T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNDE SİYASAL İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL TEMALAR: II. MEŞRUTİYET’İN TÜRKÇÜ ELEŞTİRİSİ (DOKTORA TEZİ) EKİN ERDEM BURSA - 2015 T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNDE SİYASAL İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL TEMALAR: II. MEŞRUTİYET’İN TÜRKÇÜ ELEŞTİRİSİ (DOKTORA TEZİ) EKİN ERDEM BURSA - 2015 iii ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Ekin ERDEM Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Kamu Yönetimi Bilim Dalı : Kamu Yönetimi Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : viii + 132 Mezuniyet Tarihi : …. / …. / 201.. Tez Danışman(lar)ı : Yrd. Doç. Dr. Sertaç SERDAR ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNDE SİYASAL İDEOLOJİ VE TOPLUMSAL TEMALAR: II. MEŞRUTİYET’İN TÜRKÇÜ ELEŞTİRİSİ Bu çalışma, Türkiye’nin en tanınmış ve en çok okunan yazarlarından Ömer Seyfettin’in 1908-1920 yılları arasında kaleme aldığı öykülerinde, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin siyasal ve toplumsal yapısına yönelttiği eleştirileri ve bu eleştirilerin arka planındaki ideolojik modeli çözümlemeye ve yorumlamaya yönelik bir çabanın ürünüdür. 1908’de gerçekleşen Jön Türk Devrimi, Fransız İhtilâli’nden esinlenerek benimsediği “hürriyet, müsavat, uhuvvet” (ve adalet) ilkeleriyle siyasal liberalizmin sınırları içinde kalan bir resmî söyleme ve programa sahiptir. Devrimi izleyen yıllarda birçok Osmanlı-Türk aydını, bu ilkeleri –şu ya da bu oranda başarılı olan- birer ulusal kimlik siyasetiyle birleştirmeye çalışmıştır. Ancak Ömer Seyfettin’in öykülerinde gözlemlenen siyaset ve toplum anlayışı, devrimin ilkelerini milliyetçiliğe, yerleşmekte olan yeni uygarlık değerlerini ise doğaya aykırı sayarak reddetme eğilimindedir. Bu nedenle yazarın temsil ettiği Türkçülük yorumu, gerek İkinci Meşrutiyet’in, gerekse onun içinden doğan Cumhuriyet’in anayasal milliyetçilik programlarıyla uyuşamayacak ve Türk politik tarihinde farklı bir çizgiyi temsil edecektir. Anahtar Kelimeler: Yurttaş Milliyetçiliği, Organik Milliyetçilik, Jön Türk Devrimi, Osmanlıcılık, İttihat ve Terakki, Metin Çözümlemesi iv ABSTRACT Name and Surname : Ekin ERDEM University : Uludağ University Institution : Social Science Institution Field : Public Administration Branch : Public Administration Degree Awarded : PhD Page Number : viii + 132 Degree Date : …. / …. / 201.. POLITICAL IDEOLOGY AND SOCIAL THEMES IN OMER SEYFETTIN’S STORIES: TURKISH NATIONALIST CRITIC OF THE SECOND CONSTITUTIONAL ERA Ömer Seyfettin, one of the most popular short-story writers of Modern Turkey, was an early critic of the political ideology and social structure of the Second Constitutional Era. This study is a product of the efforts made to analyse and interpret that criticism and the ideological motives in its background, by his stories, written between 1908 and 1920. The Young Turk Revolution of 1908 was deeply inspired by the French Revolution and adopted its basic principles; “liberté, egalité, fraternité" (plus justice). The official discourse and program of the new regime was a represantation of political liberalism. Besides, after the revolution, various Ottoman-Turkish intellectuals (whether succesful or not) tried to combine these principles with a national identity policy. But the socio-political insight seen in Ömer Seyfettin’s stories, tends to reject the fundamental principles of the revolution and the newly adopted values of civilisation, reasoning they were in contrast with nationalism and nature. Therefore, his view of Turkish Nationalism is not in harmony with the offical ideology of Second Constitution, neither with the Republic's, and represents a different line in Turkish political history. Keywords: Civic Nationalism, Organic Nationalism, Young Turk Revolution, Ottomanism, Union and Progress, Textual Analysis v İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ............................................................................................................ İİ ÖZET ....................................................................................................................................... İİİ ABSTRACT ............................................................................................................................ İV İÇİNDEKİLER ....................................................................................................................... V KISALTMALAR .................................................................................................................. Vİİ ÖNSÖZ ................................................................................................................................. Vİİİ GİRİŞ ........................................................................................................................................ 1 BİRİNCİ BÖLÜM 1. LİBERALİZM VE MİLLİYETÇİLİK ÇAĞINDA BİR OSMANLI AYDINI 1.1. AYDINLANMA'DAN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NA AVRUPA SİYASAL DÜŞÜNCESİNDE LİBERALİZM VE MİLLİYETÇİLİK ............................................ 5 1.2. "HÜRRİYET VE İTTİHAT": OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA SİYASAL ÖZGÜRLÜK VE TOPLUMSAL BİRLİK ARAYIŞLARI .......................................... 13 1.3. ANTİ-LİBERAL MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ VE ÖMER SEYFETTİN .......... 24 İKİNCİ BÖLÜM 2. "HÜRRİYETE KARŞI MİLLİYET": 1908 DEVRİMİ'NİN SİYASAL ELEŞTİRİSİ 2.1. “İDEALSİZ DEVRİM”: ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNDE II. MEŞRUTİYET’İN İLÂNI............................................................................................ 34 vi 2.2. OSMANLI VE TÜRK KODLARI: ANAYASAL VATANDAŞLIK KARŞISINDA ORGANİK MİLLİYETÇİLİK ..................................................................................... 44 2.3. "İNSANİYET VEBASI" YA DA "HARP HAYATTIR": ANTİ-LİBERALİZMDEN ANTİ-HÜMANİZME .................................................................................................. 59 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3. “MEDENİYETE KARŞI TABİAT”: MEŞRUTİYET TÜRKİYESİNİN TOPLUMSAL ELEŞTİRİSİ 3.1. ÖZEL HAYAT: KADINLAR, EVLİLİK VE FEMİNİZM ........................................... 76 3.2. KAMUSAL HAYAT: MODERNİTE, GELENEK VE AYDINLAR ........................... 89 3.3. TARİHSEL PERSPEKTİF: GEÇMİŞ KURGUSU, GELECEK VİZYONU VE HAYAL KIRIKLIĞI ................................................................................................................. 101 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ...................................................................................... 111 KAYNAKÇA ........................................................................................................................ 116 ÖZGEÇMİŞ .......................................................................................................................... 132 –– vii KISALTMALAR Kısaltma Bibliyografik Bilgi a.e. Aynı eser a.g.e. Adı Geçen Eser a.y. Aynı yer Bkz. Bakınız Çev. Çeviren Der. Derleyen Ed. Editör GKB Genelkurmay Başkanlığı MMZC Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi İTC İttihat ve Terakki Cemiyeti s. Sayfa vd. ve diğer YKY Yapı Kredi Yayınları viii ÖNSÖZ Üç yıl önce Stefan Zweig'ın Balzac biyografisini okurken, yazarın "İnsanlık Komedyası" başlığı altında topladığı roman serisini, her şeyden önce okuyucuya 19. yüzyıl Fransa'sının sosyal hayatını bütün yönleriyle yansıtmak amacıyla kaleme aldığını öğrenmiştim. Çocukluğumda yalnızca birkaç öyküsünü okumuş olduğum hâlde, Türk edebiyatında benzer bir girişimi, en küçük ayrıntıdan bir hikâye konusu çıkarmasıyla tanınan Ömer Seyfettin'in eserlerinde bulabileceğimi düşündüm. Hülya Argunşah tarafından hazırlanan dört ciltlik seriyi alıp okumaya başladığımda yanılmadığımı anladım. Balzac eserlerini, ülkesinde "Temmuz Monarşisi" olarak anılan, öncesi ve sonrasına kıyasla sakin ve istikrarlı bir dönemde (1830-1848) yazmıştı. Ömer Seyfettin ise yine Temmuz’da gerçekleşen bir devrimle açılan, ancak bir ülkenin görebileceği hemen her tür iniş çıkışa sahne olan "İkinci Meşrutiyet" döneminin yazarıydı. Ayrıca bu çalkantılı dönemde sadece hikâye yazmakla kalmıyor, aynı zamanda bu metinler aracılığıyla belirli bir sosyo- politik tutumun oldukça katı ve uzlaşmaz bir savunusunu yapıyordu. Bu durumda, bu çok okunan yazarın hikâyelerini siyasal ideoloji ve toplumsal temalar gibi iki ayrı başlık altında çözümlemek ilginç bir doktora çalışmasına konu olabilirdi. Elinizdeki metin bu düşüncenin ürünüdür. Bu süreçte, başta gerek konu seçimi, gerekse yazım aşamasında verdiği destek, tanıdığı serbestlik ve gösterdiği hoşgörü için danışman hocam Yrd. Doç. Dr. Sertaç SERDAR olmak üzere; çalışmanın başından itibaren bütün şekillenme sürecinde değerli görüş ve önerilerini paylaşma nezaketini gösteren Prof. Dr. Mehmet ASLANOĞLU'na, ayrıca doktora ders aşamasından itibaren bilgi birikimleri, yönlendirmeleri ve tavsiyelerinden her zaman yararlandığım Prof. Dr. Süleyman Seyfi ÖĞÜN, Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAY ve Yrd. Doç. Dr. Mert GÖKIRMAK'a çok teşekkür ederim. Bu listeye eklemem gereken diğer bir kişi de akla gelebilecek her tür desteği ve yardımıyla hep yanımda olan sevgili annem Prof. Dr. Nalân ÖLMEZOĞULLARI'dır. Ekin ERDEM 1 GİRİŞ Tarık Zafer Tunaya’nın “Modern Türkiye’nin siyasal laboratuarı” olarak nitelendirdiği İkinci Meşrutiyet dönemini (1908–1922), aynı zamanda bir düşünsel ve ideolojik atölyeye benzetmek de herhalde yanlış sayılmaz. Bu çalışmada yapılmak istenen, bu büyük tecrübe ve arayış döneminin önde gelen Türkçü yazarlarından Ömer Seyfettin’in öykülerinde, bir yandan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi siyasal ilkeleri; diğer yandan aile, kamusal hayat ve tarih anlayışı gibi toplumsal yenilikleriyle 1908 Devrimi’ne yönelttiği eleştirileri çözümlemeye ve belirli bir kuramsal çerçeveye yerleştirmeye çalışmaktır. Metnin alt başlığında yer alan Meşrutiyet ve Türkçülük terimleri, temelde liberalizm ve milliyetçiliğin çerçevesinde anlaşılabilecek iki ideolojik yaklaşıma işaret etmektedir. Bu terimlerden ilki olan Meşrutiyet, gerek etimolojik kökeninin gösterdiği gibi şartlı yönetimi ifade etmesi (Berkes, 1973: 528), gerekse semantik karşılığının anayasal rejim (constitution) olması bakımından “iktidarın sınırlandırılması” anlamına gelen siyasal liberalizmin bir görünümüdür (Kansu, 2002: 4). Türkçülük ise, çoğu kez yine bir şartlı yönetim (meşrutiyet) ya da halk egemenliği (cumhuriyet) arayışına eşlik eden modernleşme sürecini, toplumsal boyutuyla temellendirmeyi amaçlayan milliyetçiliğin, Jön Türk düşüncesi ve özellikle İkinci Meşrutiyet Dönemi için kullanılan ismidir (Hanioğlu, 1985b: 1394). Ancak Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında nüve hâlinde bir arada bulundukları hâlde (Sander, 2005: 168) 19. yüzyıl’ın ortalarına doğru yol ayrımına gelen liberalizm ve milliyetçilik akımları, Jön Türk Devrimi’nin ardından benzer bir süreci çok daha hızlı biçimde geçirmişlerdir. Ömer Seyfettin’i ilgi çekici kılan yön ise, neredeyse başından itibaren bu ayrılığı istemesi, hatta düşünce sistemini büyük ölçüde Meşrutiyet’in resmi ideolojisiyle karşıtlık üzerine kurmasıdır. Kuşkusuz, yazarın genel anlamda Türkçülerin Meşrutiyet'e ya da milliyetçiliğin liberalizme karşı tutumunu gösteren bir örnek oluşturduğu ileri sürmek bizim araştırmamızın kapsamını aşacağı gibi, pek doğru bir hipotez olarak da kabul edilemez. Aksine, bu çalışmanın bir amacının da Ömer Seyfettin’in görüşleri üzerinden, dönemin milliyetçilik anlayışları arasındaki köklü bir ayrıma dikkat çekmek olduğunu söyleyebiliriz. 