T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİM DALI KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMI (YÜKSEK LİSANS TEZİ) HATİCE ŞAHİN Danışman Yard. Doç. Dr. MUSTAFA BİLGİN BURSA 2006 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE ........................................................................................................ Anabilim/Anasanat Dalı, ............................................................................ Bilim Dalı’nda ...............................numaralı …………………….................. ..........................................’nın hazırladığı “.......................................... ...................................................................................................................................................” konulu ................................................. (Yüksek Lisans/Doktora/Sanatta Yeterlik Tezi/Çalışması) ile ilgili tez savunma sınavı, ...../...../ 20.... günü ……… - ………..saatleri arasında yapılmış, sorulan sorulara alınan cevaplar sonunda adayın tezinin/çalışmasının ……………………………..(başarılı/başarısız) olduğuna …………………………(oybirliği/oy çokluğu) ile karar verilmiştir. Sınav Komisyonu Başkanı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üye (Tez Danışmanı) Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üniversitesi Üye Üye Akademik Unvanı, Adı Soyadı Akademik Unvanı, Adı Soyadı Üniversitesi Üniversitesi Ana Bilim Dalı Başkanı Akademik Unvanı, Adı Soyadı ....../......./ 20..... Enstitü Müdürü Akademik Unvanı, Adı Soyadı ÖZET Yazar Hatice ŞAHİN Üniversite Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı Temel İslam Bilimleri Bilim Dalı Tefsir Tezin Niteliği Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı Mezuniyet Tarihi …. /11/ 2006 Tez Danışmanı Yar.Doç.Dr. Mustafa BİLGİN KUR'ÂN-I KERÎM’DE TAKVA KAVRAMI Sözlükte sakınmak , korunmak anlamlarına gelen takvâ kavramı cahiliye arap şiirlerindeki anlamıyla daha çok maddî tehlikelerden sakınmayı ifade eder. Bu sakınma canlının kendisi ile düşmanı arasına bir engel, kalkan koyması suretiyle gerçekleşir. Terim olarak ise takvâ, Allah’ın hududuna riayet etmek, emirlerine eksiksiz itaat edip haramlarından kesinlikle sakınmaktır. Takvâ islami bilimlerde özellikle de tasavvufta özel bir anlama sahiptir. Nefis tezkiyesinin tasavvuftaki karşılığı olan seyr-u sulükün mertebelerinin her birinin takvâ sahibinin muttasıf olduğu özellikler olması takvâyı tasavvuf ile özdeşleştirmiştir. Ve mutasavvıfların özel terminolojisinde takvâ sâfî dindarlık anlamını kazanmıştır. Her kavram gibi takvâ kavramı da iki temel yöne sahiptir. Bunlardan ilkinde insandan Allah’a doğru düşünüldüğünde korunmak, sakınmak anlamı ifade eden takvâ kavramı ikincisinde Allah’tan insana doğru düşünüldüğünde koruma, himaye altına alma anlamı içerir. İslamdan önceki kullanımlarıyla daha çok maddî içerikli bir anlama sahip olan “v.k.y.” ve bütün türevleri Kur’ân vokabilorisinde anlam genişliğine uğramıştır. Kur’ân-ı Kerîm takvânın maddî anlamını korumakla birlikte ona manevî bir renk katmış ve kavramı daha çok manevî alana çekmiştir. Böylece “v.k.y.” kökü ve iştikakları cehennem ya da benzeri somut nesnelerden sakınma anlamını içeriyorsa maddî; Allah, melekler gibi somut varlıklardan korunmayı içeriyorsa manevî anlama sahip olmuş olur. Dolayısıyla Kur’ân’da takvânın anlamının maddî ya da manevî içerikli olması nesnesinin ne olduğu ile yakından ilişkilidir. Müfessirlerin özellikle vurguladığı anlamıyla Kur’ân’da takvâ: “İnsânın kendisini Allah’ın vikâyesine koyarak, âhirette zarar ve eleme neden olacak her şeyden titizlikle sakınması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılmasıdır.” Kur’ân’da ilk olarak şirkten sakınmak ve ardından iman etmekle başlayan takvâ mertebeleri, büyük günahlardan kaçınmak ile devam etmekte ve nihayet küçük günahlarda da ısrar etmekten kendini alıkoymak ve böylelikle müttakî vasfını elde etmek sûretiyle dünya ve âhirette mutluluğa erişmekle son bulmaktadır. Anahtar Sözcükler Allah Kur'ân-ı Kerîm İman Takva Tefsir Günah III ABSTRACT Author Hatice ŞAHİN University Uludağ University Main Discipline Basic Islamic Sciences Discipline Exegesis (Commentary of the Qur’an) Attribute of Thesis Master of Arts Page Count Graduation Date …. / 11 / 2006 Thesis Supervisor Associate Prof.Dr. Mustafa BİLGİN THE CONCEPT OF TAKWA in KUR’ÂN-I KERÎM In dictionary with to avoid, to protect meanings; the concept of takwa, has a meaning as to avoid from physical dangers in old arab poems.This avoidness happens by somebody putting a barrier or shield between him and his enemy. Takva as a term means have a respect to the limits which Allah puts in our life, obey his orders and avoid the attitudes which are forbidden. In Islamic sciences it makes takva identical with sufism because of having features come from the takva in its every stages. So in the special terminology of mystics takwa got the meaning as pure religiousness. The concept of takva has two main aspects as every concepts have. As from human towards Allah it means; to avoid and to protect, whereas from Allah towards human it has meaning as taking under protection. With the usages before Islam as having more physical meaning; "v.k.y" and all its derivatives boardened their meanings in Quran vocabulary. The Holy Quran puts spritual meaning in takva concept with protection of its physical meaning. Thus if the words of "v.k.y" template means to avoid from hell or physical objects they are physical, whereas if they means to protect against Allah and angels they are spritual. Consequently it is related to type of object in Quran to say takva is pysical or spritual. Especially emphasised by mufassirs takwa in Quran is; to avoid fastidiously from every attitude may has harmful result in afterlife, namely to avoid every sin and to make goodness.As firstly starting to avoid from polytheism and beacome faithfull takwa stages; covers avoidness of great sins and not insest to little sins, thus by getting the status of "owner of takwa" it ends with getting happiness in the world and afterlife. Key Words Allah Kur'ân-ı Kerîm Belief Takwa Tafsir Evil IV ÖNSÖZ Allah Teâlâ, en güzel biçimde yarattığı, kendisine sayısız nimetler verdiği, canlı- cansız âlemde varolan ve varolacak her şeyi hizmetine verdiği ve vereceği insana; hakkı batıldan, hidayeti dalaletten, iyiyi kötüden, imanı küfürden, zulmü adaletten, takvâyı fücurdan… ayırabilecek anlama, düşünme ve kavrama yetisini ifade eden aklı vermiş, buna ilaveten de peygamber ve kitaplar göndermek sûretiyle hayır ve şerri, doğru ve yanlış yolu göstermiş, şirk, küfür, isyan, tuğyân, ‘udvân, istikbâr, fısk, fesad, ism, cünâh ve zulümden sakındırmış; iman, tevhid, tâat, ibadet, şükür, dua, tasdik, sabr, birr, adalet ve takvâya teşvik etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, insanların Allah’a iman etmelerini, O’na şirk koşmamalarını, tağuttan ve isyandan sakınmalarını sağlamak, dolayısıyla inkar edenleri inzar etmek ve müttakîleri müjdelemek için gönderilmiştir. Bu sebepten Kur’ân, insanları, hem zihnî süreç olarak düşünce boyutunda hem de fiilî süreç olarak fiil ve davranış boyutunda mü’min, âbid, âdil, muhsin, salih, müttakî veya müşrik, kâfir, âsi, münafık, zâlim olmak üzere iki grupta niteleyip değerlendirmiştir. Bu amellerin övgü ve senâya mazhar olanları özendirilmiş, yerilen ve beğenilmeyenleri ise şiddetle yasaklanmış ve kendilerinden sakındırılmıştır. Takvâ ve ism-i fâili olan müttakî kelimeleri bu kategorilerden övülüp tavsiye edilen kavramlar arasındadır. Müttakîler Allah Teâlâ’yı bilinç düzeyinde idrak eden, O’nun kudret, azamet ve azabına iman eden, O’ndan korkan ama yine de O’na sığınan, imanla başlayıp ihsanla biten müttakî olma sürecinin uzun merdivenlerinin basamaklarında ömrünü feda etmeyi gerçek kazanç bilen, nefsinin aldatıcı dünya kazançlarına olan meylini Allah’tan ittikâ ile yenen ve o meyli âhirete çevirip orada felaha ulaşmayı hakiki kurtuluş bilmeye muvaffak olan kimselerdir. Müttakî insanın özelliklerinin araştırıldığı bu çalışma, genel olarak bir giriş ve iki ana bölümden oluşmaktadır. “Giriş”te okuyucuya konunun işlenişi, metod ve kaynaklar hakkında bilgi verilmiş; “Birinci Bölüm”de “Genel Olarak Takvâ Kavramı” adı altında öncelikle kavramın etimolojik tahlili yapılmış akabinde de kavramın “Din Bilimleri ve İslâmî İlimler”deki karşılığı aranmıştır. Çalışmanın “İkinci Bölümü”nde ise “Kur’ân’da Takvâ Kavramı” başlığı altında kavramın anlam alanı belirlenmiş ve Kur’ân’daki kullanımları alanlarına göre ele alınmıştır. Bu çalışmanın oluşmasında maddî manevî desteklerini benden esirgemeyen aileme ve bunun yanında çalışamada katkısı olan bütün hak sahiplerine sonsuz teşekkürü bir borç bilirim. Bu çalışma esnasında değerli zamanını ayırarak yardımlarıyla yol gösteren, tecrübe ve rehberliğini esirgemeyen değerli danışman hocam Yrd. Doç. Dr. Mustafa Bilgin Bey’e derin şükranlarımı sunuyorum. Hatice ŞAHİN Bursa - 2006 VI İÇİNDEKİLER ÖZET _____________________________________________________________ III ABSTRACT ________________________________________________________ IV ÖNSÖZ _____________________________________________________________ V İÇİNDEKİLER _____________________________________________________VII KISALTMALAR ___________________________________________________ XIV GİRİŞ _______________________________________________________________1 I- ARAŞTIRMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ _____________________________ 1 A- İnsan Bilimleri ve “Takvâ” Kavramı ______________________________________________1 B- Konulu (Mevzûî) Tefsir Çalışmaları ve “Takvâ” Kavramı ____________________________2 II- ARAŞTIRMANIN METODU VE KAYNAKLARI ___________________________ 3 BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK “TAKV” KAVRAMI ________________________________8 I- “TAKV” KAVRAMININ TANIMI _________________________________________ 8 A- Sözlük Anlamı ________________________________________________________________8 B- Terim Anlamı________________________________________________________________15 II- “TAKV” KAVRAMININ LİTERATÜRDEKİ YERİ_______________________ 21 A- Din Bilimlerinde “Takvâ” Kavramı ______________________________________________21 1- Dinler tarihi’nde ___________________________________________________________21 2- Din psikolojisi’nde _________________________________________________________27 3- Din sosyolojisi’nde_________________________________________________________32 4- Din eğitimi’nde ___________________________________________________________35 a- Bir davranış geliştirme yöntemi olarak “İttikâ” _______________________________36 b- İnsan varlığı açısından “İttikâ” ____________________________________________36 ba- İnsanın bireysel varlığı açısından “İttikâ” ____________________________________39 bb- İnsanın toplumsal varlığı açısından “İttikâ” __________________________________40 B- Temel İslam Bilimlerin’de “Takvâ” Kavramı______________________________________41 1- Tefsir’de _________________________________________________________________42 a- Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’de___________________________________________42 b- Tefsirlerde ____________________________________________________________42 2- Hadis’te _________________________________________________________________42 a- Biçim yönüyle: “Takvâ kavramıyla ilgili terimler” ____________________________43 b- Anlam yönüyle ________________________________________________________43 ba- İnsanın “Takvâ”sı: “Allah’tan ittikâ” _______________________________________43 1) Kişinin kendini sakınması ____________________________________________46 a) Kötü akibetten sakınması ____________________________________________ 46 b) Şüpheli ibadetten sakınması __________________________________________ 48 2) “Sakınma” ile ilgili temsili anlatımlar ___________________________________48 a) Yılanın sakınması (“Takvâ’l-Hayye”) __________________________________ 48 b) Bir kıymet birimi olarak “Ûkiyye” ____________________________________ 49 bb- Allah’ın “Takvâ”sı: “Allah’ın himayesi” ____________________________________49 3- Fıkıh’ta __________________________________________________________________51 a- Genel olarak fıkıh kültüründe “Takvâ” kavramı_______________________________51 b- Özel olarak “Takvâ – Fetvâ” ilişkisi ________________________________________51 4- Kelam’da ________________________________________________________________52 a- Genel olarak kelam kültüründe “Takvâ” kavramı _____________________________52 b- Özel olarak “Kebire – Takvâ” ilişkisi _______________________________________54 5- Tasavvuf’ta_______________________________________________________________57 a- “Takvâ ve Verâ” kavramları ______________________________________________57 aa- “Takvâ” kavramı________________________________________________________58 1) “Takvâ” ehlinin özellikleri____________________________________________61 2) “Takvâ” çeşitleri ___________________________________________________67 ab- “Verâ” kavramı ________________________________________________________69 1) “Verâ” ehlinin özellikleri_____________________________________________71 2) “Verâ” çeşitleri_____________________________________________________73 b- “Takvâ ve Verâ” ehlinin karakteristik özellikleri ______________________________75 V III ba- Tevbe ________________________________________________________________75 bb- Sabır_________________________________________________________________78 bc- Şükür ________________________________________________________________81 bd- Recâ _________________________________________________________________82 be- Havf _________________________________________________________________84 bf- Zühd_________________________________________________________________88 bg- Tevekkül _____________________________________________________________91 bh- Rıza _________________________________________________________________94 bı- Mahabbet _____________________________________________________________96 III- “TAKV” KAVRAMININ KÜLTÜREL ANATOMİSİ ________________104 A- Din Bilimleri Perspektifiyle________________________________________________ 104 B- İslam Bilimleri Perspektifiyle ______________________________________________ 107 İKİNCİ BÖLÜM KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMI ___________________________________112 I- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ TANIMI ___________________112 A- Biçim Yönüyle: “Kur’ân’da “V.k.y.” Maddesi ve Türevleri” ______________________ 112 B- Anlam Yönüyle: “Kur’ân’da “V.k.y.” Maddesinin Semantik Kadrosu” _____________ 114 II- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ TAHLİLİ___________________116 A- Öznesine Göre “Takvâ” Kavramı ___________________________________________ 116 1- Allah’ın “Takvâ”sı ________________________________________________________117 a- Dünya’da____________________________________________________________117 aa- Eğitim-öğretim (“Tebliğ”)_______________________________________________117 ab- Destekleme (“Nusret”) _________________________________________________121 ac- Dost edinme (“Tevellî”) ________________________________________________122 b- Âhiret’te ____________________________________________________________124 ba- Ebedî azaptan (Cehennem) koruma (“Vikâye”) ______________________________124 bb- Ebedî mutluluğa (Cennet) ulaştırma (“İdhâl”) _______________________________125 2- İnsanın “Takvâ”sı_________________________________________________________127 a- Allah hakları (“Hukukûllah”) alanında _____________________________________128 aa- İtikad alanında ________________________________________________________128 ab- İbadet alanında________________________________________________________133 IX 1) Hacc ahkâmında___________________________________________________140 2) Oruç ahkâmında___________________________________________________142 b- İnsan hakları (“Hukûku’l-İbâd”) alanında __________________________________143 ba- Ahlâk alanında________________________________________________________143 1) Nazarî ahlâk ______________________________________________________144 a) “Takvâ” nın çeşitleri_______________________________________________ 144 b) “Takvâ” nın mertebeleri ____________________________________________ 145 2) Amelî ahlâk ______________________________________________________155 a) Genel olarak ahlâkî esaslarda ________________________________________ 155 aa) Müslümanlar ile ilişkilerde______________________________________ 155 aaa) Sû-i zann ve gıybetten “İttikâ” ___________________________________ 156 aab) Fesad çıkarmada “İttikâ” _______________________________________ 157 ab) Gayr-i Müslimlerle ilişkilerde ___________________________________ 158 b) Özel olarak Hz. Peygamber (s.)’le ilişkilerde____________________________ 158 ba) Mutlak olarak Hz. Peygamber (s.)’in önüne geçmede “İttikâ” __________ 158 bb) Hz. Peygamber (s.)’in huzurunda konuşmadan “İttikâ”________________ 159 bc) Hz. Peygamber(s.)’e hitab şeklinde “İttikâ”_________________________ 160 bd) Tezkiye edilmiş kalplerin “İttikâ”sı _______________________________ 160 bb- Muâmelât (Hukuk) alanında_____________________________________________163 1) Kadınların hakları konusunda “İttikâ”__________________________________164 2) Cihâd konusunda “İttikâ”____________________________________________166 3) Emanet ve şahidliğe riâyette “İttikâ” ___________________________________170 4) Faiz konusunda “İttikâ” _____________________________________________171 bc- Ukûbât (Ceza hukûku) alanında __________________________________________172 1) Hadd cezalarında “İttikâ”____________________________________________172 2) Tazîr cezalarında “İttikâ”____________________________________________173 B- Nesnesine Göre “Takvâ” Kavramı __________________________________________ 174 1- “Takvâ” nın soyut nesneleri (Ğaybî varlıklar) ___________________________________174 a- Semâvî ğayb varlıkları _________________________________________________174 aa- Allah _______________________________________________________________174 ab- Azap melekleri ________________________________________________________176 b- Uhrevî ğayb varlıkları _________________________________________________176 ba- Aslî ceza nesneleri: “Ateş” ______________________________________________177 bb- Ek ceza nesneleri: “Grup cezaları ve işkenceleri”_____________________________177 2- “Takvâ” nın somut nesneleri (Şuhûdî varlıklar) _________________________________178 X a- Kozmik olay nesneleri _________________________________________________178 aa- Yaratma’da (“İbdâ’”)___________________________________________________178 ab- Yürütme’de (“Tedbîr”) _________________________________________________179 ac- Yoketme’de (“İfnâ’”) __________________________________________________180 b- Toplu ceza nesneleri ___________________________________________________180 ba- Kavimleri ihlâkte______________________________________________________181 bb- Doğal afetlerde _______________________________________________________182 C- Yüklemine Göre “Takvâ” Kavramı _____________________________________________184 1- “Takvâ”nın eşanlamlı kullanımları ___________________________________________184 a- Doğrudan eşanlamlı kullanımları _________________________________________184 aa- Hakikat kullanımları ___________________________________________________184 1) İctinâb __________________________________________________________184 2) Hazer ___________________________________________________________186 ab- Mecazi kullanımları: “Sebebi zikredip sonucu kastetme ve Mecaz-i mürsel” _______187 1) Bilinçli korku (“Davranış”) anlamı içeren kullanımlar _____________________187 a) Haşyet__________________________________________________________ 187 b) Rahbet__________________________________________________________ 192 c)- İşfâk ___________________________________________________________ 195 d) Huşû ___________________________________________________________ 198 2) Bilinçsiz korku (“Refleks”) anlamını içeren kullanımlar ___________________200 a) Havf ___________________________________________________________ 200 b) Vecel___________________________________________________________ 205 c) Rav’ ___________________________________________________________ 208 b- Dolaylı eşanlamlı kullanımları ___________________________________________210 ba- Nazârî (ve mutlak) nitelikli kullanımlar ____________________________________210 1) Fıtrat____________________________________________________________210 a) Fıtrî boyutta takvâ_________________________________________________ 216 b) Kendisine takvâ ilham edilen nefs ____________________________________ 217 c) Takvâ’nın ilham edilmesi ___________________________________________ 219 2) İman ____________________________________________________________224 3) İhsan____________________________________________________________227 4) İhlas ____________________________________________________________230 5) Zikir ____________________________________________________________234 6) Dua_____________________________________________________________236 XI 7) Şükür ___________________________________________________________238 bb- Amelî (ve mukayyet) nitelikli kullanımlar __________________________________239 1) İtâat ____________________________________________________________240 2) İbadet ___________________________________________________________242 3) Adalet___________________________________________________________246 4) Salah____________________________________________________________248 5) Hayr ____________________________________________________________252 6) Birr _____________________________________________________________256 7) Sabır ____________________________________________________________259 2- Karşıt anlamlı kullanımları__________________________________________________262 a- Doğrudan karşıt anlamlılar ______________________________________________262 aa- Fücur _______________________________________________________________263 ab- Zenb________________________________________________________________265 ac- Cenef ________________________________________________________________266 ad- Fısk ________________________________________________________________268 ae- Ğayy _______________________________________________________________269 b- Dolaylı karşıt anlamlılar ________________________________________________271 ba- İtikadi alanda _________________________________________________________271 1) Şirk_____________________________________________________________272 2) Küfr ____________________________________________________________274 bb- Ahlâkî alanda_________________________________________________________276 1) Zulüm___________________________________________________________276 2) ‘Udvân __________________________________________________________279 III- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ HEDEFLERİ________________281 A- Gözettiği Temel (Aslî) Hedefler ____________________________________________ 281 1- Dünyevî ve uhrevî azaptan kurtulma __________________________________________281 2- Dünyevî ve uhrevî mutluluğa kavuşma ________________________________________282 B- Gözettiği Yan (Tâlî) Gayeler_______________________________________________ 283 1- Ruhsal kişiliği sağlamlaştırma _______________________________________________283 2- Allah’ın rahmet ve merhametine erişme _______________________________________287 3- Müreffeh bir hayat sağlama _________________________________________________288 SONUÇ ____________________________________________________________289 XII BİBLİYOGRAFYA __________________________________________________295 ÖZGEÇMİŞ ________________________________________________________314 X III KISALTMALAR a.e. : Aynı Eser a.g.e. : Adı Geçen Eser a.g.md. : Adı Geçen Madde a.g.mk. : Adı Geçen Makale a.g.tz. : Adı geçen Tez A.Ü.İ.F. : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi a.y. : Aynı Yer bkz. : Bakınız bs. : Baskı c. : Cilt C.Ü.İ.F. : Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi çev. : Çeviren der. : Derleyen E.A.Ü.İ. : Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi E.Ü.İ.F. : Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ed. : Editör F.Ü.İ.F. : Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi h. : Hicri H.Ü.İ.F. : Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hz. : Hazreti İ.F.A.V. : İlahiyat Fakültesi Vakfı M.E.B. : Milli Eğitim Bakanlığı M.Ü.İ.F. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi O.M.Ü.İ.F. : On dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi s. : Sayfa (s.) : Aleyhisselâm S.A.Ü.İ.F. : Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ss. : Sayfadan Sayfaya S.Ü.İ.F. : Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi sy. : Sayı tah. : Tahkik Eden tas. : Tashih Eden ts. : Basım Tarihi Yok vb. : Ve Benzeri v.dğr. : Ve Diğerleri yay. haz. : Yayına Hazırlayan XV GİRİŞ I- ARAŞTIRMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ Allah Teâlâ’nın yarattığı kâinat, temelde maddî ve maddî olmayan kâinat olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İnsanın da içinde bulunduğu âlem maddî kâinat olarak kabul edilirse insan, bu uçsuz bucaksız evrende ona nispetle bir zerrecik bile değildir. Buna mukabil taşıdığı misyon ve üstlendiği görev açısından ise yeryüzünde Allah’ın halifesi olma özelliğini taşıması hasebiyle yaratıkların en şereflisidir. Âlimlerin ağırlıklı yorumlarına göre hilafet, esas itibariyle yeryüzünü imar ve ıslah görevi olup insan da bu sorumluluğun gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. Başlangıç itibariyle vehbî olan bu güçlerin en önemlisi “akıl” –ki insanı sorumlu kılan temyîz gücü, anlama ve kavrayabilme melekesi ve ilk emrin (nazar) muhatabı- ve “kitap”tır. Aklıyla en azından yaratıcısını ve evrensel doğruları bulabilen insan, bu aşamadan sonra detaylar konusunda, Rabb vasfının zımnında bulunan eğitici olma özelliği ve Rahman sıfatına binâen, bir lütûf olarak Allah Teâlâ tarafından kendisinin kelâmıyla aydınlatılır. A- İnsan Bilimleri ve “Takvâ” Kavramı Fıtrî potansiyel anlamında insana ilhâm edilen fücur ve takvâ sayesinde insan, bu iki yoldan birini seçmekte ve hayat tarzını belirlemektedir. Bu bağlamda, sadece insan yaratıcı ve ilaveten her dâim nimet vericisine karşı –sonuçlarına katlanmak kaydıyla- nankörlük edebilme veya bilinç düzeyinde isteyerek ve bilerek –karşılığını almak üzere- tâat gösterebilme ihtiyarına sahiptir. Küfrü veya imanı, tâatı veya isyanı, zulmü veya adaleti, takvâyı veya fücuru seçen insanın kendisidir. Dolayısıyla kevnî olarak ekmel yaratılan insan ya bu kemale layık olur ve “Ahsen-i takvîm”i korur ya da fücura dalarak “Esfel-i sâfilîn” derecesine düşer. Bu özgürlüğe sahip olan insan bütün ilâhî kitapların olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’in de muhatabıdır. Kur’ân nâzil olduğu dönem itibariyle bir takım özel nedenler sebebiyle arap harfleriyle (eş-Şûrâ 42/ 7) ve arap topluluğuna inmiştir. Ancak muhteva açısından evrensel değerleri içermekte ve bütün insanları karanlıktan aydınlığa, zulümattan nûra çıkarmayı amaçlamaktadır (İbrâhîm 14/ 1). B- Konulu (Mevzûî) Tefsir Çalışmaları ve “Takvâ” Kavramı Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’in sûre ve âyetleri, muhatabı olan toplulukların çeşitli tavır ve davranışlarına, bunlardaki eksikliklerine, ihtiyaçlarına, olayların değişim ve gelişimine vb. durum ve şartlara binâen farklı zaman ve mekânlarda nâzil olduğundan ve bunların diziminin de bizzat Rasûlü Ekrem(s.a.v.)’in talimatıyla oluşmasından ötürü bir konu hakkında Kur’ân vokabularisinin sunduğu malzemeyi konu bütünlüğü açısından aynı anda aynı yerde bulmak mümkün olmamakta ve muhtevayı oluşturan konular Mushafın başından sonuna yayılmış bir şekilde bulunmaktadır. Kur’ân’ın bu karakteristik yapısı, Kur’ân’ı okuyan veya dinleyenin aynı anda birden çok konudan haberdar edilmesi, bir bölümü okumayla inzar ve tebşir çerçevesinde birçok irşâd ve ikâza muhatab olması ve bunun yanında pek çok faydasına mukabil Kur’ân’a doğru bakış açısıyla bakma, onu anlama dolayısıyla müslümanların hayatlarına çekme ve aradaki bağı kuvvetlendirme açısından İslâm bilginlerinin karşısına bir problem olarak çıkmaktadır. Tefsir tarihinde pek çok tefsir kaleme alınmış olmasına rağmen bir tek konu veya kavram çerçevesinde derli toplu eserler –belki de günün şartları gerektirmediği için- yazılmamıştır. Ancak bu, tefsir tarihinde mevzûî tefsir yapılmadığı anlamını içermez. Mevzûî tefsirin tarihi İslâm geleneğinde Kur’ân’ın tarihi kadar eskidir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber (s.), âyetleri açıklamada zaman zaman bu yöntemi kullanmıştır. Aynı şekilde sahâbe tabiîn ve halefleri de Türkçemizde “kavram”, İngilizcede “term” ve Arapçada “mefhûm” kelimesiyle ifade edilen teknik terimlerin anlam alanını belirlemede semantik metodu kullanmışlardır. Kavram araştırmada İslâm âlimlerinin izledikleri en önemli metod âyetleri nüzûl sırasına göre tanzim etmek ve tarihi bağlamlarını belirlemektir. Çünkü âyetlerin nüzûl sırasını bilmek araştırıcıya kavramın tedrici olarak anlamında oluşan farklılıkların seyrini takip edebilme ve yorumlayabilme şansını verir. 2 Çağımız insanına, Kur’ân’ın mesajını ulaştırmanın en emin en kestirme yolu mevzûî tefsir yöntemidir. Çünkü yaşadığımız çağ, ihtisaslaşmanın çok yaygın olduğu bir zaman dilimini oluşturmaktadır. Gittikçe de ilim dallarının alt başlıkları ortaya çıkmakta ve bu alt başlıklar zamanla geniş bir bilim dalı hâline gelmektedir. Tefsir çalışmalarının da bu duruma paralel olarak alt birimlere ayrılması, Kur’ân’ın muhtevasını oluşturan konuların müstakil olarak semantik çerçevede incelenmesi ve bu araştırma metodlarının daha da geliştirilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Tabiatıyla bunu da konulu tefsir yönteminden başka bir yöntemle gerçekleştirmek mümkün gözükmemektedir. Bu sebeble bu yöntem, çağımız insanının yenilenen ihtiyaçlarını karşılamada ve çağdaş bilimsel teori alanlarının gelişmesi sonucu, Kur’ân’ın her alanda insan hayatına yön verecek en güzel ve mükemmel prensiplerini istifadeye sunmada, başvurulabilecek en güvenilir metottur.1 Yukarıda sıralananlar nedeniyle bu çalışmanın kavram çalışması olmasına karar verilmiş ve konu olarak da Takvâ kavramı seçilmiştir. II- ARAŞTIRMANIN METODU VE KAYNAKLARI Araştırmanın “Birinci Bölümü”, kavramın sözlük ve terim anlamlarının belirlendiği semantik tahlilini ve yine kavramın “Din Bilimleri” ve “İslâmî Bilimler”deki karşılığını belirleme çabasını içermektedir. Tanımların yapıldığı bölümde, ilgili kavramın sözlük ve terim manası el-Cevherî(ö. (ö. 400/1009’dan önce)’nin es- Sıhâh’ı, er-Râğıb el-İsfehânî(ö. 502/ 1108)’nin el-Müfredât’ı, ez-Zemahşerî(ö. 538/ 1143)’nin Esâsü’l-Belâğa’sı, İbnü’l-Esîr(ö. 606/ 1210 )’in en-Nihâye’si, İbn Manzûr(ö. 711/ 1311 )’un Lisânü’l-Arab’ı, el-Cürcânî(ö. 816/ 1413 )’nin et-Ta’rîfât’ı, ez-Zebîdî(ö. 893/ 1487 )’nin Tâcü’l-Arûs’u ve et-Tahânevî(ö. 1158/ 1745 )’nin Keşşâf’ı başta olmak üzere önemli luğat eserlerinde incelenmiş bunun yanında sözkonusu kavramın cahiliye arab şiirlerindeki anlamı hakkında bilgi edinmek amacıyla cahiliye arab şairlerinin şiirlerinden oluşturulan divânlardan Ebû Temmâm(ö. 231/ 846)’ın, İbn Züheyr’in divânları ve Mu‘allakat gözden geçirilip temsili birkaç örnek alınmıştır. 1 Güven, Şahin, Çağdaş Tefsir Araştırmalarında Konulu Tefsir Metodu, Şurâ Yayınları, İstanbul, 2001, ss. 110- 111. 3 Çalışmanın “Birinci Bölümü”nün ikinci ana başlığı, “Din Bilimlerinde Takvâ’nın Yeri” başlığıdır. Bu bölüme “Dinler Tarihi” bilimiyle başlanmış ve dinler tarihinde Zebur, Tevrat ve İncil’den “ittikâ” çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm’le örtüşen pasajlar saptanıp örnek olarak bir kaçının sunumuyla ittikânın dinler tarihi açısından tetkik ve tahlili yapılmaya çalışılmıştır. “Din Psikolojisi”nde, oluşumunda dinin inkar edilmez katkısı bulunan “olumlu şahsiyet ve dinin psikoterapik işlevi”; “Din Sosyolojisi”nde “Takvânın bütünleştirici gücü” son olarak Din Eğitimi’nde ise bir davranış geliştirme yöntemi olarak ittikâ konuları ele alınmış ve temel amaçtan ayrılmaksızın ilgili konular ile ittikâ arasındaki ilişki saptanmaya gayret gösterilmiştir. Çalışmanın “Birinci Bölümü”nün üçüncü temel başlığı “İslâmî Bilimlerde Takvâ’nın Yeri”dir. Bu bölüm temel İslâm bilimlerinin beş ana başlığı olan “Tefsîr”, “Hadis”, “Fıkıh”, “Kelâm” ve “Tasavvuf”ta takvâ başlıklarını içermektedir. “Tefsir Bölümü”nde kısaca Kur’ân’da “takvâ” kavramı ve iştikakları üzerinde durulmuş ve kavramın anlamsal çerçevesi hakkında bilgi verilmiştir. “Hadis Bölümü” incelenirken ikiyüz elli üç hadiste “v.k.y.” kökü ve terimsel karşılıkları gözden geçirilmiş; bu kullanımlar anlamlarına göre gruplandırılarak okuyucuya bu kategorilerin her birinden örnek olarak beş hadis sunulmuştur. “Kelam” başlığı altında genel olarak kelam kültüründe “takvâ” taranmış ve özel olarak İslâm tarihinde uzun tartışmalara konu edilen kebire problemi “Takvâ– Kebire İlişkisi” sınırlamasıyla ele alınmıştır. “Fıkıh Bölümü”nde ise kelama yakın olarak öncelikle fıkıh teminolojisinde “takvâ” kavramının yeri belirlenmiş akabinde de “Fıkıhta ‘Takvâ- Fetvâ’ İlişkisi”ne dikkat çekilmiştir. “Tasavvuf” bölümüne gelince, burada da klasik eserler ağırlıklı, mutasavvıflara göre “Takvâ ve Verâ Kavramları” incelenmiştir. Ayrıca mutasavvıfların takvâyı tanımlamalarında da görüleceği gibi kavramın, ilgili dalın özel literatürünün etkisinde sâfî dindarlık hâlini aldığı ve nefis tezkiyesi çerçevesinde seyr ü sülûk’un aşamalı olarak bütün süreç ve mertebelerini içine alabilecek bir anlam genişliğine ulaştığı bu mertebelerin her birinin tek tek ele alınıp incelenmesi sûretiyle gösterilmeye gayret edilmiştir. Çalışmanın ana malzemesini takvâ kavramı, metodolojik yönünü ise bu kavramın semantik tahlili oluşturmaktadır. Semantik, bir dil üzerinde seçilen bir anahtar 4 terimin tahlilidir. Anahtar kelimeler Kur’ân’da kendi başlarına diğer kelime ya da kavramlardan bağımsız bulunmazlar. Her anahtar sözcük diğer seçilebilecek anahtar sözcüklerle şu veya bu şekilde; müteradif ya da zıtlık içermek sûretiyle ilişkilidir. Takvâ kavramının anahtar kavram seçildiği “İkinci Bölüm”de, öncelikle doğrudan ve dolaylı olmak üzere “Eşanlamlı Kavramlar” akabinde de karşıtlık içeren kavramlar “Karşıt Anlamlı Kullanımlar” başlığı altında incelenmiştir. Bu durum görsel planda somutlaştırılmak dolayısıyla da anlam alanı zihinde netleştirilmek istenirse aşağıdaki tabloların bu konuda yardımcı olabileceği ümit edilmektedir: Doğrudan eşanlamlıları Hakiki kullanımları TAKV İCTİNAB HAZER Mecazi Kullanımlıları Dolaylı Eşanlamlıları Davranış Boyutunda Reflerks Boyutunda Nazarî Nitelikli Amelî Nitelikli TAKV A B A B RAHBET VECEL İHLAS İTAAT HAŞYET HAVF DUA İBADET TAKV İMAN HUŞÛ RAV' İHSAN BİRR İŞFÂK ŞÜKÜR ADALET 5 Karşıt Anlamlı Kullanımları İtikadî Zıt Anlamları Ahlakî Zıt Anlamları A B ŞİRK ZULÜM TAKV KÜFÜR ‘UDVÂN Takvâ kavramının anlam alanının belirlenmesi aşamasında müttakîliğe ya da fâcirliğe götüren vehbî unsurlardan takvâ ve fücur olgularının fıtrî boyutta tetkik ve tahlili “Fıtrat” başlığı altında eş-Şems sûresinin sekizinci âyeti çerçevesinde yapılmış ve bu manada fıtratın, gelişmenin başlangıcında, çocuğun ruh dünyasında bir yaratılış olup çocuk onunla Allah’ın fiillerini ayırt edebilsin, onlar vasıtasıyla Rabb’inin mevcûdiyetine yol bulabilsin ve onunla yasalarını tanıyarak O’na iman edip hudûdullâha riâyet edebilsin diye hazır bir şekilde var edilmesine dikkat çekilmiştir. Ayrıca fıtrat, düşünülebilecek sıfat ve fiillerin en yücesi ve mükemmeli ile nitelenmiş olan, bununla birlikte yine de bütün ifade ve tariflerin sınırlamasından aşkın olan Allah Teâlâ’nın kusursuz ilim ve hikmetinin, düzenlemesinin ve en uyumlu biçime sokmasının (ta’dîl…) içimizde hazır bulduğumuz yankısıdır. Fıtratın Tanrı’sal bir bağış ve aynı zamanda, insanlık kavramının gerçekleşmesi için varlığı zorunlu olan irade, seçme, gerçekleştirebilme vb. yapısal niteliklerle çatışmaması için donmuş bir olgu değil de, yaratılışın başlangıcından itibaren herkese verilmiş olan gerçekleştirilmesi veya küllenmesi değişik şartların bulunması; kısaca kemale ermesi ya da deformasyona uğraması ile bağlantılı olan şeffaf bir keyfiyet olması ümit edilir ve beklenir. Bu temel nedenden dolayıdır ki “Fıtratullâh”ın hiç kimsenin yadsıyamayacağı “a priori” bir bağış olması (bkz. Fıtrat Bölümü) çalışmanın önemle üzerinde durduğu bir konudur ve “Dolaylı Eşanlamlılar Bölümü”nde “Fıtrat” başlığı altında incelenmiştir. “Takvâ”nın Kur’ânî bağlamına gelince, takvâ Kur’ân kavramlarının en önemlilerinden birisidir. Altmış üç sûrede iki yüz otuz yedi âyette iki yüz elli sekiz defa 6 geçmesi onun bu önemini daha da netleştirmektedir. Bu kullanımların hepsinin siyâk ve sibâklarıyla incelenip tam olarak ortaya konulmasının oldukça zor olduğu açıktır ama yine de bu çalışmada takvâ kavramı, alanlarına göre ele alınarak iman etme ile başlayan müttakî mü’min olma sürecinin ibadet ve ahlâk alanında ittikâ ile devam etmesi ve nihayetinde âdâb-ı muâşeret konusunda da edebe riâyette kusur etmemeyi içeren kemal noktasıyla son bulması durumları imkanlar çerçevesinde tartışılmaya çalışılmıştır. Bu konuların işlenmesinde müfessirlerden es-San‘ânî (ö. 126- 211), et-Taberî (ö. 310/ 922), ez- Zeccâc (ö. 311/ 923), el-Cessas (ö. 370/ 980), el-Kuşeyrî (ö. 465/ 1072), ez- Zemahşerî (ö. 538/ 1143), el-Endelüsî (ö. 546/ 1147), er-Râzî (ö. 606/ 1209), el- Beydâvî (ö. 685/ 1286), el-Nesefî (ö. 701/ 1301), el-Kâşânî (ö. 1090/ 1679),el-Bursevî (ö. 1137/ 1725), eş-Şevkânî (ö. 1250/ 1834), el-Âlûsî (ö. 1270/ 1854), Elmalılı (ö. 1942), et-Tabâtabâî (ö. 1401/ 1981)’nin tefsirleri başta olmak üzere, çalışmanın ilgili olduğu dalın kaynaklarını tarama ve tanıma amacına uygun olarak klasik ve çağdaş yüz kusür tefsir takımına en azından müellifleri ve künyeleri, eserlerinin isimleri ve eserde kullandıkları uslûb hakkında bilgi edinmek için ulaşılmaya ve bu tefsirlerden faydalanılmaya çalışılmıştır. Ayrıca takvâ konusunda yazılan güncel makaleler erişilebilindiği kadarıyla gözden geçirilmiş ve konunun işlenişine paralel olanlardan yaralanılmaya çaba gösterilmiştir. Bunun yanında konuların alt başlıklarıyla ilgili olarak T.D.V. İslâm Ansiklopedisinin yayınlaşmış maddelerinden ve henüz yayınlanmamış maddelerin dokümantasyonlarından istifade edilmeye özen gösterilmiştir. Âyetlerin meâllerinde T.D.V. yayınlarının Kur’ân meâli ve Muhammed Esed’in Kur’ân meâli esas alınmıştır. Bütün bu araştırmaların sonucunda kabarık bir kaynakça ortaya çıkmıştır. Bunlardan pek çoğu elenmiş ama yine de kavram hakkında çok şey yazıldığından bunların en azından bir kısmının kaynakçada gösterilmesi sûretiyle okuyucuya sunmulması gerektiği düşünülerek bibliyografyada verilmiştir. 7 BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK “TAKV” KAVRAMI I- “TAKV” KAVRAMININ TANIMI Takvâ kavramına genel olarak bakıldığında çok farklı tanımlar yapıldığı görülür. Ancak bu tanımlar, tanımı yapılan ilim dalının âlimleri tarafından kendi bilim dallarının özel terminolojosi çerçevesinde yapılmış ve kavramın sözlük kitaplarından derinlemesine araştırılması ihmal edilmiştir. Bu bölümde kavramın sözlük ve terim anlamlarına dikkat çekilecektir. A- Sözlük Anlamı “Takvâ” (التقوى) ve “ittikâ” (اتقى) kelimeleri, “v.k.y.” (و ق ى) fiilinin masdarı olan “vikâye” (وقاية)den gelmektedir. “v.k.y.” (وقى) fiilinin “vakyen” (وقيا), “vâkiyeten” şeklinde değişik masdarları da vardır. Bu (وقاء)”ve “vikâen ( توقية)”tevkiyeten“ ,(واقية) masdarların hepsi; bir şeyi muhafaza etmek,1 eziyetten korumak,2 himaye etmek,3 onu 1 el-Cevherî, Ebû Nasr İsmâ‘îl b. Hammâd (ö. 400/1009’dan önce), es-Sıhâh Tacü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l- ‘Arabiyye, I-VII, tah. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Dâru’l-‘İlmi li’l-Melâyîn, Kâhire, 1399/ 1979, VI, 2527; er-Râğıp, Hüseyn b. Muhammed el-İsfehânî (ö. 502/ 1108), el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, tah. Safvân Adnân Dâvûdî, 3.bs., Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1423/ 2002, s. 833; İbnü’l-Esîr, Ebû’s- Sa‘âdât Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîriddîn Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 606/ 1210), en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadis ve’l-Eser, I-IV, tah. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî, et- Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Mektebetü’l-İslâmiyye, Kâhire, 1965, V, 217; İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed el-Ensârî er-Rüveyfiî (ö. 711/ 1311), Lisânü’l-‘Arab, I-XV, tah. Muhammed Abdülvehhâb, Muhammed es-Sâdık el-‘Ubeyd, 3.bs., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, ts., XV, 378; el-Fîrûzâbâdî, Ebû’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya‘kûb b. Muhammed (ö. 817/ 1415), el-Kâmûsü’l-Muhît, I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1416/ 1996, III, 950; ez-Zebîdî, es-Seyyid Muhammed Murtazâ (ö. 893/ 1487), Tâcu’l-‘Arûs, I-X, Dâru Sâdır, Beyrût, 1306h., X, 396. 2 el-Cevherî, a.g.e., VI, 2527; İbnü’l-Esîr, a.g.e., V, 217; İbn Manzûr, a.g.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.g.e., X, 396. 3 er-Râğıp, a.g.e., s. 833; İbnü’l-Esîr, a.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 950; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 8 zarar verecek şeyden sakınmak,4 ona zarar verici şeyden çekinmek,5 bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak6 manalarını taşırlar. Lehyâni, bu masdarların hepsinin “وقيته الشىء” kullanımına dayandığına işaret eder.7 Kök itibarı ile bu masdarlara dayandığını belirttiğimiz “takvâ” (التقوى) kavramı, aslı “v.k.y.” (وقى) şeklinde olan bir isimdir.8 Takvâ kavramı tedbirini alarak korunma anlamındadır.9 Ömer b. el-Hattab (r.a.), Übeyy b. Kab’a “takvâ”nın ne demek olduğunu sormuş, Übeyy b. Kab da: “Sen hiç dikenli yola girdin mi?” sorusuyla karşılık vermiştir. Hz. Ömer, “Girdim” cevabını verince “Ne yaptın?” diye tekrar soru yöneltmiştir. Hz. Ömer “Paçalarımı sıvadım ve kendimi korudum.” deyince Übeyy b. Kab, “İşte ‘takvâ’nın manası budur.”10 demiştir. Takvâ kavramının kökü olan “v.k.y.” (وقى) fiili de himaye etmek, korumak11 anlamlarına gelir. Araplarda, “Allah, onu korudu.” anlamında “12 ”وقاه اهللا ووقاية وواقية denilir. Aslında takvâ kavramı bütün kavramlar gibi çift yönlü bir kavramdır. Dolayısıyla kavram hem ulûhiyet hem de udûbiyyet açısından değerlendirilebilir. Yani Allah’a nisbetle, Allah’tan kula doğru düşünüldüğünde kavramın anlamı “korumak, muhâfaza etmek, himaye altına almak”; kula nisbetle kuldan Allah’a doğru düşünüldüğünde ise kavramın anlamı “sakınmak, çekinmek, O’na karşı sorumluluk 4 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; er-Râğıp, a.e., s. 833; İbnü’l-Esîr, a.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 950; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 5 er-Râğıp, a.e., s. 833; İbnü’l-Esîr, a.e., V, 217; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 950; İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 6 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; er-Râğıp, a.e., s. 833; ez-Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Cârullâh Mahmûd b. Ömer el-Havarizmî (ö. 538/ 1143), Esâsü’l-Belâğa, Dâru Beyrût, Beyrût, 1412/ 1992, s. 686; İbnü’l- Esîr, a.g.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 397; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 951. 7 İbn Manzûr, a.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 8 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; er-Râğıp, a.e., s. 833; İbnü’l-Esîr, a.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 950; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 9 el-Cürcânî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyid eş-Şerîf el-Hanefî (ö. 816/ 1413), et- Tarifât, tah. Muhammed Abdurrahman, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1424/ 2003, s. 129. 10 el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh (ö. 671/ 1273), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, tah. Sâlim Mustafâ el-Bedrî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2004, I, 114; İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İmâmüddîn İsmâ‘îl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ el-Kaysî el- Kureşî el-Busrâvî ed-Dımeşkî eş-Şafiî (ö. 774/ 1373), Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, I-VIII, tah. Sâmî b. Muhammed es-Selâme, Dâru’t-Tayyibe, Riyâd, 1418/ 1997, I, 40. 11 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; er-Râğıp, a.e., s. 833; ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, II, 524; İbnü’l-Esîr, a.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 397; Âsım Efendî, Ebû’l-Kemal Ahmed (ö. 1235/ 1819), el-Ûkyânûsu’l-Besîd fî Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, Âsitâne, İstanbul, ts., III, 951. 12 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; ez-Zemahşerî, Esâsü’l- Belâğa, II, 523. 9 sahibi olmak, koruması altına girmeyi ummak, muhâfazasını talep etmek” manasında olur. Ebû Ma’kil el- Hüzelî’nin şiirindeki şu mısralar da; ”فعاد عليك ان لكن حظ“ ”وواقية آواقية الكالب“ bu kullanıma dayanmaktadır.13 فرس ) ism-i fâili, at ve kısrak için sıfat olur ve (الواقى) kökünden yapılan (وقى) denilir.14 Böyle bir at, tırnağı ince olduğu zaman ayağını yerin pürüzlerinden, sert (واق sivri taşlarından hatta kendine eziyet verecek en küçük şeylerden bile titizlikle korur. Ayrıca Ebu’l-Heyseme bir göçmen kuş çeşidi olan (لصرد) (kerkenez) kuşunun yürümekten hoşlanmadığı için (الواق) sıfatıyla teşbih edildiğini söyler.15 “İttikâ” kelimesi, aslında, “ifti‘âl” (افتعال) vezni üzere “ivtikâ” (اوتقى) şeklinde iken, Arapça ibdâl ve kalb kaideleri gereğince “(و)” harfi (افتعال) babının “(ت)” harfine idğam edilerek “(ت)” harfi teşdid edilmiş dolayısıyla “(و)” harfi “(ت)” dönüşmüştür ve kelime “(اتقى)” şeklini almıştır.16 Hatta yeni şeklinin kullanımın çokluğu nedeniyle ,harfinin zaman zaman kelimenin aslından olduğu vehmedilmiştir.17 Emri ”(ت)“ “vikâye”den emr-i hazır olarak müzekkerde (تق) veya (18,(ق müenneste ise (تقى) şeklinde gelir.19 Bunun delili Arapların (ق على ظلعك) kullanımıdır. Ayrıca Abdullah b. Hemâm es-Selûlî’nin şiirindeki şu kullanım da bu kurala örnektir: ( ذيادتنا نعمان ال تعطعنها) (تق اهللا فينا والكتاب الذى تتلو)20 “İttikâ”, “vikâyeyi kabul etmek”, diğer bir ifadeyle “vikâyeye girmek”, yani “elem ve zarar verici şeylerden nefsini sakınıp kendini iyice koruma altına almak”21 manasınadır. 13 İbn Manzûr, a.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, II, 523. 14 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 15 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; İbn Manzûr, a.e., XV, 378; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; ez-Zemahşerî, Esâsü’l- Belâğa, II, 523; Âsım Efendî, a.g.e., III, 951. 16 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; İbnü’l-Esîr, a.g.e., V, 217; İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 951. 17 el-Cevherî, a.e., VI, 2527; İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî a.e., X, 396; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 951. 18 İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 951; Âsım Efendî, a.e., III, 951. 19 İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 396; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 951. 20 İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 396. 