T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN ULUSAL GÜVENLİĞE ETKİSİ (DOKTORA TEZİ) Murat ÖZÇELİK BURSA 2008 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANA BİLİM DALI ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN ULUSAL GÜVENLİĞE ETKİSİ (DOKTORA TEZİ) Murat ÖZÇELİK Danışman Doç. Dr. Kamuran REÇBER BURSA 2008 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Uluslararası İlişkiler Bilim Dalı’nda U2004346 numaralı Murat ÖZÇELİK’in hazırladığı “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üye Adaylık Sürecinin Ulusal Güvenliğe Etkisi” konulu Doktora Tezi ile ilgili tez savunma sınavı, 20 / 5 / 2008 günü 10.00 – 12.00 saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin başarılı olduğuna oy çokluğu ile karar verilmiştir. Doç. Dr. Kamuran REÇBER Prof. Dr. Mehmet GENÇ Danışman Üye Uludağ Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Tahir BAŞTAYMAZ Prof. Dr. İbrahim CANBOLAT Üye Üye Uludağ Üniversitesi Uludağ Üniversitesi (Muhalif) Doç. Dr. Rıza ARSLAN Üye Balıkesir Üniversitesi 20 / 5 / 2008 iii ÖZET Yazar : Murat ÖZÇELİK Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Uluslararası İlişkiler Bilim Dalı : Uluslararası İlişkiler Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : XII + 341 Mezuniyet Tarihi : …. / …. / 2008 Tez Danışmanı : Doç. Dr. Kamuran REÇBER TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN ULUSAL GÜVENLİĞE ETKİSİ Avrupa’da II’nci Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan bütünleşme arayışlarının temelinde güvenlik kaygısı bulunmaktadır. Bugün Avrupa Birliği’nde ortak bir dış, güvenlik ve savunma politikası oluşturma çabalarına devam edilmektedir. Ancak Avrupa Birliği üyesi Devletlerden bazılarının ulusal egemenlikleri kapsamında gördükleri alanlarda yetki devri konusunda temkinli davranmaları nedeniyle süreç yavaşlamıştır. Türkiye, 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Andlaşması ile Avrupa Topluluğu’na ortaklık başvurusunda bulunmuştur. Bu çalışma, Türkiye’nin yaklaşık 45 yıldan beri devam eden üye adaylık sürecinin ulusal güvenliğine etkisini incelemeyi amaçlamaktadır. Anahtar Sözcükler: Türkiye, Avrupa Birliği, ulusal güvenlik. iv RÉSUMÉ Écrivain : Murat ÖZÇELİK Université : Université d’Uludağ Département : Relations Internationales Programme : Relations Internationales Qualité de Thèse : Thèse de Doctorat Nombre de Pages : XII + 341 Date de Diplome : …. / …. / 2008 Directeur de Recherche : Doç. Dr. Kamuran REÇBER L’İNFLUENCE DE LA PROCESSUS DE CANDİDATURE DE LA TURQUİE A L’UNİON EUROPÉENNE SUR LA SÉCURİTÉ NATİONALE A la base de la recherche d’intégration en Europe, qui se lance après la Deuxième Guerre Mondial, se trouve l‘inquiétude liée a la sécurité. Aujourd’hui, on continue de travailler pour installer une politique commune extérieure, de sécurité et de défense. Mais, le processus se ralentit, en raison de quelques Etats, qui sont des membres de l’Union Européenne, et qui ont pris le soin de transformer l’autorité qu’ils reconnaissent dans le domaine de la souveraineté nationale. La Turquie s’est adressée à la Communauté européenne pour etablir une association par l’intermédiaire de l’accord d’Ankara qui est entré en vigueur en 1964. Cette etude bute sur l’examen de l’influence du processus de candidature de la Turquie qui dure depuis à peu près 45 années, sur la sécurite nationale. Mots-Clés: La Turquie, L’Union Européenne, sécurité nationale. v ÖNSÖZ Türkiye, yaklaşık 45 yıldan beri Avrupa Toplulukları’na dolayısıyla Avrupa Birliği’ne üye olmak için çaba göstermektedir. Bu süreçte, ekonomik ve siyasi boyutları ağırlıklı olmak üzere, Türkiye Avrupa Toplulukları/Avrupa Birliği ilişkileri üzerine çok sayıda çalışma yapılmıştır. “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üye Adaylık Sürecinin Ulusal Güvenliğe Etkisi” başlığını taşıyan bu çalışmanın amacı, sınırlı sayıda olduğu düşünülen Türkiye Avrupa Toplulukları/Avrupa Birliği ilişkilerini ulusal güvenlik boyutu itibarıyla incelemek suretiyle, bu çalışmalara katkı sağlamaktır. Dört yıla yaklaşan bir emeğin ürünü olan bu çalışmada, ulusal güvenlik kavramı kapsamına giren temel konuların detaylı olarak ele alınmasına çaba gösterilmiştir. Ancak gösterilen azami özen ve dikkate karşın, çalışmada eksiklikler bulunması ve hatalar yapılmış olması muhtemeldir. Söz konusu eksiklik ve hataların sorumluluğu doğal olarak bana ait olup, bundan sonraki çalışmalarda dikkate alınacaktır. Bu çalışmada istifade edilen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait tüm yayın ve sempozyum bildirilerinde yer alan düşünce ve yorumlar yazarlarının ve konuşmacıların görüşlerini, özgün düşünce ve yorumlar bireysel görüşlerimi yansıtmaktadır. Dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetlerinin resmi görüşünü yansıtmamaktadır. Yüz yüze öğretim sürecinde, büyük bir fedakarlık göstererek günlük mesailerinin ardından gece yarılarına kadar bizi yetiştirmek için emek veren, bu çalışmanın hazırlanmasında yüzlerce kilometre öteden desteklerini esirgemeyen, her fırsatta beni motive etmek için çaba gösteren, başta kısa bir süre danışmanlığımı da yapan Hocam Sayın Prof. Dr. Mehmet GENÇ ve Danışman Hocam Sayın Doç. Dr. Kamuran REÇBER olmak üzere, tüm hocalarıma şükranlarımı sunarım. Uludağ Üniversitesi ile irtibatımda yardımcı olan asistan arkadaşlarıma ve çalışmalarımı okuyarak teknik anlamdaki hatalarımın düzeltilmesine katkıda bulunan mesai arkadaşım Barış MAHMUTOĞLU’na teşekkür ederim. Ayrıca çalışmalarım süresince büyük bir özveri, anlayış ve sabır örneği gösteren, bana uygun bir çalışma ortamı sağlamak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan Sevgili Eşim Fatma ile uzun bir süre beni özlemek zorunda kalan kızım Ezgi ve oğlum Ozan’a minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç bilirim. Erzurum, Nisan 2008 Murat ÖZÇELİK vi İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI............................................................................................ II ÖZET....................................................................................................................... III RÉSUMÉ…............................................................................................................. IV ÖNSÖZ ................................................................................................................... V İÇİNDEKİLER........................................................................................................ VI KISALTMALAR.................................................................................................... XI GİRİŞ....................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM EGEMENLİK VE GÜVENLİK KAVRAMLARI BİRİNCİ KISIM EGEMENLİK KAVRAMI VE AVRUPA’DA GELİŞİMİ 1. EGEMENLİK TANIMLAMALARI……………………………………….. 5 2. EGEMENLİK TÜRLERİ………………………………………………….... 6 2.1. Egemenlik Teorileri İtibarıyla Egemenlik Türleri………………………… 6 2.1.1. Teokratik Egemenlik Teorileri……………………………………. 7 2.1.1.1. Doğaüstü İlahi Hukuk Doktrini………………………….. 7 2.1.1.2. Providansiyel İlahi Hukuk Doktrini……………………... 7 2.1.2. Demokratik Egemenlik Teorileri…………………………………. 8 2.1.2.1. Milli Egemenlik Teorisi…………………………………. 8 2.1.2.2. Halk Egemenliği Teorisi………………………………… 8 2.2. Klasik Tasnif: İç ve Dış Egemenlik………………………………………. 9 2.2.1. İç Egemenlik……………………………………………………… 9 2.2.2. Dış Egemenlik…………………………………………………….. 9 2.3. Günümüz Uluslararası Sisteminde Egemenlik Anlayışı………………….. 10 3. EGEMENLİK KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ…………………. 11 4. AT/AB VE EGEMENLİK KAVRAMI..…………………………………… 22 4.1. AT ve Egemenlik Kavramı……………………………………………….. 23 4.2. AB ve Egemenlik Kavramı…………..…………………………………… 24 vii 5. TÜRKİYE’DE ULUSAL EGEMENLİK KAVRAMININ GELİŞİMİ VE EGEMENLİK YETKİLERİNİN AT’NA DEVRİ SORUNU…..….…. 28 5.1. Türkiye’de Ulusal Egemenlik Kavramının Gelişimi……………………... 28 5.2. Egemenlik Yetkilerinin AT’na Devri Sorunu…………………………….. 31 İKİNCİ KISIM GÜVENLİK KAVRAMI, KAVRAMIN ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİNDEKİ YERİ VE BİLİM ADAMLARININ YAKLAŞIMLARI 1. GÜVENLİK TANIMLAMALARI…………………………………………. 35 2. ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİNDE GÜVENLİK………… 36 2.1. Realizm ve Güvenlik……………………………………………………… 36 2.2. Neo-Realizm ve Güvenlik………………………………………………… 39 2.3. İdealizm ve Güvenlik……………………………………………………... 41 2.4. Çoğulcu Yaklaşım (Pluralizm) Tezi ve Güvenlik………………………… 45 2.5. Karşılıklı Bağımlılık Tezi ve Güvenlik…………………………………… 46 3. GÜVENLİK KONUSUNDAKİ YAKLAŞIMLAR………………………… 47 3.1. Niccolo Machiavelli’nin Güvenlik Yaklaşımı……………………………. 47 3.2. Hugo Grotius’un Güvenlik Yaklaşımı……………………………………. 49 3.3. Thomas Hobbes’un Güvenlik Yaklaşımı…………………………………. 50 3.4. Jean Jacques Rousseau’nun Güvenlik Yaklaşımı………………………… 52 3.5. Friedrich Hegel’in Güvenlik Yaklaşımı…………………………………... 53 3.6. Carl Von Clausewitz’in Güvenlik Yaklaşımı…………………………….. 55 3.7. Halford John Mackinder’in Güvenlik Yaklaşımı………………………… 56 İKİNCİ BÖLÜM AVRUPA BÜTÜNLEŞMESİNDE ORTAK GÜVENLİK, SAVUNMA VE DIŞ POLİTİKA OLUŞTURMA ÇABALARI 1. AT’NIN KURULUŞUNA KADAR OLAN DÖNEMDE AVRUPA’DA GÜVENLİĞİ SAĞLAMA VE BÜTÜNLEŞME ÇABALARI…………….. 59 1.1. Westphalia Barışı Öncesi…………………………………………………. 59 1.2. Westphalia Barışı- I’inci Dünya Savaşı Arasındaki Dönem……………… 60 1.3. I’inci ve II’nci Dünya Savaşları Arasındaki Dönem……………………… 64 viii 1.4. II’nci Dünya Savaşı-AT’nın Kuruluşu Arasındaki Dönem………………. 66 2. AT’NIN KURULUŞU VE ÜYE DEVLETLERİN GÜVENLİK, SAVUNMA VE SİYASİ ALANLARDA İŞBİRLİĞİ ARAYIŞLARI..…... 73 2.1. AT’nın Kuruluşu………………….………………………………………. 73 2.2. AT’na Üye Devletlerin Güvenlik, Savunma ve Siyasi Alanlarda İşbirliği Arayışları………………………………………………………… 78 2.2.1. Pleven Planı………………………………………………………. 79 2.2.2. Fouchet Planları…………………………………………………... 82 2.2.3. Davignon Raporu…………………………………………………. 85 2.2.4. Paris ve Kopenhag Zirveleri……………………………………… 87 2.2.5. Tindemans Raporu………………………………………………... 88 2.2.6. Genscher-Colombo Raporu………………………………………. 89 2.2.7. Stuttgart Zirvesi…………………………………………………... 90 2.2.8. Spinelli Raporu…………………………………………………… 90 2.2.9. Dooge Raporu…………………………………………………….. 91 2.2.10. Avrupa Tek Senedi……………………………………………….. 92 3. AB’NİN KURULUŞU VE ODGP’NIN OLUŞTURULMASI ÇABALARI…………………………………………………………………... 96 3.1. Maastricht Andlaşması……………………………………………………. 97 3.2. Amsterdam Andlaşması…………………………………………………... 100 3.3. Nice Andlaşması………………………………………………………….. 106 3.4. AB’nin ODGP Konusunda Yetki Kullanan Organları……………………. 108 4. AB ANAYASASI VE ODGP.……………………………………………….. 111 4.1. Konvansiyonun Oluşturulması ve Çalışmaları………………………... 111 4.2. AB İçin Bir Anayasa Oluşturan Andlaşma’da ODGP ve OGSP…………. 113 5. AGSP’NIN OLUŞUMU, İŞLEYİŞİ VE YAPILANMASI….……………... 119 5.1. AGSP’nın Oluşum Süreci………………………………………………… 121 5.1.1. Batı Avrupa Birliği……………………………………………….. 121 5.1.2. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği…………………………… 124 5.1.3. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası…………………………. 125 5.1.3.1. St. Malo Bildirisi ve Viyana Zirvesi…………………….. 125 5.1.3.2. Washington ve Köln Zirveleri…………………………… 126 5.1.3.3. Helsinki Zirvesi………………………………………….. 127 5.1.3.4. Santa Maria de Feira Zirvesi…………………………….. 128 5.1.3.5. Nice Zirvesi……………………………………………… 129 ix 5.1.3.6. Göteborg Zirvesi………………………………………… 131 5.1.3.7. Laeken Zirvesi…………………………………………… 131 5.1.3.8. Sevilla ve Brüksel Zirveleri……………………………… 132 5.1.3.9. Kopenhag Zirvesi………………………………………... 132 5.1.3.10. Selanik ve Brüksel Zirveleri…………………………….. 133 5.1.3.11. Brüksel’de İcra Edilen Diğer Zirve Toplantıları………… 134 5.2. AGSP’nın İşleyişi…………………………………...…………………….. 136 5.3. AGSP’nın Yapılanması…………………………………………………… 139 5.3.1. AB Bakanlar Konseyi Genel Sekreteri ve ODGP Yüksek Temsilcisi…………………………………………………………. 139 5.3.2. Siyasi ve Güvenlik Komitesi……………………………………… 139 5.3.3. Askeri Komite…………………………………………………….. 140 5.3.4. Askeri Kurmay Heyeti……………………………………………. 140 5.3.5. Avrupa Savunma Ajansı………………………………………….. 141 5.3.6. Avrupa Yetenekler Eylem Planı………………………………….. 