün olabilecektir. Nitekim haklı olarak belirtildiği üzere şimdiyi anlamanın yolu geçmişi anlamaktan, geçmişi anlamak ise bugünü bilmekten geçer.2 Tarih bir inceleme konusu olduğunda onu varoluşsal bütünlüğü halinde ele almak mümkün olmadığı için ister istemez zaman, mekan ve tematik açıdan sınırlandırmak gerekmektedir. Bu sebeple bütüncül bir problem teşkil edeceği düşüncesiyle söz konusu hususları göz önünde tutarak dünden bugüne İslâm dünyasındaki siyer yazımının tarihi ele alınmak istenmiştir. Her ne kadar mekan ve zaman açısından sınırların geniş tutulması konunun incelenmesini zorlaştırır görünüyorsa da, sondaj usulü kullanılarak bu dezavantajlar ortadan kaldırılmaya,                                                              2 Bkz. Bloch, Marc, Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara 1994, ss. 29-35. 3 bütünlük ve derinlik korunmaya gayret edilmiştir. Böylece farklı coğrafyalarda ve zamanlarda siyer yazımındaki kırılmalar ve kopmalar daha iyi görülecektir. Ayrıca konu, meselenin en önemli noktası olarak gördüğümüz Batı’da yazılmış peygamber biyografileri ve bunların siyer yazımına etkileri çerçevesinde ele alınmıştır. Bu şekilde tezin asıl ağırlık noktasını modern dönem siyer yazıcılığının geçirdiği değişim teşkil etmiştir. Diğer yandan incelemeye esas teşkil eden kaynakların seçiminde temsil durumları da özenle gözetilmiştir. Hz. Peygamber’e dair çalışmaları bir araya getiren bibliyografik eserler mevcuttur. Bunlar arasında Muhammed Maher Hamadeh’in Muhammad the Prophet: A Selected Bibliography3, Munawar Ahmad Anees ve Alia N. Athar’in Guide to Sira and Hadith Literature in Western Languages4 ve Ramin Khanbagi’nin Muhammad the Prophet of Islam: A Bibliography5 adlı eserleri sayılabilir. Siyer kitaplarının çokluğu ve birbirinin tekrarı olması sebebiyle aralarından en önemli ve en güvenilir olanları seçilmişlerdir. Bu eserler şunlardır: İbn İshak’ın Siyer’i, İbn Hişam’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye’si, İbn Sa’d’ın et-Tabakâtü’l-Kübrâ’sı, Belâzürî’nin Ensâbü’l-Eşrâf’ı, Taberî’nin Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk’u, İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil fi’t-Târîh’i, İbn Kesîr’in el-Bidâye ve’n-Nihâye’si, İbn Haldûn’un Kitâbü’l- ‘İber’i, Süheylî’nin Ravzu’l-Unuf’u, İbn Seyyidinnâs’ın ‘Uyûnü’l-Eser’i, el-Halebî’nin İnsânü’l-‘Uyûn’u, Kastalânî’nin el-Mevâhibü’l-Ledünniyye’si, Seyyid Ahmed Han’ın Life of Mohammed’i, Seyyid Emir Ali’nin Spirit of Islam’ı, Şiblî’nin Sîretü’n-Nebî’si, Muhammed Hüseyin Heykel’in Hayâtu Muhammed’i İzzet Derveze’nin Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı ve Muhammed Hamidullah’ın İslâm Peygamberi’dir. Şüphesiz böyle bir çalışma değişik bakış açılarıyla yapılabilirdi. Örneğin Türklerde, İranlılarda, Araplarda, Hintlilerde peygamber tasavvuru şeklinde milletler; Sünnîlerde, Şiîlerde, Mutezile’de gibi mezhepler; Mutasavvıflara, Hadis bilginlerine,                                                              3 Hamadeh, Muhammad Maher, Muhammad the Prophet: A Selected Bibliography, yayınlanmamış doktora tezi, The University of Michigan, Michigan 1965. 4 Anees, Munawar Ahmad – Athar, Alia N., Guide to Sira and Hadith Literature in Western Languages, Mansell Publishing Limited, London and New York 1986. 5 Khanbagi, Ramin, Muhammad the Prophet of Islam: A Bibliography, Global Scholarly Publications, New York 2006. 4 Müfessirlere, İslâm Hukukçularına vs. tarzında ilim dalları; Emevilerde, Abbasilerde, Fatımilerde, Selçuklularda, Osmanlılarda gibi devletler açısından ayrıma gidilebilirdi. Bu bakış açılarından bir tasnif yapmak mümkün olmakla birlikte hepsini birden kuşatacak bir çalışma, gerek kaynakların çokluğu gerekse bu tasniflerin her birinin ihtiyaç duyacağı bilimsel yöntemin farklılaşması sebebiyle bir doktora tezinin sınırlarını aşacak büyüklüktedir. Bu nedenle çalışmamız İslâm tarihi eserleri içerisinden siyer alanında ön plana çıkmış ve genel kabul görmüş eserler ekseninde yapılmıştır. Konu ele alınırken de yukarıda belirtilen eserlerin problemlerine bakış açıları, metotları ve konuyu işleyiş biçimleri üzerinde durulmuş ve zamanla meydana gelen değişim ve kopmaların sebepleri araştırılmıştır. Meseleye derinliğine bakıldığında Klasik ve Modern dönem olmak üzere temel iki kategoriye indirgenebileceği görülmüştür. Bu ayrım, yukarıda zikredilen tasnifleri telafi edecek daha üst bir çerçeve oluşturmaktadır. Zira yazıldığı coğrafya, yazarın milliyeti, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun klasik dönemde yazılmış eserler aşağı yukarı ortak bir bakış açısına sahiptir. Aynı şey modern dönem eserleri için de geçerlidir. Bu ayrımı yaptıktan sonra kırılmanın nerede ve hangi sebeplerle ortaya çıktığının araştırılması yoluna gidilmiştir. Bunu tespit etmek modern dünyanın hakim medeniyeti olan ve doğulu batılı herkesi etkisi altına alan modern batı düşüncesinin gelişimi ve yapısı hakkında araştırmayı gerekli kılmaktadır. Bu aşamada çok detaya girmeksizin modern batı düşüncesinin felsefi ve bilimsel temelleri üzerinde durulmuş, daha sonra bu yeni düşünüş tarzının güçlenerek teolojik tartışmaları nasıl yönlendirdiği gösterilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda batı insanın genel olarak din ve dinin en önemli figürü olan peygamber hakkındaki kanaatleri ortaya konulmuştur. Daha sonra 19. yüzyılda sömürgecilikle birlikte Batı dünyasının, din ve peygamber telakkilerini, diğer medeniyetlere, özelde ise İslâm’a ve Hz. Peygambere yansıtmaları incelenmiştir. Giderek baskın hale gelen Batılı düşünüş tarzını hisseden Müslüman aydınların modern dönemde kaleme aldıkları siyerlerin hangi bakış açısı ve yönteme göre yazıldıkları ele alınmıştır. Son olarak klasik ve modern dönem siyerleri arasındaki farklılıklar karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. 5 Bu tez, peygamber imajına dair yapılmış ilk çalışma değildir. Örneğin batıda Hz. İsa imajlarını konu alan çalışmalar daha yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Albert Schweitzer’in The Quest of the Historical Jesus6 adlı başyapıtı bu alanda verilmiş ilk ve en önemli eserlerden biri olma özelliğini taşımaktadır. Bu kitabında Schweitzer, kendisine kadar tarihsel İsa tartışmalarını ilk başlatan kişi olarak kabul edilen Reimarus’tan kendi zamanına kadar Hz. İsa’ya dair eserler vermiş olan pek çok bilim adamını ve eserlerini incelemiştir. Ondan sonra da bu gelenek sürmüş ve çok sayıda imaj eserleri yazılmıştır. John Macquarrie’nin Jesus Christ in Modern Thought’u,7 Charlotte Allen’in The Human Christ: The Search for the Historical Jesus’ı,8 Clinton Bennett’in In Search of Jesus’ı9 ve David F. Ford ile Mike Higton’ın editörlüğünü yaptıkları Jesus10 adlı eserler bunlara örnek olarak verilebilir. Batılılarda gelişen bu imaj çalışmaları geleneği oryantalistler tarafından Hz. Peygamber’e de uygulanmaya başlamıştır. Fakat bu çalışmalar geniş hacimli kitaplar olamamış, makale düzeyinde kalmıştır. Bunlardan ilki Arthur Jeffrey tarafından yazılan ve 1926 yılında The Muslim World’de yayınlanan “The Quest of the Historical Muhammad”11 adlı makaledir. Bu makalede o, batıda yazılan biyografileri tasnif ederek onlar hakkında bilgiler vermiştir. İslâm dünyasından sadece apolojik/savunmacı eserler başlığı altında Seyyid Ahmet Han’ın Essays on the Life of Muhammad and Subjects Subsidiary Thereto adlı eseri, Seyyid Emir Ali’nin sonradan Spirit of Islam içinde basılan Life and Teachings of Muhammad adlı kitabı ve M. H. Kidwai’nin “The Miracle of Mohammad, preceded by an Outline of Muhammad’s Life” adlı çalışmasına yer vermiştir. Bu konuda başka bir batılı çalışma da 1963 yılında Revue Historique’de Maxime Rodinson tarafından “Bilan des etudes muhammediennes” başlığıyla yayınlanan, daha sonra ise Merlin L. Swartz’ın editörlüğünü yaptığı Studies on Islam                                                              6 Schweitzer, Albert, The Quest of the Historical Jesus, Fortress Press, Minneapolis 2001. 7 Macquarrie, John, Jesus Christ in Modern Thought, SCM Press, London 2003. 8 Allen, Charlotte, The Human Christ: The Search for the Historical Jesus, Lion Publishing, Oxford 1998. 9 Bennett, Clinton, In Search of Jesus, Continuum, London and New York 2001. 10 Ford, David F.- Higton, Mike (ed.), Jesus, Oxford University Press, Oxford and New York 2002. 11 Jeffrey, Arthur, “The Quest of the Historical Muhammad”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warraq, Prometheus Books, New York 2000, s. 339-357. (The Moslem World, vol. XVI, no. 4, October 1926, ss. 327-348) 6 adlı kitapta İngilizce olarak yer alan “A Critical Studies of Modern Studies on Muhammad”12 adlı makaledir. Burada o da Jeffrey gibi batılı eserleri ele almış, İslâm dünyasından sadece Muhammed Hamidullah ve Salih Ahmed Ali’ye yer vermiştir. Bir diğer çalışma P. E. Peters tarafından yazılmış ve 1991 yılında International Journal of Middle East Studies’de yayınlanan “The Quest of the Historical Muhammad”13 adlı makaledir. Bu makale tamamen batılı kaynakları ele almıştır. 2000 yılında basılmış olan The Quest for the Historical Muhammad adlı kitaba giriş mahiyetinde Ibn Warraq tarafından yazılan “Studies on Muhammad and the Rise of Islam: A Critical Survey”14 adlı yazı da aynı şekilde oryantalistlerin Hz. Peygamber hakkındaki değerlendirmelerini içermektedir. Jeffrey ve Peters’ın adı geçen makaleleri de bu kitapta yer almıştır. Bu konuya ayrılmış monografik mahiyetteki tek çalışma, görebildiğimiz kadarıyla, Clinton Bennett tarafından kaleme alınan In Search of Muhammad15 adlı eserdir. Burada o, İslâm ve kaynakları hakkında bilgi verdikten sonra Oryantalistlerin bu kaynaklara eleştirel yaklaşımlarını tasvir etmiş ve başlangıcından itibaren Batı dünyasında İslâm ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dair yazılmış bütün eserleri dönemlere ayırarak incelemiştir. Bu konuda batıda yapılmış güzel bir çalışma da James Edgar Royster tarafından The Hartford Seminary Foundation’da tamamlanmış olan doktora tezidir. The Meaning of Muhammad for Muslims: A Phenomenological Study of Recurrent Images of the Prophet16 adını taşıyan tezin birinci bölümünde Batı’da ortaya çıkan Hz. Peygamber algılarını ortaya koyan yazar, ikinci ve üçüncü bölümlerde Hz. Muhammed’in Müslümanlar için ne anlam ifade ettiğini, fenomenolojik bakışla tasvir etmiştir.                                                              