10 “İttikâ” ve onun ismi olan “takvâ”, lügat itibariyle “kuvvetli bir himayeye girmek, kendini muhafaza altına almak” demek olur.22 Çoğulu “etkiyâ” “(اتقياء)” olan “takî” “(التقى)” ismi ile “müttakî” isimleri de aynı mana ile ilgili olarak, “takvâ”nın ism-i fâili olup, “takvâ ile muttasıf olan kimse” anlamına gelmektedir.23 İbn Side, ittikânın esas manasının iki şey arasına engel koymak olduğunu söylemektedir. Araplar bu durumu “(اتقاه باالتربن)” (ondan kalkan ile ittikâ etti) deyimi ile ifade ederler. Bunun manası, o bahsedilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı, demektir.24 Hz. Peygamber (s.)’ın, “(اتقو النار الوبشق تمتر)” “Bir yarım hurma ile de olsa, sadaka vererek, kendinizi cehennemden koruyunuz.”25 hadisi, takvânın, “bir şeyi –yani nefsi- bir başka şey ile –yani yarım hurma da olsa sadakayı kalkan ederek- bir tehlikeye karşı (cehennemin ateşine karşı) muhâfaza etmek” olan asıl manasını açıkça ortaya koymaktadır.26 Yine Hz. Peygamber (s.)’ın, “(فوقى احدآم وجهه النار)” “Sizden biriniz yüzünü ateşten sakınsın.”27 hadisi, kişinin tâat ve sadakayı kendisine kalkan yaparak kendisini ateşten ve ezâdan muhâfaza etmesi, anlamındadır.28 Zikredilen rivâyetlere ilaveten, Hz. Peygamber (s.)’ın aşağıda aktarıralak diğer bir hadisi de söz konusu teoriyi destekleyecek anlamı içermektedir: 21 Elmalılı, Mehmed Hamdi Yazır (ö. 1942), Hak Dîni Kur’ân Dili, I-IX, Çelik-Şura Yayınları, İstanbul, ts., I, 158. 22 er-Râğıp, a.g.e., s. 834. 23 İbn Manzûr, a.e., XV, 379; ez-Zebîdî, a.e., X, 397. 24 İbn Sîde, Ebû’l-Hasen Alî b. İsmâ‘îl ed-Darîr el-Mürsî (ö. 458/ 1066), el-Muhassas, I-V, tah. Tâhâ b. Mahmûd, Mektebetü’t-Ticârî, Beyrût, ts., V, 93. 25 el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâ‘îl b. İbrâhîm el-Cu’fî (ö. 256/ 870), el-Câmi‘u’s-Sahîh, I-IX, tah. Kâsım eş-Şemmâ’î er-Rifâ’î, Dâru’l-Erkâm, Beyrût, ts., “ez-Zekât”, 9, 10; Müslim, Ebû’l- Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (ö. 261), Sahîh-u Müslim, I-V, tah. Muhammed Fu‘âd Abdülbâkî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1992, “ez-Zekât”, 20; İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö. 273/ 887), es-Sünen, I-II, Îsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1972, “ez-Zekât”, 28. 26 İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ b. Muhammed er-Râzî el-Kazvînî el- Hemedânî (ö. 395/ 1004), el-Mu’cemu Mekâyîsi’-l-Luğa, I-IV, neş. Abdüsselâm M. Hârûn, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Kâhire, 1389/ 1969, VI, 131. 27 el-Buhârî, a.g.e., “ez-Zekât”, 9; et-Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (ö. 279/ 892), el- Câmi‘u’s-Sahîh, I-V, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, yy., ts., “el-Kıyâmet”, 1. 28 İbn Manzûr, a.g.e., XV, 378. 11 (وانما االمام جنة يقاتل من ورائه ويتقى به فان امر بتقوى اهللا وعدل فان له بذالك اجرا وان قال بفيره فان عليه منه) “Devlet başkanı, (millet için) bir kalkandır. Onun ardında, onun emrinde harb yapılır. O’nunla (düşmandan) korunulur. Eğer o millete Allah’a takvâ ile emrederse ve adaletle hareket ederse, bu emri ve adaleti sebebiyle onun için sevab vardır. Eğer takvâ ve adaletten başkasıyla emir ve hükmederse, bundan meydana gelen günah onun üzerine döner.”29 Yine sahabenin diliyle aktarılan şu rivâyet de aynı bağlamdadır: (آنا اذا احمر الباس اتقينا برسول اهللا) “Biz, savaş kızıştığında Hz. Peygamber (s.)’ı sakınırdık, korurduk.”30 Takvâ (yahut fiil şekli ile ittikâ) kavramı, cahiliye devrinde, Hanifler ve Şair Zübeyr İbn Ebî Sülma gibi Yahudi dininin etkisinde kalmış olanlar hariç, hiç kimse için dînî bir anlama sahib olmamaktaydı. İslâm’dan önceki edebiyatı inceleyenlerin, kavramın cahiliye devrindeki manasını açık bir şekilde anlamış olmaları tam olarak mümkün değildir. Bununla beraber, ittikâ fiilinin İslâm’dan önceki şairlerin en çok kullandıkları kelimelerden biri olması, bu konuda bir fikir edinmek için yeterli sayılabilir. Kelimeye, hemen her yerde ve aynı kavram yapısı içinde rastlanır. Bu bağlamdaki örnekler kelimenin “zühd” şöyle dursun, herhangi bir dînî anlam dahi taşımadığını göstermektedir. Bu misallerin gösterdiği asıl manayı hiçbir şey et-Tibrîzî’nin Dîvanü’l-Hamâse üzerine yazdığı şerhte verdiği formül kadar güzel izah edemez.31 et-Tibrîzî “ittikâ”yı şöyle tanımlamaktadır: (االتقاء ان تجعل بينك وبين ماتخافه حاجرا يحفظك) 29 el-Buhârî, a.g.e., “el-Cihâd”, 109; Müslim, a.g.e., “el-İmâre”, 53; en-Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (ö. 303/ 915), es-Sünen, I-IV, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1964, “el-Bey‘a” 30; İbn Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Mervezî (ö. 241/ 855), el- Müsned, I-VIII, ‘Alemü’l-Kütüb, Beyrût, 1419/ 1998, III, 370. 30 İbn Hanbel, a.g.e., I, 156; Müslim, a.g.e., “el-Cihâd”, 79. 31 Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allah ve İnsân, çev. Süleymen Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, ts., s. 300. 12 İttikâ, seninle (A) korktuğun şey (B) arasına, seni (B’den) koruyacak bir engel (C) koymandır.32 Özetle “ittikâ” bir şey vasıtasıyla kendini savunmadır. Genel olarak şöyle bir tablo görünmektedir: Bir adam (A) kendisi için tehlikeli, tahripkâr ya da zararlı bir şey (B)in kendine doğru geldiğini anlar. Bunun üzerine kendisi ile o tehlikeli şey (B) arasına, o şeyin kendisine gelmesini önleyecek bir engel (C) koyar. Bu fiilin cahiliye dönemindeki bütün kullanımları, görünüşte ne kadar kompleks olursa olsun bu anlamı içerir; bu formülle açıklanabilir.33 Bu duruma birkaç örnek vermek gerekirse ilki Antere’nin mu‘allakasından seçebilir: (ان يتقون بىالسنة لم اخم عنها ولكنى تضايق مقدمى) Eğer (arkadaşlarım) kendilerini benimle düşmanın mızraklarından korumak isteseler (beni kendileriyle düşman kılıçları arasına kalkan olarak koyup da beni kendilerine siper yapmak isteseler) bundan asla kaçınmam; ama (maalesef) önüm daraldı (önümde o kadar düşman var ki arada hiç yer yok).34 Şairin anlattığı durum tıpkı şöyledir: (B) (C) (A) Düşmanlar--------------------- ANTERE <--------------------- Arkadaşları35 İkinci örnek de Zübeyr’in muallakasından alınmıştır. Bu da aynı durumu anlatmaktadır: (وقال ساقضى حاجتى ثم اتقى عدوى بالف من ورائى ملجم) (Kendi kendine şöyle) dedi: Arzumu yerine getireceğim (yani kardeşimi öldüren adamı öldüreceğim) sonra da ben (A), arkamdaki bin atlı ile (C) kendimi düşmandan (B) koruyacağım.36 Sıradaki örnek bütün karmaşıklığına rağmen aynı formülle çözülebilecek mahiyettedir. Bu alıntı da Dîvânu’l-Mufaddaliyât’tandır. 32 et-Tibrîzî, Ebû Zekeriyyâ el-Hatib Yahyâ b. Alî (ö. 502/ 1109), Şerhu Divâni Ebî Temmâm, I-II, haz. Râcî el-Esmer, 2.bs., Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabî, Beyrût, 1414/ 1994, b. 5. 33 Izutsu, a.g.e., s. 300. 34 el-Muallakât, çev. Şerafettin Yaltkaya, M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1989, s. 57, b. 70. 35 Izutsu, a.e., s. 301. 36 Muallakât , s. 26, b. 40. 13 (تتقى االرض وصوان الحصى بوقاح مجمر غير معر) Bu beyt, şairin dişi devesi için yazdığı tasvirini yansıtmaktadır; Benim dişi devem, çevresinin tüyleri dökülmemiş sert tırnaklarıyla kendisini taşlı arazide yaralamaktan korur. Yani O, kendisiyle arz ve çakmak taşları arasına, çevresinin tüyleri hiç dökülmemiş sert tırnaklarını koyar.37 Kur’ân’ın ittikâ kelimesini kullanırken seçtiği semantik çerçeve yukarıdaki anlamdan uzak değildir: (افمن يتقى بوجهه سوء العذاب يوم القيامة) Kıyâmet gününde, yüzüyle kendisini azabın en kötüsünden korumaya çalışan mı?38 Bu âyet, kıyâmet gününde elleri arkasına bağlı olduğu için çaresizlik psikolojisi içinde, gelen azabı yüzü ile kendisinden savmağa çalışan insanların durumunu alaylı bir uslûbla dile getirmektedir. Bu cümlenin yarım bırakılması Kur’ân-ı Kerîm’in îcâz açısından mükemmel olmasıyla açıklanabilir. Tam mana yaklaşık olarak şöyledir: Böyle bir insan, azaptan tamamen emin olanlar gibi olabilir mi? Cahiliye edebiyatının yol aldığı bu istikametin en son sınırı kelimenin moral manada kullandığı hususlardır. Yani kelimenin tam fizikî ve maddî değil de biraz ruhîleştirilmiş anlamda kullandığı hâllerdir. Aşağıdaki örnek bu bakımdan özel bir önem taşmaktadır. Çünkü bu misal, kavramın moral alana çekilmesi durumunu yansıtmaktadır: 39 (ومن يجعل المعروف من دون عرضه يفره ومن ال يتقى الشتم يشتم) Kim ki namusu önüne iyiliği (cömertliği) koyarsa, onu (başkalarının tecâvüzünden) kurtarır. Ama kim ki sövülmekten korunmazsa sövülür: 40 37 Izutsu, a.g.e., s. 301. 38 ez-Zümer 39/ 24. 39 Izutsu, a.e., s. 302. 40 Züheyr, İbn Sülmâ, Divân, yay.y., Kâhire, 1944, s. 27, b. 51. 14 Beytin ikinci mısra’ı, “ittikâ” kavramının adetâ bir tanımdır.41 Ayrıca hanif olduğu varsayılan Zübeyr İbn Ebî Sülma’nın divânında bulunan bir başka örnek “takvâ” kavramının moral alanda kullandığı örneklerden biridir: (ومن ضربيته التقوى ويعصمه من سيء العثرات اهللا والرحيم) “Takvâ onun huyundandır Allah ve akrabalık bağı onu kötü ayak sürçmelerinden korur.”42 “İttikâ” kavramının maddî alandan manevî alana çekildiği bu durumları, tam maddî alandaki “ittikâ” ile tam dînî alandaki “ittikâ” arasında bir geçiş noktası kabul edebilebilir. Kur’ân düşüncesine yakın olan hanif düşüncesi, bir adım daha ileri giderek kelimenin kavramını tamamen manevîleştirir. Ancak henüz şeklî yapının değiştiği söylenemez. Burada gelmesinden endişe edilen şey (B), artık basit fizikî bir tehlike değil, uhrevî bir tehlikedir. Yani Allah’ın şiddetli cezası, inanmayan ve teslim olmayanlar için kendisinden sakınmayı gerektiren ciddi bir tehlikedir. Bu muhtevada “ittikâ”, insanın ilâhî azab ile kendisi arasına ruhunu azaptan koruyacak iman ve itâati koyması demektir.43 Bu bağlamda Mücâhid de takvâyı isyan etmeyip itâat etmek; unutmayıp zikretmek; nankörlük etmeyip şükretmek,44 şeklinde tanımlamaktadır. B- Terim Anlamı Takvâ, arab cahiliye devrinde esas olarak, “hayvan olsun, insan olsun, canlı varlığın, dışardan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı” manasında kullanılmaktaydı.45 Bu, tamamen maddî bir tehlikeden korunma anlamını taşımaktaydı. İslâm vahiy tarihinde takvâ kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu öz manasını yitirmemekle beraber, daha geniş bir mana kazanmış ve temelde sözlük manasına 41 Izutsu, a.e., s. 303. 42 Züheyr, a.g.e., s. 162, b. 2. 43 Izutsu, a.e., a.y.; geniş bilgi için bkz. es-Salih, Muhammed Edîb, et-Takvâ fî Hedyi’l-Kitâb ve’s- Sünne ve Siyeri’s-Salihîn, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1416/ 1996, ss. 50- 55; ‘Uzeyme, Sâlih, Mustalahâtü Kur’âniyye, Dâru’n-Nasr, Beyrût, 1414/ 1994, ss. 105- 108. 44 ez-Zebîdî, a.g.e., X, 396. 45 Izutsu, a.e., s. 25. 15 dayanan yepyeni bir mefhum olmuştur. Sadece “takvâ” ve aynı kökten gelen benzeri kelimeler değil diğer birçok kelime de benzer değişikliğe uğramıştır.46 Arapça bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önce cahiliye çağında sözlüklerde belirtilen manalarda kullanılmakta olan canlı kelimeleri kullanmış ve bunları İslâm’ın inanç sistemine taşımıştır. Takvâ da bu sisteme asıl manasını taşıyarak gelir. Ama sistemin etkisi altına ve İslâm’a özgü monoteizm inancı alanına nakledilmesi dolayısıyla çok önemli bir dînî anlam kazanır.47 İslâm inanç sistemine giren “takvâ”, artık maddî bir tehlikeden değil, manevî azaptan ve insanı bu azaba sürükleyecek kötü işlerden korunmak demektir. el-Cürcânî, et-Tarîfât isimli ıstılâhî terimler sözlüğünde “takvâ”nın, “Kişinin Allah’a itâat ederek O’nun vereceği cezalardan kendini sakınması; insanın kendisini, yaptığı veya yapmadığı şeyler yüzünden müstehak olacağı ukûbattan yine Allah’a itâat ederek koruması.” anlamına geldiğini belirtir.48 “İttikâ”nın, insanın kendisini Allah’ın himayesine koyarak âhirette zarar ve elem verecek ukûbattan iyice koruması49 anlamındaki son derece kuvvetli uhrevî rengini âyetlerde net bir şekilde görmek mümkündür: والتقواهللا ان اهللا شد يد العقاب “Allah’tan sakının, zîra Allah’ın azabı şiddetlidir.”50 Bu kısa cümlede üç kelimenin birleşmesi; “İttikâ, Allah, ikâb”, Kur’ân’da ‘takvâ’ kavramının asıl yapısını açıkça ortaya koyar. Bu manada takvâ âhiretle ilgili bir 46 Cebeci, Lütfullâh, Kur’ân’a Göre Takvâ, 2.bs., Seha Neşriyat, yy., ts., s. 18. 47 Izutsu , a.e., s. 25. 48 el-Cürcânî, a.g.e., s. 129. 49 er-Râğıp, a.g.e., s. 834; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf ‘an Hakâiki Ğivâmizi’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, I-IV, tah. Muhammed Abdüsselâm, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003, I, 107; İbnü’l-Esîr, a.g.e., V, 217; İbn Manzûr, a.g.e., XV, 377; ez-Zebîdî, a.g.e., X, 893; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 951; et-Tahânevî, Muhammed Alî b. Alî b. Muhammed el-Hanefî (1158/ 1745), Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, I-IV, tah. Ahmed Hasen, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1418/ 1998, IV, 388. 50 el-Mâide, 5/ 12. 16 kavramdır. Âhiretle ilgili olan ilâhî azab korkusunu ifade eder. Asıl manası budur.51 Benzer içerikli âyetlerden bazıları şunlardır: والتقوا لنارالتى اعدت للكافرين “Kâfirler için hazırlanmış olan (cehennem) ateşinden sakınınız.”52 والتقوا يوما ال تجزى نفس عن نفس شيا “Hiçbir kimsenin, hiçbir kimse namına bir şey ödemeyeceği bir günden (kıyâmet gününden) sakının…”53 ومايذآرون اال ان يشاءاهللا هواهل التقوى واهل المغفرة “Allah’ın dileyeceğinden başkası ( Kur’ân’ın) öğüdünü alamaz. O Allah, (azabından) sakınılmaya ve mağfiret etmeye en layık olandır.”54 ياايهاالذين امنوا قوا انفسكم واهلكم نار “Ey inananlar! Kendinizi ve size yakın olanları cehennem ateşinden koruyun.”55 لهم عذاب فى الحيوة الدنيا ولعذاب االخرة اشق وما لهم من اهللا من واق “ Onlara, dünya hayatında azab vardır, âhiret azabı ise daha çetindir. Allah’a karşı onları bir koruyan da yoktur.”56 وقنا عذاب النار “Bizi ateşin azabından koru.”57 Dînî terminolojide, “günaha yönlendirici şeyden nefsi koruma,58 Allah’ın haramlarından kaçınarak gazabından sakınma, emrettiği şeyleri yapma;59 bir başka deyişle, Allah’ın emirlerine tam olarak riâyet etme, bu emirlere aykırı hareket etmemek 51 Izutsu, a.g.e., s. 299. 52 Âl-i İmrân, 3/ 31; benzer âyetler için bkz. el-Bakara, 2/ 124; ez-Zümer, 39/ 24. 53 el-Bakara, 2/ 48, 123; benzer âyet için bkz. el-Bakara, 2/ 281. 54 el-Müddesir, 74/ 56. 55 el-Tahrîm, 66/ 6. 56 er-Ra‘d, 13/ 34. 57 el-Bakara, 2/ 201. 58 er-Râğıb, a.g.e., s. 834; İbn Manzûr, a.g.e., XV, 377; ez-Zebîdî, a.g.e., X, 396. 59 er-Râğıb, a.e., s. 834; ez-Zemahşerî , el-Keşşâf, I, 107; İbnü’l-Esîr, a.g.e., V, 217; et-Tahânevî, a.g.e., IV, 388. 17 için dikkatli, hassas, titiz, itinalı, ihtiyatlı ve uyanık olma;60 kısaca, Allah’ın çizdiği sınırlarda durma61, hudûdullah çerçevesinde belirlenen istikâmete titizlikle saygı gösterme” şeklinde tanımlanan “takvâ” kavramı zaman geçtikçe uhrevî rengini kaybederek neticede “dindarlık” kelimesiyle ifade edilebilecek sınırlı bir alana tahsis edilmiş ve buna ilaveten yukarıda sayılan manalardan “zâhid kimsenin Allah’tan korkması” ve nihayet sadece “dindarlık” manaları doğmuştur.62 Kur’ân-ı Kerîm’de, âhiret inancının yoğun olarak işlendiği Mekke döneminde inen âyetlerde “takvâ”, Allah’ın şiddetli azabına karşı siper vazifesi görecek olan korku ve kaygı şuurunu ve bu şuurun zorunlu bir sonucu olarak Allah’ın buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder. Ancak zamanla, özellikle Medine döneminde İslâm cemaatinin hem sayı hem de keyfiyet bakımından gelişmesine paralel olarak, “takvâ” kavramının içeriğinin de63 değiştiği görülmektedir. Bu değişim ve gelişmenin sonucu olarak “takvâ” kavramının ıstılâhî anlamı ile ilgili birçok tarif yapılmıştır. Biz burada, bu tanımların en meşhurlarının bir kısmını zikredeceğiz: ez-Zebîdî, İbn Düreyd’in “takvâ”yı ; “Nefsi, âmel-i salih ile azab ve günahtan korumaktır.” şeklinde tanımladığını nakleder.64 “Takvâ, Allah’ın dışındaki şeylerden teberrî etmektir.”65 Takvâ; ilk olarak, şirkten sakınmak, bid’atten kaçınmak ve fer’î günahlardan korunmaktır. İkinci aşamada, din hususunda zarar vereceğinden korkulan şeylerden kaçınmaktır. Son olarak da yüce bir hazinedir ki eğer ona ulaşılırsa, onda; şerefli 60 İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahman b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasen el-Hadramî el-Mağribî et-Tûnisî (ö. 808/ 1406), Şifâu’s-Sâil li Fehzi bi’l-Mesâil, çev. Süleyman Uludağ, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1984, s. 48; ayrıca bkz. İbn Cemâ‘a, Ebû Abdillah Bedreddîn Muhammed b. İbrâhîm b. Sa‘dullâh el-Kenânî (790/ 1388), Tezkirâtü’s-Sâmi’ ve’l-Mütekellim fî Edebi’l-‘İlm ve’l-Müte‘allim, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, ts., ss., 74- 81; Hamdî, Mahmûd, Zikr, el-Mevsû‘atü’l-İslâmiyyetü’l-‘Âmme, Kâhire, 1422/ 2001, ss. 412- 413; Belîk, İzzeddîn, Mevâzînü’l-Kur’âni’l-Kerîm, I-II, Dâru’l-Feth, Beyrût, 1403/ 1983, II, 192- 222; en- Necât, Abdülmecîd, el-Mehdî b. Tumrat, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût,1406/ 1933, s. 261. 61 İbn Haldûn, a.g.e., s. 124. 62 Izutsu, a.g.e., ss. 298- 299. 63 Çağrıcı, Mustafa, “İlmihal”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), Ankara, 2003, I-II, 495- 496. 64 ez-Zebîdî, a.g.e., X, 396. 65 et-Tahânevî, a.g.e., X, 388. 18 cevherler, kıymetli bir nefis, çok hayır (iyilik), tükenmez bir rızık, kendisinde dünya ve âhiret iyiliklerinin toplandığı bir haslet olan büyük bir alışkanlık bulunur.66 “Takvâ, nefsi günahlardan ve onlara götüren şeylerden muhâfaza etmektir.”67 “Takvâ’nın zâhiri Allah’ın hudûduna riâyet, bâtını ise ihlas ve niyettir.”68 “Takvâ, şüpheli şeylerden uzak durmaktır.”69 et-Tahânevî, et-Taftazânî’den el-Azadî’nin haşiyesinde “takvâ”yı şöyle tanımladığını aktarmaktadır: “Takvâ, şerî olarak şeriatın zemmettiği şeylere karşı uyanık olmak, örfî olarak da faziletli davranış biçimleri sergilemektir.”70 Kul için “takvâ”, kendisiyle günahları arasında, günahları terk etme hususunda kuvvetli bir sabır ve gayret engeli hâsıl oluncaya kadar kalbini, sanki o günahı hiç işlememiş gibi temizlemesidir. Veya mübah ve helal olan şeylerin faydasız olanından kaçınmasıdır.71 “Takvâ, görünenin mahlukât için süslenmesi gibi gönlün Hâlik için süslenmesidir.”72 İslâm dini, ahlâk kanununu, yani buyruk ve yasaklarını ilâhî kaynağa bağlamaktadır. Bu durumda Allah ve vahyin gerçekliğine inanan her insan, Allah’ın emrettiği her şeyin iyi; O’nun yasakladığı her şeyin de kötü olduğu bilincine ulaşır. Böylece, iyilik düşüncesinin “farz” inancıyla, kötülük düşüncesinin de “haram” inancıyla birleşmesi inanan insanın kalb ve vicdanında görev bilincini oluşturmakta; vicdan, karşısına çıkan her durumda bu görev bilinci çerçevesinde bir yargıya ulaşmaktadır. Mü’minin her husustaki vazifesi, kendi iradesini ilâhî iradeye bağlı kılması, yani tüm düşünce ve davranışını ilâhî iradeye ters olup olmadığı kaygısıyla 66 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., V, 258. 67 et-Tahânevî, a.e., IV, 388. 68 el-Kuşeyrî, Ebû’l-Kâsım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik (ö. 465/ 1072), Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, 3.bs., Dergah Yayınları, 1999, s. 201. 69 Geylânî, Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkâdir b. Ebî Salih Mûsâ Zengîdost (ö. 561/ 1165- 66), Gunyetü’t-Tâlibîn, çev. A. Fârûk Meyân, 4.bs., Bereket Yayınevi, İstanbul, 1977, s.143. 70 et-Tahânevî, a.g.e., IV, 388. 71 el-Ğazzâlî, Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed et-Tûsî (ö. 505/ 1111), İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, I-IV, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 1402- 1403/ 1982- 1983, II, 154. 72 et-Tahânevî, a.e., IV, 388. 19 düzenlemesidir. İslâm ahlâkında bu kaygının adı takvâdır.73 Buna paralel olarak Kur’ân-ı Kerîm, bütün insanlığı genel anlamda eşit tutmuş ve biricik değer ölçüsü olarak takvâyı tanımıştır.74 Takvâ korku rengine sahib bir kavram olmakla birlikte reaksiyon ve refleks içeren davranışlarda görülen basit psikolojik korkulardan değildir. Takvâ, bilinç düzeyinde, Allah’a derin saygı duymak,75 her düşünce, tutum ve davranışta Allah’ın hoşnutluğunu gözetmek,76 O’nun rızâsını, diğer bütün ideallerin üstünde tutmak ve bütün bunların gerçekleşmesi için de evâmire tam imtisal ve nehâviden tam ictinâb etmektir. Bütün bu tariflerden anlaşıcılacağı gibi “takvâ”; Allah Teâlâ’nın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak,77 kalbi günahlardan temizlemek, isyan etmeyip, itâat etmek, Allah’ı zikretmek, O’nun nimetlerine karşı nankörlük etmeyip şükretmek, şirkten sakınmak, bid’atten kaçınmak, din hususunda, bütün zararlı şeylerden sakınmak, mubah olmakla birlikte faydasız olan şeylerle de fazla meşgul olmamaktır. Netice olarak yukarıda zikredilen bilgilerden yola çıkılarak, “takvâ”nın ıstılâhî ve lügavî manası arasında kuvvetli bir ilişkinin olduğunu çok net bir şekilde söylenebilir. Şöyle ki; lügavî manasında, bir zarar ve tehlike karşısında ondan çekinip, sakınarak kendini korumak için aldığı tedbirle insanın girdiği bir muhâfaza hâli mevcûdtur. Istılâhî manada da bu unsurları bulmak mümkündür. Genel olarak birçok 73 Çetin, Abdurrahman, “Takvâ”, İslâmda İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV, İstanbul, 1997, s. 236. 74 el-Hucurât, 49/ 13. 75 Jafrı, S. Husaın M., “Partıcularity and Universality of The Qur’ân with Special Reference to The Term Taqwâ”, ed. Hakim Muhammed Sa‘îd, Essays on Islâm II Felicitation Volume in Honour of Prof. W. Montgomery Watt, Karachi, 1993, s. 17; ayrıca bkz. Gisr, Sheikh N.A., “The Virtues”, ed. Signh, N. K., Agwan A. R., The Encyclopae of The Holy Qur’ân: SL-2, Global Publishing House, Delhi, 2000, ss. 1585- 1589. 76 Haneff, Suzanne, “What Everyone Should Know Islâm and Muslims”, Kazı Publications, Lahore, ts., ss. 64- 65; Lewisohn, L., “Takwâ”, The Encyclopae of Islâm, Suppl. Fasc. 11-12, Leiden, 2004, s. 782; Ohlander, Erik S., “Fear of God (Taqwâ) in The Qur’ân: Some Notes on Semantıc Shıft and Thematıc Context”, Journal of Semitic Studies Volume L., no, 1, Oxford, Spring 2005, ss. 137- 138. 77 Kal‘acî, Muhammed Ravvâs, el-Mevsû’atü’l-Fıkhıyyetü’l-Müyesserâ, I-II, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1421/ 2000, I, 258- 259; ayrıca bkz. Kemaleddîn, Muhammed, “mine’l-Ususi’l-İslâmiyyeti li Binâi’l-Müctemi’”, Mecelletü’l-Ezher, c. VIL, sy. 3, Kâhire, 1974, ss. 286- 292. 20 şeyden korkan insan için, âhirette, onu bekleyen hakikatler ve tehlikeler karşısında âhiret emniyeti açısından takınması gereken tavırlar mevcuttur.78 II- “TAKV” KAVRAMININ LİTERATÜRDEKİ YERİ Çalışmanın bu bölümünde “Din Bilimlerinde Takvâ’nın Yeri” incelenmiştir. Sözkonosu bilimlerden “Dinler Tarihi”, “Din Sosyolojisi”, “Din Psikolojisi”, “Din Eğitimi” bilimleri ana hatlarıyla taranmış ve takvâ materyaline uygunluğu taptanan dökümanlar okuyucuya sunulmuştur. A- Din Bilimlerinde “Takvâ” Kavramı Bu bölüme “Dinler Tarihi” bilimiyle başlanmış ve dinler tarihinde Zebur, Tevrat ve İncil’den “ittikâ” çerçevesinde Kur’ân-ı Kerîm’le örtüşen pasajlar saptanıp örnek olarak bir kaçının sunumuyla ittikânın dinler tarihi açısından tetkik ve tahlili yapılmaya çalışılmıştır. “Din Psikolojisi”nde, oluşumunda dinin inkar edilmez katkısı bulunan “Olumlu şahsiyet ve dinin psikoterapik işlevi”; “Din Sosyolojisi”nde “Takvânın bütünleştirici gücü” son olarak Din Eğitimi’nde ise bir davranış geliştirme yöntemi olarak ittikâ konuları ele alınmış ve temel amaçtan ayrılmaksızın ilgili konular ile ittikâ arasındaki ilişki çerçevesi belirlenmeye gayret gösterilmiştir. 1- Dinler tarihi’nde Din, ilâhî bir kanun olup akıl sahibi kişileri akıl ve iradeleriyle dünyada iyiliğe, âhirette kurtuluşa götüren yoldur. Din, inanmayı, inanma bağlanmayı, bağlanma da sorumluluğu getirir. Din fert olarak insan kimliğinin mühim bir parçası olup, kişinin yeryüzündeki var oluşuna anlam kazandıran tarihi ve aktüel kaynakların en önemlisidir. Ferdî tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan temel değer kaynağıdır. Ayrıca din, bireyin sosyal kimliğinin oluşumunda da etkili olup, yerine başka bir şey 78 Soysaldı, Mehmet, “Kur’ân Semantiği Açısından Takvâ”, F.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 1, Elazığ, 1996, s. 25. 21 ikâme edilemeyecek derecede rakipsiz bir sosyal müessesedir.79 Din, fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, milli vicdanı meydana getiren âmil olduğu gibi, toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Din, insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde insanları manevî varlıklarından yakalayan, kucaklayan bir kurumdur. Anarşinin, haksızlıkların, suçların, adaletsizliklerin, kötülüklerin en büyük düşmanı dindir. Toplum düzeninin en önemli koruyucusu dindir. Yaratana inanıp dînî bağlılıkları bulunan insanlar, daima örnek davranışlar sergilerler. Din, onları sürekli etkisi altına tutar, gizli-açık bütün fenalıklardan korur, doğru yola sevk eder.80 “İnsan-ı kâmil”in oluşması, din ile ve dindarın dînî sorumluluklarının bilincinde olarak görevlerini yerine getirmesi durumlarıyla doğru orantılıdır. İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlanması onun gücüne güç katar; dua, niyâz, iltica ile insanı ulvîleştirir. Allah sevgisi ve korkusu iki yönden insanın ruhî ilkelliğini giderir, ona kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kişiliklerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar. Din insana hem içgüdülerinin ve madde âleminin esiri olmadığı, hem de sonsuz bir hürriyet ve bağımsızlık içinde bulunmadığı şuurunu verir. Kişi bencil duygularına, canlı ve cansız tabiata değil yalnız her şeyin sahibi olan Allah’a boyun eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır. Artık kul yaratıklar önünde ve tabiat olaylarının karşısında hayret ve dehşete düşmez.81 Bütün dinlerin özünde iyiliksever ve yardımseverlik bulunmaktadır. Birçok dinde “Kendin için istediğini başkası içinde iste! Kendin için istemediğini başkası için de isteme!” prensibi vardır. Öyleyse din, gerçek manada anlaşıldığında insanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve mevcut olan ıztırapları gidermek için insanları 79 Bolay - Mümtazer, Süleyman Hayri, Türköne, Dîn Eğitimi Raporu, Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi Öğrencileri ve Mezunları Vakfı, Ankara, 1995, s. 3; Algül, Hüseyin, “Nasıl Bir Din Tasavvuru”, Yarınlar İçin Düşünce Platformu Tebliğler Dergisi “Türk Milli Eğitim Sisteminde Din Eğitim ve Öğretimi” Sempozyomu, Panel Sempozyum, Konferans ve Kültür Yayınları, Ankara, 2-3 Mart 2005, s. 82. 80 Tümer, Günay, “Çeşitli Yönleriyle Din”, A.Ü.E.F.Dergisi, sy. XXVIII, Ankara, 1986, s. 247. 81 Tümer, “Din”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994, s. 317. 22 erdemliliğe çağırmaktadır.82 Dolayısıyla esas itibariyle, hiçbir din yoktur ki yanlış olsun. Hepsi kendilerine göre doğrudur. Hepsi de insanlığın belirli ve bilinen serattine çeşitli şekillerde tezahür ederler.83 Tek bir zirveye götüren yollar dağın eteğinde birbirinden oldukça uzaktayken zirveye yaklaştıkça birbirine yaklaşırlar.84 Özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi “Kitablı Dinler” söz konusu olduğunda, birbirine bağlı üç yön bulmaktayız: İnançla ilgili hususlar, ibadetle ilgili hususlar, ahlâkla ilgili hususlar.85 Din terimi, hem ahlâkî olarak emredici kanunlar muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder ve sonuçta terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır. Yani, içerdiği akidevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımaları olduğu kadar, insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikat” kavramını da içine alır.86 İlâhî kökenli dinlerin, itikat, ibadet ve ahlâk kuralları noktasında pek çok ortak noktaları vardır. Ve bunların tamamı erdemli kişiliği (müttakî) oluşturmak için birlikte olmak ve bulunmak zorundadır. İlâhî dinlerden Yahudilikte talmutta belirtildiği üzere 613 emir vardır. Bu emirlerden en önemlileri Allah’a karşı ödevlerdir. Bu ödevler, aşka ve saygılı korkuya87 dayanır. Bu emirlere riâyet, Allah’a karşı sorumluluk bilincinde ve saygılı olmayı gerektirir. Sorumluluklarının bilincinde olanlar ise RAB tarafından koruma altına alınmıştır. RAB onlar için en iyi koruyucudur.(Vâk) “ RAB sadık kullarının adımlarını korur, ama kötüler karanlıkta susturulur.”88 “…RAB onu çevresindeki bütün düşmanlarından koruyarak rahata kavuşturdu.”89 82 Yüksel, Emrullah, “Din Fenomeni”, İ.Ü.İ.F.Dergisi, sy.1, İstanbul, 1999, s. 107. 83 Yıldırım, Ergün, Din Anlayışının Sosyolojisi, Bilge Yayınları, İstanbul, 1999, s. 32. 84 Nortbourne, Lord, Modern Dünyada Din, çev. Şahabettin Yalçın, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995,s.12. 85 İkbal, Muhammed, Dînî Fekekkürün Yeniden Teşekkülü, ter. S. Huri, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1964, ss. 18- 19. 86 Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı, çev. Cahit Koytak - Ahmet Ertürk, 5.bs., İşaret Yayınları, İstanbul, 2002, s. 78. 87 Aydın, Mehmet, “Yahudi Kaynaklarına Göre Yahudilik”, S.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 4, Konya, 1991, s. 16. 88 1. Samuel, 2/ 9. 89 2. Samuel, 7/ 1. 23 “…Tanrı’mızın eli üzerimizdeydi: yol boyunca düşmandan, pusuya yatanların saldırısından bizi korudu.”90 “ Kıtlıkta ölümden, savaşta kılıçtan seni O koruyacak.”91 Kitab-ı Mukaddes’te geçtiği şekliyle Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ tarafından tebliğ edilmiş olan ahlâkî kaidelere bir göz atılırsa, hepsinin de Kur’ân-ı Kerîm’de ufak üslûp farkı dışında, aynen zikredildiğini görülür. Ancak, gerek Hz. Mûsâ’nın “On Emir”inde, gerekse Hz. Îsâ’nın “Dağdaki Vaaz”ında olduğu gibi, bu kaideler, Kur’ân-ı Kerîm’de bir bütün olarak verilmemiş, fakat Mekkî ve Medenî sûrelerde zikredilmiş, dağınık bir şeklide ve çok defa her biri bir durum hakkında hüküm olarak gelmiştir. Tevrat’ın “Çıkış” bölümünde 20. babda geçen on emrin -mahallî ve şartlı bir vecibe olarak kabul ettiği sebt günü hariç- Kur’ân-ı Kerîm tarafından aynen tasdik edildiği görülür:92 Çıkış: 20,3: “Karşımda başka ilâhlar olmayacaktır.” (el-İsra’,17/ 23) Çıkış: 20,4: “Kendin için oyma put… yapmayacak ve onlar önünde secde etmeyeceksin…” (Hacc, 22/ 30) Çıkış: 20,7: “Rabb’inin ismini boş yere ağzına almayacaksın.” (el-Bakara, 2/ 224; Mâide, 5/89) Çıkış: 20,12: “Babana ve annene hürmet et.”93 (el-İsra’, 17/ 23) Çıkış: 20,13: “Katletmeyeceksin.” (en-Nisâ, 24/ 29) Çıkış: 20,14: “Zinâ etmeyeceksin.” (el-İsrâ, 17/ 32; en- Nûr, 24/ 30- 31) Çıkış: 20,15: “Çalmayacaksın.” (el-Mâide, 5/ 38; el-Mümtahine, 60/ 12) Çıkış: 20,16: “Komşuna karşı yalan şehâdet etmeyeceksin.” (el-Hacc, 22/ 30) 90 Ezra, 8/ 31. 91 Eyüp, 5/ 20. 92 Draz, M. Abdullah, Kur’ân’a Giriş, çev. Salih Akdemir, Kitabiyat, Ankara, 2000, s. 71. 93 Sarıkçıoğlu, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4.bs., Fakülte Kitabevi, Isparta, 2002, s. 254; Tümer-Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, 2.bs., Ocak Yayınları, Ankara, 1993. s. 217, 218; Draz, a.g.e., s. 71. 24 Çıkış: 20,17: “Komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.” (el-Mâide, 5/ 32) İşte bunlar ahlâkî kaidelerin dayandığı esaslardır. Bu esasların yerine getirilmesi kamil bir inanan kategorisinde yer almanın ve müttakî bir mü’min olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bunlarla ilgili olarak Hz. Îsâ şöyle demiştir:94 “Kim bu büyük emirlerden birini kaldıracak olursa, o, göklerin krallığında küçük olarak çağrılacaktır; buna mukabil kim bunlara uyar ve başkalarına da uymayı öğretecek olursa, bu kişi, göklerin krallığında büyük olarak çağrılacaktır.”95 Ne olursa olsun, hem derin hem yüce bir ses, kendini “Dağdaki Vaaz”da duyuracaktır. Gerçek bir ahlâk hazinesi olan bu vaaz, paha biçilmez bir değere sahiptir. Bu hususta da, bütün mukaddes kitapların koruyuculuk görevini Kur’ân’ı Kerîm mükemmel bir şekilde yerine getirmektedir.96 Ancak gözde metoduna her zaman sadık kalan Kur’ân-ı Kerîm, bütün bu nasihâtlerin hepsini bir yerde toplamak yerine, her birini yeri geldikçe vermeyi tercih etmiştir.97 İncil’deki bu nasihâtlerin müttakî kişiliğin karakteristik özellikleri bağlamında Kur’ânî tasdiğine bakıldığında şöyle bir tablo görülür: Matta: 5,3: “Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarındır.”98 (el-Bakara 2/ 212; Âl-î İmrân, 3/ 14) Matta: 5,4: “Ne mutlu yaşlı olanlara; çünkü onlar teselli edileceklerdir.” (el- Bakara, 2/ 155- 157) Matta: 5,5: “Ne mutlu halîm olanlara; çünkü onlar yeri miras alacaklardır.” (Âl-i İmrân, 3/ 133-134) Matta: 5,6: “Ne mutlu salaha acıkıp susayanlara; çünkü onlar doyurulacaklardır.” (el-Câsiye, 45/ 21; el-Muttaffifîn, 83/ 29- 36) 94 Draz, a.g.e., s. 71. 95 Matta, 5/ 19- 20. 96 el-Mâide, 5/ 48. 97 Draz, a.g.e., s. 72. 98 Yıldırım, Suat, Mevcûd Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 2.bs., Işık Yayınları, İzmir, 1996, s. 243. 25 Matta: 5, 7: “Ne mutlu merhametli olanlara; çünkü onlara merhamet edilecektir.” (el-Beled, 90/ 17- 18) Matta: 5, 8: “Ne mutlu yüreği temiz olanları; çünkü onlar Allah’ı göreceklerdir.” (eş-Şu’arâ 26/ 89; Kâf, 50/ 33) Matta: 5, 9: “Ne mutlu sulh edicilere; çünkü onlar Allah oğulları olarak çağırılacaklar.” (en-Nisâ, 4/114) Matta: 5,10: “Ne mutlu salah uğruna ezâ çekmiş olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarındır.” (el-Bakara, 2/ 214; Â-i İmrân, 3/ 186)99 Yine İncil, “Tanrısal Çağrı” düzeyinde bağlılarına şöyle seslenmektedir: “İşte şu nedenle her türlü gayreti göstererek imanınıza erdemi, erdeminize bilgiyi, bilginize özdenetimi, özdenetiminize dayanma gücünü, dayanma gücünüze Tanrı yoluna bağlılığı, bağlılığınıza da kardeş severliğinizi ve sevginizi katın.”100 Ağırbaşlı ve itâatkar olmayı arzulayıp Allah’ın senin yüreğine egemen olmasını istiyorsan, dünyasal ve boş isteklere değer verme. Dünyasal edinim ve gelip geçici tatlardan uzaklaşarak bunları değersiz say. Ne zaman ki dünyasal tatların gelip geçici olduğunu anlarsın, o zaman Îsâ’nın tecellisinin tadına varırsın, nasıl bir gözünle aşağı diğeriyle yukarı bakamıyorsan, dünyaya sevgi duyarken de Allah’ın sevgisini tadamazsın. Bedensel isteklerin ardınca koşarken, ruhsal değerlerden tad alamazsın. Her türlü çirkin isteği yüreğinden çıkar at. Yüreğin sadece Allah’ta rahat bulsun. Yaratıcının sonsuz sevgisini arzuladığında, yüreğinde sevgisinin temellenmesi için bir yer de hazırlamış olursun. Dünyanın kötü istekleriyle kirlenmiş yüreğine Rabb girmez. Rabb, dünyasal sevgiyle kirlenmeyen temiz bir yürek ister. Öyle ki ona Kendi mührünü vursun ve yalnızca Kendine ait olsun.101 99 Draz, a.g.e., s. 73. 100 2.Petrus, 1/ 5- 7. 101 Circis, Habib, Takvâ Sırrı, İstanbul Süryânî Ortodoks Metropolitliği, İstanbul, ts., s. 16. 26 İnsanın bütün hayatını kucaklayan bir sistem olarak İslâm, bir yandan manevî bir korku, bir yandan da maddî müeyyideler ortamında kalan insanı, toplumun en ahlâklı insanı yapmayı hedef edinmiştir. Önce ona temiz bir düşünüş tarzı kazandırmış, gönlüne Allah korkusu koymuş, sonra da nefsine uyduğu takdirde müeyyideyi karşısına koymuştur.102 2- Din psikolojisi’nde Dînî tecrübî birikimin asıl dayanağı, insan şuurunda zamanla açık seçik bir şekilde oluşan Tanrı kavramıdır. Dînî şuurun tahlilinden elde edilen temel dînî yaşantı, insanın bir yönden korku ve acele, diğer yönden sevgi ve güvenle tabiat üstü kudret sahibi olan varlığa yani Allah’a bağlanmasıdır. Bu bağlılık insanın ruhî kuvvetleriyle yaratanına yönelmesi, derin bir saygı ve samimiyetle O’na açılması şeklindedir.103 Dînî tecrübe en ziyade kutsal bilim olarak teşkil edilmiş, mensekler ve takvâ şekilleriyle ifade edilmiş ve karakteristik (ahlâkî) hususlara ve amelî faaliyetlere uygulanmış bulunmaktadır.104 Temel hadise olarak dînî tecrübe, yani subjektif din, içten karaktere sahip bir birliğin esasını teşkil eder ve bütün insanlarda müşterek olan ilcalar, heyecanlar ve düşünceler tabakasını deler.105 Dînî tecrübe veya dînî değerler dünyası, karmaşık, soyut ve üst seviyede değerlendirmeleri gerektiren bütüncül bir konudur. Bu, basitten mürekkebe, somuttan soyuta doğru tecrübe, bilgi ve inançlar dünyası birbirine derece derece basamak teşkil eden; duyulan, bilinen ve hissedilenden inanılana doğru bir geçişi sağlamaktadır. Bütün bunlar bizim zihinsel ve duygusal tecrübe bütünlüğümüzü meydana getiren psikolojik süreçlerdir.106 Dînî tecrübe insanda tabii bir istidattır. Bu istidat insanın tabiatında dünyevî;… kendine mahsus olup, sonradan meydana getirilemezler. Dînî istidatlar 102 Döndüren Şen, Betül, Kur’ân-ı Kerîm’deki Zühd ve Takvâ’nın Dinler Tarihi Açısından Tetkiki, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2001, s. 18. 103 Tümer, a.g.md., s. 315. 104 Wach, Joachim, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, İFAV, İstanbul, 1995, s. 68. 105 Wach, a.g.e., s. 268. 106 Şentürk, Hâbil, “Dînî İnancın Psikolojisi”, S.D.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 4, Isparta, 1997, s. 92. 27 kendine hastır ve birbirinden ayrı ve bağımsız değildirler. Eğer birbirinden ayrı olurlarsa, insanın yapısı, bütünlüğünü yitirmiş kişiliğin paramparça olduğu gibi, birbirinden farklı melekelere dönüşecektir. Takvâ, benliğin sadece bir bölümünü kullanacak kadar cüz’î midir? Dînî istidatın, değişik parçaların sadece bir toplamı olacak kadar dinamik; fakat aynı zamanda yalnız bir tek bütün teşkil edecek kadar da birlik olduğu107 inkar edilemez. Bütün yetenekler; (dînî, sosyal, ahlâkî, estetik) dînî bütünlüğü elde etmiş olgun bir insanda(müttakî) birlikte108 bulunmaktadır. Din psikolojisi, Tanrı inancını psikolojik kaynağı ile ilgilenmesi yanında daha ağırlıklı olarak inanmanın insanın ruhsal gelişimine tesiri ve ibadetin bu çerçevedeki yeri gibi konuları ele almaktadır. Esasen ibadet ve âyinler, en azından dindar kişinin duygu ve eğilimlerinde Tanrı’ya imanın hâkim olduğuna işaret etmektedir. Din psikolojisi, günümüzde artan bir yoğunlukla “din ve ruh sağlığı” başlığı altında inancın ruh dünyamıza yaptığı katkıları da incelemektedir. İman etmekle kişi, hem kendi varlığı hem de bütün var oluşla ilgili olarak hayatın, dünyada çekilen sıkıntıların ve ölümün anlamı, insanın evrendeki yeri gibi temel sorulara cevaplar bulur. Bu cevaplar insanın varlığa kutsallık atfetmesini ve iman, teslimiyet, ibadet gibi dînî tutumlarıyla kendisinin de bu kutsala ait olduğu hissini yaşamasını sağlar.109 Gerçekte dînî inanç ve değerlerin insan hayatındaki yeri ve fonksiyonları, bir başka dinin dışında, başka hiçbir şeyle karşılanamayacak kendine has bir anlam düzeyine sahiptir.110 İnsan şahsiyeti şekillenirken ona katkıda bulunan çevresel ve psikolojik faktörlerin en önemlilerinden biri de şüphesiz dindir.111 Din, psikolojik açıdan, insana yapması ve yapmaması hususunda bir takım emirler veren insanüstü, yüce bir varlığa 107 Johnson, Paul E., “Dînî Tecrübe”, çev. Recep Yaparel, D.E.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 3, İzmir, 1986, s. 199. 108 Johnson, a.g.mk., s. 199. 109 Köse, Ali, “İman”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXII, 215. 110 Hökelekli, Hayati, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2002, s. 14. 111 Peker, Hüseyin, “Olumlu Şahsiyet Özellikleri ve Din”, O.M.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 1, Samsun, 1986, s. 103. 28 inanç şeklinde112 tanımlanabilir. Buradan anlaşılan, dinde uyulması gereken bir takım esaslar olduğu ve insanın, inanılana karşı yerine getirmekle kendisini yükümlü hissettiği bazı görevlerin (ibadetler, ahlâkî davranışlar) bulunduğuna inandığıdır.113 İman ancak duygu, düşünce114 ve davranışlara aksettirildiği ölçüde değer kazanır. Davranış, iradeli bir harekettir. Bu, ahlâk sahasında, şuurlu bir tercihe gücü yeten kimsenin sorumluluğunu taşıdığı bir hareket veya davranıştır. O din ve ahlâkın birleştiği noktadır. Dînî motivasyon dînî davranışa iten şeydir. Her şuurlu motiv, hareketin faaliyet merkezini teşkil eder. Korkular ve ümitler, ceza ve mükafat gerektiren davranışlar için birer işarettir. Dinde gerekli olan şey, insanî değerler uğruna, ilâhî emirlerle işbirliği yapmaktır.115 Manevî kirlenmenin önlenmesi ve ahlâkî zaafların giderilmesi, uyumlu, tutarlı, dengeli ve huzurlu bir ruhî hayatın yaşanması bakımından ibadetler en etkili vasıtalardır.116 Dînî inanç, bir inançlar organizasyonu, bir inançlar örgüsü ve bütünüdür. Bu bağların kopması ise inanç bütünlüğüne zarar verir, tutarsızlığa sebep olur. Bu sebeple sağlıklı bir şahsiyetin temelinde sağlıklı bir inanç sistemi bulunmaktadır. Çünkü her davranışın temeline inildiğinde bir veya birçok inançla karşılaşmak mümkündür yahut kaçınılmazdır.117 Dînî kimliği kutsallaştırması nesnelleşme, mit, rit ve bağlılık mekanizmalarıyla ortaya çıkmaktadır. Bu mekanizmalar, dünyevî hayatın daha düzenli, tutarlı ve anlamlı olması için aşkın bir referans noktasına atıfta bulunarak118 bağlılık duygusu ve dayanışmanın güçlenmesini sağlamaktadır.119 Bazı din psikologları, sosyal ilişkilerin söz konusu edildiği durumlarda olumlu bir dînî tutumun başkalarının iyiliğini 112 Taplamacıoğlu, Mehmet, Din Sosyolojisi, 2.bs., A.Ü. Basımevi, Ankara, 1975, ss. 49- 51. 113 Peker, a.g.mk., s. 104. 114 Albayrak, Ahmet, “Ergenin Dînî Gelişiminde Sevgi ve Korku Motifinin Etkinliği”, ed. Hayati Hökelekli, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2002, s. 308. 115 Johnson, “Dînî Davranış”, çev. Habil Şentürk, D.E.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 2, İzmir, 1985, s. 25, 28. 116 Hökelekli, “İbadet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1996, s. 251. 117 Şentürk, a.g.mk., s. 91. 118 Hans, Thoma Venske, İslâm ve İntegration, Hamburg, 1981, s. 215. 119 Taştan, A.Vahap, Kimlik ve Din, Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayınları, Kayseri, 1996, s. 15. 29 düşünmeye yönelik ilgiyi güçlendirdiği veya faydalı olan yetenekleri kullanarak insanların olumlu yönde daha çok gayret göstermelerine yardımcı olduğunu belirtmektedir.120 Mu’tedil, ölçülü inanca sahip dindar şahıs, sinir sistemini metin bir zarla korumuş demektir. Çünkü dînî duygu, cinneti meydana getiren birçok etken ve fenalıklardan insanı korur. Her din egoistliği men eder. Başkalarını düşünmeyi teşvik eder. Kalpte fazla kin ve düşmanlığın yaşamasına müsaade etmez. Düşmana bile merhameti ve affı, telkin eder. Yemede içmede ölçülü olmayı tavsiye eder. Dînî inançla dolu olan insan, sarsıntılar karşısında manevî sığınaklardan yararlanır. En büyük koruyucu olan Allah’a sığınır. O’na sığınma, O’na yalvarma, insanda, hiçbir dış zenginliğin veremeyeceği bir ferahlık ve huzur yaratır.121 Allah’a ve âhirete inanan kimse, duygu ve heyecanlarına hâkim olmağa, dînî inançları ve değerleri istikametinde hareket etmeğe gayret edecektir. İnsan sıkıntıları karşı da Allah’a güven122 duygusuyla sabır ve metanet gösterecek, O’ndan yardım dileyerek dua ve niyazlarda bulunacaktır. Bu zor durumlarda kişi, kaygı, kızgınlık ve öfke gibi duygu ve heyecanlarını dizginleyecek ve bunların tesiriyle ortaya çıkacak davranışlarını kontrol etmek ve yanlış davranışlara engel olmak için123 Yüce Yaratıcı’ya sığınacaktır. Sağlık açısından dine bağlılık, inançlı kimselere pek çok avantaj sunmaktadır. İnsanın kendini huzur veren düşüncelere bırakması, kutsal odaklı toplantılara katılması, ona hayatın anlamı ve amacı konusunda ihtiyaç duyduğu umudu temin eder. İman, acılı ya da umutsuz olduğu zamanlarda insana huzur verir. Sağlıklı yaşam koşullarına uygun yaşayan insanların pek çoğu dindarların arasından çıkmaktadır. İman sahibi kimselerin çoğu özgüven sahibidir; bu yüzden stresle daha rahat baş eder, yaptığı işten tatmin olur ve en önemlisi başkalarını düşünerek hareket eder.124 120 Hökelekli, a.g.md., s. 249. 121 Peker, a.g.mk., s. 105. 122 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’ân, 6.bs., Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000, s. 58. 123 Şentürk, a.g.mk., s. 95, 96. 124 Stannard, Russell, Yeni 1000 Yılda Tanrı, çev. Atalay Atabek, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 83- 84. 30 Dindeki âhiret inancı, bir yandan uhrevî sorumluluk şuuruyla insanın ahlâkî gelişmesine katkıda bulunup olgun ve örnek bir şahıs (müttakî) olmasını sağlarken öte yandan ölüm korkusunun insan psikolojisi üzerindeki tahrip edici etkisini önler. Âhiret inancı, insanın içindeki ebediyet duygusuna cevap vermek bakımından da önem taşımaktadır. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzura ulaşma, Allah’ın rızâsını elde etme ideali insanda yaşama sevincine yol açar, dünyanın ıstıraplarına karşı tahammül gücü verir. Geçici dünya arzuları aslında insan ruhunu tatmin etmediğinden din ona en yüksek ve ulvî zevkler, manevî hazlar kazandırır.125 İnsanın hayattaki başlıca görevi kendini yaratmak, sahip olduğu potansiyelleri ve güçleri en üst düzeyde geliştirmektir. Tüm çabalarının sonucunda kazanacağı ürün kendi kişiliğidir. Yeteneklerini geliştirerek olgun bir kişiliğe ulaşacaktır. Fromm’a göre bu tür bir amacı gerçekleştirmek, aynı zamanda insan için ahlâkî bir ödevdir.126 Bütün psikoterapi okulları, stresin ruhsal hastalıkların ortaya çıkışında en büyük amil olduğu konusunda görüş birliğine sahiptir. Bunlar, aynı zamanda psikoterapik tedavide birinci hedefin stresten kurtulmak olduğu ve insan nefsinde güven duygusunun bulunmasının gerekliliği hususunda da ittifak hâlindedirler. Dinler tarşihiş etüdleri, özellikle de İslâm dininin tarişhi, kişinin ruhsal rahatsızlıklardan iyileşmesinde, güven ve dinginliğin gerçekleşmesinde, stres duygusunda, psikolojik rahatsızlıkların meydana geldiği şeylerden korunma hususunda Allah’a imanma ve bağlanmanın nefsi iyileştirmedeki başarısı hususunda yeterli materyali vermektedir.127 “İnananlar ve imanlarına bir haksızlık karıştırmayanlar… İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”128 Kişinin iç dünyasında bir uyum, şuur olayları arasında bir organizasyon olmazsa veya iç bütünlük gereği gibi sağlanmazsa o takdirde bir çatışma ve 125 Tümer, a.g.mk., s. 317. 126 Ayten, Ali, Psikoloji ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 74. 127 Necati, Osman, Kur’ân ve Psikoloji, ter. Hayati Aydîn, Fecr Yayınları, Ankara, 1998, s. 234. 128 el-En‘âm, 6/ 82. 31 huzursuzluk söz konusu olacaktır. Dînî inanç veya inançlar, kendi içinde bir tutarlılık ve bütünlük oluşturur. Bu bütünlük bir inanç örgüsü veya inanç sistemi hâlinde fonksiyon icrâ eder.129 Görüldüğü gibi insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmasında, olumlu şahsiyet özellikleri kazanmasında dinin etkisi büyüktür. Dinler, özellikle İslâm dini, uyulduğu takdirde insanları olumlu şahsiyet özelliklerine sahip kılacak esaslar içermektedir. Ancak bu özelliklere sahip olmanın yolu, dînî inançlara içten inanmaya, onları sevgiye dayanan bir eğitimle öğrenip benimsemeye ve uygulamaya bağlıdır.130 3- Din sosyolojisi’nde Dinin ve takvânın sosyal bütünleşme içerisindeki yeri ve rolü konusu, araştırıcıyı bunların sosyal fonksiyonları meselesini düşünmeye sevketmektedir. E. Durhkeim ve onun etrafında toplanmış bulunan Sosyoloji Ekol’ün sürüklendiği redüktivizme düşerek dînî sırf ictimaî hayatın bir fonksiyonu olarak görmektedirler.131 Buna karşılık toplumda, İslâm âlimlerinin “korku ile karışık saygı”yı (beyne’l-havfî ve’r-recâ) uyandırdığını beyân ettikleri132 ve R.Otto tarafından “korkutucu ve büyüleyici sır” (mysterium tremendum fasinosum)133 olarak nitelenen “kutsal”ın tecrübesi veya yaşanması134 şeklinde tanımlanan ve bu bakımdan da gerçek varlık sebebi ve spesifik karakteri itibariyle başka her türlü ferdî ya da sosyal kategoriye veya olaya icrası mümkün olmayan -kutsalla kurulan manevî güç, transantal ve ilâhî bağla belirlenen- dinin ve bu dinin oluşturduğu müttakî toplumun,135 bu kendi öz gayeliğinin dışında birçok sosyal fonksiyonlara sahip bulunduğu da, çeşitli tarihi ve sosyolojik örnekleriyle açıkça anlaşılabilecek bir husustur.136 129 Şentürk, a.g.mk., s. 96. 130 Peker, a.g.mk., s. 105. 131 Vrijhof, Pieter Hendrik, “Din Sosyolojisi Nedir?”, çev. M. Emin Köktaş, D.E.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 4, İzmir, 1987, s. 514. 132 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 259-347. 133 Otto, Rudolf, Le Sacre, Payot, Paris, 1969, s. 123. 