2 Milliyetçilik, öncelikle siyasal ve kültürel olmak üzere ikiye ayrılabilir (Lind, 1994: 94-95). Ancak milliyet kavramını tür ya da cins gibi doğal bir kategori olarak değerlendiren üçüncü bir yaklaşım da mevcuttur (Özkırımlı, 2008: 85). Siyasal milliyetçiliği, açıkça yurttaşlık bağını esas alması ve özel olarak anayasa üzerinden inşa edilmesi nedeniyle liberal milliyetçilik olarak adlandırabiliriz1. Bu akımın Osmanlı-Türk tarihindeki ilk akla gelen yansıması, kökenleri II. Mahmud dönemine kadar uzanan, ancak özellikle “Kanun-ı Esasi"nin sağladığı vatandaşlık zemininde yükselen "İttihad-ı Anasır" ya da Osmanlıcılıktır (Somel, 2001: 88). Bununla beraber, Süleyman Seyfi Öğün’ün dikkat çektiği gibi, Cumhuriyet döneminde Atatürk Milliyetçiliği adını alan yurttaş milliyetçiliği (civic nationalism) programı da –farklı bir söyleme başvurmakla beraber- benzer bir kavramsal çerçeveyi sürdürmüştür (Öğün, 2009: 343). İkinci temel milliyetçilik yorumu, bu siyasal kimliğin içini kültürel ya da manevî değerler olarak tanımlanan unsurlarla doldurmak isteyen muhafazakâr ya da romantik milliyetçiliktir (Breuer, 2010: 10)2. Genellikle ortak geçmiş ve gelenek kavramları üzerinden inşa edilen bu tür bir program, liberal milliyetçiliğin sınırlarını aşacak kadar daraldığı ve keskinleştiğinde ortaya çıkan akım, doğal ya da organik milliyetçilik şeklinde tanımlanabilir3. Faşizm ve Nazizm’i de birer alt türü olarak kendi içinden türeten bu akımı (Aksakal, 2011: 69-71), hemen her zaman devrim karşıtı bir eğilim taşıdığı için "reaksiyoner milliyetçilik" (Breuer, 2010: 11)4 olarak adlandırmak da mümkündür5. Bu çalışmada Ömer Seyfettin'in Meşrutiyet karşıtı Türkçülük anlayışı, büyük ölçüde bu üçüncü fraksiyonla olan bağlantıları üzerinden incelenmektedir. Metinde kullanılan bütün hikâyeler, Hülya Argunşah'ın derlediği ve Dergâh Yayınları'nın 1999'da dört cilt hâlinde yayımladığı "Ömer Seyfettin - Bütün Eserleri" serisinin 2007 tarihli ikinci baskısından alınmıştır (Argunşah, 2007). Yazarın yaşam öyküsü için yakın 1 Liberalizm ve milliyetçilik kavramları arasındaki ilişki hakkında yazılmış en önemli kaynaklardan biri Yael Tamir’in “Liberal Nationalism”idir (Tamir, 1993). Konu hakkında ayrıca şu makalelere başvurulabilir: Lind, 1994; Sanford, 1995. 2 Şerif Mardin bu akımı modernist milliyetçiliğin karşıtı ya da alternatifi olan "geleneksel milliyetçilik" şeklinde tanımlamaktadır: Mardin, 2010: 9-11. 3 Çoğu kez dinselliği de içeren bu tür bir milliyetçiliğin, Fransız Devrimi'nin ürünü olan merkezîleşmiş modern ulus-devlete yönelik tepkisi için bkz: Öğün, 2009: 322. 4 Her ne kadar reaksiyoner terimi uzun yıllar “mürteci” kelimesiyle karşılanmışsa da, günümüzde mürtecilik eski rejime dönem arzusundan çok, spesifik olarak laiklik karşıtlığı anlamında kullanıldığından reaksiyoner terimi değiştirilmeden bırakılmıştır. Yine de Türk basınında, İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyet hükümetine karşı ayaklanan faşist bloktan "mürteciler" olarak söz edilmesi ilgi çekicidir: Ran, 1993: 201, 216, 246-247. 5 Niyazi Berkes ise milliyetçiliğin üç türünün Türkiye'deki yansımalarını; Atatürkçülük, Gökalpçilik ve ırkçılık olarak sınıflandırır: Berkes, 2002: 102-104 3 arkadaşı Ali Canip Yöntem tarafından hazırlanan "Ömer Seyfeddin: Hayatı - Eserleri" (1947) adlı küçük kitaba ve özellikle Tahir Alangu'nun "Ömer Seyfeddin: Ülkücü Bir Yazar" (1968) başlıklı kapsamlı biyografiye başvurulmuştur. Günümüze kadar doğrudan doğruya Ömer Seyfettin'in siyasal düşüncelerini ele alan çalışmaların sayısı ise sınırlıdır. Bu alanda saptayabildiğimiz ilk örnek, Selim İleri'nin Birikim Dergisi'nde yayımlanan "Ömer Seyfettin ve Faşizm Tutkusu" (1975) adı makalesidir. Bu metni, uzun bir aradan sonra, Emin Alper'in İletişim Yayınları'nın "Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi" başlıklı ansiklopedik derlemesinde yer alan "Ömer Seyfettin" (2001) adlı yazısı izlemiştir. Ancak son yıllarda yazarın hikâyelerine yansıyan milliyetçilik anlayışının dikkat çekmeye başladığı ve iki ayrı incelemeye konu olduğu görülmektedir. Bu yöndeki çalışmalardan ilki, Necati Mert'in kısmen edebî ve biyografik nitelikteki "Ömer Seyfettin: İslâmcı, Milliyetçi ve Modernist Bir Yazar" (2004) adlı eseri, ikincisi ise Halil Berktay'ın Ağustos-Aralık 2008'de Taraf Gazetesi'nde yayımlanan, 2010 yılında ise diğer makaleleriyle beraber "Özgürlük Dersleri" başlığı ile kitaplaştırılan yazı dizisidir (Berktay, 2010). Bu çalışmada adı geçen eserlerden yararlanılmış ve kimi tezlerine hak verilmiş olmakla beraber, ayırıcı bir unsur olarak, Ömer Seyfettin'in 1908 sonrasındaki herhangi bir siyasal hareketin doğrudan temsilcisi ya da yansıtıcısı olarak değerlendirmesi yerine, bu gruplar içindeki farklı ve istisnai görüşlerine dikkat çekmek öncelikli amaç olarak belirlenmiştir. Çalışmamızın birinci bölümünde, liberalizm ve milliyetçilik akımlarının Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tarihsel gelişim süreçleri ve Ömer Seyfettin’in düşünce dünyasındaki etkileri ele alınmaktadır. İkinci bölümde, yazarın Türkçülüğün nasıl liberalizmin ve anayasal milliyetçiliğin sınırları dışına taşan çıkan bir yorumunu geliştirdiği, “10 Temmuz Umdeleri” olan hürriyet, müsavat ve uhuvvet6 (ya da meşrutiyet, anayasal vatandaşlık ve insaniyet) kavramları karşısındaki tutumu bağlamında incelenmektedir. Üçüncü bölümde ise, 6 Bu kavramlar, -kimi zaman uhuvvet ve adaletin yer değiştirmesiyle- İttihat ve Terakki'nin 1890'da yayımlanan ilk beyannamesinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır: "Hükûmet-i hazıranın adalet, müsavat, hürriyet gibi hukuk-ı beşeriyeyi ihlâl eden ve bütün Osmanlıları terakkiden men ile vatanı ecnebi yedd-i tasallut ve itizabına düşüren usul-i idaresini İslâm ve Hıristiyan vatandaşlarımızı ikaz maksadiyle kadın ve erkek bilcümle Osmanlılardan mürekkep, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti teşekkül etmiştir." (Lewis, 1998: 209). 4 Ömer Seyfettin’in toplumsal görüşlerine zemin olarak seçtiği “doğa” nosyonunun, Meşrutiyet’in getirdiği uygarlık unsurlarını eleştirmesi (ve reddetmesi) üzerindeki etkisi araştırılmıştır. 5 BİRİNCİ BÖLÜM 1. LİBERALİZM VE MİLLİYETÇİLİK ÇAĞINDA BİR OSMANLI AYDINI 1.1. AYDINLANMA'DAN BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NA AVRUPA SİYASAL DÜŞÜNCESİNDE LİBERALİZM VE MİLLİYETÇİLİK Osmanlı politik diline 19. Yüzyıl'ın ikinci yarısında "hürriyetperverlik" ve "milliyetperverlik" biçiminde giren liberalizm ve milliyetçilik kavramları, genellikle siyasal modernliğin miladı sayılan Fransız Devrimi'yle, devrimin kendisi ise Avrupa düşüncesinin yüz yıllık ortak birikimini ifade eden Aydınlanma Çağı ile ilişkilendirilir (Lewis, 1998: 130; Sander, 2005: 168). Tarihsel bakımdan bir arada doğan ve gelişen bu akımların kökenlerini, dayanaklarını, kesişme ve ayrılma noktalarını irdelemek modern Osmanlı-Türk politik tarihindeki karşıt konumlar ve geleneklerin anlaşılmasında kritik bir değer taşır. İlkini iktisadî, ikincisini kültürel-sosyolojik çağrışımlarından soyutlayarak salt siyasal yönleriyle ele aldığımızda, mutlak iktidarın sınırlandırılması anlamına gelen liberalizm ile etnik ve dinsel bağların yerine ulusal kimliğin geçirilmesini ifade eden milliyetçiliğin aynı modern paradigmanın ürünleri olduğu söylenebilir (Özkırımlı, 2008: 105-106). Bu dar tanımları içinde liberalizmi, kendisini gelenekselin karşıtı olarak konumlandıran modernliğin kraliyet ve bürokrasiye, milliyetçiliği ise taşra aristokrasisinin yerelciğine ve kilise kozmopolitizmine karşı yanıtı olarak okumak mümkündür. Nitekim Fransız Devrimi'nin önderlerinden Sieyes iki eğilimi birleştirecek şekilde ulusu "yasalara eşit olarak bağlanmış halk" şeklinde tanımlayacaktır (Öğün, 1992: 20; Ağaoğulları, 2006: 197). Liberalizm, 17. yüzyıl'ın son çeyreğinde hoşgörü üzerine kaleme aldığı mektuplarla İngiliz Aydınlanması'nı başlatan John Locke'tan, Fransa'da güçler ayrılığı kuramını geliştiren 6 Montesquieu'ye ve Almanya'da modern eleştirel felsefesinin temellerini atan Kant'a kadar yaklaşık bir asır boyunca Avrupa entelektüellerinin siyasal düşünceleri üzerindeki en etkili öğreti olduğu hâlde (Sartori, 1996: 405-407) bir terim ve kelime olarak bu düşünürlerden hiçbiri tarafından kullanılmamıştır. Kelimenin icadı, yine milliyetçilikle yakın çağrışımlar içerecek biçimde, 1810-11 yıllarında Napolyon komutasındaki Fransız işgaline karşı direnen İspanyolları tanımlama amacıyla (liberales) gerçekleşecek, Avrupa'da yaygınlaşması ise yüzyılın ortalarını bulacaktır (Davies, 2006: 849). Ancak İtalyan siyaset bilimci Giovanni Sartori'nin dikkat çektiği üzere, bu zamanlama liberalizm adına talihsizdir. Çünkü kelimenin yaygınlık kazanmaya başladığı dönem, aynı zamanda ekonomik özgürlük sloganı ve Manchester Okulu'nun kuramsal himayesi altında işçi sınıfının acımasızca sömürüldüğü endüstri devrimine denk gelmiştir (Sartori, 1996: 400-405). Bu nedenle günümüzde dahi yalnız halk dilinde değil, akademik çevrelerde de siyasal liberalizm çoğu kez "laissez faire laissez passe" (bırakınız yapsınlar, bırakız geçsinler) ya da "survival of the fittest" (güçlü olan hayatta kalır) gibi vahşi kapitalizme ya da Sosyal Darwinizm'e ait ilkelerle karıştırılmaktadır (Aiken, 1956: 162). Yine Sartori'nin belirttiği gibi, Locke ya da Montesquieu için liberalizm, hukuk devleti ve anayasal devletten (ki “şartlı yönetim” anlamında Osmanlı Türkçesi’deki “meşrutiyet” terimiyle eşleştirilebilir) başka bir şey ifade etmemiştir (Sartori, 1996: 406). Ve yine benzer bir bakış açısıyla Alman tarihçi Ernst Nolte, "Fransız Devrimi'nin babası" sayılan, ilk defa ülke ve kıta sınırlarını aşan bir politik evrenselciliği gündeme getiren ve "hemen hemen sosyalizmin temellerini atan" Jean Jacques Rousseau'yu, kendinden önceki ılımlı (moderate) liberallerin hepsini geride bırakan ilk ateşli (enthusiastic) liberal olarak tanımlamaktadır (Nolte, 1969: 54-56)7. Kavram ve kelime arasındaki bir diğer gerilim de milliyetçilik üzerinde gözlemlenebilir (Özkırımlı, 2008: 283). Nitekim yukarıda Sieyes'ten yapılan alıntıda görülebileceği gibi, Fransız Devrimi, ilk işlerinden biri olarak milliyetçiliği değilse bile milletin kendisini tanımlamayı üzerine almış görünmektedir. Büyük ayrışmaların başlamasından önce yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'yle bütün insanların 7 Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisinde önemli referans kaynakları olan Rousseau ve Durkheim'ı, liberalizm ile komüniteryanizm arasında bir orta yol bulmaya çalışan düşünürler olarak değerlendiren bir çalışma için: Cladis, 1993: 1-25. 7 normatif özgürlük ve eşitliğini tanıyan ve enternasyonalizme kapı açan devrimciler, aynı zamanda Kral XVI. Louis'nin kendilerinden ürkerek Avusturya ve Prusya ordularını ülkesine davet etmesi üzerine "Garde Nationale" (Ulusal Muhafız) kıtalarını kurup, Valmy'deki ünlü yurt savunmasıyla çağdaş milliyetçiliğin de erken bir örneğini sunmuşlardır (Armaoğlu, 2003: 40-41, 46-48; Sander, 2005: 168-169). Ancak bir kelime olarak milliyetçiliğin siyasal literatüre tam olarak ne zaman girdiği liberalizmden de daha belirsizdir. Yakın bir tarihte yayımladığı "Milliyetçilikler ve Faşizmler" (Nationalismus und Fascismus) adlı eserde Stefan Breuer'in de belirttiği gibi, 1980’lerin başlarında Benedict Anderson, Ernest Gellner ve Eric J. Hobsbawm gibi araştırmacılar, "milletlerin milliyetçiliği değil, milliyetçiliğin milletleri yarattığı" tezi üzerinde uzlaşmış görünmekle beraber, ulus inşasının gerçekleştiği tarih kesitindeki “inşacı milliyetçiler”in kimler olduğuna neredeyse hiç değinmemişlerdir. Tıpkı liberalizmde olduğu gibi milliyetçiliğin pozitif çağrışımlar yüklenebileceği parlak çağında da kelime ya muğlak biçimlerde anılmış ya da kullanım dışı kalmıştır (Breuer, 2010: 15-19). Milliyetçiliğin, devrimin yurdu olan Fransa'da, devrimden yaklaşık bir asır sonra, nasıl reaksiyoner bir ideoloji olarak Cumhuriyet'in tam karşısında mevzilendiğini irdelemeye geçmeden önce, gerek Fransa'da, gerekse modernleşme sürecinde temel model olarak Fransa'yı alan Osmanlı İmparatorluğu'nda, tarihsel bakımdan bu siyasal akımların arasına sızan iki büyük toplumsal kuramı incelememiz gerekir. Bunlar, dönemin düşünürleri arasındaki yaygınlıkları nedeniyle ideolojik bakımdan birçok alt fraksiyona ayrılan, ancak ortak epistemik dayanakları bulunan pozitivizm ve Sosyal Darwinizm'dir (Nolte, 1969: 61-62; Doğan, 2012: 47-48). 