T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI TÜRK ROMANINDA ERKEK EGEMEN TOPLUMA BAŞKALDIRAN KADINLAR (1872-1960) DOKTORA TEZİ Hande BALKIZ BURSA, 2017 T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI TÜRK ROMANINDA ERKEK EGEMEN TOPLUMA BAŞKALDIRAN KADINLAR (1872-1960) DOKTORA TEZİ Hande BALKIZ Danışman: Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU BURSA, 2017 i ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Hande BALKIZ Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı : Yeni Türk Edebiyatı Tezin Niteliği : Doktora Tezi Sayfa Sayısı : IX+357 Mezuniyet Tarihi : Tez Danışmanı : Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU TÜRK ROMANINDA ERKEK EGEMEN TOPLUMA BAŞKALDIRAN KADINLAR (1872-1960) Tanzimat Fermanının ilanından 1960 yılına kadar uzanan süreç Türk toplumu için siyasî, sosyal ve ekonomik alanda köklü değişimlerin yaşandığı bir zaman dilimini ifade etmektedir. Özellikle kadınlar için yeni kimlikleri beraberinde getiren modernleşme/Batılılaşma çalışmaları yazarlarca sanatsal boyuta aktarılmıştır. Gerçek dünyada eğitim ile bilinçlenen kadınların dile getirdikleri tepkiler roman kahramanlarının düşüncelerinde ve tavırlarında da değişimlere sebep olmuştur. Bu çalışmada 1872-1960 yılları arasında yazılan romanlardaki kadın kahramanların erkek egemen toplum düzeni ve onun değerlerine başkaldırı biçimleri incelenmiştir. Yeniden yapılandırılan toplumsal cinsiyet rolleri, romanlarda özel/mahrem ve kamusal alandaki yerini sorgulayan, eril tahakküme başkaldıran ve kendine yeni haklar talep eden kadın kahramanlar vasıtasıyla sunulmuştur. Bu nedenle çalışmada öncelikle başkaldırı ve kadın arasındaki bağlantıyı açıklayıcı kılmak için toplumsal cinsiyet, başkaldırı, feminizm ve kadın hareketleri konuları değerlendirilmiştir. İncelenen romanlardaki kadın kahramanların erkek egemenliğine gösterdikleri tepkilerin ev içi (özel/mahrem alan) ve ev dışı (kamusal alan) olmak üzere iki alanı ilgilendirdiği tespit edilmiştir. Bu tespitten hareketle kadın kahramanların başkaldırıları özel/mahrem alan ve kamusal alan ayrımında değerlendirilmiştir. Kadın kahramanların özel/mahrem alandaki başkaldırılarının daha çok eşlerine ve babalarına yönelik olduğu ve görücü usulü evlilik, çok eşlilik gibi kadını ötekileştiren, ikincilleştiren konulara odaklandıkları tespit edilmiştir. Eğitimle edinilen bilinç kadınların mahrem alandaki başkaldırılarını kamusal alana da taşımıştır. Eğitim aldıkça kendini tanımaya başlayan ve başlı başına bir birey olduğunu fark eden kadın kahramanlar çalışma hayatı, siyasî hayat ve huhukî hayattaki eril tahakküme de başkaldırmışlardır. ii Çalışma içerisinde cinsiyetçi yaklaşım olmaması adına kadın ve erkek yazarlar arasında bir ayrım yapılmamıştır ancak yazarların kadın başkaldırısına dair aldıkları tavır farkları belirtilmiştir. Erkek yazarların konuya, hâkim kültürel kodlar aracılığıyla baktıkları ve genellikle erkek egemen geleneksel yapıyla uzlaştıkları tespit edilmiştir. Kadın yazarların ise konuyu çok katmanlı ele aldıkları ve geleneksel ahlâkı kadın lehine sorguladıkları görülmüştür. Çalışmanın sonunda kadın veya erkek yazarların konuya benzer duyarlılıkla yaklaştıkları, gerçek dünyadaki kadın hareketlerinden etkilendikleri ve kadın kahramanlarına erkek egemen topluma başkaldırma fırsatı verdikleri tespit edilmiştir. Anahtar Sözcükler: Feminizm, toplumsal cinsiyet, kadın, başkaldırı, erkek egemenliği, ataerkil. iii ABSTRACT Name and Surname : Hande BALKIZ University : Uludağ University Institution : Social Science Institution Field : Turkısh Language and Literature Branch : Modern Turkısh Literature Degree Awarded : PhD Page Number : IX+357 Degree Date : Supervisor : Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU WOMEN, REBELLED AGAİNST THE MALE DOMİNATED SOCİETY İN TURKISH NOVEL The process that continued from Ottoman Reformation’s declaration to 1960 infers a time period being lived radical changes in political, social and economical are for Turkısh society. Modernization/westernization studies that bring new identities especially for women have been passed on artistic dimension by the writers. Reactions of the women becoming concious by the help of education in real World cause the changes in novel characters thoughts and attitudes too. İn this resarch, the rebellion forms of the female characters in novels written between the years of 1872 and 1960 against male-dominated socail order and its values have been studied. Restructured gender roles are presented by means of female characters in novels that interrogate their places in private and public areas, rebel male domination and ıssue new rights for themselves. Therefore, to explain the relation between rebellion and women clearly issues of gender role, rebellion, feminism and women movements re evaluated in the resarch primarily. It has been identified that the reactions of the female characters in the studied novels to the male domination are related to two areas of indoor (private) and out of home. On the basis of this identification, female characters are evaluated at private area and public area. It has been identified that female characters’s rebellion in their private area is against especially their fathers and husbands and they focused on the issues like polygamy and arranged marriage which maket he women marginalize and subordinatione. The iv main reason of women’s reaction to their family and husbands is linked to the rise in their educational level. The cosnciousness coming with education transfers womens’s private area rebellion to the public sphere. Female characters starting to know themselves and realising that they are an individual person by the help of education have rebelled the male domination in political life, legal life and work life. İn reasorch, it isn’t discriminated between men and women writers in order not to have a sexist approach. But writers behaviour differences against women rebellion is expressed. It has been identified that men writers handle the subject throgh the dominant culturel codes and generally compromise with the male dominant traditional structure. On the other hand, it has been seen that women writers handle the subject delicately and examine traditional morality in favor of women. At the end of the resarch, it has been identified that men and women writers approach the subject with similar sensitivity, are influenced by the women’s movements in real world and give an apoortiunity to their female characters to rebel the male- dominated society. Keywords: Feminism, Restructured gender roles, woman, rebellion, patriarchal. v ÖNSÖZ Modernleşme/Batılılaşma çalışmalarının en önemli hedeflerinden biri kadının özel/mahrem ve kamusal alan içindeki yeri konusunda yeni düzenlemelerin yapılmasıdır. Zira yeni toplum inşası kadın-erkek tüm bireyleri ilgilendirmektedir. Bu nedenle yapılması planlanan modernleşme çalışmalarının birçoğu, büyük ölçüde ataerkil sisteme göre işleyen devlet düzeninin toplumsal cinsiyet rollerinde yapacağı değişimlere işaret eder. Eğitim alanında yapılan düzenlemelerle bilgi ve bilinç seviyesi artan kadınlar kendilerini destekleyen aydın erkeklerin de yardımıyla hem gerçek hem de kurgu dünyada kendilerine yeni haklar talep etmeye başlar. Bu hak talepleri, eğitim hakkından hareketle sosyal hayata, çalışma hayatına ve siyasî hayata doğru genişleyerek ilerler. Hayatın her alanında erkeklerle eşit biçimde yer almaya çalışan, birey olduklarını vurgulayan kadınların çabaları edebî bir tür olan romanda da kendine yer bulur. 1872’den 1960’a kadar yazılan romanlarda yazarların toplumsal cinsiyet rollerindeki değişimleri algılama biçimleri kadın kahramanlar aracılığıyla aktarılır. Romanlarda erkek egemen toplum yapısına itiraz eden, başkaldıran ve çözüm üretmeye çalışan kadın kahramanlara sıkça rastlanır. Öncelikle tanıştığımız ilk günden bu yana bana inanan, tezimin her aşamasında yanımda olan, bana yol gösteren, destekleyen, tezimi titizlikle okuyup eleştirileriyle ufkumu açan, öğrencisi olmaktan onur duyduğum danışmanım Sayın Prof. Dr. Alev Sınar UĞURLU’ya saygıyla çok teşekkür ederim. Doktora eğitimine başlamam için beni teşvik eden, cesaret veren Sayın Doç. Dr. Mesut TEKŞAN’a, çalışmam boyunca yardımını esirgemeyen, beni motive eden Doç. Dr. Beyhan Kanter’e, maddi ve manevi her koşulda yanımda olan canım aileme çok teşekkür ederim. Çalışma boyunca teknik desteğini esirgemeyen, kaynaklara ulaşmamda çok yardım eden Tayfun BARIŞ’a, kar kış demeden benimle birlikte kütüphaneleri gezen, yazdıklarımı sıkılmadan okuyup hep moral veren arkadaşlarım Neval ORMAN, Mehtap TEKİN, Ayşegül TAMER ÖZKAN, Özge ÇETİN ve Yelda TANRIVERDİ’ye çok teşekkür ediyorum. vi İÇİNDEKİLER ÖZET..................................................................................................................................i ABSTRACT.....................................................................................................................iii ÖNSÖZ ..............................................................................................................................v İÇİNDEKİLER...............................................................................................................vii KISALTMALAR.............................................................................................................ix GİRİŞ ..................................................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM BAŞKALDIRI ve KADIN 1. BAŞKALDIRI ve KADIN………………………………….....................................4 1.1.Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet/Başkaldırı…………………………………………….4 1.2. Kadın Başkaldırısı: Feminizm………………………………………………………9 1.3. Osmanlı Kadın Hareketi…………………………………………………………...16 1.4. Türk Romanı ve Kadın…………………………………………………………….25 İKİNCİ BÖLÜM ÖZEL/MAHREM ALANDA BAŞKALDIRI 2. ÖZEL/MAHREM ALANDA BAŞKALDIRI……………………………………..36 2.1. Görücü Usulü Evliliğe Başkaldırı……………………………………………….…43 2.1.1. Padişah Emri ile Evlenme……………………………………………………95 2.2. Çok Eşliliğe Başkaldırı……………………………………………………………100 2.3. Evlilik Kurumuna Başkaldırı…………………………………………………….126 vii ÜÇÜNCÜ BÖLÜM KAMUSAL ALANDA BAŞKALDIRI 3. KAMUSAL ALANDA BAŞKALDIRI……………………………………….....153 3.1. Eğitim Hayatında Başkaldırı…………………………………………………….153 3.1.1.Özel Eğitim………………………………………………………………….156 3.1.2.Örgün Eğitim………………………………………………………………..196 3.2. Hukukî Hayatta Başkaldırı………………………………………………………234 3.2.1. Kölelik ve Esarete Başkaldırı………………………………………………238 3.2.2. Boşanma……………………………………………………………………..245 3.3. Çalışma Hayatında Başkaldırı…………………………………………………...271 3.3.1. Öğretmenlik…………………………………………………………………275 3.3.2. Doktorluk/ Hemşirelik/Hastabakıcılık…………………………………….294 3.3.3. Diğer Meslekler……………………………………………………………..297 3.4. Siyasî Hayatta Başkaldırı…………………………………………………………307 SONUÇ………………………………………………………………………………...338 ÖZGEÇMİŞ……………………………………………………………………………345 KAYNAKÇA…………………………………………………………………………..346 viii KISALTMALAR Ank. : Ankara A.g.e. : Adı Geçen Eser A.g.m. : Adı Geçen Makale Bknz. : Bakınız C. : Cilt Çev. : Çeviren Ed. : Editör İst. : İstanbul Haz. : Hazırlayan S. : Sayı s. : Sayfa Ünv. :Üniversitesi Yay. :Yayınları 1 GİRİŞ Osmanlı - Türk modernleşmesi kadınların toplumsallaşmasını da içeren bir dizi düzenlemeyi kapsar. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı ile devlet politikası haline getirilen Batılılaşma/modernleşme çalışmaları Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasına kadar uzanır. 