142 5.3.7. Diğer Yapılar……………………………………………………… 142 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE-AT/AB İLİŞKİLERİ VE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜVENLİĞİNE ETKİSİ BİRİNCİ KISIM TÜRKİYE-AT/AB İLİŞKİLERİ 1. TÜRKİYE-AVRUPA İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ………... 144 2. TÜRKİYE-AT/AB İLİŞKİLERİ……………………………………………. 145 2.1. Türkiye’nin AET’na Ortak Üyelik Başvurusu ve Ankara Andlaşması İtibariyle Türkiye/AT Ortaklık İlişkileri………………………………….. 145 2.2. Türkiye’nin AT’na Tam Üyelik Başvurusu………………………………. 147 2.3. Türkiye’nin AB’ne Üye Adaylığı……………………...….………………. 148 2.4. Türkiye-Avrupa Birliği Müzakere Süreci………………………………… 150 3. AGSP’NIN TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİ İÇERİSİNDEKİ YERİ….…….. 151 x İKİNCİ KISIM AT/AB’NE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜVENLİĞİNE ETKİSİ 1. SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA DEĞİŞEN TEHDİT ALGILAMALARI…………………………………………………………… 159 2. AT/AB’NE ÜYE ADAYLIK SÜRECİNİN TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜVENLİĞİNE ETKİSİ……………………………………………………. 161 2.1. Ulusal Güvenlik Kavramı ve Ulusal Güvenlik Politikasının Tespiti……... 161 2.2. Üye Adaylık Sürecinin Ulus Devlet Yapısı Üzerine Etkisi……………….. 164 2.3. Üye Adaylık Sürecinin Yunanistan ile Olan Sorunlara Etkisi……………. 178 2.3.1. Türkiye ve Yunanistan Arasındaki Sorunlar……………………… 179 2.3.1.1. Ege Sorunu………………………………………………. 180 2.3.1.2. Azınlıklar Sorunu……………………………………….. 189 2.3.1.3. Yunanistan’ın PKK Terörüne Sağladığı Destek………… 195 2.3.2. AB’ne Üye Adaylık Sürecinin Sorunlar Üzerine Etkisi………….. 195 2.4. Üye Adaylık Sürecinin Kıbrıs Sorunu Üzerine Etkisi…………………….. 206 2.5. Üye Adaylık Sürecinin Ermenistan Sorunu Üzerine Etkisi………………. 238 2.6. Üye Adaylık Sürecinin İç Güvenlik Sorunu Üzerine Etkisi………………. 258 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME……………………………………………... 314 KAYNAKÇA……………………………………………………………………. 318 xi KISALTMALAR AAET Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu AB Avrupa Birliği ABD Amerika Birleşik Devletleri ABKA Avrupa Birliği Kurucu Andlaşması AET Avrupa Ekonomik Topluluğu a.g.e. Adı Geçen Eser AGİT Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı a.g.m. Adı Geçen Makale AGSK Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği AIP Havacılık Enformasyon Yayını AİHM Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHS Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi AKÇT Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu AP Avrupa Parlamentosu ASA Avrupa Savunma Ajansı ASALA Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu ASAM Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi ASİ Avrupa Siyasi İşbirliği AST Avrupa Savunma Topluluğu AT Avrupa Toplulukları ATAD Avrupa Topluluğu Adalet Divanı ATAUM Avrupa Toplulukları Araştırma Uygulama Merkezi ATKA Avrupa Toplulukları Kurucu Andlaşmaları ATS Avrupa Tek Senedi AÜHF Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi BAB Batı Avrupa Birliği Benelüks Belçika, Hollanda ve Lüksemburg BİO Barış İçin Ortaklık Bkz. Bakınız BM Birleşmiş Milletler BMDHS Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi BMGK Birleşik Müşterek Görev Kuvveti CÜ Cumhuriyet Üniversitesi Çev. Çeviren/Çevirenler Der. Derleyen DEÜ Dokuz Eylül Üniversitesi DGM Devlet Güvenlik Mahkemeleri DPT Devlet Planlama Teşkilatı xii EOKA Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Birliği FIR Uçuş Bildirim Bölgesi GKRY Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Haz. Hazırlayan ICAO Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü IMO Uluslararası Denizcilik Örgütü İİBF İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İÜHF İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi KAK Kuzey Atlantik Konseyi KKTC Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti KOB Katılım Ortaklığı Belgesi KTFD Kıbrıs Türk Federe Devleti MC Milletler Cemiyeti Md. Madde MGK Milli Güvenlik Kurulu MGSB Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi M.Ö. Milattan Önce M.S. Milattan Sonra NATO Kuzey Atlantik Andlaşması Örgütü NOTAM Havacılara İlan ODGP Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ODTÜ Orta Doğu Teknik Üniversitesi OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OEEC Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü OGSP Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası PKK Kürdistan İşçi Partisi RTÜK Radyo Televizyon Üst Kurulu s. Sayfa SSCB Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği TAHS Tek Avrupa Hava Sahası TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi T.C. Türkiye Cumhuriyeti TCK Türk Ceza Kanunu TESEV Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TSK Türk Silâhlı Kuvvetleri UAD Uluslararası Adalet Divanı vb. ve benzeri YÖK Yüksek Öğretim Kurulu 1 GİRİŞ Güvenlik, insanların daha doğdukları andan itibaren karşı karşıya kaldıkları bir olgudur. Bir bebeğin dünyaya gözlerini ağlayarak açmasının nedeni, refleks olarak, alıştığı ortamdan ayrılıyor olmasının yarattığı endişe ve içine girdiği yeni ortamda kendini güvende hissetmemesidir. Daha doğarken karşılaşılan bu olgu, hayatın her evresinde, insan yaşamına yön veren ihtiyaçların en önemlilerinden biri olarak kendini gösterir. Nitekim Abraham H. Maslow da, insan ihtiyaçlarının hiyerarşik sıralamasını yaparken güvenlik ihtiyacını fizyolojik ihtiyaçlardan hemen sonra gelecek şekilde tabana yerleştirmiştir1. Aslında her canlı doğuşundan itibaren, belirli ölçülerde de olsa, kendi güvenliğini karşılayacak şekilde yaratılmıştır. İnsan da, tarih öncesi çağlardan itibaren sosyal teşkilatlanmaya geçinceye kadar, kendi özgüvenliğini bireysel olarak karşılamış, güvenlik ihtiyacı, fizyolojik ihtiyaçlarla birlikte insanın donanım kazanmasında önemli rol oynamıştır. İlkel insanın vahşi hayvanlardan korunmak için taşı kullanması, ateşi bulması, sert madenlerden silahlar yapması güvenlik ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması gayesiyle açıklanabilir. İnsan, bir toplum içinde yaşamaya başladıktan itibaren, ferdi güvenlik ihtiyacı ve arayışının sınırlarını da genişleterek çevresi ile ilişkilendirmiş, kendisi için ihtiyaç duyduğu güvenliğe çocukları, ailesi, yakınları, sahip olduğu mallar ve içinde yaşadığı toplum için de ihtiyaç duymaya başlamıştır. Sosyal teşkilatlanma devletleşme düzeyine ulaştıktan itibaren ise ferdin, toplumun ve devletin güvenliğinin sağlanması bu konuda görevlendirilmiş organize birimlere bırakılmıştır. Güvenlik, öncelikle amaca ilişkin bir anlam taşımaktadır2. Temel amaç varlığı koruma ve sürdürme olmakla birlikte, bir bireyin ihtiyaç duyduğu güvenliğin derecesi, içinde bulunduğu sosyal yapı, yaşam standardı, eğitim düzeyi, beden ve ruh sağlığı, sahip olduğu iş ve mal varlığı, tehdit algılamasının çeşit ve yoğunluğu gibi etkenlere göre değişiklik gösterebilmektedir. Hiçbir kazanımı olmayan bir bireyin duyacağı 1 Özbay, Yaşar, Gelişim ve Öğrenme Psikolojisi, İber Matbaacılık, Trabzon, 2002, s. 226. 2 Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul, 2003, s. 11. 2 güvenlik ihtiyacı varlığını korumak ve sürdürmekle sınırlıdır. Ancak, kazanımları arttıkça, bunların kaybedilmesine yönelik endişe de artacağından, ihtiyaç duyacağı güvenliğin derecesi de artış gösterecektir. Bireye ilişkin olarak bahsedilen bu güvenlik endişesi ve arayışı, tehdit algılamasına bağlı olarak, her seviyedeki toplum, kurum, kuruluş, ulus ve uluslararası sistemde yer alan aktörler için de aynen geçerlidir. Söz konusu aktörler de, varlıklarını korumak ve sürdürmek adına benzer güvenlik endişelerine sahiptirler ve kısmi farklılıklar göstermekle birlikte benzer güvenlik arayışları içerisindedirler. Avrupa’da, özellikle Avrupa Birliği (AB) devletleri arasında 1980’li yıllardan itibaren ivme kazanan ortak bir dış politika, güvenlik ve savunma politikası oluşturma çabaları şeklinde tezahür eden güvenlik arayışlarının tarihi oldukça eskilere, Antik Yunan’a kadar dayanmaktadır. Milattan Önce (M.Ö.) 600’lü yıllarda imparatorluk haline gelen Perslerin “Kralın Ölümsüzleri” adı verilen on bin kişilik profesyonel ve gerektiğinde hemen harekete geçirilebilecek kiralık ordularının bulunması, Yunan Siteleri için tehdit oluşturmuş ve demokrasinin altın çağını yaşayan Yunan Sitelerinin birlikte davranmalarına yol açmıştır. Yunan siteleri, istilaya uğrama ihtimalini ortadan kaldırmak ve kurdukları sistemin yıkılmasını önlemek amacıyla, M.Ö. 478 yılında, ilk uluslararası örgütlenme sayılabilecek Attik-Delos Deniz Birliği’ni kurmuşlardır. Ortak bir güvenlik oluşumunun kendine özgü bir kimlik kazanması ise, Truva Savaşı sonrasında site devletlerinin kendilerini Helen olarak tanımlamalarıyla ortaya çıkmıştır3. Avrupa’da, Antik Yunan’dan sonra da, çok sayıda düşünür tarafından geliştirilen birçok model ve proje çerçevesinde güvenlik arayışlarına devam edilmiş, bu arayışlar 1 Temmuz 1987 tarihli Avrupa Tek Senedi (ATS) ile başlatılan ve bugün halen devam etmekte olan AB’nin ortak dış, güvenlik ve savunma politikası oluşturma çabaları için önemli bir temel teşkil etmiştir. Ancak bu çabaların, üye devletlerin; ulus devlet yapıları üzerinde aşınmalara neden olacağı endişeleri ve ulusal egemenlik haklarından feragat etmek konusunda istekli olmamaları nedeniyle, başarılı bir seyir izlediğini söylemek de pek mümkün gözükmemektedir. 3 Dedeoğlu, a.g.e., 2003, s. 16-17. 3 Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren yönünü Batı’ya çevirmiş, zaman zaman tartışmalara ve eleştirilere de hedef olacak tarzda, çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı eş anlamlı olarak kabul etmiş ve Batı Avrupa Devletleri tarafından kurulan örgütlenmeler içerisinde yer almayı çağdaşlaşmaya katkı sağlayacak bir kazanç olarak görmüştür. Bu kapsamda Türkiye’nin, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Andlaşması ile başlattığı ekonomik temelli ilişkiler, oldukça uzun ve sıkıntılı bir sürecin sonunda; 11-12 Aralık 1999 tarihlerinde, Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirve Toplantısı’nda adaylık statüsü tanınması ve 3 Ekim 2005 tarihinde de Lüksemburg’da alınan kararla tam üyelik müzakerelerine başlanmasının kararlaştırılmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Ancak, Avrupa Toplulukları (AT) ile kırk beş yıl kadar önce başlatılan ekonomik temelli ilişkiler, AT üyesi devletlerin aralarındaki bağı kuvvetlendirerek siyasi bir birliktelik sağlama konusundaki iradeleri doğrultusunda AB’nin kurulması ile birlikte, güvenlik ve savunma boyutunu da kapsayacak şekilde genişlemiştir. Bugün itibarıyla, AB’nin geleceğine, ucu açık müzakere sürecine ve tam üyeliğin gerçekleşip-gerçekleşmeyeceğine ilişkin tartışmalar bir yana, gerek AB yetkililerinden, gerekse Türk yetkililerden en iyimser olanların bile, Türkiye’nin tam üyelik tarihine ilişkin beklentileri ya da tahminleri on beş yıldan önce değildir. Türkiye-AB ilişkilerinde üzerinde çok tartışılan konulardan biri de, Türkiye’nin AB’ne üyeliğinin AB’nin stratejik güvenlik çıkarlarına hizmet edeceği yönündedir. Ancak bu tartışmalarda, üye adaylığı ve müzakere sürecinin Türkiye’nin güvenliğini nasıl etkilediği sorunsalı üzerinde yeterince durulduğunu söylemek oldukça güçtür. Bu çalışmada, Türkiye’nin birtakım ekonomik, siyasal, sosyal ve hukuki kazanımlar elde etmek beklentisiyle çıktığı yolda, AB’nin tam üyelik için dikte ettirdiği “kriter”lerin, Türkiye’nin ulus devlet yapısı ve dolayısıyla egemenlik ve ulusal güvenliğini nasıl etkilediği sorunsalı üzerinde durularak, konunun bu boyutuna dikkat çekmeye ve tartışılmasına katkı sağlanmaya çalışılacaktır. 4 BİRİNCİ BÖLÜM EGEMENLİK VE GÜVENLİK KAVRAMLARI Türkiye’nin AB’ne üye adaylık ve müzakere sürecinin ulusal güvenliği üzerine etkisini sağlıklı olarak ortaya koyabilmek için, her iki tarafın tehdit algılamalarının ve bu algılamaya bağlı olarak geçmişte geliştirdikleri güvenlik politikalarının irdelenmesi, geleceğe yönelik sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek için zorunlu görülmektedir. Doğal olarak bu değerlendirmeleri yapabilmek için, öncelikle konuyla ilgili temel kavramların ve bu kavramları açıklayan teorilerin bilimsel bir çerçevede analiz edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede yapılacak analiz için, birinci kısımda egemenlik kavramı ve bu kavramın teorik boyutu ile AB üyesi devletler ve Türkiye’de kavrama yüklenen anlamlar incelenecek, ikinci kısımda ise güvenlik kavramı, kavramın uluslararası teoriler içerisindeki yeri ve bilim adamlarının kavrama ilişkin yaklaşımları ele alınacaktır. 