12 Rodinson, Maxime, “A Critical Studies of Modern Studies on Muhammad”, in Studies on Islam, ed. Merlin L. Swartz, Oxford University Press, New York-Oxford, 1981, ss. 23-85. 13 Peters, P.E., “The Quest of the Historical Muhammad”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warraq, Prometheus Books, New York 2000, s. 444-475. 14 Ibn Warraq, “Studies on Muhammad and the Rise of Islam: A Critical Survey”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warraq, Prometheus Books, New York 2000, s. 15-88. 15 Bennett, Clinton, In Search of Muhammad, Cassell, London and New York 1998. 16 Royster, James Edgar, The Meaning of Muhammad for Muslims: A Phenomenological Study of Recurrent Images of the Prophet, basılmamış doktora tezi, The Hartford Seminary Foundation, Connecticut 1970. 7 Jabal Muhammad Buaben tarafından yazılmış olan Image of the Prophet Muhammad in the West: A Study of Muir, Margoliouth and Watt17 isimli eserde adından da anlaşılacağı üzere Muir, Margoliouth ve Watt’ın eserleri çerçevesinde batıda mevcut olan Hz. Muhammad imajı tasvir edilmiştir. Yukarıda değinilen çalışmalar batılıların Hz. Peygamber’e bakış açılarını konu almışlardır. Müslümanların peygamber tasavvuruna değinen çalışmalardan biri 1965 yılında Michigan Üniversitesi’nde Muhammad Maher Hamadeh tarafından Muhammad the Prophet: A Selected Bibliography18 başlığıyla yapılan doktora tezidir. Kitap ve makalelerden müteşekkil 1548 tane eserin listesini veren ve bazılarına birkaç cümlelik tanıtıcı açıklama ekleyen Hamadeh, bu çalışmasının başında hem Batı’da hem de İslâm dünyasında Hz. Peygambere yönelik yaklaşımları sergileyen bir kısım ilave etmiştir. Altı bölümden oluşan bu kısımda yazar, erken dönem, sonraki dönem ve modern dönem Müslüman ve Batılı yaklaşımları ele almıştır. İlk iki dönemde Batı’nın İslâm ve Hz. Peygamber hakkında tamamen olumsuz bir tutum içinde bulunduğunun altını çizen yazar, modern döneme gelindiğinde bunun değiştiğini, Goethe ve Carlyle gibi Hz. Peygamber’e hayranlık duyan insanlar olduğu gibi, onun hayatını eleştirel bir şekilde ele alan yazarların da bulunduğunu belirtmiştir. Erken dönem Müslüman yaklaşımında ilk kaynakları inceleyen yazar, sonraki dönem Müslüman yaklaşımında 11-19. yüzyılları içeren uzun dönem için tamamen öncekinin tekrarı olduğu eleştirisini getirir. Yazara göre bu dönem eserlerinde Hz. Peygamber yüceltilerek idealize edilmiş ve kendisine olağanüstü güçler, masumiyet ve mucizeler gösterebilme sıfatları nispet edilmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan iki türün olduğunu da ilave etmiştir. Bunlar Mevlid ile İsra ve Miraç’tır. Bu bölümün hem hacim hem de kaynaklar açısından çok zayıf olduğunu belirtmekte fayda vardır. Dolayısıyla yazarın orta dönem eserleri hakkındaki görüşleri genel geçer kanaatlerden öteye gitmemektedir. Modern dönem eserlerini incelediği bölümde Ahmet Zeynî Dahlan, Nebhânî gibi isimlerin klasik tarzı devam ettirdiklerini, bunun yanında Seyyid Emir Ali,                                                              17 Buaben, Jabal Muhammad, Image of the Prophet Muhammad in the West: A Study of Muir, Margoliouth and Watt, The Islamic Foundation, Leichester 1996. 18 Hamadeh, a.g.tz. 8 Seyyid Ahmed Han, Muhammed Heykel, Abbas Mahmud Akkad, Taha Hüseyin, İzzet Derveze gibiler tarafından modern ve apolojik eserlerin yazıldığını belirtmiştir. Bu ikincilerde Hz. Peygamber’in sadece insanî yönüne vurgu yapıldığını ve mucizelerine değinilmediği veya onların göz ardı edildiğini de eklemiştir. Osmanlı dünyasındaki modern siyer çalışmalarını değerlendiren önemli bir makale Gottfried Hagen19 tarafından yazılmıştır. 19. yüzyıl boyunca Osmanlı ordusunda meydana gelen değişiklikleri meşrulaştırmak ve Osmanlı Devleti’nin giriştiği savaşlar için ordu ve halkın maneviyatını güçlendirmek amacıyla Hz. Peygamber’in savaşlarının ve onun savaşlardaki cesaret, kahramanlık ve idareciliğinin kullanıldığını göstermeye çalışan yazar, bunun yanında Osmanlı dünyasında yazılan siyerleri genel olarak da değerlendirmeye tabi tutmuş ve geleneksel siyer yazımından hangi noktalarda ayrıldıklarını tahlil etmiştir. Bu bağlamda Namık Kemal, Ahmed Refik, Ahmed Cevdet Paşa, Celal Nuri, Abdullah Cevdet, Filibeli Ahmed Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı ve Düzceli Yusuf Suad ele alınmıştır. Müslümanların peygamber tasavvuruna dair yapılmış bir diğer çalışma da Antonie Wessels tarafından 1975’te Islamic Culture’da yayınlanan “Modern Biographies of the Life of the Prophet Muhammad in Arabic”20 adlı makaledir. Burada o, Hindistan’dan Seyyid Ahmet Han’ı zikrettikten sonra, çoğu Mısırlı olmak üzere pek çok siyer müellifini ve eserlerindeki yaklaşımlarını incelemiştir. Taha Hüseyin, Tevfik Hakîm, Abbas Mahmud Akkâd, Abdurrahman Şarkâvî, Muhammed Heykel, Necip Mahfuz, Fethî Rıdvan ve Mahmud Şelebi’nin eserlerini tanıtan yazar, bunların çoğunun Hz. Peygamber’in değişik yönlerine vurgu yaptıkları, fakat onun peygamberlik yönünü ihmal ettikleri kanaatine varır.                                                              19 Hagen, Gottfried, “The Prophet Muhammad as an Exemplar in War: Ottoman Views on the Eve of World War I”, New Perspectives on Turkey, Spring 2000, 22, ss. 145-172. 20 Wessels, Antonie, “Modern Biographies of the Life of the Prophet Muhammad in Arabic”, Islamic Culture, vol. XLIX, year 2, April 1975, pp. 99-105 (çev. İlhami Oruçoğlu, “[Hz.] Muhammed’in Hayatına Dair Arapça Yazılmış Biyografiler”, U.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 14, sayı: 2, yıl: 2005, s. 185-194). 9 Günümüzde bu konuya dair yayınlanan popüler bir eser ise Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek21 adlı kitabıdır. Burada yazar, Hz. Peygamber tasavvurunun aşırı yüceltmeci, indirgemeci ve Kur’an’ın peygamber tasavvuru diye üçe ayırmıştır. Birinci bölümü geçmiş peygamberlerden tanrılaştırılanlara dair verilen örnekler üzerine kuran yazar buradan hareketle Kadı İyâz’ın Şifâ ve Suyûtî’nin Hasâis kitaplarında ortaya konan peygamber portresinin eleştirisini yapmaktadır. İkinci bölümde ise mutasavvıf, fakîh ve muhaddisler ile Hindistan’da ortaya çıkan Kur’ancılar’ın ve pozitivist-rasyonalist peygamber telakkilerini indirgemeci gruba sokan müellif, bu iki tasavvura karşı Kur’an’ın peygamberi dediği, modern, mucizeleri olmayan, sadece beşeri yönüne ele aldığı ve kendine göre orta yol olarak sunduğu üçüncü bir tutumu önermektedir. Aynı konuda başka çalışmalar olmakla birlikte yukarıda zikredilen örnekler, ele alınan problemin ortaya konulabilmesi için yeterli görülmüştür. Zira burada değinilen kaynaklar yaygın olarak kabul görmüş eserlerdir.                                                              21 İslamoğlu, Mustafa, Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, İstanbul 2004. BİRİNCİ BÖLÜM SİYER YAZIMININ TARİHİ 11 Girişte ortaya konulduğu üzere siyer yazımının klasik ve modern olarak ikiye ayrılmasının temel sebebi Rönesans sonrasında Batı’da yaşanan tecrübenin 19. yüzyılın ortalarından itibaren siyer yazımına etki etmesidir. Siyer yazımının tarihî seyrini ele almadan önce Batı’da meydana gelen bu değişimi ve onun peygamber telakkisini nasıl dönüştürdüğünü ortaya koymakta fayda mülahaza edilmektedir. I. Modern Batıda Peygamber Anlayışı A. Hz. İsa Tasavvuru Düşünce tarihinde Aydınlanma olarak bilinen dönem öncesinde Hıristiyanlar için İncillerde anlatılanların doğruluğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Hıristiyan inancının Mesih’i ile İncil metinlerinde geçen İsa aynı şeydir. Ona isnad edilen her söz ve fiil, İncillerde tasvir edildiği şekilde söylenmiş ve yapılmıştır. İncillerde İsa’nın faaliyetlerine dair anlatılanlar insanî fikirler değil bizzat kutsal gerçeklerdir. Aydınlanma dönemine kadar Hıristiyan azizlerinin mucizeler gösterebildiğine inanıldığından hareketle, Hz. İsa’nın kendisinin de mucizeler göstermiş olması ihtimal dışında kabul edilmemiştir. Aydınlanma dönemine gelindiğinde, bir kısım insanlar İsa’nın hayatına dair anlatılanların doğruluğunu sorgulamaya başlamışlardır. Bu dönemle birlikte bilimsel akıl yürütme ve doğal hukuka güvenin artması sonucu, insanların işlerine doğaüstü müdahalelerde bulunan bir tanrıya inanmanın gereksiz olduğunu düşünenler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bilginler, İncillerde kabul edilemez olarak gördükleri kısımları dışlamaya başlamışlardır. Artık tarihte yaşamış İsa ile Hıristiyan inancının Mesih’i iki farklı kişi olarak gözükmeye başlamıştır. İncillerin güvenilir, sahih ve İsa’nın tarihsel anlatımı olarak kabul edilemeyeceğine inananlardan bir kısmı Hıristiyanlığın yanlış olduğu kanaatine varmışlar ve artık kendilerini Hıristiyan olarak tanımlamamışlardır. Bununla birlikte İncil’deki birçok paragrafı tarihsel İsa’ya ait görmedikleri için reddeden pek çok bilgin, kendilerini Hıristiyan olarak tanımlamaya devam etmişler ve Hıristiyan dogması ile tarihin İsa’sı arasını uzlaştırmaya gayret etmişlerdir. Bu süreç, İncil kayıtlarının yeni ve eleştirel bir analiz ışığında Hıristiyan inancının yeniden formüle edilmesine yol 12 açmıştır. Bilginlerin İncil’den çıkarılması gerektiğini hissettikleri ilk husus (kurban) mucizeler ve her türlü doğaüstü olaylardır. Örneğin İskoç filozof David Hume (1711– 1776), mucizeler üzerine yazdığı makalesinde, olasılık kanununa uymamaları sebebiyle mucizelerin dînî bir sistemin temeli olamayacağını tartışmıştır.1 Fakat Kilise’nin Hz. İsa’ya dair öğrettiklerinin çoğu mucizelere dayanıyordu. Doğumu, hastaları iyileştirmesi, tekrar dirilmesi ve göğe yükselmesi bunlardan bazılarıdır. Onun kendi geleceği hakkında haber vermesi de bir takım olağanüstü yeteneklere sahip olmasını gerektirir. Mucizelere karşı bu rasyonalist yaklaşıma pek çok tepkiler verilmiştir. Bunlardan biri Christian Wolff (1679-1754)’tur. O, Tanrı’nın normalde tabiatın kanunları çerçevesinde davrandığını, fakat istediği zaman ve istediği sıklıkta doğanın düzenini iptal ederek, mucizeler gösterebileceğini belirtmiştir.2 Fakat deistler Tanrı’nın dünyayı yarattığını ve bir daha müdahale etmediğini, dünyanın doğal kanunlar çerçevesinde varlığını sürdürdüğünü düşünürler. Onların dünya görüşünde ne İsa’nın bedeninde insan haline gelen Tanrı’nın, ne de İsa’nın mucizeleri ve yeniden dirilmesinin yeri vardır. Bir deistin yapacağı şey, İncillerdeki doğaüstü unsurları efsane olarak kabul etmek ve şayet İsa’ya inanıyorsa onun yalnızca ahlâkî öğretilerini takip etmektir.3                                                              1 Hume, David, A Dissertation on Miracles, Mundell-Doig-Stevenson, Edinburg 1807. 