19. yüzyılın sonlarında sosyal, siyasî, hukukî ve ekonomik hayatı yeniden düzenlemeyi gerektiren faaliyetlerin temel amacı Batı karşısında geri kaldığını düşünen devletin ‘ muassır medeniyetler ’ seviyesine ulaşmak istemesidir. İmparatorluktan ulus-devlete evrilen süreçte yapılan düzenlemeler güçlü/modern devlet, güçlü/modern aile, ideal toplum, modern kurumlar ve modern kadın-erkek ilişkileri oluşturma hedeflerine odaklanır. Dolayısıyla çalışmaların birçoğu, ataerkil sisteme göre işleyen devletin toplumsal cinsiyet rollerinde yapacağı değişimlere işaret eder. Hemen hemen tüm kurumlarında erkek egemenliğinin hâkim olduğu Osmanlı Devleti’nde keskin sınırlarla birbirinden ayrılmış özel/mahrem alan ile kamusal alanın yeniden biçimlendirilmesi gündeme gelir. Zira kadın, sadece özel/mahrem/ev içi alanda, eş/anne/kardeş/çocuk olarak yaşayabilir ve kamusal alandan dışlanırken erkek, hem özel/mahrem alanda hem de kamusal alanda yaşayabilmektedir. Üstelik kadın varlık gösterdiği özel/mahrem alanda da eril tahakküme boyun eğmek zorundadır. Osmanlı Devleti’nde din -dinî açıdan kadın ve erkek eşit kabul edilmesine rağmen- ve geleneğe bağlanarak düzenlenen erkek egemen toplum yapısı Batı’daki gelişmelere paralel olarak değişmeye başlar. Tanzimat Fermanı’ndan Cumhuriyet ve sonrasına kadar üretilen çözümler birbiriyle uyum gösterir. Zira Tanzimat aydınları ile Cumhuriyet aydınları egemen erkek değerleri konusunda birleşirler. Bu nedenle toplumsal hayatta kadınlar adına yapılan tüm yenilikler ataerkil sınırları çok fazla aşmayacak ve egemen erkek değerlerini zedelemeyecek biçimde düzenlenir. Ancak Cumhuriyet yönetiminin, inkılapların haklar konusunda kadın ve erkek bireyleri büyük ölçüde eşitlediği gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. Osmanlı Devleti’ndeki kurucu seçkinler/aydınlar ve özellikle üst düzey ailelerin eğitilmiş kadınları dünyadaki feminist hareketlere seyirci kalmazlar. Gazete ve dergiler aracılığıyla “ Osmanlı Kadın Hareketi ” olarak adlandırılan ve kadınlar için hayatın birçok alanında haklar talep edilen bir dönem başlar. Zira gazete ve dergiler toplumun geniş kesimine doğrudan ulaşılabilecek önemli kamusal iletişim araçlarıdır. Kadın ve erkek yazarlar zihinlerindeki yeni aile/kadın/toplum modellerini basın yoluyla aktarırlar. Böylece erkek egemen topluma başkaldıran kadınlar için ortak bir zihinsel yapı oluşturulur. 2 Türk Edebiyatına Batı’dan geçen bir tür olarak roman -estetik amaçlarla da yazılabilir- düşünceleri geniş kitlelere iletmekte kullanılan önemli araçlardan biridir. Romanlardan gerçekleri birebir yansıtmaları beklenmez ancak romanlar taşıdıkları simgesel altyapılarla dönüştürülmek istenen topluma gerekli mesajları iletebilirler. Bu bağlamda 1872’den 1960’a kadar yazılan romanlar Türk toplumunun özellikle kadın açısından geçirdiği değişimi, değişim boyunca yaşanan sancıları ve çelişkileri yansıtacak verileri içermektedir. “ Türk Romanında Erkek Egemen Topluma Başkaldıran Kadınlar ” adlı bu çalışma, 1872’den 1960’a kadar uzanan süreçte kadın ve erkek yazarların kaleme aldığı romanlardaki kadın başkaldırısının boyutlarını ve çeşitlerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Gerçek hayatta kadınların 1868’den itibaren gazete ve dergilerdeki talepleri ile başlayan başkaldırılarının romanlara ne ölçüde yansıdığını tespit etmek, bu konunun seçilmesinin temel sebebidir. Bu çalışma siyasî bakımdan birçok değişimin yaşandığı bir süreçte değişimi kadın açısından ele almakta, önde gelen yazarların kadını ve kadın başkaldırısını ele alış biçimini incelemektedir. Çalışma boyunca kadınların hayatın çeşitli alanlarında erkek egemenliğine meydan okuyuşları ve ürettikleri çözümlerin romanlara nasıl ve ne ölçüde yansıdığı değerlendirildi. Çalışmanın içinde erkek ve kadın yazarlar arasında ayrım yapılmadı ancak gerekli görülen yerlerde kadın ve erkek yazarların bakış açılarındaki farklılıklar vurgulandı. Çalışmada kavramsal çerçeveyi belirlemek amacıyla öncelikle toplumsal cinsiyet, başkaldırı, feminist hareketler ve Osmanlı kadın hareketi konulu kaynaklar tarandı. Ardından çalışmada kullanılacak romanlar belirlendi. 1872-1960 dönemine ait 30 yazarın 104 romanı incelendi. Kadın başkaldırısını yansıtmaktaki eksiklikler ve çalışmanın hacmine dair endişelerden dolayı popüler aşk romanları, popüler polisiye romanlar, köy/kasaba romanları incelemenin dışında tutuldu. Çalışmanın alt başlıkları romanlar okundukça, kadın kahramanların başkaldırıları tespit edildikçe oluşturuldu. Üç bölümden oluşan çalışmanın birinci bölümünde “ Başkaldırı ve Kadın ” başlığı altında cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve başkaldırı kavramları tanımlandı. Ardından dünyadaki feminist hareketler, Osmanlı kadın hareketinin boyutları, kadın başkaldırısının Türk romanındaki yansımalarına dair genel bilgiler verildi. İkinci bölümde başkaldırı kavramı özel/mahrem alan sınırları içerisinde ele alındı. Bu bölümde kadınların erkek egemen topluma başkaldırılarının özel/mahrem alan için (evlilik, görücü usulü evlilik, çok eşlilik) ne ifade ettiğine temas edildi. İncelenen romanlardaki kadın kahramanların özel/mahrem alan 3 kapsamındaki başkaldırıları evlilik, görücü usulü evlilik ve çok eşlilik alt başlıklarıyla değerlendirildi. Üçüncü bölümde kadın başkaldırısının kamusal alan için (eğitim, çalışma, hukuk siyaset) ne ifade ettiğine temas edildi. İncelenen romanlardaki kadın kahramanların başkaldırıları kamusal alan kapsamındaki eğitim, çalışma hayatı, hukukî hayat ve siyasî hayat alt başlıkları altında değerlendirildi. Bu çalışma edebiyat, sosyoloji ve tarihin kesiştiği noktalarda bir değerlendirmeyi kapsamaktadır. Ancak romanlardan elde edilen veriler bir sosyolog veya tarihçi olarak değil edebiyatçı gözüyle değerlendirilmiştir. Türk Edebiyatında bu konuya benzer biçimde Melin Has Er‘in Tanzimat Devri Türk Romanında Kadın Kahramanlar, Bahriye Çeri’nin Türk Romanında Kadın (1923-38 Dönemi) kitapları ile Beyhan Kanter’in “ Servet-i Fünûn Edebiyatı Romanlarında Aile, Kadın ve Çocuk ”, Ayşegül Utku Günaydın’ın “ Cumhuriyet Öncesi Kadın Yazarların Romanlarında Toplumsal Cinsiyet ve Kimlik Sorunsalı (1877-1923) ” adlı doktora tezleri ile Süleyman Aydın’ın “ Tanzimat Dönemi Romanında Kadın ” adlı yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Ancak “ Türk Romanında Erkek Egemen Topluma Başkaldıran Kadınlar ” adlı bu çalışma doğrudan kadın başkaldırısını ele aldığı için diğer çalışmalardan farklıdır. Türk romanının kadın başkaldırısı açısından özellikle 1960 sonrası dönemde zengin malzemeler içerdiği düşünülmektedir. 1960 sonrası sayısı artan kadın yazarların 1980 sonrasında edebiyat dünyasında çok daha yoğun biçimde yer almaya başlamalarının araştırmacılara yeni inceleme alanları yaratacağı düşünülmektedir. Feminist teorilerin Türk ve dünya edebiyatı açısından özellikle kadın yazarları etkileyen yönleri romanlardaki erkek egemenliğine başkaldırı biçimlerini etkilemektedir. Bu bağlamda konu özellikle 1980 sonrasındaki romanlar için yeni araştırmacılarını beklemektedir. 4 1. BÖLÜM: BAŞKALDIRI ve KADIN 1.1.Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet/Başkaldırı Cinsiyet sözcüğü, “ Bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği, eşey, cinslik, seks.”1 biçiminde tanımlanıp, bireyin biyolojik özelliklerine işaret eder. Cinsiyet, biyolojik alanın kapsamında bir kavram olarak bireylerin daha anne karnında sahip oldukları bir özelliktir ve kadın/erkek arasında sadece fiziksel farklar yaratır. Kadın ve erkek arasında eşitsizliğe yol açan farkları yaratan ise biyolojik özelliklere -tüm feminist kuramların karşı çıktığı- dayandırılan toplumsal cinsiyet kavramıdır. Ataerkil değerler sistemine göre yapılandırılan toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek arasına hayatın tüm alanlarına yansıyan sınırlar çizerek kadın ve erkeğin davranış örüntülerini erkek egemen yasalara göre düzenler. Toplumsal cinsiyet, cinsiyeti de içinde barındıran, insana dair birçok unsurla ilişkili, çok geniş bir kavramdır. İçinde yaşanılan coğrafyaya ve o coğrafyanın geçmişten o güne dek getirdiği sosyal, siyasî, ekonomik vb. tüm kültürel unsurlarla donatılmış bir bakış açısı ve davranış kalıpları sistemidir. Toplumsal cinsiyet, toplumsallaşmayla birlikte edinilen kadınlık ve erkeklik rollerini kapsar. Eşitsizliğin kaynağı olarak görülen bu rol ve sorumluluklar yaşadığı toplumun bireyden beklediği davranış kalıplarını içerir. “ Cinsiyetler arası eşitsizlik kişinin niteliği olarak durağanlaştırıldığında toplumsal cinsiyet biçimini alır; kişiler arasında bir ilişki olarak hareket ederken ise cinsellik biçimini alır. Toplumsal cinsiyet, erkekler ile kadınlar arasındaki eşitsizliğin cinselleştirilmesinin katılaşmış hâlidir ”2 Kadınlık/erkeklik ve bunların temsil ettiği değerler toplumun ve dönemin şartlarına göre değişkenlik gösterse de birçok ortak algıda birleşir. Kadınlık; duygusallık, şefkat, zayıflık, merhamet, fedakârlık ve itaat; erkeklik ise akıl, iktidar mantık, yönetme becerisi gibi özelliklerle tanımlanır. Kadınlara özel/mahrem alanın sınırları içinde yaşamaları, erkeklere de kamusal alan/dış dünyada akıl ve fiziksel güçle yaşamaları öğretilir.3 1 Güncel Türkçe Sözlük, http://www. tdk. gov.tr, (07.09.2013) 2 Judith Butler, Cinsiyet Belası ( çev.Başak Ertür), 2.B., İstanbul, Metis Yayınları, 2010, s. 17 3 Her toplum kendi kültürel dokusuna göre bireylere kadın ve erkek rollerini, biyolojik ve psikolojik özellikleri de kapsayacak biçimde daha çok küçük yaşlardan itibaren öğretmeye başlar. Birey için sosyalleşmenin başlangıç noktası ailedir. Aile, toplumun beklentisi olan tutum ve davranış kalıplarını çocuğun içselleştirmeye başladığı ilk kurumdur. Birey kadınlık ve erkeklik rollerini ilk olarak içine doğduğu ailede fark eder. Toplumsallaşmanın bu ilk basamağında toplumsal cinsiyet kuralları devreye girer. Kız çocuk anne ile birlikte ev içi faaliyetlerde yer alarak özel alana, ev içine yönlendirilirken erkek çocuk babayla birlikte dış dünyaya yönlendirilmektedir. Kız çocuk, http://www/ 5 Modernleşmeyle birlikte cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları özellikle feministler tarafından sorgulanmaya başlar. Birçok feminist araştırmacı için, toplumsal cinsiyet sabit bir kadın-erkek farkından ziyade tarihsel ve kültürel kadınlık/erkeklik tanımına ve bunlar arasındaki ilişkiye dayanmaktadır.4 Bu ilişkiler arasındaki bağ ise ataerkil sistemin değer yargıları ile kurgulanır. “ Ataerkil sistem, bir cins olarak toplumda kadınların ezilmesi sonucunu doğuran kurumsal ve kültürel bir düzenleme ve uygulamaları belirtir ve genel olarak kullanıldığında erkek iktidarını ifade eder.”5 Bir zihniyet biçimi olarak ataerkillik, otoritesiyle kadınları ve kendinden zayıf hemcinslerini denetleyip baskı altına alan erkek egemenliğini ifade eder. Ataerkil sistem dendiğinde, kadının sadece emeğinin değil, aynı zamanda cinselliğinin, bedeninin ve doğurganlığının denetlendiği bir toplumsal sistem kastedilir.6 Dinî, ekonomik, toplumsal ve biyolojik birçok temele dayandırılan ataerkillik hem özel/ mahrem alanda hem de kamusal alanda etkilidir. Özel alanda, ailenin idaresini/yönetimini elinde bulunduran erkek bu yetkilerini kamusal alana da aktarır. Dolayısıyla kadın hem dışlandığı kamusal alanda hem de bir anlamda hapsedildiği özel/mahrem alanda erkeğin otoritesi ve denetimi altındadır.7 Birçok feminist araştırmacı toplumsal cinsiyetin modernleşmeyle birlikte üretilen bir kavram olduğunu belirtir. Cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin eş anlamlı kullanıldığı modern biyolojik ya da ilahi-varoluşsal sebeplere dayalı olarak kadınlığa atfedilen temizlik, yemek yapmak, el işi vb. kadın işlerine teşvik edilirken gelecekteki yaşamını ve davranış kalıplarını öğrenmekte ve toplumsal cinsiyetinin kişisel üretimine de başlamaktadır. Erkek çocuk ise kadın işi- yemek, temizlik el işi vb. – olarak kabul edilen tüm işlerden uzak tutulmakta babayla birlikte kahve, stadyum vb. eril mekânlara götürülerek erkeklik değerlerini keşfetmeye başlar. Kadınlığı şefkat, duygusallık, zayıflık, merhamet, fedakârlık ve itaat; erkekliğin ise akıl, iktidar mantık, yönetme becerisi gibi unsurlarla temsil edildiğini fark etmeye başlar. Modern zamanlarda birey pembe veya mavi eşyalarla donatılmış bir dünyaya doğar. Pembe veya mavi kıyafetlerle başlayan bu süreç pembe veya mavi nüfus cüzdanıyla devam eder. 4 Ayşe Gül Altınay, “ Milliyetçilik, Toplumsal Cinsiyet ve Feminizm”, Vatan Millet Kadınlar (der.) Ayşe Gül Altınay, 3. B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 19 5 Fatmagül Berktay, “ Feminist Teoride Açılımlar”, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, (ed.) Yıldız Ecevit, Nadide Karkıner, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 3 6 Berktay, a.g.m, s. 3 7 “ Yaşam alanlarının böylece ikiye bölünmesinin toplumsal cinsiyet ilişkileri açısından en önemli sonucu, iki cinsin birbirinden işlevsel ve fiziksel olarak net çizgilerle ayrılmış olması. Bu çerçeve içerisinde, erkeğe her iki evrende de vatandaşlık hakkı tanınırken, kadına sadece özel alan tahsis edilmiş oluyor. Böylece kadının ümmet içerisindeki konumu belirsiz kalıyor, çünkü kadın, dinî açıdan erkekle eşit algılanmasına rağmen, müminler cemaatinin yaşamına katılımı, toplumsal yapı ve kurallar tarafından şartlandırılmış ve önemli ölçüde kısıtlanmış oluyor.”, “ Hemen belirtmemiz gerekiyor ki, iç-dış alanlar arasındaki adı geçen ayrılık, Batı kapitalist toplumlarında geçerlilik kazanan özel-kamu alanı farklılığı ile eşdeğerli değildir. Zira Müslüman toplumlarda özel ve kamusal alanlar arasında gözetilen ayrım, kendi içerisinde bir hiyerarşik önem farklılığı taşımakta ve özel, yani ev içi yaşam alanı “harem” yani kutsal, dokunulmaz kabul edilmekteydi.” Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 36-37 6 öncesi dönemlerde hem cinsiyet hem de toplumsal cinsiyet rolleri ilahi ve doğal olanla ilişkilendirilerek anlamlandırılır. Çocuğun doğumunda erkeğin rolü henüz anlaşılmadığı için kadına ilahi özellikler atfedilir. Ancak bu algı modern öncesi dönemde toplumların anaerkillikten8 ataerkilliğe9 evrilmesiyle değişir. 8 Anaerkil toplumların var olduğu tezi ilk olarak 19. yüzyılda ortaya atılır. Anaerkillik, yaşam kurallarının kadınlar tarafından belirlendiği bir toplumsal örgütlenme biçimini ifade eder. Bu düzenin merkezinde kadın vardır ve soy kadınlar tarafından belirlenir. F. Engels Ailenin, Özel Mülkiyet’in ve Devletin Kökeni adlı eserinde tarihsel süreç içinde toplumların tarıma geçmesi ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla anaerkilliğin ataerkilliğe dönüştüğünü belirtir. Mülkiyet haklarının bulunmadığı ilk avcı-toplayıcı toplumlarda anaerkil düzen hâkimdir. Paleolitik Dönem (Kabataş Devri) (M.Ö. 600.000- M.Ö. 10.000) de gruplar halinde mağara ve kaya altı sığınaklarında avcı ve göçebe yaşayan ‘Homo Erectus’lar tamamen güdülerinin etkisinde bir yaşam sürmekteydiler. Onlar için önemli olan topluluk olarak hayatta kalmaktı. Üremede erkeğin rolünü henüz kavrayamamış olan bu insanlar, dişiler tek başlarına yeni bireyler meydana getirip topluluğun sayısını arttırdığı için kadının korunmasına ayrıca önem vermişlerdir. Dönemin sonunda ortaya çıkan verimlilik simgesi Tanrıçaların heykelleri Tanrının da kadın olarak algılandığını düşündürmektedir. Mezolitik Dönem (Yontma Taş Devri) (M.Ö. 10.000-M.Ö. 8000) de avcılık, toplayıcılık ve balıkçılık temel faaliyetler olarak göze çarpar. Avcılık ve toplayıcılıkta binlerce yılın kattığı deneyimle balıkçılık işini de üstlenen kadınlardır. Bu yeni durum kadınların iktidarını pekiştirir. Klanlar halinde yaşayan bu insanlar arasında evlilikte kadınlar klan dışına gönderilmiyor, erkek kadının klanına geliyordu. Zira hiçbir klan kadın kaybetmek istemiyordu. Mezolitikte kadının bu derecede yüceltilen varlığı toplumsal yapıyı kadın soylu yönetime taşır. Ancak kadın soylu bu iktidar ataerkillikteki gibi basıcı ve denetleyici değildir. “ Tanrıçaların dikkati çeken özelliği otoriteyi değil, aydınlığı, sevgiyi, üretkenliği ve koruyuculuğu temsil ediyor olmasıdır. Bu durum, kadının gerek toplum içinde gerek de erkeklerle ilişkilerinde hükmedici ve baskın bir karakter olmayışıyla açıklanabilir. Onun ekonomideki baskın rolü toplumsal ilişkilerde eşitliğe gölge düşürür nitelikte değildi.” Pervin Erbil, Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi, 3.B., Ankara, Arkadaş Yayınları, 2008, s. 37 Neolitik Dönem (Cilalı Taş) (M.Ö. 8000-M.Ö. 5500) de insanlar yerleşik hayata geçip kerpiç evlerde yaşamaya başlar. İlk defa çömlekçilik görülmeye başlanır. Üremede erkeğin rolü anlaşılmaya başlanır. Bu döneme ait bulgularda erkelik organının kutsandığı görülür. Dönemin sonlarına doğru kadının faaliyet alanlarının daralmasına paralel biçimde ekonomideki yerini kaybetmeye başlar. Bu kadının toplumsal hayattaki yerini de tanrıçalık konumunda da etkiler. Önceden sadece kadınlarca yapılan birçok etkinlik erkekler tarafından daha kısa sürede yapılmaya başlanır. Bunlardan biri çömlek yapımıdır. Erkeklerin çömlekçi çarkını geliştirmesi, saban ve çeşitli aletleri içine alacak şekilde genişlettiği üretim sistemi kadının iktidarını bir daha geri alamayacak şekilde kaybetmesine yol açar. Üretimdeki artış zenginliğe sebep olur zenginlik de özel mülkiyetin ve kent devletlerinin oluşmasına doğru ilerler. Milyonlarca yıldır inanları eşitlik içinde tutan anaerkil sistem yerini ataerkil sisteme bırakır. bknz. Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, 4.B.,İstanbul, Metis Yayınları, 2010, Yasemin Temizarabacı Yıldırmaz, Ütopyanın Kadınları Kadınların Ütopyası, İstanbul, Sel Yayınları, 2005, Pervin Erbil, Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi, 3.B.,Ankara, Arkadaş Yayınları, 2008 9Ataerkil toplumların varlığı tarımsal faaliyetlerin erkeklerin eline geçtiği Neolitik dönemin sonu ile yazılı belgelerin ilk ortaya çıktıkları döneme rastlar. Bu dönem kent devletlerinin oluştuğu ve aynı zamanda tek tanrılı dinlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemdir. Önceki dönemde tanrıçalar toplumdaki yerlerini yavaş yavaş erkek tanrılara bırakmaya başlamışlardır. İnanç boyutundaki değer kaybı tek tanrılı dinler de büyük ölçüde devam eder. “ Musevi, Hıristiyan ve İslâm inançlarının doğdukları tarihe ve bölgeye baktığımız zaman, bu bölgelerde ataerkil köleci sistemin egemen olduğunu görmekteyiz. Tektanrılı dinlerin doğduğu ve yayıldığı zaman dilimi içinde, erkek egemen köleci sistem, kültürün tüm alt ve üst yapısal kurumlarını oluşturmuştu ve kendi mantığı içinde işletmeyi sürdürmekteydi. İ.Ö. 3000’lerde başlayan hızlı değişim süreci bu dinlerin ortaya çıktığı döneme gelindiğinde ideolojik yapıyı yeni yaşam biçimlerine büyük ölçüde uyarlamış bulunuyordu.” Erbil, a.g.e., s.101 Üç tek tanrılı dinde de Tanrı mutlak güç ve iktidar sahibi olmasından dolayı zihinlerde erkek olarak imgelenmiş ve kodlanmıştır. Bunun kökeni Musevilik ve Hristiyanlık’ın yaradılış öykülerine dayanmaktadır. Her iki dinin de yaradılış öyküsünde kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı anlatılır. “ Kur’an-ı Kerim’de yaradılış anlatılır ancak kadının nasıl yaratıldığına ilişkin belirtik bir açıklama yoktur. 4. Surenin 1. Ayetinde Allah’ın kadın ve erkeği tek bir candan yarattığı söylenirken 16. Surenin 72. Ayetinde ‘sizin için zevceler yarattı’ denmektedir. İslamın kadınları özel olarak erkeklerle eşit saydığını savunan İslam içindeki bazı yazarlar ve İslam feministleri, savlarını Kuranın bu anlayışına dayandırırlar.” Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, s.73, bkz. Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giris, (çev. Lale Arslan Özcan ), 2.B.,İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2009, Kur’an-ı Kerim 4/1, 16/72 7 Modern toplumlarda toplumsal cinsiyet kavramı biyolojik özelliklere bağlı olarak modern öncesi ataerkilliğin üzerine inşa edilir. Antik Çağı temel alıp oluşturulan Rönesans gibi toplumsal cinsiyet rolleri de biyolojik temel üzerinde yeniden kurgulanır. Modern ataerkillik biyolojik farklılığı esas alıp önceki ataerkil yapıyı çağın değerlerine uyarlar. Serpil Sancar, modern patriarkilerin en önemli ideolojik temelini, kadın ve erkeklere farklı psikolojik ve toplumsal davranışlar dayatmasına bağlar. “ Modern toplumlar hiyerarşik ayrımların ve eşitsizliklerin var olduğu toplumlar olarak özellikle cinsiyete dayalı eşitsizlikleri de üretir ve diğer toplumsal eşitsizliklerle iç içe sürdürür.”10 Ataerkil sistemle oluşturulan toplumsal cinsiyette biyolojik olan toplumsal olana aktarılır. Dolayısıyla biyolojinin değiştirilemez bir kader olduğu algısı kadın erkek rollerini de değiştirilemez boyuta taşır. Bu kesinlik toplumsal kurallar ve yasalarla meşrulaştırılıp denetlenen bir sisteme dönüştürülür. Bu sistem içinde cinsiyet farkları bazı iş ve duyguları cinslere özgü hale getirir.“ Örneğin çocuk yetiştirmek için kadın gibi duygusal ve sabırlı olmak, asker olmak için de bir erkek gibi dayanıklı ve güçlü olmak gerekir. Aslında anne ile asker arasındaki fark biyolojik değil ideolojik-toplumsaldır.”11 Ataerkillik veya erkek egemenliği olarak da adlandırabilen değerler sistemi, sadece kadınları baskı ve denetim altına almaz. Erkekler içinde de fiziksel ve maddi güce dayalı ayrımlar yaratır, hiyerarşik bir otorite kurar. Ancak eğitimi, statüsü ne olursa olsun ortak paydada kadınlara karşı erkeği üstün kılar. “ Erkek egemen toplum kavramı aynı zamanda o toplumda yaşayan her tür erkeğin -yaşam biçimi, tercihi ne olursa olsun- kadınlardan üstün kılınmasından bir yararı olduğunu iddia eder. Yeni erkek egemen toplumlarda her tür erkek, konumu ve statüsü ne olursa olsun egemen erkeklik değerlerini sürdürme ya da en azından sessizce onaylamanın yararı olduğunu bilir ve bu nedenle de bu değerlerin sürdürülmesi için işbirliği yapar ya da uzlaşır. Egemen erkeklik değerleri aile reisliği, namus koruyuculuğu, erkek çok eşliliği, para ile kadın satın alma/fuhuş gibi meşru görülen ve erkeklere tanınan ayrıcalıklar olarak kurumlaşır; bunlar çoğu zaman yasalar tarafından da korunan ya da hoş görülen davranışlardır”12 10 Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul, ,İletişim Yayınları, 2012, s. 23-24 11 Sancar, a.g.e,. s. 23-24 12 Serpil Sancar, “ Erkeklik”, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, (ed.) Yıldız Ecevit, Nadide Karkıner, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 172 8 Başkaldırı sözcüğü, “ 1. Herhangi bir amaçla kurulu düzene veya devlet güçlerine karşı gelme, başkaldırma, ayaklanma, isyan. 2. Bir düzene veya emre boyun eğmeme, uymama, itaat etmeme.”13 demektir. Albert Camus, başkaldıran insanı “ Hayır diyen biri.”14 olarak tanımlar. Bu bağlamda “ başkaldırı ” kendisine uygulanan yaptırımlara “ hayır ” diyen birey veya kitlenin bilinçli eylemlerine işaret eder. Zira burada kast edilen “ hayır ” sorgulama ve analiz süreçlerini içermektedir. Kendi benliğinin, kişiliğinin farkına varan, haksızlığa uğradığını idrak eden ve başka çözümler üretilebileceğini gören birey/kitle başkaldırır. “ Örneğin, “ fazla uzadı bu iş”, “ buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır”, “ çok ileri gidiyorsunuz” ya da “ geçemeyeceğiniz bir sınır vardır” anlamlarına gelir. Kısacası, bir sınırın varlığını kesinler bu hayır. Başkaldırmışın “ ötekinin fazlaya kaçtığı”, hakkını bir başka hakkın kendisine karşı çıktığı, kendisini sınırladığı bir çizginin ötesine taşıdığı duygusunda da aynı sınır düşüncesini buluruz. Böylece, başkaldırı edimi hem katlanılmaz bulunan bir haksızlığın kesinlikle yadsınmasına, hem de bulanık bir hak inancına, daha doğrusu başkaldırmışın “ … yapmaya hakkı olduğu” izlenimine dayanır. Herhangi bir biçimde, herhangi bir yerde bizim de haklı olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz.”15 Başkaldırı; haklarının farkında olan, bilinçli bireyin davranışıdır. Ancak bunun her zaman ahlâkî normlara uygun, doğru sebep ve yöntemlerle yapıldığı iddia edilemez. Zira başkaldırının içerdiği gerçekler ve değerler de çağdan çağa ve toplumdan topluma değişir. Albert Camus bu konuda İnka ve Paryaları örnek verir. İnka ve Paryalar başkaldırı sorununu ele almaz zira bu sorun kendilerinden öncekilerce “ gelenek içinde ” çözülmüştür. Başkaldırı, “ kutsal ” kavramının içinde eritilmiştir. Ancak, “ başkaldıran insan kutsalın öncesinde ya da sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal, yani usa uygun olarak belirlenmiş olduğu bir düzen isteyen insandır.”16 Kutsalın sınırları dışındaki her sorunun başkaldırı olarak nitelenebileceğini belirten Albert Camus, bu nedenle insan için kutsalın evreni ve başkaldırının evreni olmak üzere iki farklı zihinsel tasarımdan/yapıdan bahseder. İnsanlık tarihine bakıldığında mitlerin, destanların, masalların ve birçok edebî türün başkaldırı, itaatsizlik ve isyan içerdiği görülür. Bu bağlamda başkaldırının insanın ontolojik gerçeği ile iç içe olduğu söylenebilir. “ Tarih mevcut düzene, yönetime, erke, iktidara karşı pek 13 Büyük Türkçe Sözlük, tdk. gov.tr (07.09.2013) 14 Albert Camus, Başkaldıran İnsan, (çev. Tahsin Yücel), 7.B., İstanbul, Can Yayınları, 2009, s.21 15 Camus, a.g.e., s. 21 16 Camus, a.g.e., s.28 9 çok isyan, başkaldırı olayının kaydedildiği geniş bir düzlemdir.”17 Bu nedenle hem geleneksel toplumlarda hem de çağdaş, modern toplumlarda başkaldırı kaçınılmaz bir gerçekliğe işaret eder. Bir başkaldırı biçimi olarak “ Feminizm ” ataerkil sisteme hayır diyen kadın ve erkeklerin savunduğu bir düşünce akımını/hareketini ifade eder. Üzerlerinde haksız bir denetim olduğunu, siyasî, ekonomik ve sosyal alandaki varlıklarının tanınmadığını fark eden kadınlar - ve onları destekleyen erkekler- uğradıkları bu ötekileştirme/ikincilleştirme politikasına birey/kitle halinde başkaldırırlar. 