5 BİRİNCİ KISIM EGEMENLİK KAVRAMI VE AVRUPA’DA GELİŞİMİ 1. EGEMENLİK TANIMLAMALARI Egemenlik; üstün ya da üstünlük anlamında kullanılan Latince kökenli bir deyimdir. Egemenliğin bir kavram olarak ortaya çıkışının ya da kökeninin Westfalya sistemine dayandığı ileri sürülmektedir. Dolayısıyla egemenlik kavramının tarihsel anlamda belirginleşmesinin Avrupa’daki feodalitenin çözülerek merkezi krallıkların ortaya çıkmasıyla yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir4. Öğretide egemenliğin birçok tanımı yapılmıştır5. Bu tanımların hepsinde var olan ortak özellik, egemenlik kavramının eş düzeyde ya da daha üst düzeyde herhangi bir başka güç tanımadığıdır. Nitekim 19’uncu Yüzyıl kuramcıları da, farklı egemenlik tanımlamalarına karşın, egemenliğin özünü “devlet iktidarının mutlak önceliği”nde ve bunun herhangi bir üst otoriteden biçimsel bağımsızlığında görmüşlerdir6. Klasik teori, egemenliği devlet olmanın statik unsuru olarak algılamaktadır7. Bu kapsamda egemenlik; muayyen bir ülkede oturan ve devlet kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan asli, en yüksek hukuki iktidar veya kudret olarak tanımlanmaktadır8. Eismein egemenliği; yönettiği ya da yönlendirdiği ilişkilerde aynı düzeyde veya üstün bir güce bağımlı olmayan otorite olarak, egemen yetkiyi ise; “karar verme, istediği gibi hukuk normu belirleme ve bu normları uygulama yetkisi” olarak tanımlamaktadır9. 4 Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Alfa Yayınları, 6. Basım, İstanbul, 2006, s. 49. 5 Egemenlik tanımlamaları için bkz.: Özman, M. Aydoğan, Devletlerin Egemenliği ve Milletlerarası Teşekküller, AÜHF Dergisi, Cilt 21, 1964, s. 56-59; Feyzioğlu, Turhan, “Türk Milli Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği”, Atatürkçü Düşünce, Ankara, 1992, s. 182; Gözler, Kemal, Devletin Genel Teorisi, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2007, s. 77-78. 6 William Wallace, “Kurtuluş mu, Geri Çekilme mi? Batı Avrupa’da Ulus Devlet, 1945-93”, Avrupa Sorunu-Avrupa Ne, Avrupalı Kim?, Der. Peter Gowan, Perry Anderson, Çev. Ali Çakıroğlu, Aykırı Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 33. 7 Pellegrino C.R., “Construire le Marché Commun Latino-Américan et Supranationalité”, Europa İnstitut, No.: 55, Saarbrucken, 1985, s. 5. 8 Kubalı, Hüseyin Nail, Anayasa Hukuku Dersleri (Genel Esaslar ve Siyasi Rejimler), İÜHF Yayınları, İstanbul, 1971, s. 44. 9 Eismein, Cubertafond B., Souverainété en Crise, RDP, No.1, Paris, 1989, s. 1274. 6 Egemenlik kavramı olumlu ve olumsuz anlamda iki unsuru içermektedir. Bunlar; olumlu anlamda her şeyi zorlayabilme, olumsuz anlamda ise hiçbir şeye bağımlı olmamadır10. Farklı anlamlarıyla karşılaşılan, bu sebeple de nispi bir karaktere sahip olan egemenlik kavramı, uzun yıllar devletin temel unsurlarından birisi ve onun ayırt edici özelliği olarak kabul edilmiştir11. 2. EGEMENLİK TÜRLERİ Literatürde, tarihsel süreç içerisinde yönetim şekillerinde meydana gelen değişiklikler, bu değişikliklere bağlı olarak devlet12 kavramına yüklenen farklı anlamlar ve iktidarın kaynağı konusundaki farklı yaklaşımlar, egemenliğin tanımında olduğu gibi türleri konusunda da bazı farklı tasniflerin yapılmasına neden olmuştur. Ancak genel olarak bu tasniflerin birbirlerine yakın ve hatta iç içe oldukları görülmektedir13. 2.1. Egemenlik Teorileri İtibarıyla Egemenlik Türleri Bir sonraki bölümde detaylı olarak irdeleneceği üzere, tarihi süreç içerisinde egemenliğin kaynağı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüş ve farklı teoriler 10 Kekevi, Serkan, Batının Çöküşü ve Türk Dış Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 113-114. 11 Bu anlamda egemenlik, devletin insan (ahali, nüfus) ve ülke unsurundan ayrı üçüncü bir unsur olarak karşımıza çıkar. Devlet kudreti, devlet iktidarı ya da klasik anlayıştan ayrılarak siyasi iktidar kavramı olarak da incelenen devletin egemenliği, devlette egemenlik kavramından farklı bir anlam taşır. Bkz. Kapani, Münci, Politika Bilimine Giriş, AÜHF Yayınları, Ankara, 1983, s. 38; Özçelik, Selçuk, Esas Teşkilat Hukuku Dersleri, 1. Cilt: Umumi Esaslar, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1982, s. 325. 12 Devlet, farklı kaynaklarda birbirine benzer ve bir diğerini tamamlayacak şekillerde tanımlanmıştır. Bir tanıma göre devlet; belli bir ülkede bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı olarak yaşayan bir milletin ya da bir milletler topluluğunun meydana getirdiği siyasi topluluktur. Bir başka tanıma göre devlet; belirli bir bölgede yerleşmiş ve kendine özgü bir kuvvete sahip olan bireylerin toplamından ibaret bir varlıktır. Sözlük anlamıyla devlet; bir hükümet idaresinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluktur. Yine bir başka tanıma göre de devlet; toplumun en üst düzeyde çözümünü ve en yaygın bilincini eyleme dönük bir şekilde örgütleyen / düzenleyen topluma ait bir kurumdur. Modern anlamda devlet ise; sınırları belirlenmiş bir ülke toprağı üzerinde yaşayan halkın, belli bir hükümetle yönetildiği, hukuksal bakımdan egemen olan örgütlenmedir. Devlet tanımlamaları hakkında daha geniş bilgi için bkz. Türk Ansiklopedisi s. 153; İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969, s. 26; Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Sözlük; Coşkun, İsmail, Modern Devletin Doğuşu, Der Yayınları, İstanbul, 1997, s. 95; Çam, Esat, Siyaset Bilimine Giriş, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1977, s. 82; Gözler, a.g.e., s. 4-9. 13 Özdal, Barış; Genç, Mehmet, AGSP’nin Türkiye-AB İlişkilerine Etkileri, Aktüel Yayınları, İstanbul, 2005, s. 18. 7 geliştirilmiştir. İktidarın sahip olduğu erkin dayanağının meşruluğu üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalarda, genel olarak “teokratik teoriler” ve “demokratik teoriler” üzerinde durulmuştur14. 2.1.1. Teokratik Egemenlik Teorileri Teokratik egemenlik teorilerine göre, egemenlik tanrısal kökenlidir veya diğer bir ifade ile ilahi temele dayanır. Ancak tanrı kendisine ait olan bu egemenliği, yeryüzündeki insanlar marifetiyle kullanır. Teokratik egemenlik teorisyenleri, tanrıya ait olan egemenliği yeryüzünde kullanacak insanların kim olacakları ve nasıl seçilecekleri konusunda bir fikir birliği sağlayamamışlardır. Bu konuda iki doktrin ileri sürülmüştür15. 2.1.1.1. Doğaüstü İlahi Hukuk Doktrini Doğaüstü ilahi hukuk doktrinine göre, tanrı, devlet üzerinde kendisi adına egemenlik yetisini kullanacak insanları bizzat seçer. Dolayısıyla egemenliği kullanan kişiler, yani krallar tanrının yeryüzündeki temsilcisi durumundadırlar ve doğrudan doğruya ve sadece tanrıya karşı sorumludurlar. Daha değişik bir ifade ile yönetilenlere karşı bir sorumlulukları bulunmamaktadır16. 2.1.1.2. Providansiyel İlahi Hukuk Doktrini Providansiyel hukuk doktrininde ise, egemenlik yine tanrıda olmakla birlikte, egemenliği tanrı adına kullanacak insanlar bizzat tanrı tarafından değil, tanrının ilahi kudreti sayesinde insanlar veya diğer beşeri olaylar sonucunda seçilirler17. 14 Gözler, a.g.e., s. 87; Kapani, a.g.e., s. 48; Cin, Halil, “Milli Hâkimiyet ve Atatürk”, Selçuk Üniversitesi Atatürk Dergisi, Sayı 2, Konya, 1992, s. 3; Akyılmaz, Bahtiyar, “Milli Egemenlik Kavramının Gelişimi”, Prof. Dr. İhsan Tarakçıoğlu’na Armağan, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 2, Sayı 1-2, 1999, s. 256-267. 15 Gözler, a.g.e., s. 87-88; Teziç, Erdoğan, “Milli Egemenlik”, Milli Egemenlik İlkesinin Kabulü ve Gelişimi Paneli, İstanbul, 1986, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No.: 21, s. 11; Aydınlı, Halil İbrahim; Ayhan, Veysel, “Egemenlik Kavramının Tarihsel Gelişimi Perspektifinden İktidarın Sınırlandırılması Tartışması”, CÜ İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, 2004, s. 70-71. 16 Gözler, a.g.e., s. 88; Kapani, a.g.e., s. 15; Özdal; Genç, a.g.e., s. 19; Kodaman, Bayram, “Milli Egemenlik Fikrinin Gelişmesi” Milli Egemenlik Kavramının Fikri Gelişmesi Paneli, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No. 17, Samsun, 1986, s. 23-25. 17 Gözler, a.g.e., s. 88; Kapani, a.g.e., s. 15; Özdal; Genç, a.g.e., s. 19; Kodaman, a.g.m., s. 23-25; Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 70-71; Yıldırım, Murat, “Küreselleşme Sürecinde Egemenlik”, CÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 28, No. 1, 2004, s. 40. 8 2.1.2. Demokratik Egemenlik Teorileri Teokratik egemenlik teorileri, 18’inci Yüzyılın sonlarına kadar etkinliklerini korumuşlar, ancak bu yüzyılda ortaya çıkan yeni fikir akımları, iktidarın meşruluk kaynağını yeryüzünde aramak gerektiği düşüncesini işlemeye başlamışlardır. Dolayısıyla demokratik egemenlik teorilerinde, teokratik egemenlik teorilerinden farklı olarak, egemenliğin kaynağının insanlar olduğu savunulmuştur. Demokratik egemenlik teorileri de kendi içerisinde “milli egemenlik teorisi” ve “halk egemenliği teorisi” olarak ikiye ayrılmıştır18. Her iki teori de, siyasal iktidarın kaynağı ve meşruluk temeli bakımından aralarında çoğunlukla bir ayrım yapılmadığı ve aynı anlamda kullanıldığı görülmekle birlikte, başlangıçta gerek teorik, gerekse pratik bakımdan farklı demokrasi anlayışlarını yansıtan görüşler olarak ortaya çıkmışlardır19. 2.1.2.1. Milli Egemenlik Teorisi Temel dayanağını Jean Jacques Rousseau’nun “Sosyal Mukavele” (Contrat Social) isimli eserinden alan milli egemenlik teorisinde egemenlik, soyut bir bütün olarak kendisine manevi kişilik tanınan ulusa verilmektedir20. Milli egemenlik teorisi, Jean Jacques Rousseau’nun “genel irade” kavramı üzerine oturtulmuştur. Rousseau’ya göre genel irade, kişisel iradelerin toplamından ayrı ve onların üstünde, kendine özgü bir varlığı olan kolektif iradedir. Bu iradenin ulusun iradesi olarak kabul edilmesi nedeniyledir ki, teori milli egemenlik teorisi olarak tanımlanmaktadır21. 2.1.2.2. Halk Egemenliği Teorisi Halk egemenliği teorisinde, egemenlik somut olarak belli bir zamanda ulusal topluluğu meydana getiren vatandaşlar kitlesine verilmektedir22. Bu teoride 18 Gözler, a.g.e., s. 88-89; Akyılmaz, a.g.m., s. 256-267; Özçelik, a.g.e., s. 80-81. 19 Kubalı, a.g.e., s. 207; Kodaman, a.g.m., s. 23-25. 20 Gözler, a.g.e., s. 89; Kapani, a.g.e., s. 73; Gürbüz, Yaşar, “Ulusal Egemenlik Düşüncesinin Tarihi Gelişmesi”, Milli Egemenlik Düşüncesinin Gelişimi Paneli, İzmir, 1986, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 21, s. 28-30. 21 Rousseau, Jean Jacques, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, 4. Basım, İstanbul, 1974, s. 35; Arı, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Çatışma, Hegemonya, İşbirliği, Alfa Yayınevi, 3. Basım, İstanbul, 2004, s. 125-126; Gürbüz, Ahmet, “J. J. Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Kuramı’nın Değeri”, http://www.e-sosder.com/dergidetay.php?id=86, 04.12.07. 22 Gözler, a.g.e., s. 91-92; Kapani, a.g.e., s. 73; Gürbüz, Yaşar, a.g.m., s. 30-31. 9 egemenliğin, gerçek kişilerden ayrı bir tüzel kişiliğe değil, tek tek toplumu oluşturan gerçek kişilere ait olduğu savunulmaktadır. Ancak büyük ölçekli devletlerde bu imkânsız olduğundan, halkın müdahale hakkı saklı kalmak koşuluyla, egemenlik temsilciler tarafından kullanılmaktadır. Sonuçta, temsili demokrasi milli egemenlikte teorik bir zorunluluk, halk egemenliğinde ise pratik zorunluluk olmaktadır23. 2.2. Klasik Tasnif: İç ve Dış Egemenlik Tarihi süreç içerisinde birçok düşünür tarafından farklı anlamlar yüklenen egemenlik kavramına, feodal karakterdeki düzenden merkeziyetçi özellikleri ön plana çıkan bir siyasi düzene geçişi temsil eden ulus devlet kavramı ile birlikte, hukuki ve siyasi boyutu itibarıyla içsel ve dışsal olmak üzere iki yeni anlam yüklenmiştir24. 