19. Yüzyıl'ın başlarında, Fransız Devrimi'nde servetini kaybetmiş eski bir soylu olan Saint-Simon'un Katolik hayırseverliğiyle harmanlanmış reformist sosyalizminde ifadesini bulan, ardından Auguste Comte'un sosyoloji adını verdiği disiplin içinde formüle edilen pozitivizm, en basit tanımıyla, ampirisizmin bir bilimsel araştırma yöntemi olarak kullandığı deneyciliği, sosyo-politik alan dâhil olmak üzere yaşamın bütün kategorilerine uyarlamayı ifade etmektedir (Cevizci, 2012: 901-916; Callinicos, 2011: 110-113). Platon'dan başlayarak bir kanaldan rasyonalizme, diğer kanaldan idealizme uzanan klasik felsefe geleneği, gerçeğin modelini kavramlarda ve soyutlamalarda ararken, Comte 8 yeryüzüne eğilmeyi seçmiş ve "doğa bilimi" anlamına gelen fiziğin bir alt dalı olan mekaniği, toplumsal kuramının modeli olarak belirlemiştir8. Saint Simon gibi Comte da mühendislik eğitimi görmüştür. Meslekî terminolojisinden aldığı kavramlarla toplumu statik ve dinamik olmak üzere iki yönü bulunan bir makineye benzetir. Statik yönü "Ordre" (Düzen), dinamik yönü ise "Progres" (İlerleme) biçiminde tanımlayarak istikrar ve kalkınma, ya da muhafazakârlık ve reformculuk arasındaki dengeyi temel alan bir ideolojik kuram geliştirecektir (Richter, 2012: 47). Comte’un tarih çözümlemesine göre, modern dünyada monarşi ve kilise eski işlevlerini kaybetmiş, ancak Aydınlanma düşünürlerinin felsefi programları saray ve dinin tuttuğu spritüel yönü (statik temelleri) karşılayamamıştır. Fransa’nın ve dünyanın, bilimin verileri ışığında oluşturulacak yeni bir sosyal ahlâka ihtiyaçları vardır. Ancak makinedeki tamirat ve organizmadaki tedavi işlemlerini nasıl rahipler ya da filozoflar değil, bu alanlarda uzmanlaşmış mühendisler ve doktorlar sağlıyorsa, toplumsal düzenlemeyi gerçekleştirmek de bilimsel yöntemlerle çalışan bir tür sosyal mühendis ya da sosyal hekim konumundaki elitlere bırakılmalıdır (Comte, 2001: 14-25; Laffey, 1965: 44-65). Bununla beraber, yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde (ki bu dönem III. Napoleon’un imparatorluğuyla başlatılabilir) Fransa'da politik iktidara büyük ölçüde ortak olmuş bulunan burjuvazi, artık elli yıl öncesindeki gibi devrimci, hatta Comte’un istediği kadar reformcu bile değil, muhafazakâr ya da Ernst Nolte'un deyimiyle "eleştirel liberal" (Nolte, 1969: 61) bir tutum geliştirmekteydi. Sosyalizm hızla yükseliyor ve gün geçtikçe büyümekte olan proletarya, iktidar mücadelelerinde belli başlı bir alternatif olarak görülmeye başlanıyordu. Diğer yandan bilim alanındaki gelişmeler de sürüp gitmekteydi. Özellikle Charles Darwin'in 1859'da yayımlattığı "Origin of the Species" (Türlerin Kökeni) adlı eser, yalnız biyolojide değil, sosyal teoride de iki yüz yıl önce fizik ve mekanikte Newton'un gerçekleştirdiği devrime benzer bir etki yaratmıştı (Doğan, 2012: 41-43). Aslında antikiteden itibaren pek çok düşünür tarafından dile getirilen canlıların değişimi ve gelişimi kuramı Avrupa entelektüellerine yabancı değildi; hatta Darwin'den yarım yüzyıl önce Jean Baptiste Lamarck tarafından da etraflı biçimde işlenmişti. Ancak 8 Pozitivizmin ampirisizmle ilişkisi için: Sunay, 1986. Türkiye’ye girişi üzerine: Korlaelçi, 2001. 9 diğerlerinden, özellikle Lamarck'tan farklı olarak Darwin, adaptasyon (uyum) yerine seleksiyon (seçilim) fikrini öne çıkarıyordu. Doğaya ve çevreye en iyi uyum sağlayanın hayatta kalacağı doğruydu, ancak bu madalyonun yalnızca bir yüzüydü. Uyum sağlayabilmek için tür ya da bireyin, aynı zamanda karşıtlarına ve benzerlerine karşı savaşması ve üstün gelmesi gerekmekteydi (Doğan, 2012: 45). Pozitivizmin yaygınlaşmasından kısa bir süre sonra İngiliz düşünür Herbert Spencer, Comte'un bir doğa bilimi olan fiziği model alışı gibi -Comte sosyolojiyi "sosyal fizik" olarak isimlendirmişti (Aiken, 1956: 130-131)- biyolojiyi temel alan Sosyal Darwinizm kuramının temellerini attı. Ona göre doğada olduğu gibi toplumsal ve kültürel alanda da Hobbes'vari bir "herkesin herkese karşı savaşı" (bellum omnium contra omnes) yasası hüküm sürüyordu. Uyum sağlayabilenler milyonlarca yıllık biyolojik gelişimlerini daha da güçlenerek sürdürecek, güçsüzler ise bu seçilimle ayıklanıp gideceklerdi. Vahşi kapitalizmin en amansız şekilde hüküm sürdüğü Victoria Dönemi İngiltere’sinde yüksek sınıflar arasında büyük rağbet gören bu kuram, emperyalist işgal savaşların da, Avrupalı olmayan halkların tasfiyesi için bir bilimsel meşruiyet kaynağı olarak kullanılacaktı (Doğan, 2012: 46-49). 1870 yılında Fransa Prusya'ya karşı onur kırıcı bir askeri yenilgiye uğradı. Bu hezimeti bir yıl sonra Paris Komünü, çeyrek asır sonra da Dreyfus Davası izleyecekti. Comte'un ölümünü izleyen bu elektrikli yıllarda, içeriden sosyalizmin, dışarından Almanların tehdidini hisseden Fransız akademisyenleri arasında pozitivizm gittikçe daha muhafazakâr bir ton alarak gelişmekteydi. Aynı dönemde Frédéric Le Play ve Edmond Demolins gibi düşünürler, Türkçeye "Meslek-i İçtimai" (Sosyal Doktrin) olarak aktarılan Science Social (Sosyal Bilim) kuramını ortaya attılar (Hanioğlu, 1985: 382-386). Ekonomik alanda serbest girişimi (teşebbüs-i şahsi) ve idari alanda desantralizasyonu (adem-i merkeziyet) savunmaları nedeniyle Osmanlı düşünürleri tarafından genellikle liberal olarak değerlendirilen bu öğreti, aslında Ernest Renan ve Hippolyte Taine gibi sağ-pozitivist düşünürlerin görüşlerinin, Sosyal Darwinizm'in kimi varsayımları ve Fransa'daki güçlü karşı- devrimci geleneğin argümanlarıyla pekiştirilmesinden oluşuyordu ve klasik anlamdaki politik liberalizmle pek az benzerliği vardı (Parla, 1989: 31-32; Kansu, 2001: 156-158). 18. yüzyıl liberalleri devletin sosyal ya da ekonomik yaşama karışmamasını, din ve devlet işlerinin ayrılması gibi bir tür güçler ayrılığı ve güçler dengesi programı kapsamında 10 ele almışlardı. Ne Locke, ne de Montesquieu, piyasa rekabetini bir sonsuz seçilim ya da hayatta kalma kavgasıyla özdeşleştirmiyor, ontolojik bakımdan hür ve eşit saydıkları bireyleri herhangi bir iktidar unsurunun mutlak denetiminden korumayı amaçlıyorlardı (Sartori, 1996: 405). Normatif ilkelerinin başına Fransız kraliyet ailesi ve aristokrasisinin de mensup olduğu Germen ırkının, Latinlere ve Keltlere (Fransız toplumuna) üstünlüğünü koyan Science Social okuluna ve sağ-pozitivist destekçilerine göre ise ırklar arasında olduğu gibi bireyler arasında da herhangi bir eşitlik söz konusu olamazdı. Çünkü doğa yasalarının doğrudan bir yansıması olarak gördükleri sosyo-ekonomik düzenin onları keskin çizgilerle birbirinden ayırdığı ve her birine kendi seviyesine göre görevler yüklediği inancındaydılar (Kansu, 2001: 157-159; Doğan, 2012: 118-123). Bu perspektife göre 1848'den beri eski biçimiyle krallık ve aristokrasiden yoksun olan Fransa'nın ekonomik alanda İngilizlerden geri kalması ve savaş meydanlarında Almanlara yenik düşmesi gayet doğaldı. Çünkü Fransız halkı ya da “avam”ı (peuples) biyolojik piramidin daha alt bir basamağında yer alan Latinlerin9, İngilizler ve Almanlar ise Germenlerin çocuklarıydılar. Ayrıca Fransa, tıpkı İtalyan, İspanyol ya da Güney Amerika toplumları gibi komüniteryen (cemaatçi) yapıdaydı, çünkü Lâtinler kendi yaşamlarını kendi elleriyle çevirecek beceri ve cesarete sahip değildiler. Oysa Germen kökenli Kuzey Amerika'nın müteşebbis ruhla dolu gençleri küçük yaşta evlerini terk ederek kıtanın batısında arazi keşiflerine çıkabiliyor, devlete el açmadan kişisel çabalarıyla kumpanyalar kuruyor, bireyci eğilimleriyle hem kendilerine, hem de ülkelerine faydalı oluyorlardı (Le Bon, 1974: 90-102; Doğan, 2012: 119-120)10. Ancak bu sağ-kanat liberallerin Lâtin-Germen, merkeziyetçi-adem-i merkeziyetçi, toplumcu-bireyci karşıtlıklarının arkasında asıl vurgulamak istedikleri, monarşi ve aristokrasinin cumhuriyete olan üstünlüğüydü. Germen kökenli Franklar tarafından yönetilen, yeterince modern teknik olanağa sahip olmadığı için cumhuriyete göre merkezileşmenin ve hukukun bütün sınıflar üzerindeki denetiminin zayıf olduğu, dolayısıyla özellikle 9 Aslında Fransızların Latinlikle biyolojik bir bağları yoktur (Bainville, 1938: 9-11). Bununla beraber ülkeye kültürel kimlik ve karakterini kazandıran Fransızca, Roma istilâsının etkisiyle Lâtin dilinden türemiştir. 10 19. yüzyıl’daki ulusal tarih inşası çalışmalarında, etnik grupların nasıl toplumsal sınıflarla özdeşleştirildiklerini (örneğin Fransa’da Galyalıların halkı, Frankların aristokrasiyi, İngiltere’de ise Saksonların avam sınıfını, Normanların soyluları temsil ettikleri yönündeki savları) görmek için şu esere başvurulabilir: Poliakov, 2001. 11 aristokratların bireysel özgürlüklerinin daha az sınırlandığı Ancien Régime savunusu, Geç 19. yüzyıl Fransa’sında, kendisini doğrudan doğruya "milliyetçi" olarak adlandıran bir gruptan da destek bulacaktı (Kansu, 2001: 157-158). Bu grup, ilk defa Dreyfus Davası sırasında sesini duyuran ve I. Dünya Savaşı sonrasında İtalya, Almanya ve İspanya'da uygulama alanı bulan faşizmin ideolojik çekirdeğini hazırlayan Action Française idi (Nolte, 1969: 83-85). Hareketin lideri olan Charles Maurras, ironik biçimde, kendisiyle aynı dönemde Jön Türklerin iki ayrı fraksiyonunu etkileyen Auguste Comte ve Frederic Le Play’i üstatları olarak kabul eden bir siyasal muhafazakârdı. Comte’tan devrim eleştirisi ve düzen fikrini, Le Play’den ise Jakoben merkeziyetçiliğe karşı eski vilâyet (province) sisteminin üstünlüğü görüşünü almıştı (Nolte, 1969: 63-65)11. Ancak bunlardan daha önemli olarak, her iki düşünürün kuramlarını dayandırdıkları “doğa” nosyonunu, “ulusun değişmez özü” saydığı kan ve gelenek unsurlarıyla özdeşleştiriyor; Fransız Devrimi’ne, demokrasiye, sosyalizme ve pasifizme yönelttiği eleştirileri bu kavramların “gayrı-tabiî” (dénature) olmasına bağlıyordu.12 Dönemin muhafazakâr söylemine önemli bir yenilik getirmeyen Maurras’ın, başat bir siyasal figür olarak parlaması Dreyfus Davası’nın yarattığı kamplaşma içinde gerçekleşti. Bu davayla bir yandan Fransa’da 1789 Devrimi’nden beri süren anayasal yurttaşlık ve laik cumhuriyet mücadelesi sonucuna ulaşırken, diğer yandan muhafazakârlığın bir şubesi rejime karşı açıkça tavır alarak, ileride “faşizm” olarak adlandırılan reaksiyoner milliyetçiliğe dönüşmekteydi (Wilson, 1968: 365-380). Fransa'da III. Cumhuriyet’in en büyük kırılma momentini oluşturan dava, gittikçe güçlenmekte olan Alman İmparatorluğu'na karşı Fransız-Rus askeri paktının imzalandığı 1894 yılında başladı (Davies, 2006: 850). Olay, görünürde Fransız Genelkurmayı'na ait kimi bilgilerin Almanlara sızdırılmasını haber veren bir mektuptan kaynaklanıyordu. Ancak mektuptaki el yazısının, orduda pek az sayıda bulunan Yahudi kökenli bir yüzbaşı olan Alfred Dreyfus'a ait olduğunu ileri sürülmesi Fransız aşırı sağı üzerinde bir infial yaratmıştı (Goldberg, 2008: 299-303). 11 Fransız proto-faşizminin adem-i merkeziyetçiliği hakkında şu makaleye başvurulabilir: Greilsammer, 1975: 83-100. 12 Charles Maurras’ın görüşleri ve Action Française’nin felsefî dayanakları için: Nolte, 1969: 88–94 182–189. 12 1898'de Emile Zola'nın L'Aurore gazetesinde Fransız cumhurbaşkanına hitaben yazdığı "J'Accuse" (İtham Ediyorum) başlıklı ünlü makale, suçun sadece Yahudi kökenli olması nedeniyle sahte belgelerle Yüzbaşı Dreyfus'un üzerine yıkıldığını ortaya koyarken, Fransız aydınlarını da, insan ve yurttaş haklarını kayıtsız şartsız savunanlar ile Fransa'nın çıkarları uğruna hukuksuzluğu meşrulaştıranlar şeklinde ikiye ayırıyordu. Aynı dönemde Maurras'ın davayı "Gerçek olanın yaşamsal olanı (orduyu) mahkûm etmesi" olarak tanımlaması bu ayrılışın en berrak ifadesi olacaktı (Nolte, 1969: 83-88). Nitekim 1898 yazında sosyalistler, liberaller, hatta merkez-sağ cumhuriyetçiler tarafından Alfred Dreyfus'u desteklemek için kurulan "Ligue Pour la Défense des Droits de l’Homme"un (İnsan Haklarını Savunma Derneği) karşısında kralcılar, muhafazakârlar ve reaksiyoner milliyetçiler tarafından örgütlenen diğer dernek "Ligue de la Patrie Française" (Fransız Vatanı Derneği) adını alacak (Nolte, 1968: 98-99), Charles Maurras'la beraber hareketin diğer lideri olan Maurice Barrés ise bu konjonktürde milliyetçiliği basitçe "evrenselciğin karşıtı" olarak tanımlayacaktı (Breuer, 2010:18-20). Fransa’da organik milliyetçiliğin (Breuer, 2010: 80) yanı sıra monarşist bir karşı- devrimin de kışkırtıcılığını yapan Action Française'nin günlük gazetesi, Türkiye'deki Meşrutiyet Devrimi'nden birkaç ay önce, Mart 1908'de yayım hayatına girdi. 