2 Bennett, In Search of Jesus, s. 91. 3 Deizm: İngiltere ve Fransa’da 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve dinî yaşantının Romantik hareket tarafından önemli bir dönüşüme uğratıldığı 19. yüzyıla kadar süren eleştirel din hareketi. Akıl çağında anlaşıldığı şekliyle doğal teoloji ve rasyonel ahlakın, dinin tek mümkün içeriğini meydana getirdiği görüşü olarak deizm vahyi, vahyin bildirdiği Tanrı’yı ve dini inkar ederek, yalnızca akıl yoluyla kavranan bir Tanrı’nın varoluşuna inanır. Zihnin doğal güçleriyle tanrısal hakikate ulaşılabileceğini, bu gerçeğin salt inanca dayanan vahyedilmiş bir doğru olarak kabul edilmek ihtiyacında olmadığını ve Tanrı’nın yalnızca varlık bakımından değil, fakat etkinlik bakımından da doğanın üstünde ve tümüyle dışında olduğunu ileri sürmesiyle teizmden ayrılan deizmin temelinde, evrene müdahale etmeyen bir Tanrı anlayışı ve Aydınlanmanın doğal bir sonucu olarak akıl ile bilime gösterilen büyük güven yer alır. Başka bir deyişle, teizmden vahye inanç beslemeyi gerektiren öğretileri kabul etmemek bakımından farklılık gösteren deizmin doğuşunda, akla beslenen inanca, bilime duyulan güvene ek olarak, dinî çatışmalar ve akılla imanı uzlaştırma çabalarında karşılaşılan aşılmaz güçlükler etkili olmuştur. Deizm şu temel tezleri ve tavırları içerir: 1. Tanrı, ilk neden olarak evreni varlığa getirmiştir. 2. Tanrı, evreni yöneten değişmez yasaları da yaratmıştır. 3. Tanrı yaradılışa, yarattığı evrene hiçbir şekilde içkin olmayıp, tıpkı bir saatçinin, saatini imal edip, kurduktan sonra saatiyle bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene aşkındır. Evrene müdahale etmez. 4. Akıl, vahiyle uyum içindedir, ya da vahiy akla uygun olmalıdır. 5. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik öğelere ve mucizelere yer verilmemelidir. Bkz. Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma, İstanbul 1999, s. 209. 13 Hıristiyanlığa eleştiri yöneltenlerden ilki John Toland (1670-1722) olarak kabul edilebilir. Ona göre gerçek Hıristiyanlık kesinlikle gizemli değildir ve İncillerdeki olağanüstülükler Paganizmden ödünç alınmış şeylerdir. Tanrı sadece hakikati vahyetmiştir ve bu hakikat ise aklın rasyonel olarak çıkarımlarıyla uyum içindedir. Her türlü kesinliğin temeli akıldır. İncil’de akla aykırı hiçbir şey yoktur ve doğal açıklaması olmayan her mucize kurgudur. O, rahiplerin entrikaları sonucunda pagan düşüncelerinin, gerçekte rasyonel olan Hıristiyanlığa doldurulduğunu ve paganların gizemlerinin dogma olarak aklın ve duyuların üzerine yerleştirildiğini iddia ederek İsa’yı olağanüstülük ipoteğinden ve dogmadan kurtarmak istemiştir.4 Thomas Chubb (1679-1747), The True Gospel of Jesus Christ Asserted adlı kitabında, İncil’in tam olarak gerçekte neler olduğunu değil, Kilise’nin sonradan oluşmuş dogmalarını yansıttığını ve havarilerin gerçek İncil’i değiştirdiklerini savunmuştur. Fakat o her ne kadar İsa’nın uluhiyetine inanmasa da Mesih’in misyonunun ilahî olduğuna inanmakta ve kendini Hıristiyan olarak kabul etmektedir.5 On sekizinci yüzyılın en agresif deistlerinden olarak tanımlanan Peter Annet (1693- 1769), diğer mucizeler arasında akla aykırı olması sebebiyle yeniden dirilme hadisesini seçmiş ve bu zaviyeden İncillerdeki rivayetleri karşılaştırarak aralarındaki çelişkileri ortaya koymaya çalışmıştır. Toland gibi o da inancın destek olarak olağanüstü müdahaleye değil sadece akla ve doğaya ihtiyacı olduğunu düşünmüştür. Sadece birilerine mucize veren, diğerlerine ise vermeyen bir tanrının ahlâkî bir düşüklük içerisinde olduğunu düşünen Annet, insanlığın doğal dininin, Sokrates tarafından inanıldığı ve uygulandığı şekliyle aklın ve doğanın orijinal dini olan deizm olduğuna inanmıştır.6 Bu konuda ilklerden biri de ABD başkanlarından Thomas Jefferson (1743- 1826)’dır. O İsa’nın hayatına dair yazmış olduğu eserde melekler, olağanüstü görüntüler (visions), Christmas yıldızı, yeniden dirilme gibi doğaüstülükleri dışarıda bırakmıştır. O İsa’nın uluhiyetini reddederek sadece ahlâkî öğretisini kabul etmiştir. Ona göre İsa                                                              4 Gökberk, a.g.e., s. 363-364; Bennett, a.g.e., 91-92. 5 Bennett, a.g.e., 92. 6 Bennett, a.g.e., 92-93. 14 büyük bir ahlak örneğidir. Kendisi de bir deist olan Jefferson, Toland gibi aklın yardımıyla iyi bir hayat oluşturmanın insanın kapasitesi dahilinde olduğuna inanmaktadır.7 Tarihsel isa araştırmalarının öncülerinden birisi de bilim adamı ve Üniteryen olan Joseph Priestley (1733-1804)’dir. O, İsa’yı Sokrates’le karşılaştırmıştır. Ona göre ikisi de öğretmendir fakat hiçbir şey yazmamışlardır; ikisi de dindaşları tarafından ihanetle suçlanmış ve idam edilmişlerdir. Aydınlanma düşünürlerine göre bilgelik ve ahlâkî güç tanrıdan geliyorsa, Hz. İsa’da bulunan bilgeliğin Sokrates’te de bulunması, İsa aracılığıyla konuşan tanrının Sokrates aracılığıyla da konuştuğu anlamına gelir, bu da hakikatin evrensel olduğu ve Tanrı’nın sadece İncil vasıtasıyla bildirdiği vahye has değil demektir.8 Deist Aydınlanma düşünürlerinin bu çalışmaları kendilerinden sonra gelecek olanlar üzerinde etkili olmuş ve tarihsel İsa araştırmalarının gündemini belirlemiştir. 18. yüzyılın son çeyreğinde ivme kazanan ve günümüze kadar gelen bu araştırmalar genel olarak üç döneme ayrılmaktadır. Bunlar: 1. 1778’de Reimarus’la başlayan ve 1906 yılında Albert Schweitzer’in şaheseri olan The Quest of the Historical Jesus adlı eserinin basımına kadarki dönem Eski Araştırma (The Old Quest). 2. 1906’dan 1953’e kadarki Ara Dönem veya Tarihsel Araştırma Olmayan Dönem (An Interim or No-Quest Period). 3. 1953’te Ernest Kasemann’la başlayan ve günümüzde de devam eden Yeni Araştırma (New Quest) Dönemidir. Kasemann’la başlayan bu yeni dönem 1985’te Robert Funk ve Roy Hoover tarafından California’nın Berkeley kentinde kurulan İsa Okulu Ekolü'nün kurulmasından sonra Üçüncü İsa Araştırmaları (The Third Quest) olarak adlandırılmaya başlanmıştır.9 1. Eski Araştırma Dönemi Araştırmacılara göre 1778 yılı İsa araştırmalarından “Old Quest” (Eski Araştırma) döneminin başlangıcıdır. Hermann Samuel Reimarus’un (1694-1768)                                                              7 Bennett, a.g.e., 93. 8 Bennett, a.g.e., 94. 9 Aydın, Mahmut, Tarihsel İsa: İmanın Mesih’inden Tarihin İsa’sına, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002, s. 23. 15 Fragments adlı eseri, yazarın ölümünden sonra filozof Gotthold Ephraim Lessing (1729-1781) tarafından basılmıştır. Albert Schweitzer onun bu eseri hakkında “sadece eleştiri tarihinin en önemli değil aynı zamanda genel literatür içinde bir başyapıt” ve “bir öfke çok nadiren bu kadar belîğ ve bir küçümseme ise azametli olur” yorumunu yapmıştır.10 Yaşamı süresince geleneksel Hıristiyanlığın savunucusu olarak tanınan ve Christian Wolff’un talebelerinden olan Reimarus, İncil’de saçma ve akıl dışı olarak gördüğü şeylere karşı içten içe isyan etmişti. Reimarus, İncilleri her türlü olağanüstülüklerden arındırmıştır. Bakire’den doğum ve doğuşla ilgili bütün hikayeler, mucizeler, İsa’nın bedeninin nura dönüşmesi (transfiguration), İsa tarafından gelecek hakkında verilen bilgiler, yeniden doğma ve göğe yükselme gibi konular bu arındırma işleminden nasibini almıştır. Ayrıca o, İncillerde İsa’nın hayatında yapmış olduğu işlere dair yer alan bilgileri de, havariler tarafından sonradan kurgulandığı gerekçesiyle reddetmiştir. En büyük eleştirisi ise İsa’nın tamamen politik olan misyonunun Kilise tarafından ruhsal bir çabaya dönüştürülmüş olduğu yönündedir. Ona göre İsa’nın amaç ve gayesi, ruhsal kurtuluş veya Tanrı’nın göksel krallığı değil, yeryüzü krallığı kurmak ve İsrailoğullarını kölelikten kurtarmaktır. Bu çabaları esnasında İsa bir takım ilahî müdahale ve yardımlar beklemiştir. Fakat planları başarılı olmayıp Roma askerleri onu tutuklamaya geldiğinde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Çarmıhtaki söylemiş olduğu “Tanrım! Neden beni terk ettin?” cümlesi bunun göstergesidir. Ayrıca ona göre İsa’nın yeni bir din kurmak gibi bir düşüncesi de yoktu. O bir Yahudi idi. Yahudi törenleri, hukuku ve dinini değiştirecek veya kaldıracak hiçbir şey yapmadığı gibi, tüm dünyaya İncil’i vaaz etmek için misyonerlik yapılmasını da istememiştir. Bu husus kendi yerini meşrulaştırmak için Kilisenin yapmış olduğu pek çok ilaveden biridir.11 Yahudi kehanet/beklentisini gerçekleştirmek için Tanrı’nın, İsa’nın bedeninde insan haline gelmesi, tüm insanların günahlarına kefaret olması için ölüp tekrar dirilmesi, İsa’nın hiç beklenmeyen ve istenmeyen ölümünden sonra havariler tarafından uydurulmuş bir hikayedir. Gerçekleştirilecek bir devrimden sonra yaşanılacak zaferi İsa                                                              10 Schweitzer, a.g.e., s. 16. 11 Bennett, a.g.e., s. 96-97; Aydın, Mahmut, a.g.e., s. 25-26. 16 ile birlikte yaşamayı düşledikten sonra havariler, tekrar sıradan bir hayata dönmek istemeyerek yeniden diriliş hikayesini ve İsa’nın ruhları kurtaran kişi olduğu fikrini icat etmiş, cesedini mezardan çalarak daha inandırıcı olması için elli gün bekledikten sonra İsa’yı gördüklerini ve onunla yemek yediklerini iddia etmişlerdir. Yeniden diriliş rivayetlerini detaylı bir şekilde inceleyen Reimarus, ifadeleri birbiriyle bu kadar çelişen görgü tanıklarının şahitliğinin hiçbir seküler mahkemede geçerli ve yasal kabul edilemeyeceği sonucuna varmıştır. Buradan hareketle o, İncillerin havariler tarafından, yeni formüle ettikleri doktrinler doğrultusunda sonradan ve amaçlarına uygun bir içerikle yazıldığını iddia etmiştir. Bir Mesih’ten mucize göstermesi bekleneceği için mucizeler icat edilmiştir. En azından İlyas’ın özelliklerini taşıması bekleneceğinden, insanlara gökten yemek indirmesi ve ölüleri diriltmesi hususu ilave edilmiştir. Onu ikinci Musa olarak takdim edebilmek için Mısır’a kaçış kıssası uydurulmuş, yeni doğan bebeklerin öldürülmesi hususu hikayeye dahil edilmiş, fakat Musa kıssasındaki sepetin yerini sazlıklar almıştır.12 Reimarus, geleneksel Hıristiyan inancına tamamen ters bir İsa portresi ortaya koyarak, İncillerin İsa’nın hayatı için güvenilir kaynaklar olduğu düşüncesini sarsmıştır. Şüphesiz havarilerin İncilleri sonradan geriye doğru düşünerek yazdıklarını söyleyen ilk kişi olmasa da o, bu argümanı tartışmasının merkezine yerleştirmiştir. Ayrıca ondan öncekiler havarilerin niyetlerinde samimi olduklarını düşünürlerken o, havarilerin bilinçli bir hilekârlık içerisinde olduklarını iddia etmiştir. Eserinin bilimsellikten uzak daha ziyade polemik bir çalışma olarak değerlendirilmesine ve yazılarında açık bir tarihsel İsa tasvirinin bulunmamasına rağmen Reimarus’un ortaya atmış olduğu fikirler günümüze kadar İsa araştırmaları gündemine damgasını vurmuş ve tartışılmaya devam etmiştir. Tanrı’nın krallığı meselesinin İsa’nın öğretisinde merkezi konumu teşkil ettiğini ve bu krallığın o zamanki Yahudi dînî atmosferin bağlamı içerisinde anlaşılabileceğini ortaya atan ve buradan hareketle İsa’nın misyonunun tamamen politik olduğunu iddia eden kişi odur.                                                              12 Bennett, a.g.e., s. 97. 