2.2.1 İç Egemenlik İç egemenlik en genel anlamıyla, devletin, devlet ülkesi üzerindeki asli güç konumuna ve kendisine devredilen ortak iradenin hukuki, meşru ve fiili kullanımına işaret eder. Devlet ülkesi üzerinde rakip bir güce yer vermeyen bu asli, sınırsız, bölünemez ve devredilemez kudret kendisini yasa yapmak, savaş veya barış ilan etmek, vergi toplamak, yargılama yapmak gibi uygulamalarla gösterir25. 2.2.2 Dış Egemenlik Uluslararası ilişkilerde anlam taşıyan ve “bağımsızlık” kavramıyla hemen hemen eşanlamlı olarak kullanılan26 dış egemenlik kavramından, bir devletin diğer devletler karşısında egemen eşit konumda olması ve bir başka devlete bağlı veya bağımlı olmaması anlaşılır27. Bu kavram devletin kendi üstünde başka bir nihai ve mutlak otorite olmadığını ve devletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını ifade eder. Devletler sistemi devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayanır ve uluslararası hukuk bu 23 Gülsoy, Tevfik, “Milletin Temsili”, http://www.akader.org/KHUKA/2006_eylul/2.pdf, 03.12.07; Gürbüz, Yaşar, a.g.m., s. 31-32. 24 Arı, a.g.e., 2006, s. 48; Yalvaç, Faruk, “Devlet”, Der. Atila Eralp, Devlet ve Ötesi, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2006, s. 21; Kekevi, a.g.e., s. 113. 25 Gözler, a.g.e., s. 81-84; Özdal; Genç, a.g.e., s. 22; Kekevi, a.g.e., s. 114; Uygun, Oktay, “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt 20, 2003, s. 250-284. 26 Soysal, Mümtaz, “Değişen Egemenlik ve Meşruluk”, Anayasa Yargısı Dergisi, Cilt 20, 2003, s. 171- 181. 27 Gözler, a.g.e., s. 79; Kapani, a.g.e., s. 57; Kekevi, a.g.e., s. 114. 10 eşitliğe meşruiyet kazandırır28. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM) Kurucu Andlaşması’nın 2’nci Maddesinin 1’inci Paragrafı “Örgüt, tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuştur” hükmünü amirdir. 2.3. Günümüz Uluslararası Sisteminde Egemenlik Anlayışı Günümüz uluslararası ilişkiler kuramındaki en büyük değişiklik, devletler sistemindeki “anarşi/düzen” sorunsalının yerini “uluslararası değişim” sorunsalının almış olması ve buna bağlı olarak da devletlerarası askeri ve stratejik ilişkileri inceleyen jeopolitik söylemin, jeopolitik yapılarla toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileşimini irdeleyen sosyo-politik bir söyleme dönüşmesidir. Bu kuramsal değişim sürecinin odak noktasında da devlet kavramı bulunmaktadır29. Doğal olarak devlet kavramına yeni anlamlar yüklenmesi, devletin asli unsurlarından biri olan “egemenlik” kavramının da sınırlarının yeniden sorgulanmasına neden olmuştur. Özellikle ikinci küreselleşme dönemi30 ile birlikte, 1970’li yılların ortalarından itibaren gelişen ve çoğulcu (pluralist)31 bir görüş olarak da bilinen “karmaşık bağımlılık kuramı”, uluslararası ekonomik bağımlılık ortamında devletin bağımsızlığının gittikçe sınırlandığını, devletlerin gittikçe birbirlerine daha bağımlı hale geldiklerini ileri sürerek devlet anlayışını ilk sorgulayan kuram olmuştur32. Bu bağlamda, günümüzde hiçbir devlet, ülke toprakları üzerinde sahip olduğu egemenlik yetkilerini kullanırken mutlak ve sınırsız bir şekilde hareket edememekte, ülke içindeki siyasal yönetme yetkisini içerdeki diğer bireyler ve gruplarla paylaşmakta, 28 Gözler, a.g.e., s. 79; Yalvaç, a.g.m., 2006, s. 21. 29 Yalvaç, a.g.m., 2006, s. 15. 30 Thomas Friedman, Dünya’nın 1800’lerin ortalarından 1920’lerin sonlarına kadar olan dönemde, bugünküne benzer bir küreselleşme çağı yaşadığını, içinde bulunduğumuz küreselleşme çağının Soğuk Savaş yıllarının bitişi ile birlikte başlayan 2’nci küreselleşme çağı olduğunu ileri sürmektedir. Konu ile ilgili olarak geniş bilgi ve farklı yaklaşımlar için bkz. Friedman, Thomas, Lexus ve Zeytin Ağacı - Küreselleşmenin Geleceği, Çev. Elif Özsayar, Boyner Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2002, s. 15-17; Balkan, Celil, Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sorunları, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2006, s. 87-88; Kekevi, a.g.e., s. 28-34. 31 Pluralizm ve karmaşık bağımlılık teorisine ileride değinilecek olup, konu ile ilgili olarak ayrıca bkz. Arı, a.g.e., 2004, s. 343-353 ve 422-445; Yalvaç, a.g.m., 2006, s. 23-26. 32 Yalvaç, a.g.m., 2006, s. 25. 11 uluslararası alanda ise diğer devletleri, uluslararası baskı gruplarını ve uluslararası anlaşmalardan doğan taahhütlerini dikkate almak zorunda kalmaktadır33. Ulus devletin egemenlik alanının daralmasının, üç boyutlu bir sürecin etkisi sonucu kendini gösterdiği ileri sürülmektedir. Bunlardan birincisi; uluslarüstü ekonomik ve siyasal birliklerin kurulmasının ve uluslararası şirketlerin ve piyasaların ulus devlet yapısı üzerindeki olumsuz etkisidir. İkinci boyut, ulus devletin kendi içerisinde yaşadığı süreçtir. Devletin küçültülmesi, özelleştirme, kamu sektörüne güvensizlik, merkeziyetçiliğin azaltılması, sosyal haklarda gerileme gibi yeni liberal ideolojiye dayanan anlayış ve uygulamalar, ulus devletin klasik fonksiyonlarında önemli bir azalmaya yol açmıştır. Üçüncü ve ulus devleti eriten en etkili süreç olarak kendini gösteren boyut ise, ulus devlet içindeki bölgeselleşme ve yerelleşme olgusudur. Birçok ülkede, ulus devletin içinde yer alan tarihsel, siyasal, etnik, kültürel ya da ekonomik özellikleriyle farklılaşan bölgeler, 20’nci Yüzyılın ikinci yarısında devletin işleyişinde söz sahibi olmuştur34. Ancak, bu gelişmelere rağmen egemenlik kavramı halen, devletin yetkileri üzerinde kendi rızası olmadan hiçbir güç tarafından sınırlanamayacağı şeklinde tanımlanmaktadır35. 3. EGEMENLİK KAVRAMININ TARİHSEL GELİŞİMİ Devlet ve egemenlik kavramları, birbirleriyle ilintili olarak, tarihi gelişim içinde çeşitli fikir akımlarının konusu olmuştur. Ancak devletin unsurlarından biri olan bugünkü egemenlik anlayışının temelleri, 15 ve 16’ncı Yüzyılların ürünü olan ve Avrupa’da şekillenmeye başlayan ulus devlet yapısının oluşumuyla atılmıştır36. Tarihsel süreç içinde pek çok düşünür ve siyaset filozofunun gündeminde olan iktidar kavramı üzerinde yapılan tartışmaların tarihi ilkçağlara kadar uzanmakla birlikte, bilinen ve genel anlamıyla iktidar, daha çok Ortaçağ’ın sonlarından ve Yeniçağ’ın 33 Arı, a.g.e., 2006, s. 49. 34 Uygun, a.g.m., s. 250-284. 35 Sönmezoğlu, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 30-33. 36 Teziç, a.g.m., s. 10. 12 başlarından itibaren yoğun tartışmalara konu olmuştur. Bu dönemlerde yapılan tartışmalarda genellikle iktidarın kaynağı ile yönetenin yönettiği toplumla olan ilişkisi üzerinde durulmuştur37. Antik Yunan’da ve Ortaçağda iktidar kavramına yönelik olarak yapılan tartışmalar, yönetimin sınırları ve eylemlerinin alanları ile iktidarın meşruiyeti üzerinde odaklanmıştır38. Antik Helen kültürü üzerinde; Sokrates’in erdeme ve bilgiye dayanan yönetim anlayışı ile Plathon’un egemenin yetki kullanımını belli ölçütlere bağlama çabaları etkili olmuştur. İlk çalışmalarında bilginlerden oluşan bir yönetimi savunan Plathon’un, sonraki çalışmalarında yönetme yetkisini tek erke verdiği görülmüştür. Plathon Okulu’nun temsilcilerine göre nitelik açısından ideal olabilen yönetim şekli demokrasidir39. Yine bu dönemde yapılan çalışmalarda, Aristo da Plathon’a benzer şekilde tek bir kişinin yönetimini ya da felsefecilerden oluşan bir yönetimi önermiş ve yönetimin temelini ölçülülük üzerine oturtmuştur40. Antik Helenist düşünceden sonra egemen ve egemenliğin sınır ve meşruiyetine yönelik yapılan tartışmalarda, yöneten erkin yetkisinin tanrısal kaynağı üzerinde durulmuştur. Kaynağını Hıristiyan düşüncesinden alan bu değer sisteminde, tanrısal gücün, eski Mısır’da yönetilenlere kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi doğrudan yönetenin (Firavun) kendisinde olmadığı, ancak yöneticinin tanrı adına yetki kullandığı savunulmuştur41. Milattan Sonra (M.S.) 3’üncü Yüzyılda yeniden başlayan yöneten erkin yetkisinin kaynağı tartışmaları, Papalık Kurumunun tanrısal güce dayalı yetki kullanımı iddiaları etrafında yoğunlaşmış, bu iddialar karşısında yönetenin; zorbalıktan kaçınma, dürüst olma, vatandaşlarına zorla iş yaptırmama gibi tanrısal doğaya dayanan nedenlerle yetkilerinin sınırlandırılmasına dönük çabalar söz konusu olmuştur. Bu çabalar devam ederken, Papalıkta bütünleştiği kabul edilen iktidar, fiilen kilise tarafından kullanılmaya başlanmış ve dolayısıyla iktidar tek kişilik hükümdardan bir kuruma geçmiştir. Ancak 37 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 69. 38 Genç, Mehmet, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri-Ulusal ve Uluslararası Temel Mevzuat, Uludağ Üniversitesi Güçlendirme Vakfı Yayını, No. 16, 1997, s. 2. 39 Genç, a.g.e., 1997, s. 6. 40 Sarıca, Murat, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1973, s. 32. 41 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 70. 13 St. Thomas, Suarez ve Vitoria gibi hukukçular, insana vurgu yaparak, gücün ve meşruiyetin tanrısal kaynaklı olduğu anlayışını eleştirmiş ve egemenin mutlak, sınırsız haklara sahip olduğu fikrine karşı çıkmışlardır42. Ortaçağ’ın sonlarında ve Yeniçağ’ın başlarında kilise, kral ve feodal beyler arasında uzun bir süre devam eden güç mücadelesi, Avrupa’da yapısal bir değişikliğe yol açmış43, Rönesans’la birlikte, Avrupa’da meydana gelen düşünsel ve toplumsal değişmelerdeki genel sürecin tanımlanması olarak ele alınan modernleşmenin düşünsel altyapısı oluşmaya başlamıştır44. Antikçağın devlet görüşünü, Rönesans’ın eğilimleri ile birleştiren ve Ortaçağ’ın tanrısal iktidar anlayışına karşılık, laik ve pragmatik bir egemenlik anlayışını ortaya koyan Machiavelli, tanrı krallığı dışında, tamamen insan krallığına dayalı bir devlet arayışına girmiş ve modern ulus devlet fikrinin doğuşuna öncülük etmiştir45. Egemenliğin kaynağını sorgulamaktan çok, devleti ele geçirme ve egemenliğin sürdürülmesi sorunu üzerinde duran Machiavelli, Prens’te46, yönetimin tek elde toplanması gerekliliğini vurgulamış, monarşiyi savunmuş ve prensin yetkilerinin sınırlanamayacağını iddia etmiştir. Machiavelli, prensin iktidarının kilise ve diğer soylu gruplar üzerinde de bir iktidar erki olması gerektiğini ileri sürerek, bir devlet sınırı içerisinde iki egemenin bulunamayacağını savunmuştur47. Güçlü bir merkezi devletin bulunmadığı feodal rejimden, güçlü merkezi krallıklara geçilmesi, bugün kullanılan deyimle “milli devlet-ulus devlet”in doğumuna sebep olmuştur48. Fransa krallarının feodal güçlere karşı üstünlüklerini kabul ettirdikleri, kilise karşısında da bağımsızlıklarını sağladıkları bu dönemde egemenlik kavramı, krallar tarafından ülke içinde kendi iktidarına rakip olabilecek bir iktidar, ülke 42 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 70; Genç, a.g.e., 1997, s. 9. 43 Seidler, G. L., Bizans Halk Hareketinin İdeolojik Kökeni, Çev. Mete Tunçay, İstanbul, 1999, s. 71. 44 Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 190. 45 Machiavelli, Niccolo, Hükümdar, Çev. Yusuf Türk, Düşünen Adam Yayınları, İstanbul 1996, s. 60- 61. 46 Prens (Il Principe), Niccolo Machiavelli tarafından, 1513 yılında, politika hakkında yazılmış bilimsel bir incelemedir. Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerinde Söylevler, Savaş Sanatı ve Floransa Tarihi ile birlikte dört büyük eserden biri sayılan ve asıl adı “De Principatibus” (Prenslikler Hakkında) olan eser, Machiavelli'nin ölümünden 5 yıl sonra, 1532’de basılmıştır. Yaşadığı süre boyunca yayımlanmamasına rağmen Machiavelli’nin en bilinen eseri daha sonra ortaya atılan “Makyavelist Düşünce” teriminin temeli sayılır. Bkz. Eroğul, Cem, “Siyasal Düşüncelerin Sınıflandırılmasına İlişkin Birkaç Tarihsel Örnek ve Tartışma”, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981, s. 104-106. 47 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 72-73. 48 Teziç, a.g.m., s. 10. 