1908–1909 kışında hareketin sokaktaki temsilcisi olan "Camelots du Roi" (Kralın Çığırtkanları) örgütü kuruldu ve 1910'da cumhuriyeti devirmek için General Monk önderliğinde bir darbe girişimi hazırlandı. Aralıksız devam eden tehditler ve şiddet eylemleri sonuncunda 31 Temmuz 1914 günü, Fransa'nın en tanınmış sosyalist yayın organı olan L'Humanite (İnsanlık) gazetesini çıkaran ve Fransız Devrimi'nin sosyalist bir yorumunu geliştirmeye çalışan Jean Jaures, Raove Villain adlı bir şoven13 tarafından öldürülecekti (Nolte, 1968: 105). Bununla beraber, Birinci Dünya Savaşı’nda kazanılan zafer ve aydınların rejim savunusundaki ittifakı Fransa’da bu karşı devrimci hareketin daha büyük çapta bir başarı kazanmasına engel oldu. III. Cumhuriyet’in resmi milliyetçilik anlayışı, Dreyfus Davası sırasında İnsan Hakları Derneği’nin saflarında yer alan Emile Durkheim’ın (Lukes, 1985: 338-339), modern toplumu her bir uzvu bir diğerine muhtaç olan ve işlevsel olarak 13 Faşist teriminin yaygınlaşmasından önce reaksiyoner milliyetçiler hakkında kullanılan ifade buydu (Offen, 1998: 663). Hannah Arendt de şovenizmi, benzer şekilde “ulusal misyon” düşüncesinden kaynaklanan ve milliyetçilikle emperyalizm arasındaki köprüyü oluşturan kavram olarak tanımlamaktadır: Arendt, 1945: 457. 13 farklılaştıkça yapısal olarak bütünleşen bir organizmaya benzettiği solidarizmin sınırları içinde kaldı (Durkheim, 2006).14 Milliyetçiliğin toplumsal temellerini, ırk ya da din birliği gibi unsurlar yerine meslek gruplarının birbirlerine bağımlı hale gelerek bütünleşmelerine bağlayan bu program, belki 1789 Devrimi’nin ilkelerini radikal demokrat ve sosyalist ideolojilerde olduğu kadar coşkuyla vurgulamıyor, diğer yandan bunları inkâr ya da küçümseme yoluna da gitmiyordu. Action Française’nin benzeri olan bir grubun ilk defa iktidara geldiği İtalya’da ise hareketin önderi olan Benito Mussolini, faşizmi “Fransız Devrimi’nin toptan ve kategorik inkârı” olarak tanımlayacak, böylece milliyetçiliğin bu iki fraksiyonu arasındaki karşıtlık kesin çizgilerini kazanmış olacaktı (Nolte, 1969: 51). 1.2. "HÜRRİYET VE İTTİHAT": OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA SİYASAL ÖZGÜRLÜK VE TOPLUMSAL BİRLİK ARAYIŞLARI Osmanlı İmparatorluğu'nda kuramsal dayanaklarına doğrudan girilmeksizin siyasal liberalizmin ilk izleri 19. Yüzyıl'ın ilk yarısında görülmeye başlandı. 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, ülkede yaşayan herkesin temel mülkiyet, güvenlik ve dokunulmazlık haklarını garanti ederken (Ortaylı, 1995: 89), Kırım Savaşı'nı izleyen Islahat Fermanı (18 Şubat 1856) o zamana kadar "millet-i hâkime" konumunda olan Müslümanlarla "millet-i mahkûme" denilen gayrimüslim nüfus arasındaki hukukî farkları önemli ölçüde azaltarak yasa temelli bir yurttaşlık inşasının önünü açıyordu. (Berkes, 1973: 187-202; Öğün, 2009: 323- 332). Ancak reformlarını Mora'daki Yunan bağımsızlık hareketi ve Mısır'daki Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanının yaraları tazeyken yürürlüğe koyan Tanzimatçıların zihinlerinde sultan mutlakıyetine sınırlandırmaktan daha baskın olan kaygı, azınlıkların bağımsızlık eğilimlerini törpülemek ve devletin dağılmasını engellemekti. Bu suretle, özellikle 1860'ların sonlarında Sadrazam Âli Paşa'nın kişiliğinde somutlaşan bürokratik-diktatör tipi, eski despot- sultan modelinin yerini doldurarak embriyonik liberal eğilimleri budayacaktı (Mardin, 1998: 27, 28). 14 Durkheim'ın antisemitizm ve aşırı sağın yükselişi karşısındaki tutumu hakkında: Goldberg, 2008: 299-302. 14 Tanzimatçıların karşısına hürriyet bayraktarlığıyla çıkan Yeni Osmanlılar hareketinde (1865) de imparatorluğun dağılmasını engelleme endişesinin liberal birey hakları talebinden daha baskın olduğu gözlemlenebilir. Yine de bu hareket, üst düzey bürokrasi içinde Mithat Paşa gibi uluslararası kamuoyunca tanınmış bir önder bularak, ülkenin ilk anayasasının hazırlanmasında öncü bir rol oynamayı başardı (Mardin, 1998: 69)15. 23 Aralık 1876'da ilân edilen Kanun-ı Esasi, Avrupa'nın muhafazakâr anayasaları arasında gösterilen 1831 Belçika ve 1850 Prusya anayasalarından esinlenmişti (Lewis, 1998: 162) ve asıl amacı, farklı etnik ve dinî aidiyetlere sahip toplulukların aynı parlamentoda temsil edilmelerini sağlayarak parçalanma sürecinin önüne geçmekti. Pek çok eksiğine rağmen bu ilk anayasal deneyim, kat kat dinî cemaatler hâlinde örgütlenmiş imparatorluk halklarını "Osmanlı" üst kimliği altında tanımlayıp (md. 8), Türkçe'yi bu politik toplumun resmi dili hâline getirmesiyle (md. 57, 58) Türk modernleşme tarihinin en önemli dönemeçlerinden birini oluşturuyordu (Gözler, 1999: 32, 40). Anayasal Osmanlı milliyetçiliği, 93 Harbi adıyla anılan 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Rumenler ve Sırpların bağımsızlıklarını ilân etmelerini engelleyemedi. Benzer şekilde 1880'lerden itibaren kurulan Ermeni cemiyetleri içindeki bazı klikler Doğu Anadolu'da bir bağımsız devlet fikrine sarıldılar (Shaw, 1983: 253). Buna karşın, gelişmekte olan basın ve eğitim olanakları sayesinde Osmanlı üst kimliği, başta imparatorluğun kurucu unsuru olan Türkler olmak üzere, gerek Müslüman azınlıkların, gerekse gayrımüslim seçkinlerin azımsanmayacak bir kesimi üzerinde etkili oldu (Hanioğlu, 1981: 209-215; Somel, 2001: 110). II. Abdülhamid'in Mithat Paşa’yı azli ve parlamentoyu feshetmesinden sonra anayasal rejimin tekrar yürürlüğe konması için çalışmaya başlayan Jön Türklerin iki baskın fraksiyonu olan Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin gruplarının her ikisi de, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet'ten devralınan Osmanlıcılık idealini benimsemiştiler. Comte'un pozitivizminden esinlenen Ahmet Rıza, düşünürün sosyal statiğe vurgu yapan Ordre (Düzen) ilkesini, Osmanlı halklarının birliğini öne çıkaran Union (İttihat) terimiyle değiştiriyor, sosyal dinamiği ifade eden Progres (Terakki) prensibini ise olduğu gibi bırakarak, başında bulunduğu cemiyete 15 Bu destek Meşrutiyet yanlıları için o kadar önemliydi ki, ünlü şair Abdülhak Hamid, 1877’de kaleme aldığı “Liberte: Mukaffa Bir Facia” adlı piyeste, özgürlüğü temsil eden "Liberte" adlı genç kızla, ona ulaşmaya çalışan ulusu temsil eden "Nation" adlı delikanlının aşkını anlatırken, -gelecekteki “Atatürk” unvanını akla getirircesine- Meşrutiyet’in ilânını sağlayan Mithat Paşa’yı “Nation’un Babası” olarak tanıtacaktı (Şefkatli, 1998: 224). 15 "İttihat ve Terakki" adını kazandırıyordu (Lewis, 1998: 196). Anne tarafından Osmanlı hanedanına mensup olduğu için prens unvanını taşıyan ve soyluluğu sayesinde yurtdışında özellikle aristokratik çevrelerle temas kuran Sabahattin Bey ise, Le Play-Demolins okulunu model alarak, yerel yönetimlerin geliştirilmesi ve kişisel girişimlerin teşvikini öne çıkaran derneğine "Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti" adını vermişti (Tunaya, 1988: 21). Kimi araştırmacılar İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonraki gelişmeleri dikkate alarak Ahmet Rıza grubunun başından beri Türkçü (Dündar, 2008: 53), Sabahattin grubunun ise Osmanlıcı bir nüve taşıdığını ileri sürmektedirler. Kimilerine göre ise Osmanlıcılık (İttihad-ı Anâsır) iki grubun tamamen anlaştıkları tek ortak paydadır. Kullandıkları siyasal söylem incelendiğinde ikinci görüş daha doğru görünmekle beraber, her iki grubun kavrama yükledikleri anlamın farklı olduğu belirtilmelidir. Sabahattin grubu, günümüzde resmi ideolojinin modern ulus kimliğinin karşıtı olarak tanımladığı bir Osmanlıcılık yorumunu olumlayarak savunmaktadır: Her dinsel ya da etnik grubun kendi hâllerine bırakıldığı, gayet gevşek yönetsel bağlarla bağlanmış bir siyasal üst kimlik (Somel, 2001: 108). Buna karşılık Ahmet Rıza grubunun "ittihat" (birlik/birleşme) nosyonuyla pekiştirdiği Osmanlılık, cemaat bağlarının yerine Osmanlıca/Türkçe üzerinden birleşmiş bir modern toplumu talep ederek, Cumhuriyet dönemindeki anayasal milliyetçiliğin içeriğine yaklaşmaktadır (Toprak, 2006: 14-22). Benzer şekilde, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Jön Türk literatüründe Osmanlılığın yanında sıklıkla yer bulmaya başlayan Türkiye ve Türkiyelilik tabirlerinin de, Türklüğe yapılan özel bir vurgudan çok, Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu için kullandığı Turquie ve Türkei gibi terimlerin karşılığı olduğu belirtilmelidir16. Nitekim İçtihad Mecmuası'nın 20 Mart 1906 tarihli sayısında Kürt kökenli Dr. Abdullah Cevdet'in Ermeni bir vatandaşla olan şu hayali sohbeti, Osmanlı kelimesinin yerine Türkiye'nin ne şekilde ikâme edilmekte olduğunu anlamak için bir fikir verebilir: "-...Ermeni'ye sorarım: Sen nesin? 16 II. Meşrutiyet'in ilânından sonra da 1912 tarihli bir ders kitabında Türkiye ve Osmanlı terimlerinin birbirlerine alternatif olacak biçimde değil, birer yurt ve ulus adı olarak bir arada konumlandırıldığını görüyoruz: "Çocuklar; siz Türkiye toprağının bir parçasında oturuyorsunuz. Siz Osmanlısınız. Türkiye bizim vatanımızdır; büyük ve güzel bir memlekettir." (Üstel, 2011: 100). 16 - Osmanlı. - Bu isim nereden geliyor. - Padişahlarımızın ecdadı (Osman-ı Evvel)e nisbeten hükümet-i Osmaniye ve Millet-i Osmaniye ismi Osman hanedanı tarafından Türkiya'ya ve Türkiya teb'asına verilmiş isimdir. -Sevgili vatandaş, müsaade et sana sorayım: Peki, Türkiya kelimesini biliyorsun değil mi? - Evet. - Bu kelime nereden geliyor? - Türkiya hükümetinin tesisinde yalnız Türklerin bulunmasından... -... A iki gözüm vatandaşım, o halde böyle bir hanedan-ı istibdad ve fesadın namını taşımaktansa şimdi tavsif ettiğin bir milletin namına nisbeten Türkiyalılık, Türklük namını taşımak evlâ değil mi? Sen Ermenisin, ben Kürdüm. Fakat şura-yı Türkiya'da senin de benim de millet vekili, meb'us-u millet olarak bulunmaya hakkımız var. Türkiya cümlemizin vatan-ı müşterekimiz değil mi? Hani sizin tabirinizce biz (Osmanlı)lar..." (Hanioğlu, 1981: 210)17 Bu makalenin yazılışından altı ay kadar sonra, Eylül 1906'da, Selanik'in ünlü Beş Çınar Bahçesi'nde, ileride Paris'teki İttihat ve Terakki ile birleşecek ve 1908 Devrimi’nin gerçekleşmesinde öncü rol oynayacak "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" kurulacaktır (Çavdar, 2001: 66-67). Talât Paşa’nın (o zaman Bey) önderliğini yaptığı ve aralarında Mithat Şükrü (Bleda), İsmail Canbulat, Bursalı Mehmet Tahir, Ömer Naci, Rahmi Bey, Kâzım Nâmi (Duru) gibi geleceğin önemli simalarının bulunduğu cemiyet, Suavi Aydın'ın deyimiyle Paris'teki İttihatçılara göre ayrı bir zihniyet ve ayrı bir siyaseti temsil etmektedir (Aydın, 2001: 124). Zira çeşitli düşünce ve yöntem ayrılıklarına karşın birinci İttihat ve Terakki konferans salonlarında ya da gazete-dergi matbaalarında yetişmiş entelektüellerden oluşurken, ikinci cemiyet, Makedonya dağlarının sarp geçitlerinde silahlı milliyetçi Rum ve Bulgar çeteleriyle savaşan Osmanlı zabitleri ve komitacıları tarafından kurulmuştur. Ayrıca birinci grubun ideolojik donanımı büyük ölçüde Fransız sivil ve liberal geleneği ile ilişkili iken, ikinci grup, 1880'den itibaren Osmanlı Ordusu'nu eğitiminde rol oynayan Prusya-Alman militarizmine eğilimlidir (Aydın, 2001: 124-127)18. Bununla beraber Osmanlı Hürriyet Cemiyeti mensuplarının, başlangıçtan itibaren otoriter bir rejime hevesli olduklarını ya da anayasal milliyetçiliğe karşı olduğunu ileri sürmek 17 Hanioğlu metinde orijinal imlâya sadık kalmak için eski harflerde "Türkiya" olarak yazılan Türkiye kelimesini olduğu gibi bırakmıştır. Ancak bu, kelimenin bugünkü Türkiye adından farklı olduğunu düşündürmemelidir. Harf devriminden önce Türkiye Cumhuriyeti tabiri de "Türkiya" biçiminde yazılıp, Türkiye olarak okunmaktaydı. 18 Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Alman nüfuzunun askerî ve ekonomik boyutları için: Ortaylı, 1983. 