1.2. Kadın Başkaldırısı: Feminizm Fransızca “ femme-kadın ” sözcüğünden türetilen feminizm, kadınların eşitlik ve özgürlük taleplerini dile getirir. Feminizm, kadınların yaşamın hemen her alanında ikinci sınıf kabul edildiklerini fark etmeleri ile buna sebep olarak gördükleri ataerkil/erkek egemen düzene başkaldırmalarıyla başlar. Kadın ve erkek eşitliğini merkeze alan Feminizm her iki cinsin siyasî, ekonomik ve toplumsal alanda eşit haklara sahip olması gerektiğini vurgular. Ataerkil sistemin toplumsal cinsiyet kimliklerini belirlediği düşüncesinden yola çıkan feministlerin meydan okudukları durum, biyolojik yapıyla temellendirilen hiyerarşik üstünlüktür. “ Feminizm kadın ile erkek arasında (biyolojik değil) toplumsal ilişkilerde bir çelişme olduğunu savunur.” 18 Zira binyıllardır hemen her toplumda yaşamın birçok alanına sinmiş olan bu ayrım, biyolojik farklılık gibi sabit değil, kültürel ve gelenekseldir. Dolayısıyla insan doğasına bağlanan eril otorite üstünlüğü, erkek egemenliğini meşrulaştırıcı bir varsayımdan ibarettir. “ Aklın cinsiyeti yoktur…zihin gücünün cinsiyeti yoktur ve…erkeklerin görevleri ve kadınların görevleri, erkeklerin alanı ve kadınların alanı hakkındaki fikirler sadece keyfi fikirlerdir.”19 Feminizmin temel problem alanı ataerkilliktir. Bir cinsin diğer cins üzerinde kurduğu denetimi ve izlediği ötekileştirme/ikincilleştirme politikasını eleştirir. Kendi varlığını ve 17 Cumhur Aslan, 1960-1980 Dönemi Türk Romanında Başkaldırı Olgusu, Erzurum, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), 2004, s.23 18Juliet Mitchel, Ann Oakley, Kadın ve Eşitlik, (çev.Fatmagül Berktay), 3.B., Ankara, Kaynak Yayınları, , 1984 s. 11-12 19 Sarah M. Grimke’den aktrn: Josephine Donovan, Feminist Teori, (çev. Aksu Bora-Meltem Ağduk Gevrek- Fevziye Sayılan), 6.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s. 41 10 haklarını sorgulayan kadın/kadınların verdikleri mücadele kemikleşmiş kabullere bir meydan okuma ve başkaldırıdır. “ Dolayısıyla feminizm, toplumu eğitmek ve aynı zamanda tek taraflı bir önerme üzerine kurulu kurumların yeniden yapılandırılması için bilinç düzeyini yükseltmeyi hedefleyen bir reform hareketidir.”20 Feminist mücadelenin 18. yüzyılda ortaya çıktığı kabul edilir; ancak feminist bilincin ortaya çıkışı daha geriye uzanmaktadır.21 Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağı erkekler kadar kadınların da varlıklarını ve haklarını sorguladıkları bir süreçtir. “ Aydınlanma Çağı ve Rönesans’ın aklı, eleştiri hakkını, bireyselliği, dünyeviliği ve bilimi yücelten felsefesi kadınları da özgürleşme mücadelesine sevk eder.”22 Kadınların kitleler halinde hakları için mücadeleye başlamaları ilk kez Fransız İhtilali ile gerçekleşir. İnsan hakları ve onurlu bir yaşam için devrime destek veren kadınlar “ özgürlük, eşitlik ” söylemleriyle hak talep ederler. Mary Wollstonecarft’ın yazdığı Vindication of the Rıghts of Women adlı eser, Feminizmin ilk metni kabul edilir.23 Wollstonecarft, eğitim ve eleştirel düşünmenin önemini anlattığı bu eserinde, kadınların geri kalmasının sebebini eğitimden yoksun bırakılmalarına bağlar. Kadının hayata katılmasını engelleyen en önemli sebep eğitim alamamasıdır. Eğitimden yoksunluk bilinçten de yoksunluktur. Keyfi bir biçimde eğitimsiz bırakılan kadın dolayısıyla çalışma hayatı ve siyasî hayatın da dışında tutulur. Mary Wollstonecarft ve birçok feministin eğitim ile ilgili söylemlerine Fransız İhtilalinde düşünceleriyle öne çıkmış birçok erkeğin katılmaması dikkat çekicidir. Örneğin J.J. Rousseau kadın eğitimi konusunda şöyle düşünmektedir: 20Ülkü Eliuz, “ Meşrutiyete Giden Süreçte Yeni Kadın İmgesi: Fatma Makbule Leman”, Bilig, Güz 2008, S.47, s.181 21 “ Hayatını kalemiyle kazanan ilk kadın yazar olarak bilinen Christine de Pizan daha 14. Yüzyılda kadın haklarını savunan Kadınlar Kenti ( La cite des Dames, 1399) adlı kitabıyla kadınların duygularını dile getirmişti: “ Hiçbir günah kadınınki kadar büyük değildir diyorlar ama, kadınlar adam öldürmezler, kentleri yakıp yıkmazlar, halkı ezmezler, toprakları yağmalamazlar, kundakçılık yapmazlar, sahte sözleşmeler düzenlemezler. Kadınlar şefkatli, nazik, yardımsever, alçakgönüllü, sağduyulu varlıklardır.” Fatmagül Berktay, “ Feminist Teoride Açılımlar”, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, (ed.) Yıldız Ecevit, Nadide Karkıner, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2011, s.4 22 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, 3.B.,İstanbul, Metis Yayınları, 2013, s. 56 23 “ Mary Wollstonecraft, 3 Ocak 1792’de feminist teori tarihindeki ilk önemli çalışma olan A Vindication of the Rıghts of Woman (Kadın Haklarının Savunusu) adlı eserini tamamladı. Bu, daha sonranın feminist düşüncesi için başat eser olmuştur. Wollstonecraft’ın eserinden dört ay önce, Eylül 1791 tarihinde Paris’te, Fransız Devriminin erken safhalarında, Olympe de Gouges Les Droits de la Femme (Kadın Hakları) adlı bir el broşürü yayınlamıştı. Gouges daha sonra giyotinle idam edildi. Bir yıl önce 1790’da, Massachusetts’de Amerikalı Judith Sargent Murrey, On the equality of the sexes ( Cinsiyetler arasındaki eşitlik üzerine) adlı eserini yayınlamıştı. Bundan daha da önce, Amerikan Devrimi sırasında ise Abigail Adams, kocası John’a ulusu oluşturacak yeni kanunlar yapılırken kadınların da bir sesi ya da temsilcisi olması gerektiği söylenmişti.” Donovan, a.g.e., s.15 11 “ Kadının görevi erkeklerin hoşuna gitmek, onlara yararlı olmak, kendilerini onlara sevdirip saydırmak, küçükken büyütmek, büyüyünce onlara öğüt vermek, teselli etmek, hayatı zevkli ve sevimli hale koymaktır.”24 J.J. Rousseau’nun kadın eğitimini gerekli bulmaması, “ kadın ”ı erkek için ve erkeğe bağımlı bir varlık olarak kabul etmesi son derece dikkat çekicidir. İhtilalin önemli aktörlerinden birinin eğitimi cinsiyete göre yapılandırması insan hakları adına bir çelişki olarak düşünülebilir. Zira özgürlük ve eşitlik kavramlarını gündeme taşıyan Fransız İhtilali, kadın-erkek arasında tam bir eşitlik sağlamaz. İhtilal sırasında kitleler halinde haklar talep eden kadınlar, amaçlarına ulaşamazlar hatta var olan bazı hakları (toplantı yapma, dernek kurma vb.) geri alınır. Bu dönemde Olympe de Gouges, kadınlara da oy hakkı tanınması için “ Kadın Hakları Beyannamesi ” ni kaleme alıp Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie- Antoinette’e sunar. Yeni anayasanın kadınlara istedikleri hakları vermediğini belirten Olympe de Gouges , “ Mademki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor, öyleyse kürsüye çıkma hakkı da verilmelidir ” diyerek ideallerini ortaya koyar; ancak oy birliği ile giyotine gönderilir.25 18. yüzyıldan itibaren biçimlenmeye başlayan feminist söylemler “ kadının ikincilleştirilmesi ” ortak paydasında buluşurlar ancak vurgu yaptıkları konulara ve çözüm önerilerine göre Liberal, Radikal ve Marksist söylemler olmak üzere üç ana koldan ilerlerler. Liberal Feminizm; Mary Wollstonecraft, Frances Wright ve Sarah Grimke’nin fikirleri ile şekillenir. Aydınlanma Çağındaki liberal fikirlerden yola çıkılarak geliştirilen Liberal Feminizm; cinsiyet, ırk ve inanç gibi ayrımları reddederek bireylerin eşitliğini savunur.26 Liberal feministler, kadın ve erkeklerin ev içinde ve dışında (çalışma hayatı ve sosyal hayat) eşit haklara sahip olmaları gerektiğini belirtirler. Çözüm önerileri öncelikle eşit eğitim ile ilgilidir. Eşit eğitim kamusal alanda kadına da erkek kadar var olma/çalışma fırsatı sağlayacaktır. Ekonomik bağımsızlık, kadını erkeğe bağımlı/muhtaç kılan etmenleri yok edecektir. 24 Çakır, a.g.e., s. 56 25 Çakır, a.g.e., s. 56 26 “ 18. yüzyıl feministleri, o dönemde Batı dünyasını silip süpüren devrim dalgasının coşkusunu uymuşlardı. Aydınlanma ya da Akılcılık çağı olarak adlandırılabilecek dönem içinde ortaya koyulan kuramlar bu dönemde hayata geçirilmeye başlandı. Örneğin insanlar için vazgeçilmez ya da doğal olarak kabul edilen haklara hükümetlerin karışamayacağı gerçeği, hem Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin 1776 hem de Fransa’nın İnsan Hakları Bildirisinin 1789 en can alıcı noktalarıydı. Feministler erkeklerin sahip olduğu doğal hakların aynısına sahip olabilecekleri konusunda umut besliyorlardı.” Donovan, a.g.e., s. 16 12 Aklı kamusal alanla, akıl dışını özel/mahrem alanla ilişkilendiren Aydınlanma Çağı, Liberal feministlerin kadınların da akıllı varlıklar olduklarını vurguladıkları bir dönemdir.27 Bu dönemden itibaren kadının eş ve anne olarak evine/özel alana ait, akıldan yoksun varlık olduğu ön kabulü/varsayımı yıkılmaya çalışılır. Kamusal hayatı kadın ve erkek için eşit bir alana dönüştürmeyi hedefleyen liberal feministler şu temel düşünceleri vurgulamaktadır: “ 1. Akla inanç. Wollstonecraft gibi bazı düşünürlere göre, Akıl ve Tanrı neredeyse eş anlamlıdır. Birey, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırır; bu kişinin vicdanıdır. Frances Wrıght ve Sarah Grimke gibi feminstler, gerçeğin en güvenilir kaynağının herhangi bir yerleşik kurum ve gelenek değil, bireysel vicdan olduğunun gözönünde tutulması gerektiğini belirtirler. Massachusettes Kolonisi’nde Anne Hutchinson (1591- 1643) tarafından ifade edilen benzer bir çatışkı (antinomi) sapkın düşünce olarak damgalanmıştı. 2. Kadının ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı. Başka bir deyişle kadınların ve erkeklerin ontolojik olarak bezer oldukları inancı. 3. Toplumsal değişme ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim- özellikle eleştirel düşünebilmek için eğitilmek-olduğuna inanç. 4. Bireyin diğer bireylerden ayrı olarak gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve haysiyeti bağımsızlığına bağlı olan yalnız bir varlık olduğu görüşü. 5. Sonuç olarak, aydınlanma kuramcıları, doğal haklar doktrinine bağlı kalmışlardır. Önemli birçok kuramcı kendilerini siyasal haklarla ilgili taleplerle sınırlandırmamakla birlikte, 19. yüzyıl kadın hareketi esas olarak bu talepler, özellikle de oy verme hakkı talebi üzerine oturmuştur.”28 Mary Wollstonecraft ve diğer Liberal feministlerin temel söylemi, kadının eğitim yoksunluğu üzerinedir. Kadını erkek karşısında güçsüz kılan, ötekileştiren/ikincilleştiren, akıldan yoksun varsayan ataerkil söylemin tüm iddiaları eğitim ile ilişkilendirilir. Toplumsallaşma sürecinde eşit haklara sahip olmayışları kadın ve erkek arasındaki ayrımların/hiyerarşilerin temel sebebi olarak görülür. Eğitim alamayan kadın eleştirel düşünme becerisinden ve sorgulayıcı bilinçten yoksun kalır. Ekonomik bağımsızlığının olmayışı da kendini gerçekleştirmesine ve özgür birey olmasına engel olur. “ Liberal feministlere göre kadın ve erkek arasındaki kamusal ve özel alan arasındaki ayrımlar, toplumsal cinsiyet rolleri tamamen geleneksel keyfilikten kaynaklanır. Aklın, ruhun cinsiyeti yoktur.”29 27 “(…) Newton’un dünya görüşü, bir tarafta akıl aracılığıyla yönetilen kamusal dünya ve evrenin fiziksel dünyası ile diğer tarafta akıl-dışı olarak nitelendirilen duygusal ilişkilerin, kişisel mizaçların, kader, estetik ile ilgili ahlâkî yargıların ve kadının yeraldığı marjinal dünya arasında kökten bir ayrım ya da kırılma olduğunu öne sürmektedir.” Donovan, a.g.e. s.18- 19, “ Her erkek yeterli derecede aklî olarak kabul edilir ya da “ doğal” olarak bir aileyi yönetme kapasitesine sahiptir. Kadınlar ise, Locke’nin teorisine göre, “ doğal” olarak akıldan yoksun görünürler ve “ doğal” olarak “ özgür ve eşit birey” statüsünün dışında tutulurlar, nitekim kamusal hayata katılmaları da uygun değildir.” Terasa Brennan ve Carole Pateman’dan aktrn: Donovan, a.g.e., s. 22 28 Donovan, a.g.e.,s. 28 29 “ Grimke, Amerikan doğal haklar ilkelerini kadınlara uyarlayan ilk kişidir. Şüpheci bir şekilde, Kutsal Kitabın “ kadınların ve erkeklerin EŞİT YARATILDIKLARINI” beyan eder.” s.39, “ Grimke’ye göre erkekleri ve kadınları 13 Virginia Woolf da kadınların özel/mahrem alan içinde zamanlarını/varlıklarını, erkeğe hizmet etmek güzel görünmek için harcamalarına karşı çıkar. “ Annelerimiz o zamanlar, bizlere servet bırakmalarını engelleyecek ne gibi işlerle uğraşıyorlardı acaba? Burunlarını mı pudralıyorlardı? Vitrinlere mi bakıyorlardı?”30 sorularıyla kadınların erkeğe bağımlılığını eleştirir. Woolf, eğitim ve ekonomik özgürlüğün kadınların ötekileştirilmesini engelleyeceğini vurgular: “ Şimdi, eğer onun bir işi olmuş olsaydı; ya bir suni ipek fabrikatörü ya da borsadaki para babalarından biri olmuş olsaydı; Fernham’a iki ya da üç yüz bir dolar bırakmış olsaydı, biz bu akşam burada rahatça oturuyor olabilirdik ve sohbetimizin konusu arkeoloji, botanik, antropoloji, fizik, atomun yapısı, matematik, astronomi, rölativite ya da coğrafya olabilirdi. Mrs. Seton, annesi ve onun annesi büyük paralar kazanma sanatını öğrenmiş olsalardı ve babaları ve büyük babaları gibi, kendi cinsiyetlerinden olanların kullanımına göre düzenlenen burslar, ödüller ve öğretim üyelikleri oluşturmak üzere para bırakmış olsalardı biz burada, akşam yemeğinde rahatlıkla av eti yiyip şarap içiyor olabilirdik; bol keseden bahşedilmiş mesleklerden birinin korumasında geçecek onurlu ve güzel bir yaşama, hiç de yersiz olmayan bir güvenle bakabilirdik.”31 Liberal feministlerin kadın hakları için eğitim ve eleştirel düşünceye yaptıkları vurgu özel/mahrem alanı kapsamadığı için eleştirilir. Zira kadının erkeğe bağımlılığı sadece kamusal alanı değil özel/mahrem alanı da bağlayan bir sorundur. İkinci Dalga Feminizm32 ile ortaya çıkan Radikal Feminizm, 1960-1970 yıllarında özellikle New York ve Boston’da geliştirilir. Liberal Feminizmden farklı olarak kadınlığa vurgu yapan Radikal feministler, ataerkil otoriterlerden hak talep etmek yerine kadınsı değerlere yönelmek kamusal ve özel alana yerleştirme, geleneklerin keyfiliği ile ilgilidir. Çünkü kadınlar ve erkekler ahlâkî ve düşünsel anlamda eşit olduklarına göre, aynı ahlâkî ve düşünsel haklara ve sorumluklara sahiptirler.” s.41, “ Aklın cinsiyeti yoktur…zihin gücünün cinsiyeti yoktur ve…erkeklerin görevleri ve kadınların görevleri, erkeklerin alanı ve kadınların alanı hakkındaki fikirler sadece keyfi fikirlerdir.” Donovan, a.g.e., s. 41 30 Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, (çev. Suğra Öncü), 12.B.,İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s.24 31 Donovan, a.g.e., s. 25 32 “ Nitekim 19. yüzyıl feministleri siyasal haklar elde ettiler. Bu nedenle 1960’tan sonra kadına, kadın kimliğine vurgu yapan İkinci Dalga Feminizm gelişti. İkinci Dalga Feministler cinsiyeti erkekleştirmek yerine kadın bakış açısını güçlendirmeyi hedeflediler. Kadının kendi özüne, kadınlığına yabancılaşmasını eleştirdiler. Zaten siyasal haklar kazanmak onların toplumsal hayattaki durumlarını çok fazla değiştirmemişti. “ Birinci Dalga Feministleri, daha fazla eğitim, çalışma hayatına girme, sosyal hayata katılma, her şeyden önemlisi, kadının aile içindeki konumunun yükselmesi taleplerini dile getirmekteydiler. İkinci Dalga, bu temalara kadın cinselliği ve kadı bedenine uygulana şiddet gibi iki yeni konu ekledi. Bu yeni bilince göre, kadının bedeni emeği ve kimliğine el konulmuştur; dolayısıyla kadınların kurtuluşu için erkek egemenliğini ve ataerkil ilişkileri kuran ve sürdüren bütün kurumlara; devlet, aile, eğitim sistemi, kitle haberleşme araçları, kapitalist ekonomi vb. savaş açılmalıdır.” Şirin Tekeli “ Birinci ve İkinci Dalga Feminist Hareketlerin Karşılaştırmalı İncelemesi Üzerine Bir Deneme” 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (ed. ) A.B. Hacımirzaoğlu, İstanbul, Türk Tarih Vakfı Yayınları, 1998, s. 33 14 gerektiğini iddia ederler. Söylemlerini beden ve cinsellik etrafında geliştiren Radikal feministlere göre kadınlar öncelikle erkek merkezli değerlerden arınmalıdır. “ Kadın doğulmaz kadın olunur.” sözüyle tanınan Simone de Beauvoir ve birçok Radikal feminist ataerkil kurallara göre işleyen toplumsal hayatı, kadını baskı altına aldığı ve ötekileştirdiği nedeniyle eleştirir. Zira kadının özel ve kamusal alandaki ikincilleştirmesi doğasından değil tamamen eril değer ve inançlardan kaynaklanmaktadır. Kate Millet, Schulamith Firestone ve birçok Radikal feminist, ataerkilliğin toplumsal cinsiyet rolleriyle pekiştirildiğini ve tekrar tekrar üretildiğini belirtir. Kadınlar üzerinde sistematik bir cinsel baskı olduğunu iddia eden Radikal feministler, çözüm olarak modern teknolojiyi önerirler. Hamilelik, doğum ve annelik gibi kadın üzerinde baskı yarattığını düşündükleri biyolojik sorumlulukların sosyal kurumlara devredilerek cinsler arasında eşitlik sağlanabileceğini belirtirler.“ Radikal feminizmin aynı zamanda ve aynı süreç içinde gelişen diğer tezleri, kişisel olanın politik olduğu, ataerkillik ya da erkek egemenliğinin- kapitalizmi değil- kadınların baskı altına alınmasının kökeninde yer aldığı, kadınların kendilerini bastırılmış bir sınıf ya da kast olarak görmeleri ve enerjilerini, diğer kadınlarla birlikte, kendilerine baskı uygulayanlara-erkeklere-karşı mücadele eden bir harekete yönelmeleri gerektiğini, erkeklerin ve kadınların temelde farklı oldukları, farklı üsluplara ve kültürlere sahip oldukları ve kadınların tarzının gelecekteki bir toplumun temelini oluşturması gerektiği düşüncelerini içerir.”33 Radikal Feminizm, kadın doğasına yaptığı vurguyla eleştirilir zira kadınların doğuştan üstün oldukları iddiası ataerkil sistemin değer yargılarının benzerini işaret etmektedir.34 Erkeğin akıl ve fiziksel üstünlüğünü esas alan erkek egemen düşüncenin kadın erkek arasındaki eşitsizliğe yaptığı yorum bu kez tersine biçimde işlemekte ve kadını üstün bulmaktadır. 33 Donovan, a.g.e.,s.268-269 34 “ (…) kadın biyolojisi, kadın kimliğini oluşturan öğelerden sadece bir tanesidir ve farklı zaman ve mekânlarda hep aynı sonuçlara yol açmaz. Bazı radikal feministler işte bu olguyu görmezden gelerek kadının bedeninin/biyolojisinin belirli ve sabit bir kadın psikolojisine, erkek biyolojisinin de gene belirli ve sabit bir erkek psikolojisine yol açtığını savundular. Bu özelliklerin ne olduğu konusunda aralarında bazı farklılıklar olsa da radikal feministler genelde erkeği aşırı rasyonellik, saldırganlık, duygusuzlukla, kadını ise bunların tersiyle tanımladılar. Radikal feminizmin bu biyolojik determinist yaklaşımla, aslında geleneksel erkek egemen düşüncenin yaptığı şeyin aynısını tersten yapmaktaydı: Erkeği akıl ve rasyonel düşünme yetisiyle bağlantılandırarak ona özne konumu tanıyan, kadını ise beden ve duygularla ilişkilendirip onu nesneye ve bedene indirgeyen eril düşüncenin karşısına başka, bu kez kadına özsel üstünlük tanıyan düalist ve özcü bir yaklaşım çıkarılmaktaydı.” Fatmagül Berktay, “ Feminist Teoride Açılımlar”, Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları, (ed.) Yıldız Ecevit, Nadide Karkıner, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 10 15 Karl Marx ve Frederick Engels’ın teorilerinden etkilenen Marksist/Sosyalist feministler cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin sosyal ve ekonomik yapıdan kaynaklandığını ileri sürerler. Onlara göre yasalarla sağlanan eşit haklar ve fırsatlar kadın-erkek arasında gerçek bir eşitlilik yaratmaz. Yorumlarını kapitalizm eleştirisi etrafında birleştiren Marksist/Sosyalist feministler, kadının ötekileştirilmesinin sebebini tarih içinde şekillenen ekonomik modellere bağlarlar. Özel ve kamusal alan ayrımı yaratan kapitalizm ve onun hayata dikte ettiği şartlardır. Kadın için uygun görülen evi idare etme, erkeği cinsel ve psikolojik olarak tatmin etme görevleri kapitalist sistem içinde gelişmiştir. Aynı sistem erkeğe de kamusal alanda çalışma görevini yüklerken ona hem özel/mahrem alanda ev/aile/kadın üzerinde hem de kamusal alanda kendinden zayıflara ( fiziksel/ekonomik bakımdan) otorite hakkı tanır. “ Radikal ve liberal feminizmin özellikle kadınlar arasındaki sınıfsal farklıkları gözden kaçırdığını düşünen Marksist feministler, bütünsel bir kategori olarak kadınların ezilmesinden söz etmenin, sanki tüm kadınlar her yerde aynı deneyimleri ve çıkarları paylaşıyormuş gibi yanlış kabulden kaynaklandığını öne sürdüler ve cinsel özellikleri (bedenleri ve doğurganlıkları) nedeniyle benzer baskılara maruz kalsalar bile kadınların kendi aralarında eşitsizlik yarattığının kabul edilmesi gerektiğini vurguladılar.”35 Frederick Engels, kapitalizme dair değerlendirme ve eleştirilerinin yer aldığı The Origins of the Family, Private Property and the State adlı eserinde kadının tarihsel yenilgisini kapitalizme bağlar. Aile, kadının ikincilleştirilmesine neden olan ataerkil bir kurumdur. Sosyalist bir toplumda kadın evliliğe zorlanmaz veya evlilik feshedilebilir. Kadın sığınakları, komünleri ve kadın bakanlığı gibi kadın ihtiyaçları doğrultusunda işleyen kurumlar kadınların sorunlarını çözebilir.36 Sonuç olarak Liberal Feminizmin bireyler arasındaki hak eşitliğini, Radikal Feminizmin daha çok beden ve cinselliği, Marksist Feminizmin ise sınıfsal farklılıkları odağına aldığı söylenebilir. 1.3. Osmanlı Kadın Hareketi 35 Berktay, a.g.m., s. 10 36 Ömer Çaha, Sivil Kadın, Türkiye’de Sivil Toplum ve Kadın, 2.B., İstanbul, Savaş Yayınları, 2010, s.166-168 16 Feminizm, kadınların ataerkil sistem içinde ezildiklerini, haksızlığa uğradıklarını fark etmeleri ve bu duruma karşı çıkmaları ile başlar. Bir özgürlük ve eşitlik hareketi olarak ortaya çıkan kadın başkaldırısı ilk defa Fransız İhtilalinde örgütlü eylemlere dönüşür. Kadınlar binlerce yıldır kendilerini denetim altında tutan ve ikincilleştiren ataerkil toplumsal yapılarla mücadeleye girişir. Kadınların kitleler halinde verdikleri tepkiler feminist bir bilincin37 ortaya çıktığını göstermektedir. Feminist bilincin ortaya çıkması “ kadınların evlilik dışında ekonomik bir alternatife sahip olmalarına ve kendi ekmeğini kazanan anlamlı sayıda bir kadın grubunun varlığına bağlıdır.”38 Ancak bu koşullar sağlandığında kadınlar ataerkil sisteme karşı eyleme geçip haklarını savunabilirler. Batı’da bir özgürlük ve eşitlik talebi olarak ortaya çıkan Feminizm, Osmanlı kadınlarını da etkiler. Zira Batı’daki kadınların günlük yaşamlarında karşılarına çıkan sorunlar sadece onlara özgü değildir. Ataerkil sistem her toplumda kendine uyarladığı kültürel ve ideolojik değerlerle varlığını sürdürür. Osmanlı kadınları da Batılı hemcinsleri gibi evrensel ataerkil baskılara maruz kaldıklarını fark ederler. Osmanlı Kadın Hareketi 19. yüzyılda ABD’de ortaya çıkan feminist hareketlerden çok, önceki dönemde Batı’da ortaya çıkan feminist hareketler ile ilişkilendirilir. Zira Osmanlı kadınlarının da öncelikle ele aldıkları konu, tıpkı erkekler gibi eksiksiz, akıllı varlıklar olduklarını vurgulamaktır.39 Terakki-i Muhaderât’ta yayımlanan bir mektupta yer alan “ El ayak, göz, akıl gibi vasıtalarda bizim erkeklerden ne farkımız vardır? Biz de insan değil miyiz?” 