14 dışında ise kendilerinden üstün bir otorite tanımadıklarını ifade eden bir hukuki formül olarak kullanılmıştır49. Egemenlik kavramının bu şekilde formüle edilmesinden sonra bu kez de, egemenin gücünün sınırları ve gücün kaynağı itibarıyla meşruiyeti sorunsalı gündeme gelmiştir. Bu bağlamda bir kısım düşünürler egemenliği sınırsız, süresiz ve mutlak bir güç olarak ortaya koyarken, diğerleri bunu sınırlandırmaya ya da birkaç elde bölmeye çalışmışlardır50. Egemenlik kavramını tanımlayarak, sistematik bir halde ortaya koyan ve bir teori haline getiren Fransız hukukçu Jean Bodin’dir. Bodin, “Devletin Altı Kitabı” (Les Six Livres de la Republique) isimli eserinde egemenliği, içte insanlar üzerinde sınırlanamayan mutlak ve üstün bir iktidar, dışta ise bağımsız bir kudret olarak tanımlamıştır51. Bodin, yaşadığı dönemin ataerkil yapısındaki babanın egemenliğinin sınırsızlığı olgusundan hareketle, aile ile egemen arasında bir bağlantı kurarak egemen erkin egemenliğinin de sınırsız, mutlak ve sürekli olduğunu savunmuştur52. Bodin’e göre egemenin otoritesi, ister kendisi tarafından isterse kendisinden önce yapılmış olsun; egemen tarafından oluşturulan, dinsel uygulamalardan kaynaklanan ve eski gelenek ve göreneklerden gelen tüm yasaların üzerindedir. Egemen, gerektiğinde savaşa ve barışa, kamu görevlilerinin atanmasına, uyruklar hakkında mahkûmiyet yargısına, para basılmasına, vergi konulmasına tek başına karar verir ve koyduğu yasalarla görenekleri ortadan kaldırabilir53. Bodin’e göre egemenlik süreklidir. O’na göre süreyle kısıtlı olan ya da istendiği zaman geri alınabilen bir iktidar, egemenlik değildir. Egemen, egemenlik hakkını ömrü boyunca kullandıktan sonra tacıyla birlikte kendinden sonra gelene aktarır. Böylelikle monarşilerde egemenlik hiçbir kopukluk olmaksızın bir kişiden bir başka kişiye geçmiş 49 Kapani, a.g.e., s. 35. 50 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 68. 51 Kapani, a.g.e., s. 35. 52 Ağaoğulları, Mehmet Ali; Köker, Levent, Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, 2. Baskı, İmge Yayınevi, Ankara, 2000, s. 20. 53 Ağaoğulları; Köker, a.g.e., s. 26. 15 olur. Demokratik devletlerde egemenlik ise, sosyo-politik kurumların sürekliliği içinde beden bulur. Egemenliğin sürekliği de, devletin zamanla sınırlı olmadığı, sürekliliği içerdiği anlamına gelmektedir54. Bodin’e göre, devlet içinde egemenliği kullanan, yasa yapan ya da yasayı kaldıran çeşitli organlar olamaz ve bu nedenle egemenlik bölünmezdir55. Ülkesindeki her şey üzerindeki en yüksek yönetme gücüne sahip olan egemenlik, toplumdan ya da bireyden ayrı bir otoritedir. Kadim bir egemenlik anlayışını ortaya koyan Bodin, egemenliğin parçalara bölünemeyeceğini ya da bir yerde iki egemenin olamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu bağlamda egemenlik, yukarıda da ifade edildiği üzere sınırlandırılamaz, devredilemez ve bölünemez özelliklere sahiptir56. Bodin egemenliğe hukuksal açıdan bakmaktadır. Bu bağlamda devlete içkin olan egemenlik kralda somut bir hal alır. Hatta bunun da ötesinde kral bireysel kişiliğini yitirip gerçek bir kuruma dönüşür. Artık o siyasal devletin kurumsallaşmış halidir, yani devlettir. Bodin’in çizmiş olduğu bu çerçeve, kralın gücünü daha da artırmak, merkezi gücü daha da geliştirmek amacına hizmet etmiştir57. Diğer taraftan Bodin, egemenlik ile ilgili yaklaşımlarında, egemenliğe bazı sınırlamalar da getirmekte ve bu bağlamda egemenliğin, tanrısal akla ya da doğal yasalara uygun olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bodin’e göre, tanrısal ve doğal yasalara karşı çıkmak egemen gücün iktidarı içinde değildir. Keyfi vergi toplanması, özel mülkiyetin kaldırılması doğal yasalara aykırıdır. Ayrıca, egemenin iktidarı elde ediş biçimi ve kamusal toprakların başkalarına devredilememesi gibi kurallar da egemen gücü sınırlar58. Ancak bu sınırlamalara rağmen Bodin, egemeni tanrısal akla ya da doğal yasalara uymaya zorlayan her hangi bir gücün varlığını, yani, egemeni denetleyecek veya egemeni buna zorlayacak somut erkin varlığını da kabul etmemekte, egemenliğin meşruiyet ilkesi olarak “doğrulukla yönetim” ve “halk refahı”nı 54 Ağaoğulları; Köker, a.g.e., s. 28. 55 Sarıca, a.g.e., s. 79. 56 Kapani, a.g.e., s. 54. 57 Köni, Hasan, “Milli Egemenlik Kavramının Batıdaki Gelişimi ve Günümüzdeki Uygulamaları”, Milli Egemenlik Kavramının Fikri Gelişmesi Paneli, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No. 17, Samsun, 1986, s. 36. 58 Ağaoğulları; Köker, a.g.e., s. 29. 16 dillendirmektedir59. Ancak tanrı dışında hiç kimseye hesap vermeyecek sınırsız bir egemenin bunları nasıl gerçekleştireceği üzerinde durmamaktadır. Bodin’e kadar hiçbir düşünür, devlet ile egemenlik arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla ortaya koyamamıştır. Bodin’in yaklaşımları sonucunda hukukun ve geleneklerin mantıki bir ayrımı yapılmış, toplumda siyasal bir organizasyonun varlığı vurgulanmış ve her devlette belirlenmiş bir egemen bulunması gerektiği belirtilmiştir. Machiavelli ve Bodin, mutlak monarşinin kuramını oluşturmaya çalışmışlardır. Machiavelli’nin kuramı, laik bir burjuva kültürüne dayanmış olmakla birlikte, siyaset kuramı ile sınırlı olan, felsefi bir sistem içine oturtulmamış bir kuramdır. Bodin’in mutlak egemenlik kuramı daha kapsamlıysa da, daha sistemli değildir. Buna karşılık Hobbes, mutlak egemenlik kuramını bir genel felsefe sistemi içinde sunmayı başarmıştır60. Hobbes, siyaset felsefesini ilk önce insan doğası ile ilişkilendirmiş, bu noktadan hareketle, kendisinden önceki düşünürlerden farklı olarak, yapay devlet kuramını ortaya atmıştır. Hobbes, toplumu bir yapay oluşum olarak değerlendirmiş ve insanların bir toplum oluşturma zorunluluğunun nedenlerine açıklık getirmeye çalışmıştır. Hobbes’a göre devleti meydana getiren olgu, insanların güvenlik arayışı ve gereksinmesidir61. Bu noktada Hobbes, devletin meşru güç kullanma yetisine de açıklık getirerek, güvenliğin doğal hukuk ile sağlanamayacağını, bunun için bir egemen güce gereksinme olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda insanlar, egemen lehine kendi haklarından feragat etmek suretiyle, bir sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini üçüncü bir varlığa, Leviathan’a62 tek 59 Çetin, Halis, “Egemenlik ve Hukuk İlişkisi Üzerine”, CÜ İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002, s. 4. 60 Şenel, Alaattin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınevi, Ankara, 1996, s. 317. 61 Ağaoğulları; Köker, a.g.e., s. 188-189. 62 İngiliz Filozof Thomas Hobbes, 1651 yılında yayınladığı aynı adı taşıyan eserinde, devleti Tevrat’ta adı geçen büyük bir su canavarına, Leviathan’a benzetmiştir. Hobbes bu düşüncesini Leviathan’da; “Vatandaşları yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermekten engellemenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güven altına almanın yolu, bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir... Toplum içinde yaşayan insanlar birbirlerine ‘ben haklarımdan vazgeçiyorum ve tüm haklarımı bu insana ya da insanlar topluluğuna veriyorum’ demelidirler. Böylece bütün güç ve kudret tek bir insanda toplanır. Bu ‘Devlet’ ya da Latince ‘Civitas’ olarak adlandırılır. Bu büyük Leviathan’ın doğması demektir” sözleriyle ifade etmiştir. Bkz. Aktan, Coşkun Can, “Leviathan: İnsan Haklarının Koruyucusu mu, Yoksa İhlalcisi mi?”, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl 4, Sayı 21, 1998, s. 499. 17 taraflı devrederek kargaşa ve savaşa son verip güvenlik içinde yaşamak istemişlerdir63. Ancak, egemen, bu sözleşmeye taraf olmadığı için, topluma veya insanlara karşı yaptıklarından dolayı sorumlu değildir ve bir hesap vermez64. Hobbesiyan felsefenin en temel savlarından biri, sözleşme ile oluşan egemenin her şeyin üzerinde sınırsız güce sahip olmasıdır. Bu sınırsız yetkinin, halkı temsil eden bir hükümete verilmesi durumunda demokratik hükümet ortaya çıkar. Sözleşmeyle; monarşi, demokrasi ya da bir aristokrasi kurulabilir. Bu anlamda Hobbes, egemenliğin kaynağını halkta görmesi açısından seküler bir yapı öngörmüştür65. Sonuç olarak, Hobbes, devleti, insanların çıkarlarına, rasyonel beklentilerine uygun olduğu için tek tek kendi rızaları ile oluşturdukları bir kurum olarak ele almış ve devletin toplumun irade ve sözleşmesi ile doğduğunu vurgulamıştır. Bu noktada Hobbes “modern devletin resmini çizen ilk düşünür”66 olarak kabul edilebilir. Yaklaşımlarında egemenliğin sınırlandırılamayacağını net bir şekilde vurgulayan Hobbes, bir taraftan da Leviathan’ın devlet sınırları içerisinde barış ve düzeni sağlaması gerektiğini belirterek, devletin meşruiyet kaynağını da oluşturan barış ve güvenliği sağlayamayan tüm yönetimlerin değiştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Diğer bir ifadeyle Hobbes, toplumsal barışı, düzeni, dirliği sağlamada başarısız olması halinde, Leviathan’ın değiştirilebileceğine açık kapı bırakmıştır67. Ancak, Hobbes’un öngördüğü toplumda tek bir irade bulunmaktaydı. Bu da devletin iradesiydi ve sadece kral tarafından dile getirilmekteydi68. Bodin’den Hobbes’a gelinceye kadar, klasik egemenlik teorisinin başlıca temsilcilerinin vurguladıkları nitelikler tarihsel perspektif içinde incelendiğinde, başlıca şu sonuçlarla karşılaşılmaktadır: Bir defa klasik egemenlik anlayışı çağdaş anlamda devletin ortaya çıkışında teorik temel işlevini görmüştür. İkinci olarak, feodalite 63 Hobbes, Thomas, Leviathan, Çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 96; Gökberk, a.g.e., s. 293. 64 Ağaoğulları; Köker, a.g.e., s. 192-195. 65 Arı, a.g.e., 2004, s. 182. 66 Akal, Cemal Bali, Sivil Toplumun Tanrısı, AFA Yayınları, İstanbul 1990, s. 101. 67 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 76-77. 68 Doğan, İlyas, “Avrupa Birliği’ne Giriş Sürecinde Türkiye’de Anayasal Sistem Reformu Bağlamında, Küreselleşme ve Ulusal Egemenlik”, TBMM Anayasa Hukuku 1. Uluslararası Sempozyumu, TBMM Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2003, s. 429. 18 döneminde bölünmüş, ufalanmış ve dağılmış olan iktidarı birleştirmek ve bütünleştirmek suretiyle iktidarın rasyonelleşmesini sağlamıştır69. Nihayet, klasik egemenlik anlayışı uluslaşmaya ve ulus devlete giden yolu açmıştır70. Ancak, Machiavelli’den Bodin ve Hobbes’a uzanan mutlak, sınırlandırılmamış iktidar anlayışına birçok kesimden ciddi eleştiriler getirilmiştir. Bodin ve Hobbes’a ciddi eleştiriler getiren düşünürlerden biri olan Johannes Althusius, egemenliğin asıl kaynağının toplum olduğunu ve egemenin de toplumu temsil etmesi nedeniyle, temsil edenin temsil edilenden daha güçlü olamayacağını ileri sürmüştür. O’na göre devlet egemenliğinin kaynağı, sözleşmeyle bir araya gelen topluluklara dayanmaktadır. Krallığa bağlı topluluklar, kralın yetkisinin sınırlarını belirleme yetkisini ellerinde tutarlar ve bazı yasalarla kralı sınırlayabilirler. Ayrıca, sözleşme, kralın toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir yönetim oluşturulmasını öngördüğünden, yetki gaspı ya da kötü yönetim karşısında, egemenliğin asıl sahibi durumundaki topluluğun, kralı yerinden etme hakkı bulunmaktadır71. Egemenliğin kaynağı ve sınırları konusundaki düşünceleri Hobbes’tan büyük farklılıklar gösteren ve Aydınlanma Çağı öncüleri arasında sayılan John Locke’un politik felsefesi ise, mutlakıyetçiliğe karşı insan özgürlüğü ve insan hakları öğretilerini savunmakla beraber; özgürlükçü ideallerin temelinde bir egemenlik anlayışını temsil eder. Bu çerçevede Locke’un düşüncesinde insanlar, doğa halinde tam bir eşitlik ve özgürlük içinde yaşarlar72. Hobbes ve Althusius’ta olduğu gibi Locke da toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da, 69 Kapani, a.g.e., s. 56-57. 70 Bulut’un da ifade ettiği gibi, bu dönemde Hobbes’un teorisi doğrultusunda egemenliğin toplumdan kaynaklandığı kabul edilse de, egemenliğin sahibi henüz ulus değildir ve kralın şahsında somutlaşmaktadır. Ne var ki, bu mutlak monarşiler devri gerek egemenliğin sahibi ulusu ortaya çıkarmak, gerekse ulus devlete giden yolu aralamak bakımından önemli bir gelişim olmuştur. Nitekim merkezileşmiş iktidar olgusuyla varlık bulan modern devlet, ortak bir kimliği oluşturan ekonomik, siyasal ve kültürel bütünleşmenin toplumda meydana çıkmasına katkı yapmıştır. Bkz. Bulut, Nihat, Feodaliteden Küreselleşmeye Ekonomik İktidar Siyasal İktidar İlişkisi, Seçkin Yayınları, Ankara 2003, s. 89-90. 71 Özdal; Genç, a.g.e., s. 12-14; Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 77. 72 Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1998, s. 154-155. 