17 doğru değildir. Nitekim cemiyet istibdat rejimiyle mücadele sürecinde, yalnızca Paris'teki İTC mensupları ile değil, 1907'deki II. Jön Türk Kongresi'nde Prens Sabahattin grubuyla, hatta Taşnak Cemiyeti ile ittifak yapmaktan geri durmayacaktır (Shaw, 1983: 322; Lewis, 1998: 203-204). Osmanlı devrimcilerinin uzun bir hazırlık döneminden sonra tek çatı altında toplanmaya başladıkları bu dönem, aynı zamanda Avrupa'da "İtilâf Devletleri" adıyla anılan üçlü siyasal paktın oluştuğu zaman dilimidir. Dreyfus Davası'nın hemen öncesinde, 1894 kışında imzalanan Fransız- Rus Antlaşması'nı 1904'te "Samimi İtilâf" (Entente Cordiale) olarak bilinen İngiliz-Fransız Antlaşması izlemiş, nihayet 1907 yılında üç büyük devlet, orta Avrupa'yı kontrolünde tutan Alman-Avusturya-İtalyan İttifakı'na karşı ikinci büyük bloğu oluşturmuştur (Armaoğlu, 2003: 443-447). Bu son antlaşmanın, 93 Harbi'nden itibaren Rusların yeni bir muhtemel saldırısına karşı hem İngiltere hem de Almanya'nın dostluğunu arayan II. Abdülhamid'in otuz yıllık denge politikasına nasıl bir darbe indirdiği ortadadır. Ancak tehlikenin yalnız Yıldız Sarayı'na değil bütün Osmanlı İmparatorluğu'na yönelik olması Makedonya'daki devrimcileri de ayağa kaldırır. Nitekim 8-9 Haziran 1908'de İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola'nın Reval'de yaptıkları gizli görüşmede Osmanlı İmparatorluğu'nun Makedonya topraklarına muhtariyet verilmesine ilişkin bazı kararlar aldıklarına yönelik dedikoduların yayılması 1908 Devrimi'ni hazırlayan gelişmelerin kapısını ardına kadar açmıştır (Kansu, 2002: 119). Çıkış nedenlerine bakıldığında isyanın bir anayasal düzen ve siyasal özgürlük değil, yalnızca birlik ve bağımsızlık amacına yönelik olduğu düşünülebilir. Ancak tıpkı 1789 Fransa’sında olduğu gibi, iki eğilimin henüz bir arada olduğu 1908 Türkiye’sinde de “ittihat” kavramını ön plana alan devrimcilere ilk destek verenlerden biri, bir özgürlük şairi olarak tanınan Tevfik Fikret olacaktır (Lewis, 1998: 209). Günümüzde daha çok Servet-i Fünun edebiyatındaki yeriyle anılan, ancak belki bu özelliğinden daha baskın olmak üzere, 1908 Devrimi'nin ilk birkaç yılının ideolojik söylemini hazırlayan kişi olarak değerlendirilmesi gereken Tevfik Fikret19, tıpkı daha önce yazdığı 19 Örneğin 1909’da Fikret’in “Vatan Şarkısı” adlı şiirinin “Osmanlı Millî Marşı” olmak üzere bestelendiği, ancak izleyen yıllardaki siyasal gelişmeler nedeniyle marşın resmî olarak kullanılmasından vazgeçildiği bilinmektedir: Sibgatullina, 2012. 18 “Sis”, “Tarih-i Kadîm” ve “Sabah Olursa” adlı politik manzumelerinde olduğu gibi, isyanın başlamasından birkaç gün sonra kaleme aldığı "Millet Şarkısı" adlı şiirinde, o döneme kadarki Türk edebiyatında hemen hiç rastlanmayan biçimde doğrudan "devlet" kavramını sorgulamaya açmış ve "Haksızlığın envaını gördük, bu mu kanun? En gamlı sefaletlere düştük, bu mu devlet? Devletse de kanunsa da artık yeter olsun, yeter olsun bu denî zulm ü cehalet" gibi mısralara yer vermiştir (Uzun, 1962: 97)20. 23 Temmuz günü21 İttihatçılar tarafından Selanik ve Manastır meydanlarında havai fişekler, top atışları ve konfeti yağmurları arasında, Fransız Devrimi'nin üç ilkesi olan "liberté, égalité, fraternité"yi, "hürriyet, müsavat, uhuvvet" çevirisiyle benimseyen ve bunlara bir de "adalet"i ekleyen İkinci Meşrutiyet rejimi ilân edilir. II. Abdülhamid, durumu kabullenmekle beraber, toplumsal bir patlamanın önüne geçmek için parlamentonun açılacağına ilişkin haberin ertesi gün çıkacak gazetelerin orta sayfalarında yayımlanması emreder. Ancak devrimin duyulmasından sonraki iki ay boyunca bütün Osmanlı vilâyetlerinde, olağanüstü bir ortak sevinç ve heyecan tufanı yaşanacaktır (Emiroğlu, 1999)22. 24 Temmuz'da Makedonya'daki çeteler silahlarını bırakıp devrim kutlamalarına katılırken, İstanbul ve Bursa'da da halk sokaklara dökülür. Aynı gün basındaki sansürün kaldırılmasını, 26 Temmuz'daki bütün mahkûmlara yönelik genel af izleyecektir. 1 Ağustos'ta, Selanik'ten İstanbul'a gelen İttihat ve Terakki temsilcilerini, sahillere akın eden vatandaşlar ve ay-yıldızlı flamalarla süslenmiş Şirket-i Hayriye vapurları selamlar. 3 Ağustos'ta ise devrimciler başkentteki ordu birliklerine Meşrutiyet'e sadakat yemini ettirirler (YKY, 2008: 48). Bu siyasal özgürlük kutlamaları, toplumsal birlik ve beraberlik gösterileriyle de desteklenmektedir. Harput'ta lise öğretmeni Sarkisyan Efendi'nin, omuzlarına kanatlar takıp ay-yıldızlı bayraklarla süslediği bir Ermeni kız çocuğu, Müslüman vatandaşlar tarafından "Timsal-i Hürriyet" olarak omuzlara alınıp sokak sokak gezdirilir. Edirne-Dedeağaç'ta ise Rum vatandaşlar hürriyet haberini getiren İttihatçı Ruşeni Bey'in atlarını çözüp arabasını 20 Bu yönüyle Fikret'i, Şerif Mardin'in tanımıyla, bütün programları "devleti kurtarmaktan" ibaret olan Jön Türklerden ve Taha Parla'nın "korporatist bir şemsiyenin altında" şekillendiğini söylediği Osmanlı-Türk siyasal düşünce geleneğinden ayırmak gerekir: Mardin, 2006; Parla, 1989. 21 Ömer Seyfettin hikâyelerinde de defalarca rastladığımız gibi, devrimin Rumî takvimdeki ilân günü olan "10 Temmuz", Fransız devrim takvimindeki "9 Thermidor" ya da "18 Brumaire" gibi bir tür özel unvan şeklini almıştır. 22 Ayrıca şu eserlere bakınız: Atay, 1963: 25-28; Sema, 2002: 19 kendileri çekerler. 9-13 Ağustos tarihlerinde devrimin ilk marşlarından olan "Neşide-i Hürriyet" Karikopulo Efendi adlı bir gayrımüslim vatandaş tarafından bestelenecek ve Üç Horan Kilisesi'nde Meşrutiyet uğruna can veren Müslümanlar için -Resneli Niyazi'nin kardeşi Osman Bey'in de nutuk verdiği- bir ayin yapılacaktır (Emiroğlu, 1999: 133, 186; YKY, 2008: 77) Yalnız bütün bu kardeşlik havasını sağlayan gücün ordu olduğu kimse tarafından unutulmamaktadır. Nitekim Meşrutiyet'in ilk ders yılının Doktor Hazık tarafından hazırlanan ders kitaplarından Malumat-ı Medeniye (Medeni Bilgiler)'de rejimin silahlı kuvvetlerle olan ilişkisi şöyle açıklanır: "Çocuklar, iyi biliniz ki (...) kazandığımız hürriyet askerlerimizin süngüleriyle alınmıştır. Eğer şu hukukumuzu (haklarımızı) o sevgili kardeşlerimiz bilip de müdafaa etmemiş olsalar idi (...) biz kıyamete kadar hürriyetimize nail olamazdık. İşte askerlerimiz kılıçlarını, süngülerini her zaman (dış) düşmana karşı değil, bazan da memleket dahilinde türeyen sinsi düşmanlara karşı çevirirler..." (Doğan, 1994: 75). 5-6 Ekim 1908'de yeni rejimin (ya da dönemin yaygın deyimiyle Genç Türkiye'nin) devrim sarhoşluğunu fırsat bilen Bulgaristan bağımsızlığını ilân eder ve yaklaşık kırk yıldır imparatorluktan ayrılma girişimlerinde bulunan Girit Yunanistan'a katıldığını açıklar. En az bunlar kadar kaygılandırıcı olan bir başka gelişme ise İngiliz-Rus Antlaşması'ndan sonra Osmanlılarla daha sıcak ilişkiler kurması beklenen İttifak Devletleri'ne mensup Avusturya- Macaristan İmparatorluğu'nun Bosna-Hersek'i ilhak etmesidir (Ahmad, 1995: 38-39). 10 Ekim'den itibaren Avusturya'da üretilen feslere karşı boykot ilân edilmesi ve bir asker başlığı olan kalpağın takılmaya başlanması (Sema, 2002: 383-384), Türkler arasında iktisadi ve kültürel bir milliyetçiliğin doğuşunun ilk belirtileri olarak görülebilir. Bu gelişmeleri, 13 Ekim'de Sultanahmet Meydanı'nda Bulgaristan'ın istiklâlini protesto etmek için düzenlenen miting ve Aralık 1908'de Ahmet Midhat Efendi, Yusuf Akçura ve Necip Asım gibi aydınların öncülüğünde Türk Derneği'nin kurulması izleyecektir (Tunaya, 1998: 414). Buna karşın kuruluş beyannamesinde anayasayı "Osmanlıların hürriyet ve ittihadının beratı" olarak nitelendiren ve her soydan Osmanlı vatandaşının kendi kökeniyle iftihar 20 etmesini doğal karşılayan bu ilk Türkçü derneğin herhangi bir siyasal amacı bulunmamaktadır (Arai, 2001: 181). Bu ılımlı ortam, ilk genel seçimlerin tamamlanmasının ardından Ahmet Rıza Bey'in meclis başkanlığına seçilmesi, Tevfik Fikret'in Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atanması ve İttihat ve Terakki’nin liberal kanadına mensup Cavit Bey'in cemiyet desteğiyle Ulûm-ı İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası (İktisadî ve Sosyal Bilimler Dergisi)'nı çıkarmaya başlamasıyla devam etmiştir (YKY, 2008: 218). Derginin içeriğine ve konu başlıklarına kısaca göz gezdirmek, 1914 sonrasında yine İttihat ve Terakki himayesinde yayın hayatına girecek olan Türk Sözü ve Turan mecmualarının muhafazakâr milliyetçiliğinin aksine, devrimin ilk döneminde İttihatçıların ideolojik yönelimlerinin ne kadar “inkılâpçı ve hürriyetçi” olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin daha ilk sayıda Ahmet Şuayb'ın, Jön Türkler tarafından model alınan 1789 Devrimi'ne ilişkin "Fransa İhtilâl-i Kebiri" başlıklı yazı dizisi başlar. İzleyen sayılarda ise Rıza Tevfik'in "İngiliz Hakim-i Meşhuru John Stuart Mill Hürriyeti Nasıl Anlıyor?", Asaf Nefi'nin "Demokrasi ve Sosyalizm", Bedii Nuri'nin "Ferdiyyun ve Fedaiyyun" (Fertçilik ve Anarşizm) gibi makaleleriyle, istibdat rejiminde birer kelime olarak bile basında yer bulması mümkün olmayan kavramların açıklamalarına yer verilmektedir (Doğan, 1999: 65-71). Meşrutiyet'e yönelik ilk iç tehdit, bu yeni yayın organlarının topluma tanıttığı Avrupa kaynaklı ideolojik akımlardan değil, II. Mahmud döneminden beri "mektepliler" adıyla anılan Harbiye mezunu subaylarla çıkar çatışması içinde bulunan alaylı askerlerden gelmiştir (Ahmad, 1995: 61-62). II. Abdülhamid tarafından, çoğu meşrutiyet yanlısı olan Harbiyeli zabitlere karşı bir denge unsuru olarak orduda tutulan alaylıların, ülkede her alanda yürütülen modernleşme faaliyetinin sonucu olarak 1909 baharında tasfiye edilmeleri, 13 Nisan'da başlayan ve Rumî takvimdeki karşılığıyla "31 Mart" olarak anılan isyan ya da karşı-devrim hareketini tetikleyecektir (Shaw, 1982: 338-339). Bu kimseleri kışkırtan siyasi kuvvet ise, isyandan on gün önceki mevlit kandilinde kurulmuş olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’dir. Meşrutiyet rejimini toptan reddetmeyen, ancak inkılâbın "Allah tarafından" yapıldığını ileri süren cemiyetin başkanı Derviş Vahdeti "hürriyet" kadar "ittihat" fikrini de benimsediklerini, ancak iktidardaki Jön Türklerin bu kavramı bütün Osmanlıların birliği olarak anlamalarına karşılık, kendilerinin yalnızca İslâm 21 birliğini istediklerini belirtmektedir. Nitekim cemiyetin yayımladığı siyasal programda, dönemin Avrupa’sındaki radikal sağ söyleme benzer biçimde; farmasonlara, sosyalistlere, komünistlere ve anarşist fırkalara cephe alınmakta, yayın organı olan Volkan gazetesinde ise İttihatçılar "Avrupa'dan gelmiş dört-beş tane herif-i nâ-şerif", medrese talebelerine yan gözle bakan "Garb'ı körü körüne taklit eden ecahil-i nas" olarak tanımlanmaktadır (YKY, 2008: 290). Gerek Derviş Vahdeti'nin ifadeleri, gerekse ayaklanmanın gidişatı, 1909'da İttihatçıların siyasal Türkçülük yönündeki eğilimlerinin güncel politik kamplaşmada henüz etkili bir yeri olmadığını göstermektedir. Bölünme, toplumsal düzlemde modernite ile gelenekçilik, siyasal düzlemde ise Osmanlıcılık ile İslâmcılık arasındadır. İstanbul'da "Şeriat isteriz" nidalarıyla ayaklanan alaylı askerler mektepli subayları ve iki milletvekilini öldürürken, bir gün sonrasında patlayan ve binlerce kişinin ölümüne yol açan Adana Olayları'nda Ermenilere saldıranlar da "Osmanlıcı" İttihatçılar değil, dönemin yaygın deyimiyle, "mürteciler" olacaktır (Lewis, 1998: 216). Ömer Seyfettin'in de "İrtica Haberi" adlı öyküsünde tasvir ettiği üzere, Selanik'te Meşrutiyet'i kurtarma amacıyla toplanan Hareket Ordusu, 24-25 Nisan'daki çarpışmaların ardından İstanbul'a girer ve 27 Nisan'da II. Abdülhamid tahttan indirilir (Akşin, 2000: 32). Sultan, iddia edildiği gibi isyana destek vermiş olsun ya da olmasın, siyasal bakımdan önemli nokta bu fetvanın çıkışının hemen ardından yapılan anayasa değişikliğiyle artık padişahlığın sembolik bir hâle getirilmesi ve Kanun-ı Esasi'nin girişine "Hakimiyet-i Milliye" ifadesinin eklenmesi olacaktır (Tanör, 1985: 24; Gözler, 1999: 52)23. Anlaşılabileceği gibi burada da hâkimiyetinden söz edilen millet yalnızca Türkler ya da Müslümanlar değil, bütün Osmanlı toplumudur. Bu anlayışı güçlendirmek için 5 Temmuz 1909 tarihli Meclis-i Mebusan kararıyla Meşrutiyet'in ilân edildiği 10 Temmuz'un ülkenin tek ulusal bayramı hâline getirilmesi kararlaştırılmış, hatta fetih dönemlerine ilişkin çağrışımlarla gayritürk ve gayrimüslim kitlenin huzursuz edilmemesi için Osmanlı Devleti'nin sembolik kuruluş tarihi olan 27 Ocak'ın bir "yevm-i mahsus" (özel gün) hâline getirilmesi bile reddedilmiştir (TBMM, 1982: 440) 23 Kavram, 1911 tarihli bir okul kitabında şöyle tanımlanır: "Hâkimiyet-i Milliye bir milletin kendi kendisini idare etmesidir." (Üstel, 2001: 57). 