40 sorusu özellikle Liberal feministlerin ısrarla vurguladıkları ‘ akıl ve insanî öz’ ile örtüşmektedir. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda modernleşme ekseninde eğitim, ekonomi ve hukuk alanını ilgilendiren konularda siyasî ve sosyal düzenlemelere gider. Devletin geleneksel 37 “ Feminist bilinç, kadınların ezilen bir gruba mensup olduklarının ve dolayısıyla haksızlığa uğramış olduklarının farkına varmalarını ve bu haksızlığın doğal değil de toplumsal/kültürel bir olgu olduğunu kavramalarını içerir. Ama burada kalmaz; bu haksızlığın düzeltilmesi için mücadele edilmesine, mücadelenin bağımsız bir biçimde yürütülerek örgütlenmesine ve aynı zamanda da alternatif bir gelecek vizyonu oluşturulmasına uzanır. ” Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, 5.B.,İstanbul, Metis Yayınları, 2006, s.88-89 38 Berktay, a.g.e., s. 89 39 “ Dolayısıyla, Osmanlı feminizmini ele alırken 19. yüzyıl ortalarından itibaren kitleselleşmeye ve gerçek bir toplumsal hareket dönüşmeye başlayan ABD ve İngiltere’deki feminist hareket ile değil, ondan önceki feminist düşünce ve kilise ya da kilise-dışı hayır örgütleri, özel kadın çevreleri ile iletişim ağlarının vb. oluşturduğu hareket ile karşılaştırmak gerekir. Çünkü Osmanlı kadınlarının da öncelikle gündeme almak zorunda oldukları konu, kadının eksiksiz bir insan varlığı olduğunu ortaya koymaktı.” Berktay, a.g.e., s.93 40 Terakki-i Muhadderât, no:5, 1869, s.4 17 sistemini etkileyen yapısal değişimler özellikle II. Meşrutiyet Döneminde hız kazanır. II. Meşrutiyet ile birlikte “ Osmanlı siyasal yapısı, farklılaşma, merkezileşme, laikleşme, özgürleşme sürecine ” girer.41 Modernleşme amacıyla gerçekleştirilen yenilikler (Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Mecelle, eğitimdeki yenilikler) zamanının çoğunu özel/mahrem alanda yani ev içinde geçiren kadınlara da yansır. Varlığı, büyük ölçüde eş/annelik ile sınırlanmış kadınlar hem özel/mahrem alanda hem de kamusal alanda kendilerine haklar talep etmeye başlarlar. Kuşkusuz bu hak taleplerinde kendilerini destekleyen aydın erkeklerin de payı vardır. Özellikle II. Meşrutiyet Dönemi aydın erkekleri modern bir toplumda kadınların nasıl olması gerektiğini tartışırlar.42 Yazdıkları eserlerle kadın eğitimi, kadının sosyal ve siyasî hayata katılımı konularında kamusal bir tartışma ortamı oluştururlar. “ Hemen hepsi Osmanlı toplumunun modernleşen eğitim ve sosyal kurumlarından yararlanan erkeklerin ulaştığı gelişim düzeyine – ki buna çoğunlukla medeniyet diyorlar- kadınların da aynı şekilde ulaşmasını engelleyen koşullar olduğunu görerek, erkeklere kıyasla, kadınların ciddi ölçüde geri kaldıklarını vurguluyor ve modernleşen dünyaya erkekler gibi ayak uyduramadıklarını görerek buna çözüm önermeye çalışıyorlar.”43 Modernleşmeyle toplumsal hayata dâhil olan birçok yeniliğin erkeklere yönelik olması ve kadınların eski zihniyet/ataerkil gelenek tarafından engellenmesi aydın erkekleri, kadınları desteklemeye yönlendirir. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Celal Nuri, Şemsettin Sami, Ahmet Ağaoğlu, Selahattin Asım gazetelere yazdıkları yazılarda ve kitaplarında kadın için gerekli değişimin ölçülerini tartışırlar. Onların görüşlerinin çeşitli değişiklerle Genç Osmanlılar, İttihat ve Terakki, Milli Mücadele Dönemi aydın ve siyasetçilerinin görüşlerini de biçimlendirdiği söylenebilir.44 Erkek yazarların kadın hakları konusunda ileri sürdükleri fikirler daha çok eğitim, görücü usulü evlilik, boşanma ve cariyelik üzerinde yoğunlaşır. Abdullah 41 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, 3.B.,İstanbul, Metis Yayınları, 1994, s.59 42 Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 85 43Sancar, a.g.e., s. 84 44 bkz., Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, 3.B.,İstanbul, Metis Yayınları, 2011, Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005 18 Cevdet45 ve Muslihiddin Adil’in46 kadın hakları bağlamındaki eleştiri ve önerileri radikal yaklaşımlar içerir. Dönemin aydın erkeklerinin kadın haklarına dair yaptıkları tartışmalara (Siyasî görüşlerine göre yaklaşım tarzları farklıdır.), aristokrat ailelere mensup, eğitimli kadınlar da dâhil olur. Etraflarındaki erkeklerin destekleriyle kendi haklarını dile getirmeye başlayan kadınların talepleri ve mücadeleleri Osmanlı kadın hareketi olarak tanımlanır. Serpil Çakır’a göre kadınların mücadelelerini gösteren en önemli kaynaklar kadın dergileri ve dernekleridir. Kadınların isteklerini dile getirmelerinde, örgütlenmelerinde en etkin rol basına aittir.“ O dönemde çıkan gazetelerde, özellikle pek çok kadın dergisinde sorunlarını ve beklentilerini yazarak, toplumu, dolayısıyla kadınları bilinçlendirmeye ve istekleri doğrultusunda değişime hazırlamaya çaba gösteren kadınlar ayrıca, konferanslar düzenleyip çeşitli dernekler kurmuşlar, bu derneklerde etkin görevler üstlenmişlerdir.”47 Osmanlı kadınları ilk defa 1868’de Terakki gazetesi ve 1869’da aynı gazetenin ek olarak yayımladığı Terakki-i Muhadderât’ta yer alan imzasız mektupları ile basında yer almaya başlar. Süreç içinde imzasız/isimsiz mektuplar kimliğini gizlemeyen kadın mektup ve yazılarına dönüşür. Yaprak Zihnioğlu, Osmanlı Kadın Hareketini şöyle sınıflar: 1. İlk kadın mektubunun basında yer aldığı 1868’den II. Meşrutiyet’e (1908) değin olagelen hareketliliği “ Erken Dönem Osmanlı hareket-i nisvanı (1868-1908)”, 2. II. Meşrutiyet ve Milli Müdafaa dönemlerindeki feminist etkinlikleri “ II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı feminizmi (1908-1922)”, 3. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki düşünsel ve eylemsel etkinlikleri “ Birinci Dalga Cumhuriyetçi feminizm (1922-1935)” 48 Yaprak Zihnioğlu, basında isimsiz kadın mektuplarının yer almaya başladığı 1868’den Türk Kadınlar Birliği’nin kendini feshettiği 1935’e kadar süren dönemi Birinci Dalga Feminizm; 45 “Abdullah Cevdet’e göre padişah’ın tek eşi olmalı, kadınlar diledikleri tarzda giyinebilmeli, kadınlar vatanın en büyük velinimeti sayılarak hürmet edilmeli, kadınlar ve kızlar erkeklerden kaçmamalı, görücü âdetine son verilerek her erkeğin gözüyle görüp beğendiği kızla evlenmesi sağlanmalı, kızlar için açılacak diğer okulların yanı sıra Tıbbiye Okulu da açılmalı, Avrupa medeni kanununun kabul edilmesi ile evlenme ve boşanma hukuku değiştirilmeli, cariyelik yasaklanmalı, birden fazla kadınla evlilik yasaklanmalı…”, Ahmet Cevdet Paşa da kadınların başını ilk kez açık tasavvur eden reformcu olmuş.” Sancar, a.g.e.,s. 89, bkz. Tezer Taşkıran, Cumhuriyet’in 50. Yılında Türk Kadın Hakları, Ankara, Başbakanlık Basımevi, 1973 46 “ Meşrutiyet yıllarında Selanik’te Hukuk mektebinin hocası olarak ders veren ve İktisat Dersleri adlı ders kitabının yazarı olan Muslihiddin Adil’in 1912’de yayınlanan kitabında iktisat biliminin bir alt konusu olarak “ Feminizm” başlıklı bir bölüm yer almış. Müslihiddin Adil burada feminizmi kadın erkek arasında iş bölümü olarak ele alıyor ve kadınların erkekler gibi toplumsal yaşamın her alanına, ilme, sanayiye ve siyasete atılmaları gerektiğini savunuyor.” Sancar, a.g.e., s. 88 47Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, 3.B., İstanbul, Metis Yayınları, 1994, s. 59 48 Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s. 21 19 1980 sonrası Feminizmi ise İkinci Dalga Feminizm olarak tespit eder.49 Osmanlı Kadın Hareketi olarak adlandırılan eylemler dizisi kadınların basında varlık göstermeleriyle başlar. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen sürede kadınların varlıklarının başlı başına bir değer olduğunu, erkekler gibi insan olduklarını ve bundan dolayı kendi hayatları üzerinde söz söyleme hakları bulunduğunu dile getirdikleri görülür. “ Bu dönemde, Osmanlı monarşisini benimseyen ve dünyaya İslam kadınlarının da modern ve bağımsız bireyler olabileceğini göstermek isteyen, İstanbul saray çevresine ve aristokratik ailelere mensup elit kadınlarının örgütlediği dernekler ve dergiler etrafında yaptıkları çalışmalar ve kadın toplantıları ile ortaya çıkan yeni bir yapılanma söz konusudur.”50 Şair Nigar Hanım, Fatma Aliye, Nezihe Muhiddin, Emine Semiye, Halide Edib döneme damgasını vuran kadınlar olarak öne çıkarlar. II. Meşrutiyet’in ilanından Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar olan dönemde kadınların hak taleplerini daha da somutlaştırdıkları görülür.51 Dönemin özgürlük ve eşitlik söylemleri etrafında birleşen ideolojik havası kadınları da etkiler. Kadınlar toplumsal değişimin/gelişimin kadın gelişimi ile doğrudan bağlantısına dikkat çekerler. Kadın eğitimi, çok eşlilik ve boşanma konusunda çözüm önerilerini dile getirirler. 1868’de yayımlanan Terakki gazetesi, kadın mektuplarına (isimsiz de olsa ) yer veren ilk gazetedir. İlk kadın dergisi olarak kabul edilen Terakki-i Muhadderât, Terakki gazetesinin kadınlar için yayımladığı bir ek olarak çıkar. Terakki-i Muhadderât’ta dönemi ve kadınların özellikle ev içindeki konumlarını eleştiren mektuplar önemli bir yer tutar. Kadınların yazdıkları bu mektuplarda öne çıkan diğer bir konu ise eğitimdir. Yayın ilkesini “ Kadınlara dair nâfi şeylerden bahseder” cümlesiyle özetleyen Vakit yahud Mürebbi-i Muhadderât dergisi 1875’te çıkmaya başlar. Ayine, Aile ve İnsaniyet dergisi de temel ilke olarak kadınları bilinçlendirmeyi, aydınlatmayı belirler. İnsaniyet’te yer verilen mektuplarda, kadın dergilerinde kadın yazılarına öncelik verilmesi istenir. Kadınlar sırf yayımlansın diye erkek imzası kullanmaktan şikâyet ederler. 1883’te çıkmaya başlayan 49 Zihnioğlu, a.g.e., s.21 50 Çakır, a.g.e., s.92 51 “ 1. II. Meşrutiyet’in ilk günlerinden itibaren, Osmanlı-Türk kadınlarının özgürlük talebi gündeme geldi. Kadınlar modernitenin vaat ettiği hür insan kategorisine tam olarak dahil olmak, toplumda insan addedilmek, toplumda bir mevki ve hisseye kavuşmak, siyasi alana, kamusal yaşayışa katılmak ve çalışıp hayatlarını kazanmak istiyorlardı. 2. Kadın eğitimi ve mesleki eğitim yaygınlaştırılmalı, kadınlar tüm eğitim olanaklarından yararlanmalıydı. 3. Kamu yaşamına katılmalarındaki, giyim dâhil her türlü yasaklar, sınırlamalar ile aile hayatındaki “ iki facia”, talâk ve taadüd-i zevcat kaldırılmalıydı.” Zihnioğlu, a.g.e., s. 56 20 Hanımlar’da kadın yazıları artmaya başlar. 1886’da yazarlarının tümünün kadınlardan oluştuğu Şükûfezar dergisi yayım hayatına girer. “ Derginin yayım amacı, siyaset dışındaki yazılarıyla, kadınların varlığını kamuoyuna duyurmaktır.”52 1887’de yayımlanmaya başlayan ve II. Abdülhamid’in de desteklediği Mürüvvet dergisi özellikle eğitim konusuna değinir. Eğitim ile kadınların kültürel düzeyinin artacağını savunan dergide, Şair Nigar Hanım, Leyla Hanım, Fıtnat Hanım gibi edebiyatçı kadınlar yazar. Döneme damgasını vuran ise 1895’ten 1908’e kadar yayımlanan Hanımlara Mahsus Gazete’dir. 13 yıl boyunca yayımlanmış olan -en uzun süreli- dergi Fatma Aliye53, Emine Semiye ve Şair Nigar Hanım gibi kadın yazarların seslerini duyurabilmesi açısından önem taşır. Dergide kadınlar, kadın hakları derken sadece özel/mahrem alandaki hakları dile getirmezler. Toplum hayatındaki konumlarını eleştirip erkeklerle eşit kabul edilebilecekleri bir toplum yapısından bahsederler. “ Hanımlara Mahsus Gazete’de, kadınların sorunları, aile, toplum ve iş yaşamları, eğitim, sağlık, moda, giyim konuları ağırlıktadır. Yurtiçi ve yurtdışından verilen örneklerle kadınların her işi başarabileceğine olan inanç yerleştirilmeye, pekiştirilmeye çalışılıştır. Kadınlara meslek olarak terzilik, halıcılık, kuaförlük önerilmiştir. Fransa’da kadınların avukatlık yapma hakkını elde ettikleri belirtilmiş, dünya kadınlarının hakları ve Batı’daki kadın hareketi hakkında bilgi verilmiştir.”54 II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren, dönemin aydınlanmacı zihniyetine paralel olarak kadın dergilerinin sayısında da artış gözlenir. Demet, Mehasin, Kadın (Selanik), Kadın (İstanbul), Musavver Kadın, Kadınlar Dünyası, Kadınlar Ȃlemi, Kadın Duygusu55, Genç Kadın, Kadınlar 52Çakır, a.g.e., s. 65 53 “ Fatma Aliye’nin bugün için muhafazakâr sayılacak bir yerde durarak, kadın haklarını savunan görüşlerinin İslamcılıkla özdeşleştirilmesi uzun süre sadece o çevreler tarafından bilinen bir yazar olarak kalmasına yo açmış. Fatma Aliye’nin çıkardığı dergi kamusal yaşamda aileyi merkeze alan bir kadın meselesi tanımlamış ve kadın haklarını aile kurumunun merceğinden ele almış. 