134 Wach, a.g.e., s. 17. 135 bkz. el-Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ et-Türkî (ö. 339/ 950), İdeal Devlet (el-Medînetü’l-Fâzıla), çev. Ahmet Arslan, 2.bs., Vadi Yayınları, Ankara, 2004, s. 95. 136 Günay, “Din ve Sosyal Bütünleşme”, s. 5, 6. 32 Toplumu, gayesini açıklama amacıyla birleştirici, teşkilat ve hâkimiyet kurucu bir sistem olarak, ortaya çıkan her şeyi himayesine alan din,137 insanlar arasındaki etnik, kültürel ve inançla ilgili ayrılıklar yerine, üzerinde uyuşulan ortak manevî değerleri ön plana çıkarmaktadır.138 Entellektüel faaliyet cemaat içerisinde gruplar ya da fertlerin farklılaşmaları ve hatta bir kenara itilmeleri sonucuna götürürken, buna karşılık takvâ, dinî gruplaşmayı oluşturur, bütünleştirir ve geliştirir. Underhill, gayet yerinde olarak ibadetin “Dînî bencilliğe set çektiği ve sosyal ve mezhepçi farklılıkları ortadan kaldırdığı” hususuna işaret ediyor. İbadet fiilleri, aynı merkezi tecrübe tarafından harekete geçirilenleri bağlamak ve birleştirmeye yöneliktir.139 Sosyal bağları ibadetle pekişen insan kalabalığı içerisinde ferdî benliklerin yerine kollektif ruh hâkim duruma geçer. Böyle bir ortamda duygu hassasiyeti zirveye ulaşır, büyük bir dînî coşku yaşanır. Cemaat şuuru fertler arasındaki ayrılıkları önemli ölçüde giderir; eşitlik140 ve kardeşlik duygularını pekiştirir; kişiyi sevgi ve gönül birliği içerisinde diğer insanlarla bütünleştirerek kendi yalnız ve güçsüzlüğünden kurtarır.141 Din fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir amil olduğu gibi toplumları yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Din ve mükemmel şekliyle takvânın aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı nizâmlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukûkî suçların artmasına, giderek anarşizme yol açar. Çünkü din olmayınca ahlâk için yaptırım gücü kalmaz.142 İbadetin birleştirici gücü, geçici ve devamlı teşkilatların yaratılmasıyla temsil edilir. İlkel halklarda ve Yunan’da “sır cemiyetleri”, Roma’nın tarikatları, esnaf ve sanatlar loncaları, tekkeler ve bütün dünya dinlerinin toplumları ve nihayet bir merkeze bağlı grup, kabile ve şehir konfederasyonları gibi özel ibadet fonksiyonlarını (gömme, 137 Turquin, Agneş Rochefort, “Din Sosyolojisi”, ter. Yümni Sezen, E.A.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 15, Erzurum, 2001, s. 35. 138 Aşıkoğlu, Nevzat Y., “Kutsal ve Toplum”, C.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 2, Sivas, 1998, s. 44. 139 Wach, a.g.e., s. 71. 140 Hökelekli, “İbadet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999, XIX, 251; geniş bilgi için bkz. Alî, Şeriati, İslâm Nedir?, 2.bs., Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.37. 141 Hökelekli, a.g.md, s. 251. 142 Tümer, a.g.mk., s. 317. 33 şölenler, oyunlar) doldurmak amacında olan tüm dernekler bu kuruluşların örnekleridir. Bayramlar ve hacclar müstesnâ fırsatlardır; zira arıtma, oğma (lustrations), dualar, adaklar, sungular, kurbanlar, âyinler ve tarihçiyi olduğu kadar kendi dininin sosyologunu da ilgilendiren daha bir o kadar olay gibi çeşitli ibadet faaliyetleri arasında sıkı bir bağlantı143 bulunmaktadır. Dînî inanç ve değerler, ibadet ve törenlerle dünya hayatına ilişkin dînî açıklamalar insan hayatına bir anlam ve amaç kazandırır; insanlar arası ilişkileri düzene koyar; kişinin zihinsel açmazlarını çözer. Ayrıca dinin ve takvânın insanı davet ettiği ve yönlendirdiği ideallerle oluşturduğu cemaat hayatı kişiye bir kimlik kazandırır. İbâdet vecibelerini yerine getiren dindar kişilerin toplumun en az ön yargılı kesimini meydana getirdiğini, hatta farklı ırktan insanlara hoşgörünün ve buna bağlı olarak gelişen diğer sosyal ilişki ve faaliyetlerin belirgin kaynağının ibadet ve dînî bağlılık olduğunu ortaya koymaktadır.144 Dinler inananlarına çeşitli toplumsal durumlarda, değişik toplumsal olaylar karşısında takip edecekleri tutum ve tavırları belirleyen bir zihniyet ve ideoloji kazandırır. Şu hâlde insanlar dine dayanarak, eşyaya, tabiata, sosyal olaylara karşı bir tavır ve tutum içine girerler. Bu tavır ve tutumlar, aile, ekonomi, eğitim, siyaset, sanat, ahlâk gibi toplumun temel kurumlarını içine alacak boyutlardadır145 ve insanî ilişkiler öteki kişinin refâhı ve iyiliği için duyulan bir sorumluluk temelinde yürütüldüğü oranda ahlâkîdir.146 Toplum hayatının ürettiği eserlerde de din kendini gösterir. Mimarî yapılar, estetik-plastik sanat eserleri ve edebî mahsullerde, kişi ve yer isimlerinde, örf, âdet ve geleneklerde, hukûkî, siyasî, sosyal, kültürel, askerî, iktisadî ve turistik olanlarda hep 143 Wach, a.g.e., s. 74. 144 Hökelekli, a.g.md., s. 248, 249. 145 Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 69. 146 Bauman, Zygmunt, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 3.bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2002, s. 81. 34 dînî temeller, elemanlar, deyimler, anlayışlar ve ahlâkî olgunluk(müttakî kişilikler) göze çarpar.147 Din, beşerî açıdan tanımlanan realiteyi nihaî, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlayarak yasallaştırmaktadır. Böylelikle sosyal kurumlara nihaî emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur.148 Sosyolojik olarak bakıldığında görülüyor ki din, meşrûlaştırıcı işleviyle statükoyu, mevcûd sosyal düzen ve düzenlemeleri, kurumları, kurumların işleyiş biçimlerini vb. meşrulaştırıp geçerli kılar. Din ve takvâ, bireyin iç dünyasında olup bitenleri, ferdin inanç ve bilinçlerini, bilgi ve tezlerini, toplumsal kurumları, siyasal ve toplumsal düzeni, onlara nihaî olarak geçerli ontolojik statüler bahşetmekle, yani onları kutsal ve kozmik referanslar çerçevesinde yerleştirmek sûretiyle meşrulaştırır.149 Sosyoloji açısından önemli olan diğer bir unsur da, cemiyetin temel yapısında olan değişmelerle, yeniden şekillenmelerle din arasındaki kolerasyonlardır.150 Din toplumsal süreçte çeşitli yorumlara gitmekte ve belli şekillere/ üslûblara kavuşmaktadır. Toplumların yönetimleri, tabakalaşma biçimleri, politik tarzları, dayanışma üslupları, üretim şekilleri değiştikçe dinsel düşünceleri takvâ anlayışları ve patrikleri de farklılaşmaktadır.151 Toplumların yapılarının değişmesiyle dinlerin karşısına yeni problemler çıkmakta ve bu problemleri her din kendi doktrinine göre çözmeye çalışmaktadır.152 Bu durumda, toplumsal bütünlüğünü sağlamada dinin ve takvânın fonksiyonu, dinsel düşünme tarzlarını dinsel ihtiyaçlara uygun hale getirmektedir. 4- Din eğitimi’nde Allah’ın insana olan nimetlerinden birisi –hissî idrak ve düşünme nimetine ilâve olarak- öğrenme, bilgi, ilim, beceri ve sanat edinme gibi doğal yeteneklerle donatmasıdır. Bunlar, insanın yeryüzünde yaşamın sorumluluğunu taşımasını ve yeri 147 Tümer, a.g.mk., s. 318. 148 Bilgin, Vecdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yayınları, Samsun, 1997, s. 31. 149 Okumuş, “Tabii Afetler”, Din ve Toplum, İslamî Araştırmalar Dergisi, c. XV, sy. 3, 2002, s. 347. 150 Sezen, Yümni, İslâm’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 131. 151 Yıldırım, a.g.e., s .44. 152 Koştaş, Münir, “Din Sosyolojisine Giriş”, A.Ü.İ.F.Dergisi, c. XXVIII, Ankara, 1986, s. 368. 35 imar etme gücünü ziyâdeleştirir, Allah’ın kendisinden istediği insan-ı kâmil olma yetkinliğine götürme garantisi verecek olan güç ve becerilerin gelişmesi imkânını bahşeder.153 a- Bir davranış geliştirme yöntemi olarak “İttikâ” Eğitim doğumdan ölüme kadar süren bir süreçtir. İnsanın oluş halinde bir varlık olması nedeniyle, kişinin bir gününün ikinci bir gününe eşit olmaması gerekir. Dinler genel olarak incelendiğinde bütün dinlerin insanı daha iyi olana, daha güzele ve en doğru hedefe vardırmak istedikleri görülür.154 İslâm dini de hedefe ulaşma noktasında dünya görüşünü, ilke ve prensiplerini, emir ve yasaklarını belirlemiş ve neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda ayrım yapabilme melekesini insana kazandırmayı 155 amaçlamıştır. b- İnsan varlığı açısından “İttikâ” Her çocuk bir aile ortamında hayata gözlerini açarken saf, temiz ve berrak bir yaratılışa sahiptir. Bütün çocuklar bu ortak özellikle dünyaya gelirler, fakat büyüdüklerinde anlayış, düşünce ve karakter farklılıkları ortaya çıkar. Bu farklılıklar onların yetiştikleri aile çevresi, sosyal çevre ve tabii çevresindeki değişikliklerle açıklanabilir. Peygamberimiz bu gerçeğe işaret ettiği bir hadisinde şöyle buyuruyor:156 “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra ebeveyni onu ya Yahudi, ya Mecusi, ya Hıristiyan yapar.”157 Fıtrat, insanların yaratılıştan sahip oldukları ortak yapıdır. Allah bütün insanları aynı ortak özelliklerde yaratmıştır. Her insan güler-ağlar, üzülür-sevinir, sever-nefret eder, öfkelenir, korkar. Bunlar birer bilgi konusu değildir; öğrenilemez ve 153 Necati, a.g.e., s. 129. 154 Öz, Ayşe, Bir Davranış Geliştirme Modeli Olarak İttikâ, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2001, s. 54. 155 Öz, a.g.tz., s. 54. 156 Cebeci, Suat, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1996, s. 28, 29. 157 el-Buhârî, a.g.e., “el-Cenâiz”, 79, 80, 93, “et-Tefsîr”, 10/ 35; Müslim, a.g.e., “el-Kader”, 22; Ebû Dâvûd, a.g.e., “es-Sünnet”, 17; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Kader”, 5; İbn Hanbel, a.g.e., II, 275, 393, 410; ayrıca bkz. İbn Hanbel, a.e., II, 393, 410. 36 öğretilemez. Ancak insanlar farklı şeyleri sever, farklı şeylerden nefret eder. Korktukları, heyecanlandıkları, öfkelendikleri konular farklıdır. Bu farklılıkları onların yetiştikleri çevrede oluşan eğilimleri ve değer yargıları belirler. Ayrıca zulmü, haksızlığı, ihâneti hoş karşılamama, mükemmele karşı hayranlık, merhamet vb. duygularda insanda doğuştan var olan ortak özelliklerdir. Bu duygular hayat içinde geliştirilir, köreltilir veya farklı objelere farklı biçimlerde yöneltilirler.158 Paradigmalar insanların hayatlarına bir yön verir. Pardigma: “Varoluşla temel bilgi ve inançların, insan, evren ve toplum tasavvurunu mümkün kılan, bilişsel çerçeve ve meşru bilme biçimleriyle ilgili örtük varsayımların, belirli tarihsel ve toplumsal pratikte desteklenmiş insanî etkinliklerin anlam, amaç ve değerine ilişkin sorgulanamaz ön kabullerin kendine özgü bir iç mantıkla oluşturdukları uyumlu bütündür.”159 Paradigma bir haritaya benzetilebilir. Bu durumda bireyde doğru harita yoksa gitmek istediği yere varamayacağı gibi boşuna çaba harcamış olur.160 İnsan, melek gibi bir varlık olmayıp, kendisinde doğuştan iyiliğe ve kötülüğe potansiyeli olan bir yaratılıştadır.161 Allah Teâlâ bunu fücur ve takvâ kelimeleriyle ifade etmiştir. İnsanlık tarihinden itibaren birçok insan takvâyı seçerken birçoğu da fücura saplanmıştır.162 İslâma göre insan, Allah’ın üstün kıldığı yaratıklardandır.163 Yalnız bu üstünlük, yaratılış amacına uygun hareket etmesine bağlıdır.164 Bu amaçtan sapması hâlinde o, daha aşağı seviyede bir varlık olur.165 İnsanın yaratılış amacı Allah’a kullukta bulunmaktır.166 Üstün insan, kulluğun gereğini iyi yapan yani takvâ sahibi insandır.167 158 Cebeci, a.g.e., s. 29. 159 Demir - Acar, Ömer ve Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, 2.bs., Vadi Yayınları, Ankara, 1996, s. 180. 160 Öz, a.g.tz., s. 56. 161 eş-Şems, 91/ 7- 8. 162 Öz, a.g.tz., s. 62. 163 et-Tîn, 95/ 4. 164 el-Hucurât, 49/ 13. 165 et-Tîn, 95/ 5. 166 et-Tûr, 52/ 56. 167 Öcal, Mustafa, İlköğretim Okullarında Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ve Öğretim Yöntemleri, 3.bs., Düşünce Yayınları, İstanbul, 2005, s. 32. 37 İnsan ruhunu terbiye edici, onda sorumluluk duygusu, yüksek ahlâkî seviye ve otokontrol sağlayan etkenlerin başında dînî bilgi ve bu çerçevede yaşayış gelmektedir. Dengeli olmak şartı ile, çocuk eğitiminde de dînî bilginin büyük önemi vardır. Bu, çocukta Tanrı’ya imanın, çocuğun saf ve temiz ruhunda yüksek duyguların, fedakarlığın, diğerkamlığın, karşılıksız sevmenin ve aşkın varlığın oluşumunu hazırlayan bir unsurdur. Yine insanı hep gören, duyan, bilen, yanında olan ve onu koruyan çok yüce bir gücün bulunduğuna iman, çocuk ruhundaki sahipsizlik duygusunu, gelecek endişesini ve kendinden güçlü varlıklar karşısında sürüklenebileceği kompleksleri ortadan kaldıran, en azından dengeleyen bir motivasyon unsurudur. Ayrıca, maddeyi ve hayatı kuşatan aşkın bir varlığa iman, çocukta mücerret (soyut) düşünmenin de temeli ve başlangıcı durumundadır. Ölümden sonra yeni bir hayatın başlayacağı ve insanın bu yeni hayatta dünyada yapıp ettiklerinin tamamından hesaba çekileceği düşüncesi, insanda sorumluluk bilinci uyandıracak ve ahlâkın, üzerine binâ edileceği hassasiyetin gelişimini mümkün kılacaktır.168 Eğitimin insan kişiliğindeki etkisi Russell’in şu görüşlerinde ifadesini bulmuştur: “Eski görüş erdemin temelde iradeye bağlı olduğu yönündeydi: Buna göre hepimiz kötü isteklerle doluyduk, bunları soyut bir irade yeteneği ile denetim altında tutuyorduk. Belli ki kötü istekleri kökünden söküp atmak mümkün değildi, bütün yapabildiğimiz onları denetim altında tutmaktı. Durum tümüyle suçlu ve polis ilişkisine benziyordu. Yapılabilecek en büyük şey çoğunun suç işlemekten korkacağı, az sayıdaki istisnaların da yakalanıp cezalandırılacağı etkin bir polis gücü geliştirmekti. Suç olgusuna çağdaş psikolojik açıdan yaklaşan meslek adamı bu görüşle yetinmez, çoğu durumda suç işleme itkisinin uygun bir eğitimle önlenebileceğine inanır. Toplum için doğru olan birey içinde geçerlidir. Özellikle çocuklar, büyükleri ve arkadaşları tarafından sevilmek isterler. İçinde bulundukları koşullara göre olumlu ya da olumsuz 168 Doğan, Muhammed Nur, Din Eğitimi ve Öğretiminin Vazgeçilmezliği, Yarınlar İçin Düşünce Platformu, Tebliğler, Ankara, 2- 3 Mart 2005, s. 20. 38 yönlerde geliştirilebilecek itkileri vardır. Dahası, onlar yeni alışkanlıkların biçimlenmesinin kolay olduğu yaştadırlar, iyi alışkanlıklar ise erdemlerin büyük bölümünü otomatik hâle getirebilir. Öte yandan, kötü istekleri başıboş bırakan ve onların ortaya çıkmasını önlemek için yalnızca irade gücünü kullanan eski tür erdemin kötü davranışı denetleme yönünde daha verimsiz yöntem sağladığı anlaşılmıştır. Kötü istekler, önüne bent çekilmiş bir ırmak gibi iradeden gözünden kaçan başka bir çıkış yolu bulurlar. Gençliğinde babasını öldürmek isteyen bir adam, sonraki yıllarda kendi oğlunu kamçı dayağına çekmekle doyum bulur ve böylece “ahlâksal kötülük” denen şeyi cezalandırdığı izlemini yaşar. Gaddarlığı haklı gösteren kuramların temelinde hemen her zaman irade zoruyla doğal kanallarından döndürülen, yer altına itilen, en sonunda günahtan nefret etme ya da aynı ölçüde saygın ve tanınmayacak bin biçimde ortaya çıkan bir istek vardır. Bu nedenle irade yoluyla kötü isteklerin denetlenmesi bazen gerekli olsa bile erdeme götüren bir yöntem olarak yetersizdir.169 ba- İnsanın bireysel varlığı açısından “İttikâ” Din eğitimi, bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerine ve kendilerini bilmelerine aynı zamanda uygar, özgür ve iyi bir insan olarak toplumda yerlerini alabilmelerine yardım edecek paradigmayı sunmalıdır. Bizim için insana, yaşama, öte dünyaya ve yaratıcıya dair en güzel ve en doğru paradigma Kur’ân’da saklıdır. Kur’ân’da tek değer ölçüsü ise, var olma noktasında tüm potansiyelin farkında olarak kendini gerçekleştirme ve özgür bir birey olarak toplumda yerini alabilme yolunda, varlıkları ve evreni Yaratan’dan ötürü severek, aldığı her nefesin idrakiyle Allah’a karşı derin bir sorumluluk bilincine sahîp olma, anlamında takvâ’dır. Bu anahtar kelimenin altında nasıl bir dünya saklı olduğunu belki de kelimelerle anlatmak mümkün değil. Bu, temeli Allah’a iman, âhiret gününe iman ve doğru ve yararlı iş yapma esasına dayanan, en güzel toplumsal ve ahlâkî değer 169 Russell, Bertrand, Eğitim Üzerine, çev. Nail Benel, 3.bs., Say Yayınları, İstanbul, 1996, ss. 29- 30. 39 yargılarıyla bezenmiş bir doktrindir. İlâhî sorumluluk bilinci (takvâ) bu doktrinin özünü ve belkemiğini oluşturan, aynı zamanda bu doktrini çevreleyen temel bir kavramdır. Bu dünya görüşü kişinin, yaptığı iyiliğin kendi lehine, yaptığı kötülüğün kendi aleyhine olduğunun, ölümün ve hesap gününün bilincinde olarak hayatını düzenlemesini sağlar. Önünde sevgi olan bu yaşam felsefesi, karşılıksız ve koşulsuz sevmeyi, yapılan iyiliği çıkar aracı görmekten uzak ve iyiliği başa kakmaktansa yapmamayı tercih gibi harika bir anlayışı beraberinde getirir.170 bb- İnsanın toplumsal varlığı açısından “İttikâ” İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği birlikte yaşamaya hem muhtaç oluşu hem de yaşama anlam katabilmek için bir beraberliğin gerekliliğidir. İnsanoğlunun birlikte yaşayabilmesinin temel şartı kendini tanıma ve kendini bilme olmasına rağmen toplum kurallarını da bilmesi gerekmektedir. Burada kural deyince dışa yönelik bir takım yasaklar ya da yapılması gereken mecburiyetler değildir. Bu, insan olma noktasında içten gelerek yapılacak davranışlar, iman ile doğru ve yararlı iş yapma ekseninde oluşacak bir doktrinle sağlanabilir. İslâm’ın özünde bu temel doktrin vardır.171 Allah Teâlâ peygamberlerini özel olarak seçip terbiyeye tabii tutmuş ve insan-ı kâmil derecesine ulaştırarak kendilerine risâlet görevini vermiştir. Peygamberlerin hedefi, öncelikle en yakındakilerden başlayarak bütün insanları terbiye edip (eğitip) olgunlaştırarak insan-ı kâmil noktasına doğru yüceltmektir.172 Hz. Peygamber, bu eğitim faaliyetlerini İslâm’ın temel doktrinleri çerçevesinde yürütmüştür. Bunlardan birisi de takvâ’dır. Takvâ anlayışı toplumsal olarak benimsendiğinde toplum huzuru gerçekleşecektir. Çünkü çıkarlar ters düşse de yalan söylememek, hak yememek, haksızlık karşısında direnmek, işlenen suça karşı gerektiğinde affedici olabilmek, gönül kırmamak gibi birçok prensip sorumluluklarının bilincinde olan kişide bulunması gereken hasletlerdir. Aynı zamanda bu hasletler, erdemin ödülü, erdemin kendisi 170 Öz, a.g.tz., s. 67. 171 Öz, a.g.tz., s. 73. 172 Öcal, Mustafa, İslâm Eğitim Tarihi, Emin Yayıncılık, Bursa, 2002, s. 7. 40 olduğu için yapma ve karşılığını âhirette Allah’tan bekleme gibi bir erdemi doğurur173 ki, bu da toplumda en çok ihtiyaç duyulan, insan olmak, ahlâk güzelliği, dürüstlük, işi ehline vermek ve kendi mesleğini hakkını vererek yapmak gibi toplumsal değer yargılarının bilincinde olan bireyleri174 kazanmak anlamındadır. B- Temel İslam Bilimlerin’de “Takvâ” Kavramı Çalışmanın “Birinci Bölümü”nün üçüncü temel başlığı “İslâmî Bilimlerde Takvâ’nın Yeri”dir. Bu bölüm temel İslâm bilimlerinin beş ana başlığı olan “Tefsîr”, “Hadis”, “Fıkıh”, “Kelâm” ve “Tasavvuf”ta takvâ başlıklarını içermektedir. “Tefsir Bölümü”nde kısaca Kur’ân’da “takvâ” kavramı ve iştikakları üzerinde durulmuş ve kavramın anlamsal çerçevesi hakkında bilgi verilmiştir. “Hadis Bölümü” incelenirken ikiyüz elli üç hadiste “v.k.y.” kökü ve terimsel karşılıkları gözden geçirilmiş; bu kullanımlar anlamlarına göre gruplandırılarak okuyucuya bu kategorilerin her birinden örnek olarak beş hadis sunulmuştur. “Kelam” başlığı altında genel olarak kelâm kültüründe “takvâ” taranmış ve özel olarak İslâm tarihinde uzun tartışmalara konu edilen kebire problemi “Takvâ– Kebire İlişkisi” sınırlamasıyla ele alınmıştır. “Fıkıh Bölümü”nde ise kelama yakın olarak öncelikle fıkıh teminolojisinde “takvâ” kavramının yeri belirlenmiş akabinde de “Fıkıhta ‘Takvâ- Fetvâ’ İlişkisi”ne dikkat çekilmiştir. “Tasavvuf” bölümüne gelince, burada da klasik eserler ağırlıklı, mutasavvıflara göre “Takvâ ve Verâ Kavramları” incelenmiştir. Ayrıca mutasavvıfların takvâyı tanımlamalarında da görüleceği gibi kavramın, ilgili dalın özel literatürünün etkisinde sâfî dindarlık hâlini aldığı ve nefis tezkiyesi çerçevesinde seyr ü sülûk’un aşamalı olarak bütün süreç ve mertebelerini içine alabilecek bir anlam genişliğine ulaştığı bu mertebelerin her birinin tek tek ele alınıp incelenmesi sûretiyle gösterilmeye gayret edilmiştir. 173 Öz, a.g.tz., s. 73. 174 Öz, a.tz., a.y. 41 1- Tefsir’de Bu bölümde “takvâ” kavramının Kurân’daki semantik çerçevesi ve Kur’ânî terminolojide müfessirlerin yorumları ana hatlarıyla ele alınmış detayların işlenmesi ise ikinci ve ana bölüme bırakılmıştır. a- Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’de “V.k.y.” kökü, Kur’ân’da bütün türevleriyle 63 sûrede, 237 âyette, 258 defa geçmektedir.175 “ V.k.y.” kökünün kullanımları, isim, mastar, emir ve fiil şeklindedir. “V.k.y.” maddesinin fiil olarak yer aldığı âyetlere bakıldığında sülâsî kullanımlarının sülâsî mücerred kalıplardan 2.bab’dan; mezîd kullanımlarının ise mezîd fiillerden ifti‘âl bab’ından geldiği görülür. b- Tefsirlerde Takvâ kavramının Kur’ân-ı Kerîm’deki anlam alanı, Mekkî ve Medenî sûreler çerçevesinde iki ana grupta ele alınabilir. Her kavram gibi takvâ kavramı da tedrîci olarak anlam değişikliğine uğramıştır. Ancak bu değişiklik takvânın sözlük anlamından uzaklaşmadan ama ona manevî unsurlar eklemek, şeklinde olmuştur. Câhiliye arab şiirlerinde kişinin kendisine, ona zarar verecek şeyden araya engel koymak sûretiyle koruması anlamında olan takvâ kelimesi, İslâm’ın ilk yıllarında, mü’minin, emirlere riayet ve yasaklardan sakınmak ile kendisini Allah’ın azâbından sakınması anlamını içerirken daha sonraları emirlere itâat ve nehiylerden kaçınmaya ilâveten şüphelilerden sakınmak ve kalbi Hakk’tan alıkoyan her şeyden uzaklaşmak manasını da barındıracak bir semantik genişliğe ulaşmıştır. 2- Hadis’te “V.k.y.” (وقي) maddesinin ulaşılabildiği kadarıyla 253 hadiste geçmekte olduğu tespit edilmiştir. Bunlar iki farlı kullanıma sahiptir. Bunlar; insanın takvâsı ve 175 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 848- 851. 42 Allah’ın takvâsıdır şeklinde hakiki kullanım ve yılanın sakınması ve bir kıymet birimi olarak “ûkiyye” şeklinde mecazi kullanımlardır. a- Biçim yönüyle: “Takvâ kavramıyla ilgili terimler” “V.k.y.” (وقى) kelimesi genel olarak Peygamber efendimizin hadislerinde ıstılâh anlamı çerçevesinde kullanılmıştır. “V.k.y.” (وقي) maddesi 253 hadiste iki farlı kullanıma sahiptir. Bu kullanımlardan birincisi fiil şeklinde; sülâsî olarak (2 (وقي.babdan 40 hadiste, if‘âl babından (13 (اتقى, ifti‘âl babından (132 (اتقى, tefe’ul babından (4 (توقى hadiste; ikincisi ise 64 hadiste isim şeklinde geçmektedir.176 b- Anlam yönüyle Hadis bölümünde “v.k.y.” kökü ve bütün türevleri iki temel anlamda kullanılmaktadır; bunlar hakiki ve mecâzî manalardır. Hakiki manadaki kullanımlar Allah’a ve insana nispet edilirken mecâzî kullanımlar hayvanlara ve günlük yaşantıyla ilgili terimlere isnad edilmiştir. ba- İnsanın “Takvâ”sı: “Allah’tan ittikâ” “V.k.y.” (وقى) maddesi hadislerin büyük çoğunluğunda “Allah’tan sakınmak” anlamında geçmektedir. Allah’tan sakınmak genel olarak tâatlere uymak ve ma‘siyetten kaçınmak şeklindedir. Dolayısıyla insan bu kurallara uyduğunda Allah’ın azabından da sakınmış olur. İlgili hadislerden birkaçı konuya örnek olarak gösterilebilir: 1.ÖRNEK Bu konudaki ilk örnek tacirlerin dürüstlük konusunda Allah’tan sakınmaları bağlamındadır. 176 Wensinck, A. J, Mensing J. P., el-Mu’cemu’l-Müfehres li el-Fâzı’l-Hadîsi’n-Nebeviyye, I-VII, Mektebetü Birll, Leiden, 1936, VII, 294- 301. 43 Rıfâa(b. Râfi)(r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Biz (bir gün) Rasûlullah ile beraber (dışarı) çıktık. Baktık ki halk sabah erken alışveriş ediyorlar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onlara: “Ey tacirler topluluğu!” diye seslendi. Onlar gözlerini yukarı kaldırıp boyunlarını uzatınca Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): “Şüphesiz tacirler kıyâmet günü fâcir olarak diriltilirler. Ancak, Allah’ı sayan, iyilik yapan ve sözünde doğru olan tacirler bunun dışındadır.” buyurdu.”177 2.ÖRNEK İkinci örnek Allah’tan sakınma ve güzel ahlâk hakkındadır. Ebû Zerr, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Nerede olursan ol, Allah’a (karşı gelmekten) sakın! Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki, onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâkla davran.”178 3.ÖRNEK Bu örnek insanların en faziletlileri ve mahmûm kalb hakkındadır. Abdullah b. Amr(r.a.)’dan şöyle bir rivâyet gelmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.)’e (Ya Rasûlullah!) İnsanların hangisi daha faziletlidir? diye soruldu. O: “Kalbi mahmûm ve dili çok doğru olan her (mü’min) kişi”, buyurdu. Sahâbîler: (Yâ Rasûlullah!) Dili çok doğru olanı biliriz. Mahmûm kalb nedir? diye sordular. O: “(Mahmûm kalb) Allah’tan sakınarak, tertemiz, içinde ne günah, ne zülüm ile yaratıklara kötülük etmek, ne kin ne de hased olan (kalb)dir.” buyurdu.”179 4.ÖRNEK 177 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Buyû’”, 7; İbn Mâce, a.g.e., “et-Ticârat”, 3; ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman b. el-Fazl (ö. 255/ 869), es-Sünen, I-II, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, yy., ts., “Buyû’”, 7. 178 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Birr”, 55; ed-Dârimî, a.g.e., “er-Rikâk”, 74; İbn Hanbel, a.g.e., VII, 219. 179 İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 24. 44 Sıradaki örnek çocuklar arasında adaletli davranmada Allah’tan sakınma ile ilgilidir. Âmir eş-Şa’bi şöyle demiştir: “Ben en-Nu’mân b. Beşîr’den kendisi (Kûfe’de) mimber üzerinde hutbe yaparken işittim; O şöyle diyordu: Babam Beşîr, (annemin zorlamasıyla) bana bir köle hibe etmişti. Annem Ravâha kızı Amre (babama): “Sen bu hibeye Rasûlullah’ı şahid yapmadıkça inanmam, razı olmam.” dedi. Bunun üzerine Beşîr, Rasûlullah’a geldi de: “Yâ Rasûlullah Amre bintu Ravâha’dan doğan oğluma bir köle hediye verdim. Fakat yâ Rasûlullah! Amre bana bu hibeye Seni şâhid tutmamı emretti.” dedi. Rasûlullah: “Sen Nu’mân’a verdiğin hediyen gibi öbür çocuklarına da hibe verdin mi?” diye sordu. Beşîr: “Hayır.” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), Beşîr’e: “Allah’tan sakınınız da çocuklarınız arasında adalet ediniz.” buyurdu.”180 5.ÖRNEK Bu örnek Allah’a ittikâ ve sabır konusundadır. Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.), bir kabir yanında ağlamakta olan bir kadının yanından geçti de, o kadına: “Allah’tan ittikâ et ve sabreyle.” buyurdu. Kadın: “Benden uzaklaş, sen benim musibetimle musibetlenmedin.” dedi. Kadın Peygamber’i tanımıyordu. Kadına: “Bu zat Peygamber’dir.” denildi. Bunun üzerine kadın Peygamber’in kapısına geldi. Kadın, Peygamberin kapısında bekçiler bulmadı. (Peygamber’in yanına girdi de: ) “Ben seni bilemedim”, dedi. 180 el-Buhârî, a.g.e., “el-Hibe”, 11. 45 Peygamber (s.a.v): “ Sabr ancak musibetin birinci darbesi sırasındadır.” buyurdu.”181 1) Kişinin kendini sakınması Bu bölümde canlılar arasında insanın kendini sakınması durumu ele alınmış ve bunun yöntemi olarak da kötü akibetten sakınma ve buna götüren sebeplerden biri olan şüpheli ibadetten sakınma tedbirleri aynı ismi taşıyan başlıklar altında incelenmiştir. a) Kötü akibetten sakınması 1.ÖRNEK İlk örnek hadis literatüründe otorite olmuş eserler tarafından birkaç varyantla rivâyet edilmiş sadaka hadisidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi hadisin ilk kısmı farklı şekillerde rivâyet edilmiştir. Ancak genel olarak sözkonusu hadiste öncelikle kıyâmetten bir sahne aktarılarak şöyle buyurulmaktadır: “Sizden her bir kişi ile kıyâmet gününde Rabb’i konuşacak ve onunla Rabb’i arasında tercüman bulunmayacaktır. Sonra o kişi sağ tarafına bakacak ve ancak takdim ettiği şeyi görecektir. Sonra sol yanına bakacak ve ancak takdim ettiği şeyi görecektir. Sonra yüzünün doğrultusuna bakacak ve kendisini ateş karşılayacaktır.” Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim, yarım hurma ile bile olsa, bunu da yapamazsa güzel bir sözle olsun kendisini cehennem ateşinden korusun.”182 2.ÖRNEK İkinci örnek İslâm toplumunun yöneticiler aracılığı ile düşmandan korunması hususundadır. 181 el-Buhârî, a.g.e., “el-Cenâiz”, 32, “el-İsti’zân”, 43, “el-Ahkâm”, 11; Müslim, a.g.e., “el-Cenâiz”, 15; Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş’as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (ö. 275/ 889), es-Sünen, I-IV, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, yy., ts., “el-Cenâiz”, 23; İbn Hanbel, a.g.e., III, 143. 182 el-Buhârî, a.g.e., “ez-Zekât”, 9; benzer rivâyetler için bkz. el-Buhârî, a.e., “ez-Zekât”, 10, “el- Menâkıb”, 25, “el-Edeb”, 34, “er-Rikâk”, 51, “et-Tevhîd”, 36; Müslim, a.g.e., “ez-Zekât”, 28; İbn Mâce, a.g.e., “el-Mukaddime”, 13, “ez-Zekât”, 28; en-Nesâî, a.g.e., “ez-Zekât”, 63; ed-Dârimî, a.g.e., “ez-Zekât”, 24; İbn Hanbel, a.e., IV, 256, 258, 259, I, 388, 446. 46 Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bana itâat eden Allah’a itâat etmiştir. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiştir. Emire isyan eden bana isyan etmiştir. Devlet başkanı (millet için) bir kalkandır. Onun ardında, onun emirinde harb yapılır. Onunla (düşmandan) korunulur. Eğer o millete Allah’a takvâ ile emrederse ve adaletle hareket ederse, bu emri ve adaleti sebebiyle onun için sevab vardır. Eğer takvâ ve adaletten başkasıyla emir ve hükmederse, bundan meydana gelen günah onun üzerine döner.”183 3.ÖRNEK Bu örnek insanların, şerrinden sakınmak için kendisini terk etmek durumunda kaldığı kimse hakkındadır. Hz. Âişe (r.a.)’dan: “Bir adam Peygamber’in huzuruna gelmek için izin istedi. Peygamber onu uzaktan görünce: ‘O, aşiretin en kötü kardeşidir.’ buyurdu. Adam içeri girip oturunca ona güleryüz gösterdi ve ona genişleyip açıldı (yani yumuşak sözler söyledi) adam gidince ben: ‘Ya Rasûlullah! Adamı gördüğün zaman onun için şöyle şöyle sözler söyledin, sonra da onun yüzüne karşı güleç oldun ve ona açılıp yayıldın?’ dedim. Rasûlullâh (s.a.v): ‘Ya Âişe! Sen beni ne zaman aşırı hareket ediyor buldun? Kıyâmet günü Allah katında mevkice insanların en şerlisi, (dünyada) kötülüğünden korunmak için insanların terk ettiği kimsedir.’ buyurdu.”184 4.ÖRNEK Sıradaki örnek hadis Hz. Peygamber(s.a.v.)’in kendisini soğuktan koruması hakkındadır. Sâbit(r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) bir elbiseye bürünmüş olarak, Benî Eşhel kabilesi içinde namaz kılmış, (secde ederken) ellerini elbisesinin üzerine koyup çakılların soğukluğundan korunmuştur.185 183 el-Buhârî, a.e., “el-Cihâd”, 109; Müslim, a.e., “el-İmâre”, 53; en-Nesâî, a.e., “el-Bey’a”, 30; İbn Hanbel, a.e., II, 523. 184 el-Buhârî, a.e., “el-Edeb”, 38; et-Tirmizî, a.e., “el-Birr”, 59. 185 İbn Mâce, a.e., “el-İkâme”, 64. 47 b) Şüpheli ibadetten sakınması Bu konudaki örnek kurbanlık hayvanlar konusunda ibadete zarar verebilecek olanların belirlenmesi ve bu durumdan sakınılması hakkındadır. el-Berâ’ b. Âzib(r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.)’a, kaçınılacak kurbanlıklar sorulmuş, O da: ‘Körlüğü açıkça belli olan tek gözü kör; topallığı açıkça belli olan topal; hastalığı açıkça belli olan hasta; (zayıflıktan dolayı) kemiklerinde ilik kalmamış olan zayıf (kurbanlık).’186 buyurmuştur.” 2) “Sakınma” ile ilgili temsili anlatımlar İnsanın yanında sakınma, çekinme, tedirgin olma anlamlarıyla diğer canlılar için de kullanılan v.k.y.” kökü ve varyantları bu bölümde hadisler çerçevesinde yılan merkezli ele alınmıştır. Ayrıca kavramın ekonomi literatüründe kullanılması da “v.k.y.” maddesinin mecâzî kullanımlarına örnektir. a) Yılanın sakınması (“Takvâ’l-Hayye”) Bu başlık altında verilebilecek örnek hadis, insanların yılanın şerrinden sakınması gibi yılanın da insanın şerrinden sakınması hususundadır. Abdullah b. Mes’ûd şöyle demiştir. “Biz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Minâ’daki bir mağarada bulunuyorduk. O sırada “ve’l-Mürselâti ‘urfen” sûresi indi. Bizler o sûreyi: Rasûlullah(s.a.v)’in ağzından almaya çalışıyorduk. Ansızın bir yılan kendi yuvasından çıkıverdi. Biz hemen onu öldürmeye davrandık. Fakat yılan bizim önümüze geçti ve yuvasına girdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v): ‘Siz nasıl yılanın şerrinden korundunuzsa, o da sizin şerrinizden korundu.’ buyurdu.”187 186 ed-Dârimî, a.g.e., “el-Ezâhâ”, 3; benzer bir hadis için bkz. İmâm Mâlik, a.g.e., “ez-Zehâya”, 2. 187 el-Buhârî, a.e., “es-Sayd”, 7; “Bed’i’l-Halk”, 16; İbn Hanbel, a.e., I, 377; benzer hadisler için bkz. en-Nesâî, a.e., “el-Menâsık”, 114; İbn Hanbel, a.e., I, 385, 456, 458. 48 b) Bir kıymet birimi olarak “Ûkiyye” Arapça’da kırk dirhem anlamına gelen ûkiyye (188 ,(اوقية hadisler arasında ağırlıklı olarak zekât, alışveriş189 ve mehir190 konularında geçmektedir. Örnek vermek gerekirse şu hadise bakılabilir: Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Beş ûkiyyeden az miktar(gümüş)de zekât yoktur…”191 bb- Allah’ın “Takvâ”sı: “Allah’ın himayesi” 1.ÖRNEK İlk örneğimiz Ka’be’yi tavâf ederken Allah’ın muhafazasının da talepler arasında zikredildiği dua hakkındadır. Atâ b. Ebî Rabâh (r.a.): Ebû Hüreyre (r.a.), Peygamber (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu bana rivâyet etti, demiştir: “Rük-i Yemânî yanında 70 melek görevlendirilmiştir. Kim orada: “Allah’ım şüphesiz ben senden afuv, dünyada ise âhirette âfiyet dilerim. Ey Rabb’ımız bize dünyada iyiyi, âhirette de iyiyi ver ve bizi ateşin azabından koru” diye dua ederse, o melekler âmîn derler.”192 2.ÖRNEK İkinci örneğimiz Hz. Peygamber’in kötü işlerden ve çirkin huylardan Yüce Mevlâ’nın muhâfazasına sığınması hakkındadır. 188 ez-Zemahşerî, el-Fâik fî Ğarîbi’l-Kur’ân, I-IV, tah. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrâhîm, Alî Muhammed el-Becâvî, 3.bs., Îsâ el-Bâbî el-Halebî, yy., 1971, IV, 74. 189 el-Buhârî, a.e., “eş-Şurûd”, 4; Müslim, a.e., “el-Müsâkât”, 109; en-Nesâî, a.e., “el-Buyû’”, 77; İbn Hanbel, a.e., III, 299. 190 İbn Mâce, a.e., “en-Nikâh”, 17; ed-Dârimî, a.e., “en-Nikâh”, 18. 191 el-Buhârî, a.e., “ez-Zekât”, 4, 43; benzer hadisler için bkz. Müslim, a.e., “ez-Zekât”, 3, 6; Ebû Dâvûd, a.e., “ez-Zekât”, 6, 9; ed-Dârimî, a.e., “ez-Zekât”, 11; İmâm Mâlik, a.e., “ez-Zekât”, 1, 2; İbn Hanbel, a.e., II, 402, 203, III, 6, 30, 45, 59, 73, 74, 79, 86, 296. 192 Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Menâsık”, 51; et-Tirmizî, a.g.e., “ed-De‘avât”, 71; İbn Mâce, a.g.e., “el- Menâsık”, 32; Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmie el-Ashabî el- Yemmenî, el-Muvatta’, tah. Mahmûd Fevâri Abdülbâkî, yay.y., yy., ts., “Sıfatü’n-Nebi”, 34; İbn Hanbel, a.g.e., III, 101, 107, 208, 209, 247, 277, 288, 411. 49 Câbir b. Abdullah (r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) namaza başladığında önce tekbir alır sonra da: “Benim namazım, haccım, hayatım, mematım da, hiçbir şeriki olmayan âlemlerin Rabb’i Allah içindir. Ben bununla emrolundum. Ben halis Müslümanlardan biriyim. Allah’ım, beni en güzel amellere ve en güzel ahlâka kavuştur. Onların en güzeline beni ancak sen ulaştırabilirsin. Ve beni kötü işlerden ve çirkin huylardan muhafaza et. Bunlardan beni ancak sen koruyabilirsin.”193 şeklinde dua ederdi.” 3.ÖRNEK Bu örnek Hz. Peygamber(s.a.v.)’in, Hz. Hasan(r.a.)’a vitir namazında okuması için öğrettiği duayı içermektedir. Hz. Hasan (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v.) bana vitir namazında kunut duası olarak okumam için: “Allah’ım hidayet ettiğin kimselerle beraber bana da hidayet et. Beni de afiyet verdiklerin arasına al. Beni de velisi olduğun kimseler arasına koy. Verdiklerini bereketli kıl, hükümlerinin şerlerinden beni koru. Sen hükmedersin, sana hükm olunmaz. Senin veli olduğun kimse zelil olmaz. Kutsalsın Ey Rabbımız! Yücesin.”194 Duasını öğretti.” 4.ÖRNEK Son örnekte bir ölünün durumu canlandırılarak Allah Teâlâ’nın kendisini ateşin azabından koruması ya da korumaması durumu temsili olarak aktarılmaktadır. Hadiste öncelikle ölünün mezara konulması ve sorguya çekilmesi canlandırma yapılarak anlatılır. Sorulara olumlu cevap verilmesi halinde hadis şöyle devam eder: “Ölü için ateş tarafına bir pencere açılır. Ölü ona bakarak ateş alevlerini birbirini kırıp yenmeğe çalıştığını görür. Sonra ona: ‘Allah’ın seni koruduğu ateşe bak’, denilir. Sonra onun için cennet tarafına bir pencere açılır. O da bu defa cennetin süsüne ve nimetlerine bakar ve kendisine; İşte bu güzel yer senin makamındır, denildikten sonra: ‘Sen 193 en-Nesâî, a.g.e., “el-İftitâh”, 16. 194 Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Vitr”, 5; en-Nesâî, a.e., “Kıyâmü’l-Leyl”, 51; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Vitr”, 10; İbn Mâce, a.g.e., “el-İkâme”, 117; ed-Dârimî, a.g.e., “es-Salât”, 124; İbn Hanbel, a.g.e., I, 199, 200. 50 (dünyada) samimi iman üzerinde idin, bu sağlam iman üzerine öldün ve (kıyâmet günü) inşâallah iman üzerine dirileceksin.’ denilir…”195 3- Fıkıh’ta Takva kavramı, fıkıh literatüründe daha çok fetvâ- takvâ terimlerinin karşılaştırılmasıyla öne çıkar. Mevcut hükümlere birebir uymayı ifade eden fetvâya karşılık takvâ kavramı hükümleri uygulamaya ilaveten dînî konularda son derece titiz olmayı gerektirir. a- Genel olarak fıkıh kültüründe “Takvâ” kavramı Kişinin doğumundan ölümüne kadar devam eden zaman dilimi uygulamak zorunda olduğu dînî hüküm ve kurallar peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî kitaplarda belirtilmiştir. İslâm toplumunda ideal olan, her müslümanın günlük hayatında hüküm ve kuralları dinin asıl kaynağından yani Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenmesidir;196 çünkü bütün insanlar vahye muhatab olup önce Allah’a iman etmek, sonra da O’nun peygamberleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklarına uymakla yükümlü sayılır.197 Müslümanın uyması gereken dînî hüküm ve kuralların bir kısmı fıkıh literatüründe fakihlar tarafından “fetvâ” kelimesi altında toplanmıştır. Fetvâ farz ya da vacib bir hüküm ifade eder. Çünkü büyük ecir veya büyük felaket temelde bu ikisine bağlıdır. Ancak fıkıhta farz ve vacibin dışında mendub, mübah, mekruh vb. hükümler de vardır. Buradan hareketle fıkıh kültüründe takvânın, farz ve vaciblere ilaveten diğer hükümlerde de dinin ritüellerini titizlikle gözetmeyi ifade ettiği söylenebilir. b- Özel olarak “Takvâ – Fetvâ” ilişkisi Bir fıkıh terimi olarak “fakih bir kişinin sorulan fıkhî bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm” anlamında olan “fetvâ” kavramı 195 İbn Mâce, a.e., “ez-Zühd”, 32. 196 Atar, Fahrettin, “Fetvâ”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX, (devam ediyor), İstanbul, 1995, XII, 487. 197 Atar, a.g.md., a.y. 51 Kur’ân-ı Kerîm’de dokuz âyette geçmekte olup198 bunların hepsi de, hakkında bilgi edinilmek istenen bir konuda görüş sorma veya görüş bildirme, 199 soru sorma,200 rüyayı yorumlama201 vb. anlamlara gelir.202 Kur’ân ve Sünnet’te bu bağlamda yer alan fetvâ kavramı tarihi açıdan Hz. Peygambere kadar dayanmaktadır. Ancak sorumluluğunun bilincinden olan insanlar fetvâ vermede takvâya riayet eder ve ihtiyatlı olmayı seçerler. Hatta hata endişesiyle fetvâ vermekten tamamen sakınanlar da vardır. İhtiyatlı davrananlar “Doğrusu biz sana ağır bir söz indireceğiz.”203 âyetini de “Bu konuda takvâya işaret etmektedir.” şeklinde yorumlamışlardır. Sahabeden İbn Abbas ve İbn Mesud, dört büyük mezheb imamlarından da İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel bunlara örnek olarak gösterilebilir. 4- Kelam’da Takvâ kavramı kelâm literatüründe çok geniş yer kaplayan “iman” kavramıyla yakından ilişkilidir. Çünkü iman kavramı takvânın oluşması için temeldir. Takvâ ancak sağlam bir imanın üzerine bina edilebilir. Dolayısıyla iman takvânın temeli ve ilk mertebesidir. Buna paralel olarak bu bölümde takvânın oluşumunun ilk aşaması ele alınmış ve iman kavramının etimolojik tahlili yapılmıştır. a- Genel olarak kelam kültüründe “Takvâ” kavramı “E.m.n.” (امن) kökünden türeyen ve if‘âl babından bir masdar olan iman kavramı, sözlükte, “güven içinde bulunmak, korkusuz olmak, bir kişiyi söylediği konuda tasdik etmek ve söylediğini kabullenmek, inanmak” anlamlarına gelmektedir.204 İman kavramı Arapçada yine boyun eğme ve gönül huzuru ile kabullenme manasında (âmene lehu); İslâmiyeti kabul edince (âmene fülânun); kişiye güven verme manasında (âmenehu) şeklinde kullanılmıştır.205 198 Abdülbâkî, a.g.e., s. 623. 199 en-Nisâ, 4/ 127, 176; el-Kehf, 18/ 22; en-Neml, 27/ 32. 200 es-Saffat, 37/ 11, 149. 201 Yûsuf, 12/ 41, 43, 46. 202 Atar, a.g.md., a.y. 203 el-Müzzemmil, 73/ 5. 204 İbn Manzûr, a.g.e., I, 223. 205 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 593. 52 İslâm düşünürleri iman kavramının şer’i manası konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Âlimlerin her biri, iman kavramını temsil ettikleri düşünce akımı çerçevesinde tanımlamıştır. Terim olarak iman kavramının genellikle şöyle tanımlandığını söyleyebiliriz: “Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberi tasdik etmek ve onlara inanmak”tır.206 Teknik olarak imanın öznesi, iman eden yani mü’mindir.207 Özelde Kur’ân’ın görüşüne göre, nasıl biri “iman etmiş kişi”dir? İmanın tipik özellikleri nelerdir, yahut neler olmalıdır?208 “(Gerçek) Mü’minler ancak onlardır ki, ne vakit Allah anılsa, kalpleri ürperir ve O’nun âyetleri onlara okunduğu zaman imanlarını artırır ve ümitlerini Rabb’lerine bağlarlar (ve ‘sadaka olarak) bizim kemdilerine bahşetmiş olduğumuzdan harcamada bulunurlar. Bunlar hakiki anlamda mü’min olanlardır.”209 Bu sözlü tanım, “kelimenin” gerçek anlamında “mü’min kişi”yi, sahiden müttakî, Allah’ın adının anılmasının bile kalbinde derin bir huşû’ hissi uyandırmaya yettiği ve tüm yaşamı o köklü dürüstlük hâlet-i ruhiyyesince tanzim olunan bir insan resmetmektedir. Bundan sonra verilecek âyet de takvânın daha ziyâde dış tezahürü ile alakalıdır.210 “(Hakiki mü’minler) pişman olup (Allah’a) rücu edenler, (O’na) kulluk edip, (O’nu) yücelten, oruç tutan, eğilen (rükû’), alnını yere koyan (secde), hayrı tavsiye eden, şerri yasaklayan, Allah’ın hudûdu dahilinde kalanlardır. (Gerçek) Mü’minlere müjde ver.”211 Gerçek inanış, insanları hayırlı işler işlemeye teşvik eden en güçlü saik görevini görmelidir; yoksa, o inanış sahih değildir. Allah önündeki temel duygu olan 206 Sinanoğlu, Mustafa, “İman”, T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXII, 212. 207 Izutsu, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984, s. 118. 208 Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 284. 209 el-Enfâl, 8/ 4. 210 Izutsu, a.e.,a.y. 211 et-Tevbe, 9/ 112. 53 nedamet ve huşû’, Allah’ın iradesi karşısındaki sorgusuz itâat, ilâhî nimetler karşığı can-u gönülden hissedilen şükran, İslâmî inanışı en âlî biçimde saptayan bütün bu öğeler, zarurî olarak, ilâhî kabule hais “güzel işler” (salihât)ta vücut bulmak zorundadır; dahası, bunların, hayatın olağan insanî ilişkileri çerçevesinde hemen her fiilde ifadelerini bulmaları gerekmektedir.212 İmana karşılık küfr kavramı ise sözlükte, “örtmek, gizlemek, nankörlük etmek, ele geçen menfa’atleri örtmek, yani bilmemezlikten gelmek bu sûretle de nankör olmak” manalarına gelmektedir.213 Şer’i olarak küfür kavramı, imanın tam zıddı olarak kullanılır. Allah’ın yaratmış olduğu insan her şeyini, varlığını O’na ve sonsuz rahmetine borçludur. Bütün bu nimetlere karşılık insan Allah’a karşı minnet beslemek durumundadır. İşte bu minnettarlık ifadesini yansıtan insan mü’min –kemal noktasında müttakî-; yansıtmayan ise “ nimet vereni bilmemezlikten gelen, dolayısıyla ona karşı nankör olan214 ve fıtrî yeteneğini köreltip örten” anlamında kâfirdir. Küfür kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 522 yerde geçmektedir.215 Şirk, Kur’ân’da, “inkar, cuhûd, nimeti inkar, teberrî” gibi manalarda kullanılır.216 İnsanın yaratıcısıyı reddi olarak küfr, en tipik biçimde, küstahça, hoyratça, ve düşüncesizce sergilenen çeşitli eylemlerde kendini belli eder. “Kibirli şişinmek” demek olan “istikbâr” ve şahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan “istiğnâ”nın yanında, küfr, “tadarru’”un (“alçakgönüllülüğün”) tam karşıtını oluşturmakta ve İslâm’ın genel din anlayışının hakikaten merkezi öğesi olan “Allah’tan ittikâ” (“takvâ”), fikri ile doğrudan çakışmaktadır.217 b- Özel olarak “Kebire – Takvâ” ilişkisi İman kalbin tasdiki, dilin ikrârı ve tâatları (rükünleri) işlemektir diye tarif edenler ameli imanın bir cüzü olarak kabul etmişlerdir. Hariciler büyük günah işleyen 212 Izutsu, a.e., s. 285. 213 İbn Manzûr, a.g.e., XII, 118- 124. 214 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 547; el-Cürcânî, a.g.e., s. 266. 215 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 709- 715. 216 ed-Dâmeğânî, a.g.e., ss. 402- 403; İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 515- 516. 217 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 199. 54 veya tâatlardan birini terk eden kişinin kâfir olduğunu,218 Mu’tezile de büyük günah işleyenin imandan çıktığını fakat küfre girmediğini, dolayısıyla iman ile küfür arasında bir yerde (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bulunduğunu, eğer işlediği günahtan tevbe etmeden ölürse ebedî cehennemlik olacağını savunmuşlardır.219 Selef ile Haricîler ve Mu’tezile imanın üç esastan meydana geldiğinde ittifâk etmelerine rağmen, selef büyük günah işleyeni mutlak olarak tekfîr etmemiş, emirlerini noksansız yerine getiren, yasaklardan sakınan müslümana uygulanan hükmün günahkar mü’mine de uygulanacağını söylemiştir.220 Kur’ân’da Allah’a, peygamberlerine ve âhiret gününe inananların, salih amel işleyenlerin kurtuluşa ereceği221 ve insanların bu konularda irade hürriyetine sahip kılındıkları222 anlatılır. Kur’ân’da iman kalbe atfedilen bir eylem olmakla birlikte223cennet ehlini iman ve salih amel sahiplerinin teşkil edeceği belirtilerek224 imanla ilâhî emirlere uymak arasında sıkı bir ilişki bulunduğuna dikkat çekilir. Yine Kur’ân’da mü’minlerin Allah’tan başka bir tanrıya tapmamak, O’nun haram kıldığı cana kıymamak ve zinâ etmemek gibi yasaklara uydukları,225 oruç tutmak, namaz kılmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek gibi buyrukları yerine getirdikleri226 belirtilir; böylece iradeye dayalı imanın ilâhî rızâya uygun amellerle tamamlanmasının gerekliliğine işaret edilir.227 Gerçek mü’minler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, âyetleri okuduğunda imanları artan ve yalnız Rabb’lerine güvenen, namazlarını kılan ve servetlerinden Allah yolunda harcayan kimseler olarak nitelendirilir.228 218 Kılavuz, Saim, İman Küfür Sınırı, 7.bs., Marifet Yayınları, İstanbul, 2000, s. 37. 219 el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd es-Semerkandî (ö. 333/ 944), Kitâbü’t-Tevhîd, yay. haz. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi, İSAM, Ankara, 2003, s. 630- 640; Kâdî Abdülcebbâr, Ebû’l-Hasen Kâdi’l-Kudât Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî (ö. 415/ 1025), Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, tah. Abdülkerîm Osman, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1408/ 1988, s. 697- 730; en-Neşşâr, II, 263 vd.; Gölcük, Şerafeddin, Kelam Tarihi, 4.bs., Kitap Dünyası, İstanbul, 2000, s. 66. 220 Ebû Hanîfe, Nu’mân b. Sâbit b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/ 767), el-Fıkh el-Ebsât, 3.bs., İFAV, İstanbul, 2000, s. 62; Kılavuz, a.e., a.y. 221 el-Bakara, 2/ 2- 5. 222 el-Kehf, 18/ 29. 223 el-Hucurât, 49/ 14; el-Mücâdele, 58/ 22. 224 el-Bakara, 2/ 82. 225 el-Furkân, 25/ 68. 226 et-Tevbe, 9/ 112. 227 Sinanoğlu, “İman”, s. 212, 213. 228 el-Enfâl, 8/ 2- 4. 