17 Kendisinden sonraki bilginler çıkarımlarını doğru kabul etmeseler bile, onun ortaya atmış olduğu soru(n)larla uğraşmak zorunda kalmışlardır.13 Bu soru(n)lar üç konu etrafında yoğunlaşmıştır. İlki, Yahudilerin Mesih beklentisinin ne olduğu, Yahudilerin ruhsal bir kurtarıcıyı bekleyip beklemedikleri ve İsa’nın bir Mesih olup olmadığıdır. Burada Reimarus eskatolojiyi gündeme dahil etmiştir. İsa’nın beklediği oluşum, misyonunun politik mi yoksa ruhsal mı oluşu ve Tanrı’nın krallığını nasıl algıladığı o günden bugüne tartışılagelmiştir. İsa’nın gerçek yaşamı ile ilk Hıristiyanların onu algılamasının aynı olduğuna inananların zamanüstü ve ruhsal bir dönüşüm beklemelerine karşılık ikisinin farklı olduğunu düşünenler dönüşümün hemen ve dünyevî olarak beklendiğini iddia etmiştir. İkincisi, İsa’nın yeni bir din kurma niyeti olup olmadığı ve içinde yaşadığı Yahudi toplumla ilişkisidir. Yahudilik hakkında genel Hıristiyan kanaati olumsuz olsa da İsa’nın yine de bir Yahudi olduğu kanaati mevcuttur. Üçüncüsü ise, İsa Mesih inancının tarihsel araştırmalara dayandırılıp dayandırılamayacağıdır.14 Kant ve Hegel’in takipçileri de konuya felsefi katkılarda bulunmuşlardır. Kantçı düşünürler İncil’deki olağanüstülükleri çıkarmak yerine onları rasyonalist bir perspektifle yeniden yorumlama yoluna gitmişlerdir. Kantçılar olağanüstü olan her şeyi önemsiz sayarken İsa’nın ahlâkî yönlerini ön plana çıkarmışlardır. İsa onlara göre ahlâkî mükemmelliği ile iyilik ve insanlık ideasının ete kemiğe bürünmüş halidir.15 Kantçıların en meşhurlarından biri Heinrich Eberhard Gottlob Paulus’tur (1761- 1851). Ona göre mucizelerin İncil’e yazılmasının sebebi, o zamanlarda olağanüstü şeylerin de gerçek olarak kabul edilmesidir. Karşılaştıkları olayları anlamak için daha bilimsel bir yöntemleri olmadığından, o dönemin insanları için mucizelere inanma başka türlü anlayamayacakları olaylar için hazır bir izah yoluydu. Yahudilerin mucize tutkunluğu, her şeyin Tanrı’ya hamledilmesine ve ikincil nedenlerin göz ardı edilmesine yol açmıştır. Bu izah tarzına göre mucize gibi görünen olayların her birinin doğal ve                                                              13 Dawes, Gregory W. (Ed.), The Historical Jesus Quest, Westminster John Knox Press &Deo Publishing, Kentucky 2000, s. 56; Bennett, a.g.e., s. 98. 14 Bennett, a.g.e., s. 99-100. 15 Allen, a.g.e., s. 142; Bennett, a.g.e., s. 101. 18 rasyonel sebepleri vardır. Örneğin İsa’nın kalabalık bir grubu doyurması, yiyeceği çoğaltması sebebiyle değil, cömertliğinin sonucudur. İsa’nın dağın zirvesinde nura dönüşmesi ise o anda yükselen güneşin ışıkları tarafından aydınlatılmasından başka bir şey değildir.16 Hegelciler içerisinde ön plana çıkan kişi, Raimarus’tan bir yüzyıl sonra onun sağladığı eleştiri ortamından istifade eden David Friedrich Strauss’tur (1808-1874). O, on sekizinci yüzyılda gerçekleşen olağanüstücü geleneksel İncil yorumlarından radikal kopuşun gerekli olduğuna inanmıştır. Fakat bir taraftan İncil’de anlatılanların gerçekten olduğunu reddederken diğer taraftan da Reimarus’un havarilerin kasıtlı olarak İncil’i tahrif ettikleri yönündeki kanaatine karşı çıkmıştır. Ona göre İnciller, ne tarihi gerçekler ne de aldatmacadır, sadece “mit”tirler ve ona göre yorumlanmalıdırlar. O çağdaşlarını Doğaüstücülar (supernaturalist) ve Doğacılar (naturalist) olarak iki gruba ayırır:. Doğaüstücüler İncil’deki mucizevî olayların aynen gerçekleştiğine inanırken doğalcılar İncil’deki anlatımların tarihsel olarak doğruluğunu kabul etmekle beraber bu olayların doğal sebepler sonucunda meydana geldiğini fakat bu doğal sebepleri bilmeyen görgü tanıkları tarafından mucizevî olaylar şeklinde aktarıldığı kanaatindedirler. Strauss bu iki görüşü de reddederek yerine kendisinin “mitik yorum”unu ikame etmiştir. Ona göre havariler kendileri gibi “akıl çağı”nda değil “dînî heyecan çağı”nda yaşamışlardır. Onların İsa hakkındaki sözleri, soyut gerçeklikleri hikaye şekline sokan dînî tasavvurlarının sonucudur ve onlar bu sözlerinde samimidirler. Dînî gerçeklikleri hikaye formuna dönüştürmek ise “mit” oluşturmaktır. Modern yorumcuya gereken bu süreci anlamak ve dînî mesajı bu hikaye formatından ve dînî mesajın ifade edildiği kavramlardan ayırmaktır.17 O, mitik unsurları çıkararak İncil’de İsa’ya dair sadece kendisinin Mesih olduğu zehabına kapılmış fanatik bir Yahudi vaizin hayatının genel hatlarından başka bir şey bırakmamıştır. İsa’nın bütün insanlığın günahlarına kefaret olarak öldüğünü de kabul etmemiştir. Zira insanın bir kurtarıcıya ihtiyacı yoktur. Bütün bunlardan İsa’nın hiçbir şey sunmadığı çıkarılmamalıdır. Ona göre İsa, insanlığın birliği öğretisini yaymıştır. Onun ilahî ve insanî olanı birleştirme ideali, yüce insan ideasını                                                              16 Bennett, a.g.e., s. 102. 17 Dawes, a.g.e., s. 87-89. 19 temsil etmiştir. Strauss’un Hegelci İsa yorumu İncil rivayetlerinden süzülüp çıkarılan iyi bir ideadır.18 Aydınlanma düşüncesi boyunca İncillerin tarihsel olarak güvenilirlikleri sorgulanmış ve Yuhanna İncili tarihsel İsa araştırmaları konusunda belirleyiciliğini kaybetmiştir. Sinoptik İnciller olarak adlandırılan diğer üç İncilden hangisinin ilk olduğu ve diğerlerine kaynaklık ettiği üzerinde araştırmalar önem kazanmıştır. Bu bağlamda dil bilimci Karl Lachman (1793-1851) Markos İncilinin, Matta ve Luka’dan daha önce olduğunu tespit etmiştir. Daha sonra Christian Weiss (1801-1866) “iki doküman hipotezi” ile bu argümanı geliştirmiştir. Bu teze göre Matta ve Luka eserlerini kaleme alırken birbirlerinden bağımsız olarak Markos İncilini ve İsa’nın sözlerini ihtiva ettiği düşünülen ve adına kaynak anlamına gelen Almanca Quelle kelimesinin kısaltılmışı olarak Q denen bir incili kullanmışlardır. Ondan sonra gelen Heinrich Julius Holtzmann (1832-1910), Weiss’in “iki doküman hipotezini” test ederek Markos incilinin kesin olarak en erken İncil olduğunu ve Matta ile Luka’nın hem Markos’u hem de Q İncilini kaynak olarak kullanmak suretiyle eserlerini kaleme aldıklarını ortaya koymuştur.19 Reimarus ve Strauss, İncillerin İsa’nın sözleri ve davranışlarının tam olarak aktardığı kanaatini tartışmaya açmışlardı. Her ikisine göre tarihte yaşamış İsa İncillerdekinden farklıydı. Bunun nedeni olarak Reimarus havarilerin bilinçli çarpıtmasını, Strauss ise farkında olmadan bir mitleştirme sürecinin yaşanmasını öne sürmüştür. Fakat her ikisi de İncillerin tarihi bir kaynak olarak kullanılabileceği kanaatine sahiptir. Onlara göre gerçekte olandan sonra eklenen kısımlar ve tarihsel olandan mitolojik olanlar ayıklanmak suretiyle İsa’nın gerçek yaşamı İncillerden süzülerek yeniden inşa edilebilirdi. Bu kanaati yani İncillerin tarihi bir kaynak olarak güvenilir olduğunu tartışmaya açmak William Wrede’ye (1859-1906) düşmüştür. Ona göre diğerlerinden önce olmasına rağmen Markos İncili, İsa’nın hayatı hakkında güvenilir bir kaynak olamazdı. Markos’un genel şemasını alarak boşlukları tarihsel bağlam ve İsa ile havarilerin psikolojik gelişimleri hakkında tahminlerle doldurmak                                                              18 Bennett, a.g.e., s. 113-114. 19 Aydın, a.g.e., s. 36. 20 suretiyle İsa’nın gerçek portresine ulaşılamazdı. Çünkü Markos’un incili bir inanç belgesidir ve Hıristiyan dogmasına aittir. Bir yazar olarak Markos tarihsel sebepliliğe ve psikolojik gelişmeye hiçbir değer vermemiş, sadece İsa hakkındaki ilk Hıristiyan kanaatlerini birbirinden bağımsız hikayeler halinde sunmuştur. Onun İncilinde bazı tarihi kayıtlar olduğu doğrudur fakat bunlar dogmatik değerlendirmelerle o kadar karışmıştır ki, artık tarihsel İsa’yı ortaya koymakta bir çerçeve olma fonksiyonunu icra edemeyeceklerdir.20 Reimarus’un ortaya attığı problemlerden biri olan tanrının krallığının nasıl gerçekleşeceği konusu eski İsa araştırmalarının son zamanlarına damgasını vurmuştur. Bu dönemin önde gelen teologlarından Albrecht Ritschl (1822-1889), İsa’nın tanrının krallığına dair mesajları üzerine ortaya konacak düşüncelerin, İsa’nın yaşamının tarihsel olarak doğrulanmış hususları üzerine oturtulması gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla o tanrının krallığı için tarihsel zemini şart koşmaktadır. Ona göre tanrının krallığı, on altıncı yüzyıl reformcularının düşündüğü gibi İsa ile inananlar arasında kurulan manevi birlik, ya da geleneksel Katoliklerin inandığı gibi Kilisenin teşekkülü değildir. Daha ziyade İsa tarafından kurulan din kardeşliği gibi ahlâkî bir idealdir ve bu ideal Tanrı tarafından verilmiş bir hediye ve inananların üzerine yüklenen bir görevdir. Bu krallık sevgi içeren bir eylem vasıtasıyla insanlığın birlik olmasıdır.21 Buradan ortaya çıkan İsa, ebedi ahlâkî doğruları ve manevi değerleri öğreten ve insanları ebedi krallığın üyesi olmaya çağıran bir öğretmendir ve çarmıhta ölmek suretiyle Tanrı’nın emrine boyun eğerek bunu bizzat gerçekleştirmiştir.22 Tanrının krallığının ne olduğuna dair kanaat belirtenlerden biri de Johannes Weiss’dir (1863-1914). O, Ritschl’in ortaya koyduğu şekliyle, krallığın Tanrı ile insan arasında sevgi ve güvene dayalı bir ahlâkî ilişki, İsa’nın da bir ahlak öğretmeni ve reformcu olduğunu reddetmiştir. Ona göre İsa, apokaliptik ve eskatolojik karakterli23 Yahudi beklentileri çerçevesinde gelmesi an meselesi olan Tanrı’nın krallığını vaaz eden bir peygamberdir. Ona göre Reimarus, İsa’nın bir krallığı yönetme beklentisi                                                              20 Dawes, a.g.e., s. 112-114. 21 Dawes, a.g.e., s. 153-154. 22 Bennett, a.g.e., s. 114. 