19 Locke’un, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığı söylenebilir73. Locke’un bakış açısıyla egemen, halka rağmen herhangi bir hak ileri süremez. Locke’a göre devlet, onu kuran toplumun amaçlarının gerçekleşmesinde sadece bir araçtır ve asla mutlak egemenliğe sahip değildir. Doğa kanununun güçlü bir savunucusu olan Locke, egemeni kanun yapmaktan ziyade doğal kanunları uygulamakla görevlendirir. Nitekim Locke, kanunların zaten doğal olarak var olduğunu ve egemenin, bu kanunları sadece keşfederek uygulamakla görevli olduğunu belirtir. Dolayısıyla Locke’un anlayışında yasa, devletten önce zaten vardır ve dolayısıyla egemenlik de bu yasalar ile sınırlandırılmıştır. Locke böylelikle tanrısal egemenlik anlayışına da karşı çıkarak, egemenliğin doğal bir hak olarak algılanmaması gerektiğini ve egemenin otoritesinin geri alınabileceğini ortaya koymuştur74. Locke’un “Hükümet Üzerine İki İnceleme” (Two Treatise on Government) adlı eserinin gerçekleştirmeye çalıştığı da, hükümetin niçin gerekli olduğunu, iktidarın sınırlarının nereye kadar uzanabileceğini ve bu sınırları aşması durumunda onu denetlemek için kimin ne yapacağını açıklamaktır75. Locke’un kuramında siyasal toplum ve siyasal güç bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de rızasına sahip olacaktır. Bu siyasal güç, Locke’un düşüncelerinde önemli bir yeri olan mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunun ortadan kaldırılması düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin rızaya dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması gerekir ki, bunun yolu da kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilmesinden geçmektedir. Locke’a göre bir devlette üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar; yasama, yürütme ve federatif güçlerdir. Bu yaklaşımı 73 Gülsoy, Tevfik, “John Locke’un Siyaset Teorisinin Temel Kavramları ve Yasama Gücü” http://archiv.jura.uni-saarland.de/turkish/TGuelsoy1.html, 04.12.07. 74 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 77-79; Çetin, a.g.m., s. 7-9; Arı, a.g.e., 2004, s. 354; Gülsoy, a.g.m., 03.12.07. 75 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 78. 20 ile Locke, egemenliğin tek elde toplanmasını önlemeye ve egemenliği kuvvetler ayrılığı üzerine oturtmaya çalışmıştır76. Locke, yasama gücünün sınırsız bir iktidar olmadığını çok açık ve kesin olarak ifade etmekle birlikte, yasamanın keyfiliğine karşılık dört sınırlamayı da açıkça belirtmiştir. Bunlar yasamanın; halkın yaşamı ve malı üzerinde dilediği şeyi yapamayacağı, irticalen alınan ihtiyari kararlar ile bir güç kullanamayacağı, insanların izni olmadan onların mülkiyetinin hiçbir parçasını alamayacağı ve yasa yapma gücünü başkasına devredemeyeceğidir77. Locke çalışmalarında, devlet ve toplum arasında keskin bir ayrım yaparak, klasik liberal düşüncenin temel parametrelerini ortaya koymuş ve liberal devlet teorisini geliştirmiştir. Bu çerçevede klasik liberal felsefede yerini bulan, bireyin ön planda olduğu ve devletin sadece düzenleyici yönünün ön plana çıktığı bir egemenlik anlayışı Locke’un politik felsefesinde önemli bir yere sahip olmuştur. Sonuç olarak John Locke, günümüz kuvvetler ayrılığı fikrinin önemini sezen ve temellerini ortaya koyan filozof olmuştur78. Din, ifade ve insan hakları savunucusu söylemleriyle tanınan Voltaire ise, Locke’un politik ve toplumsal görüşlerinden pek çoğunu kabul ederek, bireysel özgürlüğün geliştirilmesini savunmuş ve kilise ile kralın yetkisine karşı çıkmıştır. Bu bağlamda Voltaire, devlet egemenliğinin bireysel özgürlükler çerçevesinde sınırlandırılması gerektiğini ileri sürerken, savaşların mutlakıyetçi yönetimlerin başvurduğu bir politika olduğunu belirtmiştir79. 1748’de yayımlanan “Kanunların Ruhu” (De l’Esprit des Lois) adlı eserinde, Fransız düşünür Montesquieu, kişilerin hak ve hürriyetlere sahip olabilmelerinin ve devlet içinde bunların teminat altına alınabilmesinin yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasıyla mümkün olabileceğini savunmuştur. Montesquieu’nün İngiliz 76 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 77-79; Çetin, a.g.m., s. 7-9; Arı, a.g.e., 2004, s. 354; Gülsoy, a.g.m., 03.12.07. 77 Aydınlı; Ayhan, a.g.m., s. 77-79; Çetin, a.g.m., s. 7-9; Gülsoy, a.g.m., 04.12.07. 78 Akyılmaz, a.g.m., s. 256-267. 79 Arı, a.g.e., 2004, s. 125. 21 rejiminden esinlenerek ortaya koyduğu bu teoride “egemenliği elinde bulunduran halk değil, İngiliz Parlâmentosudur”80. Hobbes ve Locke gibi bir doğal hukukçu olan Jean Jacques Rousseau ise, yukarıda belirtildiği gibi (bkz. s. 8), siyasal toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmış ve teorisinin temelini, milli egemenlik teorisinin kaynağı sayılan “Sosyal Mukavele” (Contrat Social) isimli ünlü eserinde açıklamaya çalıştığı genel irade kavramı üzerine oturtmuştur. Rousseau, insanların aralarında yaptıkları bir sözleşme ile siyasal toplumu kurarken iradelerini birleştirdiklerini, genel iradenin kişilerin iradelerinin birleşmesi ve kaynaşması sonucunda ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Rousseau’ya göre genel irade, kişisel iradelerin toplamından ibaret olmayıp, onlardan ayrı ve onların üstünde, kendine özgü bir varlığı olan kolektif iradedir. O’na göre, egemenlik genel iradenin kullanılmasıdır. Her bireyin özel iradesi vardır ve bu iradelerden oluşan genel irade daima iyiyi, doğruyu gösterir. Egemenlik meşruluğunu bu genel iradeden alır ve yasa biçiminde belirir. Bu egemenliğin dört özelliği ise; devredilmezlik, bölünmezlik, yanılmazlık ve mutlaklıktır. Bunlardan özellikle “devredilmezlik” özelliği, ulus bakımından hayati önemi haizdir. Halk kendi iradesini (genel irade) devrettiği anda halk olmaktan çıkar. Çünkü ulus bu irade ile oluşmaktadır81. Rousseau, Montesquieu’deki kuvvetler ayrılığı ilkesini reddedip, doğrudan demokrasi örneklerinden yola çıkarak kuvvetler birliği sistemini savunmuştur82. Egemenliğin kaynağını halka ve millete dayandıran görüşler83 Fransız ihtilali ile ortaya çıkmıştır. Halk egemenliği teorisi de, esas itibarıyla kaynağını Jean Jacques Rousseau’nun “Sosyal Mukavele” isimli eserinde bulmuştur. Fransız İhtilali’ni gerçekleştirenler, Rousseau’nun milli egemenlik ilkesine dayanarak meclis hükümeti denilen sistemi kurmuşlardır84. İşte bu fikirlerle, ihtilalin önemli simalarından olan ve genellikle Rousseau’dan etkilenen Siéyès ve Mounies gibi yazarların da katkılarıyla 80 Aldıkaçtı, Orhan, “Milli Egemenlik Kavramının Fikri Gelişmesi” Milli Egemenlik Kavramının Fikri Gelişmesi Paneli, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No. 17, Samsun, 1986, s. 15. 81 Rousseau, a.g.e., s. 35; Arı, a.g.e., 2004, s. 125-1126; Gürbüz, Ahmet, a.g.m.. 82 Aldıkaçtı, a.g.m., s. 15-17. 83 Milli egemenlik ile halk egemenliği kavramının birbirinden ayrı olduğu Carrre de Malberg tarafından ileri sürülmüş ve pek çok kamu hukukçusu tarafından kabul görmüştür. Bkz. Özçelik, a.g.e., s. 80. 84 Aldıkaçtı, a.g.m., s. 18. 22 “ulusal egemenlik” kavramı ortaya çıkmıştır85. 1789 Fransız İhtilalinin başlangıcında kabul edilen ulusal egemenlik fikri, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 3’üncü Maddesinde “egemenliğin ulusa ait olduğu ve hiçbir kimse ya da kurulun ulustan gelmeyen bir yetkiyi kullanamayacağı” şeklinde ifadesini bulmuştur. Benzer hüküm 1791 Anayasası’nda da yer almıştır86. Bu dönemde ulusal egemenlik görüşünü savunanlar, egemen iradenin oluşabilmesi için bireyler arasında bazı sınırlamalar yapılabileceğini kabul etmişler, ayrıca egemenliğin kullanımının kısmen bir monarka, bir krala verilebileceğini kabul ederek, milli egemenlik anlayışı içinde dahi monarşik bir yönetimin olabileceğini savunmuşlardır87. Egemenlik anlayışındaki bu gelişmeler Avrupa’da monarşilerin tasfiyesine ve halk/millet iradesine dayanan iktidarların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ayrıca, Egemenlik kavramının dışta “bağımsızlık” olarak yansıması da, devletlerin eşit egemen hukuki varlıklar olarak Dünya sahnesine çıkmaya başlamasına ve saltanatların tasfiye edilerek demokratik düzene geçiş için ilk adımların atılmasına neden olmuştur. 4. AT/AB VE EGEMENLİK KAVRAMI 1789 Fransız İhtilali sonrası yapılan devrimler; sınıf çatışmalarını, burjuvazinin iktidara katılımını ve ulus devlet olgusunun güçlenmesini sağlamış, ihtilal sonrası Avrupa’da egemen olan ve 1848 devrimlerine kadar devam eden Metternich politikaları da, karşı tarafı tümüyle ezme anlayışının yerleşmesine yol açmıştır. Güvenlik anlayışının varlığın korunması ve sürdürülmesi noktasında odaklandığı bu ortamda devletler, güvenliklerini sağlamak için karşılıklı ittifak arayışlarına yönelmişler ve 85 Fransız İhtilali sırasında yaşayan ve onu en fazla etkileyen kişi olarak bilinen Sieyés’in “Üçüncü Devlet Nedir?” (Qu’est-ce que le Tiers État?) adlı eserinde ulus ve temsil ile ilgili görüşlerinin bugüne dek uzanan etkileri bilinmektedir. O’na göre ulus, ortak bir yasa altında yaşayan ve aynı yasa koyucu tarafından temsil edilen kimselerin oluşturduğu bir bütündür ve egemenlik ulustadır. Toplumda her türlü ayrıcalığın ulusa ve ulusun bütünlüğüne zarar verdiğine inanır. Bu nedenle, devrimle oluşacak mecliste yalnızca ulusun temsilcilerinin bulunmasını, her türlü ayrıcalığın bu anlamda reddedilmesini, dolayısıyla da bir ulusal meclisin kurulmasını savunmuştur. Nitekim 1789’da Ulusal Meclis kurulurken, üyelerinin bundan böyle ulusu temsil edecekleri belirtilmiş, bunda Sieyés’in fikirlerinden büyük oranda etkilenilmiştir. Bkz. Gülsoy, a.g.m., 03.12.07; Göze, a.g.e., s. 217-220. 86 Akyılmaz, a.g.m., s. 260-261. 87 Teziç, a.g.m., s. 12-13. 23 19’uncu Yüzyıl, devletlerin savaş ve barış durumlarında genel bir denge arayışına sahne olmuştur88. Yapılan karşılıklı ittifaklar ve denge sağlama çabalarının, devletlerin egemenlik yetkilerinin başlıca tezahürü olarak gördükleri savaş ilan hakkını sık sık kullanmalarına önlem getirememesi üzerine, yeni savaşların çıkmasını önlemek adına devletlerin egemenlik yetkileri üzerinde kısıtlamalar getirebilecek yeni arayışlar içerisine girilmiştir. Nitekim bu çerçevede I’inci Dünya Savaşı’nın ardından Milletler Cemiyeti (MC), MC’nin II’nci Dünya Savaşı’nın çıkmasına engel olamaması üzerine de BM örgütleri kurulmuştur. Üye devletlerin egemenliği temeli üzerine kurulan bu evrensel nitelikli örgütlerin devletlere kimi yükümlülükler getirdiği ve kuruluş amacına uygun olarak kısmen de başarılı olduğu görülmüştür89. 4.1. AT ve Egemenlik Kavramı Evrensel nitelikli bu örgütlerin yanında, aynı amaca hizmet edecek bölgesel örgütlenmeler kurulması için de çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bu çerçevede Avrupa’da entegrasyon çabalarının başlangıcı, 800’lü yıllarda Avrupalı olmayı bütünleşmeye temel fikir sağlaması açısından ilk defa bir araç olarak kullanan ve Avrupa’nın kurucu babası olarak adlandırılan Charlemagne’a90 dayanmaktadır. Ancak, bugünkü AB’nin dayandığı Avrupa Toplulukları, II’nci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmıştır91. Yaşanan iki Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’da, askeri amaçlarla kullanılan kömür ve çelik sektöründe bir ortak pazar oluşturmak suretiyle barış tesis edilmeye çalışılmıştır92. Nitekim bugün AB olarak anılan ve AT hukukuna dayanan yapılanmanın temellerini oluşturan Roma Andlaşması’nın “Giriş” bölümünde, kurucu devletler 88 Dedeoğlu, a.g.e., 2003, s. 24-25. 89 Özdal; Genç, a.g.e., s. 28. 90 Karluk, Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1996, s. 17. 91 Caşın, Mesut Hakkı; Özgöker, Uğur; Çolak, Halil, Küreselleşmenin Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikasına Etkisi-Avrupa Birliği, Nokta Kitap, İstanbul, 2007, s. 202. 92 Avrupa Toplulukları’nı oluşturan; Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) 1952 yılında, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) ise 1958 yılında kurulmuştur. Her üç Topluluğun kurumları, 8 Nisan 1965 tarihinde Brüksel’de imzalanan ve 1 Temmuz 1967 tarihinde yürürlüğe giren “Fusion (Birleşme) Andlaşması” ile birleştirilmiştir. AET’nun adı ise, 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe giren AB Kurucu Andlaşması (ABKA) ile AT olarak değiştirilmiştir. Bkz. Reçber, Kamuran, Avrupa Birliği Mevzuatı, Aktüel Yayınları, İstanbul, 2005, s. 1-5. 