55 İslâm âlimleri arasında dînî hayatın bütünlüğü açısından imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunda ihtilâf yoktur. İman-amel ilişkisine dair ileri sürülen deliller farklı görünmekle birlikte bunların yine de birbirleriyle irtibatlı olduğunu söylemek mümkündür. Zira dinin temel hükümlerine iman edilmesi hayatın bu hükümlere göre düzenlenmesini gerektirir. İslâm dînî imanın hayata yansımasını ister. İmanın amele tesir ederek onu kemiyet ve keyfiyet yönünden daha iyi bir konuma getirdiği, amelinde imanı kuvvetlendirdiği, bu açıdan aralarında olumlu ve olumsuz etkileşimlerin bulunduğu bilinen bir gerçektir.229 Zaten iman kelimesinin kök manası huzur ve korku karşısında emniyettir. İman insanı korkusuz kılmaktır. Ayrıca bir şeye veya birisine inanıp güvenmek manasına da gelir.230 Bu durumda iman, insanın saygı ve sevgi dolu bir ilâhî korkusunun verdiği emniyetle huzura kavuşmasıdır. Buradaki korku Allah’a karşı duyulan saygı ve inançtır. Bunu kuvvetle hisseden huzur ve emniyet içindedir; vicdanen ve manen rahattır. Bu rahatlık ilâhî emrin vecibelerini bilmek ve onlara riayetkar olmaktan ileri gelir. Bu sebeple iman kalb ile tasdik ve dil ile ikrâr olunur; fakat onun beslenip gelişmesi amel-i saliha iledir.231 İmanı kalbin tasdiki, dilin ikrârı ve dinî görevleri yerini getirme şeklinde tanımlayan Hâricî, Mu’tezilî ve Şiî kelamcılarına göre küfür bu üç rukünden birinin terk edilmesiyle gerçekleşmektedir.232 Hayatın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kabde, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır.233 İman öncelikli olarak kalbin tasdiki, kabullenişi ve rızâ göstermesidir. Yakîn, gönülden teslimiyet, samimiyet, sevgi, korku gibi duygular kalbin tasdik işlevine eşlik ederler. İnsanın şuurlu ve bilinçli hareket etmesini sağlayan akıl da zihinsel faaliyetle kalbin tasdik ettiği şeyleri bilgisel olarak doğrular. Kalbin tasdik ettiği ve zihnin doğruladığı 229 Sinanoğlu, “İman”, s. 213. 230 Macdonald, D. BS., “İman”, İslâm Ansiklopedisi, 2.bs., İstanbul, 1968, 5/ 2, 984. 231 İnan, Yusuf Ziya, İslâm Dininde Ana Sorunlar ve Temel Kavramlar, Tin Yayınevi, İstanbul, 1989, s. 107. 232 Sinanoğlu, Mustafa, “Küfür”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), Ankara, 2002, XXVI, 535; Kasapoğlu, Abdurrahman, Kur’ân’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997, s. 165. 233 İslamoğlu, Mustafa, İman, 16.bs., Denge Yayınları, İstanbul, 2005, s. 257. 56 esaslar dış görüntüler olarak insanın davranışına yansır. İman, insan zihninin amaca odaklanmış bir eylemi olarak karşımıza çıkar ki bu eylem bir bütün olarak bizim tüm varlığımız ve şahsiyetimizi ihata eder. İman insanın yalnızca kafasında veya herhangi bir fonksiyonunda vuku bulan bir şey değil, bütün şahsiyeti etkileyen ve imanda aktif olmayı gerektiren bir eylemdir.234 Sonuç olarak diyebiliriz ki Kur’ân, iman kavramının içeriğini düşünce, duygusal yaşantı; “din” kavramını ise bu imanın zorunlu sonucu olan amel boyutlarıyla bir bütün olarak birlikte ve iç içe verir. Kur’ân’ın düşünce, duygu ve davranıştan oluşan, Allah’a ve insanlara karşı yönelen bu ahlakî yaşama biçimi “takvâ” olarak ifade edilir.235 Takvâ, kişinin her zaman Allah’ın huzurunda olduğunun farkında olması ve bu farkında olmanın ışığında kendi varoluşunu şekillendirmesidir.236 Takvâ anlayışı gayb ile şehâdet âlemi arasında kurulmuş ideal bir dengedir. Diğer deyimle teori ile pratiğin birleştirilmiş hâlidir.237 5- Tasavvuf’ta “Tasavvuf” bölümüne gelince, burada da klasik eserler ağırlıklı, mutasavvıflara göre “Takvâ ve Verâ Kavramları” incelenmiştir. Ayrıca mutasavvıfların takvâyı tanımlamalarında da görüleceği gibi kavramın, ilgili dalın özel literatürünün etkisinde sâfî dindarlık hâlini aldığı ve nefis tezkiyesi çerçevesinde seyr ü sülûk’un aşamalı olarak bütün süreç ve mertebelerini içine alabilecek bir anlam genişliğine ulaştığı bu mertebelerin her birinin tek tek ele alınıp incelenmesi sûretiyle gösterilmeye gayret edilmiştir. a- “Takvâ ve Verâ” kavramları Takvâ ve verâ kavramları tasavvufun temel kavramlarıdır. Çünkü tasavvufta var olan bütün hâller bu kavramları zımnında bulundurursa anlamlı olur. Aksi takdirde bu hâller, taklitten öteye geçemez, öze inemez ve zahire takılıp kalan boş uğraşlar olurlar. 234 Kasapoğlu, a.g.e., s. 60. 235 Güler, İlhami, İman Ahlak İlişkisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2003, s. 23. 236 Esed, a.g.e., s. 3. 237 Güler, a.e., s. 23. 57 aa- “Takvâ” kavramı Takvâ, Allah’a boyun eğerek O’nun azabından sakınmak, cezayı gerektirecek davranışlardan nefsi uzaklaştırmak suretiyle cezadan korunmaktır.238 Takvâ, kişinin, kendisini Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzak durmasıdır.239 Takvâ, masivâdan sakınmaktır. Takvâ, bütün iyilikleri ve faziletleri kendinde toplayan bir haslettir. Takvânın hakikatı, Allah’a itâat ederek azabından sakınmaktır. “Falan kalkanı ile korundu” dendiği zaman bu mana kasdedilir. Takvâ’nın aslı, önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en son olarak da fuzulî ve lüzumsuz olan (mübah ve helal) şeyleri de terk etmektir.240 Takvâ tasavvufun temelidir.241 Takvâ, kulun, dışta Hakk’ın emirlerine, içte ise iradesine bağlanmasıdır.242 Allah Teâlâ’nın “Allah’tan hakkıyla korunun”243 kelamının tefsirinde, takvâ; Allah’a itâat olunması, fakat isyan olunmaması, zikredilmesi, fakat unutulmaması, şükrolunması, fakat küfrân-ı nimette bulunulmaması demektir, denilmiştir.244 Takvâ, nefsin, şeri’atın isteklerine muhâlefet etme arzusu karşınsında semâhat (boyun eğmeme) göstermesidir.245 Kettânî, “Dünya belâ üzerine, âhiret takvâ üzerine (bulunanlara) taksim olunmuştur. (Dünya ehlinin kısmeti belâ, cennet ehlinin kısmeti takvâdır.)” demiştir. Cerîrî, “Bir kimse kendisi ile Allah’ı arasındaki münâsebet hususunda takvâyı hâkim kılmazsa, keşf ve müşâhede mertebesine ulaşamaz.” der. 238 el-Cürcânî, a.g.e., s. 129. 239 es-Sülemî, Ebû Abdirrahman Muhammed İbn el-Hüseyn (ö. 412/ 1021), et-Tabâkatü’s-Sûfiyye, Dâru Kitâbi’n-Nefîs, Sûriye, 1406/ 1986, s. 460. 240 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 200. 241 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 337. 242 el-Kâşânî, Kemalüddîn Abdürrezzâk b. Ebi’l-Ganâim Muhammed (ö. 736/ 1335), Istılâhâtü’s- Sûfiyye, çev. Ekrem Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 67. 243 Âl-i İmrân, 3/ 102. 244 Kuşeyrî, a.g.e., s. 200. 245 ed-Dıhlevî, Şah Veliyullâh, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I-II, çev. Mehmet Erdoğan, 2.bs., İz Yayıncılık, İstanbul, 2001, II, 214; ayrıca bkz. Yörükân, Yusuf Ziya, Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetlerle İslâm Esasları, 2.bs., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002, s. 227 vd. 58 Nasrabâzî , “Takvâ, kulun Azîm ve Celîl olan Allah müstesnâ her şeyden kendini kormasıdır.” demiştir. Sehl, “Takvâsının sıhhatli ve sağlam olmasını isteyen günahların tümünü terk etsin.” demiştir. Nasrabâzî der ki: “Takvâya sarılan dünyadan ayrılmanın özlemi ile yaşar. Çünkü Allah Teâlâ Hazretleri:246 “Takvâ üzere olanlar için şüphe yok ki, âhiret yurdu daha hayırlıdır, buna aklınız ermiyor mu?”247 buyurmuştur.” Ebû Abdillah Ruzbâri, “Takvâ, seni Allah’tan uzaklaştıran şeyden uzak kalmandır.” demiştir. Zunnûn, “Müttakî o kimsedir ki, dış yüzünü (zâhirini) şeriatın ahkâmına karşı çıkmak ve muarız olmakla, iç yüzünü(batınını) ise illetli (helal olması şüpheli) olan şeylerle kirletmez, dâima Allah ile uygunluk mevkiinde bulunur.(Allah’ın iradesi ile kulun iradesi çatışma hâlinde değil, uyum hâlinde bulunur).” demiştir. Ebû Hasan Farisî, “Takvânın bir zâhiri bir de bâtını vardır. Zâhiri, ilâhî sınırlara riâyet etmek, bâtını ise ihlas ve niyettir.” demiştir.248 Bir kimse tevhidin lafzı ile iktifâ eder de onun zıddı olan şeylerden yüz çevirmezse, zındık olur. Bir kimse verâ’ ve takvâya sahip olmadan şeri’at ve fıkıh ilmi ile iktifâ ederse, fâsık olur.249 Şer’i sınırları önemsemeyerek aşma, ya da onların zıdlarına meyletme dürtüsüne karşı koyma melekesine, “takvâ” denir.250 Talk b. Habib, “Takvâ, Allah’ın azabından korkulması sebebiyle Allah’tan gelen bir nur üzere bulunarak Allah’a itâat etme işidir.” demiştir. Ebû Hafs, “Takvâ, katıksız ve hâlis helal olan hususlarda olur, başka değil.” demiştir. 246 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 201. 247 el-En‘âm, 6/ 32. 248 el-Kuşeyrî, a.e., s. 201. 249 el-Hucvirî, Alî b. Osman b. Ebû Alî Cullâbî (ö. 470/ 1077), Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1996, s. 96; fetvâ ile ilgili geniş bilgi için bkz. ez-Zuhaylî, Muhammed, “Fetvâ ve Takvâ”, ter. Mustafa Ateş, Diyânet İlmi Dergi, c. XXIX, sy. 1, ss. 95- 104. 250 ed-Dıhlevî, a.g.e., II, 315. 59 Ebû’l-Hüseyn Zenzanî, “Sermâyesi takvâ olanın elde ettiği kârı anlatmaktan diller aciz kalır.” demiştir.251 Takvâ dînî hükümlerin disiplinli, düzenli, devamlı, samimi ve ciddi bir surette, dikkat ve özenle uygulanması, en küçük bir ayrıntının bile göz ardı edilmemesidir.252 İnsanın takvâ sahibi oluşuna üç şeyle istidlâl olunur: Nâil olmadığı nimet konusunda güzel bir tarzda tevekküle riâyet eder, nâil olduğu nimet konusunda güzel bir şekilde rızâ hâlini muhafaza eder, elden kaçırdığı şeyler hususunda da güzel bir biçimde sabır gösterir, denilmiştir.253 Allah’a yakın olanlar (mukarrabîn), öyle bir topluluktur ki; onlarda kendini beğenme, kibir, haset gibi kötü vasıflardan asla bir şey bulunmaz. Zira bunlar, o sıfatların hepsini kökünden kazımışlardır. Öyle ki, hiç biri hatırlarına bile gelmez. Onun için bunları bütün gam ve tasadan uzak gönül huzuru içinde, zevk ve sevinç dolu olarak görmek mümkündür. İşte bunlar asla biç kimseden incinmeyip, insanlar arasında dâima kalplerin sevgilisi olurlar. Zira bunlardan iyilikten başka şey meydana gelmez.254 Onlar, nefsin arzularına muhalefet eder, haramlardan sakınır ve takvâ’ya riâyet ederler.255 Ellerinde fırsat ve imkan bulunduğu hâlde, Allah Teâlâ’nın men’ettiği şeyleri, Allah korkusu ile256 yapmazlar. “Ruhsat yolu”nu değil, “azimet yolu”nu tutarlar; yani kesin olarak helal ve temiz olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden kaçınırlar.257 Onlar, iyilik, doğruluk ve takvâ ehlidir. İbâdet, zühd ve âhiret erbabıdır. Onlar şeriat hükümlerine boyun eğenlerdir. Mevlâ huzurunda övülmüş ve makbul olmuş olanlardır.258 251 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 201. 252 el-Ğazzâlî, İhyâ, III, 153, IV, 153. 253 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 254 İbrâhim Hakkı, Erzurûmî (ö. 1194/ 1780), Marifetnâme, tah. Ahmed Davudoğlu, Çelik Yayınları, İstanbul, ts., s. 802. 255 Sahib, Esad, Mektubat-ı Mevlânâ Hâlid, yay. haz. Dilâver Selvî- Kemal Yıldız, Ümran Yayınları, İstanbul, 1413/ 1993, s. 150. 256 Ozak, Elhac Muzaffer, İrşâd, I-III, Sâlah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1972, III, 583. 257 Mevlânâ, Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/ 1273), Mesnevî ve Şerhi, I-IV, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1974, IV, 270. 258 İbrâhîm Hakkı, a.g.e., s. 802. 60 Takvânın karakterin oluşumundaki önemi göz ardı edilemez. Salih bir karakterin temeli olduğu içindir ki, Kur’ân ona daha çok şumüllû bir anlam yükleyerek onu necâtın tek şartı259 olarak göstermiştir.260 Rüveym (r.a.) dedi ki: “Necâtâ eren, sıdk ve takvâya sarıldığı için kurtulmuştur. “Hakk Teâlâ’nın: “Allah takvâ sahiplerini necâta erdirir.”261 buyurması bunun delilidir.” Cerîrî dedi ki: “Necâta eren vefâya riâyet ettiği için kurtulmuştur. “O kimseler ki, Allah’ın ahdine vefâ ederler ve misakı bozmazlar.”262 buyurması bunun ifadesidir.”263 Takvâ ahde vefâdır.264 Allah’ı hakkıyla tanıyan ve emirlerini benimseyen ve kötülüklerden sakınanlar, dünya ve âhirette emniyettedirler.265 1) “Takvâ” ehlinin özellikleri Takvâ sahibinin özellikleri Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca üzerinde durulan bir konu olması nedeniyle müfessirlerin yanında mutasavvıflar da bu konunun üzerinde durmuşlar ve müttakî kimselerin özelliklerini kendi özel terminolojileri çerçevesinde sıralamışlardır: a) Adalet Kur’ân-ı Kerîm üstün insandan ilk olarak âdil olmasını ister. Adalet, doğruluk demektir.266 Her şeyi, kendi yerine koymak, yerli yerince yapmaktır.267 Adaletin karşıtı zulümdür. Kur’ân adaletin uygulanmaması için hiçbir mazeret, hiçbir yorum ve te’vîl ve hiçbir art niyet kabul etmez. Ona göre adaletin gayesi adaleti gerçekleştirmektir. 259 Mîr, Mustansır, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, çev. Murat Çiftkaya, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 1996, ss. 190- 191. 260 el-Bakara, 2/ 212; Âl-i İmrân 3/ 15, 198; en-Nisâ, 4/ 77; el-En‘âm, 6/ 32; Yûsuf, 12/ 109; er-Ra‘d, 13/ 35; ez-Zümer, 39/ 20, 73. 261 ez-Zümer, 39/ 61. 262 er-Ra‘d, 13/ 20. 263 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 203. 264 el-Kâşânî, a.g.e., s. 146. 265 Yörükân, Müslümanlık, A.Ü.İ.F. Yayınları, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Matbaası, Ankara, 1957, s. 162. 266 Atay, Hüseyin, “İslâm’da Olgun İnsan”, A.Ü.İ.F.Dergisi, c. XV, Ankara, 1967, s. 164. 267 el-Hucvirî, a.g.e., s. 537. 61 Kur’ân-ı Kerîm, fakirin çok korunmasına, insanları ona yardım etmeye çağırmasına, asla onur ve şerefinin incitilmemesine önem verdiği hâlde onun hatırı veya menfa’ati için bile adaletin ayaklar altına alınmasına izin vermez hatta bu durumu sertçe yerer; ve zengin zengindir diye hakkının başkalarına verilmesine de asla razı olmaz.268 Bu bağlamda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “… ister zengin olsun ister fakir olsun mutlaka adaleti gözetin.”269 Kur’ân’ın insandan istediği adalet sadece mahkemedeki adalet değildir. Onun istediği adalet insanın iç ve dış dünyasına ait olan iradeli bütün eğilim ve davranışlarındadır. Bundan ötürü Kur’ân-ı Kerîm, adaletin, insandan istediği diğer önemli bir nitelik olan takvâ ile eş anlamda olduğunu açıklamıştır.270 “Âdil olun, Allah’a karşı gelmekten sakınmağa (takvâ) en çok yaraşan budur.”271 İnsân-ı kâmilin en önemli özelliklerinden biri de sözünde durması ve adaletten ayrılmamasıdır.272 b) İyi Niyetlilik Kur’ân-ı Kerîm buna ihlas demektedir. Takvâ ki kök olarak korunmak, sakınmaktır. Kur’ân’da Allah’ın buyruk ve yasaklarına karşı durmaktan çekinmek anlamındadır, ki şuurlu olmayı gerektirir. İyi niyetle yanlışlık yapılmış olsa da ya cezası azdır veya hiç yoktur. Samimiyet, canı gönülden yapma da bu anlamdadır. Bu, yeni deyimle vicdan demektir. Kur’ân-ı Kerîm bu samimiyet ve canı gönüldenliği kendine ibadet için şart koşmak üzere273 “Her secde edişinizde yüzünüzü ona doğrultun ve dinde samimi olarak ona yalvarın.”274 derken bu samimiyetin nasıl olması gerektiğini de bir misâlle anlatmıştır:275 “İnsanlar gemiye bindikleri zaman samimiyetle Allah’a yalvarırlar.”276 “Hele deniz kabarır ve dalgalar insanları kuşattığı zaman samimiyetle Allah’a bağlanarak yalvarırlar.”277 Kur’ân’ın ifadesiyle “Güzel bir örnek”278 olan 268 Atay, a.g.mk., a.y. 269 en-Nisâ, 4/ 135. 270 Atay, a.g.mk., a.y. 271 el-Mâide, 5/ 8. 272 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 6.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 2003, s. 118. 273 Atay, a.g.mk., s. 165. 274 el-A‘râf, 7/ 29. 275 Atay, a.g.mk., a.y. 276 el-‘Ankebût, 29/ 65. 277 Lokman, 31/ 32. 62 Peygamberimizin takvâ anlayışında da şekil değil öz, niyet, ihlas ve samimiyet esas olup, ihsan düzeyinde bir yaşayış değişmez ölçüdür. O sahip olduğu takvâ anlayışı ile imanda hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış, ibadet ve tâatlarında ihlası en üst düzeyde gözetmiş, tüm davranışlarında ise279 “Emrolunduğu gibi istikâmet üzere ol!”280 emrine riâyet etmiştir. c) Başkasını istismar etmemek Bu, Kur’ân’da açık bir prensip ve nitelik olarak ele alınmamıştır. Ama iyi insanı anlatmakta kullandığı ifade ve öğretmek istediği ahlâktan kolayca anlaşılabilir. Bir toplumda iki uçta bulunan insanlar birbirini istismar ederler. İki uçta bulunan insanlardan biri zengin diğeri fakirlerdir. Kur’ân-ı Kerîm fakirliği alet ederek arsız, yüzsüz bir şekilde insanların özellikle zenginlerin acıma içgüdüsünü istismar edip geçinmelerini yermiştir.281 Buna karşın Kur’ân-ı Kerîm örnek davranışı şöyle vurgulamıştır: “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile yoksulları kendilerinden önde tutarlar, işte nefsinin tamahkarlığından korunabilenler başarıya ve saadete ereceklerdir.”282 İhtiyaç yönünden ihtiyacın alet yapılması böylece yasaklanırken, zenginlerin de her hangi bir fakire yapma zorunda oldukları yardımı da istismar etmeleri283 nehyedilmiştir.284 Kur’ân-ı Kerîm, insanın şahsiyetine çok önem verir, onun yalnız Allah’a boyun eğmesini, O’na karşı eğilmesini ve sadece O’na tapınmasını doğru bulur ve bunu emreder. İyi insan her an Allah’ın kendi varlığının kaynağı olduğunu hatırlar. 278 el-Ahzâb, 33/ 21. 279 Yetik, Erhan, “Hz. Muhammed’in Zühd ve Takvâsı”, O.M.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 7, Samsun, 1993, s. 133, 134. 280 Hûd, 11/ 112. 281 Atay, a.g.mk., s. 166. 282 el-Haşr, 59/ 9. 283 Atay, a.g.mk., a.y. 284 el-Bakara, 2/ 261. 63 Kur’ân-ı Kerîm bu gerçek ve tek varlığa bütün insanları, eşit olarak bağlanmaya ve tapınmaya çağırırken, diğer bütün varlıkların birbirine eşit olduğunu ve hiçbirinin diğerine karşı küçülüp alçalmamasını ve ibadet derecesinde boyun eğip teslim olmamasını şart koşarak, insanoğlunun şahsiyetini korumak ister.285 Kişi Allah’a yönelmeli Allah’ı sevmelidir. Çünkü o her şeyden daha tatlı, daha hoştur. Bu durumda onda Allah sevgisi ile beraber hiçbir mahlukun zorlayıcı sevgisi olamaz.286 d) Doğruluk Kur’ân-ı Kerîm’de doğruluk sözü olarak Arapça sıdk sözü kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in bu sözü geniş anlamda, diğer deyimle çeşitli anlamda kullandığı görülür. Yaygın anlamı, kişinin söylediği sözün doğru olması yani doğru söylemek, doğru konuşmaktır. Bunun karşıtı yalandır.287 Bu manada Kur’ân-ı Kerîm’de de birkaç yerde kullanılmıştır.288 Doğruluk(sıdk)ın diğer anlamı, verdiği sözde durmak, sözünün eri olmaktır.289 Bu bağlamda Allah Teâlâ “Allah size verdiği sözde durdu.”290 ve “Allah’a verdiği ahdi yerine getirenler vardır.”291 buyurmuştur. Doğruluk (sıdk) sözünün doğru olabilmesi için algıya uygun olması şarttır. Buna göre sözler işlerin, fiillerin yazı ile ifadesi olduğundan sözün doğruluğu ile fiilin doğruluğu birleşmelidir. Diğer deyimle doğru kimse doğru iş yapan ve konuştuğunda da doğru konuşan kimsedir. O aynı zamanda işinde gücünde doğru davranmalı, doğrulukla iş görmeli yani hem özü hem sözü doğru olmalıdır.292 İslâm da uyumlu şahsiyet vücut ve ruhun dengede olduğu şahsiyettir. Uyumlu şahsiyet, vücudunun sağlık ve gücünü göz önüne alan, dinin çizdiği sınırlar dahilinde ihtiyaçlarını doyuran, aynı zamanda Allah’a imana tutunan, ibadetlerini ifâ eden, Allah’ın hoşnut olduğu 285 Atay, a.g.mk., s. 167. 286 İbn Teymiyye, Ebû’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn Abdisselâm el- Harrânî (ö. 728/ 1328), Takvâ Risâlesi, çev. Muzaffer Yıldız, 3.bs., Pınar Yayınları, İstanbul, 2002, s. 140. 287 Atay, a.g.mk., a.y. 288 en-Neml, 27/ 27; Yûsuf, 12/ 26, 27. 289 Atay, a.g.mk., s. 168. 290 Âl-i İmrân, 3/ 152. 291 el-Ahzâb, 33/ 23. 292 Atay, a.g.mk., s. 169. 64 şeyleri yapan, gazabına neden olanlardan kaçının293, hayatını “… Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”294 buyruğu çerçevesinde yönlendiren şahsiyettir. e) İffetli olma İffetli kimse insanlığa ve mertliğe uygun ve meşru yolda iş yapan kimsedir.295 İffet sözü iki yönlü bir anlam taşımaktadır. Dışa doğru pasif, içerde aktif durumdadır. Kötü şeyleri yapmamak ve insanın yerilmesine sebep olan işleri yapmaktan kaçınmak, pasif bir durumdur. Fakat oluşları yapmağa zorlayan içgüdüler ve onları dürtükleyen dış neden ve görünüşlere karşı içgüdüleri ve arzuları sıkı kontrol altında tutup onların faaliyetlerine engel olmak aktif bir iştir. İffet, içten ve dıştan gelen tahrik edici kuvvetlere karşı direnme, karşı koyma ve mukavemet göstermedir.296 İslâm’da, insan-ı kâmil, olgun, erdenli insan, müttakî ve uyumlu şahsiyetin işinde ve düşüncesinde âdil, iyi niyetli, sömürmeyen, sömürülmeyen, sadık ve iffetli olması, sahip olduğu ya da olacağı söz konusu sıfatların en önemli gereklerindendir. İnsan-ı kâmil, âlem-i ekber’in (Allah’ın) bütün kemallerini kendinde bulundurduğu için âlemi asgar(küçük alem)dir. Halifeliği de bundan dolayı hak etmiştir. Âlem bir ayna gibidir, insan-ı kâmil bu aynanın cilasıdır.297 İbn Arabi’ye göre, âlem önce ruhsuz bir karaltı şeklindeydi. Cilasız bir aynaydı. Bu aynayı cilalamak gerekti ve Âdem yaratıldı. O bu aynanın cilası ve ruhu oldu.298 Allah Âdem’i kendi suretinden yarattı.299 Bu durum Hz. Âdem’den sonra da devam etmiş, velî ve nebiler bu özelliği yaşatmışlardır.300 İnsan-ı kâmil Hakk ile halk arasında bir köprü vazifesi görür. Gerçek insan-ı kamil olan Hz. Peygamber ile onun vârisi olan insan-ı kamillerin bir özelliği de Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olması bakımından ahlâkî kemale sahip bulunmasıdır. İnsan-ı kâmil şeriat, tarikât, hakikât ve mârifet itibariyle tam ve ergin olan kişidir. Kâmil insanın sözleri doğru, işleri iyi, ahlâkı güzeldir, mârifet sahibidir, yani eşyayı ve 293 Necati, a.g.e., s. 204. 294 eş-Şûrâ, 42/ 15. 295 el-Cürcânî, a.g.e., s. 228. 296 Atay, a.g.mk., s. 171. 297 Kara, a.g.e., s. 111. 298 İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-‘Arabî et-Tâî el-Hâtimî (ö. 638/ 1240), Fusûsu’l-Hikem (Afîfi’nin Talikatıyla), Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Beyrût, 1400/ 1980, ss. 49, 50. 299 el-Buhârî, a.g.e., “el-İsti’zân”, 1. 300 Kara, a.e., a.y. 65 ondaki hikmetleri gereği gibi bilir. Esasen sülûkün amacı da söz konusu dört unsuru kemâle erdirmekten ibarettir.301 Kur’ân, takvâyı kalbe nisbet ettiği gibi302 Hz. Peygamber de takvânın kalbde bulunduğuna işaret eder.303 Bu ise nefsi koruma ve nefisle mücadele melekelerinin kalbde bulunduğunun açık bir delilidir. Âyetlerde kalbe nisbet edilen304 akletmek,305 anlamak,306 tefekkür ve tedebbür etmek,307 vahiy ve ilhâma mahal olmak308 gibi hususiyetlerin genel toplamı, fıtrî takvânın temelini oluşturmaktadır. Bu anlamda bütün insanlarda takvâ tohumları -başlangıç itibariyle- mevcut demektir.309 Söz konusu melekeler çakıştırılırsa korunma kabiliyeti gelişecek aksi halde körelecektir.310 Nitekim, Kur’ân, kalbin, paslı,311 kilitli312 ve hatta mühürlü313 olmasından bahsederken aynı zamanda bunlara paralel olarak314 kalbin körleşeceğinden,315 anlayış ve idrakinin kaybolacağından da söz eder.316 Bu ise nefsin korunmasının ancak kalbin fonksiyonlarının gereği gibi çalışmasıyla mümkün olabileceğini gösterir. Muhtelif âyetlerde namaz, oruç ve benzeri ibadetlerin takvâya ulaştıracağından317 sözedilmesi,318 başta Allah zikri olmak üzere tüm emir ve tavsiyelerin insan gönlünü diri tutmaya yönelik olduğu sonucuna götürür. Hz. Peygamberin günahların kalbi karartacağına dair319 uyarısı320 ise Allah’ı unutmanın tabii bir sonucu olarak emredileni yapmamak ya da yasaklanan durum ve davranışlar 301 Aydın, Mehmet S., “İnsan-ı Kamil”, T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXII, 331. 302 el-Hacc, 22/ 32; el-Hucurât, 49/ 3. 303 Müslim, a.g.e., “Birr”, 32; et-Tirmizî, a.g.e., “Birr”, 18. 304 Ergül, Adem, Kalbî Hayat, Altınoluk Yayınları, İstanbul, 2000, s. 270. 305 el-Hacc, 22/ 46. 306 el-A‘râf, 7/ 179. 307 Muhammed, 47/ 24. 308 el-Bakara, 2/ 97; eş-Şu‘arâ, 26/ 194. 309 eş-Şems, 91/ 8. 310 Ergül, a.g.e., s. 270. 311 el-Mutaffifîn, 83/ 14. 312 Muhammed, 47/ 24. 313 el-Bakara, 2/ 7; el-A‘râf, 7/ 100. 314 Ergül, a.e., a.y. 315 bkz. el-Hacc, 22/ 46. 316 et-Tevbe, 9/ 87. 317 Ergül, a.e., s. 271. 318 bkz. el-Bakara, 2/ 21, 183. 319 Ergül, a.e., a.y. 320 et-Tirmizî, a.g.e., “et-Tefsîr”, 83; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 29. 66 içinde bulunmak gibi menfî davranışların takvâ duyularını iş göremez hâle getireceğinin bir beyanıdır.321 Hz. Peygamber’in (s.a.v) takvâ anlayışının bir yönünü de O’nun İlâhî hudûda riâyet konusundaki dikkat ve titizliği teşkil eder. İlâhî emirleri yerine getirme, yasaklardan kaçınma konusunda, kişiyi Allah’tan uzaklaştırabilecek her şeyden uzak322 durmak takvânın değişmez ölçüsüdür. Sadece büyük günahları terk etmekle tamamlanmış ve kemale ermiş olmaz; küçük günahları ve Allah’tan gafil olmayı da terk etmek gerekir. Büyük, küçük, gizli, açık, bütün günahları terk edip kalbini her türlü kötü arzu, his ve düşünceden arındırmadıktan sonra insan gerçek takvâya erişemez.323 2) “Takvâ” çeşitleri Takvânın çeşitleri çok farklı şekillerde ele alınmış olunmasına karşın burada mutasavvıflardan el-Kaşânî’nin oluşturduğu kategori bir fikir vermesi amacıyla örnek olarak sunulmuştur. a) Takvâ’l-Avâm (تقوى العوام) Avâmın takvâsı. Kulun, emir ve yasaklarında Rabb’ine itâat etmesi. b) Takvâ’l-Hava’s (تقوى الخواص) Seçkinlerin takvâsı. Kulun, takdir ve kazasında Rabb’inden hoşnut olması. c) Takvâ’l-Hâssati’l-Hâssa (تقوى خاصة الخاصة) Seçkinlerin seçkinlerinin takvâsı. Kulun, kendisine ve Hakka ait şeyleri bilip, her nimeti Hakk’a izafe etmesi. Nimetin dışında bir şeyle karşılaştığında da kendisini kınaması. 321 Ergül, a.e.,a.y. 322 Yetik, a.g.mk., s. 133. 323 Er, M. Emin, Allah Katında Din, İman, İhsan, Takvâ, Tezkiye, Zaman Yayınları, İstanbul, 2000, s. 179. 67 d) et-Takvâ mine’t-Takvâ (التقوى من التقوة) Takvâdan takvâ. Kulun, Hakk’ın eşyayı ayakta tutan olduğunu görüp, takvâyı kendine izâfe etmekten sakınması. e) Takvâ’l-Müntehîn (تقوى المنتهين) Sülûkunu tamamlayanların takvâsı. Kalplerini Hakk’ın dışında her şeyden temizlemek. Bu kalp, beyt-i muharrem, yani yasaklanmış evdir. f) Takvâ’l-Muhakkıkîn (تقوى المحققين) Muhakkiklerin takvâsı. Hakk’tan Hakk vasıtasıyla sakınmak. Bunun anlamı kulun el-Muntakim ve ed-Dâr isimlerinin sonuçlarından en-Nâfi ve el-Gaffar isimlerine sığınmakla sakınmasıdır. g) Takvâ’l-Hakîka (تقوى الحقيقة) Hakikat takvâsı. Yaratılmışlık vb. gibi Hakk’ın kadimliğine yaraşmayan şeyleri Hakk’a veya Hakk’a yaraşır ve O’na özgü şeyleri yaratıklara izafe etmek hususunda Allah’tan korkmak.324 Temelde ittikâ iki kısımdır. Birinci kısmı salihlerin, âbidlerin ve zâhidlerin ittikâsıdır. Onlar, kıyâmet gününü düşünürler, orada olacak muhakeme ve muhasebeyi akıllarına getirir, huzuru ilâhide bütün yaptıklarından sorulacaklarını, bütün fiil ve hareketlerinin hesabını vereceklerini hatırlarına getirir, Râsûller önünde, veliler yanında bütün suçlarının ve kabahatlerinin meydana çıkacağını, bütün günahlarının ve ayıplarının açıklanacağını ve mahşer halkı içerisinde mahcup ve perişan olacaklarını tefekkür ve tezekkür ederek, dâima bunun endişesi altında yaşarlar. Zira, bu zevat bütün yaptıklarının kıyâmet günü havaya gitmesinden ve herkesin kendilerine gülmesinden çekinirler. 324 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 202; el-Kâşânî, a.g.e., ss. 146- 147. 68 İttikânın ikinci kısmı ise, arifler takvâsıdır. Bu değerli insanların bütün endişesi de, kendilerine can damarlarından yakın olan Allah Teâlâ’ya karşı mahcup olmamak ve: “Ey kulum… Ben, seninle idim… Sen kiminle idin?” Hitabında muhatap bulunmamaktır, onlar yalnız bundan korkarlar. Bu zevat için ne cehennem endişesi ve nâr korkusu, ne de cennet ümidi, Hûri ve Gılman hayali bahis konusu değildir. Onlar, ancak Allah rızâsını ve Cemâl-i İlâhî’yi kaybetmekten, ondan mahrum olmaktan korkarlar. İttikânın temelindeki endişe ancak budur.325 ab- “Verâ” kavramı Rasulullah (s.a.v), “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi müslümanlığının güzelliğindendir.”326 buyurmuştur. Kuşeyrî (r.a.), der ki: Verâ şüpheli şeyleri terk etmektir. İbrâhîm b. Ethem de şöyle demiştir: “Verâ şüpheli olan şeyleri terk etmektir. fuzulî şeyleri terk etmek demek olan mâlâyanîden uzak kalmaktır.”327 Verâ, Allah’tan başka her şeyden kaçınmaktır.328 Dînî verâ, âhiret yurduna zararlı olan şeylerin terk edilmesi, işlenmesi daha üstün olanın terkini gerektirmeyen şüpheli şeylerin bırakılmasıdır.329 Kişinin, her nev’i şüphelilerden, isyanlar ve inkarlardan son derece korkup kaçması lazımdır. Verâ sahibinin kalbi safâ ile doludur. Kalp gözü parlak ışıklıdır.330 Verâ insanın mânevî veya bedenî yapısını ayakta tutan şeylerde şeriata göre bir sapmanın veya zarar ve kuşkunun bulunduğu her şeyden sakınmaktır. Verâ, takvânın görünümü olan kanaati içerir.331 325 Ozak, III, 116- 177; ayrıca bkz. Yılmaz, Hızır Hilmi, Kur’ân Kaynaklı Tasavvûfî Kavramlar, Ersöz Matbaacılık, İstanbul, 1997, ss. 98- 100; Güleç, Hasan, “Takvâ”, Diyânet Dergisi, c. XIII/ 3, 1974, ss. 149- 150. 326 Tirmizi, a.g.e., “ez-Zühd”, 11; İbn Mâce, a.g.e., “el-Fiten”, 12; İbn Hanbel, a.g.e., I, 201. 327 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 203. 328 es-Sülemî, Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemî’nin Risâleleri, çev. Süleyman Ateş, A.Ü. Basımevi, Ankara, 1981, s. 125; ayrıca bkz; el-Muhâsibî, Ebû Abdillâh Hâris b. Esed (ö. 243/ 857), el-Mekâsib, tah. Abdülkâdir Ahmed ‘Âtâ, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiye, Beyrût, 1407/ 1987, ss. 68- 79. 329 İbn Teymiyye, a.g.e., s. 34. 330 Kotku, Mehmet Zahid, Tasavvûfî Ahlâk Birinci Kitap, 3.bs., Seha Neşriyat, Ankara, 1981, s. 201. 331 el-Kâşânî, a.g.e., s. 583. 69 Esası haramlardan kaçınmak olan bu cüz’ün tam manasıyla yapılabilmesi; fuzulî mübâhlardan kaçınmak ve onlardan ancak alınması zarurî miktarıyla yetinmekle olur.332 Zerre kadar da olsa kimsenin hakkını üzerine geçirmemekle 333 olur. Kelime manası olarak günahtan ısrarla kaçınmak ve korkmak gibi anlamlara gelen verâ’334 hakkında Yahyâ b. Mu’âz şöyle demiştir: “Verâ’ın inceliğine bakmayan ihsanın büyüklüğüne nail olamaz.”335 Rasulullâh (s.a.v.) Ebû Hureyre’ye, “Verâ sahibi ol ki, insanların en çok ibadet olanı olasın.”336 buyurmuştur. Verâ, takvânın ileri bir merhalesidir. Korku, sakınmak, korunmak, imsâk, perhizkârlık, dînî hükümlere riâyette titizlik manasına gelir.337 Verâ, takvâ ve Allah korkusu ile mevsuf olan kulların yükseldiği değerli bir makamdır. Verâ yani titizlik makamına layık olan kul, karşısına çıkan dünyevî şeyleri dikkatle inceler. Eğer karşısına çıkan şeyden zerre miktarı olsun şüphe duyarsa, harama düşmekten sakınmak için onu terkeder. Çünkü ateşin çevresinde dönüp dolaşan kişi, her an ona düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.338 Serrâc-ı Tûsî, verâ’ ehlini şöyle vasfetmiştir: “Onlardan kimisi vardır ki, kendisine şüpheli gelen hususlarda şüpheden kaçınır. Bunlar açık helal ile açık haram arasındaki şeylerdir. Hakkında mutlak helal ve mutlak haram hükmü bulunmayan şeyler, şüpheliler arasında yer alır ve verâ’ sahipleri bunlardan sakınırlar.”339 Yahyâ b. Mu’âz şöyle der: “Verâ’ın iki şekli vardır: Zâhiri verâ, Allah Teâlâ’nın rızâsından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir. Bâtını verâ, kalbine Allah Teâlâ’dan başka bir şeyin girmemesidir.340 332 İmâm-ı Rabbânî, Ebû’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidin el-Fârûkî es-Sirhindî (ö. 1034/ 1624), el-Mektubât, I-II, çev. Abdülkâdir Akçiçek, Cümle Yayınları, İstanbul, 1988, I, 218. 333 el-Ğazzâlî, İhyâ, I, 25, II, 95, III, 53. 334 Kara, a.g.e., s. 84. 335 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 204. 336 İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 24. 337 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 338 Sahmerânî, Es‘ad, Tasavvuf: Menşei ve Istılahları, çev. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, ss. 102- 103. 339 es-Serrâc, Ebû Nasr Abdullâh b. Alî et-Tûsî (ö. 378), Tezkiretü’l-Lum‘a fî Tarîhi’t-Tasavvufi’l- İslâmî, tah. Kâmil Mustafâ el-Henedâvî, Dâru Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût, 1421/ 2001, s. 44. 340 el-Kuşeyrî, a.e., a.y.; Kara, a.g.e., s. 84. 70 1) “Verâ” ehlinin özellikleri Verâ ehlinin belirtileri, kişinin aşağıdaki on emre riâyet etmesidir. a) Dilini gıybetten sakınmak.341 Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “…ve arkanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın…”342 b) Başkalarına karşı kötü zan beslemek.343 Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “…Çok zandan sakının, zira zannın bir kısmı günahtır…”344 c) İnsanlarla alay etmekten sakınmak.345 Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur: “…Bir topluluk diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır…”346 d) Gözü haramdan alıkoymak.347 Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Mü’minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar.”348 e) Dilin doğru konuşması.349 Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur: 341 es-Semerkandî, Ebû’l-Leys İmâmülhüdâ Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm, (373/ 983), Tenbîhü’l-Gâfilîn Büstânü’l-Ârifîn, I-II, çev. Abdülkâdir Akçiçek, Bedir Yayınevi, Ankara, 1997, II, 549; İmâm-ı Rabbânî, II, 1150. 342 el-Hucurât, 49/ 12. 343 es-Semerkandî, II, 549; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 344 el-Hucurât, 49/ 12. 345 es-Semerkandî,a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 346 el-Hucurât, 49/ 12. 347 es-Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 348 en-Nûr, 24/ 30. 349 es-Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 71 “…Konuştuğunuz zaman doğruyu söyleyin…”350 f) Nefsine Allah’ın nimetlerini itiraf ettirmek. Ta ki, nefsinden yana olup ucbe kapılmasın.351 Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “…Aksine Allah Teâlâ, size iman nasip etmekle ihsanda bulundu. Eğer doğru iseniz, durum budur.”352 h) Malını hak yolda harcamak, boş ve kötü yolda sarf etmemek.353 Nitekim Allah Teâlâ mü’minlerin bu vasfını şöyle anlatır: “Onlar öyle kullardır ki, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler…”354 Yani mallarını kötü yolda harcamadıkları gibi, iyilik yoluna harcamaktan da geri durmazlar. Bu âyetin devamında ise şöyle buyurulmuştur:355 “…Bu ikisi arasında orta bir yol izlerler.”356 Yani, bu hususta adaleti elden bırakmazlar. ı) İnsan nefsi için üstünlük ve kibir duygusuna kapılmamalıdır.357 Bu konudan bahseden âyet ise şöyledir: “Biz, şu âhiret evini o kimseler için yaptık ki, onlar yeryüzünde üstünlük taslamazlar, fesad çıkarmazlar…”358 350 el-En‘âm, 6/ 152. 351 es-Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 352 el-Hucurât, 49/ 17. 353 es-Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 354 el-Furkân, 25/ 67. 355 es-Semerkandî, II, 550. 356 el-Furkân, 25/ 67. 357 es-Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 358 el-Kasas, 28/ 83. 72 i) Beş vakit namazı kılmayı bırakmamak. Ama vakitlerinde, rükû ve secdelerine riâyet ederek.359 Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Namazlara, bilhassa orta namaza devam ediniz. Allah’a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.”360 j) Sünnet ve cemaat yolunda istikamet sahibi olmak.361 Zira bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “…İşte benim doru yolum budur, ona tabi olunuz. Başka yollara girmeyiniz ki, Allah yolundan sizi ayırmasınlar. Allah Teâlâ, kötülükten sakınasınız diye size bunları emretti.”362 2) “Verâ” çeşitleri Tasavvufta takvâ kadar öneme sahip olan verâ kavramı aynen takvâ gibi mertebelere ayrılmış ve kişilerin manevî derecelerine göre sahip olabilecekleri verâ durumları sıralanmıştır. a) Âdil kişilerin verâ’ı Bu verâ’ fıkıh bilginlerinin fetvalarında haram saydıkları her şeyden uzak durmaktır. Âdil kişilerin kaçındığı şeylerden kaçınmayıp onların kaçındığı işleri işleyen fâsık sıfatını kazanır, bu fiilleriyle de âdillik sıfatını yitirir, isyankar ismini alır ve ateşe müstehak olur.363 b) Salih kişilerin verâ’ı Sakınılması gerekmeyen ama sakınılması müstehap, hoş olarak değerlendirilen her şüpheli madde ve olgudan sakınanların verâ’ıdır. Bazı şüpheli durumlar vardır ki 359 es- Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 360 el-Bakara, 2/ 238. 361 es- Semerkandî, a.e., a.y.; İmâm-ı Rabbânî, a.e., a.y. 362 el-En‘âm, 6/ 153. 363 el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 224. 73 kendilerinden uzak durulması vacip olup haram sınıfında değerlendirilirler. Ama bazı şüpheli şeyler de vardır ki bunlardan kaçınılması mekruh sayılır. Bu tip sakınmalar vesvesecilerin verâ’ıdır. Meselâ sahibinden kaçmış bir hayvanı avlayabilirim endişesiyle avcılıktan sakınan kişinin bu düşüncesi bir vesvesedir. c) Takvâ sahiplerinin verâ’ı Verâ’ yollarından biri de halkın aldırış etmediği, önemsemediği bazı hususlardan kaçınmaktır. Aslında halkın müsamaha ile karışladığı bu tip meseleler fetvâ açısından helaldir. Ancak açılan müsamaha kapısının başka taraflara götürülmesinden, nefsin serbest hareket etmeye alışıp takvâ yolunu bırakmasından korkulur.364 Mübah nesne ve davranışların çoğu yasaklara sürükler. Bilerek tehlikelerinden kaçınılmayan ve ihtiyat önlemleri alınmayan, istifadede ihtiyaç ânı ve ihtiyaç oranı gözetilmeyen bütün mübahlar da böyledir. Mübahların neticeleri tehlikeden pek az kurtulabilir. Arzular doğrultusunda yapılan her şeyin âkıbeti de tehlikelerden kolay kolay yakasını kurtaramaz.365 d) Sıddık kişilerin verâ’ı Bu zatlara göre helal: “Elde edilmesi sırasında herhangi bir günah geçmemiş ve herhangi bir günaha yardımcı olmamış, şimdi ve gelecekte kendisiyle nefsânî bir isteğin yerine getirilmesi amaçlanmayan, sadece Allah rızası için alınan, ona ibadet yapmak için güç kazanmak ve onun rızası uğrunda hayatı sürdürmek için sağlanan mallardır.” Bunlar Allah Teâlâ’nın: “…Allah da, sonra onları daldıkları sapıklıkta bırak oynasınlar”366 mealindeki ifadelerine sarılarak Allah için olmayan her şeyi haram görürler. Bu, nefislerinin hazlarından sıyrılmış, amaçları yalnız ve yalnız Allah olan 364 el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 225. 365 el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 228. 366 el-En‘âm, 6/ 91. 74 Muvahhidlerin rütbesidir. Hiç kuşkusuz mâsiyetle kendisine ulaşılan veya bir mâsiyetle kendisine destek verilen şeylerden kaçınan bunun sebeplerinden de kaçınır.367 Bu konuda tahkike dayanan gerçek şudur: Verâ’ın; - Bir başlangıç noktası, - Bir de zirve noktası vardır. Verâ’ın başlangıç noktası fetvânın haram kıldığı şeylerden kaçınmaktır. Bu, âdil kişilerin verâ’dır. Verâ’ın zirvesi ise sıddık kişilerin verâ’ıdır. Bu da Allah için olmayıp nefsi istekler doğrultusunda veya çirkin sayılan yollardan elde edilen veya çirkin işlere vesile olacak her şeyden kaçınmaktır. Bu iki nokta arasında ihtiyâtî bir takım dereceler yer alır. Sözün özü kul nefsine şiddet gösterdikçe, nefsi üzerinde baskısını artırdıkça368 kıyâmet gününde sırtındaki yük hafifler, sırat köprüsünü çok hızlı geçer, günahlarının bulunduğu kefe iyiliklerin bulunduğu kefeden ağır çekmez. Pislikte haramın çeşitli dereceleri olup zalimler hakkında ateşin değişik katmanları bulunduğu gibi verâ’ konusundaki farklı mertebelere göre âhiretteki makamlar da farklılık gösterir.369 b- “Takvâ ve Verâ” ehlinin karakteristik özellikleri Takvâ ve verâ ehli bu kavramların gerektirdiği özelliklere gerçekten sahip olduklarında bu nitelikler onların karakteristik özelliği haline gelir ve her durum ve hâlde aynı davranışlar kendilerinden sâdır eder. ba- Tevbe Tıpkı bir ölünün “Dön Rabb’ine, sen O’dan razı O senden razı olarak”370 emrine boyun eğerek kendi isteği olmadan O’na döndüğü gibi, tevbe de kulun irâdî olarak kendi isteği ile Allah’a yönelmesidir.371 367 el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 229. 368 Nefis terbiyesi ve tezkiyesi konusunda geniş bilgi için bkz. el-Ğazzali, İhyâ, III, 105 vd. 369 el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 230- 231. 370 el-Fecr, 89/ 27, 28. 75 Tevbe, Cenâb-ı Allah’a rücû etmeye denir. Müridlerin ilk adımı ve Sülûk ehlinin yolunun başlangıcı tevbedir. Hiçbir insanın tevbeden müstağni olması mümkün değildir. Zira yaratılışın başlangıcından sonuna kadar günahtan temiz ve arınık olmak meleklere mahsustur. Bütün ömür boyu muhalefet ve günaha gömülmek de şeytana münhasırdır. Tevbe hükmü ile günah yolundan taat yoluna dönmek de Âdem (a.s) ile onun çocuklarının hâlidir. Geçmiş taksiratından tevbe ile kendini temizleyen kimse Âdem(a.s.)’e olan nisbetini doğrulamış olur.372 Allah Teâlâ umuma yaptığı hitâbın ilk beyanında şöyle buyurmuştur: “Ey mü’minler; hep beraber tevbe edin, umulur ki felâha erersiniz.”373 Âyetin manası şudur: “Ey iman edenler! nefislerinizin hevâsından ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kurtularak Allah Teâlâ’ya dönün. Böyle yaparsanız, âhirette umduğunuzu elde edebilir, O’nun zeval ve tükenmek bilmeyen nimetlerinde ve cennetlerinde edebî hayatı sürebilirsiniz. Cenneti kazanmak ve ona girmekle bahtiyar olur, cehennem ateşinden kurtulabilirsiniz. Hakiki felâh ve kurtuluş da budur.”374 Tevbe, sözlükte, kalpteki kötülükte ısrar düğümünü çözüp Hakk’a dönem ve Rabb’in hukukunu gözetme375 anlamına gelmektedir. Hz. Enes, Rasûlullâh(s.a.v)’den şu hadisi rivâyet etmiştir: “Günahtan tevbe eden, günahsız gibidir. Allah bir kulunu sevdi mi, günah ona zarar vermez( çünkü tevbe etmesini nasip eder).” Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v): “Şüphesiz ki, Allah tevbe edenleri sever, tertemiz olanları sever”,376 mealindeki âyeti okudu. Ya Rasûlullah! tevbenin alameti nedir? diye sorulunca: ‘Pişmanlık (nedamet)’ buyurdu.”377 371 Necmüddîn-i Kübrâ, Ebû’l-Cenâb Ahmed b. Ömer b. Muhammed b. Abdillâh el-Hayvekî (ö. 618/ 1221), Usûlu Aşere-Risâle ile’l-Hâim-Fevâihu’l-Cemâl, haz. Mustafa Kara, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1996, ss. 44- 45. 372 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, çev. Ali Arslan, Merve Yayınları, İstanbul, ts., s. 521. 373 en-Nûr, 24/ 31. 374 Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Ebî’l-Hasen Alî b. Atiyye el-Acemî (ö. 386/ 996), Kütü’l-Kulûb, I-IV, tahrîc ve ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1999, II, 158. 375 el-Cürcânî, a.g.e., s. 134. 376 el-Bakara, 2/ 222. 377 İbn-Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 30. 76 1) Alametleri Kelam âlimleri sahih tevbenin üç şartı vardır, demişlerdir: Şeriata muhalif işleri yapmaktan nedamet duymak.378 Ceza görme korkusu kalbi istilâ eder ve kötü iş yapma üzüntüsü gönüle hâkim olursa pişmanlık meydana gelmiş olur.379 Diğeri hatalı (ve günah olan) şeyleri derhal terk etmek;380 (ilâhî ve uhrevî) nimete rağbet etme arzusu kalbe galip gelir. Kötü amel işlemek ve emri dinlememekle bu nimetin elde edilemeyeceği bilinirse, bu nimeti elde etme ümidi ile birlikte pişmanlık duyulur.381 Üçüncüsü; eskiden işlenen günahların benzerlerini yapmamaya azmetmektir.382 Allah (yaptıkların) şahid oluyor, diye utanmak ve (ilâhî emirlere) muhalefetten pişman olmaktır. Bu durumda bu üç tanesinden ilki tâip, ikincisi münip, üçüncüsü de evvâbtır.383 2) Çeşitleri Zunnun Mısrî (r.a) diyor ki: “Tevbe iki nevidir: İnâbe tevbesi, isticâbe tevbesi. Allah’ın cezasından ve azabından korktuğu için kulun yapmış olduğu tevbe inâbe tevbesidir. Lütfundan ve kereminden haya ettiği için yaptığı tevbe isticâbe tevbesidir.384 Avam günahtan, havas gafletten tevbe eder.385 İnsan yaptığı şeyin kötü olduğunu kalbi ile düşünür (vicdanı ile hükmeder) ve işlemekte olduğu kötü işleri görürse, kalbine tevbe etme arzusu ve çirkin muameleleri söküp atma isteği doğar, o zaman Allah Teâlâ kararı (ve azmi) düzeltmeyi, (iyi amele doğru) güzel bir dönüş yapmayı ve tevbe sebepleri için hazırlıklı olmayı insana nasip eder. Şu halde insan günahları terk eder, kalbindeki “günahta ısrar” düğümünü çözer, bir daha bu nevî bir günaha dönmemeye azmeder.386 378 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 187. 379 el-Hucvirî, a.g.e., s. 430. 380 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 381 el-Hucvirî, a.e., a.y. 382 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 383 el-Hucvirî, a.e., a.y. 384 el-Hucvirî, a.e., s. 436. 385 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 350. 386 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 188, 189. 77 Bundan sonra kötülüklerin, iyilik ve hasenatla yer değiştirmesi gelir. Tevbesi hak ve samimi olup Allah Teâlâ’ya güzelce yönelen insanların kötülükleri hasenâta dönüşecektir. Bu değişme, dünya hayatında olacak ve kişi kötü amellerinin yerine iyi işler ve salih ameller yapmaya başlayacaktır. Salih amelde devam ederek, keffâret için çaba sarfedecektir.387 Çünkü Rasûlullah (s.a.v) bunu tavsiye etmiştir: “Kötülüğün ardından iyilikte bulun ki onu silsin.”388 Başka bir hadiste de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Her Âdemoğlu hata yapar. Hata yapanların en hayırlısı istiğfarda bulunanlardır.”389 Allah Teâlâ da müminlerin sıfatlarını sıralarken, günahları ardı ardına işlemeyi bırakan, kötülüklerin peşinden iyilik yapanlar olduklarını buyurmuştur:390 “Onlar çirkin olanı, güzel olanla yok ederler.”391 bb- Sabır Başa gelen musibetlerden dolayı Allah’tan başka kimseye şikayetçi olmamak392 Allah Teâlâ: “Sabret, senin sabrın sadece Allah iledir”,393 buyurmuştur. Rasûlullah (s.a.v): “Sabır, (hâdisenin) sarsıntı tesiri yaptığı ilk anda gösterilen tahammüldür”,394 buyurmuştur. Allah Teâlâ sabredenleri müttakîlerin imamları kılmış ve dinle ilgili en güzel va‘di onlar üzerinde tahakkuk ettirerek şöyle buyurmuştur:395 “Onlardan da sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola sevkedecek imamlar varetmiştik.”396 “Böylece Rabb’inin, İsrâiloğullarına olan o güzel va‘di sabırları sebebiyle tahakkuk etti.”397 Hz. Peygamber (s.) şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki sevmediğiniz bir şeye karşı sabırda, birçok hayır gizlidir.”398 Hz. Peygamber (s.), imanın ne olduğu sorusunu “Sabır ve hoşgörüdür.”399 buyurarak yanıtlamıştır. 387 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 160, 162. 388 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Birr”, 55; Dârimî, a.g.e., “er-Rikak”, 74; İbn Hanbel, a.g.e., V, 153, 158, 169, 228, 236. 389 et-Tirmizî, a.e., “el-Kıyâmet”, 49; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 30; Dârimî, a.e., “er-Rikak”, 18. 390 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 187. 391 er-Ra‘d, 13/ 32. 392 el-Cürcânî, a.g.e., s. 206. 393 en-Nahl, 16/ 127. 394 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 206. 395 el-Buhârî, a.g.e., “el-Cenâiz”, 32; Müslim, a.g.e., “el-Cenâiz”, 8. 396 es-Secde, 32/ 24. 397 el-A‘râf, 7/ 137. 398 İbn Hanbel, a.g.e., I, 307. 78 Sabrın çeşitli kısımları vardır; kulun iradesi ile kazandığı şeylere gösterdiği sabır; iradesi haricinde olan şeylere sabır; Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmede gösterilen sabır, nehy ettiğinden uzak kalmada gösterilen sabır. Kulun iradesi dahilinde olmayan şeylere gösterdiği sabır, kulun kendisi ili ilgili Allah’ın meşakkatli (hastalık, zarar vs. gibi) hükümlerine ve bunlardan doğan sıkıntılara göğüs gererek sabretmesidir.400 Cüneyd Bağdâdî’ye sabır nedir? diye sorulunca, “Yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmedir.”401 demiştir. Alî b. Ebî Tâlib (r.a), “Vücuda göre baş ne ise, imana göre sabır da odur.” demiştir. Zunnûn, “Sabır (Allah’ın emirlerine) muhalif olan davranışlardan uzaklaşmak, musibetin elemlerini yudum yudum içerken sükûneti muhafaza etmek ve ma‘işet alanını fakirlik istilâ ettiği zaman zengin görünmektir.” der. İbn Atâ, “Sabır, musibetler içinde iken en güzel şekilde edebe riâyet etmektir.” demiştir. Sabır, âfiyetle geçim yapıldığı ölçüde güzel bir şekilde musibetle geçinmektir, denilmiştir. Ebû Muhammed Cerîrî, “Sabır, kalp sükûn içinde bulunduğu hâlde nimetle mihnet arasında fark görmemektir.” demiştir.402 Sabrın manası; dînî isteğin, heva (nefs) isteği karşısında direnmesidir. Bu iki askerin birbirine muhâlefeti olmayan yerde sabır olmaz.403 Yaratılanlara karşı tamah duygusuna gem vurarak sabırlı olan kimse, bu sabrı sayesinde verâ’ makamına yükseltilir. Dini noktasında verâ’ sahibi olmak hususunda sabırlı olan kimse ise, bu sabır sayesinde zühd makamına ulaşır. 399 İbn Hanbel, a.g.e., V, 319, IV, 385. 400 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 266. 401 el-Kuşeyrî, a.e., a.y.; Kara, a.g.e., s. 82. 402 el-Kuşeyrî, a.e., s. 267, 268. 403 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 540. 79 Allah Teâlâ, müminleri sınamak ve imanlarını denemek için kullarına ezâ edebilir. Ama O, bunun bir azab olmayıp sadece dilediği kulları için bir imtihân ve insanlar için de bir sınama olduğunu haber vermektedir. Böylelikle bu eziyet ve cefâ, ona maruz kalan kul için bir rahmet ve hayır vesilesi olabilmektedir. Allah Teâlâ, bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:404 “İnsanlar içinde öyle kimseler vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der de, Allah uğrunda bir eziyet edildi mi insanların fitnesini Allah’ın azabı gibi tutar.”405 Yani insanlardan gördüğü eziyet ve işkenceyi Allah Teâlâ’nın azabı gibi görür. Halbuki bu , Allah Teâlâ’dan bir azab olmayıp aksine O’ndan gelen Batınî bir rahmettir. O, bu manada şöyle buyurmuştur:406 “Ama insan, her ne zaman Rabb’i onu imtihân edip rızkını daraltırsa, o vakit de ‘Rabb’im bana ihânet etti.’ der, asla.”407 Allah Teâlâ iftiralarda bulunulan Peygamberi(s.a.v)’ni sabır ile şöyle teselli etmiştir; “Onların söylediklerine karşı sabırlı ol ve kulumuz Dâvûd’u an.”408 Sabır, nefse en ağır gelen ve nefs tarafından en fazla nefret edilen bir fazilettir. Sabır, insan tabiatı için de, en acı veren şeydir. Onun için en güç olan da, alçak gönüllülük ve hoşgörü noktasında öfkeyi bastırıp hüzünlenmektir. Tevâzu ve insanın kendini tutması da, sabırdan sayılır. Sabır, edebli ve güzel ahlâklı olmaktır. Sabır sayesinde halka eziyet verilmezken, onlardan gelebilecek eziyetlere karşı tahammül gösterilir.409 Takvâ ve sabır birbirine bağlı mefhumlardır. Bunlardan herhangi biri yekdiğeri olmaksızın kemale eremez. Makamı takvâ olan kulun, hâlinin de sabır olması gerekir. Takvâ, makamların en yükseği olduğu için sabırda hâllerin en yücesi olmuştur. Allah Teâlâ’dan en fazla korkan müttakî kul, O’nun katında en değerli kul olur. O’nun katında en değerli olan da, elbette en faziletli ve üstün olandır.410 404 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 210. 405 el-‘Ankebût, 29/ 10. 406 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 211. 407 el-Fecr, 89/ 16- 17. 408 Sâd, 38/ 17. 409 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 212. 410 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 216. 80 bc- Şükür Şükür, yapılan iyiliğin makbule geçtiğini dile getirme, iyiliği yapanı övmedir.411 Şükür, yakîn makamların üçüncüsüdür.412 Tahkîk ehli olanlara göre şükrün manası ihsanda bulunanın nimetini ona boyun eğerek itirâf etmektir. Bu görüşe göre Allah Teâlâ’ya hakikat yolu ile değil de mecâz yolu ile Şekur (çok şükreden) sıfatı verilir ve bu “Allah kullarının şükrüne sevâb verir” manasını ifade eder. Buna göre şükrün karşılığı şükür adını alır. Nitekim Allah Teâlâ:413 “Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür”414, buyurmuştur. (Kötülüğün Allah tarafından verilen karşılığı ve cezası kötülük adını aldığı gibi, şükre Allah tarafından verilen karşılığa ve mükâfata da şükür adı verilir.)415 Şükrün hakikatı, ihsanda bulunanın, ihsanını methetmektir.416 Şu halde kulun Allah Teâlâ’ya şükretmesi, ihsanını anarak O’nu meth ü senâ etmesi; Hakk Teâlâ’nın kuluna şükretmesi ise ihsanını zikredip nankörlük etmediği için onu övmesi manasına gelir. Kulun ihsanı Allah Teâlâ’ya tâatte bulunması, Hakk’ın ihsanı şükre muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunması demektir.417 Şükrün özü ve hakikatı takvâdır. Takvâ, Allah Teâlâ’nın kullarına emrettiği bütün ibadetleri ihtivâ eden bir mefhumdur. Bunu da şu âyet-i kerîmede görmekteyiz:418 “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratmış olan Rabb’inize ibadet ediniz, umulur ki takvâ sahibi olursunuz.”419 Allah Teâlâ, bundan sonra takvâ ile şükrün hakikatını ifade ederek, takvânın bizâtihi şükür olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:420 “Allah’tan sakınınız, umulur ki şükredersiniz.”421 411 el-Cürcânî, a.g.e., s. 203. 412 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 237. 413 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 258. 414 eş-Şûrâ, 42/ 40. 415 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 416 el-Cürcânî, a.e., a.y. 417 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 418 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 246. 419 el-Bakara, 2/ 21. 420 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., a.y. 421 Âl-i İmrân, 3/123. 81 Hakiki manada kulun şükrü, Allah’ın nimetini dili ile ikrâr ve kalbi ile tasdik etmesi demektir. Şükür üç kısımdır: Dilin şükrü, insanın kulluk tevazuu içinde nâil olduğu nimeti itirâf etmesi şeklinde olur. Beden ve organların şükrü, kulun vefâ ve hizmet sıfatı ile muttasıf olması tarzında olur. Kalbin şükrü, hürmeti muhafaza hâlini devam ettirmekle beraber (Allah’ın tecellilerini temâşa ve) şuhût yaygısı üzerinde itikâfta bulunmak sûretiyle olur. Şükür denilir, bununla âlimlerin sözden ibaret olan lisanî şükürleri anlaşılır. Şükür denilir, bununla âbidlerin fiil nevînden olan vasıfları anlaşılır. Şükür denilir, bununla âriflerin bütün hâllerinde Allah için istikâmet üzere bulunması anlaşılır.422 Nefsle mücâdele ve Allah Teâlâ’ya güzel amellerle yaklaşma, kulun şükrü ve nimet verenin mükâfatıdır.423 Hz. Peygamber (s.), ibadet ve amellerdeki gayretinden dolayı ayakları şiştiği için siteme uğradığı zaman şöyle buyurmuştur: “Çok şükreden bir kul olmayayım mı?”424 Sabır ve şükür hâllerinin her ikisi de yakîn sahibinin hâllerindendir. Çünkü o, her zaman imtihân ve esenlik hâlinden birindedir. Zira onun için her hâlinde bir âyet, bir işaret gizlidir. İmtihân anındaki hâli sabır, esenlikteki hâli ise şükürdür.425 bd- Recâ Recâ, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve ferahlık duymasıdır.426 Kişinin kalbindeki duygu ve düşünceler geçmişle veya hâlle ya da gelecekle ilgili olur. Bu duygu ve düşünceler geçmişle ilgiliyse zikr ve tezekkür, hâlle ilgiliyse vecd, zevk ve idrak, gelecekle ilgiliyse intizâr ve tevekkül, hoşa gitmeyen türden ise havf ve işrâk, hoşa giden türden ise irtiyah ve recâ adını alır.427 422 el-Kuşeyrî, a.g.e, s. 259. 423 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 245. 424 el-Buhârî, a.g.e., “et-Teheccüd”, 6, “et-Tefsîr”, 48/ 2; Müslim, a.g.e., “el-Münafıkûn”, 79- 81; et- Tirmizî, a.g.e., “es-Salât”, 187; en-Nesâî, a.g.e., “Kıyâmü’l-Leyl”, 17; İbn Mâce, a.g.e., “el-İkâme”, 200; İbn Hanbel, a.g.e., IV, 251. 425 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 267. 426 el-Cürcânî, a.g.e., s. 179. 427 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 139. 82 Recâ ileride husûle gelecek olan, arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir. Kalbin hayatı recâ sayesinde (âhirette nâil olacağı) nimetler iledir (gönül ümit ile yaşar). Recâ ile temennî arasındaki fark şudur: “Temenni insanı atalate ve tembelliğe sürükler, vehd ve gayret sarf etme yoluna sevk etmez. Recâ sahibinin durumu ise tam bunun aksinedir.”428 Kulun ihtiyarı ile ilgili bütün sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi beklemek recâ olur.429 Recâ ehli için makamlarından bir hâl söz konusudur. Bu hâl için de recâlarından bir alamet vardır. Recâ edilenin müşâhadesi noktasında recânın alameti, amellere devam ve Allah’a güzelce yaklaşarak nafile ibadetlerle yaklaşmayı hızlandırmasıdır. Çünkü o, Rabb’ine karşı hüsnü zann sahibidir ve O’ndan güzellik ümit eder. Allah Teâlâ da, kendisinden bir lütuf olarak emrettiği salih amelleri kabul buyurur.430 Allah Teâlâ “âhiretten çekinir ve Rabb’inin merhametini recâ ederler.”431 buyurarak bu sıfatın mü’minlerin taşıdıkları sıfatlardan, iman ahlâkının esaslarından432 olduğunu vurgulamıştır. İbn Hubuyle, Recânın (recâ konusunda insanların) üç nev’î olduğundan bahsetmiştir; bir adam güzel bir amel işler ve bu amelin kabulünü Allah’tan ümit eder. Bir adam kötü amel yapar, sonra tevbe eder, affa nâil olacağını ümit eder. Üçüncüsü yalancı adamdır, günaha devam eder ve: “Ben affa nâil olacağımdan ümitvarım der.” demiştir.433 Recâ ve ümit, mukarrabun zümresi nezdinde yakîn makamların ilkidir. O, sıddıkların sıfatları arasında da en açık olandır. Şu sıfatlar kendinde toplanmadıkça hiçbir kulun kalbinde recâ kemale erip sahibi tarafından kesin olarak bilinemez: Allah Teâlâ’ya iman, O’nun için hicret etmek, O’nun için cihâd etmek, Kur’ân okumak, namaz kılmak, Allah rızası için infâk etmek, gece saatlerinde secdeye varmak, kıyam etmek ve sakınmak.434 428 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 222. 429 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 566. 430 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 279. 431 ez-Zümer, 39/ 9. 432 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 273. 433 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 223. 434 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 283. 83 be- Havf Havf, Allah veya gazabı veya azabı ve cehennem korkusudur. Gelecekte elde edilmesi umulan iyi bir şeyden veya başa gelmesinden endişe edilen kötü bir şeyden ileri gelen korkudur.435 Havf, Allah’tan korkmak, O’ndan uzak kalmaktan korkmaktır. Kendisinden Hakk’ın hilâfına bir şeyin çıkmasından, Hakk’ın gözünden düşmekten korkmaktır.436 Kalbinde korkuyu hisseden kul, hiçbir örf ve alışkanlığa teslim olmadığı gibi hiçbir şekilde kendi kurtuluş ve beraatından emin olamaz. İşte havf bu korku hâlidir. Kul, bütün bu hususlarda emniyet hissini yitirmesiyle korkan (=hâif) olarak adlandırılır. Bu, Araplarda yaygın olarak kullanılan bir isimlendirmedir. Arap, bir şeyden emin olmadığı zaman, “Şundan endişe ediyorum” der. Bir şey hakkındaki bilgisi kesinleşmediği zaman da “Şundan korkuyorum” der.437 Havf, gelecekteki, bir şeyle ilgili bir manadır. Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden veya arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar. Bu ise istikbâlde, ileride husule gelecek olan bir husustan başka bir şey değildir, hâlde mevcûd olan bir şeyle korkunun ilgisi bulunmaz. Allah Teâlâ’dan olan korku, kulun; Allah Teâlâ beni ya dünyada veya âhirette cezalandıracak, diye korkması şeklinde olur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ, kulların kendisinden korkmalarını farz kılmış ve438: “Eğer iman sahibi iseniz benden korkunuz.”439 buyurmuştur. Ve yine Hakk Teâlâ: “Sadece benden korkunuz.”440 buyurmuştur ve : “Üstte bulunan Rablerinden korkarlar.”441 sözü ile korku sahibi olan mü’minleri methetmiştir.442 435 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 161. 436 es-Sülemî, Tasavvufun Ana İlkeleri, s. 125. 437 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 338. 438 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 216. 439 Âl-i İmrân, 3/ 175. 440 en-Nahl, 16/ 51. 441 en-Nahl, 16/ 50. 442 el-Kuşeyrî, a.e., s. 216, 217. 84 Korkunun fazileti hakkında vârid olan âyet ve hadisler pek çoktur. Allah Teâlâ’nın cennet ehlinin makamlarının yekûnunu teşkil eden hidayet, rahmet, ilim ve hoşnutluğunu hep birden korkanlar için va’d etmesi korkunun faziletini443 ortaya koyur. Allah âlimleri haşyetlerinden dolayı ilimle niteleyerek: “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.”444 buyurmuştur. İlmin üstünlüğüne delâlet eden her şey korkunun faziletine de delâlet eder. Çünkü korku ilmin mahsuludur. Öyle ise korkuyu gerçekleştiren, doğuran şeye bakıldığında bunun “ilim”; semeresine bakıldığında da semeresinin, mahsulünün “verâ” ve “takvâ” olduğu görülür. Bu iki olgunun erdemliği o derece barizdir ki, hamd Allah’a, salavât peygambere özgü olduğu gibi; âkıbet, sonuç da takvâya has kılınmış, onunla damgalanmıştır.445 Korkunun meyvelerinden biri de, Allah Teâlâ’yı hakkıyla bilmek ve O’ndan haya etmektir. Bu, sevab ehlinin en büyük mutluluklarından biridir. Bunun hükümleri iki manada açığa çıkar: İlki, bütün kulların kafasını ve onun kapsadığı, kulak, göz ve dili korumaktır. İkincisi ise, batnı ve onun kapsadığı kalp, fecr, el ve ayakları korumasıdır. Bu, avamın korkusunun sınırı ve hayanın başıdır. Havassın korkusuna gelince o da, kendi yiyemeyeceğini toplamaması, kendi oturmayacağı evi yapmaması, göçeceği dünyada malı çoğaltmaması, gideceği yerden gafil ve hazırlıksız olmamasıdır. İşte bu da zühd ve haya ehlinin korkusudur. Kitapları sağ taraftan verileceklerin takvâsı da budur.446 Muâz b.Cebel (r.a) der ki: “Cehennem köprüsünü geride bırakmadıkça mü’minin kalbi itminan bulmaz, korkusu sükûna ermez.” Bişr Hâfi, “Allah’tan olan korku bir melik (melek)tir. Takvâ sahibi olanın kalbinden başka bir yerde konaklamaz.” demiştir. Ebû Osman, “Hakiki korku verâ’ üzere bulunup, zâhiren ve bâtınen günahlardan sakınmaktır.” demiştir. 443 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 326. 444 el-Fâtır, 35/ 28. 445 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 326. 446 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 308, 309. 85 Nurî, “Hâif, Rabb’inden Rabb’ine kaçan zattır.” demiştir.447 Ebû Havs, “ Havf Allah’ın kamçısıdır. Onunla kapısından kaçan serkeşleri yola getirir.” demiştir.448 Havf âhiret tehlikesini bilmekten doğan bir şeydir. Herkesin aklına bir türlü tehlike gelir. Bazı kimselerin aklına cehennem fikri düşüp korkusu bu yüzden olur. Bazı kimselerin kalbine, cehenneme yol teşkil eden hususlar gelir. Yahut kıyâmette kul hakkı sebebiyle cezalandırılırım, yahut kötülüklerim açığa rezil, rüsvay olurum diye korkar. Kâmil korku basiret sahibi insanların korkusudur ki, bu da âkıbet korkusudur. Nitekim Alah’tan Celâl sıfatı sebebiyle olan korku, kendi günahı sebebiyle olan korkuya nisbetle kâmildir. Zira Celâl sıfatı sebebiyle olan korku, asla gönülden çıkmaz. Ama günahtan ötürü olan korku, bazen olur ki, gönülden çıkar.449 Korku “havf” ise, takvâ hakikaki için konulmuş bir isimdir. Takvâ da, ibadet ve kulluğun bütününü içeren bir kavramdır. Takvâ, Allah Teâlâ’nın öncekiler ve sonrakiler için hazırladığı bir rahmettir. Bu iki anlamı Allah Teâlâ’nın şu buyrukları düzenlemektedir:450 “ Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaradan Rabb’inize kulluk edin. Umulur ki, takvâya erersiniz.”;451 “Biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size tavsiye ettik ki, Allah’tan sakının (takvâ sahibi olun).”452 Allah korkusunun alameti yedi şeyde belli olur: a) Dilde belli olur. Bu durumda insan, dilini yalan söylemekten, gıybetten ve boş söz etmekten alır. Dilini devamlı Allah’ın zikri ve Kur’ân okumakla meşgul eder. İlim müzakeresi yapar. b) Midesi ile belli olur. Midesine yalnız temiz ve helal olan yiyecekler koyar. Helal bile olsa israf etmez. 447 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 218. 448 es-Serrâc, a.g.e., s. 89; el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 217. 449 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 576, 577; havfın çeşitleri için bkz. el-Kâşânî, a.g.e., ss. 238- 239. 450 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 304. 451 el-Bakara, 2/ 21. 452 en-Nisâ, 4/ 131. 86 c) Göz ile belli olur. Harama karşı gözünü yumar. Dünyaya rağbet nazarı ile bakmaz. Her neye baksa ibret nazarı ile bakar. d) Kulağını, işitme duygusunu şeriata aykırı, faydasız şeylerden korumakla belli olur. e) Elinin işlediği işe dikkat eder, korkar. Elini harama uzatmaz. Elini, ancak Allah’ın müsaade ettiği şeye uzatır. Hiçbir şekilde Allah’ın masiyeti işinde yürümez. f) Kalp işinde korku üzere olur. Kalbinde düşmanlığı, buğzu, din kardeşlerine karşı kıskançlığı çıkarır. Kalbini din kardeşleri için nasihât ve şefkâtle doldurur. g) Allah’a kulluk işinde korku üzere olur. Yaptığı iyilikleri sadece Allah rızâsı için yapar. Kulluğuna gösteriş ve nifâk karıştırmaktan korkar. Böyle yaptığı takdirde Allah Teâlâ’nın anlattığı şu nimetlerine 453 ulaşır: “Âhiret ise Rabb’in katında müttakîler içindir.”454 “Müttakîler için saadet vardır.”455 “Müttakîler ise gerçekten güvenilir bir makamdadırlar…”456 Allah Teâlâ’nın kullarına olan en büyük nimetlerinden biri de, peygamberlerine, hangi amel üzerine sevab, hangilerine de azab gerekeceğini bildirmiş olmasıdır. Böylece peygamberler, kendilerine bildirilen bu kabilden bilgileri insanlara tebliğ edecekler, bunun sonucunda insanların kalbleri ümit ve korku ile dolacak, aynen faydalarına olan şeyleri elde etmek, zararlarına olan şeyleri uzaklaştırmak için harekete geçtikleri gibi, bizzat kendi içlerinden kaynaklanan bir saikle şerî hükümlerle kendilerini kayıtlı görecekler, onlara yapışacaklardır.457 Bir kimsenin havf tarafı recâ tarafına ağır basarsa, karakış gibi soğuk fikirlere düşer. Aksine, recâ havfa nazaran ağır basarsa müstakimden yuvarlanarak aldanma cehennemine düşer. Âdil olan Hakk’ın sıfatı, azabı şiddetli, lütfu bol olmasıdır.458 453 es-Semerkandî, a.g.e., I, 443, 444. 454 ez-Zuhruf, 43/ 35. 455 en-Nebe’, 78/ 31. 456 ed-Duhân, 44/ 51. 457 ed-Dıhlevî, a.g.e., I, 415. 458 Necmüddîn-i Kübrâ, a.g.e., s. 124. 87 Recâ ve ümit hâli, havf ve korku hâline gâlip geldi mi, vakit fâsid olur. Zira vakit, hâle riâyet etmektir, hâle riâyet ettiği sürece havf hâli onun kalbini istilâ eder. Korku hâli ortadan kalkınca, riâyetkar olma hâlini terk eder ve vakti fesada uğrar. Şayet korku hâli recâ hâline gâlip olursa, onun tevhidi bâtıl olur. Çünkü havf hâlinin gâlebe çalması ye’s ve ümitsizliktendir. Hakk’tan ümit kesmek ise şirktir. Şu hâlde tevhidin muhâfaza edilmesi, kulun recâ hâlinin sıhhatine bağlıdır. Vakti muhâfaza ise, onun havf hâlinin sıhhatli oluşu ile mümkündür. Havf ile recâ ikisi eşit olunca, tevhid de vakit de muhâfaza edilmiş olur. Kul, tevhidi muhafaza ettiği için mü’min, vakti muhafaza ettiği için de itâatkar olur.459 el-Muhâsibî, ruhî hayatın gelişim sürecinde sebepler ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi anladığını gösteren, tahlilî ve mantikî bir metoda sahiptir. Bu tahlilin sonucunda ibadeti şöyle temellendirir:460 İbadetin esası verâdır. Verâ’ın esası takvâ, takvânın esası nefis muhâsebesi, muhâsebenin esası korku ve ümittir. Korku ve ümit, va’d ve vaîd bilgisine râcidir. Va’d ve va‘îdi anlamak da, cezayı hatırlamaya bağlıdır. Cezayı hatırlamak ise, tefekkür ve ibret alarak düşünmeyle gerçekleşir.461 Ümit ve korku… insan hayatı bu iki nokta arasında gidip gelmektedir. Ne kadar günahkar olunursa olunsun Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek, ne kadar sevab işlenirse işlensin O’nun azabından emin olmamak462 müttakî insanların özelliklerindendir. bf- Zühd Zühd, âhirete yönelmek için dünyadan el etek çekmek.463 Zühd, az olsun, çok olsun, dünyanın malından, hoşa giden şeylerinden ve makamlarından –bir ölü gibi- uzak kalmaktır. Zühd, elde bulunan ve elde bulunmasında da bir mahzur olmayan mal ve eşyayı terk etmektir.464 459 el-Hucvirî, a.g.e., s. 211. 460 Afîfî, Ebû’l-Alâ, et-Tasavvuf Sevratun Ruhiyetün fî’l-İslâm, çev. Ekrem Demirci, Abdullah Kartal, 3.bs., İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 86. 461 Attâr, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm-i en-Nîsâbûrî (ö. 618/ 1221), Tezkiretü’l-Evliyâ’, çev. Süleyman Uludağ, 2.bs., Erdem Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 226. 462 Topaloğlu, Bekir, Dînî Sohbetler, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1982, s. 367. 463 el-Cürcânî, a.g.e., s. 184. 464 Necmüddîn-i Kübrâ, a.g.e., s. 47. 88 Sûfîler zühdün manası hakkında konuşmuşlar ve her biri kendi vaktine (makâm ve manevî zevkine) göre fikirler ileri sürerek zühdün tarifine işaret etmişlerdir: Süfyân es-Sevrî, “Dünyaya karşı zâhid olmak, kanaat (kasr-ı emel) sahibi olmak demektir. Kuru ekmek yemek ve abâ giymek zühd değildir.” demiştir. Ebû Osman, “Zühd dünyayı terk etmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır.” demiştir. Cüneyd der ki; “Zühd, elde bulunmayan şeyin, gönülde de bulunmamasıdır.” Ebû Süleymân Darânî, “Zühd, Hakk Teâlâ ve Takaddes Hazretleri ile meşgul olmana mâni olan her şeyi terk etmektir.” demiştir.465 “Elinizden çıkana üzülmeyiniz, size verdiğine de sevinmeyesiniz diye”466 mealindeki Hakk Sübhânehu ve Teâlâ’nın sözü zühdün kaynağıdır. Şu hâlde zâhid, elinde mevcûd olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimsedir.467 Allah Teâlâ buyurdu ki: “Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onun hakkında zâhidlerdendiler”468 kardeşleri Yûsuf’u (a.s) satarken aşırı bir fiyat istemedikleri için zâhid sıfatıyla nitelenmişlerdir. Buradaki zâhid sıfatını hakiki anlamda kimlerin taşıdığını öğrenebilmek için âyeti daha fazla açmak gerekir. “Şerav- hü= Onu sattılar” fiili, Araplar’da bir malı satmak için kullanılır. Onlar, kendileri tarafından satılarak malı elden çıkarma fiili için, “Bey’” (بيع) kelimesiyle birlikte “Şirâ’” (شراع) kelimesini de kullanmışlardır. Elden çıkarılan bu mal hakkında ise “ zâhid” olmuş olurlar. Aynı şekilde kul da kendi canını ve malına Allah Teâlâ’ya sattığı zaman, hevâsından çıkarak O’nun yoluna girmiş ve zâhidlerden olmuş olurlar. Allah Teâlâ, bu anlamda şöyle buyurmuştur:469 “Hiç şüphesiz Allah mü’minlerden –karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır.”470 465 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 209, 210. 466 el-Hadîd, 57/ 23. 467 el-Kuşeyrî, a.e., s. 209. 468 Yûsuf, 12/ 20. 469 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, 370. 470 et-Tevbe, 9/ 111. 89 Kur’ân verâyı ve takvâyı, dünya zinetlerini terki, bu hayatı küçümsemeyi ve âhireti önemsemeyi tavsiye etmektedir. İbadet, takvâ, gece namazları ve oruç gibi, zühd hayatının özünü teşkil eden pratikleri teşvik etmektedir.471 Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Allah’ın ismini zikret ve bütünüyle O’na yönel, gece dinçliği anlayış açısından daha sağlamdır.”472 Verâ, takvâ ve zühdün özelliklerine işaret eden Kur’ân, kadın-erkek bütün müslümanların bu sıfatlarla bezenmesini istemektedir:473 “Müslüman erkek ve kadınlar, mü’min erkek ve kadınlar, tâate devam eden erkek ve kadınlar, sadık erkek ve kadınlar, sabırlı erkek ve kadınlar, mütevâzî erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar, ırzlarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkek ve kadınlar var ya; işte Allah bunlar için, büyük mağfiret ve bağış hazırlamıştır.”474 Zühdün üç derecesi vardır: Birincisi, kalbin dünyaya bağlılığı var iken çalışıp çabalamakla ona sabreder. İkincisi, kalbi dünyaya değil zühde yöneltmek, üçüncüsü ise zühde zühdetmektir.475 Yani kendi zühdüne bakmayıp onu bir iş olarak bilmemektir.476 Ahmed b. Hanbel zühdü şu şekilde üçe ayırmıştır: Birincisi, haramı terk etmek; Avâmın zühdü budur.477 İkincisi helalin lüzumlu olmayan kısmını terk etmek; Havâsın zühdü budur. Üçüncüsü, Allah Teâlâ ile meşgul olmaya engel olan her şeyi terk etmek;478 Âriflerin zühdü budur.479 Peygamberler zincirinin son halkası, yüce insan, Allah’ın sevgili kulu, Hz. Peygamber (s.) ise; her hususta olduğu gibi zühd konusunda da bize en son ve en güzel örnekler sunmuş, aynı zamanda Mescid-i Nebevî’nin kutlu çatısı altında verdiği zühd 471 Afîfî, a.g.e., s. 63; bkz. Ronart, Stephan and Nandy, Ceac, Ascetism, yay.y., Amsterdam, 1959, s. 59. 472 el-Müzzemmil, 73/ 6- 8. 473 Afîfî, a.g.e., s. 63; zühd-takvâ ilişkisi için bkz. Güleç a.g.mk., ss. 146- 147. 474 el-Ahzâb, 33/ 34. 475 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 600; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 389. 476 el-Ğazzâlî, a.e., a.y. 477 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 211. 478 Schimmel, Annemarie, İslâm’ın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul, 2001, s. 118. 479 el-Kuşeyrî, a.e., s. 211. 90 eğitimiyle de maddeye kul olmayan örnek bir nesil yetiştirmiştir. Onun hayatı zühdle iç içe bir hayattır. Çünkü O hayatının hiçbir safhasında maddeperst olmamış, parayı, altını, gümüşü mutlak gaye ve değer olarak görmemiştir. O fakirliğinde de, zenginliğinde de, zayıf iken de, kuvvetli iken de, İslâm devletini kurup bütün arap yarımadasına hükmettiği günlerde de hep aynı şekilde devam eden mütevazi hayatını sürdürdü. Sultanlar gibi verip atiyyeleriyle fakirleri zengin ederken hasır yatağında yatmağa, arpa ekmeği yemeğe devam etti.480 bg- Tevekkül Tevekkül, Allah katında olana güvenmek ve halkın elinde bulunandan ümit kesmektir.481 Tevekkül, şek ve şüpheyi defetmek, Mâlikü’l-Mülk olan Allah’a mutlak olarak teslimiyet göstermektir.482 Yani tevekkül, senin Hakk ile olan muamelen ve O’na olan itimadda bâtının sıhhatli oluşundan ibârettir.483 Hamdun Kasar: “Tevekkül, Allah Teâlâ’ya sımsıkı sarılman ve itimat etmendir.” Ebû Abdillah el-Küreşî: “Tevekkül Allah’tan başka bir şeye sığınmamak ve başvurmamaktır.” Şah Şuca el-Kirmanî: Bulmak ve kaybetmek sırasında kalbin sukûnet içinde olmasıdır.484 demişlerdir. Ebû Meyden el-Mağribî tevekkülü: “İnsan bu dünyada Allah’ın misafiridir. Misafirin üç günlük bakımı ise ev sahibine aittir. Bu dünyanın bin yılı Allah indinde bir gündür.”485 diye tanımlamıştır. 480 A‘zam, Abdurrahman, Resûl-i Ekrem’in Örnek Ahlâkı, çev. Hayrettin Karaman, 4.bs., Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1975, s. 36. 481 el-Cürcânî, a.g.e., s. 133 482 el-Kuşeyrî, a.e., s. 254. 483 el-Hucvirî, a.g.e., s. 320. 484 Kara, a.g.e., s. 83. 485 Necmüddîn-i Kübrâ, a.g.e., s. 50; Kara, a.e., a.y. 91 Allah Teâlâ buyurdu ki: “Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever.”486 Görüldüğü gibi, O, tevekkül eden kulunu habibi kılmış ve ona muhabbetini nasip etmiştir.487 “Her kim Allah’a tevekkül ederse, O ona yeter.”488 Yani Allah Teâlâ’ya tevekkül eden kimse başkalarına ihtiyaç duymaz. Çünkü O, kendisine fazlasıyla yeter. Ona şifâ verip âfiyet bulmasını temin eder. Hakkıyla tevekül eden kul, içinde bulunduğu durum karşısında başkalarından hiçbir talepte bulunmaz.489 Gerçek mütevekkil olan şahsı Allah korur.490 O’na layıkıyla tevekkül eden bir kul, Allah Teâlâ’nın rahmetini izâfe ettiği Rahman’ın kullarından ve kendilerine yeterliği garanti verdiği hususi kullarından olur.491 Ebû Muhammed as-Sehl’e “Allah’tan hakkıyla sakının”492 buyruğunun manası sorulduğunda şöyle demiştir: “Yani O’na tevekkül ile kulluk edin.” demektir. Yakîn ve mağrifette bu dereceye ulaşan kul, her şeyde Allah’ı görüp O’na güvenir ve mâsivayı bırakarak yalnız O’na itimad eder. O, en ufak şeyde bile O’nunla kanaat eder. Başına gelen işlerde O’na dayanarak sabreder. Her halinde O’na muhtaç olduğunu bildiği için her zaman O’ndan razı olur. O’ndan başkasından asla beklemez. O’dan başkasından asla ümitvâr olmaz. Hibede O’nun kudretinden başkasını görmez. Engelleme de O’nun hikmetinden başkasına şâhid olmaz. Kısma ve bolca verme hâllerinde de O’nun kudretinden başkasına ihtimal vermez. Onun kulluk ve ibadeti bu noktada hak olup, tevhidi de hâlis olur. Yaratanı bilmesi sayesinde yaratılanı bilir. Rızkı, Mabudu ve Rızık Veren olan Allah’tan başkasından talep etmez.493 Sehl b. Abdillah şöyle derdi: “Tevekkülün alâmeti üçtür. Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmek, ele geçeni biriktirmemek.”494 486 Âl-i İmrân, 3/ 159. 487 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 17. 488 et-Talâk, 65/ 3. 489 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 18. 490 Necmüddîn-i Kübrâ, a.e., s. 49. 491 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 19. 492 Âl-i İmrân, 3/ 102. 493 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 19, 21. 494 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 249. 92 Bir kısım âlimler: Sebeplere yönelip önem vermek Allah’ın birliğine karşı şirktir; sebebleri sebepler olarak imhâ etmek akıl için noksanlık olduğu gibi, sebeplerden tamamen yüz çevirmek de dine bir tecâvüz ve onu kötülemedir. Emredilen tevekkül ise kendinde tevhidin, aklın ve dinin gereklerinin birleştiği şeydir, demişlerdir.495 Tevekkülün yeri kalbtir. Zâhirde (tedbir ve sebebe tevessül ile çalışmak) hareketle meşgul olmak kalpteki tevekküle zıt değildir. Kul takdirin Allah Teâlâ cihetinden olduğuna hakikaten ve yakînen kanaat getirmiş olursa, bu durumda istediği bir şeyi elde edemezse, “O’nun takdiri budur” diye; elde ederse, “bu O’nun lütfudur” diye düşünür.496 Enes b. Mâlik: “Devesine süvari olan bir adam Hz. Peygamber (s.)’ın huzuruna geldi ve Ey Allah’ın Rasûlü, devemi salıveriyor ve tevekkül ediyorum, ne dersiniz? dediğini rivâyet ettikten sonra Hz. Peygamber (s.)’ın: Hayır! Bağla ve öyle tevekkül et.”497 diye buyurduğunu rivâyet etmiştir. Kul eğer temkinin gerektirdiği bütün gerekleri yapar, sonra uğraş verdiği işin üstesinden gelemez, aksi bir sonuçla karşılaşırsa da, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir498 derse bu kelimeler ancak yerinde kullanılmış olur. Nitekim Dost İbrâhîm; vaktaki memur olduğu fiilleri yaptı, onu terk etmekle acziyete düşmedi, ama her şeye rağmen düşmanı –Nemrud- ona egemen olup ateşe attı. İşte tam o durumda “Allah bana yeter O ne güzel vekildir.” dedi.499 Böylelikle kelimeler de yerinde kullanılmış olup, eserlerini verdi.500 Evi olan mütevekkil evinden çıkarken tedbir gereği kapısını örtmelidir. Çünkü bu hususta câri olan sünnet ve büyüklerin emirleri vardır. Allah Teâlâ, tedbir alma ve 495 İbn Teymiyye, a.g.e., s. 53. 496 el-Kuşeyrî, a.e., a.y. 497 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Kıyâmet”, 60. 498 Âl-i İmrân, 3/ 173. 499 el-Buhârî, a.g.e., “et-Tefsîr”, 65/ 84, 85. 500 İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî ed- Dımeşkî el-Hanbelî (ö. 751/ 1350), Zâdü’l-Me’âd, I-VI, çev. Mehmet Yolcu, Pınar Yayınları, İstanbul, 1990, IV, 235, 236. 93 sakınma hususunda şöyle buyurmuştur;501 “Ey iman edenler! Korunma tedbirlerini alınız.”502 Devamlı bir mücâdele içerisinde geçen insan hayatı tehlikelerle, zorluklarla ve sıkıntılarla doludur. Her an başına bir felâket gelebilir; maddî, mânevî her türlü güç ve kuvvetini yitirebilir. Bu dünyada geçerli olan her türlü yola, çareye başvurmasına rağmen, bütün beşeri imkânlarını zorlamasına rağmen başarılı olmayabilir, müsibet ve sıkıntılardan kurtulamayabilir. İşte kendisini böyle bir çıkmazın ve açmazın ortasında bulan mü’min, Yüce Allah’a tevekkül etmek sûretiyle bu bağdireyi en asgari zararla kapatmasını bilen insandır.503 bh- Rıza Rıza kazanın tecellilerine karşın kalbin surur içinde olmasıdır.504 Rıza, işleri Allah’a teslim ve havale etmektir.505 Hz. Peygamber (s.): “Ne mutlu o kimseye ki, İslâm’a hidayet edilmiş ve rızkı ancak yetmekte olmasına rağmen ona razı olmuştur.”506 buyurmuştur. Rızanın bir tezahürü, bütün işlerde takdir edilene kalpten sevinmek, her durumda, nefsi hoş tutup teskin etmek ve dünyevî korkuların tamamında kalbî huzuru sağlayarak her şeye kanaat etmek, Rabb’inin nasip ettiğiyle mutlu olmak ve Allah Teâlâ’nın onu kollamasından dolayı sevinç duymaktır. Kulun, her şeyde Allah Teâlâ’ya teslim olması, O’ndan gelen büyük küçük her şeye rızâ göstermesi, hükümleri yalnız O’na havale etmesi ve bu noktalarda O’nun tedbirinin güzelliğine, takdirinin mükemmelliğine olan inancını koruması rıza makamının göstergelerindendir. Kulun, kâinatın yegâne Mâlikî olan Rabb’ini O’nun kullarına şikâyet etmemesi, Habibi’nin bir fiilinden dolayı serzenişte bulunmaması, her durumda O’nun yaptığının güzelliğine olan inancını yitirmemesi rızanın önemli tezahürlerindendir. 501 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., III, 108. 502 en-Nisâ, 4/ 71. 503 Kasapoğlu, a.g.e., s. 163, 164. 504 el-Cürcânî, a.g.e., s. 181. 505 el-Hucvirî, a.g.e., s. 217. 506 et-Tirmizî, a.g.e., “ez-Zühd”, 35; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 4; İbn Hanbel, a.g.e., V, 255, VI, 19. 94 Rıza ehline göre rızanın şekillerinden biri de, kulun “Bugün çok sıcak bir gün, bugün çok soğuk bir gün, fakirlik bir müsibettir, geçim bir tasa ve yorgunluktur, meslek sahibi olmak meşakkat ve zorluktur.” gibi sözler sarfetmemesidir. Kul, kalbi üzerindeki hâkimiyetini kaybederek aldanmasına yol açabilecek bu tür ifadelerden uzak durmalıdır. Aksine kalbini hoşnut kılmalı, selim tutmalı, aklını teskin etmeli, ilâhî tedbirin tadına teslimiyet göstererek takdiri ilâhînin hükmünü güzel görmelidir.507 Abdülvâhid b. Zeyd şöyle demiştir: “Rıza, Allah’ın en muazzam kapısı ve dünyanın cennetidir.” Allah Teâlâ kulundan razı olmadıkça kulun O’ndan razı olması hemen hemen mümkün değildir. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah:508 “Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldu.”509 buyurmuştur. Görüldüğü gibi rıza iki çeşittir; Biri Allah’ın kulundan razı olması, diğeri kulun Allah Teâlâ’dan razı olmasıdır.510 Allah Teâlâ’nın rızasının hakikatı, kulu için sevab, nimet, kerâmet ve ikrâm irade etmesidir. (Allah’ın rızası, Allah’ın iradesidir.) Kulun rızasının hakikatı, Allah’ın emirlerini yerine getirmesi ve hükümlerine boyun eğmesidir.511 Rıza ehlinden bazıları varlıkları kusurlu bulan ve kınayan kimselerin davranışlarını, onların Yaratıcısı hakkında gıybette bulunmak olarak görmektedir. Çünkü bütün şeyler, O’nun yapma ve yaratmasının eserleri, hikmetinin sonuçları, ilminin tecellisi tedbirinin yansıması ve kaderinin neticelerinden ibarettir. Verâ ehli, Allah Teâlâ’ya gıybette bulunmuş olmamak için hiçbir eseri kusurlu görüp tenkid etmezler. Çünkü Allah Teâlâ’dan râzı olan bir kul, O’nun huzurunda 507 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., III, 137, 138. 508 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 276. 509 el-Beyyine, 98/ 8. 510 el-Hucvirî, a.e., s. 284; el-Kuşeyrî, a.e., s. 277; Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 132; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 291. 511 el-Hucvirî, a.e., s. 284. 95 edebini takınır, O’nın yurdunda O’na karşı çıkmaktan ve hükmüne itiraz etmekten haya eder.512 Kulun rızası kazanın iki türlü tecellisi, vermesi ve vermemesi karşısında kulun kalbinin eşit durumda bulunmasıdır. (Kulun kahrın da hoş lütfun da hoş diyebilmesidir.)513 Kul, rıza makamına ulaştığında, hibe ve men ikrâm ve mahrumiyet, lezzet ve elemi müsâvi görür.514 İnsan ile kul arasındaki en güzel huy rıza ve teslimiyettir.515 Bu konuda Hz. İbrâhîm ile oğlu İsmail arasındaki olay516 rızanın en güzel örneğidir. Râbiatü’l-Adeviyye’ye: “Kul ne zaman rıza mertebesine ulaşır?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “Allah’ın nimeti kadar, musibeti de kendisini memnun edince.”517 Hâlleri müşâhade ve temaşa ederken, ister celâlî tecelliler olsun, ister cemâlî tecelliler olsun, sırrının ve ruhunun istikâmet üzere bulunmasıdır. (Hâllerin değişmesiyle ruhunun da değişmeyip dosdoğru kalmasıdır.) İster Hakk’ın celâl ve heybetinin ateşi içinde yanıp kavrulsun, ister cemâl ile lütfunun nuru ile aydınlansın, onun kalbine göre bu yanma hâli ve o aydınlanma hâli bir ve müsâvi olur (nâr ile nûr bir olur).518 bı- Mahabbet Mahabbet tasavvuf en üst mertebelerinden biridir. Bu sebeble mutasavvıflar tarafından uzun tartışmalara konu olmuş ve önemine binaen üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bu tartışmalardan bir kısmı durumu özetlemek amacıyla aşağıda sunulmuştur. 1) Mahabbetin sözlük anlamları Âlimler, mahabbeti lügat manası bakımından çeşitli şekillerde ele almışlardır. “Hibe” kökünden ele alanlara göre, “hibe”, arazide toprağa atılan tohumlar (habbeler, 512 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 143. 513 el-Hucvirî, a.e., s. 285; el-Kuşeyrî, a.e., s. 277; Necmüddîn-i Kübrâ, a.g.e., s. 68. 514 Afîfî , a.g.e., s. 244. 515 Necmüddîn-i Kübrâ, a.e., s. 68. 516 Saffât, 37/ 99- 110. 517 el-Kuşeyrî, a.e., s. 277. 518 el-Hucvirî, a.e., s. 285. 96 çekirdek, nüve ve taneler) manasına gelmektedir. Habbeye hubb (yani taneye sevgi) denilmesini sebebi, hayatın aslı onda ve o olduğu içindir. (Hayatın aslı habbe denilen tohum ve tane olduğu için habbeye hubb ve mahabbet denilmiş veya sevgi manasına gelen hubb ve mahabbet habbe kökünden alınmıştır. Çünkü dînî, manevî ve insanî hayatın aslı, esası, kökü ve tohumu hubb ve muhabbettir.) Nitekim habbe de bitkilerin kökü ve tohumudur. Şöyle ki: Habbe (ve tane) denilen tohum yere düşer. Üzeri toprakla örtülür. Üstüne yağmur yağar, güneş ışınları ve ısısı üzerine gelir. Sıcak ve soğuk üstünden geçer. Zamanın geçmesiyle ve değişmesiyle o tohum değişmez. Vakti yaklaşınca uc verir, biter gelişir. Çiçek açar ve meyva verir. Kalbi mesken edinen ve oraya yerleşen hubb (mahabbet, aşk ve sevgi) de böyledir. Huzur ve gaybetle, belâ ve mihnetle, rahat ve lezzetle, fırak ve visal ile değişmez.519 Mahabbeti “hubb” kökünden alanlara göre, “hubb”, (topraktan yapılan) testi manasına gelir. Bahis konusu testi çok su alır, doludur, suyu sızdıracak ve akıtacak gözleri de yoktur ve kendisinin mâlikidir.520 Sevgi ve mahabbet de tâlibin kalbinde toplanıp onun kalbini doldurunca, dosttan bahsetmekten başka o kalpte yer kalmaz.521 İşte o zaman sevgi de testiye benzer. Sübhan ve Müte‘al olan Allah’ın (Hz. İbrâhîm) Halîl’e ikram ettiği hillet ve sevgi bunun örneğidir. (Hillet, sevgi ve dostluk; Halîl, sevgili ve dost manasına gelmektedir.) Allah, hilletle hükümran kılınca, Hz. İbrâhîm, Hakk’ın sözü hariç, kendini her şeyden tecrit etti. Âlem de âlemdekiler de ona hicap ve perde oldu. O, bu mahabbet içinde hicapların düşmanı oldu. Sonra hâlinden ve sözünden bize haber vererek:522 “Âlemlerin Rabb’i müstesnâ, onlar benim düşmanlarımdır.”523 dedi. Bu manada olmak üzere Şiblî (r.a) diyor ki: “Mahabbete, mahabet denilmesi, mahbubun dışında kalpte mevcûd olan her şeyi silip süpürmek sûretiyle mahvetmesi nedeniyledir.” 519 el-Hucvirî, a.e., s. 442, 443. 520 el-Hucvirî, a.e., s. 443. 521 el-Kuşeyrî, a.e., s. 409; el-Hucvirî, a.e., s. 443. 522 el-Hucvirî, a.e.,a.y. 523 eş-Şu‘arâ, 26/ 77. 97 Şöyle de denilmiştir: “Hubb”, üzerine su testisi konulması için birbirine geçirilmiş ve üst üste konulmuş dört çubuktur. Bu manada hubb’a hub adını verirler. Çünkü muhib ve âşık, habibin ve maşukun izzetini de zilletini de, rahatını da meşakkatini de, belâsını da cefâsını da yüklenir ve ona ağır gelmez. Çünkü âşıkın işi, bahis konusu çubukların işi gibi olur. Hilkatı ve terkibi, sevgilinin meşakkatını taşımak içindir.524 Mahabbeti “habb” kökünden alanlara göre ise, “habb” “kalp habbe”sinin çoğul şeklidir. Kalp habbesi kalbin kıvamı ve latifesidir. Çünkü mahabbet kalple kâimdir. Bir şeye mahallinin isminin verilmesi kabilinden olmak üzere mahabbete habb ismini vermişlerdir. Çünkü mahabbet, kalbin habbesinde karar kılmaktadır. Araplar, bir şeye o şeyin yerini isim olarak verirler. (Zikr-i mahal, irade-i hâl. Kalbin içinde ufacık bir siyah nokta vardır. Buna habb, habbe ve süveyda adı verilir. Tohum, bitkinin esası olduğu gibi, sevgi ve aşkın esası ve kökü de bu siyah noktacıktır. Onun için âşıklara muhib ve sevdalı, aşka da mahabbet ve sevda denilmiştir.)525 2) Mahabbetin mâhiyeti Mahabbeti anlamak için sevginin esasını bilmek gerekir. Sevginin manası; micazın güzel şeylere meyletmesidir. Bu meyl kuvvetli olursa buna aşk denir. Buğzun manası; mizacın çirkin şeylerden nefret etmesidir. Güzellik ve çirkinliğin olmadığı yerde sevgi ve buğz (düşmanlık) olmaz. Mevcûd eşya mizaca göre üç kısma ayrılır. Birinci kısım mizaca uygun olur. Mizac ona uyar hatta onu ister. Mizaca uygun olan da güzeldir. İkinci kısım, mizaca uygun ve muvafık değildir. Mizaca aykırı olur. Buna da çirkin denir.526 Bir şeyi bilmeden güzel ya da çirkin olduğuna karar verilemez. Bir şeyi bilmek de hisler (duyular) ve akıl yoluyla olur. Hisler (duyular) beştir ve her birinin ayrı lezzeti vardır.527 Ancak insanı diğer canlılardan ayıran özellik akıl ve basiret sahibi olmasıdır. 524 el-Hucvirî, a.e., s. 443, 444. 525 el-Hucvirî, a.e., s. 444; el-Kuşeyrî, a.e., s. 406, 407. 526 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 597; a.g.mf., Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 683. 527 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, a.y. 98 Batınî basiret fiziki gözden çok çok güçlü olduğu gibi kalb de baştaki gözden çok daha iyi kavrar bir istidattadır. Yine aklın algıladığı manalar gözlere görülen zâhiri şekillerin, sûretlerin güzelliklerinden daha ihtişamlıdır. O hâlde beş duyu ile idrak edilmekten çok üstün olan528 ilâhî ve şerefli şeyler kalb ile algılanır. Bu durumda kulun Allah hakkındaki mahabbeti, bu kulun kalbinde bulduğu ve duyduğu bir şey olup, ibâre ile ifade edilemeyecek kadar latîf(ve rakîk bir his)tir. Bu hâl ve his insanı Allah Teâlâ’ya tazîm etmeye, O’nun rızasını her şeye tercih etmeye, O’ndan ayrı kalınca sabırsızlanmaya, O’nsuz edememeye, O’nsuz kalınca da karasız hâle gelmeye; ünsiyet ve ülfetini, devamlı sûrette kalbi ile O’nu zikrederek bulmaya ve O’na karşı içinde bir heyecan duymaya sevkeder.529 3) Mahabbetin terimsel tanımları Cüneyd, mahabbet: “Âşıkın kendi sıfatlarını terk etmesi ve bunun yerine sevgilisinin sıfatlarına girmesidir.” demiştir. (Tahalluk bi ahlâkıllâh, ittisâf bi evsâfillâh) Ebû Abdillah el-Kureşî, “Mahabbetin hakikatı kendine hiçbir şey bırakmayacak şekilde bütün varlığını sevgiliye hibe etmektir.” demiştir. Mahabbet, kendi vasıflarını yok eden âşıkın, zâtı ile sevgilisini ispat etmesidir. (Âşıkın maşûk hâline gelmesidir.) Mahabbet, âşıkın sevgilisini yanında bulunan ve değeri olan her şeye tercih etmesidir. Mahabbet, senden olan çok şeyi azımsaman sevgiliden olan az şeyi çoğumsamandır. Mahabbet, kalbin, Rabb’in murâdı olan şeylere muvâfakat etmesidir. Selh b. Abdullâh, “Hubb, tâat ile kucaklaşmak ve muhalefetle zıtlaşmaktır.” demiştir.530 528 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 598. 529 el-Kuşeyrî, a.e., s. 405. 530 el-Kuşeyrî, a.e., s. 407. 99 Mahabbet, âriflerin makamlarının en yükseğidir. O, Allah Teâlâ’nın ihlaslı kullarını tercih edişidir. İlâhî lütfun son noktası da budur. Yüce Allah buyurdu ki:531 “Allah onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı severler.”532 “Bu, Allah Teâlâ’nın bahşettiği lütuftur.”533 Semnun Muhib şöyle diyor: “Hakk Teâlâ’ya giden yolun asıl ve esası mahabbettir. Hâller ve makamlar bir takım menziller ve konaklama yerleridir. Mahabbet mahalli müstesnâ, tâlip, hangi mahalde bulunursa bulunsun bu mahallin ondan zail olması caizdir. Mahabbet mahal ve makamı ise yol mevcûd olduğu sürece hiçbir hâlde ondan ayrılmaz.534 4) Mahabbetin dereceleri Allah Teâlâ’ya inanan her mü’min, O’nu sever. Ama O’na olan sevgi ve muhabbeti, imanı, müşahadesinin açıklığı ve Mahbub’un herhangi bir sıfatla ona tecellisi oranındadır. Bunun delili de, onların tevhide icabetleri, O’nun emir ve yasaklarına bağlı kalmaları ve hükmü O’na teslim etmeleridir. Bundan sonra tevhidin müşâhedeleri, emir ve yasaklara bağlılığın devamı ve hükümleri O’na teslimde farklı derecelere sahip olurlar.535 Mahabbet ehli (muhip) üç kısımdır; Halk ehli, lütuf ve ihsanına bakıp O’nu sever; sıdk ve tahkîk ehli, yüce sıfatlarına ve azametine bakıp O’nu sever; sıddık ve arifler, Hakk’ın ezelde hiçbir sebep yokken kendilerini sevmiş olmasına bakıp onlar da O’nu zatı için severler.536 Âlemin yaratılış sebebi, sevgidir. Allah her şeyi sever, her şey de onu sever.537 531 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., III, 167. 532 el-Mâide, 5/ 54. 533 Cum‘a, 62/ 4. 534 Kara, a.g.e., s. 133. 535 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 167. 536 es-Sülemî, a.g.e., ss. 86- 88. 537 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 230. 100 5) Mahabbet - iman - tâat ve takvâ ilişkisi Allah Rasûlü (s.a.v) Allah sevgisini imanın şartlarından biri olarak görmüş538 ve şöyle buyurmuştur: “Sizden biri Allah ve Rasûlü kendesine diğerlerinden daha sevimli gelmedikçe iman etmiş olmaz.”539 Bu hadisten daha açık ve kesin ifade taşıyan bir hadis540 de şöyledir: “Allah’a yemin olsun ki bir kul Ben kendisine ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe iman etmiş olmaz.”541 Hz. Peygamber (s.a.v.) va’z ettiği bütün hükümlerde Allah sevgisini emretmiş542 ve şöyle buyurmuştur: “Size verdiği nimetlerden dolayı Allah Teâlâ’yı sevin. Allah Teâlâ’yı sevmeniz sebebiyle de beni sevin.”543 Allah sevgisinin alameti, Habib Teâlâ’ya yaklaştıracak uhrevî amelleri nefsin arzuladığı dünya işlerine tercih etmek, Allah Teâlâ’nın emirlerini derhal ifâ etmek, nefsi arzuların önüne koymaktır. Emir ve yasaklarında Allah Rasûlü(s.a.v)’ne tabi olmak, Allah dostu âlim ve âbidlere alçakgönüllü davranmak, ehli dünya karşısında aziz olmak da bu sevginin işaretlerindendir. Allah Teâlâ sevdiklerini, dostlarına karşı alçakgönüllü, düşmanlarına karşı izzetli davranmakla vasfetmiştir. Çünkü O, sevdiklerini sıfatların en güzeli ile tavsif etmektedir. Habibe alçakgönüllü davranmak güzeldir. Düşmana karşı gösterilen izzet de, güzelliği bakımından zelile karşı gösterilen izzet gibidir. Allah sevgisinin alametlerinden biri de, Mahbub Teâlâ’nın yolunda, O’na yaklaşabilmek ve rızasına kavuşabilmek için mal ve can ile cihad etmek, bu yolda önüne çıkan her engeli safdışı etmektir.544 Allah Teâlâ bu manada şöyle buyurmuştur: 538 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 169. 539 en-Nesâî, a.g.e., “el-Îmân”, 2- 4; İbn Mâce, a.g.e., “el-Fiten”, 23; İbn Hanbel, a.g.e., IV, 11. 540 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 169. 541 el-Buhârî, a.g.e., “el-Îmân”, 8; Müslim, a.g.e., “el-Îmân”, 69, 70; en-Nesâî, a.g.e., “el-Îmân”, 19; İbn Mâce, a.g.e., “el-Mukaddime”, 9; İbn Hanbel, a.g.e., III, 177, 207, 275, 278, IV, 336. 542 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 169. 543 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Menâkıb”, 31. 544 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 180. 1 01 “…Ya Rabb’i, razı olasın diye Sana çabuk geldim.”545 O, Habibi(s.a.v)’ne de şöyle emretmiştir: “Her şeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O’na yönel.”546 Buradaki emrin iki anlamı vardır: İlkine göre, her şeyi bırakarak kendini ihlas ile Rabb’ine hasret O’nu her şeye tercih et, anlamı söz konusudur. Diğerine göre ise, Allah Teâlâ’ya ulaşıncaya kadar önüne çıkan her engeli bertaraf et, anlamı söz konusudur.547 Tasavvufî terbiyede sevilecek olan tek varlık Allah’tır. Gönüllerde O’nun aşkından başka bir aşk barınmamalıdır.548 Allah’ın kulunu sevmesi ise, O’na bol bol nimet ihsan etmesi, dünya ve âhirette sevab vermesi, ceza mahalli (olan cehennem)den onu emin kılması, günahtan koruması, yüce hâller ve makamlar ikram etmesi, başkasına ve mâsivaya iltifat etmekten, sırrının ilgisini kesmesi her şeyden tecerrüd edene kadar, sadece rızasını talep eder hâle gelinceye dek ona ezelî inâyetini ulaştırması demektir. Hakk Teâlâ’nın mahabbeti kulu güzelce meth u senâ etmektir diyerek mahabbeti izah edenler de vardır.549 Kulun mahabbeti, ancak mahabbette buğzedilme korkusuyla sıhhat bulur.550 Allah bir kula her şeyden daha sevgili, nazarında korkmaya en layık biri olduğu zaman kendisinde ne gaflet, ne de bazı vecibeleri terk ve bazı haramları işlemek –bu sevgi ve korkunun zayıflaması hâlinin dışında- duygusu kalmaz.551 Mahabbet korkuyu kaldırmaz. Bu yüzden de muhib kimse, hem mahabbet hem de korku sahibi sayılmıştır. Çünkü O’nun sevdiği Mahbub Teâlâ, aynı zamanda korkutucudur.552 Bu çerçevede Hakk dostları, Allah ile nîcâ etme ve hükümlerinde ve fiillerinde O’na karşı itirazda bulunma hâlini terk etmişlerdir. 545 Tâhâ, 20/ 84. 546 el-Müzzemmil, 73/ 8. 547 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 180. 548 Kara, a.g.e., s. 137; bu konuda geniş bilgi için bkz. el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 686. 549 el-Hucvirî, a.g.e., s. 446. 550 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 193. 551 İbn Teymiyye, a.g.e., s. 140. 552 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.e., III, 198. 102 Sözün kısası, mahabbetten bahsetmek mahabbet değildir. Çünkü (aşk ve) mahabbet (yaşanan, tadılan bir) hâldir ve hiçbir zaman, hâl, kal (yani laf ve söz) değildir.553 Genc-i aşk u hikmet u fakr u fenâsın ey puser Lûtf u bahrısın sadef misli bedende pürnûr Gerçi sen bundan mukaddem zühd ile meşgûl idin İmdi bundan böyle zühdü koy müdâm ol bâde-hor Ol şarâb-ı ruhi iç kim Hak onu kılmış tahûr Nûş edip pâk ol vucûdundan ber olsun hayr u şer Nef u dar fark olmaz aslâ ne bahâr ne hazân Nûr-i vahdet kalbe inse bînukûş u bîsuver Aşk mesti fâriğ olmuştur hayât u mevtden Gülşen ı külhan ona hoşdur behişt olmuş sakar Vehm u fehm u aklı koymuş âşık-ı âlî cenâb Dû cihândan kendûden ol dosta kılmıştır sefer Hak yolunda âşıkın gitse ayağı kalmasa Hak verir Hakkı ayağına ıvaz bin bâl u per İsmâil Hakka Erzurûmî (Aşk hazinesisin; hikmet, fakirlik ve fâniliksin ey oğul; lütfu denizisin, sadef gibi bedende hüner dolu/ Gerçi sen bundan önce, zühd ile meşgul idin. Şimdi, bundan böyle zühdü bırak da aşk şarabından tat./ O ruh şarabını iç ki, Hakk onu tertemiz kılmış; iç de pak ol, vücûdundan iyilik ve kötülük uzaklaşsın./ Fayda, zarar farklı olmaz asla, ilkbahar da sonbahar da öyle; vahdet nuru nakışsız, şekilsiz kalbe inmiş olsa…/ Aşk sarhoşu ölümden de hayattan da uzaktır; gül bahçesi de ateş ocağı da ona hoştur, cennet de cehennem olmuş…/ Vehmi, anlayışı, aklı bırakmış âlicenâp âşık; iki cihandan, kendinden o dosta sefer kılmıştır./ Hakk yolunda âşığın ayağı gitse kalmasa, Hakk, ey Hakkı ayağına karşılık bin kanat verir.)554 553 el-Hucvirî, a.e., s. 449. 554 Erzurûmî, a.g.e., s. 803. 103 III- “TAKV” KAVRAMININ KÜLTÜREL ANATOMİSİ Takvâ kavramı kültürel anlamda bütün bilimlerde yaklaşık olarak karşılığını bulabilecek anlam genişliğine sahiptir. Çünkü temelde korunmak, sakınmak anlamına gelen takvâ kavramı bütün dinlerde yer aldığı gibi hem kişisel anlamda hem de toplumsal anlamda düşünülebilir. Dolayısıyla İslâmî bilimlerde olduğu gibi din bilimlerinde de incelenmeye ihtiyaç duyulmuştur. A- Din Bilimleri Perspektifiyle İnsanın yüce bir kudrete gönülden bağlanması onun gücüne güç katar; dua, niyâz, iltica ile insanı ulvîleştirir. Allah sevgisi ve korkusu iki yönden insanın ruhî ilkelliğini giderir, ona kuvvetli bir irade ve sağlam bir karakter kazandırır. Böyle kişiliklerin içinde yer aldığı toplumlarda fazilet yarışı başlar. Din insana hem içgüdülerinin ve madde âleminin esiri olmadığı, hem de sonsuz bir hürriyet ve bağımsızlık içinde bulunmadığı şuurunu verir. Kişi bencil duygularına, canlı ve cansız tabiata değil yalnız her şeyin sahibi olan Allah’a boyun eğecektir. Dinin bu telkini insana gerçek hürriyet ve bağımsızlığını kazandırır. Artık kul yaratıklar önünde ve tabiat olaylarının karşısında hayret ve dehşete düşmez.555 Bütün dinlerin özünde iyiliksever ve yardımseverlik bulunmaktadır. Birçok dinde “kendin için istediğini başkası içinde iste! Kendin için istemediğini başkası için de isteme!” prensibi vardır. Öyleyse din, gerçek manada anlaşıldığında insanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve mevcut olan ıztırapları gidermek için insanları erdemliliğe çağırmaktadır.556 Dolayısıyla esas itibariyle, hiçbir din yoktur ki yanlış olsun. Hepsi kendilerine göre doğrudur. Hepsi de insanlığın belirli ve bilinen serattine çeşitli şekillerde tezahür ederler.557 İnsan-ı kâmil”in oluşması, din ile ve dindarın dînî sorumluluklarının bilincinde olarak görevlerini yerine getirmesi durumlarıyla doğru orantılıdır. Bütün dinlerin ortak amacı kâmil inanan ve sorumluluklarını yerine getiren müttakîyi meydana getirmektir. Dolasısıyla takvânın dinler tarihindeki karşılığı olgun 555 Tümer, “Din”, s. 317. 556 Yüksel, a.g.e., s. 107. 557 Yıldırım, a.g.e., s. 32. 1 04 insanın oluşmasında dinlerin inanırlarına emrettiği hususlar ve mü’minin bu ritüelleri sorumluluk bilinciyle yerine getirmesidir. İman etmekle kişi, hem kendi varlığı hem de bütün var oluşla ilgili olarak hayatın, dünyada çekilen sıkıntıların ve ölümün anlamı, insanın evrendeki yeri gibi temel sorulara cevaplar bulur. Bu cevaplar insanın varlığa kutsallık atfetmesini ve iman, teslimiyet, ibadet gibi dînî tutumlarıyla kendisinin de bu kutsala ait olduğu hissini yaşamasını sağlar.558 Gerçekte dînî inanç ve değerlerin insan hayatındaki yeri ve fonksiyonları, bir başka dinin dışında, başka hiçbir şeyle karşılanamayacak kendine has bir anlam düzeyine sahiptir.559 Din, psikolojik açıdan, insana yapması ve yapmaması hususunda bir takım emirler veren insanüstü, yüce bir varlığa inanç şeklinde560 tanımlanabilir. Buradan anlaşılan, dinde uyulması gereken bir takım esaslar olduğu ve insanın, inanılana karşı yerine getirmekle kendisini yükümlü hissettiği bazı görevlerin (ibadetler, ahlâkî davranışlar) bulunduğuna inandığıdır.561 İman ancak duygu, düşünce562 ve davranışlara aksettirildiği ölçüde değer kazanır. Davranış, iradeli bir harekettir. Bu, ahlâk sahasında, şuurlu bir tercihe gücü yeten kimsenin sorumluluğunu taşıdığı bir hareket veya davranıştır. O, din ve ahlâkın birleştiği noktadır. İnsanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olmasında, olumlu şahsiyet özellikleri kazanmasında dinin etkisi büyüktür. Dinler, özellikle İslâm dini, uyulduğu takdirde insanları olumlu şahsiyet özelliklerine sahip kılacak esaslar içermektedir. Ancak bu özelliklere sahip olmanın yolu, dînî inançlara içten inanmaya, onları sevgiye dayanan bir eğitimle öğrenip benimsemeye ve uygulamaya bağlıdır.563 Bütün bunları gerçekleştirenler de müttakî kimsedir. Gerçek varlık sebebi ve spesifik karakteri itibariyle başka her türlü ferdî ya da sosyal kategoriye veya olaya icrası mümkün olmayan -kutsalla kurulan manevî güç, transantal ve ilâhî bağla belirlenen- dinin ve mükemmel şekliyle takvânın aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en mükemmel kanunlar ve en sıkı 558 Köse, “İman”, s. 215. 559 Hökelekli, a.g.e., s. 14. 560 Taplamacıoğlu, a.g.e., ss. 49- 51. 561 Peker, a.g.mk., s. 104. 562 Albayrak, a.g.e., s. 308. 563 Peker, a.g.mk., s. 105. 1 05 nizâmlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplin olduğu muhakkaktır. Dinin zayıflaması ahlâkî ve hukûkî suçların artmasına, giderek anarşizme yol açar. Dolayısıyla müttakî insan grupları toplumun tamamının refahı için kaçınılmazdır. Takvâ anlayışı toplumsal olarak benimsendiğinde toplum huzuru gerçekleşecektir. Çünkü çıkarlar ters düşse de yalan söylememek, hak yememek, haksızlık karşısında direnmek, işlenen suça karşı gerektiğinde affedici olabilmek, gönül kırmamak gibi birçok prensip sorumluluklarının bilincinde olan kişide bulunması gereken hasletlerdir. Aynı zamanda bu hasletler, erdemin ödülü, erdemin kendisi olduğu için yapma ve karşılığını âhirette Allah’tan bekleme gibi bir erdemi doğurur564 ki, bu da toplumda en çok ihtiyaç duyulan, insan olmak, ahlâk güzelliği, dürüstlük, işi ehline vermek ve kendi mesleğini hakkını vererek yapmak gibi toplumsal değer yargılarının bilincinde olan bireyleri565 kazanmak anlamındadır. Dengeli olmak şartı ile, çocuk eğitiminde de dînî bilginin büyük önemi vardır. Bu, çocukta Tanrı’ya imanın, çocuğun saf ve temiz ruhunda yüksek duyguların, fedâkarlığın, diğerkamlığın, karşılıksız sevmenin ve aşkın varlığın oluşumunu hazırlayan bir unsurdur. Yine insanı hep gören, duyan, bilen, yanında olan ve onu koruyan çok yüce bir gücün bulunduğuna iman, çocuk ruhundaki sahipsizlik duygusunu, gelecek endişesini ve kendinden güçlü varlıklar karşısında sürüklenebileceği kompleksleri ortadan kaldıran, en azından dengeleyen bir motivasyon unsurudur. Ayrıca, maddeyi ve hayatı kuşatan aşkın bir varlığa iman, çocukta mücerret (soyut) düşünmenin de temeli ve başlangıcı durumundadır. Böylelikle çocuk yaptığı iyiliğin kendi lehine, yaptığı kötülüğün kendi aleyhine olduğunun, ölümün ve hesap gününün bilincinde olarak hayatını düzenlemesini sağlar. Önünde sevgi olan bu yaşam felsefesi, karşılıksız ve koşulsuz sevmeyi, yapılan iyiliği çıkar aracı görmekten uzak ve iyiliği başa kakmaktansa yapmamayı tercih gibi harika bir anlayışı beraberinde getirir.566 564 Öz, a.g.tz., s. 73. 565 Öz, a.tz.,a.y. 566 Öz, a.g.tz., s. 67. 1 06 B- İslam Bilimleri Perspektifiyle “ V.k.y.” kökü, Kur’ân’da bütün türevleriyle 63 sûrede, 237 âyette, 258 defa geçmektedir.567 Takvâ kavramının Kur’ân-ı Kerîm’deki anlam alanı, Mekkî ve Medenî sûreler çerçevesinde iki ana grupta ele alınabilir. Her kavram gibi takvâ kavramı da tedrici olarak anlam değişikliğine uğramıştır. Ancak bu değişiklik takvânın sözlük anlamından uzaklaşmadan ama ona manevî unsurlar eklemek, şeklinde olmuştur. Ulaşılabildiği kadarıyla 253 hadiste geçmekte olan “v.k.y.” (وقي) maddesi bu hadislerde Allah’ın takvâsı ve insanın takvası gibi hakiki anlamlarının yanında mecazi kullanımlara da sahiptir. Müslümanın uyması gereken dînî hüküm ve kuralların bir kısmı fıkıh literatüründe fakihlar tarafından “fetvâ” kelimesi altında toplanmıştır. Fetvâ farz ya da vacib bir hüküm ifade eder. Çünkü büyük ecir veya büyük felaket temelde bu ikisine bağlıdır. Ancak fıkıhta farz ve vacibin dışında mendub, mübah, mekruh vb. hükümler de vardır. Buradan hareketle fıkıh kültüründe takvânın, farz ve vaciblere ilaveten diğer hükümlerde de dinin ritüellerini titizlikle gözetmeyi ifade ettiği söylenebilir. Teknik olarak imanın öznesi, iman eden yani mü’mindir.568 Özelde Kur’ân’ın görüşüne göre, nasıl biri “iman etmiş kişi”dir? İmanın tipik özellikleri nelerdir, yahut neler olmalıdır?569 “(Gerçek) Mü’minler ancak onlardır ki, ne vakit Allah anılsa, kalpleri ürperir ve O’nun âyetleri onlara okunduğu zaman imanlarını artırır ve ümitlerini Rabb’lerine bağlarlar (ve sadaka olarak) bizim kemdilerine bahşetmiş olduğumuzdan harcamada bulunurlar. Bunlar hakiki anlamda mü’min olanlardır.”570 567 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 848- 851. 568 Izutsu, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984, s. 118. 569 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 284. 570 el-Enfâl, 8/ 4. 107 Bu sözlü tanım, “kelimenin” gerçek anlamında “mü’min kişi”yi, sahiden müttakî, Allah’ın adının anılmasının bile kalbinde derin bir huşû hissi uyandırmaya yettiği ve tüm yaşamı o köklü dürüstlük hâlet-i ruhiyyesince tanzim olunan bir insan resmetmektedir. Bundan sonra verilecek âyet de takvânın daha ziyâde dış tezahürü ile alakalıdır.571 “(Hakiki mü’minler) pişman olup (Allah’a) rücu edenler, (O’na) kulluk edip, (O’nu) yücelten, oruç tutan, eğilen (rükû’), alnını yere koyan (secde), hayrı tavsiye eden, şerri yasaklayan, Allah’ın hudûdu dahilinde kalanlardır. (Gerçek) Mü’minlere müjde ver.”572 Takvâ, Allah’a boyun eğerek O’nun azabından sakınmak, cezayı gerektirecek davranışlardan nefsi uzaklaştırmak suretiyle cezadan korunmaktır.573 Takvâ, kişinin, kendisini Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzak durmasıdır.574 Takvâ, masivâdan sakınmaktır. Takvâ, bütün iyilikleri ve faziletleri kendinde toplayan bir haslettir. Takvânın hakikatı, Allah’a itâat ederek azabından sakınmaktır. “Falan kalkanı ile korundu” dendiği zaman bu mana kasdedilir. Takvâ’nın aslı, önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak, en son olarak da fuzulî ve lüzumsuz olan (mübah ve helal) şeyleri de terk etmektir.575 Takvâ tasavvufun temelidir.576 Takvâ, kulun, dışta Hakk’ın emirlerine, içte ise iradesine bağlanmasıdır.577 Azîz ve Celîl olan Allah’ın “Allah’tan hakkıyla korunun”578 kelamının tefsirinde, takvâ; Allah’a itâat olunması, fakat isyan olunmaması, zikredilmesi, fakat unutulmaması, şükrolunması, fakat küfrân-ı nimette bulunulmaması demektir, 571 Izutsu, a.e.,a.y. 572 et-Tevbe, 9/ 112. 573 el-Cürcânî, a.g.e., s. 129. 574 es-Sülemî, Ebû Abdirrahman Muhammed İbn el-Hüseyn (ö. 412/ 1021), et-Tabâkatü’s-Sûfiyye, Dâru Kitâbi’n-Nefîs, Sûriye, 1406/ 1986, s. 460 575 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 200. 576 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002, s. 337. 577 el-Kâşânî, Kemalüddîn Abdürrezzâk b. Ebi’l-Ganâim Muhammed (ö. 736/ 1335), Istılâhâtü’s- Sûfiyye, çev. Ekrem Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 67. 578 Âl-i İmrân, 3/ 102. 1 08 denilmiştir.579 Takvâ, nefsin, şeriatın isteklerine muhalefet etme arzusu karşınsında semâhat (boyun eğmeme) göstermesidir.580 Kettânî, “Dünya belâ üzerine, âhiret takvâ üzerine (bulunanlara) taksim olunmuştur. (Dünya ehlinin kısmeti belâ, cennet ehlinin kısmeti takvâdır.)” demiştir. Cerîrî, “Bir kimse kendisi ile Allah’ı arasındaki münâsebet hususunda takvâyı hâkim kılmazsa, keşf ve müşâhede mertebesine ulaşamaz.” der. İslâm’da, insan-ı kâmil, olgun, erdenli insan, müttakî ve uyumlu şahsiyetin işinde ve düşüncesinde âdil, iyi niyetli, sömürmeyen, sömürülmeyen, sadık ve iffetli olması, sahip olduğu ya da olacağı söz konusu sıfatların en önemli gereklerindendir. İnsan-ı kâmil, âlem-i ekber’in (Allah’ın) bütün kemallerini kendinde bulundurduğu için âlemi asgar(küçük alem)dir. Halifeliği de bundan dolayı hak etmiştir. Âlem bir ayna gibidir, insan-ı kâmil bu aynanın cilâsıdır.581 İbn Arabi’ye göre, âlem önce ruhsuz bir karaltı şeklindeydi. Cilasız bir aynaydı. Bu aynayı cilalamak gerekti ve Âdem yaratıldı. O bu aynanın cilası ve ruhu oldu.582 Allah Âdem’i kendi suretinden yarattı.583 Bu durum Hz. Âdem’den sonra da devam etmiş, velî ve nebiler bu özelliği yaşatmışlardır.584 İnsan-ı kâmil Hakk ile halk arasında bir köprü vazifesi görür. Gerçek insan-ı kâmil olan Hz. Peygamber ile onun vârisi olan insan-ı kâmillerin bir özelliği de Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olması bakımından ahlâkî kemale sahip bulunmasıdır. İnsan-ı kâmil şeriat, tarikat, hakikat ve mârifet itibariyle tam ve ergin olan kişidir. Kâmil insanın sözleri doğru, işleri iyi, ahlâkı güzeldir, mârifet sahibidir, yani eşyayı ve ondaki hikmetleri gereği gibi bilir. Esasen sülûkün amacı da söz konusu dört unsuru kemale erdirmekten ibarettir.585 Kur’ân, takvâyı kalbe nisbet ettiği gibi586 Hz. 579 Kuşeyrî, a.g.e., s. 200. 580 ed-Dıhlevî, Şah Veliyullâh, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I-II, çev. Mehmet Erdoğan, 2.bs., İz Yayıncılık, İstanbul, 2001, II, 214; ayrıca bkz. Yörükân, Yusuf Ziya, Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerîm’den Ayetlerle İslam Esasları, 2.bs., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002, s. 227 vd. 581 Kara, a.g.e., s. 111. 582 İbnü’l-Arabî, a.g.e., ss. 49, 50. 583 el-Buhârî, a.g.e., “el-İsti’zân”, 1. 584 Kara, a.e., a.y. 585 Aydın, “İnsan-ı Kamil”, s. 331. 586 el-Hacc, 22/ 32; el-Hucurât, 49/ 3. 1 09 Peygamber de takvânın kalbde bulunduğuna işaret eder.587 Bu ise nefsi koruma ve nefisle mücadele melekelerinin kalbde bulunduğunun açık bir delilidir. Âyetlerde kalbe nisbet edilen588 akletmek,589 anlamak,590 tefekkür ve tedebbür etmek,591 vahiy ve ilhâma mahal olmak592 gibi hususiyetlerin genel toplamı, fıtrî takvânın temelini oluşturmaktadır. Bu anlamda bütün insanlarda takvâ tohumları -başlangıç itibariyle- mevcut demektir.593 Söz konusu melekeler çakıştırılırsa korunma kabiliyeti gelişecek aksi halde körelecektir.594 Nitekim, Kur’ân, kalbin, paslı,595 kilitli596 ve hatta mühürlü597 olmasından bahsederken aynı zamanda bunlara paralel olarak598 kalbin körleşeceğinden,599 anlayış ve idrakinin kaybolacağından da söz eder.600 Bu ise nefsin korunmasının ancak kalbin fonksiyonlarının gereği gibi çalışmasıyla mümkün olabileceğini gösterir. Muhtelif âyetlerde namaz, oruç ve benzeri ibadetlerin takvâya ulaştıracağından601 sözedilmesi,602 başta Allah zikri olmak üzere tüm emir ve tavsiyelerin insan gönlünü diri tutmaya yönelik olduğu sonucuna götürür. Hz. Peygamberin günahların kalbi karartacağına dair603 uyarısı604 ise Allah’ı unutmanın tabii bir sonucu olarak emredileni yapmamak ya da yasaklanan hâl ve davranışlar içinde bulunmak gibi menfî davranışların takvâ duyularını iş göremez hâle getireceğinin bir beyanıdır.605 587 Müslim, a.g.e., “el-Birr”, 32; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Birr”, 18. 588 Ergül, a.g.e., s. 270. 589 el-Hacc, 22/ 46. 590 el-A‘râf, 7/ 179. 591 Muhammed, 47/ 24. 592 el-Bakara, 2/ 97; eş-Şu‘arâ, 26/ 194. 593 eş-Şems, 91/ 8. 594 Ergül, a.g.e., s. 270. 595 el-Mutaffifîn, 83/ 14. 596 Muhammed, 47/ 24. 597 el-Bakara, 2/ 7; el-A‘râf, 7/ 100. 598 Ergül, a.e., a.y. 599 bkz. el-Hacc, 22/ 46. 600 et-Tevbe, 9/ 87. 601 Ergül, a.e., s. 271. 602 bkz. el-Bakara, 2/ 21, 183. 603 Ergül, a.e., a.y. 604 et-Tirmizî, a.g.e., “et-Tefsîr”, 83; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 29. 605 Ergül, a.e.,a.y. 110 Hz. Peygamber’in (s.) takvâ anlayışının bir yönünü de O’nun İlâhî hudûda riâyet konusundaki dikkat ve titizliği teşkil eder. İlâhî emirleri yerine getirme, yasaklardan kaçınma konusunda, kişiyi Allah’tan uzaklaştırabilecek her şeyden uzak606 durmak takvânın değişmez ölçüsüdür. Sadece büyük günahları terk etmekle tamamlanmış ve kemale ermiş olmaz; küçük günahları ve Allah’tan gafil olmayı da terk etmek gerekir. Büyük, küçük, gizli, açık, bütün günahları terk edip kalbini her türlü kötü arzu, his ve düşünceden arındırmadıktan sonra insan gerçek takvâya erişemez.607 Temelde ittikâ iki kısımdır. Birinci kısmı salihlerin, âbidlerin ve zâhidlerin ittikâsıdır. Onlar, kıyâmet gününü düşünürler, orada olacak muhakeme ve muhasebeyi akıllarına getirir, huzuru ilâhide bütün yaptıklarından sorulacaklarını, bütün fiil ve hareketlerinin hesabını vereceklerini hatırlarına getirir, Rasûller önünde, veliler yanında bütün suçlarının ve kabahatlerinin meydana çıkacağını, bütün günahlarının ve ayıplarının açıklanacağını ve mahşer halkı içerisinde mahcup ve perişan olacaklarını tefekkür ve tezekkür ederek, dâima bunun endişesi altında yaşarlar. Zira, bu zevat bütün yaptıklarının kıyâmet günü havaya gitmesinden ve herkesin kendilerine gülmesinden çekinirler. İttikânın ikinci kısmı ise, arifler takvâsıdır. Bu zevat-ı âlikadrin bütün endişesi de, kendilerine can damarlarından yakın olan Allah Teâlâ’ya karşı mahcup olmamak ve: “Ey kulum… Ben, seninle idim… Sen kiminle idin?” Hitabında muhatap bulunmamaktır, onlar yalnız bundan korkarlar. Bu zevat için ne cehennem endişesi ve nâr korkusu, ne de cennet ümidi, Hûri ve Gılman hayali bahis konusu değildir. Onlar, ancak Allah rızâsını ve Cemâl-i İlâhî’yi kaybetmekten, ondan mahrum olmaktan korkarlar. İttikânın temelindeki endişe ancak budur.608 606 Yetik, a.g.mk., s. 133. 607 Er, M. Emin, a.g.e., s. 179. 608 Ozak, III, 116- 177; ayrıca bkz. Yılmaz, a.g.e., ss. 98- 100; Güleç, a.g.mk, ss. 149- 150. 111 İKİNCİ BÖLÜM KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMI Çalışmanın ana bölümünü oluşturan “Kur’ân’da Takvâ Kavramı Bölümü”, çalışmanın adına uygun olarak “Takvâ”nın Kurânî yönünü ve arka planını inceler. Bölümde öncelikle kavramın etimolojik ve semantik çerçevesi ele alınmış ve anlan alanı üzerinde durulmuştur. Çok geniş bir literatüre sahip olması ve Kur’ân’da en çok geçen kavramlardan olması “Takvâ”nın bu alanda incelenmesinin derinlemesine ele alınmasını gerektirmiştir. Bu nedenle “Kur’ân’da Takvâ Kavramı Bölümü” tahlil noktasında “Öznesine”, “Nesnesine” ve “Yüklemine Göre” çeşitleriyle ele alınmış ayrıca “Kur’ân’da Takvânın Hedefleri”ne değinilerek temelde takvânın amacı okuyucuya sunulmaya çalışılmıştır. I- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ TANIMI Bu bölümde Kur’ân’da takvâ kavramının yapısal özellikleri ve anlam sahası incelenmiştir. Kavramın, biçim yönüyle ele alınması Kur’ân’da yer aldığı âyet, sûre sayısını; anlam yönüyle incelenmesi ise sözkonusu âyetlerde sahip olduğu anlamı içermektedir. A- Biçim Yönüyle: “Kur’ân’da “V.k.y.” Maddesi ve Türevleri” “V.k.y.” kökü, Kur’ân’da bütün türevleriyle 63 sûrede, 237 âyette, 258 defa geçmektedir.1 Bu kullanımlar, isim, mastar, emir ve fiil şeklindedir. “v.k.y.” maddesinin fiil olarak yer aldığı âyetlere bakıldığında sülâsî kullanımlarının sülâsî mücerred kalıplardan 2.bab’dan; mezîd kullanımlarının ise mezîd fiillerden ifti‘âl bab’ından 1 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 848- 851. 112 geldiği görülür. “v.k.y.” kökünün sülâsî kullanımları, 5,تقيكم 4, وقا هم 3,وقا ه 2,وقا نا şeklinde ma‘lum ve 6يوق şeklinde meçhûl fiil olarak toplam 13 âyette 14 kez geçmektedir. Mezîd fiiller ise اتقوا 7,اتقي(vav’ın cezmiyle),8 13,اتقين 12,يتقي 11,يتقون 10,تتقون 9,اتقيتن şeklinde toplam 63 âyette 66 kere kullanılmaktadır. “v.k.y.” maddesinin emir kullanımlarına gelince, sülâsiden yapılan emirleri, 7 17 ,قنا 16,قهم 15,قوا 14,تق âyette 7 defa; mezîd fiillerden yapılan emirleri de اتقوا(vav’ın dammıyla),18 اتقون 19,اتقوه (nun’un kesriyle),20 تتقوا 22,فليتقوا21,اتق .kâf’ın cezmiyle), 25 şeklinde 98 âyette 100 kez geçmektedir) يتقه 24,يتق 23, 2 et-Tûr, 52/ 27. 3 el-Mü’min, 40/ 45. 4 ed-Duhân, 44/ 56; et-Tûr, 52/ 18; el-İnsân, 86/ 11. 5 en-Nahl, 16/ 81. 6 el-Haşr, 59/ 9; et-Teğâbün, 64/ 16. 7 el-Bakara, 2/ 189, 203; Âl-i İmrân, 3/ 76; en-Nisâ, 4/ 77; el-A‘râf, 7/ 35; en-Necm, 53/ 32; el-Leyl, 92/ 5. 8 el-Bakara, 2/ 103, 212; Âl-i İmrân, 3/ 15, 172, 198; el-Mâide, 5/ 65, 93; el-A‘râf, 7/ 96, 201, Yûsuf, 12/ 109; er-Ra‘d, 13/ 35; en-Nahl, 16/ 30, 128; Meryem, 19/ 72; ez-Zümer, 39/ 20, 61, 73. 9 el-Ahzâb, 33/ 32. 10 el-Bakara, 2/ 21, 63, 179, 183; el-En‘âm, 6/ 153; el-A‘râf, 7/ 65, 171; Yûnus, 10/ 31; en-Nahl, 16/ 52; el-Mü’minûn, 23/ 23, 32, 87; eş-Şu‘arâ, 26/ 106, 124, 142, 161, 177; es-Saffât, 37/ 124; el- Müzzemmil, 73/ 17. 11 el-Bakara, 2/ 187; el-En‘âm, 6/ 32, 51, 69; el-A‘râf, 7/ 156, 164, 169; el-Enfâl, 8/ 56; et-Tevbe, 9/ 115; Yûnus, 10/ 6, 63; Yûsuf, 12/ 57; Tâhâ, 20/ 113; eş-Şu‘arâ, 26/ 11; en-Neml, 27/ 53; ez-Zümer, 39/ 28; el-Fussilet, 41/18. 12 ez-Zümer, 39/ 24. 13 el-Ahzâb, 33/ 55. 14 el-Mü’min, 40/ 9. 15 et-Tahrîm, 66/ 6. 16 el-Bakara, 2/ 201; Âl-i İmrân, 3/ 16, 191. 17 el-Mü’min, 40/ 7, 9. 18 el-Bakara, 2/ 24, 48, 123, 189, 194, 196, 203, 223, 231, 233, 278, 281, 282; Âl-i İmrân, 3/ 50, 102, 123, 130, 131, 200; en-Nisâ, 4/ 1, 131; el-Mâide, 5/ 2, 4, 7, 8, 11, 35, 57, 88, 96, 100, 108, 112; el- En‘âm, 6/ 155; el-Enfâl, 8/ 1, 25, 69; et-,Tevbe, 9/ 119; Hûd, 11/ 78; el-Hicr, 15/ 69; el-Hacc, 22/ 1; eş-Şu‘arâ, 26/ 108, 110, 126, 131, 132, 144, 150, 163, 179, 184; Lokmân, 31/ 33; el-Ahzâb, 33/ 70; Yâsîn, 36/ 45; ez-Zümer, 39/ 10; ez-Zuhruf, 43/ 63; el-Hucurât, 49/ 1, 10, 12; el-Hadîd, 57/ 28; el- Mücâdele, 58/ 9; el-Haşr, 59/ 7, 18; el-Mümtanine, 60/ 11; et-Teğâbün, 64/ 16; et-Talâk, 65/ 1, 10. 19 el-En‘âm, 6/ 72; el-‘Ankebût, 29/ 16; er-Rûm, 30/ 31; Nûh, 71/ 3. 20 el-Bakara, 2/ 41, 197; en-Nahl, 16/ 2; el-Mü’minûn, 23/ 52; ez-Zümer, 39/ 16. 21 el-Bakara, 2/ 206; el-Ahzâb, 33/ 1, 37. 22 en-Nisâ, 4/ 9. 23 el-Bakara, 2/ 224; Âl-i İmrân, 3/ 28, 120, 125, 179, 186; en-Nisâ, 4/ 128, 129; el-A‘râf, 7/ 63; el- Enfâl, 8/ 29; Muhammed, 47/ 36. 24 el-Bakara, 2/ 282, 283; Yûsuf, 12/ 90; et-Talâk, 65/ 2, 4, 5. 25 en-Nûr, 24/ 52. 113 “V.k.y.” maddesinin bunların dışında kalan kullanımları isim mastar, ism-i fâil ve ism-i tafdîl şeklindedir. Bunlar; 28,تقواهم27,تقواها 26,تقوي şeklinde 17 âyette 17 defa isim; 31,تقاته 30,تقيا 29,تقاة şeklinde 5 âyette 5 kez mastar; واق (Allah’ın için),32 şeklinde 2 âyette 2 36,اتقاآم 35,االتقي ;şeklinde 52 âyette 52 kere ism-i fâil 34,المتقوان 33,المتقين defa yer almaktadır. B- Anlam Yönüyle: “Kur’ân’da “V.k.y.” Maddesinin Semantik Kadrosu” Takvâ kavramının Kur’ân-ı Kerîm’deki anlam alanı, Mekkî ve Medenî sûreler çerçevesinde iki ana grupta ele alınabilir. Her kavram gibi takvâ kavramı da tedrici olarak anlam değişikliğine uğramıştır. Ancak bu değişiklik takvânın sözlük anlamından uzaklaşmadan ama ona manevî unsurlar eklemek, şeklinde olmuştur. Cahiliye arab şiirlerinde kişinin kendisine, ona zarar verecek şeyden araya engel koymak sûretiyle koruması anlamında olan takvâ kelimesi, İslâm’ın ilk yıllarında, mü’minin, evâmire imtisal ve nehâviden ictinâb ile kendisini Allah’ın azabından sakınması anlamını içerirken daha sonraları emirlere itâat ve nehiylerden kaçınmaya ilaveten şüphelilerden sakınmak ve kalbi Hakk’tan alıkoyan her şeyden uzaklaşmak manasını da barındıracak bir semantik genişliğe ulaşmıştır. 26 el-Bakara, 2/ 197, 237; el-Mâide, 5/ 2, 8; el-A‘râf, 7/ 26; et-Tevbe, 9/ 108, 109; Tâhâ, 20/ 132; el- Hacc, 22/ 32, 37; el-Feth, 48/ 26; el-Hucurât, 49/ 3; el-Mücâdele, 58/ 9; el-Müddesir, 74/ 56; el- ‘Alak, 96/ 16. 27 eş-Şems, 91/ 8. 28 Muhammed, 47/ 17. 29 Âl-i İmrân, 3/ 28. 30 Meryem, 19/ 13, 18, 63. 31 Âl-i İmrân, 3/ 102. 32 er-Ra‘d, 13/ 34, 37; el-Mü’min, 40/ 21. 33 el-Bakara, 2/ 2, 66, 180, 194, 241; Âl-i İmrân, 3/ 76, 115, 133, 138; el-Mâide, 5/ 27, 46; el-A‘râf, 7/ 128; et-Tevbe, 9/ 4, 7, 36, 44, 123; Hûd, 11/ 49; el-Hicr, 15/ 45; en-Nahl, 16/ 30, 31; Meryem, 19/ 85, 97; el-Enbiyâ, 21/ 48; en-Nûr, 24/ 34; el-Furkân, 25/ 74; eş-Şu‘arâ, 26/ 90; el-Kassas, 28/ 83; Sâd, 38/ 28, 49; ez-Zümer, 39/ 57; ez-Zuhruf, 43/ 35, 67; ed-Duhân, 44/ 51; el-Câsiye, 45/ 19; Kâf, 50/ 31; ez- Zâriyât, 51/ 15; et-Tûr, 52/ 17; el-Kamer, 54/ 54 ;el-Kalem, 68/ 34 ; el-Hâkka, 69/ 48; el-Mürselât, 77/ 41; en-Nebe’, 78/ 31. 34 el-Bakara, 2/ 177; el-Enfâl, 8/ 34; er-Ra‘d, 13/ 35; el-Furkân, 25/ 15; ez-Zümer, 39/ 33; Muhammed, 47/ 15. 35 el-Leyl, 92/ 17. 36 el-Hucurât, 49/ 13. 1 14 Kur’ân’da 258 yerde geçmekte olan takvâ kavramı 237 âyete bina edildiği için anlam sahasını net ve kesin çizgilerle belirlemek oldukça zordur. Müfessirlerin özellikle vurguladığı anlamıyla Kur’ân’da takvâ: “İnsanın kendisini Allah’ın vikâyesine koyarak, âhirette zarar ve eleme neden olacak her şeyden titizlikle sakınması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılmasıdır.”37 Kur’ân’da ilk olarak şirkten sakınmak38 ve ardından iman etmekle39 başlayan takvâ mertebeleri, büyük günahkardan kaçınmak ile devam etmekte40 ve nihayet küçük günahlarda da ısrar etmekten41 kendini alıkoymak ve böylelikle müttakî vasfını42 elde etmek sûretiyle dünya ve âhirette mutluluğa erişmekle43 son bulmaktadır. Takvâ kavramı tabiri câizse Kur’ân’ın belkemiğini oluşturan kavramlardan birisidir. Kur’ân’da 258 yerde geçmesi de onun bu açıdan önemini ortaya koymaktadır. Takvâ kelimesi ve iştikakları yukarıda belirttiğimiz anlamlara paralel olarak Kur’ân’da beş temel kavramın anlamını barındırmaktadır. Bunlardan ilki “tevhid” kavramıdır:44 “Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah’ındır. And olsun ki, sizden önce kitab verilenlere ve size de, Allah’tan sakınmanızı tavsiye ettik. İnkâr ederseniz bilin ki, göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ındır.”45 İkinci olarak takvâ “haşyet”46 anlamında kullanılır:47 “Ey İnsânlar! …Rabb’inizden sakının.”, 48 “Kardeşleri Nûh onlara: “Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” dedi.”49 eş-Şu’arâ sûresinde yer 37 el-Âlûsî, Ebû’s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd b. Abdillah b. Mahmûd el-Hüseynî (ö.1270/ 1854), Ruhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XV, tah. Alî Abdülbârî ‘Atiyye, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1422/ 2001, I, 101; Elmalılı, a.g.e., I, 156. 38 Meryem, 19/ 97. 39 el-Enbiyâ, 21/ 48; benzer bir âyet için bkz. Kâf, 50/ 33. 40 el-Bakara, 2/ 278, 279; Âl-i İmrân 3/ 130, 131. 41 Âl-i İmrân 3/ 135. 42 el-A‘râf, 7/ 201. 43 Kâf, 50/ 31-32; Zâriyât, 51/ 15. 44 ed-Dâmağânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Kebîr (ö. 478/ 1085), el-Vucûh ve’n-Nezâir li Elfâzi Kitabillâhi’l-Azîz, tah. Abdülhamîd Alî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003, s. 87; İbnü’l-Cevzî, Ebû’l-Ferec Cemâlüddin Abdurrahman b. Alî b. Alî b. Muhammed el- Bağdâdî (ö.597/ 1201), Nüzhetü’l-A‘yun en-Nevâzir fî ‘İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, tah. Muhammed Abdülkerîm Kâzım er-Râzî, 3.bs., Müessetü’r-Risâle, Beyrût, 1407/ 1987, s. 220. 45 en-Nisâ, 4/ 131. 46 el-Müncîd fî’l-Luğati ve’l-A‘lâm, Dâru’l-Maşrık, Beyrût, 2002, s. 915. 47 ed-Dâmağânî, a.g.e., a.y.; İbnü’l-Cevzî, a.g.e., a.y. 48 en-Nisâ, 4/ 1; el-Hacc, 22/ 1. 49 eş-Şu‘arâ, 26/ 106. 115 alan bu âyetin benzerleri aynı sûrede Hz. Hûd, Hz. Salih, ve Hz. Şu‘ayb’ın kıssalarını aktarırken geçmektedir. Kur’ân’da takvâ, “isyanı terk50 ve ma‘siyetten sakınma”51 anlamlarında geçmektedir: “…Allah’tan sakının”52, yani kendisiyle emrolunduğunuz şeyde Allah’a isyan etmekten sakının, demektir.53 Bu saydıklarımızın dışında takvâ Kur’ân’da “ibadet” manasına da gelmektedir:54 “…İnsânları uyarın ki, Benden başka ilâh yoktur, Benden sakının.”,55 “…Ben de Rabb’inizim; öyleyse Benden sakının.”56 Takvânın son olarak değinilecek Kur’ânî manası “ihlas”dır:57 “…Şüphesiz ki o kalplerin takvâsındandır.”,58 “…O kimseler Allah’ın gönüllerini takvâ ile imtihân ettiği kimselerdir.”59 II- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ TAHLİLİ “Kur’ân’da Takvâ Kavramının Tahlili Bölümü” daha önce de değinildiği üzere kavramın genişliği nedeniyle “Öznesi”, “Nesnesi” ve “Yüklemine Göre” ele alınmış ve kavram bütün yönleri sunulmaya çalışılmıştır. “Öznesi Bölümü” “Allah’ın Takvâsı” ve “İnsânın Takvâsı” şeklinde; “Nesnesi Göre Takvâ Kavramı Bölümü” “Takvânın Soyut ve Somut Nesneleri” çerçevesinde ele alınmış; “Yüklemine Göre Takvâ Kavramı Bölümü”nde ise kavramın eş ve zıt kullanımları ile anlam sahası belirlenmiş ve takvânın Kur’ânî bağlamı saptanmıştır. A- Öznesine Göre “Takvâ” Kavramı Takvâ kavramına öznesine göre bakıldığında “Allah, insan ve alem” üçlüsünden Allah ve insanı içerdiği görülür. Çünkü takvâ kavramı da her kavram gibi 50 İbnü’l-Cevzî, a.e., a.y. 51 ed-Dâmağânî, a.e., a.y. 52 el-Bakara, 2/ 189. 53 ed-Dâmağânî, a.e., a.y. 54 ed-Dâmağânî, a.e., a.y; İbnü’l-Cevzî, a.e., a.y. 55 en-Nahl, 16/ 2. 56 el-Mü’minûn, 23/ 52. 57 ed-Dâmağânî, a.e., 88; İbnü’l-Cevzî, a.e., a.y.; ayrıca bkz. Özsoy - Güler, Ömer İlhami, Konularına Göre Kur’ân: Sistematik Kur’ân Fihristi, 7.bs., Fecr Yayınları, Ankara, 2004, ss. 388- 391. 58 el-Hacc, 22/ 32. 59 el-Hucurât, 49/ 3. 116 iki yöne sahiptir ve bu yönlerden Allah açısından bakıldığında “koruma, himaye altına alma, eğitme”; insan açısından bakıldığında “Allah hakları ve insan hakları” üst başlıklarına sahip olduğu görülür. 1- Allah’ın “Takvâ”sı “Allah’ın takvâsı” insanı himaye alt yapısına dayandığı için dünya ve âhirette sürekliliğini koruyan bir süreçtir. İnsan için de hem dünya hem de âhiret hayatı Allah’ın koruması çerçevesinde olduğu sürece gerçek ve manevî anlamını bulur. Hakiki mü’minler bunu arzular ve ararlar. a- Dünya’da Allah Teâlâ insanlara ebedî mutluluğu sunmak için onları dünyada uyarır ve onlara sürekli olarak elçileriyle olumlu yönde teşvikte bulunur. Yaratıcı ve Eğiticinin bu tebliği saadete motivasyonun bir parçası olmakla birlikte teşviğin sahibinin bağlılarını asla yalnız bırakmayarak desteğini esirgememesi va’dinin gerçekliğini gözler önüne serer. Ayrıca son aşamada müttakîleri kendine dost edinmesi fâcirlere doğru yolun başka açılardan kesinliğinin bir göstergesidir. aa- Eğitim-öğretim (“Tebliğ”) Allah Teâlâ’nın “Rabb” vasfının “terbiye” manası, diğer manalarından meşhurdur.60 Bu sebebten “Rabb” vasfında, istilâ (mertebece yükseklik), ‘inâyet (dikkat, gayret, lütuf), tedbir, zabt, tasarruf, telkin, irşâd, teklif, emretme, nehyetme, terğib (teşvik, özendirme), terhib (korkutma, sakındırma), taltif (mükâfatlandırma), tekdir (azarlama) gibi terbiyenin bütün unsurları bulunur.61 Rabb, itâat olunan efendi, sahib, mâlik, olandır; yaratma ve emretmenin gerçek sahibi;62 insanları hayır ve şerlerle terbiye ve idare edip kemale erdiren63 Allah’tır:64 60 el-Âlûsî, a.g.e., I, 77. 61 Elmalılı, a.g.e., I, 63. 62 et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (ö. 310h.), Câmi’u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, I- XXX, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1420/ 1999, I, 62. 63 el-Âlûsî, a.e., I, 77. 64 Cebeci, a.g.e., s. 62. 117 “Rabb’iniz olan Allah’tan ittikâ edin.”65 Gerek rubûbiyetteki nimet verme ve ikrâm etmenin yok olmasından korkarak,66 gerek terbiyenin gereği olan cezalanma hâline düşmekten çekinerek bu vasfın sahibi Allah Teâlâ’dan ittikâ gerekir. Âyette Rabb vasfının zikredilmesi “ittikâ” emrini kuvvetlendirmek ve onu teşvik içindir.67 Rabb’den ittikâ’ya çağıran bir başka âyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Sizi tek kişiden yaratan Rabb’inizden ittikâ edin…”68 Kur’ân-ı Kerîm’de bu hitâb ile başlayan iki sûre vardır ki, bunlardan birisi, bu sûre yani en-Nisâ sûresidir ve bu sûre Kur’ân’ın ilk yarısının dördüncü sûresidir. Sonra Allah Teâlâ, bu sûrede “ittikâ ediniz” emrini, mebde’in, yani yaratılışın başlangıcını bilmeye delâlet eden hususa bağlamıştır ki, bu, kendisinin insanları tek bir nefisten yaratmış olmasıdır. Bu da yaratıcının ve eğiticinin, kudretinin, ilminin, hikmet ve celâlinin mükemmel olduğunu gösterir. İkincisi olan el-Hacc sûresindeki “ittikâ ediniz” emrini de, meâd, yani âhiret bilgisinin kemaline delâlet eden şeye bağlamıştır ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın “Çünkü o sa’atin zelzelesi müthiş bir şeydir.”69 ifadesidir. Ayrıca el-Hacc sûresi de Kur’ân’ın ikinci yarısının dördüncü sûresidir. Böylece Allah Teâlâ, bu iki sûrenin evvelini “mebde” ve “meâd” bilgilerine bir delil yapmıştır. Bütün insan tiplerini, tek bir nefisten yaratmak, kudretin ne kadar mükemmel olduğuna en ileri derecede bir delildir. İnsanların tek bir nefisten yaratılmasına rağmen aralarındaki farklılıklar, âlemin müdebbirinin her türlü mümkinata kâdir, her türlü malûmatı bilen; âlim bir Fâil-i Muhtâr (irade ve ihtiyarı olan bir fâil) olduğuna delâlet eder. Bu durumda da O’nun tebliğ çerçevesinde bize bildirdiği tekliflerine, emir ve nehiylerine inkiyâd etmemizi gerektirir.70 Buradaki ittikâ emri, küfür, masiyet ve sâir kabaihten ictinâbı kapsamanın yanında Allah’ın ve insanların hukûkuna riâyeti de içine 65 et-Talâk, 65/ 1; benzer âyetler için bkz. el-Bakara, 2/ 182, 183; el-Hacc, 22/ 1. 66 er-Râzî, Ebû Abdillah Fahruddîn Mahmûd b. Ömer b. Hüseyn et-Taberistânî (ö.606/ 1210), Mefâtihu’l-Ğayb, I-XXXII, el-Matba’atü’l-Behiyye, Mısır, 1934- 1938, XXX, 32. 67 el-Bursevî, İsmâ‘îl Hakkı (ö. 1137/ 1725), Ruhu’l-Beyân, I-X, Cümle Yayınları, İstanbul, ts., X, 28; el-Âlûsî, a.g.e., III, 56, XXVIII, 133, XIV, 328. 68 en-Nisâ, 4/ 1. 69 el-Hacc, 22/ 1. 70 er-Râzî, a.g.e., IX, 164- 165. 1 18 alır.71 Yani, “Rabb’inizin terbiye ve koruma hükmüne giriniz, emrine karşı koymaktan sakınıp genellikle inzibata (emniyet, sağlamlık, düzen) tabi olunuz, azabından korununuz. O Rabb’iniz ki, sizi tek bir nefisten bir şahıstan yarattı. Dolayısıyla aslen hepiniz, bir babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız. Ve bir yaratıcının yaratıklarısınız. Bu ilkeler üzerinde hukûk esaslarınızı insanlık hakikatına ve terbiye temeline dayandırarak kardeşlik hukûkuna uymalı ve Rabb’inizin emrine karşı hareket etmekten sakınmalısınız”,72 demektir. Yüce Allah, akıl sahibi olan insanlara, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan, O’nu tevhid ederek ibadet etmek ve kul hakları ile ilişkisi bulunan bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan kaçınma emrini vermekte ve bu emirleri yerine getirmeye sevk edecek şekilde takvâ emrini bir defa daha pekiştirmektedir. Bunu ise nimetleriyle onları besleyip büyütüp, ihsan ve lütuflarıyla onlara bol bol nimet verip,73 tebliğ vasıtasıyla eğitip, kendisinin rubûbiyyetini muhatablarına izâfe edip hatırlatmakla tekîd etmektedir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın diğer bazı vasıfları da ittikâ emrini takiben gelerek, âdeta “Rabb” vasfı ile ifade edilen bu unsurlar parça parça o vasıflarda açıkça beyân edilmiştir. İyi bir terbiyeci, bilgili, haberdar, titizlikle gözleyici, takib edici, yerine göre bağışlayıcı, yerine göre şiddetle cezalandırıcı olmalı. Cenâb-ı Allah, birçok âyette bu manaları taşıyan isimlerini hatırlatarak “ittikâ”yı emreder:74 “Allah’tan ittikâ, edin; çünkü Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.”75 Hem Allah’ın insanlara yüklediği her türlü vazifeleri yaparak, yani yarın için hazırlığını 71 et-Taberî, a.g.e., IV, 296; el-Mâturîdî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, I-V, tah. Fâtımetü Yûsuf el-Haymî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1425/ 2004, I, 351; el-Kuşeyrî, Letâifü’l- İşârât, tah. Abdüllâtif Hasen Abdurrahman, I-III, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1420/ 2000, I, 194; el-Bursevî, a.g.e., II, 159; el-Âlûsî, II, 391; et-Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin (ö. 1401/ 1981), el-Mizân fî Tefsîri’l-Kur’an, I-XXII, Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1417/ 1997, IV, 138; Vecdi, Muhammed Ferîd b. Mustafâ Vecdi b. Alî Reşâd, Safvetü’l-‘İrfân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Matba’atü’ş-Şa‘ab, Kâhire, 1321/ 1903, s. 104. 72 Elmalılı, a.g.e., II, 457. 73 ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru’l-Münir, I-XXXII, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1411/ 1991, IV, 222. 74 Cebeci, a.g.e., s. 63. 75 el-Haşr, 59/ 18; benzer bir âyet için bkz. el-Mâide, 5/ 8. 119 yaparak, hem de O’nun haberdarlığını bilip günahlardan geri durarak76 Allah’tan ittikâ gerekir.77 O, haberdar olmadan öte, her şeyi bilicidir: “Allah’tan ittikâ edin ve biliniz ki, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”78 Bilgisi sadece görünen şeylerle sınırlı değildir, gizlilikleri de bilir:79 “Allah’tan ittikâ edin, çünkü80 şüphesiz ki, Allah göğüslerde olan sırrı dahi hakkıyla bilicidir.”81 O’nun ilmi kuru bir ilim değildir, hikmetle komşu ve dosttur. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.)’a itikada sebat ve devamı emrederken82 bu yakınlığa vurgu yapar: “Ey Peygamber! Allah’tan sakın, inkarcılara ve ikiyüzlülere uyma. Allah şüphesiz bilendir, hikmet sahibidir.”83 Kezâ ilim işitme vasfından da ayrı düşünülemez: “Allah’tan ittikâ edin; çünkü Allah işiten ve bilendir.”84 Binâenaleyh bütün söylediklerinizi işitir, bütün yaptıklarınızı bilir, ona ve göre sizleri cezalandırır.85 Dolayısıyla “Allah’tan ittikâ edin ve bilin ki, hiç şüphe edilmeyecek şekilde, o Allah yaptıklarınızı görüyor.”86 Allah’ın bilmesi, işitmesi, görmesi bir hikmete mebnidir. Bütün bunlar beraberinde hesaba çekilmeyi getirir. Hesabın hedefi de ya ceza ya da 76 et-Taberî, a.g.e., VI, 195; el-Mâturîdî, a.g.e., II, 21; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 495; er-Râzî, a.g.e., XXIX, 291; el-Beydâvî, Nâsirüddîn Ebû Sa’îd (Ebû Muhammed) Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö. 685/ 1286), Envârü’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003, II, 483; en-Nesefî, Ebû’l-Berekât Hafizüddîn Abdullâh b. Ahmed b. Mahmûd (ö. 710/ 1310), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiki’t-Te’vîl, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1421/ 2001, I, 310; el- Âlûsî, a.g.e., XIV, 253; el-Bursevî, a.g.e., II, 358, IX, 429; el-Maverdî, Tefsîru’l-Maverdî, tah. Seyyid Abdülmaksûd b. Abdirrahîm, I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1992/ 1412, V, 510; Ebû’s- Su’ûd, Muhammed b. Muhammed Muhyiddîn el-‘İmâdî (ö. 982/ 1574), İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitabi’l-Kerîm: Tefsîru Ebû’s-Su‘ûd, I-IX, 4.bs., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1414/ 1994, III, 12; et-Tabâtabâî, a.g.e., XIX, 227; Elmalılı, a.g.e., VII, 237. 77 Cebeci, a.e., s. 64. 78 el-Bakara, 2/ 231. 79 Cebeci, a.e., a.y. 80 Elmalılı, a.g.e., III, 113. 81 el-Mâide, 5/ 7. 82 ez-Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl (ö. 311/ 923), Me‘âni’l-Kur’ân ve İ’râbuhu, tah. Abdülcelîl Abduh Şelebî, I-V, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1408/ 1988, IV, 213; er-Râzî, a.g.e., XXV, 189; el-Beydâvî, a.g.e., II, 239; en-Nesefî, a.g.e., II, 332; el-Bağdâdî, ‘Alaeddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm Hâzin (741/ 1341), Muhtasaru Tefsîri’l-Hâzin, I-III, el-Yemâme, Dımeşk, 1415/ 1995, III, 1223; eş-Şevkânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Havlanî (ö. 1250/ 1834), Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ Beyne Fenni er-Rivâye ve’d-Dirâye, I-V, Matbaatü Mustafâ el-Babî el- Halebî, yy., 1383/ 1964, IV, 260. 83 el-Ahzâb, 33/ 1. 84 el-Hucurât, 49/ 1. 85 el-Beydâvî, a.g.e., II, 414; Elmalılı, a.g.e., VI, 518. 86 el-Bakara, 2/ 233. 120 mükafattır. Dolayısıyla Allah, bütün insanların önlerindeki dehşetli güne hazırlıklı olmalarını sağlamak için, onları ikaz eder. Ve bu ikaz, belki vazgeçerler ve ıslah olurlar diye, olduğundan Rabb vasfıyla yakından ilişkilidir: “Ey insanlar! Rabb’inizden ittikâ edin ve ne babanın evlâdına, ne de bizzat evlâdın babasına hiçbir şekilde fayda veremeyeceği günden sakının.”87 ab- Destekleme (“Nusret”) Allah Teâlâ mü’minlere, müşriklerle ve kâfirlerle cihâdı emretikten sonra “Bilin ki, Allah mutlaka müttakîlerle beraberdir.”88 buyurarak emrine itâat edenleri yardımsız ve korumasız bırakmayacağını belirtmiştir. Dolayısıyla buradan çıkarılabilecek sonuç, müttakîlere ilâhî yardımın nasib olacağıdır. Allah onlara muzafferiyet ve galebe ihsan eder ve onları muhafaza eder.89 Allah Teâlâ’nın bereberliği, rahmeti, ikrâmı ve onlara makam ihsanı manasınadır.90 Yapılan savaş, Allah uğrunda, Hakk’ın rızası için olduğu takdirde, Allah’ın yardımı müttakîlere yetişecektir.91 Hakk’ın yardımı kiminle olursa muzafferiyet ve galebe onlarındır.92 Ve yine bu beraberlik ve yardımın nedeni takvâdır.93 Yukarıda zikredilen durumu destekler mahiyette Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz onların hîleleri size hiçbir şekilde zarar veremez.”94 Allah Teâlâ, bu âyette, aynı zamanda mü’minlere düşmanların oyun 87 Lokmân, 31/ 33; İsrâiloğullarına hitâben benzer âyetler için bkz. el-Bakara, 2/ 48, 123; âyetlerdeki şefâ‘at hususunun ayrıntıları için bkz. Mu’tık, Avvâb b. Abdillâh, el-Mu’tezile ve Usûluhum el- Hamse ve Mevkıfu Ehli’s-Sünneti minha, 4.bs., Mektebetü’r-Rüşd, Riyâd, 1414/ 2001, ss. 236- 241. 88 et-Tevbe, 9/ 36, 123; benzer bir âyet için bkz. en-Nahl, 16/ 128. 89 el-Beydâvî, a.e., I, 404, 426; el-Kuşeyrî, a.g.e., II, 178; en-Nesefî, a.g.e., I, 496; el-Âlûsî, a.g.e., V, 285; es-Sem‘ânî, Ebû’l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed b. Abdilcebbâr et-Temîmî eş-Şafiî es-Selefî (426- 489), Tefsîru’l-Kur’ân, I-VI, tah. Ebû Temîm Yasîr b. İbrâhîm, Dâru’l-Vatan, Riyâd, 1418/ 1997, III, 211; el-Huvvârî, Hûd b. Muhakkem, Tefsîru Kitabillâhi’l-‘Azîz, I-IV, tah. el-Hac b. Sa’îd Şerîfî, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1990, II, 396; İbn Cüzey, Ebû’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kelbî (ö. 741/ 1340), Tefsîru İbn Cüzey: Teshîlu ‘Ulûmi’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l- ‘Arabî, Beyrût, 1403/ 1983, s. 369. 90 er-Râzî, a.g.e., XX, 143. 91 Elmalılı, a.g.e., IV, 226. 92 et-Taberî, a.g.e., X, 167. 93 el-Âlûsî, a.g.e., V, 285. 94 Âl-i İmrân, 3/ 125. 1 21 ve hîlelerine karşı sabır ve takvâ ile yardım istemelerini öğretmektedir.95 Şartlar olgunlaştığında, Allah, onları kendisinden bir fazl ve ikrâm olarak koruyacaktır.96 Bu, sabır ve takvânın bereketidir:97 “Eğer siz sabreder ve ittikâ ederseniz (düşmanlar) ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb’ınız size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir.”98 Belâ, mihnet ve ezâlara sabredilir99 ve ittikâ edilirse Allah’ın yardımı gelecektir. Nitekim “bedir” gününde bu va’d gerçekleşmiştir.100 ac- Dost edinme (“Tevellî”) Allah Teâlâ, kendisinden ittikâ eden müttakîleri dost edinmektedir: “Allah müttakîlerin velîsi (dostu)dur”101 ve yardımcısıdır.102 Aynı hüküm müttakîler için de geçerlidir. Yani müttakîler de Allah’ın dostlarıdır: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar iman ve ittikâ etmiş kimselerdir. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu en büyük sa’âdetin tâ kendisidir.”103 Allah Teâlâ iman ve takvâlarından dolayı onları dost saymıştır.104 Onlar ki Allah’tan başka velî ve dost tanımamışlar ve Allah’ın rızasına aykırı hareket etmekten sakınmışlar105 ve Allah’tan başka hiçbir 95 en-Nesefî, a.g.e., I, 199. 96 el-Beydâvî, a.g.e., I, 178. 97 el-Âlûsî, a.g.e., II, 256. 98 Âl-i İmrân, 3/ 125. 99 İbn Teymiyye, et-Tefsîru’l-Kebîr, I-VII, tah. Abdurrahman ‘Umeyre, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1408/ 1988, I, 72. 100 Mücâhid b. Cebr, Ebû’l-Haccac el-Mekkî el- Kureşî (104/ 722), Tefsîru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, tah. Muhammed Abdüsselâm Ebû’n-Nîl, Dâru’l-Fikri’l-İslâmî, yy., 1410/ 1989, s. 259; ed-Dımeşkî, Ebû Hafs Ömer b. Alî b. Âdil el-Hanbelî (ö. 880h.), el-Lübâb fî ‘Ulûmi’l-Kitâb, I-XX, tah. Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Alî Muhammed Mu‘avvız, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1419/ 1998, V, 516. 101 el-Câsiye, 45/ 19. 102 İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-‘Arabî et-Tâî el-Hâtimî (ö. 638/ 1240), Rahmetün mine’r-Rahmân fî Tefsîri ve İşârâti’l-Kur’ân, I-IV, cem’ ve te’lîf, Ebû Abdillah Mahmûd Mahmûd el-Ğurâb, Matba’atü Nadr, Dımeşk, 1410/ 1989, IV, 121. 103 Yûnus, 10/ 63- 64. 104 el-Beydâvî, a.g.e., I, 429. 105 el-Kâsımî, Cemâleddîn Muhammed b. Muhammed Sa‘îd Cemâleddîn (1332/ 1914), Tefsîru’l-Kâsımî, I-XVII, tah. Muhammed Fu‘âd Abdülbâkî, 2.bs., Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1398/ 1978, IX, 49; Abdülazîz, a.g.e., III, 1618; Kerîm, Muhammed, Keşfü’l-Hakayık ‘an Nüketi’l-Âyât ve’d-Dekâyık, I-IV, 2.bs., Danışgâh-ı Sına‘atı Suhend, Tebrîz, 1373, II, 32. 122 şeyden korkmamışlardır. Dolayısıyla Allah da onlara dost olduğu için kendilerine ne korku vardır ne de üzüntü… Dünyada da müjdelenmişlerdir âhirette de.106 Velî yakınlık manası ifade etmektedir. Bununla kasdedilen mü’minlerin seçkin olanlarıdır. Onlara Cenâb-ı Allah’a karşı yakınlıklarından dolayı, velî, evliyâ denmektedir. İnsanlar kabiliyetlerine ve gayretlerine göre sıralanırlar. “Velî” ismine layık olan en alt tabakadaki mü’minler, Allah’ın emir ve yasaklarına uyan müttakîlerdir.107 Velî, yakın olan kimsedir. Ama yakınlık, Allah’ın münezzeh olduğu yer ve yön bakımından değildir. Kalb, Allah’ın bilgisinin nuruna dalmış olursa, insan her baktığı şeyde Allah’ın kudretinin delillerini görürse, dinlediğinde Allah’ın âyetlerini işitir, dinlerse, konuştuğunda Allah’ı övmek için konuşursa, hareket etiğinde, Allah’ın yolunda hizmet için yürürse, gayreti Allah’a itâat hususunda olursa işte o zaman bu, Allah’a en fazla yakın olmaktır ve bu şahıs Allah’ın velîsi olmuştur.108 O zaman Allah da onun velîsi olmuştur. Bir kudsi hadiste Allah Teâlâ: “Kim benim bir velîme düşmanlık yaparsa, ona harb açarım. Kulum bana farz kıldığım şeyleri yapmaktan daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz. (Daha sonra) kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Hatta öyleki onu severim. Sevdiğim zaman, işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı Ben olurum. Eğer Ben’den bir şey isterse veririm, Bana sığınırsa onu korurum…”109 Yani onu seversem onun hislerini, duygularını, organlarını korurum da razı olmadığım ve sevmediğim bir şeyi duymaz, bir hâli görmez, bir şeyi almaz, bir yere yürümez; şehvetlerinden arzularından sıyrılır ve tâatime dalar. Sevdiğim yola onu sevkeder ve o yolu ona kolaylaştırırım, sevmediğimden onu muhafaza ederim. Allah sevgisi bütün hâllerini sarar da onlar Allah’ın sevdiği şeyden başkasına iltifat etmezler. İşte bu derece Allah’a yakın olanlar da müttakîlerin en üst mertebesinde yer alan mü’minlerdir.110 Âyette yer alan “onlar için dünya hayatında da müjdeler vardır” cümlesini, “Bu salih rüyâdır ki, Müslüman o rüyâyı görür veya müslümana o rüyâ gösterilir.”111 106 Elmalılı, a.g.e., IV, 377. 107 el-Âlûsî, a.g.e., VI, 138- 139. 108 er-Râzî, a.g.e., XVII, 126. 109 el-Buhârî, a.g.e., “er-Rikak”, 37. 110 el-Âlûsî, a.e., VI, 139. 111 et-Tirmizî, a.g.e., “et-Tefsîr”, 11. 1 23 şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mü’mine vefatı esnasında, melekler tarafından Allah’ın rahmetine ereceğinin haber verilmesi de onun dünyada ulaşacağı müjdelerden biridir.112 b- Âhiret’te Dünyada mutluluğun yolunu gösteren Rabb burada da sadakat sahiplerini yalnız bırakmaz ve umut edilen saadeti kendilerine sunmak için müttakîleri öncelikle cehennem azabından kurtararak en büyük felaha eriştirir ve akabinde en mükemmel yartırımın boşa çıkmayan karşılığını yani cenneti kendilerine sunarak gerçek feraha ulaştırır. İşte gerçek kurtuluş budur! ba- Ebedî azaptan (Cehennem) koruma (“Vikâye”) Dünyada, hayata bakışı ve yaşayışının merkezine “Allah’tan ittikâ”yı koyan mü’minin âhirette felâha ereceği Allah’ın va’dlerindendir: “Allah’tan ittikâ edin ki, kurtulabileceğinizi umabilesiniz.”113 Allah indinde bulunan arzunuza ulaşabilesiniz.114 “Allah’tan itikâ edin ki felâha erebilesiniz ve cehennemden ittikâ edin…”115 Âyette felâhın aynı zamanda cehennemden kurtuluş olduğuna işaret vardır116 ki gerçek kurtuluş budur. Mü’minlerin ateşten kutulup cennete erişebilmeleri için117 neler yapmaları gerektiği şu âyette özet olarak verilmiştir:118 “Ve kim Allah’a O’nun peygamberine itâat eder, Allah’a karşı haşyet duyar, Allah’tan ittikâ ederse, işte onlar kurtuluşu yakalayanlardır.”119 Bunlara ilaveten felaha ermenin şartları arasında şunlar da 112 et-Taberî, a.g.e., XI, 176, 177. 