23 Kıyamet ve ahiret eksenli 21 içinde olduğunu düşünürken haklıdır, fakat bu krallığın yeryüzünde gerçekleşeceğini zannederek yanılmıştır. O tamamen aşkın ve apokaliptik bir krallıktır. İsa’nın bu dünyayla hiçbir ilgisi yoktur ve onun bir ayağı zaten öte dünyadadır.24 Weiss’in bu görüşleri Albert Schweitzer (1875-1956) tarafından geliştirmiştir. O Reimarus’tan kendisine kadar yapılan tarihsel İsa çalışmalarını değerlendirdiği The Quest of the Historical Jesus adlı eserinde bir anlamda “tarihsel İsa”nın tarihini yazmıştır. Burada her araştırmacının kendi İsa’sını oluşturmaya çalıştığını ve sonuçta araştırmacı sayısı kadar İsa figürü ortaya çıktığını belirtmiştir. Bu araştırmacılar tarihsel İsa’yı ortaya koymaya çalışırken onu kendi çağdaşları olarak düşünmüşler, kendilerinin İsa’dan asırlar sonra yaşadıkları gerçeğine yeterince özen göstermemişlerdir. Halbuki İsa kutsal kitap ve geleneğin egemen olduğu ve Tanrı’ya olan iman ve güvenin bilimsel düşünce tarafından sarsılmadığı Yahudi bir çevrede yaşadığı halde kendileri Batı Avrupa aydınlanma düşüncesinin ürünüdürler. Onlar tarihin İsa’sını ortaya koymaya çalışırlarken, aslında modern bir İsa figürü ortaya koymuşlardır. Bu ise tarihin İsa’sından çok farklıdır. Schweitzer’e göre İsa araştırmacıları evrensel bir İsa portresi oluşturmaya çalışırken, onun söz ve davranışlarının eskatolojik boyutunu göz ardı etmişlerdir. Fakat İsa, dönemindeki Yahudilik anlayışıyla paylaştığı eskatolojik bağlamdan soyutlanamaz.25 Ona göre İsa, tanrının krallığının bu dünyada gerçekleşeceğini beklemiyordu. Bu dünyanın çok kısa bir süre içerisinde son bulup, onun yerini tüm eksiklik ve kötülüklerin yok olacağı ve Tanrı’nın hükmünün her şeyi kuşatacağı bir dünyanın alacağına inanıyordu. Ahlak bu dünyada İsa’nın ölümü ile krallığın gelişi arasında çok kısa bir süre için gerekliydi. İsa krallığın gelmesini sağlamak için önce havarilerini tanrı krallığını vaaz etmeye ve belki de acı çekmeye yollamıştır. Havariler döndüğü halde krallık gelmeyince bu defa asıl acı çekmesi gereken kişinin kendisi olduğuna karar vermiş ve Kudüs’e gitmiştir. Bu da olmayınca bir şeyin krallığın gelmesine engel olduğunu ve kendi ölümünün bu engeli ortadan kaldıracağına inanmış, bir eşeğe binerek Kudüs’e doğru yola çıkmıştır. Fakat havarilerden biri ona ihanet edince tutuklanarak çarmıha gerilmiştir. Tanrı bu defa da                                                              24 Bennett, a.g.e., s. 115; Aydın, s. 41. 25 Aydın, a.g.e., s. 41-42. 22 müdahale etmemiş, krallık gerçekleşmemiş ve İsa yanılmıştır. Schweitzer çarmıhtan sonrasına değinmemiş, belki de tarihsel olarak doğru bulmamıştır. Ona göre bugün için İsa hakkında söyleyebilecek şey, onun kim olduğu veya kendini kim sandığı değil, ondan günümüze akan manevi güçtür ve tarihsel araştırmalar bunu ne sarsabilir ne de yıkabilir.26 2. Ara Dönem Tarihsel İsa ile imanın Mesih’i arasındaki uçurum çok fazla büyüyünce buna karşı bir reaksiyonun ortaya çıkması tabiidir. İsa hakkında kesinlik ifade eden çok fazla şey söylenemeyeceği yönündeki tarihsel şüphecilik, tarihsel İsa araştırmalarının durdurulduğu bir döneme (no-quest) girilmesine yol açmıştır. Bu dönemde araştırmacılar İncillerin nasıl oluştuğu, hangi sözlerin İsa, hangilerinin ise ilk Kilise tarafından söylendiği ve İsa hakkında oluşan inançların nasıl onun ağzından söyletildiği üzerinde durmuşlar, fakat on dokuzuncu yüzyıldaki gibi İsa’nın hayatını yazmayla pek ilgilenmemişlerdir. Artık İsa’nın kim olduğu değil, ne öğrettiği önemli hale gelmiştir.27 Bu yönde tarihsel İsa araştırmalarına ilk tepki Martin Kähler’den (1835-1912) gelmiştir. Onun bu tepkisi yirminci yüzyılın başlarında yaygınlaşacak olan karşı eleştirinin başlangıcı olarak değerlendirilebilir. Onun temel iddiası modern yazarların tarihsel İsa’sının, yaşayan İsa Mesih’in görülmesini engellediği yönündedir. Bu iddiasını temellendirmeye öncelikle mevcut İncillerden hareketle İsa’nın biyografisinin oluşturmanın imkansızlığını öne sürerek başlar. Bu konuda o Wrede ile aynı kanaati paylaşmaktadır. Kähler bu imkansızlığın nedenleri olarak şunları öne sürer: Öncelikle, İncil rivayetleri bölük pörçük ve birbiriyle alakasızdır. İkinci olarak ise, bunlar görgü şahitlerinin anlatımları değildir. Üçüncü olarak da, İnciller İsa’nın hayatının sadece son dönemiyle ilgilidirler. Son olarak, İnciller iki farklı ve uzlaştırılamaz form halinde – Sinoptik İnciller ve Yuhanna İncili- mevcuttur. Meseleyi daha da güçleştiren bir diğer etken ise İncil yazarlarının, bugün modern biyografilerde mühim bir mesele olan İsa’nın kişisel gelişimiyle ilgilenmemeleridir. Elbette tarihsel araştırma sonucunda İsa’nın                                                              26 Bennett, a.g.e., s. 124-125. 27 Bennett, a.g.e., s. 126-127. 23 yaşadığı dünya hakkında bir takım şeyler söylenebilir, fakat modern anlamda bir biyografi oluşturulamaz. Her tarihsel İsa oluşturma çabası bunu yapan kişinin teolojik kanaatleri tarafından şekillendirilecektir. Dolayısıyla “tarihsel İsa”, dînî kanaatlerin objektif ve tarihsel yargılar şeklinde sunulmasının bir aracı olacaktır. Bu tarihsel İsa eleştirisinden sonra Kähler, asıl ilgilenilmesi gerekenin “tarihsel İsa” (historical Jesus) değil, “tarihî ve biblikal Mesih” (historic biblical Christ) olması gerektiğini öne sürmüştür. Ona göre insanlar İsa’ya, Tanrı’nın Sözü olarak dinî önemi sebebiyle teveccüh etmektedirler. Bu sebeple İsa’nın insanlara benzeyen değil tamamen farklı olan yönleriyle ilgilenirler. Bu da tarihsel İsa değil, Kilisenin vazettiği şekliyle Kurtarıcı (Saviour/Redeemer) İsa’dır. Bu İsa ise İncillerden çıkarılacak İsa değil, Havarilerin ortaya koyduğu Mesih’tir.28 Kähler’in bu görüşleri no-quest döneminin en meşhur teologu olarak kabul edilen Rudolf Bultmann (1884-1976) tarafından daha geliştirilmiş bir biçimde işlenmiştir. O, tarihsel İsa’ya ulaşmanın mümkün olmadığı, ortaya konan biyografinin Hıristiyan inancına temel teşkil etmeyeceği ve asıl ilgilenilmesi gerekenin imanın Mesih’i olduğu konusunda Kähler’le aynı kanaattedir. Ayrıca ona göre tarihsel İsa’yı keşfetme çabasında olan liberal teologlar Hıristiyanlığı insanlık tarihinin bir ürünü olarak değerlendiriyorlardı. Böyle düşünmek suretiyle onlar, daha baştan Hıristiyanlığın ilahî vahye verilen bir cevap olma iddiasını reddetmiş ve teolojinin konusu olan Tanrı’yı insanın dinî bilinci ile yer değiştirmiş olmaktadırlar. İnsanlık tarihinin, Tanrısal gayenin açığa çıkması olarak görülebileceğine inanmaktadırlar. Bu Tanrı’nın, dünyevî bilgilerle kavranabilecek bir varlığa indirgenmesi anlamına gelmektedir.29 Bultmann, farklı olarak Kähler’in “biblikal Mesih” tanımlamasının yerine “Kerigmatik Mesih” kavramını kullanır. Bununla Tanrı’nın krallığı ilgili İsa’nın eskatolojik öğretisi yerine kendisine inananların günahları için çarmıha gerilen ve onların kurtuluşu için Tanrı tarafından diriltilen kerigmatik Mesih’i yani ilk Hıristiyan toplumunun tecrübeleri ve teolojik inançları sonucu ortaya çıkan İsa’yı anlatmak                                                              28 Dawes, a.g.e., s. 213-216; Aydın, a.g.e., s. 46-47. 29 Dawes, a.g.e., s. 239-241. 24 istemiştir.30 Fakat ona göre İsa’nın ve öğretisinin anlaşılmasının önünde duran en büyük engel, Strauss’un da belirttiği gibi, ilk yüzyıl Hıristiyanlarının zihniyeti, yani “mitolojik” dünya görüşüyle modern “bilimsel” dünya görüşü arasındaki uçurumdur. Mitolojik dünya görüşü doğaüstü güçlerin bu dünyaya müdahale ettiğini var sayar. Dünya ve insan hayatı, anlaşılması ve kontrol edilmesi mümkün olmayan bir gücün sınırları içerisinde kendilerine bir zemin bulurlar. Mitolojide üç alem vardır: Cennet/gök (heaven), dünya (earth) ve cehennem (hell). Bu üç alem sırasıyla “yukarı”, “bura” ve “aşağı” kelimeleriyle ilişkilendirilmiştir. Tanrı’nın aşkınlığı uzaysal uzaklık bağlamında ifade edilmiş ve dünya ilahî ve tabiatüstü güçler vasıtasıyla anlamlandırılmıştır. Modern bilimsel dünya görüşünde ise bir fenomenin nedenlerinin ancak o fenomenin içinde aranması temel bir prensiptir. Bu bağlamda ilk yüzyıl Filistin Yahudileri evrenle ilgili mitolojik bakış açısına sahip olduklarından, İncil’in özünü oluşturan İsa’nın kurtarıcı mesajı da mitolojik bir karaktere sahiptir. Fakat onun şaşaalı ifadeleri modern dünya görüşüne sahip zihniyetlerce inanılmaz olarak görülmektedir. Bu nedenle teologların yapması gereken şey, bu eskatolojik mitin anlamını çözümleme ve bugün için bir mesaj taşıyıp taşımadığını araştırmaktır. Ona göre İncil’in kendisi mit değildir ve mitolojik bir ifadeye de ihtiyacı yoktur. Mitlerden arındırma (demythologize) İncil’in değil, onu şekillendiren geçmiş dönem dünya görüşünün reddi ve Hıristiyanlığın mesajının modası geçmiş, arkaik bir dünya görüşüne bağlı olduğunun inkârıdır.31 3. Yeni Araştırma Dönemi Yeni Araştırma’nın araştırma olmayan dönemden ayrılma noktası, İncil’de tarihsel İsa’yı ortaya çıkarmaya yarayacak bilgilerin tespit edilebileceğine ve aynı zamanda tarihin İsa’sı ile imanın Mesih’i arasında az da olsa örtüşen noktaların bulunmasına olan güvendir. Bu dönemin başlangıcı olarak Bultmann’ın öğrencisi olan Ernst Käsemann’ın (1906-1998), 1953 yılında “The Problem of the Historical Jesus” (Tarihsel İsa Problemi) adlı bir konferans vermesi gösterilmiştir. Burada o, İncillerin, biyografi olmamalarına rağmen gerçek İsa’ya ilişkin güvenilir biyografik bilgiler verebileceğini iddia etmiştir. Bunu iddia ederken o, on dokuzuncu yüzyıldaki tarihsel                                                              30 Aydın, a.g.e., s. 53. 31 Aydın, a.g.e., s. 49-50; Bennett, a.g.e., s. 127-128. 25 İsa çalışmalarından kendini uzak tutmuştur.32 Bu bağlamda o şu iki hususun altını çizmiştir: 1. İncil üzerinde yaklaşık yarım asırdır devam eden, Bultmann’ın tarihsel İsa’ya yönelttiği eleştirilerin sorgulanmasına yol açmıştır. 2. 