24 arasındaki işbirliğinin nedeni “kaynakların bir araya getirilmesi yoluyla barış ve özgürlüğü korumak ve güçlendirmek” olarak gösterilmiştir93. AT, uluslararası hukuk normlarına göre yapılan ve yürürlüğe konulan uluslararası nitelikteki andlaşmalarla tesis edilmişlerdir. Her Topluluğun, birbirlerini tamamlar mahiyette ayrı görev ve yetkileri ile hak ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu nedenle ayrı hukuk kişiliklerine ve Kurucu Andlaşmaları’nda yetkilendirildikleri ölçüde, yetki kullanma yetkisine sahiptirler94. AT’na üye devletler, Avrupa Toplulukları Kurucu Andlaşmaları (ATKA) uyarınca, belirli alanlarda egemen yetkilerini devrederek veya sınırlandırarak tesis ettikleri AT aracılığı ile kendilerine ve vatandaşlarına uygulanabilen bir hukuk normları bütünlüğü yaratmışlardır. Bu hukuk normları bütünlüğü, AT’nı hem devletler hukuku karakterli, hem de yetkilendirilen alanlar itibarıyla uluslarüstü karakterli kılmaktadır95. 4.2. AB ve Egemenlik Kavramı AT üyesi devletler arasındaki ekonomik entegrasyonun büyük ölçüde tamamlanmış olması, Topluluklara üye devletleri, ilişkileri geliştirerek Avrupa bütünleşmesinin derinleştirilmesi ve genişletilmesi suretiyle etkinliğini artırmak için harekete geçirmiştir. Bu çerçevede başlatılan hükümetlerarası konferansların sonucunda, 14-15 Aralık 1991 tarihlerinde Maastricht’te yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesinde alınan kararlar doğrultusunda, 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe giren Maastricht Andlaşması (Avrupa Birliği Kurucu Andlaşması-ABKA) ile AB kurulmuştur96. Maastricht Andlaşması, AT Kurucu Andlaşmaları’nda revizyon yapan bir andlaşmadır. Andlaşma’nın amacı Avrupa bütünleşmesinin daha da ileri bir boyuta taşınmasıdır. Andlaşma’da, ekonomik ve parasal birliğin kurulmasının yanı sıra, eş zamanlı olarak ortak dış politika ve güvenliğe ilişkin hususların da gerçekleştirilmesinin hedeflendiği vurgulanmıştır. AB’nin hukuki kişiliği konusunda açık bir düzenlemenin 93 Dinçkol, Abdullah, “Kopenhag Kriterlerinin Türk Pozitif Hukukuna Etkileri”, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi (www.e-sosder.com), Sayı 10, İstanbul, 2006, s. 29. 94 Reçber, a.g.e., 2005, s. 2-4. 95 Reçber, Kamuran, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Aktüel Yayınları, İstanbul, 2004, s. 86. 96 Özdal; Genç, a.g.e., s. 123-124. 25 bulunmadığı Andlaşma, 1987 yılında Tek Senet’le başlayan kimlik değişimi konusunu hukuki bir zemine oturtmuş ve 1990 yılına kadar Soğuk Savaş koşulları nedeniyle oluşturulamayan siyasi birlik için de bir fırsat olarak algılanmıştır97. AB, Kurucu Andlaşması düzenlemeleri itibarıyla; Avrupa Toplulukları, ortak dış politika, güvenlik ve savunma ile adalet ve içişlerinden teşkil edildiği üç sütun üzerine oturtulmuştur98. Oluşturulan bu yapı içinde, sütunlar arasında karar alma mekanizmaları farklılık gösterse de99 dış politika, güvenlik, adalet, içişleri gibi bir devletin “egemenlik” anlayışının kapsamı ile doğrudan bağlantılı kavram ve konuların AB çatısı altına alınmış olması, AB’nin yetki alanlarını, üye devlet yetki alanlarını potansiyel olarak daraltacak şekilde nasıl genişlettiğinin açık bir göstergesini oluşturmuştur100. Her ne kadar AT ve dolayısıyla AB hukuk düzeni uluslararası ve ulusal hukuk düzenlerine ait kurallardan doğmuş ve devletler arasında birer uluslararası andlaşma ile kurulmuş olsa da, bütünüyle onlardan ve diğer uluslararası organizasyonlardan farklı ve kendine özgü kurumlara sahip olan bağımsız bir hukuk sistemidir. Başka bir ifadeyle AB’nin gerek asli101 gerekse tali102 hukuk kaynakları, iç hukukta da uygulanabilme kabiliyeti olmalarına karşın, iç hukuk ve uluslararası hukuka dâhil olmayan, onlardan tamamen ayrı bir hukuk yapılanmasını ortaya çıkarmışlardır103. Avrupa Topluluklarının yarattığı hukukun beş kaynağı bulunmaktadır. Bunlar; Kurucu Andlaşmalar, Topluluk organlarının yarattığı ikincil mevzuat, Toplulukların taraf olduğu uluslararası andlaşmalar ve üye devletlerarası sözleşmeler, bir Topluluk 97 Reçber, a.g.e., 2005, s. 7; Özdal; Genç, a.g.e., s. 124; Güngörmüş Kona, Gamze, “AB Sınırları ve Genişleme Problemi”, http://strateji.cukurova.edu.tr/AVRUPA/AB%20Sempozyumu.pdf, 10.12.07. 98 Reçber, a.g.e., 2005, s. 6-7. 99 Toplulukların oluşturduğu birinci sütunda karar alma süreci, uluslarüstü bir anlayış temel alınarak “oyçokluğu” esası üzerine oturtulmuştur. İkinci ve üçüncü sütunlarda ise mekanizma “hükümetler arası işbirliği” şeklinde ve “oybirliği” esası üzerinde işlemektedir. İkinci ve üçüncü sütunlarda işletilen bu mekanizmanın sebebi ise, üye devletlerin ortak dış politika, güvenlik ve savunma konularını vazgeçilmez egemenlik sahaları olarak algılamalarıdır. Ayrıca AB Andlaşması’yla birinci sütunda yer alan “oy çokluğu” konularının kapsamı genişletilmiştir. Bkz. Özdal; Genç, a.g.e., s. 32- 35. 100 Arıkan, Ayşe Saadet, “Avrupa İçin Anayasa Andlaşması ve Türkiye: Avrupa Birliği Hukuku ve Ulusal Hukuk İlişkisi”, Anayasa Yargısı Dergisi, 22. Cilt, 2005, s. 77. 101 AB Kurucu Anlaşmaları gibi doğrudan üye devletler tarafından yapılan hukuk kaynaklarıdır. 102 Kararnameler, tüzükler, yönergeler ve tavsiyeler gibi kurucu anlaşmalara dayanılarak AB organları tarafından yapılan hukuk kaynaklarıdır. 103 Hekimoğlu, Mehmet Merdan, “Avrupa Birliği Hukuku ve 1982 Anayasası’na Göre Egemenlik”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, (www.e-sosder.com), Cilt 2, Sayı 6, 2003, s. 35. 26 organı olarak Adalet Divanı’nın yarattığı içtihatlar ve hukukun genel prensipleridir. Tüm bu kaynakların tamamı, “AT Müktesebatı” adında hukuki bir terminoloji ile ifade edilmektedir. Bu nedenle Topluluk hukukuna uyumdan bahsedildiğinde, aslında vurgulanmak istenen Topluluk müktesebatıdır104. Kurucu Andlaşmalarda açık bir hüküm bulunmamasına rağmen, Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) da içtihatlarıyla AB hukuk düzeninin, ulusal ve uluslararası hukuk düzenlerinden tamamen ayrı, bağımsız bir hukuk düzeni olduğuna ve Anayasa hükümleri de dâhil olmak üzere bütün iç hukuk kurallarının, nitelikleri ve sıraları ne olursa olsun, üstünde yer aldığına karar vermiştir105. Divan bu konuda, ATKA’nın “sadakat ve işbirliği” maddesi olarak da nitelenen 10’uncu Maddesine106 sık sık atıfta bulunmaktadır107. ATAD tarafından 1960’lı yıllardan itibaren geliştirilen bu içtihat çerçevesinde, Kurucu Andlaşmalar ve ikincil mevzuat ile Divan kararları kendine özgü bir hukuk düzeni yaratmıştır. Bu hukuk düzeni içerisinde yaratılan tüzük ve direktifler gibi ikincil mevzuatın bir kısmı ulusal yargı, yasama ve yürütme organını bağlayıcı niteliktedir. Bu çerçevede doğrudan etkili bir Topluluk normu ulusal anayasa dâhil ulusal hukuktan üstündür ve öncelikle uygulanır. Bu öncelikte zaman önemli değildir108. 104 Arıkan, a.g.m., s. 79. AT hukuk sisteminin ana ve yardımcı kaynakları ile ilgili bir tasnif için ayrıca bkz. Genç, Mehmet, Avrupa Topluluklarının Kurumsal ve Hukuksal Yapısı, Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa, 1993, s. 210. 105 Avrupa Adalet Divanı’nın 15 Temmuz 1964 Costa ./. ENEL Rs 6/64, Slg 1964, 1141, Rz 8 Sayılı Kararında şöyle denilmektedir : “… AET üye devletlerin hukuk düzenleri içinde yerini almış ve ulusal mahkemeler tarafından uygulanması gereken şekilde kendi hukuk düzenini yaratmıştır. Üye devletler böylece kendi egemenlik haklarını sınırlamış, kendileri ve yurttaşları için bağlayıcı bir hukuk düzeni oluşturmuştur. Bunun sonucunda da kurucu sözleşmelerin lafı ve ruhu karşılıklı olarak kabul edilmiş bir hukuk düzenini tek taraflı uygulamalarla bertaraf etmeleri imkânsızdır. Sözleşmenin özerk yapısında oluşan bu hukuki hükümler ulusal hükümlerin önündedir”. Bkz. Aksoy, Murat Uğur, “Avrupa Hukuku Açısından Türk Vatandaşlarına uygulanan Vize Alma Mecburiyetinin Değerlendirilmesi Raporu”, Duesseldorf, 2007, http://www.ikv.org.tr/pdfs/murataksoy-15kasim07. pdf, 11.12.07. 106 AT Kurucu Andlaşması 10’uncu Maddesi: “Üye Devletler, bu Andlaşma’dan veya Topluluk kurumlarının tasarruflarından doğan yükümlülüklerinin yerine getirilmesini sağlayacak genel ve özel nitelikteki tüm önlemleri alırlar. Üye Devletler, Topluluğun görevini yerine getirmesini kolaylaştırırlar. Üye Devletler, bu Andlaşma’nın amaçlarının gerçekleşmesini tehlikeye sokabilecek nitelikteki tüm girişimlerden kaçınırlar” hükmünü amirdir. 107 Arıkan, a.g.m., s. 81. 108 Arıkan, a.g.m., s. 80-81. 27 Ayrıca, AB ile ulusal devletler arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için çeşitli konularda faaliyette bulunan Avrupa Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi, Avrupa Parlamentosu (AP), ATAD gibi organların, kurucu anlaşmalarla yetkilendirildikleri konularda tesis ettikleri kararlar da, kural dışılıklar saklı kalmak kaydıyla, genellikle üye devletleri hukuken bağlayıcı bir nitelik taşımakta ve üye devletlerin ulusal organlarınca verilen kararlar karşısında uygulama yönünden öncelik hakkına sahip olmaktadır. Böylece ortak parlamento, ortak yasama, yürütme ve yargı organları eliyle, temelde bir ulus devlete ait olması gereken organlar ve bunlara ait devlet işlevleri kısmen uluslarüstü bir yapının parçaları haline gelmekte ve bu yapı içinde belirli boyutlarda birer alt birim haline dönüşen ulus devletler geniş bir egemenlik sahasını uluslarüstü üst oluşuma aktarmaktadırlar109. Bugün sayıları yirmi yediye ulaşmış olan AB devletleri anayasalarının en belirgin özelliği, AB, dolayısıyla Topluluklar lehine egemenlik haklarından vazgeçmeyi kabul etmiş olmalarıdır. Uluslarüstü hukuk düzeninin sağlanabilmesi için Topluluğa üye devletler, üye olmadan önce ya da sonra, anayasalarında yer alan “egemenliğin ulusa ait olduğu” iddiasından vazgeçmişler110 ve giderek egemenliğin bir bölümünü Topluluğa taşıyan yeni bir yaklaşımı benimseyerek, anayasalarını AT hukuku ile uyumlu olacak şekilde değiştirmişlerdir111. Avrupa egemenliğinin doğuşu ise değişik kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede Avrupa Toplulukları’na egemenlik devrinden yani terkinden, egemenlik haklarının kullanılmasının devrinden, egemenlik hakkının kullanılmasından feragatten, AT lehine egemenlik sınırlamasından söz edildiği gibi anayasal yetkilerin devrinden, egemenlik yetkilerinin ortak olarak kullanımından ve yetki paylaşımından da söz edilmektedir112. 109 Hekimoğlu, a.g.m., s. 36-37. 110 Avrupa Toplulukları üyesi bazı devletlerin egemenlik devri konusunda yaptıkları düzenlemeler için bkz. Reçber, a.g.e., 2004, s. 158-166; İnceoğlu, Sibel, “Türkiye: AB’nin Yetkileri Karşısında Nasıl Bir Egemenlik Anlayışı”, Anayasa Yargısı Dergisi, 22. Cilt, 2005, s. 216-230; Özdal; Genç, a.g.e., s. 38-42. 111 Kutlu, Merih, “Ankara Kriterleri ve Avrupa Birliği: Ülke Bilgileri, Anayasalar ve İnsan Hakları Raporları ile”, http://www.turkab.net/ab/wkmerih03.htm, 11.12.07. 112 Arsava, Ayşe Füsun, “Avrupa Egemenliğinin Dayanak ve Sınırları” ATAUM Bülten, Yıl 1, Sayı 3, 2001, s. 2. 28 5. TÜRKİYE’DE ULUSAL EGEMENLİK KAVRAMININ GELİŞİMİ VE EGEMENLİK YETKİLERİNİN AT’NA DEVRİ SORUNU 5.1. Türkiye’de Ulusal Egemenlik Kavramının Gelişimi Avrupa Toplulukları’na ve dolayısıyla da AB’ne üye adaylığı ve müzakere sürecinde, üzerinde en çok tartışılan konu ulusal egemenlik yetkilerinin sınırlandırılması veya devri konusunda yaşanmıştır. Bu tartışmalara değinmeden önce, Türkiye’de ulusal egemenlik kavramının gelişme sürecine değinmek uygun olacaktır. İslam öncesi ve sonrası Türk Devletleri’nde güçlü bir merkeziyetçi yapı vardır. Türklerin İslam öncesi egemenlik düşüncesinde egemenliğin kaynağı ilâhidir113. Devletin varlığı, egemenliğin varlığına bağlıdır. Türk İllerinde egemenliğin sahibi han, beyler ve halktır. Diğer bir ifadeyle egemenlik, kaynağı tek olmasına karşın bölünebilir bir özelliğe sahiptir114. İslam’a göre egemenliğin sahibi ise Allah’tır. Ancak egemenlik insanlar vasıtasıyla halifeye tevdii edilir. Halifenin seçimi, iktidara getirilmesi, iktidarı kötüye kullanması halinde bunun geri alınması yetkisi de İslam toplumunda, yani halktadır115. İslamiyet’in Türkler tarafından kabulünden sonra Türk egemenlik anlayışı ile İslam’ın egemenlik anlayışı bağdaştırılarak bir senteze ulaştırılmış, bu sentez sonucu ulaşılan yeni egemenlik anlayışı ise Fatih Sultan Mehmet zamanında daha kesin bir çizgiye oturtularak merkeziyetçi, güçlü ve mutlak yetkili Osmanlı Padişahı tipinin sembolü olmuştur116. Avrupa’da Fransız İhtilali’nin yarattığı etkiler, egemenlik ilkesinin gelişmesi ve demokrasi fikrinin yayılması Osmanlı İmparatorluğu’nda da bir takım ıslahat hareketlerinin başlamasına yol açmış, bu kapsamda hazırlanan 1808’deki Sened-i İttifak, 1839’daki Tanzimat Fermanı ve 1856’daki Islahat Fermanları ciddi anlamda 113 Köni, a.g.m., s. 37. 