113 el-Mâide, 5/ 100. 114 et-Taberî, a.g.e., VII, 107; Ebû’s-Su‘ûd, a.g.e., III, 84; İbn ‘Aşûr, Muhammed Tâhir b. Muhammed b. Muhammed et-Tunusî (1394/ 1973), Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I-XXX, Dâru’t-Tunûsiyye, Tunûs, 1984, VII, 64. 115 Âl-i İmrân, 3/ 130, 131. 116 et-Taberî, a.g.e., IV, 120, 121; er-Râzî, a.g.e., IX, 3; en-Nesefî, a.g.e., I, 202. 117 İbn Vehb, Ebû Muhammed Abdullâh b. Muhammed ed-Dînûrî (ö.308), Tefsîru İbn Vehb fî Tefsîri’l- Kur’âni’l-Kerîm, I-II, tah. Ahmed Ferid, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1414/ 2003, II, 75; el- Âlûsî, a.g.e., IX, 389. 118 el-Âlûsî, a.e., IX, 389. 119 en-Nûr, 24/ 52. 1 24 zikredilmiştir: “Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunur (ittikâ ederse) işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”120 Âyette sadaka,121 zekat vererek nefsin cimriliğinden korunmak,122 nefse galebe etmek, onu zabt-u rabt altına almak ve onun kötülüğe götürücü hırs ve teşviklerinden yani her türlü şehevatından, hevâ-heveslerinden korunmak vardır ve bu durum takvânın özetidir,123 dolayısıyla takvâ da felâha ulaşmanın olmazsa olmaz şartıdır. bb- Ebedî mutluluğa (Cennet) ulaştırma (“İdhâl”) “Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise takvâya erenler için elbette daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz?”124 Yani cennet, şirk, kebâir, masiyet ve fevahişten sakınan için daha hayırlıdır.125 Âhiretin dâim hayatını, gerçek menfaatini, tükenmez lezzetlerini, dünyanın geçici hayatına, aldatıcı menfaatlerine ve elemlerle, kederlerle karışık anlık lezzetlerine tercih etmek doğru bir davranış mıdır?126 Çünkü : “Bunların hepsi hayatın geçici metaından başka bir şey değildir. Âhiret ise Rabb’in indinde müttakîler için (ayrılmış)tır.”127 Kâfirlerin dünya süslerinden, altından, gümüşten, güzelliklerden zevklenmesi sadece dünyaya has kısa ömürlü bir zevklenmedir. Gerçek zevk ise Allah’ın katında müttakîler için olan âhiret zevkidir. Çünkü o ebedî zevktir.128 120 el-Haşr, 59/ 9; et-Teğâbün, 64/ 16. 121 İbnü’l-Arabî (ö. 638/ 1240), a.g.e., IV, 302. 122 el-Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd b. Abdillah ed-Deylemî (ö. 207/ 822), Ma‘âni’l-Kur’ân, I- III, 3.bs., ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1403/ 1983, III, 161; el-Maverdî, a.g.e., VI, 27; el-Kaşî, Bahâüddîn Hattar b. Alî b. Haydar (ö. 776/ 1374), el-Mu’temed mine’l-Menkûl fîmâ Evhâ ile’r-Rasûl, tah. Faysal b. Ca’fer b. Abdillâh Bâlî, Muhammed Veled Seyyidî Veled Habîb, I-II, Mektebetü’t- Tevbe, Riyâd, 1420/ 2000, II, 349. 123 er-Râzî, a.g.e., IX, 159. 124 el-En‘âm, 6/ 32. 125 Ebû’s-Su‘ûd, a.g.e., III, 126; el-Haddad, Ebû Bekr el-Yemenî, Tefsîru’l-Haddad: Keşfü’t-Tenzîl fî Tahkîki’l-Mebâhis ve’t-Te’vîl, tah. Muhammed İbrâhîm Yahyâ, I-VII, Dâru’l-Medâri’l-İslâmî, Beyrût, 2003, III, 24; el-Hererî, Muhammed Emîn b. Abdillâh el-‘Uremmî eş-Şafî, Tefsîru Hadaiki’r- Ravh ve’r-Reyhân fî Revâye ‘Ulûmi’l-Kur’ân, I-XXX, tah. Hâşim Muhammed Alî b. Hüseyn Mehdî, Dâru Tavki’n-Necât, Beyrût, 1421/ 2001, VIII, 278; el-Kâsımî, a.g.e., IX, 137. 126 Elmalılı, a.g.e., III, 348. 127 ez-Zuhruf, 43/ 33- 35. 128 Derveze, a.g.e., III, 373. 1 25 Düşünenler gayb haberlerini iyi değerlendirir, onlara inanır ve bunun gereği olarak takvâ yolunu tercih eder, dünyanın aldatıcılığına sabırla karşı koyar, böylece güzel neticeye ulaşırlar:129 “Bunlar gayb haberlerdendir ki sana onları vahyediyoruz. Onları bundan önce sen de bilmezdin kavmin de bilmezdi. O hâlde sabır üzere ol âkibet (âhiret kurtuluşu)130 müttakîlerindir.”131 Hayırlı son, başarı, saygısızların, şu veya bu kavmin değil korunanlarındır ki, Allah’tan yardım dileme ve sabretme, bu korunmanın ilk şartıdır.132 Sabır ve yardım dileme ile yoluna devam eden müttakîlere Allah dünyadaki nimetlerinin yanında âhiret saâdeti nasib edecektir: “İşte orada Yûsuf’a kudret verdik. O memlekette dilediği gibi otururdu. Biz rahmetimizi, dilediğimize nasib ederiz. (İman edip takvâda sebat eden)133 muhsinlerin mükafatını zâyi etmeyiz. İman edip takvâda devam edenlere âhirette vereceğimiz mükafat (cennet)134 ise elbette daha hayırlıdır.”135 Allah, kendisinden ittikâ edenlere, dünyada zafer ve galebe nasib ettiği gibi âhirette de fevz, nimet ve necât nasib edecektir.136 Âhirette insanlar; müttakîler ve müttakî olmayan mücrim, zâlim, şakî, kâfirler olarak ikiye ayrıldıklarında137 müttakî olmayan kâfirler kendileri için hazırlanan138 cehenneme bölük bölük139 sevkolundukları ve o cehenneme atılıp yakıcı ateşinde140 diz 129 Cebeci, a.g.e., s. 202. 130 el-Âlûsî, a.g.e., VI, 272. 131 Hûd, 11/ 49; el-A‘râf, 7/ 128; Tâhâ, 20/ 130, 132. 132 Elmalılı, a.g.e., IV, 33. 133 el-Âlûsî, a.g.e., VII, 8. 134 Yahyâ b. Sellâm, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Sellâm b. Ebî Sa‘lebe et-Teymî el-Basrî el-Kayravanî (ö. 200/ 815), Tefsîru Yahyâ b. Sellâm, I-II, tah. ve Tas. Hindişiblî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1425/ 2004, I, 295; İbn Vehb, a.g.e., II, 16; İbn Ebî Zemenîn, Ebû Abdillâh Muhammed b. Abdillâh b. Îsâ (ö. 399/ 1009), Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm: Seb’e et-Talâk, I-IV, tah. Ebû Abdillah Hüseyn b. Ukkâşe, Muhammed b. Mustafâ el-Kenz, el-Fârûku’l-Hâdîse, Kâhire, 1423/ 2002, III, 137; el-Cezairî Muhammed b. Yûsuf b. Îsâ el-Hafsî Ettafeyyiş (1332/ 1914), Teysîru’t-Tefsîr li’l-Kur’âni’l-‘Azîm, I- XII, Vezâretü’t-Türâsi’l-Kavmi ve’s-Sekâfe, Ummân, 1407/ 1987, VIII, 265. 135 Yûsuf, 12/ 56, 57. 136 Abdülazîz, Emîr, et-Tefsîru’l-Şâmil li’l-Kur’âni’l-Kerîm, I-VI, Dâru’s-Selâm, Kâhire, 1420/ 2000, III, 1673. 137 en-Nesefî, a.g.e., I, 613. 138 Furkân, 25/ 11. 139 ez-Zümer, 39/ 71; Meryem, 19/ 86. 140 el-Leyl, 92/ 14, 15. 1 26 üstü bırakıldıkları zaman141 müttakîler o cehennemden uzaklaştırılıp142 Rahman Allah’ın huzuruna getirilerek143 oradan cennete bölük bölük sevkolunurlarken,144 insan bu taraflardan hangisinin içinde olmak ister:145 “(Ey Muhammed!) “bu (cehennem) mi daha hayırlıdır, yoksa müttakîlere va’d olunan ve onlar için bir mükâfat, bir mekân olacak ebedîlik cennet mi?” de.”146 Yani kendilerine ateşli cehennem azabının olduğu kimselerin hâli mi daha hayırlıdır yoksa, kendilerine ebedî cennetle zaferin hazırlandığı küfür, şirk ve fevahişten sakınan147 müttakî mü’minlerin hâli mi?,148 demektir. Allah Teâlâ, yerilen kötü sonla karşılaşmamaları ve övülen güzel âkibete ulaşmaları için insanları ikâz edip ibret almalarını istemektedir: “(O yanlış tercih yapanlar) yeryüzünde dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonlarının ne olduğuna bir baksınlar? Âhiret yurdu Allah’tan sakınanlar için daha hayırlıdır. Bunu akletmiyor musunuz?”149 Aklınızı güzel bir şekilde kullanarak bu gerçeği anlayıp o hayra yetişmek için şu ölümlü dünyada şirk ve isyandan150 vaz geçmeyecek misiniz?151 2- İnsanın “Takvâ”sı Allah’ın kendisini himayesi ve korumasını hak etmesi için insanın yaratıcısı ve nimet vericisine karşı derin şükran sahibi olması ve bunun göstergesi olarak da hem Allah’ın haklarına hem de hemcinslerinin haklarına riayet etmesi gerekmektedir. Allah’ın hakları genel olarak “itikad ve ibadet” alanında; insan hakları da “ahlak, muamelat ve ukûbat” alanında toplanabilir. 141 Meryem, 19/ 72; geniş bilgi için bkz. Mücâhid b. Cebr, a.g.e., s. 457, 458; Yahyâ b. Sellâm, a.g.e., I, 238; İbn Cüzey, a.g.e., s. 410; el-Kâşî, a.g.e., II, 51; el-Merâğî, Ahmed Mustafâ (1883- 1952), Tefsîru’l-Merâğî, I-XXVII, 3.bs., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1394/ 1974, XVI, 74; el- Cenâbezî, Muhammed b. Haydar Muhammed, Beyânü’s-Sa‘âde fî Mâkâmâti’l-‘İbâde, I-IV, 2.bs., Müessesetü’l-A’lemî, Beyrût, 1408/ 1988, VIII, 97; en-Nâsırî, Muhammed el-Mekkî, et-Teysîr fî Ehâdîsi’t-Tefsîr, I-V, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1405/ 1985, IV, 51. 142 el-Leyl, 92/ 17. 143 Meryem, 19/ 85. 144 ez-Zümer, 39/ 73. 145 Cebeci, a.g.e., s. 203. 146 el-Furkân, 25/ 15. 147 İbn Vehb, a.g.e., II, 82. 148 el-Meydânî, a.g.e., VI, 404. 149 Yûsuf, 12/ 109; benzer âyetler için bkz. Âl-i İmrân, 3/ 196- 198; en-Nisâ, 4/ 77; el-A’râf, 7/ 169. 150 Elmalılı, a.g.e., IV, 531; el-Kâsımî, a.g.e., IX, 296; el-Haddad, a.g.e., III, 224; Kerîm, a.g.e., II, 173. 151 Elmalılı, a.e., IV, 531. 1 27 a- Allah hakları (“Hukukûllah”) alanında İtikadî olarak Allah’ın birliğini tanıyıp ona ortak koşmamak ilk aşamada hukûkullah alanında takvâya uymak anlamında olmakla beraber ibadet alanında da kişinin sadakatini göstermesi ve ahkâma riayet etmesi müttakî mü’minin vazifelerindendir. aa- İtikad alanında İtikadi alanda Allah’tan ittikâ, ilk peygamberden bu yana her peygamberin ümmetine emrettiği bir husustur. Peygamberlerin kıssaları Kur’ân’da kısa ve öz bir şekilde nakledilir. Bütün detaylar anlatılmaz ancak muhatab için yeterli ve ibret verici bilgiler sunulmaktadır. Dolayısıyla bu peygamberlerin, kavimlerine yaptıkları tebliğ ve telkinler bütün teferruatlarıyla hikaye edilmez fakat çok veciz bir biçimde âdeta bütün tebliğ özetlenir. Zamanların, mekanların, peygamberlerin ve ümmetlerin değişmesine mukabil emir, ehl-i kitapta da bizim ümmetimizde de değişmemiştir:152 “Andolsun ki biz senden evvel kendilerine kitab verilenlere de size ‘Allah’tan ittikâ edin’ diye tavsiye edilmiştir.”153 Bu tavsiye ve emir sadece size yapılmamıştır. Bütün ümmetlere câmidir. Ne değişmiş ne de nesh olmuştur.154 Onlara da size tavsiye ettiğimiz gibi Allah’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını, O’nun emir ve şeriatını yerine getirmek sûretiyle gerçekten Allah’tan ittikâ etmelerini tavsiye ettik. Sizin şükr etmeniz ve takvâ sahibi olmanızın O’na hiçbir yararı dokunmadığı gibi inkar etmeniz ve isyanda bulunmanız da O’na hiçbir zarar vermez.155 Zira takvâ sahibi olanlar takvâları sebebiyle kurtuluşa nâil olurlar. İnkar edenler de bilsinler ki, göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır.156 Bütün peygamberler kavimlerine tebliğde bulunurken “Allah’tan ittikâ” etmeleri gerektiğini özellikle vurgulamışlardır. Bu durum eş-Şu’arâ sûresinde aynı 152 Cebeci, a.g.e., s. 31. 153 en-Nisâ, 4/ 131. 154 er-Râzî, a.g.e., XI, 70; en-Nesefî, a.g.e., I, 364; âyetin gramer yapısı için bkz. el-‘Ukberî, Ebû’l-Bekâ Mühibbüddîn Abdullâh b. Hüseyn b. Abdillâh (ö. 616/ 1219), et-Tibyân fî İ’râbi’l-Kur’ân, I-II, tah. Alî Muhammed Becâvî, 2.bs., Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1407/ 1987, I, 396. 155 ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, V, 306. 156 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 428- 429. 1 28 hikaye ancak farklı peygamber isimleriyle mükerrer defa anlatılmıştır. Sûrede ilk olarak Allah’tan ittikâ edenler ve azgınların durumu karşılaştırılmış daha sonra da peygamberlerin tebliğ sürecine geçilmiştir: “O gün cennet Allah’tan ittikâ edenlere yaklaştırılır, cehennem de azgınlara gösterilir. Onlara “Allah’ı bırakıp taptıklarınız nerededir. Size yardım ediyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilir.”157 “Kardeşleri Nûh onlara: “Allah’tan ittikâ etmez misiniz? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah’tan sakının ve bana itâat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabb’ine aittir. Artık Allah’tan ittikâ edin ve bana itâat edin” dedi.” “Sana mı inanacağız? Sana en rezil kimseler uymaktadır” dediler.”158 Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu hikaye bazı küçük farklarla, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût, Hz. Şu’ayb’ın da tebliğ sürecini anlatan nakildir.159 Peygamberler, bu çağrılarında va’-u nasihat, teşvik, ikâz ve açıklama bakımından zirveye ulaşmışlardır. Fakat kavimlerin cevabı, “Va‘z etsen de, va‘z edicilerden olmasan da bizim için birdir”160 demek olmuştur. Böylece onlar, peygamberlerin bu sözlerine aldırış etmediklerini ve söyledikleri şeyleri hafife aldıklarını ifade etmişlerdir.161 Sözlükte, “uyarmak, ikaz etmek, korkulacak hususu bildirmek; korku verip uyanık kılmak; zararlı şeylerin geleceğini bildirerek korkutmak, sakındırmak, ihtar etmek”162 gibi manalara gelen inzar kelimesi Kur’ân’da çoğunlukla kâfir ve münafıkları 157 eş-Şu‘arâ, 26/ 90. 158 eş-Şu‘arâ, 26/ 106- 111. 159 eş-Şu‘arâ, 26/ 124-136, 142- 152, 161- 167, 177- 184. 160 eş-Şu‘arâ, 26/ 136. 161 er-Râzî, a.g.e., XXIV, 157; ayrıca bkz. ez-Zeccâc, a.g.e., IV, 94; et-Taberî, a.g.e., XIX, 111, 112, 115, 118, 121, 124, 128, 131, 132; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 314; et-Tabresî, a.g.e., VII, 340- 341; el-Kâşânî, Muhsîn Muhammed b. Murtazâ b. Mahmûd el-Feyz (ö. 1090/ 1679), Tefsîru’s-Sâfî, I-V, tas. Hüseyn A‘lemî, 2.bs., Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1402/ 1982, IV, 44, 45, 46, 49; el-Bursevî, a.g.e., VI, 291, 292, 294, 296, 297, 298, 301, 303; el-Âlûsî, a.g.e., X, 105, 111, 113, 116, 117; es- Sâbûnî, Muhammed Alî, Safvetü’t-Tefâsîr, I-III, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1421/ 2001, II, 356, 357, 358, 359, 360; et-Tabâtabâî, a.g.e., XV, 295, 296, 301, 305, 312; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 108, 109, 110, 112, 115; en-Nâsırî, a.g.e., IV, 376; el-Mut‘anî, Abdülazîm İbrâhîm, et-Tefsîru’l-Belâğî li’l-İstifhâm fî’l-Kur’âni’l-Hakîm, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1420/ 1999, III, 103, 104, 106; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, Yeni Ufuklar Neşriyat, yy., ts., VI, 309, 311, 314, 316, 318. 162 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 626; İbn Manzûr, a.g.e., XIV, 100- 102; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., II, 198; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 561- 562. 129 muhatab alır.163 Dolayısıyla inzar, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlar için gerekli olan ritüelleri onlara hatırlatarak doğru yola gelmelerini sağlama amacına yönelik bir metoddur.164 İnzar metodu ile muhatabların kalblerinde iman kıvılcımları oluşturarak onların Yüce Yaratıcı’nın farkına varmalarına ve O’na içten saygı duymalarına vesile olunabilir.165 Bu durum en güzel ifadesini Hz. Nûh’un sözlerinde bulmuştur: “Ey kavmim, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a kulluk edin, O’ndan sakının ve bana itâat edin.”166 “Nûh’u kavmine gönderdik ve o: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yok. İttikâ etmeyecek misiniz?” dedi.”167 Allah Teâlâ Nûh’u bir olan ilâha ibadete insanları davet etme işiyle vazifelendirmiş, Nûh’un da insanları buna davet etmesi ancak herşeyden önce O ilâhı tanımaya çağırmakla mümkün olmuştur. Çünkü tanınmayan ve bilinmeyene ibadet mümkün değildir. İbadet ancak, ibadet edilecek olan bilindikten sonra, mümkün ve farz olur.168 Kavimlerini yılmadan tekrar tekrar ittikâya çağıran peygamberlere, kavimlerin cevabı yalanlamak olmuştur. Yalanlamak için de her biri hiçbir dayanağı olmayan ancak kendilerini makul olduğuna inandırdıkları bahaneler öne sürmüşlerdir. Bu mazeretlerden birisi, kendi içlerinden bir insanın peygamber olarak gönderilmesidir. Allah Teâlâ, onların bu mazeretinin gerçek bir bahane olmadığını şu şekilde ifade etmiştir: “Size o korkunç âkibeti haber vermek üzere (Allah’tan) ittikâ etmeniz için ve belki (bu sayede) rahmete kavuşturulmanızı sağlamak amacıyla, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabb’inizden bir uyarıcı (kitab) gelmesine şaşırdınız mı?”169 Önce inzar, onun neticesi hasıl olacak takvâ onun da neticesi kesin olmamakla beraber artık 163 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 786- 788. 164 Gündüz a.g.e., s. 21. 165 Topaloğlu, “Cennet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1993, VII, 380. 166 Nûh, 71/ 3. 167 el-Mü’minûn, 23/ 23. 168 er-Râzî, a.g.e., XXIII, 90; benzer yorumlar için bkz. İbn Vehb, II, 51; et-Taberî, a.g.e., XVIII, 22, XXIX, 84; el-Mâturîdî, a.g.e., III, 400; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 178; et-Tabresî, a.g.e., VII, 185; er-Râzî, a.g.e., XXX, 134; el-Bursevî, a.g.e., VI, 78, X, 173; el-Âlûsî, a.g.e., IX, 227, XV, 78; et- Tabâtabâî, a.g.e., XV, 26, XX, 29; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 281, III, 427; eş-Şevkânî, a.g.e., III, 481; el- Mut‘anî, a.g.e., III, 3; Elmalılı, a.g.e., V, 336; Ateş, a.g.e., VI, 99, X, 79. 169 el-A’râf, 7/ 63. 1 30 umulabilecek bağışlanma…170 Bu durum tebliğin mahiyeti ve amacını açıklarken171 merkezine ittikâyı koymaktadır.172 Peygamberlerin asıl görevi, insan fıtratında mevcut olan dînî potansiyeli harekete geçirmek amacıyla vicdanları uyarmaktır. Bu sebeble etkili olacak bütün yollara başvurarak psikolojik engelleri ortadan kaldırmak gerekir. İnzar da psikolojik engellerin bertaraf edilmesi için kullanılabilecek etkili yollardan biridir. Ancak inzar, daha çok psikolojik olarak inanmaya müsait veya esasen Allah’a ve âhiret gününe inanan kimseler üzerinde etkili olmaktadır:173 “Rabb’lerin(in huzurun)a toplanacakların (a inanıp bu durum)dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka ne dostları, ne de destekçileri vardır. (Onları uyar), belki korunurlar.”174 “Umulur ki, korunurlar” buyruğu hakkında İbn Abbas, bu ifadenin manasının, “onların, dünyada korkmaları, küfür ve isyandan vazgeçmeleri için, onları korkut…” şeklinde olduğunu söylemiştir.175 Mu’tezile, bu ifadenin “Allah Teâlâ’nın kâfirlerden de takvâ ve itâati dileyip istediğine delâlet ettiği”ni söylemiştir.176 Söz konusu şahıslar içinde bu sayede korunacak, Allah’tan korkacak olanlar vardır.177 İnzarın husûlü ile takvâya erecek olanlar vardır.178 Dolayısıyla korkunun faydası, insanları öncelikle imana akabinden de takvâya, mücâhede, ibadet ve zikir gibi amellere ulaştırmaktır.179 Peygamberin insanları, “Allah’tan ittikâ”ya çağırma amacıyla yerine getirdikleri inzar görevi, beraberinde “Allah’tan ittikâ” edenlere verilecek müjdeyi 170 et-Taberî, a.g.e., VIII, 278; el-Mâturîdî, a.g.e., II, 250; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 111; er-Râzî, a.g.e., XIV, 152; el-Beydâvî, a.g.e., I, 163; en-Nesefî, a.g.e., I, 419; el-Bursevî, a.g.e., III, 183; el- Âlûsî, a.g.e., IV, 391- 392; el-Cezairî, Ebû Bekr Câbir, Eyserü’t-Tefâsîr li Kelami’l-‘Alî el-Kebîr, I- V, yay.y, yy., 1414/ 1993, II, 187; el-Cenâbezî, a.g.e., II, 189; et-Tabâtabâî, a.g.e., VIII, 179. 171 er-Râzî, a.g.e., XIV, 153; el-Beydâvî, a.g.e., I, 163. 172 Cebeci, a.g.e., s. 33. 173 Hökelekli, “İnzar”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXII, 359. 174 el-En‘âm, 6/51. 175 er-Razî, a.g.e., IX, 443; benzer yorumlar için bkz. et-Taberî, a.g.e., VII, 262; el- Kuşeyrî, a.g.e., I, 295; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 25; en-Nesefî, a.g.e., I, 366; ed-Dımeşkî, a.g.e., VIII, 159; Ebû’s- Su’ûd, a.g.e., III, 138; el-Bursevî, a.g.e., III, 34; el-Âlûsî, a.g.e., IV, 149; el-Hererî, a.g.e., VIII, 345. 176 er-Râzî, a.g.e., IX, 443. 177 Elmalılı, a.g.e., III, 369. 178 el-Endelüsî, Ebû Muhammed Abdülhakk b. Galib b. ‘Atiyye (ö. 546), el-Muharraru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, I-V, tah. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1993, IV, 138. 179 Hökelekli, “İnzâr”, s. 359. 131 getirir. Bu da tebşir görevi çerçevesinde değerlendirilebilir: “Ey Muhammed! Biz Kur’ân’ı Allah’tan sakınanları müjdelemen ve inatçı milleti uyarman için senin dilinde indirerek kolaylaştırdık.”180 Allah Teâlâ burada, içinde, tevhid, nübüvvet, haşr ve neşr konuları ile, sapık ve batıldan yana olan herşeyi reddederek Kur’ân’ın, müttakîlere müjde, onların dışında kalanları da inzarı ihtivâ ettiğini bildirmektedir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in bununla, müttakîleri müjdeleyeceğini zikredince buna mukabil takvâya en aşırı bir muhâlefet içinde olan kimseleri zikretti. Onların en aşırıları da, batıla yapışan ve onun uğrunda savaşıp gayret gösteren, en mücahedeci ve düşman kimselerdir.181 Bazı müfessirler buradaki müjdeden kasdın cennet olduğunu belirtirken182 el-Hiberî de bu âyetin özellikle Hz. Ali hakkında nâzil olduğunu iddia etmektedir.183 Cenâb-ı Allah, Hz. Mûsâ(s.a.)’yı Mısır’a peygamber olarak vazifelendirirken: “O zâlimler güruhu Firavn’ın kavmine ‘(Allah’tan) ittikâ etmeyecek misiniz?’ diye git”184 buyurarak hem tebliğin özünü tek kelime ile –takvâ emri-, hem kavmin kötü husûsiyetlerini tek kelime ile – zâlimler- beyan etmiştir. Düşünenler için bu ifadede takvâya büyük bir teşvik vardır.185 Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son elçi Hz. Muhammed(s.)’in görevi de müttakîleri ilâhî nimetle müjdelemek ve zâlimleri de ilâhî azab ile inzar etmektir.186 Dolayısıyla son Peygamber de özelde ehl-i kitaba ancak içerdiği hükümler açısından 180 Meryem, 19/ 97. 181 er-Râzî, a.g.e., XV, 414; benzer yorumlar için bkz. et-Taberî, a.g.e., XVI, 167; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 207; el-Bursevî, a.g.e., V, 360; el-Hicâzî, Muhammed Mahmûd, et-Tefsîru’l-Vâzıh, I-XXX, Dâru’t- Tefsîr, 7.bs., Kâhire, 1399/ 1979, XVI, 118; el-Âlûsî, a.g.e., VIII, 459; el-Cezairî, a.g.e., VIII, 114; el-Merâğî, a.g.e., XVI, 89; et-Tabâtabâî, a.g.e., XIV, 115. 182 Yahyâ b. Sellâm, a.g.e., I, 249; İbn Ebî Zemenîn, a.g.e., III, 109; el-Huvvârî, a.g.e., III, 31. 183 el-Hiberî, Ebû Abdillah el-Hüseyn b. Hakem b. Müslim el-Kûfî (ö. 286h.), Tefsîru Hiberî, tah. Muhammed Rızâ el-Hüseynî, Müessesetü ‘Âli’l-Beyt, Beyrût, 1408/ 1987, s. 290. 184 eş-Şu‘arâ, 26/ 10- 11. 185 er-Râzî, a.g.e., VIII, 59; benzer yorumlar için bkz. et-Taberî, a.g.e., XIX, 80; es-Sa’lebî, Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî (ö. 427/ 1035), el-Keşf ve’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-VI, tah. Seyyid Kesrevî Hasen, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1425/ 2004, IV, 442; ez- Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 293; et-Tabresî, a.g.e., VII, 323; el-Bursevî, a.g.e., IV, 265; el-Âlûsî, a.g.e., X, 64; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 345; el-Kâşânî, (ö. 1090/ 1679), a.g.e., IV, 30; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 95. 186 Karagöz, a.g.e., s. 19. 132 bütün insanlığa çağrısını yapmıştır: “Sizin Yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirdiğim(Kur’ân)a inanın ve onu inkar edenlerin ilki olmayın; Benim âyetlerimi az bir paraya satmayın ve Benden sakının.”187 Bu âyette Allah Teâlâ, âyetlerimi dünya malından az bir meta’ ile satın alma veya az bir paha ile satma konusunda Benden sakının.188 Rasûlü’me indirilene inanmamanız ve peygamberlerinin nübüvvetini bildikleri hâlde inkar ettikleri için sizden öncekilerin başına gelen azabın sizin de başınıza gelmesi hususunda benden sakının, buyurmaktadır.189 Ve bir ikazda özelde inanalara: “Ey inananlar! Allah’tan O’na yaraşır bir biçimde ittikâ edin ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”190 Allah’tan hakkıyla sakınıp, O’na isyan etmeyip, itâat etmektir. Allah’ı unutmayıp sürekli hatırlamaktır,191 nimetlerine karşı nankörlük etmeyip devamlı şükür üzere olmaktır.192 ab- İbadet alanında Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan takvâ ile ilgili âyetlerden bir kısmı imanla birlikte ibadete de vurgu yapmaktadır. İbadetsiz iman müttakî olmak için yeterli olmadığı gibi ibadetin de imansız bir anlamı yoktur. Bu durumda iman, takvânın başlangıç mertebesi, imanla birlikte ibadet ise takvânın kemal derecesine ulaşmak için zorunlu mertebe olarak düşünülebilir: “Ey Muhammed! “İman eden kullarım! Rabb’inizden ittikâ edin” de.”193 Ne şekilde? Emirlerine tutunmak,194 nehiylerinden kaçınmak şeklinde.195 Cenâb- 187 el-Bakara, 2/ 41. 188 el-Mansûrî, Mustafâ el-Hayrî, el-Muktetaf min ‘Uyûni’t-Tefâsîr, I-V, tah. Muhammed Alî Sâbûnî, Dâru Kalem, Beyrût, 1416/ 1996, I, 76; Sa‘îd Havva, a.g.e., I, 136- 137. 189 et-Taberî, a.g.e., I, 362. 190 Âl-i İmrân, 3/ 102. 191 ez-Zehebî, Ebû Abdillâh Şemseddîn Muhammed b. Ahmed Osman (ö. 748/ 1348), Tefsîru’l-İmâm ez- Zehebî, I-II, cem’ ve tertîb, Su’ûd b. Abdillâh el-Fenîsân, Mektebetü’l-Ubeykân, Riyâd, 1424/ 2003, I, 187; ed-Dımeşkî, a.g.e., V, 429; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, IV, 27. 192 Süfyân es-Sevrî, Ebû Abdillâh Süfyân b. Sa’îd b. Meskûk (161/ 778), Tefsîru Süfyân es-Sevrî, tah. Ebû Ca’fer Muhammed, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1403/ 1983, s. 79; et-Taberî, a.g.e., IV, 38. 193 ez-Zümer, 39/ 10. 194 el-Beydâvî, a.g.e., II, 321; el-Kâşânî Nûrüddîn Muhammed b. Murtazâ (ö. 1115/ 1703), Tefsîru’l- Mu‘în, I-III, neş. Hüseyin Dergâhî, Seyyid Mahmûd el-Mar‘aşî, Ayetüllâhîl-Uzmâ el-Mar‘aşî, Kum, ts., III, 1233. 1 33 ı Allah, âyette imana takvâyı eklememizi emretmektedir.196 Yani, işlerin küçük ve büyük olanlarında Allah’tan ittikâ ederek tevhidi ispatlamayı ve onda sebat etmeyi,197 kasdetmektedir. “Ey iman edenler! Allah’tan ittikâ edin ve sadık olanlarla beraber olun.”198 İmanda doğru olma, “takvâ” ile ifade edilen ibadetleri yapmak sûretiyle ispat edilir. İman sözü takvâ ile doğrulanmalı,199 Allah Teâlâ’nın, gerek bu dünyada, gerek âhirette yardım ve mükafatlarına ermek için imanın yetmediği200 bilinmelidir: “Dünya hayatı, başka değil, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve ittikâ ederseniz (Allah) size mükafatlarınızı verir.”201 Bu mükafatın oranı da oldukça büyük tutulmuştur: “Eğer iman eder ve ittikâ ederseniz, (iman ve ittikâlarınıza karşılık)202 size (hesaba sığmaz derecede)203 büyük bir mükafat vardır.”204 195 et-Taberî, a.g.e., XXIII, 241; en-Nesefî, a.g.e., II, 449; el-Bağdâdî, a.g.e., III, 1323; eş-Şirbînî, Şemseddîn Hatib Muhammed b. Ahmed (977/ 1570), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm: es-Sirâcü’l-Münîr, I-XX, tah. Ahmed ‘İzzû ‘İnâye ed-Dımeşkî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1425/ 2004, VI, 242; el-Bursevî, a.g.e., VIII, 84; Vehbi, Mehmet (1369/ 1949), Ahkâm-u Kur’âniye, I-XVI, Kurtulmuş Kitabevi, İstanbul, 1947, XII, 4852. 196 er-Râzî, a.g.e., XXVI, 252. 197 es-Semerkandî, Tefsîrü’s-Senerkandî: Bahru’l-‘Ulûm, I-III, tah. Alî Muhammed Mu‘avvez, Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Zekeriyyâ Abdülmecîd, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1993, III, 146. 198 et-Tevbe, 9/ 119. 199 Mukâtil b. Süleymân, Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, I-V, tah. Abdullah Mahmûd Şehhâte, el- Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-‘Âmme li’l-Kitâb, Kâhire, 1979, IV, 53; et-Taberî, a.g.e., XI, 84; ez- Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 321; el-Beydâvî, a.g.e., II, 406; el-Bursevî, a.g.e., VIII, 524; et-Tabâtabâî, a.g.e., I, 233- 234; âyetle ilgili rivâyet edilen hadisler için bkz. en-Nesâî, Tefsîru’n-Nesâî, I-II, tah. Sabrî b. Abdülhâlik eş-Şafiî, Seyyid b. Abbâs el-Celîmî, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiye, Beyrût, 1410/ 1990, I, 564, 565; el-Cevziyye, a.g.e., II, 382; el-Fenîsân, Su’ûd b. Abdillâh, Merviyyâtü Ümmi’l-Mü’minîn ‘Âişe fi’t-Tefsîr, Mektebetü’t-Tevbe, Riyâd, 1413/ 1992, s. 211. 200 Cebeci, a.g.e., s. 81. 201 Muhammed, 47/ 36. 202 et-Taberî, a.g.e., I, 655. 203 el-Âlûsî, a.g.e., I, 347. 204 el-Bakara, 2/ 103. 1 34 Kur’ân-ı Kerîm bir manada takvâya kabiliyeti olan insanlara hidayet rehberi olduğu gibi205 bir manada da hidayete ermiş olanlara, bu ikinci mertebe anlamında takvâ yolunu gösterici ve açıklayıcı206 olarak onlara müttakî olmaları için yardım edicidir:207 “O, hidayete ermiş olanların hidayetini artırmış ve onlara (nasıl) takvâ üzere olacaklarını ilhâm etmiştir.”208 Bu takvâ, Allah’ı bilen kimsenin (ârifin), gönlünü Allah’tan alıkoyan şeylerden temizleyip, bütün varlığı ile Allah’a bağlanması manasında, takvânın kemaline, yani ileri derecede takvâya işaret eder.209 Allah Teâlâ çeşitli konularda ahkâmını beyan edip “hudûdullâh”ı çizdikten sonra, buyruğunu, bu meselelerde kendisinden ittikâ ile tamamlamaktadır: “Bu dosdoğru yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. İşte (Allah) size bunları ittikâ edesiniz diye buyurmaktadır.”210 Yani O’na itâat ile211 takvâya ulaşmayı umasınız,212 demektir. Bu da O’nun emrettiklerini yapmaya, nehyettiklerinden geri durmaya devam etmekle olur.213 Allah Teâlâ insanlara belirlediği sınırları peygamberi aracılığıyla bizlere bildirmiş ve bunun hikmetinin de insanların ittikâ etmeleri olduğunu beyan etmiştir: “Allah, insanlara âyetlerini böyle açıklar ki, 205 el-Bakara, 2/ 2; geniş bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., I, 145; el-Mâturîdî, a.g.e., I, 14; el-Kuşeyrî, a.g.e., I, 18; el-Vâhidî, Ebû’l-Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî (468/ 1075), el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, I-II, tah. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1414/ 1995, I, 90; ez- Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 44; el-Endelusî, a.g.e., I, 84; el-‘Ukberî, a.g.e., I, 16; es-Sekafî, Ahmed b. İbrâhîm b. Zübeyr el-Âsimî el-Kırnâdî (ö. 708/ 1308), Milâkü’t-Te’vîl, I-II, tah. Sa‘îd el-Fellâh, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1403/ 1983, I, 177; en-Nesefî, a.g.e., I, 15; el-Bursevî, a.g.e., I, 30; el- Âlûsî, a.g.e., I, 101; et-Tabâtabâî, a.g.e., I, 46; en-Nîsâbûrî, Nizâmüddîn el-Hasen b. Muhammed b. Hüseyn el-Kamî (ö. 850/ 1446), Ğarâibü’l-Kur’ân Reğâibü’l-Furkân, I-XXX, tah. İbrâhîm ‘Udve, Matba‘atü Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1381/ 1962, I, 131; ‘Ukde, Hâlid b. Abdülkâdir Âli, Câmi‘ü’t-Tefsîr min Kütübi’l-Ehâdîs, I-IV, Dâru Tayyibe, Riyâd, 1421, I, 66; el-Ensârî, Ebû Yahyâ Zekeriyyâ, Fethu’r-Rahman bi Keşfi ma Yeltebisu fî’l-Kur’ân, tah. Muhammed Alî es-Sâbûnî, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1405/ 1985, s. 20; el-Mansûrî, a.g.e., I, 28; eş-Şinkîtî, Muhammed el-Emîn b. Muhammed el-Muhtâr el-Cekenî (1393/ 1973), Edvâü’l-Beyân fî İzâhi’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân, I-X, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, ts., I, 45; Elmalılı, a.g.e., I, 156. 206 el-Ferrâ, a.g.e., III, 61; et-Taberî, a.g.e., XXVI, 67; el-Beydâvî, a.g.e., II, 217; en-Nesefî, a.g.e., II, 564. 207 el-Beydâvî, a.g.e., II, 217; en-Nesefî, a.g.e., II, 564. 208 Muhammed, 47/ 17. 209 el-Âlûsî, a.g.e., XIII, 204, 207. 210 el-En‘âm, 6/ 153. 211 Ebû Hatîm, Ebû Muhammed Abdurrahman b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (ö. 327/ 938), Tefsîru Kur’âni’l-‘Azîm Müsneden ‘an Rasûlullâh (s.a.v.) ve’s-Sahâbe ve’t-Tâbi‘în, I-X, tah. Es‘ad Muhammed et-Tayyib, Mektebetü Nizâr Mustafâ el-Bâz, Mekke, 1417/ 1997, V, 1422. 212 en-Nesefî, a.g.e., I, 398. 213 el-Âlûsî, a.g.e., IV, 300. 135 ittikâ etsinler.”214 Bu, emir ve nehiylerine muhalefetten sakınsınlar,215 demektir. Bu hükümler, insanların takvâsı için konmuştur.216 Âyetlerde yer alan ibadetler konusunda ittikâ, bazen bütün iyi işleri içine alabildiği gibi bazen da bir takım ibadetlere vurgu yaparak özele inmektedir. Genel hitablardan birinde şöyle buyurulmaktadır: “İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah’a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra (yasaklardan) sakınıp (onların yasaklığına) inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur. Allah güzel davrananları sever.”217 Yani, iman edip, iyi işler yapanlara, haramlardan sakınıp iman etmekte ve salih ameller yapmakta218 gerçekten, görünürde ve içten sebat ettikleri sonra yine haram kılınandan sakınıp, iman ettikleri sonra inanmaya, günah işlerden sakınmaya devam edip219 ihsan yaptıkları, güzel güzel ameller araştırarak, onlarla güzelce meşgul oldukları takdirde geçmişte tattıklarından ötürü bir günah yoktur. Allah, her yaptığı işi güzel yapanları sever, onları sorguya çekmez.220 Âyette yer alan üç “ittikâ” emrinin birincisinin geçmişe ikincisinin geleceğe dair şeylerden ittikâya ve üçüncüsünün de kullara zulümden ittikâya ve ihsana delalet ettiğini söyleyenler de bulunmaktadır.221 Allah Teâlâ’nın sakınmayla birlikte özel anlamda vurgu yaptığı ibadetlerden birisi oruçtur: “Ey iman edenler! Sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı ki, (oruç sayesinde)222 ittikâ edesiniz.”223 Oruç sayesinde nefsinize ve şehvetlerinize hâkim olmak melekesini kazanarak, günah ve tehlikelerden sakınıp takvâ mertebesine erebilesiniz.224 Çünkü oruç nefsin şehvetlerini kırdığı225 nefsânî tutkuyu 214 el-Bakara, 2/ 187. 215 el-Beydâvî, a.g.e., I, 107; el-Bursevî, a.g.e., I, 301; el-Âlûsî, a.g.e., I, 466; Elmalılı, a.g.e., I, 534. 216 el-Âlûsî, a.g.e., I, 466. 217 el-Mâide, 5/ 93. 218 el-Endelüsî, a.g.e., II, 235; Ebû’s-Su’ûd, a.g.e., III, 77; ayrıca bkz. Reşîd Rızâ, Muhammed (1865/ 1925), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm: bi Tefsîri’l-Menâr, I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1426/ 2005, VI, 61. 219 el-Hererî, a.g.e., VIII, 60. 220 Elmalılı, a.g.e., III, 273. 221 el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî (ö. 370/ 981), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-V, tah. Muhammed es- Sâdık Kamhâvî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1985, IV, 129. 222 er-Râzî, a.g.e., V, 70. 223 el-Bakara, 2/ 183. 224 Elmalılı, a.e., III, 494. 1 36 mağlup ettiği, azgınlıktan, kötülük ve haramlardan engellediği, dünya lezzetlerini, makam ve üstünlük davalarını hor gösterdiği, kalbin Allah’a bağlılığını artırdığı, ona meleksel bir zevk ve safa verdiği226 için takvâya götürür.227 Buna göre oruç, takvânın vasıtası ve takvâya götüren bir yoldur.228 Sadece oruç değil bütün ibadetler aynı gayeye götüren birer vasıta ve yoldur.229 İttikâ ile zikredilen diğer bir özel ibadet de namazdır: “…Biz (kendimizi) kâinatın Rabb’ine teslim etmemizle, bir de namaz kılalım ve O’ndan ittikâ edelim diye emrolunduk…”230 buyruğunun muhtevasına bütün emredilen şeyleri yapmak ile nehyedilen bütün şeylerden sakınmak dahildir. Bu söz şu şekilde izah edilebilir: “Kendisine Allah’ın emrinin taalluk etmiş olduğu her şey, ya yapmak veyahut da yapmamak cinsinden olur. Birinci kısma gelince bu, ya kalblere ait ameller, ya da uzuvlara ait fiiller türünden olur. Kalbin amellerinin en önde geleni, Allah’a iman edip, O’na teslim olmaktır. Uzuvların amellerinin en önde geleni ise, namazdır. Yapmama cinsinden olanlara gelince, bu takvâdır. Takvâ ise, uygun olmayan her şeyden sakınıp onu yapmamaktan ibarettir… Halbuki Allah Teâlâ, ilk önce faydalı olan hidayetin, ancak Allah’ın hidayeti olduğunu beyan etmiş, bu küllî ve umûmî olan sözün peşinden de, sırayla o hidayetin kısımlarının en şereflisini zikretmiş ki, bu da, manevî tâatlerin en başta geleni olan İslâm (iman ederek kendini Allah’a teslim etme) ile maddî tâatlerin başı olan namaz ve terk etme, uygun olmayan şeylerden sakınma faslının en başta geleni olan takvâdır…231 İttikâ ile beraber özel anlamda vurgu yapılan ibadetler arasında sadaka ve zekatın ayrı bir yeri vardır.232 Çünkü bu ibadetler müttakîlik yolunda atılması gereken 225 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 223; er-Râzî, a.g.e., V, 70; en-Nesefî, a.g.e., I, 103; el-Bursevî, a.g.e., I, 289; el-Âlûsî, a.g.e., I, 454; el-Mansûrî, a.g.e., I, 200. 226 Elmalılı, a.e., III, 494. 227 er-Râzî, a.e., V, 70; en-Nesefî, a.e., I, 103; el-Âlûsî, a.e., I, 454. 228 er-Râzî, a.e., II, 101; Sa‘îd Havva, a.g.e., I, 411. 229 er-Râzî, a.e., II, 101. 230 el-En’âm, 6/ 71- 72. 231 er-Râzî, a.g.e., XI, 205. 232 bkz. İbnü’l-Arabî (ö. 638/ 1240), a.g.e., IV, 504; a.g.mf., el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye, I-VIII, Dâru’l- Kütübi’l-‘Arabiyyeti’l-Kübrâ, Mısır, 1293h., VIII, 209 vd. 1 37 ilk adımlardan biri olan manevî temizlenmeyi içerir: “Arınmak için malını verip temizlenen “etkâ” (daha müttakî) kimse ise ondan (cehennemden) uzaklaştırılacaktır.”233 Uzaklaştırıldıkça uzaklaştırılacaktır.234 Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Malarınız ve evlâdlarınız sizin için bir fitnedir. Büyük mükafat ise Allah katındadır. O hâlde gücünüz yettiğince Allah’tan ittikâ edin, dinleyin, itâat edin ve kendiniz için mal infak edin. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”235 “Sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.”236 Mü’minlerin hakiki müttakîlerden olmayı ümit edebilmesi237 için şöyle buyurulmuştur: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize ibadet edin ki, takvâ sahibi olasınız.”238 İbadet takvânın kendisi değil, takvâyı meydana getiren fiildir; çünkü ittikâ, zararlı şeyden sakınmaktır. İbadet ise emredileni yapmaktır. İbadetin bizzat kendisi, sakınmak değil, zararlı şeyden sakınmayı gerektiren hâldir.239 Bu takvâ, hidayet yoluna girenlerin en son derecesidir ve Allah’ın dışındaki her şeyden vazgeçip Allah’a yönelmek manasınadır.240 Bu da ibadetle olur. Bundan dolayı, ibadetin gayesi takvâya ermektir.241 Takvâdan murad da, şirkten ittikâ manasındaki ilk mertebe olmayıp, hâlis Allah rızasını gözetme manasındaki takvâdır.242 İnsanlar gibi ibadetlerin de ruhu ve cesedi vardır. Kıymet ruhadır, çürüyüp gidecek cesede değil; manayadır, aslında bir hiç olan maddeye değil. İbadetlerin ruhu, onlardaki takvâdır; zâhirî durumları görünüşleri, tatbik şekilleri takvâ ile değer kazanır. Meselâ ibadet olarak kesilen kurbanların:243 “Ne etleri ne kanları hiçbir zaman Allah’ın (kabulune)244 yükselip erişmez. Fakat sizden O’na (yalnız) takvâ ulaşır.”245 Takvânın 233 el-Leyl, 92/ 17. 234 Elmalılı, a.g.e., VIII, 492. 235 et-Teğâbun, 64/ 15- 16; benzer bir âyet için bkz; el-Haşr, 59/ 9. 236 Âl-i İmrân 3/ 92. 237 et-Taberî, a.g.e., VII, 233; el-Mâturîdî, a.g.e., I, 24; el-Kuşeyrî, a.g.e., I, 28; Elmalılı, a.g.e., I, 229. 238 el-Bakara, 2/ 21. 239 er-Râzî, a.g.e., II, 101; en-Nîsâbûrî, a.g.e., I, 191. 240 el-Beydâvî, a.g.e., I, 36; el-Âlûsî, a.g.e., I, 188- 189. 241 en-Nesefî, a.g.e., I, 32; el-Âlûsî, a.e., I, 189; el-Mansûrî, a.g.e., I, 50. 242 el-Âlûsî, a.e., IX, 151. 243 Cebeci, a.g.e., s. 89. 244 en-Nesefî, a.e., II, 116. 245 el-Hacc, 22/ 37. 1 38 şartlarına, ihlasa ve niyete riâyet etmeden,246 kabul edilmezler,247 ancak temizlik sözkonusu olduğunda kabul edilir.248 Gerçek takvânın birkaç şartı vardır. Bunlardan birincisi, insanın bu tâatte nefsinin kusur işlemesinden korkması ve kusur işlememek için azâmî derecede sakınmasıdır. İkincisi, ibadeti, Allah’ın rızası dışında bir gaye için yapmaktan son derece sakınmasıdır. Diğer bir şart ise, kişinin, ibadetine Allah’tan başkasını ortak etmekten sakınmasıdır. Bu şartları yerine getirmek ise oldukça zor bir iştir.249 Dolayısıyla sizin mâneviyatınızdan kaynaklanan kalblerinizi Allah’ın buyruğuna uyduran, O’nu yüceltmeye ve ihlasla O’na yaklaşmaya davet eden takvânız, Allah katında kabule yakın ve rızasına nâil olur.250 Takvânın samimi niyetle ve ihlasla alkasını vurgulamak için Hz. Peygamber(s.a.v.) kalbini göstererek: “takvâ buradadır, burada” buyurmuştur.251 Allah Teâlâ mü’minlere sadece ibadetlerde değil, ibadet yapacakları yerleri de yaparken takvâya riâyeti emretmektedir: “Tâ ilk günden temeli takvâ üzerine te’sis edilen mescid, senin içinde ibadet etmene elbette daha layıktır… Binâsını Allah’tan ittikâ ve Allah’ın rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yârın kenarına kuran kimse mi?”252 Burada takvâdan maksat ittikânın ikinci mertebesidir. Dinin emirlerini yapmamaktan, nehiylerini yapmaktan ittikâ etmek demektir.253 Dolayısıyla kişi, din binâsını sağlam temele oturtmalıdır ki, o da takvâdır.254 Takvâ ruhu temizlemektir, manevî temizliğin adıdır ve255 bu binanın temelini takvâ üzere atan kimseler de gayet temiz olmayı sevenlerdir, günahlardan ve kötü huylardan, maddî manevî pisliklerden iyice paklanmayı, Allah rızâsı için son 246 İbn Vehb, a.g.e., II, 40; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 155; İbnü’l-‘Arabî (ö. 543/ 1148), a.g.e., III, 298; el-Bursevî, a.g.e., VI, 36; el-Âlûsî, a.g.e., IX, 151; el-Cezairî, a.g.e., VIII, 424; el-Merâğî, a.g.e., XVII, 115. 247 ed-Dahhâk, Ebû’l-Kâsım (Ebû Muhammed) Dahhâk b. Müzâhim el-Hilâlî el-Horasanî el-Belhî (ö. 105/ 723), Tefsîru’d-Dahhâk, I-II, cem’ ve tah. Muhammed Şükrî Ahmed ez-Zavîye, Dâru’s-Selâm, Kâhire, 1414/ 1999, II, 590. 248 en-Nesefî, a.e., II, 116. 249 er-Râzî, a.e., XI, 205. 250 Elmalılı, a.g.e., V, 305. 251 Müslim, a.g.e., “el-Birr”, 32. 252 et-Tevbe, 9/ 108, 109. 253 Elmalılı, a.g.e., IV, 293. 254 el-Beydâvî, a.g.e., I, 421; en-Nesefî, a.g.e., I, 520; el-Âlûsî, a.g.e., VI, 21. 255 Cebeci, a.g.e., s. 90. 1 39 derece temiz olmaya çalışmayı sevenlerdir.256 Âyetin öncesinde yer alan: “Daha önce Allah ve Rasûlü’ne karşı harbetmiş olanı beklemek için mescit yapanlar var”257 buyruğu ile yerilmiş huylara karşılık258 olan karinesiyle temizlenmeden asıl kasdedilenin bedenî temizlikten çok kalbî temizlik, yani suçlar, günahlar ve yerilmiş ahlâk lekelerinden son derece temizlik olduğu açıktır. Bununla beraber zikredilen rivâyetler yalnız mâneviyatla sınırlanmayarak mutlaklık ve genelliği bildirme anlamına anlaşılmalıdır.259 Bütün bunlardan çıkan sonuç: “Allah temizlenenleri sever.”260 buyruğudur. Dinini sağlam temeller üzerine kuran –ki bu sağlam temel Allah’tan ittikâ ve O’nun rızasıdır-261 bâtıl düşünceler üzerine kurandan elbette daha hayırlıdır. Nifâk, cehennem vadisi kenarında kaymak üzere bılunan bir curuf gibidir. Kayınca üzerinde bulunan her şey onunla birlikte ateşe yuvarlanır. Ama dinini Allah’tan ittikâ üzerine kuranın binası sağlam temeller üzerinde durur, yıkılmaz.262 1) Hacc ahkâmında Hacc ve umre hem bedenen hem madden yapılan ibadetlerdendir. Hacc ve umre ibadetlerinin bedene meşakkatinin diğer bedenî ibadetlerden daha fazla olmasının yanında ayrıca nefsin çok sevdiği maldan birçok fedakarlık yapmayı gerektirmesi de onun ehemmiyetini artırmaktadır. Allah Teâlâ hacc ahkâmından bahsettiği bazı âyetlerde, mü’minleri ittikâya davet etmektedir:263 “Hacc( ayları), bilinen aylardır. Kim o vakitte haccederse hacc esnasında kadına yaklaşmak, günah yapmak ve kavga etmek olmaz. Ne hayır yaparsanız 256 Elmalılı, a.e., IV, 293. 257 et-Tevbe, 9/ 107. 258 el-Herrâsî, Ebû’l-Hasen İmâdüddîn Alî b. Muhammed b. Alî Kiya el-Ma’rûf (ö. 504/ 1110), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-IV, 2.bs., Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1405/ 1985, III, 217. 259 Elmalılı, a.e., IV, 294. 260 et-Tevbe, 9/ 108. 261 el-Bursevî, a.g.e., III, 510; el-Âlûsî, a.g.e., VI, 21; es-Sıddık, Hasen Han Ebû’t-Tayyib Muhammed (ö. 1307/ 1890), Fethü’l-Beyân fî Mekâsıdi’l-Kur’ân, I-XV, haz. Abdullâh b. İbrâhîm el-Ensârî, el- Mektebetü’l-‘Asriyye, Beyrût, 1412/ 1992, V, 400; et-Tabâtabâî, a.g.e., IX, 405; el-Cezairî, a.g.e., II, 424; el-Hicâzî, a.g.e., XI, 16; Ateş, a.g.e., IV, 141. 262 Ateş, a.e., IV, 141. 263 Cebeci, a.g.e., s. 159. 1 40 Allah onu bilir. Bir de azıklanın. Muhakkak ki, azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahibleri Benden ittikâ edin.”264 Hacc için niyet edip yola çıkarken, bedenî ihtiyaçlar için yiyecek, içecek, giyecek ve binek gibi ihtiyaçları hazırladığınız gibi, ruhunuzun ve kalbinizin ihtiyacı olarak, haccınızı265 ihlasla yapmanızı temin edecek olan takvâyı da hazırlayın, takvâ yoluna girin.266 Mahsurlu şeylerden gücünüz yettiğince sakının,267 stratejik, dikkatli ve dakik olun:268 “Allah’ın hacc ahkâmına, haram aya, kurbanlık hayvanlara ve hem ticaret hem rıza-i ilâhiyi arayarak Kâbe’ye niyet edip gelenlere hürmetsizlik etmemek, mescid-i haram’dan alıkoyan insanlara kızgınlıkla adaletsizlik etmemek”269 gibi zor işler, hacc ahkâmı ve ifası güç hususlardır. Allah’ın emrettiği gibi ibadet etmek, sakınılmasını ve çekinilmesini emrettiği şeylerden ittikâ etmek, nehyettiğini yapmamak270 ve Allah’ın çizdiği hudûdu ihlal etmemek,271 haramlarını helal görmemek272 için son derece dikkatli ve titiz olmak gerekir ki bu, hem haccın ahkâmındandır hem de müttakîlerin özelliklerindendir: “Kim iki günde (Mina’dan dönmek için) acele ederse ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur. (fakat bu) takvâ sahibi olanlar içindir. Allah’tan ittikâ edin.”273 Bu muhayyerlik herkese değildir, müttakî olan hacılar içindir.274 Çünkü takvâ sahibleri, en küçük hususlardan bile sakınır dolayısıyla zaten Allah katında gerçek hacı bu müttakîlerdir. Bu sebeble hepiniz Allah’tan ittikâ edin275 ki gerçek müttakîler gibi hacı olabilesiniz, demektir. Böylece bu durumun en temel şartı hacc için belirlenen menâsike 264 el-Bakara, 2/ 197. 265 Cebeci, a.g.e., s. 159. 266 el-Mansûrî, a.g.e., I, 218. 267 Sa‘îd Havva, a.g.e., I, 463. 268 Süfyân es-Sevrî, a.g.e., s. 64. 269 el-Mâide, 5/ 2. 270 el-Cessâs, a.g.e., IV, 86; el-Vâhidî, a.g.e., I, 216; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr, I- VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1409/ 1988, III, 8; İbn ‘Aşûr, a.g.e., VI, 87; Ebû’s-Su’ûd, a.g.e., III, 5. 271 et-Taberî, a.g.e., VI, 90. 272 er-Râzî, a.g.e., XI, 132. 273 el-Bakara, 2/ 203. 274 İbn Abbas, Abdullah Abdullah b. Abbas b. Abdilmuttalib (ö. 68/ 687), Tefsîru İbn Abbas, I-II, der. Abdülazîz b. Abdillah el-Hümeydî, Câmi‘atü Ümmi’l-Kurâ, Mekke, ts., I, 102. 275 el-Beydâvî, a.g.e., I, 113; el-Âlûsî, a.g.e., I, 486; Elmalılı, a.g.e., II, 42. 1 41 uygun hareket etmektir:276 “Deniz avı yapmak ve onu yemek, kendinize de misafire de bir fayda olmak üzere, sizlere helal kılınmıştır. İhramlı olduğunuz müddette ise size kara avı haram kılındı. Allah’tan ittikâ edin.”277 Ve haremde ihramlı iken yasaklanan avı yapmayın.278 “Haccı da umreyi de Allah için yapın”279 cümlesiyle başlayan bir başka âyette haccda riâyet edilmesi gereken ahkâm anlatılmakta ve âyet: “Allah’tan ittikâ edin ve bilin ki Allah, cezalandırması gerçekten çetin olandır” tehditi ile bitmektedir. Bu, Allah’a isyandan sakınınız ve özellikle hacc işinde pek takvâlı olunuz,280 anlamındadır. 2) Oruç ahkâmında Allah’ın koyduğu sınırlara oruç ahkâmında da riâyet gerekir: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı. Artık onlara yaklaşın ve Allah’ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin ak ipliği kara ipliğinden size belli oluncaya kadar yeyin, için sonra da geceye kadar orucu tamamlayın… Bu (hükümler) Allah’ın sınırlarıdır. Sakın o sınırlara yaklaşmayın. İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklıyor ki, takvâya erebilsinler.”281 Yani emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınıp,282 Allah’ın korumasına kavuşsunlar,283 demektir. Allah Teâlâ kendi yasaklarını ve nişânelerini ortaya koduktan sonra onlara saygı ve hürmet göstermeyi, itâat etmeyi “kalblerin takvâsı” olarak nitelendirmiştir: “İşte böyle; Allah’ın yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, Rabb’inin katında onun iyiliğinedir… Bu böyledir; kişinin Allah’ın nişânelerine hürmet göstermesi, kalblerin Allah’a karşı gelmekten sakınmasındandır (kalblerin takvâsındandır).”284 Kalblerin 276 el-Vâhidî, a.g.e., I, 159. 277 el-Mâide, 5/ 96. 278 en-Nesefî, a.g.e., I, 344; el-Âlûsî, a.g.e., IV, 32. 279 el-Bakara, 2/ 196. 280 el-Beydâvî, a.g.e., I, 111; el-Âlûsî, a.g.e., I, 480; Elmalılı, a.g.e., II, 30. 281 el-Bakara, 2/ 187. 282 et-Taberî, a.g.e., II, 249; el-Beydâvî, a.e., I, 107; en-Nesefî, a.g.e., I, 106; el-Bursevî, a.g.e., I, 301; el- Âlûsî, a.e., I, 466; Elmalılı, a.e., I, 534. 283 Elmalılı, a.e., I, 534. 284 el-Hacc, 22/ 30, 32. 1 42 takvâsından murad, kalblerin Allah korkusundan dolayı ürpermesi, Allah’ı bütün ihtişamıyla bilmesi ve Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etme285 hususundaki samimiyetidir.286 b- İnsan hakları (“Hukûku’l-İbâd”) alanında İnsanın Allah’ın hukûkuna riayet etmesi onu doğal olarak bütün beşerin hukûkuna riayet sonucuna götürür. Çünkü insana haksızlık ettiği müddetçe kişi Allah Teâlâ’yı memnun edemez. Bu durumda müttakînin, ilahı memnun etme yolunda ademoğlunun haklarını “ahlak, muamelat ve ukûbat” alanında teslim etmesi onun vazgeçilmez vazifelerinden olur. ba- Ahlâk alanında Edeb kelimesinin çoğulu olan âdâp ve muâşeret sözcüklerinin bileşiminden oluşan âdâb-ı muâşeret terkibi, insana, cemiyet içerisinde yaşamak için lazım olan nezaket kurallarını öğreten, insanî ilişkilerde uyulacak şekil ve ölçüleri ortaya kayan ve şahsı, toplum içerisinde saygı ve hürmete layık kılan… davranış şekilleridir.287 Bu yapıp edilenlerin, davranış şekilleri olarak adlandırılması oldukça yerindedir, çünkü insanın fiili ve davranışı arasında bir ayırım yapmak mümkündür. Davranış, insanların olaylar karşısında gösterdiği tepkidir. Bu tepkide; biyolojik ve sosyolojik etkenlerin tesiri vardır.288 Yani insan davranışları, insan fiilleri arasında insanın bilinç düzeyinde yapıp ettikleridir. Allah’a karşı en çok haşyet sahibi olanların âlimler olduğunun vurgulanması289 da bu gerçeğe dikkat çekmek için olsa gerektir. Sözlükte, “zarafet, usluluk, insanlarla kavlen ve fiilen lütf-i muâmele ve hüsn-i münâvele etmek”290 anlamlarına gelen edeb kelimesi: “İnsanlardan edib bir kimsenin, kendisiyle teeddüb ettiği şeydir.”291 şeklinde tanımlanmıştır. Muâşeret kelimesi ise, 285 et-Taberî, a.e., XVII, 207. 