22 Bütün bu incelikli çabalara rağmen anayasada Osmanlı Milleti'nin resmi dilinin Türkçe olduğunun belirtilmesi ve bir kültürel Osmanlılaşmanın eninde sonunda Türkleşmekle sonuçlanacağı düşüncesi gayrimüslim seçkinlerin önemli bir bölümünü huzursuz etmeye devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim 20 Temmuz 1909'da, Osmanlı siyasal kimliğini mutlak olarak dinî ve kültürel nitelikteki cemaat bağlarının yerine geçirmek amacıyla kavmiyet ve cinsiyet esasına dayalı cemiyet kurmayı yasaklamayı teklif eden yasa tasarısı parlamentoya sunulduğuna Serez Milletvekili Hıristo Dalçef Efendi bunun bir "Türkleştirme" programı olduğunu ileri sürecek, Sivas Milletvekili Nazaret Dagavaryan Efendi ise bu cemiyetlerin açıkça kurulmaları engellenirse gizli cemiyetlerin türeyeceğini savunacaktır. Aynı tartışmada "Türk'ten ziyade Türk" olduğunu söyleyen Erzurum Milletvekili Ohannes Vartekes Efendi'nin bile etnik unvanların siyasal kullanımını kaldıran bir yasa tasarısını "istibdadın ihya edilmesi" olarak değerlendirmesi, Ahmet Rıza Bey'in istediği türden bir "ittihat" için henüz çok uzun bir yol alınması gerektiğini göstermektedir (TBMM, 1982: 445-455). Ayrıca Mizancı Murat'ın ya da Mehmet Akif'in düşlediği bir "İslâm İttihadı" da kolay görünmemektedir. Nitekim 20 Ağustos 1909'daki Elbasan Kongresi'yle Arnavutlar Lâtin alfabesini kabul ederek kendilerini Türklerden diğer Osmanlı Müslümanlarından ayırırlar. Bu kültürel ayrılışı kısa zaman sonra siyasal bağımsızlık eğilimleri izleyecektir (Sönmez, 2007: 137-145). Mart 1910 ve Ocak 1911'deki Arnavut isyanları üzerine yaşlı sultan V. Mehmed'in çıktığı Rumeli seyahatinin Selanik'te yükselmekte olan Türkçülük akımı üzerinde nasıl bir etki uyandırdığı Ziya Gökalp'in aynı günlerde yayımlanan "Meşhed'e Doğru" başlıklı şiiri üzerinden izlenebilir. Gökalp bu manzumede tıpkı “Diyar-ı Rum” (Roma Ülkesi) tabirinin “Türk Yurdu”na dönüşmüş olması gibi, Rumeli deyimini de "Türkeli"ne çevirmekte, Meşrutiyet padişahı V. Mehmed'i ise, eski yıllarda yapıldığı gibi Fatih'e ya da Yavuz'a değil, "Turan benim yurdum" diyen Oğuz Kağan'a benzetmektedir (Tansel, 1989: 72-73). Bu koşullar altında liberalizm ile milliyetçilik arasındaki ilk uyumsuzluk ve gerilimler de baş gösterir. Nitekim Temmuz 1911’de, İstanbul’da Yusuf Akçura önderliğinde Türk Ocakları kurulurken, aynı günlerde muhalif partilerin desteklediği Kâmil Paşa'nın 23 gazetecilerle yaptığı mülâkatta İttihatçılara "Genç Türkler"24 denilmesinin bile Osmanlı birliğine verdiği zarardan bahsettiği görülmektedir (Tunaya, 1998: 432; Gazel, 2007: 116- 117). Ancak yine de fazla genelleştirici bir okumayla, sıklıkla yapıldığı gibi İttihatçıları Türkçülükle, muhalifleri ise liberalizmle özdeşleştirmek doğru sayılmaz25. Sözgelimi 1908'de olduğu gibi 1911 ve sonrasında da ülkedeki siyasal ve ekonomik liberalizmin en önde gelen savunucularından Cavit Bey İttihat ve Terakki'nin as kadrosundadır. Buna karşılık Türkçü Rıza Nur başından beri muhalif saflara bulunduğu gibi, 1911 sonunda da Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın kurucuları arasında yer alacaktır. İslamcılar ve muhafazakârlar blok hâlinde hareket etmektense iki ayrı grupta da hemen hemen eşit oranda temsil edilmekte, gayrimüslimler arasında ise Rumlar genellikle muhaliflere, Ermeniler ve Yahudiler ise İttihat ve Terakki'ye yakın durmaktadır (Birinci, 1990: 50-51). Edward Hallett Carr'ın vurguladığı gibi belirli bir dönemin tarihini, sonradan gerçekleşen olguların gözlüğüyle okumanın yanlışlığına (Carr, 1980: 56-57) işaret eden önemli bir örnek, Osmanlı sosyalistlerinin İttihatçılarla ilişkileri üzerinden anlaşılabilir. Zira siyasal kamplaşmanın en sert biçimini aldığı 1911-12 dönemecinde Türk sosyalistleri Hürriyet ve İtilâf Fırkası'yla işbirliği yaparken, Ermeni sosyalistleri İttihatçıların yanında saf tutacak, hatta Lütfi Fikri Bey'in "Taşnaksutyun Cemiyeti ihtilâlci değil midir?" sorusuna derneğin yayın organı olan Azadamard gazetesi, İttihat ve Terakki'nin siyasal üslubuyla birebir örtüşen bir yanıt verecektir: "Evet, şüphesiz Taşnaksutyun Cemiyeti bir 'ihtilâlci'dir. Fakat Meşrutiyetin çizdiği hudûd dâhilinde bir ihtilalcidir. Hürriyet ve İtilâf'ın bazı azası gibi 31 Mart ihtilâlini vücûda getiren ihtilâlcilerden değil!" (Gazel, 2007: 262-267). Ancak siyasal gruplar arasındaki müphemliğin devam etmekte olduğu 1911 güzünde Selanik'teki Yeni Hayat Kitapları arasında yayımlanan "Vatan! Yalnız Vatan..." başlıklı bir broşür oldukça açık bir ideolojik içerik taşımasıyla birçok benzerinden ayrılır. 26 24 Ömer Seyfettin'in İttihat ve Terakki'den olumlu anlamda söz ederken kullandığı unvan hemen her zaman bu olmuştur. 25 Böyle bir tavrı Bernard Lewis'in ünlü eserinde görüyoruz (1998: 213). Zafer Toprak ise tam aksine İttihatçıları doğrudan liberal milliyetçiler olarak değerlendirmektedir (Toprak, 2006: 17). 26 Metnin sonunda yer alan tarih 22 Temmuz 1327 (5 Ağustos 1911) olduğuna göre broşürün yayımlanması sonbahar mevsimini bulmuş olmalıdır (Argunşah, 2001: 158). 24 "Beynelmilel gizli cemiyetlerden ve beynelmilel gizli emellerden sakınalım" alt başlığını taşıyan metinde, aynı dönemde Fransa'da hayli etkin olan Action Française hareketinin üslubunu andırır biçimde "insaniyet ve beynelmileliyet" (hümanizm ve enternasyonalizm) fikirlerinin "masonlar ve sosyalistler" tarafından yayıldığı ileri sürülmekte, "garbın en parlak ve mütefekkir bir zekâsı" şeklinde tanımlanan Gustave Le Bon'dan (ve kısmen Alfred Fouillee'den) yapılan alıntılarla "insaniyet" fikrinin taun ve vebadan daha beter bir hastalık olduğu, insaniyetçilerin haydutlardan daha tehlikeli sayılması gerektiği, milletleri harbin değil sulhün mahvettiği savunulmaktadır (Argunşah, 2001: 145). Bu imzasız broşürün sahibi, Meşrutiyet'ten birkaç yıl öncesinden itibaren bekâr öğrenci hayatına, spora, avcılığa ve çapkınlığa ilişkin eğlendirici öyküler yazmış olan, ancak 1911'in başında Genç Kalemler dergisinde Milli Edebiyat akımının başlamasında öncü bir rol oynayarak adını geniş bir çevreye duyuran Ömer Seyfettin'dir. 1.3. ANTİ-LİBERAL MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ VE ÖMER SEYFETTİN Kırım Savaşı'nın anılarının henüz taze olduğu 1864 yılı, Osmanlı Devleti ve toplumu için büyük bir demografik gelişmenin başlangıcı oldu. Yıl boyunca Rusya tarafından sürülmekte ve katledilmekte olan bir milyonu aşkın Çerkez Türkiye’ye sığınıyor ve Babıali tarafından imparatorluğun çeşitli bölgelerine iskân ediliyordu. Bu sürgünle Anadolu'ya gelenlerden biri de Ömer Seyfettin'in çocuk yaştaki babası Ömer Şevki Efendi idi (Karpat, 2010: 86-87; Alangu, 1968: 22-23). Demografik değişim 1877-78 Osmanlı Rus-Savaşı'ndan sonra da devam etti. Kaybedilen Rumeli topraklarından elde kalan sınırlara akan on binlerce göçmenin imparatorluğun boş ve müsait arazilerine yerleştirilebilmeleri için 1879 yılına İskân-ı Muhacarin Komisyonu kurulacaktı. İlk on yedi yılı hakkında detaylı bilgi sahibi olmadığımız Ömer Şevki Efendi ve eşi Fatma Hanım’ın da Gönen'e bu iskân döneminde yerleştiği tahmin edilebilir. Ömer Seyfettin, 12 Mart 1884'te bu küçük ilçede dünyaya geldi. Kendisinden on yaş büyük bir ablası ve "Kaşağı" hikâyesinde kuşpalazından ölüşünü anlattığı Hasan adında bir 25 kardeşi vardı. Babasının 1891'de İnebolu ve Ayancık kazalarına atanmasıyla, yaklaşık bir yılını Karadeniz kıyılarındaki mahalle mekteplerinde geçirdikten sonra, annesi Fatma Hanım'la beraber İstanbul'daki dedesinin Kocamustafapaşa’daki konağına yerleşecek ve İttihad-ı Anâsır politikası doğrultusunda Müslüman ve gayrimüslim çocuklar için karma eğitim veren "Mekteb-i Osmanî"ye kaydedilecekti (Yöntem, 1947: 8, Alangu, 1968: 49). Hayatını Rus süngülerinin önünden kaçarak kurtarmış bir babanın oğlu olarak Ömer Seyfettin’in 1890'ların konjonktüründe, bir yandan Paris'ten gelen özgürlükçü Jön Türk yayınları, diğer yandan İstanbul'daki Osmanlı Bankası baskını gibi eylemlerle artan Ermeni olayları arasında nasıl bir tavır alacağını kolaylıkla kestirebilmek güçtür. Yükselen milliyetçiliğin dünyasında kendisini imparatorluğun egemen unsuru olan Müslüman-Türk siyaseti ile özdeşleştirebilir ya da tam aksine azınlıkların durumunu kendi ailesi yoluyla bilen bir çocuk olarak daha ılımlı fikirlere yönelebilirdi. Gerçi bir asker oğlu olduğu için bu ikinci olasılık düşük görünüyordu ama Ömer'de babasından aldığı militarizm otoriterlik eğilimleri ile edebiyatçılık ve onun tamamlayıcısı saydığı özgürlük eğilimleri o yıllarda henüz bir aradaydı (Alangu, 1968: 87). Nitekim Edirne Askeri İdadisi ve İstanbul Harp Okulu ile devam eden kariyerinde ilk ilgi gösterdiği edebiyatçı liberal ve hümanist Tevfik Fikret olacaktı (Alangu, 1968: 66). Hatta 1917 gibi geç bir tarihte Ruşen Eşref (Ünaydın) ile yaptığı bir mülakatta "Fikret!" demekteydi, "İşte bana mükemmellik iştiyakını veren! İdadiye mektebinde iken hep 'Rebâb'ı okuyordum (...) Her vakit söylerim. Yine de söylerim, eğer Fikret ve arkadaşları tabii lisanı kavrayabilseydiler, şüphesiz bizim edebî klasiklerimiz olurlardı. Çünkü asrî edebiyatın tekniğini olduğu gibi kabul etmişlerdi.” (Alangu, 1968: 66; Ünaydın, 1985: 220). Burada Edebiyat-ı Cedide'nin öncü şairini sadece bir dil ve üslup sorunu çerçevesinde ele alan Ömer Seyfettin, kuşkusuz Fikret'in Türk düşünce dünyasındaki yerinin çağdaş şiir tekniğini benimsemenin ötesinde bir ideolojik tutumdan kaynaklandığını biliyordu. Ancak bu tutum, bir çok öyküsünde açığa vurmuş olduğu gibi, kendi çizgisinin sadece dışında değil, tam karşısında yer almaktaydı (Berktay, 2008: 82-84; Küçük, 1985: 531). Ömer Seyfettin'in Kuşadası Redif Taburu'nda askerlik kariyerine başladığı ve Tahir Alangu'nun deyimiyle "savaşçı töreler dünyasına" (Alangu, 1968: 71) adım attığı yıllarda Tevfik Fikret, büyük bir anti-militarist beyanname sayılabilecek "Tarih-i Kadîm" şiirini 26 yazımıştı27. 1903'te çıkan Büyük Makedonya İsyanı nedeniyle Harp Okulu'ndan erken mezun edilen ve birçok arkadaşının eşkıya takibi için Selânik'teki Üçüncü Ordu'ya sevk edilişini gören Ömer Seyfettin'in önünde ise bambaşka bir dünya ve değerler evreni olacaktı (Alangu, 1968: 79). Bu yetişme tarzı içinde, yazarın kişiliğinin bir yarısına damgasını vuran hürriyetçi ve edebiyatçı yönü ile diğer yarısını biçimlendiren katı-otoriter kimliği arasındaki dikotomi, ilk kaleme aldığı hikâyelerden biri olan 1905 tarihli "Sahir'e Karşı"da gözlemlenebilir (Argunşah, 2007: I, 62-68). Öyküde 21 yaşındaki yazar, "bir defter-i metrukten kopya edilmiştir" alt başlığına karşın büyük ölçüde kendini anlatmaktadır. Başkarakter, tiyatrodan fotoğrafçılığa, avcılıktan fizyolojiye kadar birçok alanla meşgul olduktan sonra artık yazarlıkta karar kılmış olan ve yazan herkes gibi eserlerini birilerine okutup beğendirme arzusu duyan bir delikanlıdır. En sadık dinleyici olarak karşısında bulduğu kişi ise uzak akrabalarından, kendisine hayran, şiir meraklısı bir genç kız olan Belkıs'tır. Başlangıçta o bilindik âşık kız rolünde, yazarı kolu masaya dayalı dinleyen ve her eserine mest olan genç kız, bir gün kendisine okuduğu yeni bir aşk hikâyesine "Azizim, bunlar birer klişedir" gibi sözlerle burun kıvırır. Delikanlı bunun üzerine hayranının yeni gözdesinin artık kendisi değil, renkli fotoğraflarla şiirlerin bir arada yayımlandığı "fotoğrafya" dergisinde resimleri ve şiirleriyle ün kazanan şair Sâhir Bey olduğunu sezer. Yaşadığı hayal kırıklığını unutmak için kendini eskiden olduğu gibi yine idmana veren, halter çalışan, köpeklerle domuz avına çıkan genç, bir gün bir jimnastik müsabakası çıkışında tramvayda "rüyalarında tokatladığı" Sâhir'e rastlar. Ancak bu "kadın avcısı", tahmin ettiği gibi ateş bakışlı bir çapkın değil; kendilerinden habersiz dışarıyı izleyen, kadınlar bölmesine yapışık oturan, narin, romantik "hakikî bir şair"dir. Havlusuyla terini silerken eskrim egzersizleriyle kalınlaşan bacaklarını, onun üst üste attığı ince bacaklarıyla karşılaştırır ve kararını verir: Şiir ve edebiyat kendisinin değil, Sahir'in işidir. 