1895’ten 1906 yılına kadar 580 sayı haftalık olarak yayınlanma başarısını göstermiş Hanımlara Mahsus Gazete’nin Osmanlıcılık ve İslamiyet temelinde kadın haklarını sağlamanın mümkün olduğunu ileri süren bir görüşün öncü ismi olduğunun altını çizmek gerekir.” Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s.103 54Çakır, a.g.e,.s.73 55 “ Kadın haklarını savunan diğer bir farklı çizgi ise Sabiha Sertel ile Baha Tevfik’in birlikte şekillendirdiği, soldan bir bakış ile kadın hakları savunusu yapan Kadınlık Duygusu dergisidir.” s. 105, “ Ona (Sabiha Sertel) göre boşanma ve nikâhta eşitlik, ahlaki eşitlik gereğidir. Milliyetçi (Kemalist) uluslaşma projesinden farklı olarak ailenin sürekliliği ve ölünceye kadar devam eden evlilik düşüncesini benimsemez. Ailenin/evliliğin bozulması toplumsal düzeni tehdit etmez: “ Aile her iki tarafın müşterek anlaşmasıyla yaşayan bir şeydir. Hiç kimsenin bir diğerini istemediği bir hayatı sonuna kadar yaşamaya mecbur etme hakkı yoktur. Bu sebeple kanun aileye karışmamalıdır. Ancak aile kanun müdahalesinden kurtulduğu zamandır ki kadın ve erkek için hür bir müessese olabilir.” Bu noktada Sabiha Sertel milliyetçi kadınların ağzından çok sık duymadığımız feminist görüşler de dile getirir. Evliliğin nikâhlı- nikâhsız ayrımına karşı çıkar, gayrimeşru çocuk tanımını eleştirir, kadınların “ serbest münasebet” hakkının kısıtlanması bakımından bir özgürleşme sorunu olduğuna işaret eder.” Sancar, a.g.e., s.111 21 Saltanatı, Süs, Firuze, İnci gibi birçok dergi yayım hayatına katılır.56 Kadınlar ayrıca İkdam, Tanin, Sabah gibi dönemin büyük gazetelerinde de yazmaya başlar. 1913’ten 1921’e kadar yayımlanan Kadınlar Dünyası, Osmanlı kadınlarının hak mücadelesini üstelenen “ Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ” nin yayın organı olması bakımından son derece önemlidir. Ulviye Mevlan’ın çıkardığı Kadınlar Dünyası yazarlarının tümünün kadınlardan oluşması bakımından ayrıca önem taşır. Ulviye Mevlan’ın başyazarı olduğu derginin temel politikasının feminist bakış açısıyla şekillendiği söylenebilir. Her kesimden ve milletten kadının kendisini ifade etmesine olanak tanıyan dergi, radikal yaklaşımları nedeniyle eleştirilere uğrar. Dergide kadın hareketinin amacı, kadın-erkek eşitliğinin sağlandığı yeni ve insanî bir dünya meydana getirmek olarak belirtilir. Kadın hareketi ile ilgili kullanılan kavramların da tanımlandığı dergide, kadınların annelik dışında işçi, mühendis, doktor olabilmesi “ Feminizm ” adı altında değerlendirilir.57 Kadın-erkek eşitliğini ve kadınların hayatın her alanına katılımını sağlayacak olan birincil koşulun eğitim olduğunu anlayan kadınlar, eğitim taleplerinin üzerinde ısrarla dururlar. Kadın inkılabının diğer önemli noktası kadının çalışma hayatının içinde yer alabilmesidir. Çalışan, ekonomik özgürlüğü bulunan kadın birey olabilir ve kendi haklarını savunabilir. Bu nedenle siyasî hakların kazanılması için en önemli adım, çalışma hayatına katılım olarak görülür. “ Esasen erkek nasıl çalışır ise, kadın da çalışabilir; erkek nasıl düşünebilir ise kadın da düşünebilir; erkek nasıl tahakküm ediyorsa kadın da tahakküm edebilir. Tefâvüt-i ef’al ve a’mal, kadında olsun erkekte olsun, fıtrate, tahsile, terbiyeye göre tehâlüf edebilir…Hukuk-ı nısviyemizi temin edecek birinci misal hayat-ı mesaiyenin kadınlıktaki tecellisidir. Kadın-erkek teşrik-i mesai edebilirse hukuk-ı nisvan da ehemmiyet-i lazımiyesiyle muhitimizde tanılır. Kadın-erkek, hukuk-ı medeniye ve insaniyede müsâvi olabilmeleri için evvela hayat-ı mesaide tarafeynin iştirakları lazımdır.”58 Dergilerle daha çok bireysel planda sorunlarını ve taleplerini dile getiren kadınlar bir süre sonra ortak bir kadın bilinci yaratırlar. Cinsiyet sorunlarını tartışıp insan olduklarını, birey olduklarını vurgularlar. Bireysel tepkiler dernekler aracılığıyla örgütlü tepkilere dönüşür. 56 bkz. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, 3.B., İstanbul, Metis Yayınları, 2011 57 Çakır, a.g.e., 179 58 Kadınlar Dünyası, no.65, 1914, s.1 22 Dernekler daha çok kadın sorunu ve ulusal sorunlar üzerinde çalışır. İlk kurulan dernekler genellikle yardım dernekleridir. Zira savaşlarla yıpranan toplumun ilk önce yardım faaliyetlerine ihtiyacı vardır. Serpil Çakır dernekleri yardım; eğitim yoluyla meslek kazandırma; kültür; ülke sorunlarına çözüm arayan; ülke savunmasına yönelik; farklı etnik gruplardan kadınların sorunlarına odaklanan; siyasal amaçlı; siyasal ve feminist partilerin kadın dernekleri olmak üzere sekiz başlıkta değerlendirir. Selanik’te 1908’de Emine Semiye tarafından kurulan “ Şefkat-i Nisvan, Osmanlı Kadınları Şefkat Cemiyet-i Hayriyesi, Hizmet-i Nisvan, Topkapı Fukaraperver Cemiyet-i Hayriyesi, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti, Müslüman Kadın Birliği ” gibi dernekler yardım amacıyla kurulur. Temel amaçları yardım olmasına rağmen üzerinde durdukları başlıca konu kadın eğitimidir. Kadınları eğiterek meslek kazandırma amacıyla kurulan derneklere özellikle II. Meşrutiyet’in ilanından sonra rastlanır. “ Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Derneği, Şefkat Heyeti, Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslâmiyesi ” gibi dernekler eğitim ve mesleğe yönlendirme amacıyla çalışan derneklerdir. Kadınlara iş bularak ekonomik özgürlük sağlayan bu derneklerden “ Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslâmiyesi ”, kadınları gönüllü olarak askere de alır. Geri hizmette çalıştırılmak üzere ordu bünyesine alınan kadınlarda aranan özellikler 18-30 yaş arası, Osmanlı uyruklu ve ehl-i namus olmasıdır. Kültürel amaçlı kurulan derneklerin temel amacı kadınların kültürel düzeyini arttırmak, kadınları bilinçli, bilgili bireyler haline getirmektir. “ Asri Kadın Cemiyeti, Tefeyyüz Cemiyeti, Musiki Muhibbi Hanımlar Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti, Osmanlı Kadınlar Cemiyeti, Teali Nisvan Cemiyeti ”59 gibi dernekler örnek verilebilir. Ülke sorunlarına çözüm bulmayı amaçlayan dernekler daha çok ekonomiyi düzeltme amacıyla faaliyet gösterirler. “ Ma’mûlât-ı Dahiliyye İstihlâki Kadınlar Cemiyet-i Hayriyesi ” bu derneklerin en önemlisi kabul edilir. 59 “ Teali Nisvan Cemiyeti, Halide Edib ve arkadaşları tarafından kurulmuştu. Derneğe üye olmak için Türkçeyi çok iyi okuyup yazma ve İngilizce derslerine devam etme gibi bazı koşullar vardı. Cemiyetin asıl amacı, ulusal geleneklerden vazgeçmeden kadınları irfanen yükseltmekti.” Çakır, a.g.e., s.97 23 “ Nisvan-ı Osmaniye İmdad Cemiyeti (Fatma Aliye tarafından kurulur.), Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyeti, Müdâfaa-i Milliye Hanımlar Heyeti, Anadolu Kadınları Müdâfaa-i Vatan Cemiyeti ” ülke savunmasına yönelik çalışan derneklerdir. “ Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyeti ”, Balkan Savaşından sonra gelen göçmen kadınların sorunlarını çözmek amacıyla birçok çalışma yapar. Dernek üyeleri I. Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde ve diğer yerlerde hemşirelik yaparlar. “ Azkaniver Hayuhyaç İngerutyan, Aktuniyadis Beyoğlu Rum Cemiyet-i Hayriye-i Nisavniyesi, Çerkez Kadınları Teavün Cemiyeti, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti ” gibi dernekler Ermeni, Rum ve Çerkez kadınlara eğitim vermeyi amaçlayan dernekler olarak dikkat çeker. İttihat Terakki Partisi, kendi ideolojisi doğrultusunda çalışan çeşitli dernekler kurar. “ İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Teâli-i Vatan Osmanlı Hanımlar Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti ” gibi dernekler konferanslar düzenleyerek kadınlara ulaşır. Kadınlar Dünyası adlı dergiyi de çıkartan “ Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti ”, feminist söylemleri bulunan tek dernek olarak kabul edilir. Kadınları bilinçlendirme ve onların sözcüsü olma görevini üstelenen dernek, dergi sayesinde geniş kitlelere ulaşır. Kadının toplumsal hayata katılması gerektiği özellikle vurgulanır. Cemiyet kadını kuşatan geleneklere, kadın-erkek eşitsizliğine, eğitimsizliğe savaş açar. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kadınlar tarafından siyasî amaçlı bir parti de kurulur. Başkanlığına Nezihe Muhiddin’in seçildiği Kadınlar Halk Fırkasının genel sekreteri Şükûfe Nihal, partinin yasal geçerlilik için gerekli izinleri alamamasına rağmen kadınların bir gün siyasî hayatta yer alabileceğine inanır. Yazılarında ve konuşmalarında kadının seçme ve seçilme hakkını kamuoyuna sunar ancak parti gerekli izinleri alamaz. Zira kadınlar henüz siyasî hak elde etmemişlerdir; dolayısıyla bir parti kurmaları mümkün değildir. Bu nedenle parti Türk Kadınlar Birliği adlı derneğe dönüştürülür. Programındaki siyasî amaçlar çıkarılır ancak kadınlar taleplerinden vazgeçmezler. Hem Türk Kadınlar Birliği’nin60 hem de Kadınlar Halk Fırkasının başkanı olan Nezihe Muhiddin özellikle adını Türk Kadın Yolu olarak değiştiren Kadın Yolu dergisiyle düşüncelerini 60 “ Bazı çevrelerin özellikle basının derneğe olumsuz bakışı ve Eylül 1927’de dernek içinde yaşanan bunalım ve anlaşmazlığa, bir de polisin dernek merkezinde arama yapması ve usulsüzlük kararı vermesi eklenince, derneğin 24 dile getirir. Tüm kanunlara uymaya, gerekli hallerde cezalandırılmaya erkekler gibi mecbur olan kadınlara siyasî haklarını verilmemesini son derece anlamsız bulur. Zira okuma yazma şartı bile olmadan her erkeğe verilen bu hakkın kadınlardan esirgenmesi eril otoritenin tahakkümünden başka bir şey değildir. Bu nedenle Nezihe Muhiddin, kahve köşelerinde miskin miskin oturan eğitimsiz bir erkeğe tanınan hakların eğitimli bir kadına tanınmamasını eleştirir.61 Dergiler ve dernekler aracılığıyla seslerini duyuran kadınlar, Osmanlı kadın hareketi için öncü olurlar. Büyük kitlelere zaman içinde ulaşan örgütlü tepkilerde kadınların hareketi başlatan, sürdüren taraf olması son derece önemlidir. Zira bu durum onların kararlılığını göstermektedir. Erkek egemenliği altında ezildiklerini, ötekileştirildiklerini ve dışlandıklarını ileri süren kadınlar için edebî var oluş birey kimliğinin ortaya çıkmasına neden olur. Kadın hareketine bütün olarak bakıldığında hareketi başlatanların zengin ve güçlü ailelere mensup eğitimli kadınlar oldukları görülür. İtirazları ve talepleri kendi gündelik deneyimlerinden başlayarak siyasî haklara doğru genişler. Kadınların toplumda neden geri kaldığını sorgulayan kadınların din ve gelenek üzerinde yoğunlaştıkları, kadın hakları konusundaki isteklerini İslâmi kurallarla uzlaştırmaya çalıştıkları görülür. Bazı araştırmacılar Cumhuriyet’in ilanının ardından kadınlara siyasî haklar verilmesine rağmen kadınların erkeklerle tam anlamıyla eşit bir statüde yer almadıklarını belirtir.62 Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilir ancak kadınlara yüklenen sorumluluk daha çok ulusun kurucusu ve başkanı Nezihe Muhiddin ve yönetim kurulu görevden uzaklaştırıldı. Ancak Nezihe Muhiddin bu tarihten sonra da siyasetten uzak kalmadı. 1930 yılında programında kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıyacağını ilan eden Serbest Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. Evlere dek giderek parti adına kadınlarla ilişki kurdu. Partiye bağlı “ Kadın Varlığı” isimli bir derneği kurmak için yazar Suat Derviş ile birlikte çalıştı. 