114 Akyılmaz, a.g.m., s. 263. 115 Cin, Halil, a.g.m., s. 3. 116 Kodaman, a.g.m., s. 28-29. 29 uygulanma imkânı bulamasa da, mutlak egemenliği dengelemeye çalışan belgeler olarak tarihe geçmiştir117. Fatih Sultan Mehmet’le başlayan ve babadan oğula geçen egemenlik anlayışına, önce 1876 Anayasası (Kanun-u Esasi),118 ardından da, 1908 yılında ilan edilen II’nci Meşrutiyet Döneminde119 değiştirilen ve yeniden ilan edilen Anayasa ile son verilmek istenmişse de başarılı olunamamıştır. Ulusal egemenlik kavramı, “Ya İstiklal, Ya Ölüm” parolası ile başlatılan Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, ilk olarak 1919 yılında, Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözleriyle dile getirilmiştir. Milli Mücadele süresince Türk Ulusu’nun birlik ve bütünlüğüne manevi temel teşkil eden ulusal egemenlik anlayışı, Türk Ulusu’nun özelliklerini gayet iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk tarafından bir bütün olarak ele alınan liberal ve tarihi milliyetçiliğin üzerine kurulmuştur120. 117 Aldıkaçtı, a.g.m., s. 19. 118 1876 Anayasası, Halife Padişahın kişiliğini kutsal ve dokunulmaz kabul etmiş, kamu kudretini padişahta toplayarak, yetkilerini anayasal zemine oturtmuş, dolayısıyla yetkisini sınırlamak yerine pekiştirmiştir. Devletin dini niteliğinde de herhangi bir değişikliğin yapılmadığı Kanun-u Esasi’de, yürütme padişahın otoritesine tâbi kılınmış, yine padişahın seçtiği üyelerden oluşan Heyet-i Ayan ile halkın seçtiği üyelerden oluşan Heyet-i Mebusan’dan oluşan Meclis-i Umumi’yi toplantıya çağırma ve feshetme yetkisi de Padişah’a tanınmıştır. Meclis üyeleri, padişahın izniyle yasa teklif edebilmekte, Meclislerin kabul ettiği tasarıların yasa halini alabilmesi için de padişahın onayı gerekmektedir. Meclisin kabul ettiği metnin yasa olarak değil tasarı olarak kabulü, Kanun-u Esasi’nin Padişaha yasama yetkisini de verdiğine işaret etmektedir. Yetkileri kısıtlı olmasına rağmen ilk meclis ve ilk anayasa, demokratik düzenin temel taşları olmaları, siyasal gelişmeleri hareketlendirmeleri bakımından önem taşımaktadır. İlk meclis 13 Şubat 1878 tarihinde ll’nci Abdülhamit tarafından kapatılmıştır. 119 1876 Anayasası'nın askıya alınmasından sonra giderek güçlenen ve yayılan fikir akımları, 1908 yılında Anayasanın yeniden ilanı ve meclisin yeniden toplanmasıyla sonuçlanmış ve ll’nci Meşrutiyet olarak adlandırılan süreç başlamıştır. Bazı hukukçuların 1909 Anayasası olarak da adlandırdığı Anayasa değişikliği ile parlamenter demokratik sisteme geçilmiş, padişahın yetkileri kısıtlanmış, padişahın kararlarında sadrazam ve ilgili nazırın imzasının bulunması esası getirilmiştir. Padişah, günümüzün parlamenter rejimlerindeki sorumsuz ve yetkisiz devlet başkanı statüsüne sokulmuştur. Meclisin ikili yapısı korunmuş ve gerçek yetkilerine kavuşturulmuştur. Artık, yasa yapma yetkisi Meclisindir. Ayrıca hükümetin Meclise karşı sorumlu olduğu ilkesi kabul edilmiştir. Padişah, sadece önüne gelen yasaları bir kez daha görüşülmek üzere Meclise gönderme yetkisine sahip kılınmıştır. Temel hak ve özgürlükler alanında da değişiklikler yapılarak, kişi özgürlüğü güvence altına alınmış, basında sansür yasaklanmış, haberleşmenin gizliliği ve toplanma özgürlüğü kabul edilmiştir. 1908 değişiklikleriyle, çok partili demokratik rejime geçişin ilk adımları da atılmıştır. Ancak, Anayasanın ilanıyla gelen hürriyetçi ortam yapılan seçimlerde iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Partisi'nin muhalefete tahammül edemeyen tavrı nedeniyle kısa süre sonra kargaşaya dönüşmüş, egemenlik ulusa mal edilememiş ve İmparatorluk yıkılış sürecine girmiştir. 120 Kodaman, a.g.m., s. 30. 30 Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğuna dair anayasal hüküm ise, ancak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1’inci Maddesi ile resmi bir nitelik kazanabilmiştir. Daha sonra, Cumhuriyet döneminde kabul edilen ilk anayasa olarak da kabul edilen 1924 Anayasası ile 1961 ve 1982 Anayasalarında da yer alan ulusal egemenlik ilkesi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” şeklinde hükümselleşmiştir. Bu anayasalardan 1921 ve 1924 Anayasaları, ulusu temsil eden kurum olan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından tartışılarak kabul edilmiş ve egemenliğin kullanımını TBMM’ne vermiş olmaları hasebiyle, kendilerinden önceki ve sonraki anayasalardan ayrılmaktadır121. 1961 ve 1982 Anayasalarında ise kuvvetler ayrımı ilkeleri kabul edilmiş ve ulusal egemenliğin yasama, yürütme ve yargı organı vasıtasıyla kullanılacağı hükümselleştirilmiştir. Böylece egemenlik yetkilerinin hem bölüşülmüş olduğu (erkler ayrılığı), hem de Anayasayla hukuki sınırları belirlenmiş bir yetki kullanımı olduğu (hukuk devleti) vurgulanmıştır122. Bu son unsur, 1982 Anayasası’nın 6’ncı Madde123 3’üncü Fıkrasında yer alan “egemenliğin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz, hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” hükmüyle tekrar vurgulanmıştır124. Bu vurgu, Türk Ulusu’na ait olan egemenlik yetkisini, 1982 Anayasası’nın 7, 8 ve 9’uncu Maddelerinde125 belirtilen kişi ve organlar dışındaki hiçbir kişi veya organın kullanamayacağı konusundaki sınırlılığı açık bir şekilde ortaya koymaktadır126. 121 Gözler, a.g.e., s. 97-98; Akyılmaz, a.g.m., s. 266; Özdal; Genç, a.g.e., s. 43-44. 122 Gözler, a.g.e., s. 98-99. 123 1982 Anayasası’nın Egemenlik Başlıklı 6’ncı Madde 1’inci Fıkrası “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir”; 2’nci Fıkrası “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır”; 3’üncü Fıkrası “Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükümlerini amirdir. 124 İnceoğlu, a.g.m., s. 216-230. 125 1982 Anayasası’nın Yasama Yetkisi Başlıklı 7’nci Maddesi “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez”; Yürütme Yetkisi ve Görevi Başlıklı 8’inci Maddesi “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” ve Yargı Yetkisi Başlıklı 9’uncu Maddesi “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” hükümlerini amirdir. 126 Gözler, a.g.e., s. 100-102. 31 5.2. Egemenlik Yetkilerinin AT’na Devri Sorunu 1982 Anayasası, egemenlik yetkilerinin kimler ve hangi organlar tarafından kullanılacağı ve bunlar dışında hiçbir kişi veya organın bu yetkileri kullanamayacağı hükmünü açıkça ortaya koymuş ve egemenlik devrine kapıları tamamen kapatmıştır. Ancak bu yapının, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin, tamamen olmasa da ulus devletin tekelinden alınmasını öngören Topluluk mevzuatıyla uyuşmadığı da ortadadır127. Bu yüzden Türkiye’nin, Avrupa Toplulukları’na veya AB’ne tam üyelik için Anayasa’da bazı değişiklikler yapmak zorunda olduğu ifade edilmektedir. Anayasa değişikliğini gerektiren konuların başında ise ulusal egemenlik yetkilerinin kullanılmasına ilişkin düzenlemeler gelmektedir. Avrupa egemenliğinin doğuşunun değişik kavramlarla açıklanmaya çalışıldığına yukarıda değinilmişti. Bu kavramların yanı sıra AT’nın yetkilerinin ulusal menşeli olmayıp, Topluluklar için kendine özgü olarak yaratıldığı görüşü de ileri sürülmektedir. AT’nın kullandığı egemenlik yetkilerini açıklamak için hangi kavram seçilirse seçilsin, sonuç olarak ulusal anayasalarda egemenlik yetkilerinin kullanımına ilişkin düzenlemelerde, AT’nın egemenlik yetkisi kullanmasını temin eden değişiklikler yapılması gerekmektedir128. Nitekim ulusal egemenlik yetkilerinin, yetki verilen alanlarda AT tarafından kullanılması konusu Topluluğa üye devletler tarafından da gündeme getirilmiş ve netice itibarıyla Topluluk hukukunun önceliği konusunda uzlaşma sağlanmıştır129. 1982 Anayasası’nın 6’ncı Maddesine göre ulusal egemenlik yetkisi, Türk Ulusu tarafından, Anayasa’nın koyduğu esaslara uygun olarak yetkili kılınan organlar eliyle kullanılır. Bu anlayış içerinde yasama yetkisi, 7’nci Maddeye göre, TBMM’ne verilmiştir. Oysa ATKA’na göre, entegre edilen alanlarda (Ortak tarım, ortak ulaştırma, ortak dış ticaret politikası gibi) ulusal yetkiler Topluluk organları tarafından kullanılmakta, entegre edilmeyen ama koordine edilen kimi alanlarda (sosyal politika, 127 Hekimoğlu, a.g.m., s. 33. 128 Arsava, Ayşe Füsun, “Geleceğin AB Üyesi Olarak Türkiye-Egemenlik Haklarının Devri Sorunu”, Türkiye’de Anayasa Reformu, Prensipler ve Sonuçlar, Konrad Adenauer Vakfı Yayınları, Ankara, 2001, s. 71-83. 129 Başlar, Kemal, “Avrupa Birliği’ne Katılım Sürecinde Türk Anayasası’nın Uyumlaştırılması Sorunu”, http://www.abgm.adalet.gov.tr/kbaslar.pdf, 13.12.07. 32 vergi politikası gibi) ise Topluluk Hukuku’na uyum mükellefiyeti çerçevesinde Ulusal Hukukta Topluluk Hukuku’na uygun olarak değişikliklere gidilmektedir. Ulusal egemenlik alanında münhasır bir yasama yetkisini haiz olan TBMM’nin, AT’na tam üyelik durumunda, Topluluğa entegre edilen alanlarda yasama yetkisini kullanmaktan feragat etmesi, Topluluk alanında koordine edilen konularda ise, yasama yetkisini Topluluk Hukuku’nun gereklerine göre kullanması gerekecektir. Yasama yetkisi bakımından varılan bu sonuç, yargı ve yürütme yetkisinin kullanılması bakımından da geçerlidir130. 1982 Anayasası’nda Egemenlik yetkilerinin uluslararası kuruluşlara devri konusu hiyerarşik olarak düzenlenmemiştir. Egemenlik yetkilerinin dış ilişkilerde kullanılması, 22 Mayıs 2004 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 1982 Anayasası’nın kimi düzenlemelerini değiştiren 5170 Sayılı Yasa ile Anayasa’nın 90 ve 104’üncü Maddelerinde düzenlenmiştir. Bu maddelerde uluslararası anlaşmaları akdetme yetkisi, yasama ve yürütme organları arasında paylaştırılmıştır. Anayasa’nın 90’ıncı Maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve uluslararası kuruluşlarla yapılacak anlaşmaların onaylanması, TBMM’nin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Bu hüküm egemenlik yetkilerinin kullanılmasını düzenleyen 6, 7, 8 ve 9’uncu Madde hükümleri çerçevesinde yorumlandığı takdirde, egemenlik yetkilerinin ulusal organlar arasında devredilmesini dahi kabul etmeyen bir anayasa hukuku sistemi çerçevesinde, Anayasa’nın 90’ıncı Maddesine istinaden uluslararası kuruluşlara egemenlik haklarının devrini öngören anlaşmaların onaylanmasının uygun bulunmasının imkânsız olduğu sonucu doğmaktadır131. ATAD, Topluluk Hukuku’nun yorumlanmasında ve uygulanmasında hukuku korumakla yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiştir. ATAD kararlarının, ulusal yargıç bakımından bağlayıcı olması ise, Topluluk Hukuku’na aykırı ulusal hukukun uygulanmamasını öngören içtihadı nedeniyle büyük bir önem kazanmıştır. Ulusal mahkemeler bu içtihada göre, anayasa mahkemesine başvurmaya gerek kalmaksızın 130 Arsava, a.g.m., s. 71-83; Reçber, a.g.e., 2004, s. 171-172; Yüzbaşıoğlu, Necmi, “Türk Anayasası’nın Avrupa Anayasası’na Uyum Sorunu Üzerine Bir Değerlendirme”, Anayasa Yargısı Dergisi, 22. Cilt, 2005, s. 342-349; Başlar, a.g.m.. 131 Arsava, a.g.m., s. 71-83; Reçber, a.g.e., 2004, s. 172-176; Özdal; Genç, a.g.e., s. 49-51. 33 Topluluk Hukuku’na aykırı ulusal kanunu uygulamamakla yükümlüdür. Ulusal mahkemelerin verecekleri kararlarda, ulusal yargı sisteminin dışında yer alan bir mahkemenin kararlarını esas almaları ve Topluluk Hukuku’na aykırılık teşkil eden ulusal kanunları uygulamamaları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na tamamen yabancıdır. Çünkü Anayasanın 148’inci Maddesi, ulusal kanunların geçerliliği konusunda karar verme yetkisini münhasıran Anayasa Mahkemesi’ne vermiştir. Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmeyen bir kanun uygulanmak zorundadır. Anayasa hükümleri, Anayasa’nın 11’inci Maddesine göre yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişiler