Uluslararası Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri Sempozyumu (1-3 Kasım 2019, Bursa) Dilek Öz Arş. Gör., Uşak Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Tasavvuf Ana Bilim Dalı Uşak/Türkiye dilek.oz@usak.edu.tr http://orcid.org/0000-0001-7141-0523 Büşra Canbaz Arş. Gör., Giresun Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Tasavvuf Ana Bilim Dalı Bursa/ Türkiye akcay_busra@hotmail.com http://orcid.org/0000-0002-9451-4111 Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti olan ve fethi sırasında sûfîlerin önemli rol oynadığı Bursa, 1-3 Kasım 2019 tarihleri arasında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve İSAV işbirliğinde düzenlenen Uluslararası Tarihten Günümüze Sûfî- Siyaset İlişkileri Sempozyumu’na ev sahipliği yaptı. Sempozyumda Türkiye’deki ilim adamlarının yanı sıra Ürdün, Mısır, İran, Pakistan, Irak ve ABD’den iştirak eden tasavvuf araştırmacılarının katılımıyla yedi oturumda yirmi üç bildiri su- nuldu. İlk iki gün sempozyum bildirilerine yer verilirken, son gün değerlendi- rilme oturumu gerçekleştirildi. Sûfî-siyaset ilişkileri tasavvuf tarihinin önemli meselelerinden biridir. Sem- pozyumda sûfî-siyaset ilişkileri hem ilk zâhidler, klasik dönem İslam toplumu, Osmanlı imparatorluğu ve Cumhuriyet gibi çeşitli dönemler açısından ele alın- mış, hem de İbnü’l-Arabî ve İsmâil Hakkı Bursevî gibi tasavvuf büyüklerinin gö- rüşleri üzerinden değerlendirilmiştir. Bununla birlikte sûfî-siyaset ilişkilerini et- kileyen unsurlara dikkat çekilerek meselenin daha iyi anlaşılır olması sağlanmış- tır. Geliş Tarihi/Received Date: 14.05.2020 Kabul Tarihi/Accepted Date: 29.05.2020 Bilimsel Toplantı Değerlendirmesi/Symposıum-Conference Revıews Atıf/Citation: Öz, Dilek – Canbaz, Büşra “Uluslararası Tarihten Günümüze Sûfî-Siyaset İlişkileri Sempozyumu (1-3 Kasım 2019, Bursa)”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020), 379-386. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) 380 ▪ Dilek Öz – Büşra Canbaz Sempozyumun Prof. Dr. Bilal Kemikli başkanlığında gerçekleşen I. Oturu- munda dört bildiriye yer verildi. İlk olarak Abdullah Karahan “Sûfîlerin Siyaset Anlayışında ve Siyasetle İlişkilerinde Hadislerin Rolü” isimli bildirisiyle söz aldı. Karahan sûfîlerin tüm yaşantısında olduğu gibi, siyasetle olan ilişkilerinde de ha- dislerin belirleyici olduğunu belirtti. Devlet adamlarına nasihat, devlete yönelik çatışma, kayıtsızlık gibi farklı sûfî-siyaset ilişki türlerinden bahseden Karahan, sûfîlerin siyasetle ilişkilerinin dayanağında çeşitli rivayetlerin bulunduğunu ifade etti. Hacı Bayram Başer ise klasik dönem İslam toplumunda sûfî ve siyaset konusunu şu üç soru etrafında değerlendirdi; (i) Zühd tavrı, siyasî protesto bi- çimlerinden biri olarak görülebilir mi? (ii) Tasavvuf-siyaset ilişkilerinin “Ab- basîlerin genel din politikaları” içerisindeki yeri nedir? (iii) Siyasî baskıların sûfîleri politik ve entelektüel açıdan “pasif” bir zümreye dönüştürdüğü ya da ta- savvufî dilin değişimine neden olduğu öne sürülebilir mi? Hicri II. asrın ikinci yarısı ve III. asrın ilk çeyreğine kadar sûfîlerin devlet idaresinde görev almamak ve yöneticilerden yana dünyevî bir menfaatten yararlanmamak şeklinde ifade edilebilecek iki prensip güttüğünü ve ahlakî sapmalardan ötürü birtakım sûfîle- rin şehirleri terk ettiklerini aktaran Başer, zahidlere göre toplumsal düzenin bo- zulmasının nedeninin yöneticilerin ahlakî ilkelere riayet etmemeleri olduğunu belirtti. Başer, zahidlerin nasihat verme kabilinden bir iletişim hariç idarecilerle irtibat kurmamayı prensip kabul ettiklerini söyleyerek, bu yönüyle zühd tutu- munun prostest bir yanı da olduğunu dile getirdi. Mihne’nin sona erdiği döne- min (h. 237) sûfî-siyaset ilişkisinin ikinci evresini tespit için önemli olduğunu vurgulayan Başer, bu dönemden sonra sûfîler arasında belirgin ayrışma oldu- ğunu; muhalif tavırdaki sûfîlerin yanısıra metinlerden anlaşıldığı üzere kurucu sûfîlerin istisnalar haricinde siyasî otoriteye karşı nötr bir tutum sergilediklerini kaydetti. Bu çerçevede sûfîlere yönelik baskılar açısından önemli bir kırılma noktası olarak tanımladığı Gulâmu Halil olayı ve Hallâc-ı Mansûr’un idamı gibi örneklere temas eden Başer, yaşanan bu hadiselere rağmen tasavvufun yaygın- laşmasında bir gerileme görülmediği tesbitinin imkanına değindi. Bununla bera- ber sûfîlerin siyasî anlamda pasif değil aksine politik duruşlarından ödün verme- yen entellektüel bir aksiyonerliğe sahip olduklarını ifade ederek bildirisini ta- mamladı. Zafer Erginli “İlk Zâhidlerin Siyasetle İlişki Biçimlerinin Tasnifi Mümkün mü- dür?” bildirisine spot bir cümle olarak tanımladığı “Sûfîler ile siyaset arasında nasıl bir ilişki olabilir?” sorusuyla giriş yaptı. Zahidler denildiğinde sadece tasav- vufun öncüleri değil; Hâricî, Şiî, Mu‘tezilî zahidleri de kapsadığını dikkat çekerek ilk zahidleri, Hz. Ali taraftarları ve Sıffin’e katılanlar olarak niteledi. Erginli, ilk dönem zühd-siyaset ilişkilerini tasnif için bazı parametlerin belirlenmesinin ge- rekliliğine değinerek; bu parametrelerde daralıp-genişlemeye bağlı olarak birta- kım değişikliklerin olabileceğini zikretti. Zafer Erginli’in değerlendirmelerine göre zahidler, devletin gerekliliği noktasında hemfikir bir tutum içindedir. Za- hidlerin siyasete karşı yakın ya da uzak olma ve taraf ya da karşı olma şeklinde Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) Kitap ve Bilimsel Toplantı Değerlendirmeleri ▪ 381 iki tavrı vardır. Devletle karşı karşıya gelmemeye çalışan zahidler, genelde ribat- larda yaşamaktadır. Ayrıca cihada katılarak fetihlere katkı da sağlamaktadırlar. İktidarın faaliyetlerini tenkit eden zahidler olduğu gibi tavır koyan zahidler de vardır. Bu tasnifi aktaran Erginli genel itibariyle zâhidlerle siyaset arasındaki ilişkinin zamanla gerileyerek ivme kaybettiği sonucuna dikkat çekti. Bu oturumun son bildirisini Hitit Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden Zekeriya Işık sundu. Osmanlı İmparatorluğu dönemi devlet-tarikat ilişkilerine yaklaşımı ele alan Işık, Osmanlı’da toplum-tarikat ya da birey-tarikat şeklinde çok fazla araştırmanın yapıldığını ancak araştırmaların sübjektif, mani- pülatif, indirgemeci, dönemsel farklılıkları gözetmeyen genellemeci ve duygu- sallıktan ötürü bilimsellikten uzak olduklarına dikkat çekti. Osmanlı’da tarikat- ların seyrini, kuruluş-uzlaşma dönemi, tarikatın sistemleşmesi-devletleşme dö- nemi ve tarikatın izolesi-tasfiye dönemi şeklinde tasnif eden Işık, 16-18. yy. ara- sının tekke ve zaviyelerin çok fazla yaygınlaştığı; ancak tekkelerin içeriği boşal- tılarak devlete adapte edildiği bir dönem olduğunu belirtti. Ayrıca Bayramî Me- lamîleri ve Gülşenîlerle yaşanılan sorunların şeriat-tarikat ilişkisi için önemli unsurlar taşıdığını ifade ederek “Şeyhler ve Şahlar” isimli kitabına atıfta bu- lundu. Sempozyumun sûfî-siyaset ilişkilerinin Ekberî ekol ışığında değerlendirildiği II. oturumunun ilk tebliğini “İbnü’l-Arabî’ye Göre Velâyet-Nübüvvet Bağlamında Tasavvuf-Siyaset İlişkisi: Mânevî Otorite ve Maddî iktidar” isimli bildirisiyle Ab- dullah Kartal gerçekleştirdi. Kartal, İbnü’l-Arabî’yi daha iyi anlayabilmek için öncelikle onun ilkelerini kısaca açıkladı ve velâyet ile siyasi gücün ilişkisini İbnü’l-Arabî’nin merâtib görüşüyle değerlendirdi. İbnü’l-Arabî’den hareketle halifeyi ilâhî hükümranlığı izhar eden kişi olarak tanımlayan Kartal, bâtın-zâhir ya da velâyet-nübüvvet ayrımının genel mânâda hilafetle ilgilisine; bu kavram- ların bir sonucu olarak âlem ve insanın yönetiminin de birbirinden ayrı ancak irtibatlı olduğuna dikkat çekti. Yine bu ayrımın zâhirî halife-yöneticiler ve bâtınî halife-ricâlü’l-gayb olmak üzere iki yönetim biçimini ortaya çıkardığını söyledi. Velâyet ve nübüvvetin farkına değinirken Şiî düşünceye temas eden Kartal, Şîa’da siyasî ve mânevî otoritenin tek imamda tezahür ederken tasavvufî anla- yışta böyle olmadığını; İbnü’l-Arabî’ye göre her gerçekliğin kendi yetki alanında hüküm sahibi olduğunu ifade etti. Oturumun ikinci sunumu Ürdün’den programa katılan ve İbnü’l-Arabî uz- manı olan Laila Khalifa’ya aitti. Khalifa, “siyaset ilk önce halife içindir” diyerek kişinin kendi nefsini yönettiği taktirde insanları yönetebileceğini ifade etti. Di- nin ikamesi için İbnü’l-Arabî’nin çok kapılı bir yapı olarak tanımladığı hikmete dayalı siyasetin gerekliliğini vurgulayan Khalifa, bir idarecide bulunması gere- ken özelliklere temas etti. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) 382 ▪ Dilek Öz – Büşra Canbaz Singapur’dan gelen Muhammad Khairudin Aljunied’in tebliği “Malay Dünya- sında Sûfîler ve Siyasetçiler” başlığını taşıyordu. Sûfîlerin her zaman siyasete da- hil olduklarını ifade eden Aljunied, içerisinde sûfîlerin de yer aldığı Güneydoğu Asya’daki metafiziksel siyaset, reformist siyaset ve her ikisini de içeren siyaset olmak üzere üç ayrı siyaset türüne dair açıklamalar yaptı. Sûfîlerin Malezya’da Hindu ve Budist olarak da tezahür ettiğini söyleyen Aljunied, sûfîlerin İslam’ı yaymak için sanat, müzik, şiir, kültürel ve popülist hareketlerden yararlandığını zikrederek sûfîlerin reformla İslam’ı geliştirip şeriatı yaydıklarını ifade etti. Ne- tice itibariyle konuyu daha anlaşılır kılmak için meseleye geniş bir çerçeveden bakılması gerektiğini vurguladı. Tarek Mohamed el-Morsy Hussein ise Mısır’daki tasavvufî hareketler hak- kında değerlendirmelerde bulunarak 2011 ve 2013 darbeleri sonrası tasavvufun siyasî rolüne temas etti. Yakın geçmişten örnekler vererek geleneksel tasavvuf, emirlikler tasavvufu ve modern-Batılı tasavvuf gibi birtakım terkipler kullandı. Aynı oturumda, İran’dan gelen Nasrollah Pourjavady ise Sünnî-Şiî çatışmalarına değinerek Şah İsmail vakası üzerinden Safevî dönemindeki sûfîlerin durumunu ve Anadolu’ya göç etme nedenlerini değerlendirdi. Necdet Tosun, Nakşîbendîliğin Orta Asya’da teşekkül ettiği XIV. Yüzyıldan Osmanlı devletinin sona erdiği XX. Yüzyılın başlarına kadar geçen altı asırlık süre içerisinde Nakşîbendîlik özelinde sûfî-siyaset ilişkisini ele aldı. Siyaset de- nince tarikatlar arasında Nakşîliğin akla ilk geldiğini belirten Tosun, Gucduvânî, Ubeydullah Ahrar gibi isimlere ve Nakşî şeyhlerinin siyasete dair yazdıkları eser- lere temas etti. Akabinde Nakşîbendîlik ile siyaset arasındaki müspet ilişkilerin yanı sıra menfî ilişkilerin de olduğunu zikretti. Menfî ilişkilerin temelinde Nakşîlerin devlet bürokrasisi içerisinde hızla yayılmasının idarecileri kaygılan- dırması ve rekabet halindeki siyasîlerden birinin Nakşibendîlerden destek bul- ması sebebiyle muhalif siyasînin Nakşîbendîlere olumsuz yaklaşımı gibi neden- lerin var olduğu tesbitinde bulundu. Sonuç olarak Nakşîlerin tarih boyunca si- yasi otoriteyle tek tip bir ilişki kurmadıklarını ifade etti. Pakistanlı tasavvuf uzmanı Tanvir Anjum, “Güneydoğu Asya’da Çiştî Sûfîlerin Siyasî Otoriteyle Arayüz İlişkisi” isimli bildirisiyle 12-15 yy. arasında Çiştî sûfile- rin siyasetle ilişkilerine dair genel bir perspektif sundu. Anjum da Necdet Tosun gibi tarih içerisinde sûfîlerin siyasîlerle tek tip bir ilişki içerisinde olmadıklarını vurguladı. Herat’ta ortaya çıkan Çiştî sûfîlerin İslam’ın mesajını Güney Doğu Asya’ya yaymak için çalıştıklarını, sûfîlerin sultanlara danışmanlık yaptıklarını ve kolonyalizme karşı yapılan savaşlarda önemli rol oynadıklarını aktardı. Sûfîlerin sadece politikada değil reformda da yer aldıklarını ifade eden Anjum, sûfîlerin rolünün daha iyi anlaşılması için bu noktanın önemine işaret etti. V. Oturumun ilk sunumu, Irak’tan sempozyuma katılan Sabah Muhammed Necîb el-Berzengi’ye aitti. Berzengî din ve politika arasındaki ilişki düzeylerini ele aldı. Dinle siyasetin güçlü ve ayrılmaz bir ilişkisi olduğunu belirten Berzengî, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) Kitap ve Bilimsel Toplantı Değerlendirmeleri ▪ 383 siyaseti hayrı yaymanın aracı olarak tanımladı ve siyâset-i dîniyyenin peygam- berlerle ortaya konan bir şey olduğuna dikkat çekti. Din ve devlet arasında tenâkuz varsa bunlardan birinin bâtıl olabileceğine işaret eden Berzengî, âdil yö- netimin dine ve tasavvufa mugayir olmadığını ifade etti. Ayrıca insanların dev- lete tabi olurken dinî hüviyetlerinden soyutlanamayacaklarının altını çizdi. Nuran Döner, Mahmûd b. Süleymân Kefevî’nin Sultan II. Murad’a takdim et- mek üzere yazdığı Ketâ’ibü a‘lâmi’l-ahyâr isimli eserinden hareketle devlet yöne- ticileri ve din adamlarında bulunması gereken özellikleri zikretti. Genel itiba- riyle sûfî-fukâhâ ve siyaset ilişkilerine örnek teşkil edecek önemli cümleler ak- tardı. Süleyman Gökbulut, Harzemşahlar döneminde yaşayan Kübrevî şeyhi Mec- düddin el-Bağdâdî’nin katli hakkında farklı rivayetleri aktararak meseleyi sûfî- siyaset ilişkileri çerçevesinde değerlendirdi. Bu mesele ile ilgili kaynaklardaki ri- vayetleri ele alan Gökbulut, bir olayın nasıl gerçekleştiği ile nasıl algılandığı ve nasıl anlatıldığı arasında farklar bulunduğuna dikkat çekti. VI. Oturumun ilk sunumu Ahmet Yaşar Ocak’a aitti ancak kendisi katılama- dığı için oturum Salih Çift ile başladı. Salih Çift, “Sûfîlere Göre Sûfî-Siyaset İlişki- lerinin Standart Kriterlerinden Söz Edilebilir mi?” isimli bildirisine tasavvufun ortaya çıktığı dönemde kurucu zevâtın kabul ettiği, uyulması gereken ilkeler bü- tünü var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Hangi amaçlarla belirlenmiştir? Hangi ölçüde bu kaidelere riayet edilmiştir? şeklinde birtakım sorularla giriş yaptı. Ku- rucu şahsiyetlerin metinleri üzerinden ancak birtakım ilkelerin tespit edilebile- ceğini belirten Çift, Tirmizî’nin “İmama itaat, Allah’a itaattir” ifadesini, Kelâbâzî’nin sûfîlerin devlet adamına zalim de olsa karşı çıkmaması gerektiği yö- nündeki söylemini nakletti. Ayrıca sûfilerin siyasî otoriteye yönelik itaatin sı- nırlanmasını zorunlu gördüğünü açıkladı. Türkiye’de siyasetle yakın ilişki kuran tarikatların durumuna dikkat çeken Salih Çift, netice itibariyle sûfîler tarafından benimsenen ve Hasan-ı Basrî ile somutlaşan sûfî-siyaset ilişkisine dair üç temel kritere işaret etti; (i) Siyasi otoriteye yakın olmamak (ii) Siyasi otoriteden sâdır olan yanlışlıkları zımmen ya da açıktan tashih etmemek (iii) Siyasi otoritenin se- bep olduğu haksızlıkları ve kötülüğü açıkça dile getirip onları bu yaptıklarından vazgeçirmeye çalışmak. Semih Ceyhan “Devletin Tasavvufu, Toplumun Tarikatı: İmparatorluktan Ulus Devlete Geçiş Sürecinde Tasavvuf Histografyasının Siyasal Açılımları” isimli bildirisini, (h. 1000 -(17. yy) – 3 Mart 1924 tarihleri, Tanzimat dönemi (1989– 1924) ve Balkan Harbi (1912- 1924) olmak üzere üç ayrı dönem çerçevesinde ele aldı. Fuad Köprülü, Nazif Bey, Seyyid Nesip Efendi arasındaki tasavvuf histograf- yasına dair tartışmayı temel alarak devletin tasavvuf algısıyla tarikatlardan zu- hur eden tasavvufun farklılıklarına temas etti. İbn Haldun benzeri bir tarihçiliğe soyunduğunu ifade ettiği Köprülü’nün tarih anlayışına özel bir yer veren Ceyhan Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) 384 ▪ Dilek Öz – Büşra Canbaz sonuç olarak üç şahsın tarihsel yöntemlerinin tasavvufa yönelik getirileri üze- rinde durarak bildirisini tamamladı. Vejdi Bilgin, “Sûfî Divanlarında Dinî-Siyasî Sembolizm” isimli bildirisiyle Hal- vetîler özelinde bir değerlendirme yaptı. Bilgin sûfîlerin idarî-askerî terminolo- jiyi çok fazla kullandıklarına dikkat çekerek, siyasî terimlere yeni anlamlar yük- leyerek sûfîlerin dünyevî makamların önemsizliğini ortaya koyduklarını ifade etti. Bildirisinde Halvetî büyüklerinin divanlarında yer alan siyasete yönelik me- sajlarını aktardı. Son oturumda Cumhuriyet dönemi dolayısıyla yakın dönem siyaset-tasavvuf ilişkileri masaya yatırıldı. Hülya Küçük, İstiklal Harbi sonrası Bektaşî ve Mevlevîlerin durumunu ele aldı. Siyaset denince akla bu iki tarikatın geldiğini söyleyen Küçük, iki tarikatın şeyhlerinin de mecliste görevler aldığını belirtti. Bektaşîlerden Semih Rıfat, Sa- kallı Ahmet Rıfkı, Rıza Tevfik ve Ahmet Sırrı Baba; Mevlevîlerden Abdülhalîm Çelebî, Veled Çelebî, Refik Cevat gibi siyasî tutumlarıyla öne çıkan isimleri zik- retti. Bektaşîler’le Mevlevîler’in siyasi açıdan durumunu kıyasladı ve siyasî so- runlar sebebiyle bir kısmının Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldığı Bektaşîlere nispetle Mevlevîler’in Türk siyaset tarihinde daha müspet bir yer tuttuklarına dikkat çekti. Son olarak Bektaşîliğin Alevîlerle varlığını sürdürdüğü ve Alevî- Bektaşîlerin sol kesim ve laik sistemin destekçisi olarak kendilerini sunmaktan keyif aldığını söyleyerek bildirisini tamamladı. Ahmet Taşğın ise Cumhuriyet Dönemi Alevîliğini ele aldı. Alevîliğin Tür- kiye’deki seyri ve yapısına kısaca temas ederek kamunun inşa ettiği alevîliğe dik- kat çekti. Abdullah İnce ise yakın dönem siyasetiyle Nakşîlik ilişkisi üzerinde durdu. Tarikatlar içerisinde siyasetle ilişkisi en belirgin yapılardan biri olması açısından Nakşîbendîliğin Cumhuriyet dönemindeki durumuna dair açıklamalar yaptı. Türkiye’de insanların cemaat yapılanmalarına dair tutumlarını istatiksel olarak veren Diyanet’in yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını paylaştı. Bildirisini Ak Parti üzerinden devlet-tarikat etkileşimi bağlamında işledi. Yakın dönem si- yaseti içinde önem arz eden nakşî yapılardan Erenköy, İskenderpaşa, Menzil ve Yahyalı Cemaatine değinen İnce, tarikatların özellikle Ak parti döneminde siya- sete uzak durma tavrından taviz verdiğini ifade etti. Oturumun son konuşmacısı İsmail Kara, bildirisinin başlığında da “hem mu- halif hem muvafık” ifadesiyle işaret ettiği üzere Cumhuriyet dönemindeki genel tutumu değerlendirdi. Bilhassa tarikatların II. Meşrutiyet’ten itibaren belirgin bir şekilde modernleşme ve laikleşme sürecine girdiğini belirten Kara, Cumhu- riyet devri sûfî-siyaset ilişkisinin belirleyici dönemlerine temas etti: “İlk dönem; 3 Mart 1924 halifeliğin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat kanunuyla medreselerin kapatıldığı ve toplumun laikleşme süreciyle iç içe olduğu dönem. İkinci dönem; Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) Kitap ve Bilimsel Toplantı Değerlendirmeleri ▪ 385 Türkiye’de tarikat ve cemaat yapılarının hem imkan hem problemlerinin teşek- kül ettiği 1924-1946 yılları, üçüncü dönem; 1946.” Tekkeler kapatıldıktan sonra cemaat ile tarikatların benzeşmeye başladığını söyleyen Kara, her iki yapının da devletin din anlayışını benimsemediğini ancak onun çatısı altında olmak istediğini; ayrıca 1980’e kadar durumun tam tersinin Diyanet için de geçerli olduğunu zikretti. Kara, sonuç olarak Cumhuriyet döne- minde menşei Cumhuriyet değil Mısır-İran olan tek tip din anlayışının gelişti- ğini, 1924’ten günümüze kadar bütün cumhuriyet tarihinde dinle ilgili mevzula- rın müphem ve muğlak bırakıldığını belirtti. Ayrıca tek tip yeni-selefi anlayışla birlikte müphemliğin de beslenmesiyle dini alanın, özelde tarikat ve cemaatlerin hurafe, israiliyat, uydurma din ve şirk alanına mahkum edildiğini ifade etti. Mo- dern dönemde cemaat ve tarikat yapılarının hem muhalif hem de muvafık bir tavır sürdürmelerinin kaynağını tarihte kendilerine karşı