19. yüzyıldan itibaren İncillerin kökeni ve Hıristiyan teolojisine dair yapılan bilimsel araştırmalar, Nasıralı İsa ile ilgili sağlam tarihi bilgiler olmazsa Hıristiyan imanının otantikliğinin tehlikeye gireceğini ortaya koymaktadır. Çünkü onunla ilgili tarihi bilgilerin olmaması demek onun nasıl görülmek isteniyorsa o şekilde görülebileceği veya onun insanî varlığını herkesin kendi arzu ettiği şekilde izah edebileceği tehlikesini doğurur. Bu da sonuçta çağdaş idraklere göre Hıristiyanlığın yeniden mitolojileştirilmesine sebebiyet verir. Onun bu çabaları tarihsel İsa çalışmalarını daha da geliştiren bir açılım sağlamamış, tarihin İsa’sı ile imanın Mesih’i arasında bir sentezi öngörmüştür. Tarihsel İsa ile imanın Mesih’i arasında kesin bir ayrıma gitmediği için tarihsel İsa araştırmalarına olumlu katkılar sunamamış ve seksenli yıllara kadar fazla bir popülerlik gösterememiştir.33 Seksenli yıllarda İsa araştırmaları yeni bir ivme kazanmıştır. Seküler eğitim kurumlarının yayılması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dar kalıplı mezhepçilik anlayışının yıkılması, dinsel çoğulculuğun ortaya çıkması, Ölü Deniz yazmaları ve benzeri yeni bazı kaynakların bulunması ile eski kaynaklarda geçen bilgilerin literal ve tarihsel metotların yanı sıra dinler tarihi, kültürel antropoloji ve sosyal bilimlerin metotları ışığında yorumlanması gibi nedenler sonucunda İsa araştırmalarında önemli gelişmeler yaşanmıştır.34 Buna Üçüncü İsa Araştırmaları adı verilen bu dönemin 1985’te İsa Okulu’nun kuruluşuyla başladığı kabul edilir. Bu dönem İsa araştırmalarının önemli bir özelliği de daha önceki araştırmalar birkaç İngiliz istisnasıyla Almanya merkezli iken, yeni dönem araştırmalarının merkezinin kuzey Amerika’ya kaymasıdır.35 İsa Okulu karşılaştırmalı bir İncil metni ortaya koymaya girişmiştir. Bunun için kanonik İncilleri ve Thomas’ın İncil’ini kullanmışlardır. Yapılan çalışmanın sonunda İncil’in yüzde 18’inin otantik olduğuna karar vermişler ve bu kısımları kırmızı harflerle                                                              32 Bennett, a.g.e., s. 135. 33 Aydın, a.g.e., s. 54-55. 34 Aydın, a.g.e., s. 57-65. 35 Bennett, a.g.e., s. 149. 26 belirtmişlerdir. Bunu yaparken aldıkları ölçüler şunlardır: Birden çok şahitliği olan metinlerin otantik olmaları muhtemeldir. İlk Kilise’yi zor duruma sokacak ifadeler (Yahya’nın İsa’yı vaftiz etmesi gibi) korunmuş, tersine yazarların çok ilgisini çekmiş olanlar (İsa’nın asil soyu, kehanetlerinin gerçekleşmesi gibi) şüphe ile karşılanmıştır. Döneminin Yahudiliği ile çelişen metinlerin orijinal olarak İsa’ya ait olduğu düşünülmüştür. İsa’nın deyimlerle dolu bir dil kullandığı genel olarak kabul edildiğinden, nükteli, abartılı, mecazlı ve paradoksal ifadelerin muhtemelen ona ait olduğu varsayılmıştır.36 İsa Okulu Grubu olağanüstü olan her şeyi ve İsa’nın geleceğe ait haberlerini yok saymışlardır. O artık fakir ve toplum dışına itilmiş kişilere özel ilgisi olan bir bilgelik öğreticisidir ve Kinizm benzeri basitlik doktrinini öğretmiştir. Tanrı’nın krallığına dair metinlerin “şimdi ve burada” ile ilişkili olanlarını kabul etmişler fakat gelecek zamanla ilgili olanlarını sonradan uydurulmuş olarak nitelemişlerdir. İsa, Mesih olmadığı gibi İsa’ya Mesih olarak yapılan bütün atıflar sonradan ilavedir. Doğum hikayeleri, mucizeler ve yeniden dirilme Paskalya sonrası üretilmiş kurgulardır. B. Hz. Muhammed Tasavvuru Batı’da gelişen tarihsel İsa araştırmalarının argümanları ve sonuçlarının İslâm’ın kaynağı ve Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili oryantalist yaklaşımlara etkisi kaçınılmazdır ve çoğu oryantalistin eserlerinde bariz bir şekilde gözükmektedir. Örneğin Reimarus’un Hıristiyanlık ve tarihsel İsa araştırmaları ile başlayan ve özellikle doğu dillerinde uzman olan Alman bilim adamlarının yaptıkları çalışmalarla oluşan bilgi birikimi, genel olarak bütün dinlerin özelde ise Orta Doğu’da Sâmî dinlerin ve dinî mitolojilerin doğuş ve gelişimine dair açıklamalar ortaya koymuştur. Bu izah tarzlarının Oryantalistlerin İslâm’ın gelişimi ve Hz. Peygamberin hayatı hakkındaki teorilerine şaşırtıcı benzerlikler içerdiği gözlemlenmektedir.37 16. yüzyıla kadar Hz. Peygamber’e iftiralar, efsaneler ve ön yargıların arasından bakılan Avrupa’da 17 ve 18. yüzyıllarda İslâm’a karşı romantik bir merak uyanmış ve                                                              36 Bennett, a.g.e., s. 151. 37 Ibn Warraq, “Studies on Muhammad and the Rise of Islam: A Critical Survey”, s. 75. 27 İslâm kaynaklarından edinilen bilgilere dayanarak bu yanlış ve maksatlı tasvirlerin bıraktığı imajın giderilmesine çalışılmıştır.38 Buna neden olan gelişmelerin başında Arapça kaynakların bir kısmının batı dillerine tercüme edilmesi sayesinde Arapça bilmeyen batılı bilim adamlarının, dolaylı olarak bile olsa, artık İslâm kaynaklarına ulaşmaları gelmektedir. 1. Rönesans’tan Aydınlanmaya Batıda Hz. Muhammed Tasavvuru Batıya ulaşan ilk kaynaklar Ebu’l-Fida (v.732/1331)’nın Kitabü’l-Muhtasar fi Ahbari’l-Beşer ve İbnü’l-Esir (v.630/1233)’in el-Kamil fi’t-Tarih adlı eserleri olmuştur. Bu konuda öncülerden birisi Edward Pocock’tur. O Halep’ten dönüşü sırasında yanında Bar Hebraeus’un Chronicle adlı eseri ile başka Arapça metinleri de beraberinde götürmüş ve Specimen Historiae Arabum adlı eserinde onlardan faydalanmıştır. Ayrıca John Gagnier (1670-1740) ve Johan Jakob Reiske (1716-74) gibi birçok bilgin tercüme faaliyetiyle ilgilenmişlerdir. Örneğin Gagnier, Ebu’l-Fida’nın eserini 1723’te tercüme etmiştir. Bu tercüme faaliyetlerinin sonucunda Avrupa’da tercümelerinden de olsa İslâm kaynaklarını kullanan yeni bir yazım türü ortaya çıkmıştır.39 Bu açıdan göze çarpan isimlerin başında Henry Stubbe (1632-76) gelmektedir. 1670’lerde yazdığı An Account of the Rise and Progress of Mahometanism: With the Life of Mahomet and a vindication of him and his religion from the calumnies of the Christians adlı eserinde Hz. Peygamber’e nispet edilen yakıştırmaların birçoğunu reddetmiştir. Bunlar arasında onun dinini kılıçla yaydığı, bir rahip ve bir Yahudi tarafından eğitildiği, sara hastalığı sebebiyle trans haline geçtiği zikredilebilir. Bununla birlikte onun düşüncesine göre Hz. Peygamber, Allah tarafından gönderilen bir peygamberden ziyade, yayılmaya başlayan bir gücün başarılı lideridir. Bu konuda ilklerden biri de 1705 yılında Hz. Peygamber’e dair ortaçağ mitleri, iftiraları ve kurgularına yer vermediği biyografisini yazan Adrian Reland (1676-1718)’dır. O, İslâm’ın düşmanları tarafından saptırıldığını teslim eder ve Hz. Peygamber hakkında                                                              38 Fück, J. W., “Islam as an Historical Problem in European Historiography Since 1800”, in Historians of the Middle East, edited by Bernard Lewis and P. M. Holt, Oxford University Press, London 1962, s. 303. 39 Daniel, Norman, Islam and the West: The Making of an Image, Oneworld, Oxford 1997, s. 319; Bennett, Clinton, In Search of Muhammad, Cassell, London and New York, 1998, s. 93. 28 yazanların onu kendi ağzından dinlemeleri gerektiğini fakat bunun yerine ortaçağ Avrupa’sında otorite sahibi olanların yargılarına güvendiklerini belirtir.40 Henri Boulainvilliers (1658-1722) de bu hususta öne çıkan ve Avrupa’nın İslâm ve Hz. Peygamber’e bakışına yön verenlerden biridir. 1731’de yazmış olduğu Vie de Mahomet adlı eserinde Hz. Peygamber’i tarihte benzeri görülmemiş bir devlet adamı ve kanun koyucu olarak tavsif etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber mucizelere ihtiyacı olmayan rasyonel bir insan, İslâm ise başarılı bir beşeri akımdır. Bu tasvir yazarın içinde bulunduğu Aydınlanmacı zihniyetle örtüşmektedir. Bununla birlikte yazar Hz. Peygamber’in bir “sahtekar” olduğunu düşünmeye devam etmekte, fakat bunu Tanrı’ya şan ve ihtişamını vermek gibi iyi bir amaç için yaptığını ifade etmektedir.41 Batı’da Hz. Peygamber hakkındaki olumsuz nitelemelere karşı çıkanlardan biri de George Sale (1697?-1736)’dir. Yaptığı Kur’an çevirisine yazdığı girişte İslâm kaynaklarından (özellikle Gagnier’in Ebu’l-Fida çevirisinden) oldukça yoğun bir şekilde istifade etmiş, Hz. Peygamber’in samimiyeti ve ahlâkî karakteri hakkında övgü dolu ifadeler kullanmış ve övülmesi gerektiği yerde övmekten kaçınılmaması gerektiğini belirtmiştir. Bütün bu olumsuz imajları yıkma gayretlerine rağmen o, İslâm’ın şiddet kullanılarak yayılması sebebiyle insanî bir çabadan öte bir şey olmadığı kanaatini taşımaktadır. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in çok evliliği, İslâm’ın sadece kılıçla yayıldığı, İslâm Dini’nin mekanik bir din olduğu şeklindeki suçlamaları reddetmekte, Mirac’ı Müslümanların Hz. Peygamber’in öğretisinin en önemli kısmı olarak değerlendirmektedir. Bu şekilde o, dînî ön yargılardan uzak oluşu, İslâm tarihinin en güvenilir kaynaklarının Müslüman yazarlar olduğu kanaati ile Müslümanların sesini dinleme isteği göstermesi sebebiyle kendisinden önceki yazarların birçoğundan ayrılmıştır.42                                                              40 Daniel, a.g.e., s. 309, 318; Bennett, a.g.e., s. 94. 41 Daniel, a.g.e., s. 310; Bennett, a.g.e., s. 95. 42 Daniel, a.g.e., s. 322; Bennett, a.g.e., s. 98-99; Holt, P. M., “The Treatment of Arab History by Prideaux, Ockley, and Sale”, in Historians of the Middle East, edited by Bernard Lewis and P. M. Holt, Oxford University Press, London 1962, s. 298-299, 302. 29 Avrupa düşüncesinin bu döneminde Hıristiyan kutsal tarihinin gittikçe revaçtan düşmesi dikkatlerin İslâm’a ve Hz. Peygamber’e yönelmesini mümkün kılmıştır. Öyle ki, dinin hiçbir şekliyle en ufak bir ilişkisi olmayan hümanist Voltaire (1694-1778) bile yazılarında Hz. Peygamber’e yer vermiştir. Bütün dinleri olduğu gibi İslâm’ı da kötüleyen Voltaire, Hz. Peygamber’i şehvet, cinsel arzular ve dünyevî tutkular sahibi olan ve dinî masallarla insanların ruhlarını köleleştiren bir sahtekar olarak tasvir ettiği halde özellikle son dönem yazılarında Onun büyüklüğüne ve yeteneklerine atıf yapmış, onun vahşi olduğu yönündeki kanaatlerini ise sansürleme ihtiyacı hissetmiştir.43 Önceleri tüm dinleri eleştirmek için İslâm’ı kullanan Voltaire, sonradan Hıristiyanlığın aleyhine olmak üzere doğal dine vurgu yapmak için İslâm’a dair düşmanlığını biraz azaltmayı daha avantajlı görmüştür.44 Bu hususta değinmeden geçilemeyecek biri de Edward Gibbon (1737-94)’dır. Hz. Peygamber’e dair en beliğ ve tarihsel bir anlayış içeren eserlerden birini yazan45 Gibbon, sekülarist bir kişi olarak Hz. Peygamber’in hayatının dînî yönlerini anlamaya ilgi duymamış, onun hayatının sadece siyasî başarılarını anlatmakla yetinmiştir. Onun başarılarını tarafsız bir şekilde verme gayreti bir yandan Gibbon’u Müslümanların bakış açısına yaklaştırırken, öte yandan dînî yönünü dikkate almaktan kaçınması onu uzaklaştırmış, hatta yer yer süregelen ön yargıları tekrarlamasına sebep olmuştur. Hz. Peygamber’e dair uydurulan bir çok miti, basit ve gülünç olduğu için reddetmesine rağmen, onun kendi şahsi zevklerine daldığını ve peygamberlik iddialarını kötüye kullandığını, bir elinde Kur’an bir elinde kılıç Hıristiyanlığa savaş açtığını iddia etmiştir. Yine de İslâm kaynaklarını titizlikle kullanması, Hz. Peygamber’in Hicret öncesi hayatına dair olumlu bir yaklaşım sergilemesi ve İslâm’ın insanlığın kültürel ve entellektüel tarihine katkılarını teslim etmesi sebebiyle Batı’da İslâm ve Hz. Peygamber hakkında oluşan iyimser akıma önemli bir katkı olarak tarihte yerini almıştır.46                                                              43 Bennett, a.g.e., s. 96. 