27 13 Nisan 1321 (28 Nisan 1905) tarihini taşıyan bu ünlü şiir, aynı zamanda Tevfik Fikret'in Fransa'da Dreyfus Davası sırasında güçlenen pasifizm akımına da yakın durduğunu ortaya koymaktadır: "Kahramanlık... Esası kan, vahşet;/ beldeler çiğne, ordular mahvet/ (…)/ Her ocak benzesin mezar taşına;/ damlar insin yetimlerin başına.../ Bu ne vicdangüdâz şenî'a, ne âr?/Yere geç satvetinle ey serdâr!/ Her zafer bir harâbe, bir medfen;/ Ey cihangir, utan şu makbereden!" (Uzun, 1962: 20). 27 "Sahir'e Karşı" elbette politik-ideolojik mesajı birkaç katman aşağıda bulunan bir metindir, ama yazarın zihninde askerlik karşısında edebiyatın, avcı karşısında entelektüelin, bedenini çalıştıran karşısında aklını işletenin nasıl konumlandığını açıkça gösterir. Bu, erkeğin karşısında kadının, güçlünün karşısında güçsüzün ve -Ömer Seyfettin'in seveceği ifadeyle- doğal olan karşısında yapay olanın konumudur. Öznesi henüz gizli olan metinde Ömer Seyfettin, Sahir karakterinin karşısına muğlâk şekilde kendisini koymuştur, ancak on iki yıl sonra Eski Kahramanlar serisinde bu tipi Nietzschevari bir üst-insana dönüştürecektir. Sahir'in temsil ettiği ince, duygulu, güçsüz ve "gayrı-tabiî" münevver tipi de henüz "Efruz Bey"i kadar gülünç ya da geleceğin "Osmanlı Kaynaşma Kulübü"nü kuran insaniyetçi aydınları kadar "gafil, budala ve hain" değildir. Bu dönüşümün gerçekleşmesi için Ömer Seyfettin'in Türkçülükte karar kılacağı ve bu akımı liberalizmin izlerinden arındırmaya koyulduğu 1911’i beklemek gerekmektedir. Meşrutiyet'in ilk iki yılında "İki Mebus" dışında siyasal konulara hemen hiç değinmeyen "Yaşasın Dolap", "Aşk ve Ayak Parmakları" ya da "Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür" gibi eğlendirici, muzip ve kısmen müstehcen öyküler kaleme alan Ömer Seyfettin'in, 1911'in başında Ali Canip Yöntem'e "Geliniz Ali Canip Bey, edebiyatta bir ihtilâl vücuda getirelim" (Yöntem, 1947: 11) davetine yer veren bir mektupla, Arapça ve Farsça tamlamaların tamamen terk edildiği Millî Edebiyat akımının öncülüğünü üstlenmesi, yazarın hayatını inceleyen birçok kimseyi şaşırtmıştır. Ancak bu gelişme, Ömer Seyfettin'in ne yalnızca o yıl Ziya Gökalp’le tanışmış olmasıyla, ne de Balkanlar’da yükselen ulusçu tansiyon (sözgelimi Arnavut isyanları) ile açıklanabilir (Alangu, 1968: 157-160). Kuşkusuz hikâyelerine yansıtmasa da Ömer Seyfettin'de Türkçülükle tanışması Meşrutiyet'in ilânından öncesine dayanmaktadır. Nitekim 1906'da İzmir'de edindiği yakın arkadaş çevresi içinde "Türkçü" sıfatıyla anılan Necip Bey’in bulması gibi, yine aynı yılın güzünde kaleme aldığı "Gurbet Ellerinde" başlıklı şiiri, özel bir çabayla, sadece Türkçe kelimeler kullanarak yazdığı bilinmektedir (Alangu, 1968: 90-95). Ancak "Vatan" temalı broşürüne yansıyan fikirlerin kökenleri, daha önceki öykülerinden izlenebildiği kadarıyla, doğrudan milliyetçilikle değil, daha ziyade Sosyal Darwinizm akımıyla ilişkilidir. “Elma”, “Tuğra”, “Aşk ve Ayak Parmakları”, “Beşeriyet ve Köpek” adlı hikâyelerde işlediği temalar genellikle kadın-erkek ilişkileri ya da modern yaşamın problemleri olduğu 28 hâlde, arka planda adı eksik olmayan bilgin Charles Darwin, anlatının bir şekilde dayandığı yer de doğal seleksiyonun toplumsal hayat üzerindeki etkisidir (Argunşah, 2007: 102, 115, 127, 135). Atila Doğan'ın 2012'de yayımlanan Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm başlıklı eseri, ikinci kuşak Jön Türkler üzerine yapılan çalışmalarda hemen her zaman değinilen, ancak ya farkında olunmaksızın ya da kasten ikinci plana itilen bir eğilim olan "seçilimciliğin", 1908 Devrimi'ni izleyen ilk coşkulu günler geride kaldıktan sonra aydınlar arasında nasıl gür bir sesle işlendiğini bütün açıklığı ile göstermektedir. Örneğin daha 1 Nisan 1909'da Cenap Şahabettin, Musavver Muhit mecmuasında yayımlattığı "Mücadele-i Hayat" başlıklı makalede; toplumun sınırda, merkezde, vilâyetlerde açık ve zımni daima dövüşmeye mecbur olduğunu, necip bir millet olmanın şartının "dövüşe dövüşe kesb-i kuvvet etmekten geçtiği"ni ileri sürmüştür. İzleyen günlerde, Ömer Seyfettin'in ileride bir “insaniyetçi” olduğu gerekçesiyle hicvedeceği Rıza Tevfik28, Rousseau'nun devlet ve toplum sözleşmesi görüşüne, Spencer'ın argümanlarıyla saldırır: "Hükümet adalet lüzumundan doğmamıştır. Tagallub (zorbalık) onu tevlid etmiştir (...) Hükümet tagallub ve tecavüzden doğmuştur." Yine Hippolyte Taine'in kuramına dayanan Ahmet Şuayb da Rousseau'nun insanın yaratılıştan iyi olduğunu varsayan normatif ilkesine karşı çıkmakta ve insanın fıtraten birbirine düşman olmaya ve kötülük yapmaya eğilimli olduğunu savunmaktadır (Doğan, 2012: 251-270). Bu atmosferi yakından incelediğimizde, Ömer Seyfettin'in "Vatan" broşüründeki görüşlerinin, İzmir'de Türkçü Necip'in ve Selanik'te Gökalp'in etkisiyle filizlenmiş bulunan kültürel ve siyasal Türkçülüğünün, sosyal ve biyolojik Darwinizm'in etkileriyle katılaştırılmasından oluştuğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki yazarın İzmir döneminde fikirlerinden en çok yararlandığı arkadaşlarından birinin de Sosyal Darwinizm'in bir türünü Nietzsche üzerinden benimseyen Baha Tevfik olduğunu biliyoruz (Alangu, 1968: 102). Ömer Seyfettin’in siyasal tutumunu netleştirdiği 1911 sonbaharı, ülkede, bir yandan kendilerine "Tam Müslümanlar" diyen muhafazakârlar, diğer yandan "Münevveran Takımı" adıyla anılan liberaller gibi zıt görüşlerdeki muhalif milletvekillerinin "Hürriyet ve İtilâf" adlı 28 İzleyen bölümde bu tasvirler irdelenecektir. 29 yeni bir fırkanın çatısı altında birleşmeleri; diğer yandan İtalya'nın Trablusgarp'ı işgal etmesi ile hem iç hem de dış politikada büyük sarsıntı yaratan iki büyük gelişmeye sahne olur. İttihatçıların bu sarsıntılar karşısındaki tepkileri, kendi eserleri olan devrimin ilkelerinden geri dönüşün ilk açık sinyallerini verecektir. Öncelikle Trablusgarp'ın işgali haberi üzerine, II. Abdülhamid'in üç yıl önce istifaya zorladıkları sadrazamı Said Paşa yeni hükümeti kurmakla görevlendirirler. Genç kadroların bir zamanlar sokaklarda "Şapur Çelebi" unvanıyla karikatürlerini dolaştırdıkları istibdat dönemiyle özdeşleşmiş bir devlet adamından yardım istemeleri, özellikle dış basında büyük şaşkınlığa neden olmuştur (Gazel, 2007: 128-129). İkinci şaşırtıcı tutum ise, 11 Aralık 1911'de yapılan İstanbul ara seçimini yeni kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın kazanmasının ardından ortaya çıkar. Birkaç yıl öncesine kadar sarayla ilişkileri hayli mesafeli olan İttihatçılar, şimdi muhalifleri kendilerine yakın duran padişahın otoritesine dayanarak bastırma yolunu seçmekte ve 21 Ağustos 1909'da bizzat kendileri tarafından yapılan anayasa değişikliğiyle sultanın meclisi feshetmesini hemen hemen imkânsız hâle getiren 35. maddenin değiştirilmesini teklif etmektedirler (Tanör, 1985: 38). İşte tam da bu şartlar altında Ömer Seyfettin, Genç Kalemler Dergisi'nin 18 Aralık 1911'de yayımlanan yeni sayısında yer alan "Primo: Türk Çocuğu" başlıklı hikâyesinde, Meşrutiyet'in ilânından beri hemen hiç anmadığı İttihatçıları "Genç Türkler" adıyla selamlayacak ve "Kenan" karakterinin dilinden, Türk Milleti için kurtuluşun sadece onlardan gelebileceğini ileri sürecektir (Argunşah, 2007: I, 235-236). 1908’den 1911’e dek ardı arkası kesilmeyen siyasal şoklar arasında hemen her aydın ve cemiyetin görüşlerinde kimi değişimler olmuştur. Ancak bu dönemeçte görülen durum, Ömer Seyfettin'in İttihatçı çizgiye yaklaşmasından çok, İttihatçıların Ömer Seyfettin'in istediği çizgiye yaklaşmış olmalarıdır. Bu, otoriteryen milliyetçiliğin Meşrutiyet liberalizmi karşısındaki ilk büyük zaferi olarak okunabilir. Nitekim 1912 yılı başında senato kararıyla erken seçimlere gidilmesi için meclisin feshedilmesi, "10 Temmuz Ruhu"na gönülden bağlı olan aydınlar için en acı düş kırıklığını getirecektir. Feshin hemen ertesi günü, devrim günlerinin en gözde şairi olan Tevfik Fikret, 30 parlamentonun II. Abdülhamid'in kararıyla feshedildiği 1878'i ima eden "95'e Doğru" adlı şiirini yayımlatır: Ona göre yine yeminler çiğnenmiş, kanun adına kanun tepelenmiş, düşman tehlikesi bahane edilerek en önce feda edilen değer hürriyet olmuştur. (Uzun, 1962: 38) Ömer Seyfettin'den gelen övgünün İttihat ve Terakki'nin liberalizmden otoriteryenizme kaymasının bir göstergesi olduğu ne kadar açıksa, bir zamanlar baş destekçileri arasında bulunan Tevfik Fikret'ten gelen eleştirinin de aynı doğrultudaki ikinci işaret olduğu o kadar bellidir. Bu otoriteryen eğilimin Türkçülükle birleştirilmesi de uzun bir zaman gerektirmeyecektir. 14 Şubat 1912'de eski milletvekillerinden Kozmidi Efendi'nin sahibi olduğu ve Boşo Efendi’nin başyazarlığını yaptığı Foni gazetesinde, son gelişmeler hakkında "Abdülhamid saltanatı zamanında çökmüş olan Türk nâmı, Kızıl Sultan'ın halefleri zamanında külliyen kararmıştır" gibi ifadelere yer verilmesi bu dönüşüme olanak sağlar. Hükümetin yarı-resmi yayın organı olan Tanin Gazetesi'nin 15-17 Şubat günlerinde başlattığı "Türklük Tahkir Edilemez" kampanyası, yakın zamana kadar Osmanlılıktan başka kimlik tanımayan İttihatçıların, etnik anlamda Türklüğü öne çıkarmaya başlamalarının ilk göstergeleri arasındadır (Gazel, 2007: 270). Tarihte "Sopalı Seçimler" adıyla yer eden 1912 Seçimleri, 281 kişiden oluşan parlamentoda İttihat ve Terakki'nin 250'nin üzerinde, Hürriyet ve İtilâf'ın ise sadece 6 milletvekili çıkarmasıyla sonuçlanır. Ancak sonuçların açıklanmasından birkaç gün sonra, bir iddiaya göre Prens Sabahattin tarafından finanse edilen bir grup Arnavut isyancı, 1908 Devrimi öncesindeki gelişmeleri hatırlatırcasına, seçim sonuçlarını protesto etmek amacıyla dağa çıkarlar (Sönmez, 2007: 196). İsyan, yalnız İttihatçıların değil, onlara gün geçtikçe daha fazla yaklaşmakta olan Türkçülerin de, devrimin “uhuvvet” ve “müsavat” gibi ilkeleriyle olan bağlarını gevşetecek ve muhafazakârlığa, hatta monarşizme yönelen bir ivmeyi hızlandıracaktır. Gerçekten, 6 Haziran 1912 tarihinde, mensup olduğu parti mensuplarının yarısı koyu muhafazakârlardan oluşan Lütfi Fikri Bey'in, Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın benimsediği nispî temsil sisteminin Fransa'daki Radikal Sosyalist Parti'nin programından bile daha terakkiperver olduğunu ileri sürerken, devrimcilik iddiasındaki İttihatçılar hakkında "Biz nasıl gün geçtikçe 31 daha hürriyetperver, daha liberal oluyorsak, onlar da şüphesiz daha nasyonalist oluyorlar. Çekinmesinler nasyonalistlik ayıp değildir" diyerek milliyetçiliği -kuşkusuz olumsuz yönde- bir muhafazakârlıkla eşleştirdiği görülmektedir (Gazel, 2001: 311). Bir hafta sonrasında ise "nasyonalist" Türk Yurdu mecmuası temsilcileri, ilk bir yılın koleksiyonunu sunmak üzere Sultan Reşad'ın huzuruna çıkmakta ve derginin izleyen sayısında, Nisan 1911'de Ziya Gökalp'in padişahı Oğuz Kağan'a benzetişini andırır biçimde Dolmabahçe'yi bir Turan Otağı'na benzeterek, "Şimdiye kadar hiç bir Türk, hakanının otağına bizim gibi derin ve ateşli bir aşkla varmamıştır" gibi ifadelere yer vermektedirler (Şefkatli, 1999: I, 245). 1912 sonbaharında başlayan Balkan Savaşı ise milliyetçiliğin gerek militarizmle, gerekse dinsel ve siyasal muhafazakârlıkla eklemlenme sürecindeki en temel momenti oluşturur. Birkaç ay içinde bütün bir ülkenin ve coğrafyanın kaderini değiştirecek olan bu savaşa katılanların arasında Ömer Seyfettin de bulunmaktadır. Çatışmaların resmi olarak başladığı 4 Teşrinievvel 1328 (17 Ekim 1912) tarihinde Köprülü mevkiinde bulunan genç yazar, kışlada kimsenin olup biteni bilmediğinden, emirlerden birşey anlamadığından yakınmaktadır. Ertesi günkü nottan, bu anlaşmazlığın, ihtiyatların Pomak olmasından ve "bir kelime Türkçe bilmemelerinden" kaynaklandığı ortaya çıkar. 23 Ekim'de ise ilk bozgun haberi gelir: "Birden ricat emri verildi. Biz kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz." (Seyfettin, 1973: 64). Batı cephesinde Yunanlılara karşı uğranan hezimeti, 24-28 Ekim'de Kırkkilise (Kırklareli) ve Pınarhisar-Lüleburgaz muharebeleriyle Bulgar ordusuna İstanbul yolunun açılması izleyecek, Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın çaresizce istifa edeceği 29 Ekim günü ise Ömer Seyfettin şu acı satırı yazacaktır: "Demek Türklerin yaşama hakkı yokmuş." (Seyfettin, 1973: 66). Bu arada milliyetçiliğin siyasal muhafazakârlıkla birleşmesinin hayli berrak bir ifadesi, Bulgarlara karşı Çatalca'da nihai savunmanın yapılacağı Kasım 1912'de Türk Yurdu sayfalarında Halide Edip’in (Adıvar) padişaha hitaben yazdığı açık mektupta gözlemlenebilir. 