yürütülen politikalara dayandırdı. Sempozyumun son günü olan 3 Kasım’da müstakil olarak Değerlendirme Ça- lıştayı yapıldı. Çalıştayda Alexander Kynsh yerine Laila Khalifa, İsmail Kara, Mus- tafa Kara ve Nasrollah Pourjavady yer aldı. Khalifa vakti yetmediği için Abdülkadir el-Cezairî ile ilgili bildirisinde eksik bıraktıklarını tamamladı. El-Cezairî’nin siyasetle olan ilişkisine ve İbnü’l- Arabî’nin siyasete bakışına atıfta bulundu. Pourjavady’nin değerlendirmesi de kendi bildirisinin bir uzantısı niteliğinde oldu. Sünnî ve Şiîlerin siyasete yakla- şımlarındaki farkları ele aldı. Tasavvufun aksine Şiîliğin siyasî bir hareket olarak ortaya çıktığını söyleyen Pourjavady, Şiîlerle tasavvuf arasındaki ilişkinin baş- langıçta sünnî olan Safevîler döneminde başladığını ifade etti ve şiîlere sempati duyan Ebu İsa Abdulmelik, Harkuşî gibi sûfîlerden bahsetti. İsmail Kara, tek tip din anlayışı meselesini daha geniş bir perspektifte ele ala- rak ilmi açıdan olumsuz getirilerini değerlendirdi. İslam düşüncesinin en büyük probleminin geleneklerin kendini yenileyerek devam etmemesi olduğunu söyle- yen Kara, tek tip din anlayışının fıkıh, felsefe ve kelamı etkilediği gibi çok ciddi bir şekilde tasavvuf ve tarikatları da etkilediğini ifade etti. Son olarak Mustafa Kara, III. Murad a takdim edilen Cevâhirü’l-ebrâr isimli esere; bu eseri tanıtmasın- dan ötürü Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” isimli kitabına atıfta bulunarak sözlerine başladı. Kara, sûfîlerin insânî yönü üzerinde özellikle durdu. Akabinde soru faslına geçildi. Çalıştayın ilerleyen safhalarında Süleyman Uludağ ve Mustafa Tahralı, İsmail Kara ve Mustafa Kara ile tebdîl-i mekan ederek masada yerlerini aldı. Zaman kullanımının da başarılı olduğu çok yönlü bir değerlen- dirme safhası gerçekleştirildi. Son olarak sempozyumun organizatörü Salih Çift söz aldı. Son yıllarda Tür- kiye, Cezayir ve Mısır gibi İslam coğrafyalarında sûfî-siyasetçi ilişkilerinde ma- nipülatif tavırlar olduğunu ve bu durumdan en çok tasavvufun zarar gördüğünü, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020) 386 ▪ Dilek Öz – Büşra Canbaz bu sebeple geçmişteki ilişkilere bakıp doğru bir okuma ile geçmişten beslenerek kendimizi nasıl konumlandırabiliriz düşüncesinin, yön verme açısından kendi- sini bu sempozyuma teşvik ettiğini dile getirdi. Daha lokal ve spesifik başlıklar altında sempozyum dizisinin devam etmesi temennisinde bulundu. Hem kapanış konuşmalarında hem de genel itibariyle sempozyumda belirtil- diği üzere, sûfi-siyaset ilişkileri günümüze kadar süregelen ve bazen menfî bazen müspet şekilde cereyân eden bir meseledir. Siyaset ve tasavvuf ilişkisini tek tip görmemek, meselenin daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktadır. Sûfî-siyaset ilişkileri gerek dönemsel gerek bölge ve gruplar açısından farklılık gösterse de genel itibariyle sûfîlerin siyasetle ilişkilerini şer’i ölçüler çerçevesinde şekillen- dirmeye çalıştığını söylemek doğru olacaktır. Netice itibariyle sempozyum, ana hatlarıyla sûfî-siyaset ilişkileri konusunun alanın uzmanlarından dinlenmesine olanak sağladı. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 29/1 (Haziran 2020)