44 Daniel, a.g.e., s. 312. 45 Margoliouth, D. S., Mohammed and the Rise of Islam, G.P. Putnam’s Sons-The Knickerbocker Press, New York and London, 1905, s. III. 46 Bennett, a.g.e., s. 100. 30 Bu dönemde gündeme giren tartışma konuları, Hz. Peygamber’in davasında samimi birisi mi yoksa insanları yanıltan birisi mi, gerçek bir dînî lider mi yoksa ortamı çok iyi değerlendiren bir oportünist mi olduğu, kendinden geçme (trans) hallerinin nasıl anlaşılacağı, ahlakının övgüye değer mi yoksa kınanacak bir şey mi olduğu, bir imparatorluk oluşturduğu için yüceltilmesi mi yoksa kılıç kullandığı için eleştirilmesi mi gerektiği gibi konulardır. Bu hususlarda eskiye nazaran daha olumlu bir bakış açısı geliştirilmesine rağmen Hz. Peygamber’in hâlâ gereği gibi anlaşılabildiğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Bunun pek çok sebebi olabilir. Nedenlerin biri olarak şu gösterilebilir: Rönesans sonrasında Hz. Peygamber ve İslâm lehinde görüş beyan etmek, Müslümanlığı daha doğru bir din olarak görmekten ziyade, Reformasyon sonrası eleştirilen ve kurtulmak istenen Kiliseye eleştiri getirebilmek için dayanılacak bir mesned arayışından kaynaklanmaktadır. Deizmin hakim olması sonucunda Avrupa fikriyatı Kilisenin pek çok hurafe ile doldurmuş, hatta tamamen uydurmuş olduğuna inandıkları Hıristiyanlıktan kurtulmanın veya onu daha rasyonel bir hale sokmanın yollarını aramaktaydı. Özellikle Aydınlanma döneminde “doğal din” akımı bağlamında dinin rasyonel olması gerektiği ve sadece rasyonel olanın dînî olabileceği bir ön kabul haline gelmişti.47 İşte bu aşamada o dönemin aydınları Hıristiyanlığa karşı daha rasyonel buldukları İslâm’ı ön plana çıkarmışlardır. Örneğin Henri Boulainvilliers’in Vie de Mahomed isimli eseri Arthur Jeffrey tarafından “Hıristiyanlığı küçük düşürmek için tumturaklı sözlerle Muhammed’e övgü” olarak değerlendirilmiştir.48 2. 19. Yüzyıl ve Sonrası: Tarihsel-Eleştirel Bakış Avrupa’da Rönesans sonrası oluşan İslâm’a ve Hz. Peygambere karşı romantik yaklaşım, Osmanlı Devleti’nin ekonomik ve siyasî üstünlüğü Avrupa’nın güçlü ülkeleri tarafından kırıldıktan sonra zamanla yok olmaya yüz tutmuştur. Napolyon’un 1798 Mısır Seferi bu konuda önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1800’lü yıllarda Batı’nın Doğu ile temasları giderek daha yoğunlaşmış, bu sayede İslâm’ın tarihine dair daha fazla kaynak Avrupa’ya ulaşmıştır.49 O zamana kadar oldukça geç bir dönemde yaşamış                                                              47 Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990, s. 362-363; Danie, 309, 314. 48 Jeffrey, Arthur, a.g.m., s. 343. 49 Fück, a.g.e., s. 304. 31 Ebu’l-Fida’nın eseriyle yetinen Batılı yazarlar, 19. yüzyılda İslâm tarihinin daha erken kaynaklarına ulaşma imkanı bulmuşlardır.50 Bu dönem aynı zamanda Oryantalist araştırmaların teolojik bağlardan kurtularak filolojik bir zemine kavuştuğu bir aşama olmasının yanında Avrupa’da tarihsel eleştirel araştırmaların başladığı bir zaman dilimi olma vasfını da taşımaktadır. Buna göre bir olgunun, tarihsel bir sürecin parçası olarak değerlendirilmeden önce, kendi başına bir değer taşıyıp taşımadığının anlaşılabilmesi için kaynakların eleştirel bir tahlilinin yapılması gerekiyordu. Oryantalistler bu konuda iyi bir altyapıya sahiptiler.51 Daha önce değinildiği üzere Hıristiyanlık ve Hz. İsa’nın hayatı üzerine 18. yüzyıl boyunca süregelen tartışmalar sonucunda, Tarihsel İsa’ya ulaşma konusunda elde edilen bilgi birikimi ve metotlar artık İslâm’a ve Hz. Peygamber’e uygulanmaya başlamıştır.52 Bunun ilk aşaması sonraki dönem kaynaklarına dayanmayı bırakarak ilk kaynaklara ulaşmak ise, ikinci aşaması da o kaynakları da olduğu gibi kabul etmemek, eleştirel bir şekilde analizini yapmaktır. İlk kaynaklara dayalı olarak eser verenlerin başında Gustav Weil (1808-89) gelir. 1843’te yazmış olduğu Mohammed der Prophet adlı çalışmasını İbn Hişam (v.213-218/828-833)’a dayalı olarak yapmıştır. Bununla birlikte o Hz. Peygamber’in hayatına “tarihsel-eleştirel metodu”∗ (historical-critical method) ilk uygulayan kişidir.53 Ondan hemen sonra ise William Muir (1819-1905) İbn Hişam, Vâkıdî, İbn Sa’d ve Taberî’ye dayanarak o zamana kadar en kapsamlı biyografiyi yazmıştır (1856-61).                                                              50 Margoliouth, a.g.e., s. III. 51 Fück, a.g.e., s. 304; Ibn al-Rawandi, “Origins of Islam: A Critical Look at the Sources”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warrak, Prometheus Books, New York 2000, s. 92; Peters, a.g.e., s. 444-446. 52 Ibn Warraq, a.g.e., s. 75-77; Rodinson, a.g.e., s. 24. ∗ Kökleri rönesansa kadar uzanan fakat özellikle 17-18. yüzyıllarda Grotius, Simon ve Spinoza tarafından geliştirilen, 19. yüzyılda Ranke’nin tarih düşüncesinden de etkilenerek şekillenen dini kaynakları, insan elinden çıkmış oldukları için, yazarlarının yönelimlerini yansıttıkları varsayımından hareketle eleştiriye tabi tutan metottur. Kaynakların “gerçekte tarihte ne olduğunu” değil, yazarlarının o olayalar hakkında ne düşündüğünü gösterdiği bu metodun temel varsayımıdır. Buna göre kaynaklardaki bilgilerin ancak çok azı gerçekte tarihte ne olduğunu ifade eder. Bu ilk kaynakların yazarlarını itham altına alan bir değerlendirmedir. Zira buna göre yazarlar ya kasıtlı olarak ya da saflıklarından dolayı gerçeği yansıtmamışlardır. 53 Jeffrey, a.g.m., s. 344; Bennett, a.g.e., s. 101-102; Ibn Warraq, a.g.e., s. 44. 32 Hıristiyanlık ön yargısı olan54 ve Hz. Peygamber’in getirdiği öğretinin yanlışlığını ispatlama çabası içinde bulunan55 yazar, içinden çıkılamayacak kadar karmaşık olarak görülen kaynaklara oldukça eleştirel bir bakışı getiren kişidir. Kaynaklardaki detayların çoğunun tamamen efsane olduğunu düşünen Muir, Hadis’in değeri konusunda da oldukça şüphecidir. Weil’le aynı görüşü paylaşarak, Müslümanların bölünmelere uğradığı bir zaman diliminde hadislerin sözlü olarak aktarılmasının uydurma ve tahrife meydan verdiğini ve dînî veya siyasî bir fırkayı savunmak gerektiğinde kolaylıkla bir hadis uydurulabildiğini belirten müellif, buna delil olarak Buhârî’nin 600.000 hadis arasından sadece 4000 tanesini sahih bulduğunu göstermiş ve hatta bunlardan da en az yarısının Avrupalılarca kabul edilmeyeceğini iddia etmiştir.56 Bu konuda Muir’in ortaya koyduğu bir başka metot ise tarihi haberlerden Hz. Peygamber ve İslâm aleyhine olanların kesin olarak doğru kabul edilmesi, ki aksi takdirde kaynaklara giremezlerdi, fakat buna mukabil lehine olanların şüpheyle karşılanmasıdır.57 Bu metodu 19. yüzyıl oryantalistlerinin aşağı yukarı tamamının kullandığı görülmektedir.58 Kaynakların tenkidi konusunda önde gelen yazarlardan biri şüphesiz Ignaz Goldziher (1850-1921)’dir. Ona göre hadislerin seçilebilmesi için titiz bir çalışmanın bile yeterli olmayacaktır, çünkü onların büyük bir çoğunluğu hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda uydurulmuştur.59 Bu, hadisleri destekleyen isnadın da uydurma olduğu anlamına geliyordu. Bu argüman karşısında onun getirdiği şüphecilikten korunmak için muhafazakar tarihçiler hadis ile tarihsel haber ayrımına gitme yolunu tutmuşlardır. Fakat hadis ve tarihsel haber özellikle ilk dönemlerde birbirine çok benziyordu ve hadis                                                              54 Margoliouth, a.g.e., s. IV; Bennett, a.g.e., s. 111. 55 Buaben, a.g.e., s. 25. 56 Bennett, a.g.e., s. 115; Ibn Warrak, a.g.e., p. 44-45. 57 Muir, Sir William, The Life of Mahomet I-IV, Smith, Elder and Co., London 1861, I, LXXXI. 58 Buaben, a.g.e., s. 24; Bennett, a.g.e., s. 115-116. 59 Goldziher, Ignaz, Muslim Studies I-II, Aldine-Atherton Inc., Chicago-New York 1971, II, 18-19; Hourani, Albert, Batı Düşüncesinde İslâm, Pınar Yayınları, İstanbul 1996, s. 64-65; Schacht, Joseph, “A Revaluation of Islamic Traditions”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warrak, Prometheus Books, New York 2000, s. 358-359; Rubin, Uri, The Eye of the Beholder, The Darwin Press, Princeton-New Jersey 1995, s. 1. 33 isnatlarının uydurma sayılması tarihsel olaylarda zikredilen isnatların da uydurma olduğu anlamına gelmekteydi.60 Goldziher’den sonra bu tartışma Nöldeke, Caetani, Lammens, Schacht ve diğer oryantalistler tarafından daha da ileri götürülmüş, Kur’an’dan başka kesinlik içeren bir kaynak olmadığı kanaatine varılmıştır. Nitekim Henri Lammens (1862-1937)’e göre tüm siyer literatürü Kur’an’da geçen birkaç bilginin farazi ve tarafgirane bir tefsirinden başka bir şey değildir.61 Bu sebeple Kur’an’daki bilgilerle ilgili olan tüm siyer malzemesi sonradan uydurmadır. Joseph Schacht (1902-1969) ise fıkıhla ilgili hadisler üzerinden siyer kaynaklarının güvenirliğine şüphe düşürmüş ve özellikle Medine döneminin büyük bir kısmına dair rivayetlerin sonraki yüzyıllarda icat edildiğini ve tarihi hiçbir değerinin olmadığını iddia etmiştir.62 İslâm tarihiyle meşgul olan batılı bilim adamları tarihsel kaynakların güvenirliği hakkında temel iki kategoriye ayrılırlar. Birinciler kaynaklar hakkında kötümser bir görüşü benimserler. Onlara göre yukarıda zikredildiği üzere kaynaklar Hz. Peygamber’in ölümünden çok uzun bir süre sonra, Müslümanların dînî ve siyasî birçok fırkaya ayrıldığı zamanlarda yazılmışlardır. Dolayısıyla hayatını anlatmaktan ziyade sonraki nesillerin yönelimlerini ve ön yargılarını göstermektedirler ve tamamen kurgusaldırlar. Bu özelliği sebebiyle sağlam bir kaynak olarak görülemezler. Bu grubun önde gelen temsilcileri olarak Goldziher, Lammens, çağdaşlarımızdan Patricia Crone ve Michael Cook gibi isimler zikredilebilir. İkinciler ise kaynakların pek çok zayıflıkla malul olduklarına katılırlar fakat onları toptan reddetmezler. Bu kaynakların toplamının Hz. Peygamber’in hayatına dair bir genel çerçeve çizdiğini ve içlerinden ayıklanabilecek güvenilir bilgilerden hareketle onun hayatının belirli bir ölçüde yeniden                                                              60 Bennett, a.g.e., s. 37; Ibn Warraq, a.g.e., s. 46, 77. 