32 Metinde, Büyük Türkiye'nin tehlike altında olan geleceği, "muazzam tarihinde emsali görülmemiş hakanlar yetiştiren Osmanoğulları"nın kaderiyle birleştirilmekte ve "dünkü bahçıvanlarımız" olan Bulgarlara karşı şimdi bir mucize beklediğimiz belirtilmektedir. Ancak Halide Edip'e göre Türk Milleti için böyle bir mucizenin ancak Osmanoğulları içinden çıkması mümkündür (Şefkatli, 1999: II, 33-34). Her ne kadar savaş acıları ve işgal tehditleri arasında, yüzlerce yıllık bir kurum olan saltanattan destek beklemek doğal karşılanabilirse de, yazının devamında bu sınırın aşıldığı ve adeta Meşrutiyet hiç ilan edilmemiş gibi vatandaşlardan "kullar" olarak bahsedildiği görülmektedir: "Bak, padişahım! Türk kulların ellerini en evvel Âl-i Osman'a kaldırıyor (...) padişahım, padişahım kavgaya! Padişahlarını bekleyen ordunun başına!" (Şefkatli, 1999: II, 34). 1912 sonunda, Çatalca Müdafaası'nın başarısına karşın, geri kalan bütün cephelerdeki yenilgiler üzerine Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın desteklediği Kâmil Paşa Hükümeti teslim bayrağını çekmiştir. İşte bu karar, İttihat ve Terakki'nin yeni otoriter kimliğiyle iktidarı doğrudan ele almasının yolunu sonuna kadar açar. "Edirne'nin Bulgarlara bırakıldığı" iddiasıyla 23 Ocak 1913 günü gerçekleşen "Babıali Baskını"nın ardından savaşa devam kararı alınır. Ömer Seyfettin ise, bu darbeden bir hafta sonra Yunanlılara esir düşecek ve Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında sürgüne gönderilecektir (Alangu, 1968: 261). 30 Mayıs 1913'te imzalanan ve devletin batı sınırını Midye-Enez hattına kadar gerileten Londra Barış Antlaşması'nı, 2 Haziran'da Rusya'nın baskılarıyla Anadolu Ermenilerine yönelik bir reform programının kabul edilmesi izler. 11 Haziran'da ise İttihatçıların sadrazamı Mahmud Şevket Paşa'nın suikaste uğraması üzerine muhalefet kesin olarak susturulur (Ahmad, 1995: 161). Bütün bu prestij kaybının ardından İttihat ve Terakki'nin imdadına yetişen II. Balkan Savaşı olmuştur. Bulgarların Rumen taarruzları karşısında güneydeki birliklerini kuzeye çekmelerinin ardından Osmanlı ordusunun bir hafta içinde Doğu Trakya ve Edirne'yi geri almasıyla sonuçlanan bu kısa süreli muharebe, ilk savaşın yarattığı travmayı bir parça olsun ortadan kaldırırken, aynı zamanda bir zamanların "Hürriyet Kahramanı" olan Enver'i "Edirne Fatihi" unvanıyla yeniden Türk politikasının en karizmatik figürü haline getirecektir (Akşin, 2000: 50). 33 14 Kasım 1913'te imzalanan Atina Antlaşması'ndan yirmi gün sonra, on aydan beri Yunanlıların elinde tutsak bulunan Ömer Seyfettin yurda döner. Muhalefetin susturulmasının ve II. Balkan Savaşı zaferinin etkisiyle İttihat ve Terakki, Hürriyet'in ilân edildiği günleri andıran bir canlanma içine girmiştir. Ancak Ömer Seyfettin'i zaten başından itibaren beri inanmadığı "İttihad-ı Anâsır" siyaseti artık fiilen ortadan kalkmış, “Osmanlı” unvanı ise ya Türk unvanıyla değiştirilmeye ya da tanımı "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" yerine İslâmlık- Türklük yönünde sınırlandırılarak kullanılmaya başlanmıştır (Lewis, 1998: 217-218). Bu çalışmanın ikinci bölümünde ele alınacağı gibi 1914 yılı, aralıksız olarak yayımlattığı makaleleri ve hikâyeleriyle Ömer Seyfettin’i iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en öndeki savunucuları ve propagandistlerinden biri hâline getirmiştir. Ocak ayından itibaren Türk Yurdu, Türk Sözü ve Zekâ Mecmuası gibi parti yanlısı yayın organlarında çıkan yazılarında, bir yandan açık olarak Osmanlıcılığa, diğer yandan örtük olarak Meşrutiyet’e şiddetli eleştiriler yönelten yazar, ilk bakışta paradoksal gibi görünse de dönemin tarihsel gelişmeleri incelendikçe anlam kazanacak biçimde, Meşrutiyet ilkelerinden ne kadar koparsa İttihat ve Terakki’ye o kadar yaklaşmış görünmektedir. “Cemiyet”, devrimin ilk üç yılında, Ömer Seyfettin’in neredeyse adını bile anmaya tenezzül etmediği bir siyasal kuruluşken, 1911’de “Genç Türkler” olarak selamlanır ve giderek kendisinden “biz” olarak bahsedilen bir aidiyet unsuru olur. Buna karşılık 1908’de, yarım ağızla da olsa, “inkılâbımız” dediği “10 Temmuz”, 1914’te önce “mefkûresiz hürriyet”e, sonra giderek “zavallı Türk İnkılâbı”na ve “düzme inkılâp”a dönüşecektir (Argunşah, 2007: I, 290). 34 İKİNCİ BÖLÜM 2. "HÜRRİYETE KARŞI MİLLİYET": 1908 DEVRİMİ'NİN SİYASAL ELEŞTİRİSİ 2.1. “İDEALSİZ DEVRİM”: ÖMER SEYFETTİN HİKÂYELERİNDE II. MEŞRUTİYET’İN İLÂNI Ömer Seyfettin’in öyküleri kronolojik bir sınıflandırmayla ele alınırsa (18–24 yaşları arasındaki ilk kalem denemeleri bir yana bırakılmak şartıyla), birinci dönemi II. Meşrutiyet’in ilânıyla, ikinci dönemi Balkan Savaşı sırasında düştüğü Yunan esaretinden dönüşüyle, üçüncü dönemi üç yıllık bir aradan sonra hikâyeciliğe yeniden başladığı Yeni Mecmua yazarlığıyla, son dönemi ise Mondros Mütarekesi’nin imzalanışıyla başlatmak mümkündür. Başta aydınlar olmak üzere neredeyse bütün toplumun özlemle beklediği bir özgürlük rejimin kuruluşuna, imparatorluğun en kalkınmış bölgesi olan Rumeli’nin elden çıkışına, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yeni kültürel ve politik yönelimlerine ve nihayet imparatorluğun dağılışına işaret eden bu dört tarihsel olgu, on yıl zarfında dönemin hemen hemen her Osmanlı entelektüelinin siyasal görüşlerini, özellikle de bu gelişmelerin baş aktörü olan Jön Türkler ve 1908 Devrimi hakkındaki kanaatlerini büyük ölçüde etkilemiştir. Devrim sırasında sadece yirmi dört yaşında olan ve birkaç yıl içinde büyük bir edebî şöhrete, sonrasında ise ciddi bir düşünsel nüfuz ve telkin gücüne erişmiş olan Ömer Seyfettin’in de ömrünün izleyen on iki yılı boyunca ideolojik tutumunda hiçbir değişim olmadığını söylemek kuşkusuz mümkün değildir. Ancak bir tek olgu, 1908 Devrimi –ya da 35 dönemin ifadesiyle “10 Temmuz İnkılâbı”- onun gözünde neredeyse başından sonuna kadar29 daima aynı biçimde -taklitçiliğin, hayalperestliğin, bireyciliğin ve kozmopolitliğin ifadesi olarak- kalmış ve bu dört dönemin hepsinde aynı tezi tekrarlayan birer öyküye konu olmuştur. İdeolojik düzlemde muhafazakârlıktan çok reaksiyonerliğe denk düşen bir “anti- liberalizm”, olgu düzleminde ise basitçe “devrim aleyhtarlığı” olarak tanımlanabilecek bu tutumu, yazara şimdiye kadar pek az işlenmiş olan özgün siyasal kimliğini kazandırmış, aynı zamanda toplumsal ve kültürel alanlardaki görüşlerinin biçimlenmesinde de rol oynamış görünmektedir. Otuz yıl kapalı kalan Osmanlı parlamentosunun yeniden açıldığı 17 Aralık 1908’den iki gün sonra Aşiyan Mecmuası’nda yayımlanan “İki Mebus” adlı hikâyesi, yazarın II. Meşrutiyet’in ilân günlerine ilişkin ilk metni olması kadar, ülkede 1908’den sonraki otuz yılda yaşanacak sosyo-kültürel dönüşüm üzerine oldukça isabetli -ancak olumlayıcı değil yerici nitelikteki- tahminleri bakımdan da ilgi çekicidir (Argunşah, 2007: I, 94-101). “Otuz sene sonra” alt başlığıyla yayımlanan öykü, dönemin birçok yazarının yaptığı gibi Sultan II. Abdülhamid’in ilk Meclis-i Mebusan’ı feshettiği otuz yıl öncesi (1878) yerine, yeni açılmakta olan parlamentonun otuz yıl sonrasını (1938) konu alır. Ömer Seyfettin bu tablonun ilk çizgilerinde, -adeta Atatürk’ün ölümüne ilişkin bir kehanetle- modern Türkiye’nin sembollerinden olduğu anlaşılan hayali karakter Şair Perviz’in30 bir hafta önceki ölümü için verilen büyük bir konferansı tasvir eder. Konferans salonunun dışında, tamamen batılı imgeler (peri ormanına benzeyen muhteşem bir bahçe, mitolojik kadın heykelleri, elektrik küreleri, Tevfik Fikret gibi eski edebiyatçıların statüleri) arasındaki mahfilde, 1908 parlamentosunun artık yetmişine gelmiş olan eski edebiyatçı milletvekili, 1938’de iktisat ve sosyolojiye dair makaleleriyle Avrupa’da ve Amerika’da şöhret kazanmış genç mebusu Vedit Bey’le sohbet etmektedir. Bütün İstanbul’un, hatta bütün Türkiye’nin “feylesof” adıyla tanıdığı, dokuz lisan bildiği ve “bir milyona yakın kitap okuduğu” iddia edilen eski vekil -ki her hâlinden Ömer 29 Devrimin ilk birkaç ayı istisna edilmelidir. Ağustos 1908’de yazdığı “Müekkile-i Hürriyet’e” ve “Temmuz” başlıklı şiirler için: Tansel, 1972: 58-59. 30 Perviz, Ömer Seyfettin'in şiirlerinde kullandığı müstear adıdır: Tansel, 1972: 4-5. 36 Seyfettin’in hayatı boyunca hiç hoşlanmadığı Rıza Tevfik (Bölükbaşı) olduğu bellidir- genç parlamentere kendi dönemleriyle şimdiki zamanın farkı üzerine uzun bir söylev çekmektedir. Onların nesli, 1908 Devrimi’nin öncesinde, hayatlarının en güzel dönemini bir mutlak esaret altında geçirmiş; ilim ve faziletin cinayet sayıldığı, namuslu insanların hapislerde çürüdüğü, vatanın can çekiştiği yıllara tanık olmuştur. Oysa şimdiki Osmanlı İmparatorluğu (metinde her zaman “Türkiye” olarak anılır) yakında kurulacak olan “Avrupa Düvel-i Müttehidesi”ne (Avrupa Birleşik Devletleri) katılması için bütün batılı diplomatların ve parti reislerinin kapısına koştuğu bir uygarlık yıldızıdır. Vedit Bey, bu sözlerin eski edebiyattaki bir sanat olan “mübalağa”dan ibaret olduğu ve bu kadar geri bir ülkenin otuz yılda bütün ulusların önüne geçmesine imkân olmadığında ısrarcıdır. Yaşlı edebiyatçı ise başını iki yana sallayarak gülümser ve kendi inkılâplarının sırrını anlatır: Onlar, çağdaşlarından birçoğunun inkâr ettiği “taklit kanunu”nu olduğu gibi kabul etmiş, kendi “muhit-i milliye”lerine ait hiçbir unsur bırakmayarak Avrupa medeniyetini bütün değerleriyle benimsemişlerdir. 1908 Devrimi’nin bütün başarısı, tanısı belli bir hastalık karşısında batının sayısız dehası tarafından hazırlanmış bir hapı “şüphelenmeden, tiksinmeden” yutmaktır. Ancak genç milletvekilinin, “ihtiyar geveze”nin her sözünün ardından sıkıntı ve kayıtsızlık içinde “artık gitsek”, “geç oldu”, “otomobilleri kaçıracağız” demesinden anlaşılan, 1938 Türkiye’sinin başarısında –gerçi yazarın mevcut durumu başarı sayıp saymadığı da şüphelidir- bütün programı bilinçsiz bir taklitten ibaret olarak betimlenen 1908 Devrimi’nin anılmaya lâyık bir payı olmadığıdır. Ömer Seyfettin, Yunan esareti dönüşünde “Hürriyet’in İlânı”nı bu kez ilk ayları değil ilk günleri üzerinden değerlendiren “Gayet Büyük Bir Adam” adlı öyküsünü kaleme alır (Argunşah, 2007: I, 324 -330). Kendi yaşamından kimi izlerle -örneğin olay İzmir’de geçer- başta yine Rıza Tevfik olmak üzere çeşitli aydınların karakter özelliklerinden unsurların birleştirildiği hikâyede ana tema, bu kez daha baskın olarak, dönemin başıboşluğu ve “millî mefkûre”lerden yoksunluğudur. Hikâye birinci ağızdan anlatılır. İzmir’de II. Meşrutiyet’in ilân edildiği günlerde, allı yeşilli bayrak dalgaları arasında birbiri üzerine binerek “yaşasın” diye haykıran “şuursuz 37 halk”ın içinde, arkadaşları, bir embriyoloji âlimi olan genci bulup omuzlarında gezdirir ve vatana hizmet etmesi için İstanbul’a gitmesi gerektiğine ikna ederler. Geceyi insan seli içinde sokakta geçiren genç, sabah sökerken evlerine dönen “hür ve insanlık hukukuna mâlik" Osmanlı halkının, “yeni bir âleme doğan bu yeni halk”ın konuşmalarına kulak verir. Yetmiş dört birahane gezmiş, doksan iki şişe bira içmiş olan bu “Hür Osmanlılar”a göre özgürlük, gündüz uyumak ve gece keyif çatmaktır. Paraya gelince ise, işin o tarafı “Allah kerim”dir. Embriyoloji âlimi, halkın yolundan giderek işkembeci dükkânına girer, ancak parası olmadığı için yeleğini rehin bırakıp çıkmak zorunda kalır. Geceyi geçirmek için kaç zamandan beri bir odasında yattığı Hacı Seymen Hanı’na gittiğinde ise Hancı Mesut – muhtemelen Meşrutiyet kutlamaları için aldığı feneri kast ederek- ateşi nerede söndürdüğünü sormaktadır. “Âlim”, fener söndürmediği, bilâkis “hezaran ve es bi eydi hisad hezaran eşia-i hürriyet ika ettiği” cevabını verir. Tabii sözlerini anlamayan hancıya bunun ilim lisanı Osmanlıca olduğunu, “binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet ışığı alevlendirmek” anlamına geldiğini söyler. Hancıya göre ise cehalet