1930 yerel seçimlerinde İstanbul’un Beyoğlu ilçesinden Serbest Cumhuriyet Fırkası tarafından aday gösterildi. Suat Derviş ise Sultanahmet ilçesinin adayıydı.” Çakır, a.g.e., s.131 61 Çakır, a.g.e., s.130 62 “ Yeni adam” ların kendi içlerinde yaşadıkları bu bölünmeye karşı, “ Cumhuriyet’in anaları” katmerli (hem içsel, hem de dışsal) bir bölünme yaşıyorlar ve milli bilincin uyanma dönemlerine özgü “ varolan kadın” ile uzak geçmişteki “ideal kadın” arasındaki karşıtlık, Cumhuriyet sonrasında İstanbul kadını/Anadolu kadını, kentli kadın/köylü kadın, asri kadın-“tango”-/iffetli kadın, modern kadın/geleneksel kadın, vb. karşıtlıklarda somutlaşıyordu.” Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti, 5.B., İstanbul, Metis Yayınları, 2006, s.110,“ Toplumsal bilinçte kadın hâlâ potansiyel bir fitne, sosyal kargaşa nedeniydi. Onu kamu dünyasına kabul edilmesi kontrol edilemez cinsel bir gerilimle eşdeğerdi ve erkekler dışarıda iki cins arasındaki ilişkileri düzenleyebilecek kültürel ve ahlâkî normlara sahip olmamanın derin sıkıntısını çekiyor, bu katılımın sonuçlarını göğüsleyip olası etkilerine karşı koyamamaktan korkuyorlardı. Kemalizmin, kadınların vücutlarını bir çarşaf içine kapatmak zorunda olmadan erkeklerle birlikte kamu alanında var olabilmelerini kabul ettirmek için, yeni kimlikler oluşturmaya ve özellikle erkek figürünü güçlendirmeye ihtiyacı vardı.” Ayşe Saraçgil, Bukalemun Erkek, İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.242 25 anaları olmaları ve kültürün taşıyıcılığı rolleridir. Serpil Sancar63, bu durumu günümüze kadar uzanan cinsiyetçi bir sakatlanma olarak niteler. Yeni kurulan devletin siyasî istikrarı için çabalayan Türkçü ve milliyetçi hareketin önemli isimlerinden Halide Edib ve Nezihe Muhiddin’in yönetim kadrolarında yer almaması cinsiyetçi yaklaşımlara örnek gösterilir. “ Örtünmeme hakkının sağlanması ama örtünmenin de yasaklanmaması, tek eşliliğin kabulü ama dini nikâha da – resmi nikâhla birlikte yapılma koşuluyla- itiraz etmeme ve kadının geniş kapsamlı boşanma hakkının kabulü, kadınların eğitim hakkı ve çalışma hakkının ‘ kadınlığa uygun meslekler’e yönlendirilmesi, eşit siyasal katılımın hiç uygun görülmemesi, zaman içinde Türkçüler, modernist İslamcılar, muahafazakârlar ve milliyetçilerin üzerinde anlaşma sağladıkları temel uzlaşma hattı olduğu söylenebilir.”64 1.4. Türk Romanı ve Kadın Osmanlı Devlet’inde Tanzimat Fermanının ilanıyla başlayan modernleşme süreci Doğu ile Batı’nın değerlerini uzlaştırmaya dayanır. Batılı/Modern toplumun inşa süreci “ (…) matbaa, modernleşmiş bürokratik kurumlar, okullar ve modern askeri kurumlar aracılığıyla oluşan kamusal zihniyetin yeni bir insan yaratma arzusu”65 olarak tanımlanabilir. Reformcu devlet adamlarının zihinlerindeki temel endişenin birbirinden son derece farklı iki medeniyetin arasında kendilerini doğru sınırlarda tutmak olduğu söylenebilir. Geleneksel değerlerden uzaklaşmadan, kendi benliğini yitirmeden modernleşme amacı, aydınları ve devlet adamlarını Batı’dan sadece bilimsel yenilikleri almaya yönlendirir. Zira evrensel aklı ve gücü temsil eden bilimsel ve teknolojik gelişmelerden yoksun kalmak, geri kalmanın sebebi olarak görülür. Devletin Batı ile özdeşleştirdiği modern kurumlar –ordu, bürokrasi, eğitim, ekonomi- evrensel ataerkil sisteme göre işleyen kurumlardır. Bu nedenle kamusal alandaki birçok yenilik devletin eril yapısını çok fazla değiştirmez. Ancak özel/mahrem alandaki olası değişimler devlet adamları ve aydınların zihninde endişe yaratır. Bu nedenle Batılılaşırken yitirilmek istenmeyen değerler ki bunlar gelenekler, kıyafetler, evlilik, ev ve aile yaşamı gibi daha çok özel/mahrem 63 “ Erkeklerle siyasal alanda aynı siyasal mücadelelere katılan kadınların ulus-devlet kurulduktan sonra onun yönetimine katılmalarının sakıncalı bulunması modern siyaset anlayışında bugüne kadar etkisini sürdüren bir cinsiyetçi sakatlanma nedeni olmuştur.” Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s.113 64 Sancar, a.g.e., s. 120 65 Sancar, a.g.e., s. 128 26 alanın kapsamındaki konulardır. Batıya tam manasıyla benzememesi gereken ise adeta birbiriyle eş anlamlı kullanılan kadın ve ailedir. Bu nedenle modernleşme çalışmalarında cinsel ahlâkın sınırları üzerinde çok durulur. “ Türk modernleşmesinin kurucu stratejilerinden ‘erkek merkezli cinsiyet rejimi’ ve bunun en temel öğelerinden biri olan modern Türk kadını aslında çoğu zaman Batı’dan bir ‘fark’tır.”66 Bu bağlamda Osmanlı modernleşmesi Batı ile arasındaki mesafeyi “ kadın ” üzerinden belirler. Doğu ile Batı değerleri arasındaki gerilim kadın ahlâkı açısından yeni kadın tipinin kurgusunda yaşanır. Romanlar gerçek hayatı birebir yansıtmaz kuşkusuz ancak toplumların değişim süreçlerindeki sancıları yansıtmaları bakımından oynadıkları rol de yadsınamaz. Değişen değerlerin zihinden zihine aktarımı, yeni bir toplum yaratma sürecinde özellikle gazete ve kitaplar aracığıyla gerçekleşir. Bu bağlamda Tanzimat’tan 1960’a kadar yazılan romanlardaki kadın görünümleri erkek ve kadın yazarların modernleşmeyi nasıl algıladıklarını anlamada yol gösterici olabilir. Özellikle II. Meşrutiyet itibariyle ataerkil toplumsal yapılara başkaldıran kadınların, kadın ve erkek yazarların romanlarında ne ölçüde yer aldığı son derece önemlidir. Zira romanlar, psikolojik ve felsefî akımlara yaptıkları göndermeler ile toplumsal cinsiyet rollerine dair unsurları vurgular. Bu anlamda romanlar “ bir yandan toplumsal cinsiyetin hangi bağlamlarda, hangi varsayımlar yoluyla dile geldiğini açığa çıkarırken, bir yandan da aynı bağlam ve varsayımların sınırlarını”67 göstererek toplumsal ve bireysel kaygıları çözümlemeye olanak sağlar. Feminist eleştiri, dünyadaki feminist hareketlerin edebî alana yönlendirilmesiyle ortaya çıkar. 1960’larda Fransa, İngiltere ve Amerika’da siyasî ve toplumsal alanda mücadele veren feministler kadınların sadece gerçek dünyada değil, romanlarda da ezildiğini, ikincilleştirildiğini ileri sürerler. Bu bağlamda ataerkil düzen edebî metinler aracılığıyla da desteklenir. Romanların ataerkil toplumsal cinsiyet rollerini tekrar tekrar üreten metinler olduğunu fark eden feministler, romanlardaki kadın görünümlerini incelemeye başlar. Toplumsal alandaki erkek egemenliğinin edebi metinler içindeki izlerini ortaya çıkarmaya çalışan feminist eleştirmenler “ kadınların edebiyattaki temsilinin erkek egemen bir bakışla 66 Sancar, a.g.e., s. 127 67 Sibel Irzık,Jale Parla (der.), Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet, 4.B., İstanbul, İletişim Yayınları, 2011, s. 9 27 kurgulandığı ve bu patriyarkal kurgunun yanlış bir kadınlık algısına yol açtığı tezi ”68 ile hareket ederler. Feminist eleştiri edebî metinleri- özellikle romanları- iki ana başlıkta inceler. Bunlardan ilki kadın olarak okura dönük eleştiri ikincisi, yazar olarak kadına dönük eleştiridir. İlk örneklerine Simone de Beauvior’un La Deuxieme Sex adlı eserinde rastlanan bu eleştiri yönteminin hareket noktası toplumsal cinsiyetin edebî metinlerin dokusuna nasıl işlendiğine dairdir.69 Erkek yazarların eserlerindeki kadın kahramanların ataerkil denetime bağlı olarak ötekileştirildiklerinin, ezildiklerinin üzerinde durur ve kadınların romanlardaki görünümleriyle toplum içindeki görünümleri arasındaki ilişkiyi sorgular. Bu yöntemin amacı “ Erkek yazarların yapıtlarına kadın okur gözüyle bakarak bu yapıtlarda sergilenen cinsel ideolojiyi, kadın imgelerini, klişe kadın tiplerini saptamak ve bunların feminist açıdan yorumunu ve eleştirisini”70 yapmak olarak özetlenebilir. Virginia Woolf’un A Rooms of One’s Own adlı eserinin ilk modern yapıtı kabul edilen Feminist eleştiri bazı varsayımlardan hareketle yapılandırılır.71 Kate Millet, 1969’da yayımladığı Sexual Politics adlı eserinde gerçek yaşamdaki erkek egemenliğinin romanlara nasıl yansıdığını inceler. Üç bölüme ayırdığı kitabında konuyu Cinsel Politika, Tarihsel Gelişim ve Edebiyattaki Yansımalardan Örnekler başlıklarıyla değerlendirir.72 68 Ebru Aykut Türker, “ Feminist Edebiyat Eleştirisi ”, Hece Dergisi Eleştiri Özel Sayısı, Ankara, Hece Yayınları, Mayıs/Haziran/Temmuz 2003, s. 294 69 “ (…) ilk safhalarında, büyük ölçüde Simone de Beauvoir’in toplumsal cinsiyetin inşası ve toplumsal cinsiyet/biyolojik cinsiyet arasındaki farklılıkları ele alan İkinci Cins adlı yapıtı ile Kate Millet’in hâlen hatırı sayılır bir üne sahip olan Cinsel Politika isimli kitabın üzerinden yürümüştür. Bu metinler üzerinden ilerleyen feminist eleştiri, daha çok erkekler tarafından üretilen edebiyat, film, dergiler vb. kültür ürünlerindeki kadın temsili üzerinde yoğunlaşmıştır.” Aykut Türker, a.g.m., s.294 “ Marksçı terminolojiyle ifade edecek olursak diyebiliriz ki, Simone de Beauvoir kadının politik ve ekonomik alanda ezilmesini bir alt-yapı, kadını aşağılayan sanat ve edebiyatı da bu durumu yansıtan bir üst-yapı olarak saptamaktadır.” Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, 9.B., İstanbul, Cem Yayınları, 1994, s. 230 70 Moran, a.g.e., s. 230 71 “ Maggie Humm, bu temel varsayımları üç kategoride toplamıştır. İlk varsayıma göre, cinsiyet dil üzerinden kurulur ve yazı üslubunda görünür hâle gelir. Bu yüzden feminist eleştiri, cinsiyet ile edebî biçem arasındaki ilişkiyi analiz ederek, dile içkin iktidarın cinsel hiyerarşiler, üslup ve biçem üzerindeki etkisini çözümler. İkinci varsayım, yazı stratejilerinin cinsiyetle ilişkili olarak inşa edildiğini, kadınların kendilerine izin verildiği biçimde yani mevcut erkek yazın geleneği içinden yazdıklarını iddia eder. Son varsayıma göre ise, hâkim edebiyat eleştirisi kadınların eserlerini değerlendirirken erkeklere özgü bir çerçeve içinden, eril normlar kullanarak hareket etmektedir. Bu normlar, akıl, zihin, kütür gibi kavramları yücelterek erkek değerleri olarak kabul etmekte; sezgi, doğa, beden gibi kavramları ikincilleştirerek kadına mahsus değerler kategorisine sokmaktadır.” Aykut Türker, a.g.m, s. 294 72 Kate Millet, Cinsel Politika, (çev. Seçkin Sevi), 2.B.,İstanbul, Payel Yayınları, 1987, s. 45 28 Konu Türk Edebiyatı açısından değerlendirildiğinde erkek yazarların yazdıkları romanlarda modernleşmeyle gelen ahlâkî endişelerin kadın kahramanlar aracılığıyla işlendiği görülür. Batı’dan alınan bir tür olarak roman aydınların ve toplumun Doğu ile Batı arasında yaşadıkları kültürel çatışmayı yansıtması bakımından son derece önemlidir. Zira modernleşmenin araçlarından biri olarak kullanılan romanlar Batılılaşmanın olası sonuçlarının tartışıldığı bir zemin haline gelir. Ayşe Saraçgil’e göre ilk romanlar yazarların önerdiği değişim ideallerinin yanı sıra değişime uyum sağlamaktaki psikolojik ve kültürel zorlukları da yansıtmaktadır.73 Tanzimat’tan itibaren romanlarda dile getirilen zorluk, ataerkil kurallara göre düzenlenen kadın rollerinin değişimle bürüneceği yeni biçimlerdir. “ Bu arzuyla şekillenen eril modernlik ‘yeni kadın’a takip etmemesi gereken yolları, yanlış rotaları ve öykünmemesi gereken yaşam biçimlerini, romandaki kişi ve olay örüntüsünü kullanarak tasvir eder. Bu tasvir esas olarak topluma karşı görevler anlatılırken kadın ve erkek ilişkisinde geçerli olması gereken cinsel ahlaka ilişkin ilkeler ve öğretiler ile ilgilidir.”74 Erkek yazarların modernleşme konusunda temkinli oldukları nokta aşırı/yanlış Batılılaşmadır. Bu durum hem erkek hem kadınları olumsuz yönde etkileyerek geleneksel kültüre ve topluma zarar verebilecek bir unsur olarak görülür. Kadın ve erkeğin aşırı Batılılaşmasının doğuracağı sonuçlar farklıdır. Ancak kadının aşırı Batılılaşması hem özel/mahrem hem de kamusal alan için daha tehlikeli görülür. Kadının aşırı Batılılaşması genellikle ahlâksızlık ile eş anlamlı değerlendirilir.75 Serpil Sancar kadın ahlâkına yaptığı göndermeler nedeniyle Türk romanının Batılı biçim ve Doğulu içeriği ile muhafazakâr bir aydına hitap ettiğini belirtir.76 Kadınların gerçek hayatta basın yoluyla dile getirdikleri talepler, eğitimle edindikleri bilinç özel/mahrem ve kamusal alanda erkek otoritesini sarsmaya başlar. “ Bu durumda birçok erkeğin, kadınların kazandığı her yeni özgü