61 Lammens, Henri, “The Koran and Tradition – How the Life of Muhammad was Composed”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warrak, Prometheus Books, New York 2000, s. 169-170; Lammens, Henri, “Fatima and tha Daughters of Muhammad”, in The Quest for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warrak, Prometheus Books, New York 2000, s. 218-219. 62 Rodinson, a.g.e., s. 42; Lewis, Bernard and P.M. Holt, “Introduction”, in Historians of the Middle East, edited by Bernard Lewis and P. M. Holt, Oxford University Press, London 1962, s. 5. 34 inşa edilebileceğini savunurlar. Andrew Rippin, W. Montgomery Watt ve Martin Forward bu gruba dahil edilebilir.63 Batılı İslâm araştırmacıları bu konuda her ne kadar ikiye ayrılsalar da ortak bir zemin üzerinde durmaktadırlar. O da İslâm tarihi kaynaklarının güvenilir olmayışıdır. Kaynakların güvenilirliğine dair 19. yüzyıl öncesinde Müslümanlarla gayrimüslimler arasında var olan uzlaşma artık kaybolmuştur.64 Reimarus’un tarihsel İsa’ya dair çığır açan araştırmasından sonra, özellikle Alman bilim adamlarının çalışmalarıyla dinlerin ve dînî mitolojilerin oluşumu hakkında epey mesafe kat edilmiştir. Bu araştırmanın sonuçlarının İslâm tarihiyle ilgilenen bilim adamlarının bulgularıyla çarpıcı bir benzerliğe sahip olduğu görülmektedir. Reimarus’un tarihsel ve literal kritiği ile David Strauss’un ilk kaynakların yazılmalarının en az bir nesil sonra gerçekleşmesi sebebiyle mitlerle dolu olduğu şeklindeki tezleri, Hıristiyanlığın kaynaklarını tarumar etmiş ve İncillerin artık güvenilirliklerini yitirmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde bu bakış açısının İslâm’a da uygulanması sonucu İslâm tarihinin kaynakları da güvenilmez kabul edilmeye başlanmıştır.65 İncilin artık bir kaynak değeri taşımadığı durumda, Hz. İsa ile ilgili haberlerin hangisinin doğru olduğu konusunda karar verme işi modern batılı bilim adamına kalmıştır. Bilim adamları dinin tarihini incelerken içinde bulundukları dünya görüşünün içinden bakmışlardır. Yaşadıkları bilimsel atmosfer ise deizim, doğal din, aydınlanma, rasyonalizm, pozitivizm, sekülarizm gibi kavramlarla belirlenmiştir. Böyle bir donanımla dine ve dinle ilgili tarihsel olgulara yaklaşıldığında dinin ne olduğu değil nasıl olması gerektiği hedeflenmiş olmaktadır. Çünkü modern Avrupalı bilim adamının kafasında bir din tanımı oluşmuştur ve baktığı her olguda bu tanıma uymayan hususlar kıyasıya eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu bağlamda Peygamberlerin hayatları incelenirken modern bilimsel bakış açısına uymayan, fiziki ve beşeri düzlemde açıklanamayacak bütün metafizik unsurlar, olağanüstü durumlar ve mucizevî olaylar, uydurma oldukları gerekçesiyle yok sayılmışlardır. Peygamberlerin hayatları sadece insanlığın hayatında                                                              63 Ibn al-Rawandi, a.g.e., s. 107; Bennett, a.g.e., s. 37-40. 64 Forward, Martin, Muhammad: A Short Biography, Oneworld, Oxford 1997, s. 3. 65 Ibn Warraq, a.g.e., s. 75-77. 35 oynadıkları tarihsel rolleri itibariyle kayda değer bulunarak incelenmiş, dinlerin asıl var oluş gayesi olan insanların ilahî vahiyle muhatap kılınması ve Allah ile olan bağlantılarının kurulması bir tarafa bırakılmıştır. 19. yüzyılda İslâm dünyası siyasî, ekonomik ve askeri olarak gittikçe tesirine girmeye başladığı Batı dünyasının, böylesi bir bilimsel telakisiyle de yüzleşmiştir. Bu dönemde ortaya konan çalışmalar artık Batılı dünya görüşünün sunduklarını dikkate alarak gerçekleştirilmiştir. Batılı araştırma metotlarını umursamaksızın yazılmış eserler az da olsa bulunmakla birlikte, bazı eserler yukarıda anılan batılı çalışmalara reddiye tarzında yazılırken, kimi çalışmalarda onların fikirlerinden etkilenerek ortaya konmuştur. II. Batılılaşma ve İslâm Dünyasında Çağdaş Siyer Yazımı Batı’da ortaya çıkan modern bilimsel düşünce on dokuzuncu yüzyılda sömürgeciliğin de yardımıyla yayılmış ve dünya ölçeğinde etkili olmaya başlamıştır. Teknolojinin gücünü arkasına alan modern bilim, diğer toplumları cezp etmiş ve onları kendisi gibi düşünme, hem fizik hem de metafizik meselelere modern bakış açısına göre yaklaşmaya sevk etmiştir. Bu etkilenmeden Müslüman coğrafyası da doğal olarak nasibini almıştır. O yıllarda İslâm coğrafyasının en büyük gücü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında aldığı yenilgiler, Müslüman coğrafyada Batı’nın öncelikle askeri gücüne daha sonra ise bu askeri gücü ortaya çıkaran dünya görüşüne bir hayranlık oluştururken onun bilimsel bilgi ve felsefi bakış açısının üstünlüğü peşinen kabul edilmiştir. Bu hayranlık Müslüman aydınları batılı düşünce tarzını öğrenmeye ve bütün bir İslâm Medeniyeti mirasını bu bakış açısına göre yorumlamaya yöneltmiştir. Benlik ve kimliğin referans noktası olan geçmiş/gelenek, şimdiye ve geleceğe ışık tutmak için başvurulan bir kaynaktır. Fakat geçmiş/gelenek her halükarda şimdiyi desteklemeyip onun karşıtı bir durum arz edebilir. Böyle bir durumda tutarlı ve devamlı olma güdüsü geçmiş/geleneği muhafaza etmeyi gerektirirken, aynı derecede arzulanan dinamizm ve zamana uyma güdüsü onu bir engel olarak görecektir. Yenileşme ve değişim, kaçınılmaz veya arzu edilen bir şey olarak kabul edildiğinde, ya 36 geçmiş/gelenek artık şimdi ve gelecek için örnek olma fonksiyonunu kaybeder ve sistematik olarak reddedilir ya da onda yenilik ve değişimi meşrulaştıracak bazı dayanak noktaları aranır. Her iki durumda da yenilik ve değişim temel belirleyici olmakta fakat ikinci durumda bu üstü örtülü bir şekilde yapılmaktadır.66 Bu husus 19. yüzyıldan itibaren bazı Müslüman aydınların geçmişi, yenilik ve değişimin aracı olarak kullanmalarında ve buna uygun olarak yorumlamalarında görülmeye başlamıştır.67 Modern bilimsel düşünce pozitivist ve rasyonalist bir temele oturmuştur. Özellikle on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan teolojisi ve Hz. İsa üzerinde oluşturulan tartışmalar çerçevesinde Batı’da dinî ve metafizik unsurlara eleştirel bakma geleneği oluşmuş ve bu konuda bir hayli mesafe kat edilmiştir. Batı düşüncesiyle yetişen veya batılı düşünceden etkilenen Müslüman aydınlar, bu donanımla veya bakış açısıyla kendi kültür ve medeniyetini değerlendirdiklerinde çelişkiye düşmüşlerdir. Bir yanda bütün gücü ve ihtişamıyla bütün dünyaya kendini dayatan ve tartışmasız bir üstünlük kuran bir realite, öte yanda ise şüphe etmeleri asla düşünülemeyecek olan İslâm Dini ve Medeniyeti vardır. Batılıların yaptığı şekilde dini tamamen göz ardı etmek gibi bir seçenekleri olmayan Müslümanlar, problemi İslâm’ın temel kaynaklarının doğru anlaşılamamasında bulmuşlardır.68 Böylece hem dinden hem de kendilerini kuşatan modern bilimsel düşünceden vazgeçilmemiş oluyordu. Bu bakış açısına göre dinin temel unsurları doğru ve değişmezdir, fakat onları anlamaya çalışan alimler bunları ya tam olarak anlayamamışlar ya da onlara fazladan bir şeyler ilaveler etmişlerdir. Yapılması gereken şey yanlış ve eksik anlamaların düzeltilmesi ve fazladan ilave edilenlerin çıkarılmasından ibarettir. Bu doğrultuda ilk olarak dillendirilen hususlardan biri eski kaynakların anlaşılması meselesidir. Bu kaynakların dillerinin anlaşılmaması yeni eserlerin yazılması için bir gerekçe olarak sunulmaya başlamıştır. Dilin anlaşılmamasının iki nedeni olabilir: 1. İlmi, karmaşık ve ağdalı bir dilin kullanılması 2. Eserin işaret ettiği                                                              66 Hagen, a.g.m., s. 145-146. 67 A.m., s. 151. 68 Kara, İsmail, “Tarih ve Hurafe: Çağdaş Türk Düşüncesinde Tarih Telakkisi”, Türklük Araştırmaları Dergisi 11, Mart 2002, ss. 31-70, s. 37. 37 şeyin okuyucunun zihninde makes bulmaması veya makes bulan şeyin doğru ve anlaşılır kabul edilmemesi. Birinci husus yani eserlerin sade, anlaşılır bir dille yazılması, bu matbuatın muhatabının ağdalı dile alışık olan kültürlü kimseler değil, ancak sade ve düz bir dille yazılırsa anlayabilecek olan halk olduğunu gösterir. Bilginin halka doğrudan, aracısız ulaştırılması 19. yüzyıl aydınının önemle özerinde durduğu bir konudur. İsmail Kara’nın belirttiği üzere “bu sayede avam-havas sınıflandırması dayanaklarını yitirecek, halk dînî kültür alanıyla ulemanın zaruri aracılığı olmadan aktif ve doğrudan bağlar kurabilecek, ulemanın tekelinde olan dinî bilgiyi aktarma ve yorumlama faaliyetine mektep çıkışlı veya Avrupa’da yetişmiş aydınlar da gittikçe artan bir oranda katılacaklardır.”69 Modernleşme hareketlerini halka ulaştırabilmek için bu aracıların ortadan kaldırılması gerekiyordu ki bunun yolu da halkın anlayabileceği şekilde yazmaktır. Bunun için sade dille yazmak, modernleşme hareketlerinin halka ulaştırılması, benimsetilmesi, bilginin ve üst kültürün standartlaştırılması ve halktan gelebilecek muhalefetin zayıflatılması doğrultusunda kullanılan bir mekanizmadır ve gazete neşriyatı ya da “gazeteci dili” vakıasıyla örtüşmektedir.70 İkinci husus ise önceki dönemde yazılmış olan eserlerin muhtevalarının, okuyucuların zihniyetiyle artık uyuşmadığını, daha doğru bir ifadeyle okuyucuların eserlerin içeriğini artık inandırıcı bulmadıklarını göstermektedir. Modernleşme ile birlikte Batı tarzı düşünme biçiminin bir sonucu olarak klasik kaynaklarda aktarılan bilgilerin bazısına, metafizik ve olağanüstü unsurlar içermesi sebebiyle şüpheyle bakılmaya başlamıştır. Bir kısmı sağlam kaynaklarda zikredilmesine rağmen hurafe oldukları, diğer kültürlerden etkileşim sonucu eserlere sızdıkları gibi gerekçelerle bu bilgiler zayıf hatta uydurma olarak kabul edilmiştir. Yukarıda değinildiği üzere Batılıların İslâm’a ve onun kurucusuna olumsuz bakışları Müslümanlar üzerinde tesir uyandırmış, İslâm coğrafyasının her tarafında buna                                                              69 Kara, İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 84. 70 Kara, İsmail, “Tarih ve Hurafe”, s. 42. 38 bir reaksiyon gösterilmiştir. Tepkiler olumsuz imajın izalesini içermekle beraber, modern tarihsel eleştirel bakışın içselleştirilmesini de kapsamakta idi. Osmanlı coğrafyasındaki hareketlenmeler 19. yüzyılın sonlarına doğru başlamış, ikinci Meşrutiyet ortamında en faal dönemini yaşamıştır. Namık Kemal, Büyük İslâm Tarihi71 adlı eserinde İslâm’ın ilk yıllarını çevresinde birikmiş ve Arapları tehdit eden düşmanlara karşı bir Arap dayanışması olarak, Hz. Peygamber’i de sosyal adaletsizlikleri ve Arap kavminin diğer milletlerden geri kalmışlığını kendine problem edinmiş, zihni bunlarla mücadele etme düşüncesiyle dolu bir kişi olarak takdim etmiştir.72 Aynı perspektifle meseleye yaklaşa