286 et-Taberî, a.e., XVII, 207; İbnü’l-Arabî (ö. 543/1148), a.g.e., III, 288; et-Tabresî, a.g.e., VII, 150. 287 Duman, Mehmet Zeki, Âdâb-ı Mu‘âşeret, Tuğra Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 14. 288 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, İstanbul, 1986, IV, s. 2909. 289 el-Fâtır, 43/ 28. 290 Âsım Efendi, a.g.e., I, 134. 291 İbn Manzûr, a.g.e., I, 93- 94; ez-Zebîdî, a.g.e., I, 144. 1 43 mufâ‘ale vezninde olup sözlükte “muhâlata (karışmak)”,292 manasınadır. Istılâhî olarak muâşeret kelimesi, âdâb kelimesiyle “âdâb-ı mu’âşeret” şeklinde terkib hâlinde kullanılmakla beraber,293 bununla, medenî ve ahlâkî davranış tarzları ve bu hususlarda gerekli olan pratik bilgiler294 kasdolunmaktadır. 1) Nazarî ahlâk Takvâ kavramında da her kavramda olduğu gibi bir nazarî bir amelî boyutu vardır. Bu bölüm takvâ kavramının “takvânın çeşitleri ve takvânın mertebeleri” başlıkları ile teorik durmunun ele alınmasını içermektedir. a) “Takvâ” nın çeşitleri Temelde ittikâ iki kısımdır. Birinci kısmı salihlerin, âbidlerin ve zâhidlerin ittikâsıdır. Onlar, kıyâmet gününü düşünürler, orada olacak muhakeme ve muhasebeyi akıllarına getirir, huzuru ilâhide bütün yaptıklarından sorulacaklarını, bütün fiil ve hareketlerinin hesabını vereceklerini hatırlarına getirir, Rasûller önünde, veliler yanında bütün suçlarının ve kabahatlerinin meydana çıkacağını, bütün günahlarının ve ayıplarının açıklanacağını ve mahşer halkı içerisinde mahcup ve perişan olacaklarını tefekkür ve tezekkür ederek, dâima bunun endişesi altında yaşarlar. Zira, bu zevat bütün yaptıklarının kıyâmet günü havaya gitmesinden ve herkesin kendilerine gülmesinden çekinirler. İttikânın ikinci kısmı ise, arifler takvâsıdır. Bu üstün insanların bütün endişesi de, kendilerine can damarlarından yakın olan Allah Teâlâ’ya karşı mahcup olmamak ve: “Ey kulum… Ben, seninle idim… Sen kiminle idin?” Hitabında muhatap bulunmamaktır, onlar yalnız bundan korkarlar. Bu zevat için ne cehennem endişesi ve nâr korkusu, ne de cennet ümidi, Hûri ve Gılman hayali bahis konusu değildir. Onlar, ancak Allah rızasını ve Cemâl-i İlâhî’yi kaybetmekten, ondan mahrum olmaktan korkarlar. İttikânın temelindeki endişe ancak budur.295 292 İbn Manzûr, a.e., IX, 219. 293 Duman, a.g.e., s. 23. 294 Çağrıcı, “Edeb”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994, X, 413. 295 Ozak, III, 116- 177; ayrıca bkz. Yılmaz, Hızır Hilmi, Kur’ân Kaynaklı Tasavvûfî Kavramlar, Ersöz Matbaacılık, İstanbul, 1997, ss. 98- 100; Güleç, Hasan, “Takvâ”, Diyânet Dergisi, c. XIII/ 3, 1974, ss. 149- 150. 1 44 b) “Takvâ” nın mertebeleri İnsanlar Hz. Âdem ve Havva’dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittir. Bu açıdan inanların soy, sop296 ve ünvanlarıyla övünmeleri islamın bakış açısına terstir ve onda tek değer ölçüsü takvâdır. Takvâ, kişinin kendisi ile Rabb’ı ve kendisi ile toplumu arasında kuvvetli bir bağ kuran ilişkilerin toplamıdır.297 Kur’ân-ı Kerîm takvâyı hem bir hayat tarzı hem de insanı değerlendirmede biricik ölçü olarak takdim etmiştir. Tarih boyunca insanlığa kan kusturmuş olan ırk, renk, bölge, sınıf, mevki üstünlüklerini toptan reddeden İslâmiyet bir tek üstünlük ölçüsü tanımıştır; “Takvâ”.298 Dolayısıyla Kur’ân’ın bu konudaki beyânı çok nettir: “Ey insanlar! Gerçek şu ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sadece birbirinizle tanışıp kaynaşmanız için büyük büyük cemiyetlerle, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezninde en şerefli, en yüceniz takvâda en ileri olanınızdır. Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”299 Evi büyük, soyu sopu kalabalık olanınız en şerefli olan değildir.300 Nefislerin olgunlaşması, şahısların manevî mertebe ve derece kazanması ancak takvâ iledir, yoksa şu ya da bu zatın nesebinden veya filan kavmin soyundan olmakla değildir.301 Çünkü kimin şerefli ve kıymetli, kimin şerefsiz ve değersiz olduğunun gerçek olarak belli olacağı kıyâmet gününün sûruna üflendiği gün insanlar arsında soy sop farkı kalmaz ve onlar birbirlerinin soylarını302 araştırmazlar.303 Rasûlullâh(s.a.v.) bu gerçeği veda hutbesinde beliğ bir şekilde ortaya koymuştur: “Ey insanlar! Hepinizin Rabb’i birdir. Arabın arab olmayana, arab olmayanın araba, siyah renklinin kızıl deriliye, kızıl derilinin siyah deriliye üstünlüğü 296 Turgay, Nurettin, “Takvâ”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994, VI, 101. 297 Yavuz, Yûnus Vehbi, Kur’ân’da Takvâ Kavramı, (Yayınlanmamış Makale), Bursa, ts., s. 6. 298 Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf İslâm’da Ruhî Hayat, İFAV, İstanbul, 1989, s. 277. 299 el-Hucurât, 49/ 13. 300 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 181. 301 Elmalılı, a.g.e., VI, 540. 302 Cebeci, a.g.e., s. 94. 303 el-Mü’minûn, 23/ 101. 1 45 ancak takvâ iledir.”304 Kim takvâ sahibi ise, üstün olan odur.305 Dolayısıyla insanların en şereflisi olmayı arzu eden, seven kimse Allah’tan ittikâ etsin.306 “Etkâ” kelimesi, sırrını, Hakk’tan işgal edebilecek her husustan temiz tutarak bütün mevcutiyetiyle Hakk’a tebeddül eden (kendini Allah’a adayan)307 kişiler için kullanılan ism-i tafdîl formatında bir sözcüktür. Bir diğer ifade ile, “etkâ” Allah’ın emrini yapan, nehyettiklerini terk eden, bunların yanı sıra Rabb’inden sakınıp, Allah’ın gayrısı ile meşgul olamayan, bir an kendisini düşünse, evladına baksa bunu günah kabul eden, kalbini Allah’ın nurlandırdığı kimsedir.308 Allah Rasûlü bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kul, sakıncalı olan şeylerden sakınmak için, sakıncasız olanı terk etmedikçe takvâ sahiplerinden olamaz.”309 Yine O, “Helal belli, haram da bellidir (yani şer’an belirlenmiştir).310 Fakat bu ikisi arasında, ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu onları bilmez. Dolayısıyla şüpheli şeylerden korunan kimse, dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen ise, harama da düşer. Nitekin koru kenarında sürü güden çobanın koruya düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her kralın bir korusu vardır. Allah’ın korusu da haramlardır. Haberiniz olsun ki, cesede bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki, o kalbdir”311 buyurmuştur. Âyet, insanları davet ettiği hususları kendine hedef edinmiştir. Bu hedef, insanların yaratılış ve yaşama hakkı bakımından eşit oldukları, aralarındaki üstünlüğün 304 İbn Hanbel, a.g.e., V, 411. 305 Hasen el-Basrî, Ebû Sa’îd el-Hasen b. Yesâr el-Basrî (ö. 110/ 728), Tefsîru’l-Hasen Basrî, I-II, der. Muhammed Abdurrahîm, Dâru’l-Hadis, Kâhire, 1436/ 1992, II, 298; el-Kâşî, a.g.e., II, 288; el-Âlûsî, a.g.e., XIII, 312. 306 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Fiten”, 70; İbn Hanbel, a.g.e., I, 143, 389, 401, 436; geniş bilgi için bkz. ez- Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 365; el-Beydâvî, a.g.e., II, 418; en-Nesefî, a.g.e., II, 587; el-Kurtubî, a.g.e., XV, 225; Elmalılı, a.g.e., VI, 540. 307 Elmalılı, a.e., VI, 540. 308 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 140. 309 et-Tirmizî, a.g.e., “ el-Kıyâmet”, 19; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 24. 310 Elmalılı, a.e., VI, 541. 311 el-Buhârî, a.g.e., “el-İman”, 39; Müslim, a.g.e., “el-Müsâkat”, 107; Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Büyû’”, 3; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Büyû’”, 1; en-Nesâî, a.g.e., “el-Büyû’”, 2; İbn Mâce, a.g.e., “el-Fiten”, 14; İbn Hanbel, a.g.e., IV, 267, 271. 146 yalnızca yaptıkları iyiliklere ve Allah’tan sakınma derecelerine bağlı olduğu hatırlatmasıdır.312 Yani Allah katında insanın değeri, seçimi elinde olmayan soyu ile değil, kendi çabasının sonunda kazanacağı ahlâkı ve takvâsı iledir.313 Öteki ölçülerin, insan gayretinin ürünü olmamalarına mukabil takvâ, ferdin kendi gayretinden kaynaklanır. İnsan yürümediği yolun, çilesini çekmediği davanın, ıstırabını yaşamadığı heyecanın sahibi olamaz. Takvâ ölçüsü, insanın kendi gayretinin meyvesi olmayan kıymetlerle yücelmek isteyen zihniyete karşı çıkışın bir yaratılış kanunu hâlinde ifadesidir:314 “Şu bir gerçek ki, insan için çalıştığından başkası yoktur.”315 “Her nefis, kazancına bağlı bir rehindir.”316 İşte bu buyruklar; hak ve görevlerde tüm insanlığın tastamam ve genel anlamda bir eşitlik içinde olduğunun vurgusunu yapmaktadır. Bu müsâvîlik de Kur’ân’ın temsil ettiği şeriatın bakış açısından kaynaklanmaktadır. İslamda sınıfsal farklılıklar ve kast sisteminin getirdiği, insanların derecelendirilmeleri keyfiyeti olmadığı gibi İslam, soy sop, mal ve evlattan kaynaklanan zenginlikleri ve bunların sağladığı tüm imtiyaz ve ayrıcalıkları ortadan kaldırmıştır. Takvâ anlayışı ruh aristokrasisi içinde bedenlerde demokrasiyi gerçekleştirmenin peşindedir. Ruh dünyasındaki aristokrasiden ise insanoğluna yalnız hayır ve güzellik gelir. Felaket, beden dünyasındaki yani sosyolojik ve hukûkî plandaki demokrasinin bozulmasıdır.317 Allah, hak, adalet, iyilik, takvâ ve gerek Allah’a gerekse insanlara karşı olan görevleri muhtevasına alan her türlü hayır işinin yapılmasını emretmekte olduğu gibi içerisinde günah, azgınlık, inkar, nimetlere nankörlük ve gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı kusur etmeyi ve üzerine düşen görevleri yapmamayı barındıran her şeyin de yapılmasını yasaklamaktadır. Bundan dolayı bu âyetin; gerek sosyal ve siyasi, gerekse bireysel ve İslâmî hayat tarzında en güçlü ve söz bütünlüğünün en değerli şaheseri olarak gündeme getirilmesi yerinde olacaktır.318 312 Derveze, a.g.e., VI, 434, 435. 313 Ateş, a.g.e., VIII, 529; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 490, 491. 314 Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 272. 315 en-Necm, 53/ 39. 316 el-Müddesir, 74/ 56. 317 Derveze, İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, çev. Mustafa Altınkaya, v.dğr., I-VII, 2.bs., Ekin Yayınları, İstanbul, 1998, VI, 435. 318 Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf, s. 278. 1 47 İslam dini aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu sûretle insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücâdele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti. Hz. Peygamber, bir olan Allah’a itâat temeline dayalı bir ahlâkî ve dînî birlik sağlama görevini üstlenmiş;319 böylece kabile ve soy sop anlayışı yerine Allah’a saygı (takvâ), ferdî ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü hâline gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslam’ın öğretileri, Allah’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenirliliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok faziletleri ihtivâ etmiş bulunmaktadır.320 “Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa ‘Selâm!’ derler.321 “Onlar gecelerini Rabb’lerine secde ederek, O’nun dîvânında durarak geçirirler.”322 “Onlar ‘Rabb’imiz! Cehennemin azabını bizden uzaklaştır, doğrusu onun azabı sargındır’ derler.”323 “Orası ne kötü bir karargah ve ne kötü bir makamdır!”324 “Ve onlar harcadıkları zaman, ne israf ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur.”325 “Ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.”326 “Kıyâmette onun için azab kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hâkir olarak kalır.”327 “Ancak tevbe edip inanan ve faydalı iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.”328 “Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir 319 Âl-i İmrân, 3/ 103. 320 Çağrıcı, “Ahlâk”, s. 1. 321 Furkân, 25/ 63. 322 Furkân, 25/ 64. 323 Furkân, 25/ 65. 324 Furkân, 25/ 66. 325 Furkân, 25/ 67. 326 Furkân, 25/ 68. 327 Furkân, 25/ 69. 328 Furkân, 25/ 70. 1 48 kimse olarak Allah’a döner. Onlar yalan ve boş sözün yanında bulunmazlar, boş söze rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.”329 “Ve kendilerine Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.”330 “Ve onlar: “Rabb’imiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar lütfeyle ve bizi sakınanlara önder yap” derler. İşte onlar, sabretmelerine karşılık saraylarda ödüllendirilecekler ve orada bir sağlık ve selam ile karşılanacaklardır. Orada edebî kalacaklardır. Ne güzel karargah ne güzel makamdır orası!”331 Yukarıdaki âyetlerde müttakîlerin nitelikleri, güzel huyları anlatılmaktadır. Onlar, öncelikle Rahman’ın kulları olarak nitelendiriliyor. Rahman’ın “ çok merhametli” anlamında olduğu hatırlanırsa, çok merhametli Allah’ın kulları da, elbette O’nun gibi merhametli olacaktır. Bu kelime, anılan kulların ahlâkına bir yumuşaklık ve letâfet vermektedir.332 Burada, Rahman’ın kulları her biri bir zümreyi andıran sekiz sıfatla nitelendirilerek, İslam ahlâkının, medeniyet ve idealinin bir özeti yapılmıştır. Bu özelliklerden birincisi şöyledir: Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, her şeyden önce gidişleri yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları yumuşaktır.333 Böbürlenerek değil, vakar va tevâzu ile,334 zorbaca mağrurane, kibirli, saygısız, kaba va haşin değil; sakin, vakarlı, alçakgönüllü, edepli, nazik ve yumuşak yürürler. Çevresini rahatsız etmez, ezâ vermez, sendeler gibi gitmez. Hesaplı, saygılı, merhâmet tavrıyla, güvenlik ve asayiş yayarak giderler.335 Kötü huylu kaba inkarcı insanlar kendilerine sataşırsa onlarla bir olmaz, sadece “selam” deyip geçerler.336 Selametle sonuçlanacak söz söylerler. Yahut “selametle” derler. Onlara çatmağa tenezzül etmezler, tahammül de ederler. İkincisi nitelik müttakîlerin gecelerini Rabb’lerine secde ve kıyam ederek geçirmeleridir. Yani geceleyin evlerine çekildikleri vakit ahlâkları bu olur. Rabb’lerine içtenlikle namaz kılarlar. Yatışları kalkışları hep Allah içindir.337 329 Furkân, 25/ 71- 72. 330 Furkân, 25/ 73. 331 Furkân, 25/ 74- 77. 332 Ateş, a.g.e., VI, 271; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 494. 333 Elmalılı, a.g.e., V, 447. 334 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 335 Elmalılı, a.e., V, 448. 336 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 337 Elmalılı, a.e., V, 448. 1 49 Geceleri ibadet ile geçirir, kendilerini cehennem azabından koruması için Allah’a niyâzda bulunurlar.338 İbadet ve ictihadlarına güvenmeyerek, daima kurtuluşa ermek için dua ederler. Bu onların üçüncü özelliğidir. Dördüncü özellikleri, müttakîlerin harcamada orta yolu tutturmalarıdır.339 Hareketlerinin ölçülü olması gibi harcamaları da dengelidir. İsraf ve cimrilikten sakınır ölçülü harcarlar. Allah’tan başkasına tapmaz,340 başka bir ilâha ibadet etmazler. Şirk adam öldürme, zinâ kebairin en büyüğü olan bu üç büyük günah, din, uygarlık, insanlık adına işlenip duran cinâyetlerden olduğu için burada bunlardan kaçınmaktan söz edilmiştir. Bu, müttakîlerin beşinci ahlâkî vasfıdır. Altıncı nitelik müttakîlerin yalan yere şahidlik yapmadıkları gibi, yalan yöylenen ve kovuculuk yapılan yerlerde de durmamalarıdır.341 Sahip oldukları meziyetler gereği onlar, iftirâ, yalan sözlerin konuşulduğu yerde durmaz, boş laflar konuşanların yanından ağır başlılıkla geçerler.342 Allah’ın âyetlerini duyunca ilgi ve saygı gösterirler.343 O âyetlerin üstüne sağır ve kör olarak yıkılmazlar. Yani dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler; lakin gören göz, dinleyen kulak ile yönelirler. Bu, müttakîlerin yedinci güzel huy ve meziyetidir. Âyetlerde anlatılan sekizinci ve son özellik ise onların, Rabb’lerinden; eşlerinden ve çocuklarından gözler sevinci ihsan buyurmasını, niyâz etmeleridir.344 Ayrıca, onların dualarında müttakîlere imam kılınmak da yer almaktadır.345 338 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 339 Elmalılı, a.e., V, 449. 340 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 341 Elmalılı, a.e., V, 449. 342 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 343 Ateş, a.e., VI, 271; a.g.mf., a.y. 344 Elmalılı, a.e., V, 449. 150 Ayetlerde sayılan nitelikleri taşıyan kimselerin, bu zor işleri yaparken karşılaştıkları güçlüklere sabırlarından dolayı, yüksek konutlarda ödüllendirilecekleri, melekler tarafından tahiyye ve selam (saygı ve esenlik) ile karşılanacakları, oturmağa değer o güzel yerlerde sürekli kalacakları belirtiliyor.346 Müttakîlerin bütün insanî kemalatlarını, mükemmelliklerini ve olgunluklarını içermekle347 beraber iman ettikten sonra özellikle infak etme ve sıdk sahibi olma gibi ahlâkî meziyetlerine dikkat çeken başka bir âyette de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Yüzlerinizi bazen gün doğusuna çevirmeniz, bazen batı tarafına çevirmeniz erginlik yani iyilik ve hayır değildir. Fakat iyilik, itâat ve hayır; Allah’a âhiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman edip yakınlara, öksüzlere, bîçarelere, yolda kalmışa, dilenenlere ve esirlere seve seve mal veren, hem namazı kılan, hem zekatı veren, bir de andlaştıkları vakit ahidlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hâllerinde ve savaşın şiddetli zamanında sabır ve sebat edenlerin davranışıdır. İşte bunlar, sıdk sahibi olanlardır ve sakınanlar da ancak onlardır.”348 Bu âyette İslam’ın temel iman, amel ve ahlâk konuları yani islamın ruhu özetlenmiştir: Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitablara iman ki, bunlar islamın iman esaslarıdır. Sevdiği malından yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere, özgürlüğe kavuşmak için çalışanlara maddî yardımda bulunmak, namaz kılıp zekat vermek, verilen sözde durmak, darlıkta ve bollukta sabretmektir ki, bunlar da imanın gereği olan güzel işler, ibadetler,349 ahlâkî meziyetlerdir. Ve bu vasıflarla muttasıf olma onuru da müttakîlere layık görülmüştür.350 345 İbn Vehb, a.g.e., II, 90; ez-Zeccâc, a.g.e., IV, 78; et-Taberî, a.g.e., XIX, 68; İbnü’l-‘Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Meâfirî (ö. 543/1148), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-IV, tah. Muhammed Abdülkâdir ‘Âtâ, Dâru’l-Fikr, Beyrût, ts., III, 456; er-Râzî, Ebû Abdillah Zeynüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdillâh (ö. 666/ 1268), Tefsîru Es’ileti’l-Kur’âni’l-Mecîd ve Ecvibetühâ, tah. Muhammed Alî el-Ensârî, Matba‘atü Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1381/ 1961 s. 247; et- Tabresî, a.g.e., VII, 316; el-Bursevî, a.g.e., VI, 253; en-Nâsirî, a.g.e., IV, 352; el-Meydânî, Abdurrahman Hasen Habenneke, Me‘âricü’t-Tefekkür ve Dekâikü’t-Tedebbür, I-VIII, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1421/ 2000, VI, 664. 346 Ateş, a.g.e., VI, 271; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 494. 347 Elmalılı, a.g.e., I, 473; kâmil bir mü’minin özellikleri için bkz. Üstündağ, Metin, Kur’ân’a Göre Temel Konular(1), Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2003, ss. 100- 116. 348 el-Bakara, 2/ 177. 349 Ateş, a.g.e., I, 288. 350 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 177; el-Bursevî, a.g.e., I, 283; el-Hillî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. İdrîs, el-Müntahâb min Tefsîri’l-Kur’ân, I-II, Âyetullâhi’l-‘Uzmâ el-Mar‘aşî, Kum, 1988, I, 39- 40; el-Mansûrî, a.g.e., I, 195; Sa‘îd Havva, a.g.e., I, 393. 151 İslam dinî, cömertliği bir fazilet olarak kabul edip yüceltmenin ötesinde onu bencil duyguların tatmin vasıtası olmaktan çıkararak Allah rızası ve insan sevgisinden oluşan ahlâkî bir muhtevaya kavuşmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, malını Allah rızası için değil sadece insanlara gösteriş olsun diye harcayan kimselerin bu davranışlarının ahlâkî bir değer taşımadığını, yardımlaşmanın ancak insanlara iyilik etmek (birr) ve Allah’a saygı göstermek (takvâ) niyetine dayalı olması gerektiğini351 ısrarla vurgulamaktadır.352 Müttakîler Allah’ın verdiği nimet ve rızıklardan yoksullara da verip iyilik ederler. Geceleri az uyur, seher vakitlerinde Rabb’lerinden mağfiret dilerler, dilenciye ve yoksula mallarından bir hak ayırırlar:353 “Korunanlar, cennetlerde, çeşme başlarındadırlar; Rabb’lerinin, kendilerine verdiğini alırlar; çünkü onlar bundan önce güzel davranmışlardı; geceleri pek az uyur, seherlerde istiğfâr ederlerdi. Mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardı.”354 Ayetteki “çünkü onlar daha evvel iyi amel ederlerdi” cümlesi, o cennetlerin kendisi mukabilinde alındıkları şeye işaret olup, bu, “cennetlikler o cennetleri, ihsanları sayesinde mülk edip aldılar…” demektir.355 Yani, o müttakîler, iman edip salih amel işlemeleri356 ve güzel ahlâk sahibi olmalarından ötürü bu cennetlere vâris oldular, anlamındadır. Müttakîler, bollukta ve darlıkta mallarını Allah yolunda harcarlar, öfkelerine hâkim olurlar, insanları affederler. Bir günah işledikleri, ya da nefislerine yazık ettikleri zaman hemen Allah’ı anar, günahlarından tevbe ederler, bile bile kötülükte ısrar etmezler. Ve bütün bunlara karşılık Rabb’lerinin mağfiretine nâil olur ve uzay kadar geniş olan cenneti hak ederler:357 “Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, korunanlar için hazırlanmış cennete koşun! O(koruna)nlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfke(lerini) yutkunurlar, insanları affederler. Allah da güzel davrananları sever. Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine 351 Çağrıcı, “Cömertlik”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1993, VIII, 72. 352 bkz. el-Bakara 2/ 264; el-Mâide, 5/ 2; el-Leyl, 92/ 17-20. 353 Ateş, a.g.e., IX, 56; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 496. 354 ez-Zâriyât, 51/ 15- 19. 355 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 200. 356 el-Bursevî, a.g.e., IX, 153; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 373. 357 Ateş, a.e., II, 108; a.g.mf., a.e., XIX, 507. 1 52 zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler; günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, hatalarında bile bile, ısrar etmezler.”358 Âyetteki “onlar, bollukta ve darlıkta infakı bırakmazlar” ifadesi, “onlar, bollukta, genişlikte ve darlıkta infakı bırakmazlar” anlamının yanında “bu ihsan ve infak, ister tabiatlarına uygun olduğu için onları mesrur etsin, ister tabiatlarına uygun gelmediği için onları üzsün, onlar herhâlde infak ederler”359 manasına gelir. “Onlar ki, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infak ederler…”360 Zor ve güç bir tâat olduğu için, Hakk Teâlâ, burada önce infaktan bahsetmiştir. Âyetteki, “ve onlar kızdıkları zaman öfkelerini yutarlar” ifadesinde yer alan “kezim” kelimesi; “dolu bir kırbanın ağzını bağlamak” anlamındadır. Burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı gücü bulunduğu hâlde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazm etmek ve sabretmektir.361 Öfkeyi zapdetmek de büyük bir meziyettir.362 Hz. Peygamber (s.), asıl pehlivanın, öfkesini zaptedebilen kişi olduğunu belirtmiştir.363 Hz. Peygamber (s.), bu durumla baş edebilmek için çeşitli tavsiyelerde bulunmuştur.364 Ayrıca o müttakîler, insanları affeder. Buna güçleri yetmesine rağmen, suç sahibine hak ettiği cezayı vermekten vazgeçer365 ve affederler. Kur’ân ve sünnette Allah’ı en yüksek derecede sevmek,366 O’nun hoşnutluğuna layık olmak ve O’ndan hoşnut olmak367 temel ahlâkî motif olarak gösterilmekte, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmaktadır.368 358 Âl-i İmrân, 3/ 133- 135. 359 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 312; et-Taberî, a.g.e., IV, 124; en-Nesefî, a.g.e., I, 204; el-Mahallî - es-Suyûtî, Celâlüddîn Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr (ö. 911) Tefsîru’l-Celâleyn, 6.bs., Dâru İbn Kesîr, Beyrût, 1419/ 1998, s. 67; el-Bursevî, a.g.e., II, 94; el- Âlûsî, a.g.e., II, 272. 360 er-Râzî, a.g.e., IX, 4- 5. 361 Elmalılı, a.g.e., II, 383. 362 Ateş, a.g.e., II, 108; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 508. 363 el-Buhârî, a.g.e., “el-Edeb”, 76, 102; Müslim, a.g.e., “el-Birr”, 107, 108; Ebû Dâvûd, a.g.e., “el- Edeb”, 3. 364 bkz. et-Tirmizî, a.g.e., “ed-Da‘avât”, 52; Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Edeb”, 4. 365 et-Taberî, a.g.e., IV, 125; el-Mahallî – es-Suyûtî, a.g.e., s. 67; el-Bursevî, a.g.e., II, 94; el-Âlûsî, a.g.e., II, 272. 366 el-Bakara 2/ 165. 367 el-Mâide, 5/ 119. 368 et-Tevbe, 9/ 72; el-Hadîd, 57/ 27. 1 53 Toplum içerisinde Allah rızasının ve takvânın nasıl elde edileceği durumu ise en güzel ifadesini Hz. Peygamberin Ebû Hureyre kanalıyla rivayet edilen şu sözlerinde bulmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istediğiniz hâlde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alışverişi üzerine alış verişe girişmesin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımsız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur.” Hz. Peygamber (s.) “Takvâ işte budur.” sözünü üç defa tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.369 İslam ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddî, zihnî ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan,370 Kur’ân-ı Kerîm’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazanmalı, fenalıklardan ve isyankarlıklardan nefret etmeli,371 kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru ile huzura kavuşturmalıdır.372 Bu sûretle Allah şuuru insana ahlâkî ve manevî hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan bağış dileme fırsatı sağlayacaktır.373 İslamın öngördüğü bu ahlâkî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızasına uygun düşüp düşmeyeceği açısından374 değerlendirmesidir.375 Bu son noktada İslam ahlâkı pragmatik 369 Müslim, a.g.e., “el-Birr”, 32; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Birr”, 18; İbn Hanbel, a.g.e., II, 325. 370 Çağrıcı, “Ahlâk”, s. 2. 371 el-Hucurât, 49/ 7, 14. 372 er-Ra‘d, 13/ 28. 373 Âl-i İmrân, 3/ 135. 374 Çağrıcı, a.g.md., s. 3. 375 Hûd, 11/ 112; eş-Şûrâ, 42/ 15; el-İnsân, 76/ 8- 9. 1 54 eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyetini kazanmaktadır.376 İşte bu perspektiften bakıldığında, müttakîlerin, Kur’ân ve sünnet çerçevesinde çizilen İslam ahlâkına riâyette, insanî istitaat kabiliyetini nihâî noktada kullanma başarısını göstermiş muzafferler olduğu görülür. 2) Amelî ahlâk Müslümanların birbirlerinin üzerindeki hakları pek çok olmakla beraber sû-i zan ve gıybetten sakınmak ötekinin hakkını korumada önemli bir yer işgal eder. Zira böyle bir ortamda kişilerin ruh sağlıkları yerinde olacağı gibi sağlıklı bireylerden oluşan bir toplum da insanlık için mükemmel örnek arzeder. Sözkonusu toplum, Müslümanların kendi içlerindeki dürüstlüklerinin yanında tüm insanlığa karşı sıdklarıyla da model olmaya devam eder. a) Genel olarak ahlâkî esaslarda Bu bölümde, şahıslar arsında sosyal münasebetlerin daha olumlu ve sıkı bir şekilde sürdürülebilmesi için elzem olan konu ve bunlara bağlı davranışlarla, bunlarla ilgili muaşeret esaslarını inceleyeceğiz. Zira toplum içerisinde yaşayan fertler sadece maddeden ibaret olmadıkları gibi birbirlerine olan ihtiyaçları da hep maddî değildir. İnsanları birbirine yaklaştıran, onları birbirine sevdirip saydıran ve aralarında köprü vazifesi görerek maddî-manevî bağlar oluşturacak faktörlere büyük ölçüde ihtiyaç vardır.377 Bu vasıtalardan birkaçını ittikâ çerçevesinde şöyle sıralayabiliriz: aa) Müslümanlar ile ilişkilerde Ahlakî esasların temelini atan el-Hucurât sûresi ahlakî alanda ittikâ edilmesi gereken husuları özel ve genel itibariyle ortaya koymuştur. Sağlam bir toplumun bütün bireyleri birbirlerine karşı güven içindedirler. Bu güven de ancak kişilerin birbirlerinin arkasında, karşı tarafın kendisinin aleyhinde bir söz veya davranışta bulunmayacağı 376 Çağrıcı, a.g.md., a.y. 377 Duman, a.g.e., s. 311. 155 hissinin kesin olarak belirmesiyle olur. Fesadın çıkmaması da ancak bu güvenin karşılıklı yaşanması ile hayata konulabilir. aaa) Sû-i zann ve gıybetten “İttikâ” Toplumun güven ve huzurunu korumak için mü’minler gıyablarında dahi olsa birbirlerinin hak ve hukûkuna riâyet etmeli ve birbirleri hakkında hüsn-ü zann378 beslemelidirler. Müttakîler bunu hedef edinmeli ve sürekli olarak Müslümanların geneline bunu telkin etmelidirler:379 “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kiminiz de kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden herhangi biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksindiniz; Allah’tan ittikâ edin, şüphesiz ki Allah tevbeleri dâima kabul edendir, acıyandır.”380 “Allah’tan ittikâ edin” buyruğunda mü’min kardeşiniz hakkında kötü zann beslemeyin, ayıplarını, kusurlarını ve gizli hâllerini araştırmayın ve gıybetini yapmayın, manası mevcuttur.381 Âyet, zanlara, tahminlere değer verip, işleri bunların gerektirdiği şekilde yönlendirmeyi ve hüküm vermeyi Müslümanlara yasaklayarak böyle şeylerden uzak kalmalarını emretmektedir. Âyet, mü’minlerin birbirlerinin mahremlerini ve gizli işlerini araştırmayı, bazı kimselerin diğer bir kısmının gıybetini yapmasını ve arkasından kötülüğünü söylemesini yasaklamaktadır.382 Müslümanlar, Allah’tan ittikâya ve Allah’ın gözetimini unutmamaya teşvik olundukları gibi Allah Teâlâ’nın tevbeleri kabul edici oluşu ve rahmetinin kuşatıcılığı vurgulanıp gerekli ikaz yapıldıktan sonra insanlara eziyet verici, toplumun huzurunu bozucu çirkin davranışlardan kaçınarak tevbe etmeye davet olunmaktadır.383 Âyetteki uyarı ve teşviklere ilaveten Hz. Peygamber de bu yönde hadisler buyurmuştur: “Hüsn-ü zann imandandır.”384 “Allah Teâlâ, müslümandan kanını, ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır.”385 “Müslümanların eksiklerini, ayıplarını 378 Derveze, a.g.e., VI, 431. 379 Derveze, a.e., VI, 431. 380 el-Hucurât, 49/ 12. 381 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 178; er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 135. 382 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., IV, 96; Derveze, a.g.e., VI, 430. 383 Derveze, a.g.e., VI, 430. 384 Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Cenâiz”, 13; “el-Edeb”, 81. 385 Müslim, a.g.e., “el-Birr”, 32; İbn Hanbel, a.g.e., III, 491. 1 56 araştırmayınız. Zira her kim Müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun ayıbını takib eder. Nihayet evinin içinde bile onu rezil ve rüsvay eder.”386 Âyetteki “zann” ifadesinin belirsiz gelmesi konusunu ez-Zemahşerî; bunun belirsiz olarak gelmesi, bazılık manasını ifade etmek ve zanların içinde belirlilik olmaksızın, mutlak olarak sakınılması vacib olanlar bulunduğunu göstermek içindir ki, herkes, Hakk ve batılı açık amâre ve belirtisiyle seçmeden ve iyice bakıp düşünmeden, zanna yeltenmesin, Allah’tan sakınsın, şeklinde yorumlamaktadır.387 Âyette ve hadislerde zikredilen hususların, günah fiillerden olmasının ve toplumun huzurunu kaçırmasının yanında âdâb-ı muaşeret kurallarına ters olduğu da açıktır. aab) Fesad çıkarmada “İttikâ” Allah Teâlâ müttakîleri, zannın bir kısmından sakınan, başkalarının ayıbını araştırmayan ve birbirlerinin gıybetini yapmayan edib insanlar olarak tanıttığı gibi onların vasıflarını saymaya devam ederek, fesad çıkarmadıklarını, bilakis sulha çağırdıklarını ve sulh için uğraştıklarını bildirir. Sulh yapmaya da yine en yakınlarında yer alan, kötü zanları ve fiileri isnad etmeye sakındıkları kimselerden yani mü’min kardeşlerinden başlarlar: “Mü’minler ancak kardeştirler. O hâlde (birbiri ile vuruşan, savaşan)388 iki kardeşinizin arasını (bulup) barıştırın, Allah’tan ittikâ edin.”389 Allah’ın hükmüne aykırı davranmaktan ve sulh için uğraşmada ihmalkarlık göstermeden390 ittikâ edin. Yani sulh için uğraşmak, iki mü’min insanın veya iki mü’min topluluğun arasını düzeltmeye gayret etmek ve iman kardeşliği takvâ cümlesindendir.391 Fesad ve kibir ise takvâ vasfının düşmanıdır. Çünkü fesad, nifak392 ve başkalarını büyüklük taslayıp zorbalık yapmak393 müttakîliğe manidir. Yine bu bağlamda, Allah Teâlâ: “Allah’tan 386 İbn Hanbel, a.g.e., IV, 421, 424. 387 ez-Zemahşerî, a.g.e., IV, 364. 388 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 168. 389 el-Hucurât, 49/ 10. 390 el-Beydâvî, a.g.e., II, 417. 391 Elmalılı, a.g.e., VI, 529. 392 geniş bilgi için bkz. el-Makdisî, Âdâbü’ş-Şer‘iyye ve’l-Minehü’l-Mer‘iyye, s. 5- 10; Kılıç, Sadık, Kur’ân’da Nifâk, Furkân Yayınevi, İsanbul, 1982; Kurt, Hasan, İslâm İnancına Göre Nifâk ve Münafık, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 2003. 393 et-Taberî, a.g.e., XX, 149. 1 57 ittikâ edin ve aranızdaki (anlaşmazlıkları) düzeltin, Allah Rasûlü’ne itâat edin”394 buyurmaktadır. ab) Gayr-i Müslimlerle ilişkilerde Yoplumda fesad çıkarmayan, aksine barışa uğraşan müttakîler sulhun gereği olan dostlukları kurarlar ve temelde sağlam bir dost olurlar çünkü ihânet ya da dostluğa zarar veren durumlardan beridirler. Ancak müttakîler dost edinirken de Allah’ın hudûduna riâyeti ihmal etmezler: “Ey iman edenler! Sizden evvel kendilerine kitab verilenler ve kâfirlerden, dininizi bir eğlence ve oyun (yerine) koyanları dostlar (ve üzerinize hakemler)395 edinmeyin, eğer mü’min iseniz Allah’tan ittikâ edin.”396 Onları ne dost397 ne de yardımcı kabul edin.398 Çünkü gerçek mü’mine, din düşmanlarını dost edinmek yakışmaz.399 b) Özel olarak Hz. Peygamber (s.)’le ilişkilerde Müslümanların Hz. Peygambere karşı, ittikâ çerçevesinde, saygı ve sevgilerinin tezahürü olarak uyguladıkları esasların bir kısmını şu şekilde sıralayabiliriz: ba) Mutlak olarak Hz. Peygamber (s.)’in önüne geçmede “İttikâ” Mü’minlerin, Hz. Peygamber (s.)’ın yanında iken uymaları gerekli olan muaşeret esaslarını tanzim eden Allah Teâlâ, öncelikle takaddüme (öne geçme ve geçirme) dikkatleri çekmiş ve:400 “Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü’nün huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan ittikâ edin, çünkü Allah (her şeyi) hakkıyla işiten ve bilendir”401 buyurmuş; bununla da, mekarimi ahlâkı ve âdâba riâyeti emrettiği402 gibi 394 el-Enfâl, 8/ 1. 395 et-Taberî, a.g.e., VI, 392. 396 el-Mâide, 5/ 57. 397 et-Taberî, a.g.e., VI, 392; ez-Zemahşerî, a.g.e., el-Keşşâf, I, 637; el-Bursevî, a.g.e., II, 408; el-Âlûsî, a.g.e., III, 338; Ebû’s-Su’ûd, a.g.e., III, 53; et-Tabâtabâî, a.g.e., VI, 28. 398 et-Taberî, a.g.e., VI, 392. 399 en-Nesefî, a.g.e., I, 329. 400 Duman, a.e., s. 44. 401 el-Hucurât, 49/ 1. 402 el-Kurtubî, a.g.e., XII, 199. 158 aynı zamanda da, Rasûl ile münasebetlerde, saygı, hürmet, tazim ve yüceltme gibi konularda mü’min kullarını tedib etmiştir.403 Hz. Peygambere karşı emredilen saygı ve hürmetin şekline gelince, müfessirlerden bir kısmı, âyeti, “din ile dünya işlerinde”,404 “söz ve fiil olarak”405 Allah’ın Rasûlü’nden önce bir şey yapmaya kalkışmayınız. Veya O’nun konuşması ve karar vermesi gereken bir konuda, ondan önce konuşup karar vermeyiniz,406 şeklinde tefsir etmişlerdir. Kısacası, “öne geçme ve geçirme” anlamına gelebilecek her davranışın bu âyetle yasaklandığı muhakkaktır. bb) Hz. Peygamber (s.)’in huzurunda konuşmadan “İttikâ” Allah Teâlâ mü’minlere, Rasûlü’ne takaddüm etmeme edebini öğrettikten sonra, O’nun yanında nasıl konuşmak gerektiğine de işaret ederek:407 “Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesi üzerine çıkarmayınız”408 buyurmaktadır. Yani Rasûlullah’ın Rabb’inin terbiyesi sonucunda belli bir konuşma güzeliği vardır. Siz O’nunla konuşurken O’nu örnek alınız ve409 O’na saygı ve tazimi muhafaza ederek410 seslerinizi O’nun sesi üzerine çıkarmayınız. Çünkü bir kimsenin yanında yüksek sesle konuşmak ondan ihtişam ve ihtiramı nefyeder.411 Bu sebeble sesinizin, özellikle Nebi’nin ses tonu altında olmasına dikkat ediniz.412 Âyette vurgulanan diğer bir husus da Rasûlullah’ın yanında fazla konuşmamaktır. Çünkü bir mecliste kim çok konuşursa orada mütekellim o olur, başkaları da susmak mecburiyetinde kalırlar. Hiç kimsenin sesi çıkmayınca da konuşanın sesi yükselmiş olacağından Hz. Peygamber’in olduğu yerde başkalarının 403 İbn Kesîr, a.g.e., IV, 205. 404 el-Kurtubî, a.e., XII, 199. 405 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 151; el-Kurtubî, a.e., XII, 199; el-Bursevî, a.g.e., IX, 61; el-Âlûsî, a.g.e., XIII, 287. 406 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 151; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 342; el-Beydâvî, a.g.e., II, 414; en-Nesefî, a.g.e., II, 580; ed-Dımeşkî, a.g.e., IV, 205; İbn Kesîr, a.g.e., IV, 205; el-Maverdî, a.g.e., V, 326. 407 Duman, a.e., s. 47. 408 el-Hucurât, 49/ 2. 409 Duman, a.e., s. 48. 410 el-Cessâs, a.g.e., II, 397. 411 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 112. 412 en-Nesefî, a.g.e., II, 580. 1 59 fazla konuşmaması gerekir. Hatta lüzum hâsıl olmadıkça veya sorulmadıkça birtakım olay ve haberlerden bahsetmek de doğru olmaz.413 bc) Hz. Peygamber(s.)’e hitab şeklinde “İttikâ” Allah Teâlânın mü’minleri takvâya hazırlama aşamasında emrettiği başka bir edeb kuralı da , mü’minlerin Hz. Peygamber’e hitab ederken, O’nu aralarından herhangi bir kimse gibi çağırmamaları gerektiği buyruğudur: “Birbirinize yüksek sesle çağırdığınız gibi O’nu da yüksek sesle çağırmayınız. Sonra amelleriniz boşa gider de farkında olamazsınız.”414 O’nu birbirinizi çağırdığınız gibi “Ya Muhammed!” şeklinde ismiyle çağırmayınız, “Ya Rasûlullah!”, “Ya Nebiyallah!” şeklinde çağırınız,415 demektir. Allah Teâlâ, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde mü’minlere edeb kurallarını öğretmiş ve uymamaları durumunda başlarına gelecek kötü âkibetleri haber vererek ikaz etmiştir. Ardından ise gerekeni yapmaya rağbetlendirmek için: “O kimseler ki, Hz. Peygamber (s.)’ın yanında seslerini kısarlar –yasağa karşı gelmekten sakınarak ve edebe uyarak-416 seslerini indirir, alttan alırlar. Şüphesiz onlar, o kimselerdir ki, Allah onların kalblerini takvâ için imtihan etmiştir.”417 Fetih sûresinde de geçtiği gibi,418 onları takvâ sözü üzerinde kararlılıkla ayakta tutup, türlü zorluklarla, tecrübe sahasında takvâya alıştırmış, takvâlarını tecrübeyle meydana çıkarmıştır,419 manasınadır. bd) Tezkiye edilmiş kalplerin “İttikâ”sı Sözlükte kök anlamı, “tasfiye” olan mihnet kavramı, mutlak manada, “arıtma, saf hâle getirme, özüne döndürme, içindeki yabancı maddeleri temizleme” şeklinde olumlu; “sıkıntıya ve maşakkete sokma, devre dışı bırakma, çok fazla kullanma, 413 er-Râzî, a.e., XXVIII, 112, 113. 414 el-Hucurât, 49/ 2. 415 el-Beydâvî, a.g.e., II, 414. 416 Elmalılı, a.g.e., VI, 519. 417 el-Hucurât, 49/ 3. 418 el-Fetih, 48/ 26. 419 Elmalılı, a.e., VI, 519. 160 tasfiyenin dozajını artırma” gibi olumsuz manalara gelmektedir.420 Mihnet kavramının, “denemek, sınamak, imtihan etmek, sıkıntı, meşakkat ve belâ” gibi anlamları, Arabların, altın yada gümüşü kızgın ateşte eriterek saf hâle getirme, içindeki yabancı maddeleri temizleme işlemini anlatmak üzere ifade ettikleri (امتحن الذهب ولفضة) kullanımına dayanmaktadır.421 Istılâhî bir terim olarak mihnet kavramı, “kişinin kötülüklerden ve fücurdan arınması için, Allah’ın, kişiyi güzel bir belâ ile imtihan etmesi”,422 şeklinde tanımlanmıştır. Mihnet özellikle Allah’ın kullarını imtihan etmesi anlamında kullanılır. Altın ve gümüşün cufûrundan ayrılması için kızgın ateşte eritilip imtihan edilmesi yani saf hâle getirilmesi423 gibi Allah da kullarını çeşitli meşakkatlerle imtihan ederek onları “rics”ten ayrıştırmak istemektedir.424 İmtihanla, insan en zor şartlar altında tutularak onun sabır ve dayanıklılık gücü ölçülmektedir.425 Başına gelen olaylara karşı insanın vereceği olumlu ya da olumsuz tepki onun samimiyetini ve iç yüzünü ortaya koyacaktır. İmtihan, hayır olsun şer olsun sorumluluk yükleyen her türlü teklifle, insanı deneme, durumunu ortaya çıkarma, yaptıklarına göre iyilerle kötüleri birbirinden ayırma olarak;426 takvâ da, günaha yönlendirici şeyden nefsi koruma,427 Allah’ın haramlarından kaçınarak gazabından sakınma, emrettiği şeyleri yapma;428 bir başka deyişle, Allah’ın emirlerine tam riâyet etme, bu emirlere aykırı hareket etmemek için dikkakli, hassas, titiz, ihtiyatlı ve uyanık olma;429 kısacası, Allah’ın çizdiği sınırlarda durma430 olarak düşünüldüğünde ikisi arasında ciddi bir ilişkinin olduğu anlaşılmaktadır.431 420 el-Cevherî, a.g.e., VI, 2201; İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 42, 43; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., V, 706; ez-Zebîdî, a.g.e., IX, 341. 421 İbn Manzûr, a.e., a.y.; el-Fîrûzâbâdî, a.e., a.y.; ez-Zebîdî, a.e., a.y. 422 er-Râğıb, a.g.e., s. 704. 423 ez-Zemahşerî, el-Fâik, III, 349; İbn Manzûr, a.e., XIII, 43; el-Fîrûzâbâdî, a.e., a.y.; ez-Zebîdî, a.e., a.y. 424 er-Râğıb, a.e., s. 704. 425 el-Âlûsî, a.g.e., XIII, 290. 426 Kaya, Süleymân, Kur’ân’da İmtihân Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 8. 427 Elmalılı, a.g.e., I, 169. 428 Derveze, a.g.e., II, 356. 429 İbn Haldun, a.g.e., s. 48. 430 İbn Haldun, a.e., s. 124. 431 Kaya, a.g.e., s. 187. 1 61 Yukarıda özet olarak ele aldığımız mihnet ve takvâ kavramları arasındaki ilişki net olarak, el-Hucurât sûresinde karşımıza çıkmaktadır. Sûrenin yukarıda işlediğimiz ilk üç âyetine ilaveten 4. ve 5. âyetlerini de içine alan ilk beş âyetinde verilmek istenen ana tema; Allah ve Rasûlü’ne saygısızlık anlamına gelen her türlü söz ve fiil kabilinden işlerde Müslümanları uyarmak ve saygılı davranmalarını öğütlemektir.432 Yine mü’minlerin Hz. Peygamber’in çağrısını, kendi aralarında birbirlerini çağırmalarıyla eş tutmamaları433 uyarısıyla da peygambere hürmet edilmesi ve âdâb-ı muaşeretin gözetilmesi istenmiştir.434 el-Hucurât sûresinin 3. âyetinde, mü’minlerin imtihân sürecinden geçirilerek takvâya ulaşabilecekleri435 –ki âyette yer alan “imtihân” kelimesi, Allah onların kalblerini denedi,436 arındırdı,437 temizledi,438 anlamındadır- ya da imtihanın gereği olarak kalbteki takvânın fiili durumunun Allah tarafından görülmek istendiği439 anlamı mevcuttur. Nitekim bu emir ve tavsiye üzerine bütün ashab, peygambere karşı daha hürmetkar davranmaya ve daha itinalı konuşmaya başlamıştır.440 Amacın tasfiye olduğu alanda gösterilen şu ya da bu olumlu fiil, takvâya atılan bir adım veya takvânın ortaya 432 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 114; Bilmen, Ömer Nasûhî, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Me’âli Âlisi ve Tefsîri, I-VII, Bilmen Yayınları, İstanbul, ts., VII, 3445; Mevdûdî, V, 435; Kutub, Seyyid, fî Zilâli’l-Kur’ân, I- XVI, çev. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Hikmet Yayınları, İstanbul, ts., XIII, 491. 433 en-Nûr, 24/ 34. 434 es-San‘ânî, Ebû Bekr Abdürrezzâk b. Hemâm (ö. 126- 211h.), Tefsîru’l-Kur’ânî’l-Azîz, I-II, tah. Abdullah Emîn Kal‘acî, Dâru Ma‘rife, Beyrût, 1411/ 1991, II, 55; er-Râzî, a.e., XVII, 165; et- Tabâtabâî, a.g.e., XV, 167; Derveze, a.g.e., VI, 376; Kutub, a.g.e., X, 473; Ateş, a.g.e., VI, 252. 435 er-Râzî, a.e., XXVIII, 114; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXVI, 215. 436 İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 42; en-Nîsâbûrî, a.g.e., XXVI, 58; Mevdûdî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, I-V, tah. Fâtımetü Yûsuf el-Haymî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1425/ 2004, V, 435. 437 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 156; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 346; Vehbi, a.g.e., XIII, 54, 84; Kutub, a.g.e., XIII, 491. 438 es-San‘ânî, a.g.e., II, 188; er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 114; el-Beydâvî, a.g.e., II, 415; en-Nesefî, a.g.e., II, 580; el-Kurtubî, a.g.e., XVI, 200; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 348; el-Bursevî, a.g.e., IX, 66; en- Nîsâbûrî, a.g.e., XXVI, 58; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 372; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 310; ez-Zuhaylî, et- Tefsîr, XXVI, 215; Elmalılı, a.g.e., VI, 519; Derveze, a.g.e., VI, 417; Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsîri, I-XVI, Arslan Yayınları, İstanbul, ts., XIV, 398; Ateş, a.g.e., VIII, 510; Yıldırım, Celâl, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsîri, I-XII, Anadolu Yayınları, İstanbul, 1989, XI, 5739. 439 el-Mahallî – es-Suyûtî, a.g.e., s. 515; Bilmen, a.g.e., VII, 3446. 440 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 114; Derveze, a.g.e., VI, 419; Ateş, a.g.e., VIII, 510. 162 çıkmasına sebeb olacak bir gelişme olduğundan,441 imtihanla elde edilmek istenilen şey, mü’minleri takvânın zıddı şeylerden442 arındırılmış konuma ulaştırmak olacaktır.443 Daha önce de zikretiğimiz, Arabların gümüş ve altının tasfiyesindeki (امتحن الذهب ولفضة) kullanımı,444 takvâya ulaşmanın yolunun arınmayla olacağını gösterir.445 Takvâya ulaşmak, Allah ve Rasûlü’nün emirlerine titizlikle saygı göstermeyi içeren ve bunun gereği olarak da bir takım sıkıntılara katlanmayı icab ettiren kademeli bir yolculuktur. Allah kalbleri tamamen arındırdıktan sonra, orayı takvânın bir merkezi hâline getirir.446 Bu durumda müttakî, imtihan sürecini başarıyla atlatan ve Allah’ın istediği arınmayı elde eden kimse olmaktadır ki, zaten imtihanla varılmak istenen sonuç da budur.447 Hedef alınan insan bu üstün mevkiyi ancak bu şekilde kazanabilir.448 Burada, peygambere karşı ve O’nunla konuşurken gösterilmesi gereken saygı ve hürmetin ifadesi yanında, belki, bu durumun yalnızca Peygamberin yüce şahsına özgü bir davranış olmayıp, İslam terbiye sisteminin âyetlerle belirlenmiş449 genel bir terbiye ve davranış biçimi olduğu söylenebilir.450 bb- Muâmelât (Hukuk) alanında Müttakî kimseler, Kur’ân’ın beyan ettiği, Rasûlullâh(s.a.v.)’ın ayrıca bildirdiği her hüküm ve emrin aksini yapmaktan, onlara muhalefet etmekten çekinirler. Çünkü müttakîler:451 “Allah’a karşı günah işlemekten itâate dönen ve Allah’ın farz kıldıklarına riâyetkâr olanlardır…”452 Müttakî diğer mü’minlerden farklı olarak, ihmali ve ihlali 441 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 346; el-Beydâvî, a.g.e., II, 415; en-Nîsâbûrî, a.g.e., XXVI, 58; Elmalılı, a.g.e., VII, 191. 442 ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXVI, 214. 443 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 346; el-Beydâvî, a.e., II, 415. 444 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 156; el-Beydâvî, a.e., II, 415; İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 42; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 348; el-Bursevî, a.g.e., IX, 66; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 310; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXVI, 214. 445 et-Taberî, a.g.e., XXVI, 156; er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 114. 446 et-Taberî, a.e., XXVI, 156; İbn Kesîr, a.g.e., VII, 348. 447 en-Nîsâbûrî, a.g.e., XXVI, 58; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 310; 448 er-Râzî, a.g.e., XXVIII, 114. 449 Derveze, a.g.e., VI, 419. 450 Kâdî Abdülcabbar, Müteşâbihü’l-Kur’ân, s. 622; Derveze, a.g.e., VI, 419. 451 Cebeci, a.g.e., s. 150. 452 Kâf, 50/ 32. 1 63 çok kolay olan ahkâma, diğer ahkâm yanında, özellikle dikkat etmeli ve bu vasfının zedelenmesine mani olmalıdır.453 1) Kadınların hakları konusunda “İttikâ” Kur’ân-ı Kerîmde kadınların hakları ile ilgili ahkâm zikredildiğinde genellikle hemen akabinden bu konuda Allah’tan ittikâ uyarısı gelmektedir. Bu âyeterden birinde, özellikle boşanmada erkeklerin kadınlara haksızlık etmeleri yüksek bir ihtimal olduğundan, müttakîlerin bu durumdan husûsiyetle ittikâ ettikleri belirtilmektedir: “Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddetlerini sayın; Rabb’iniz olan Allah’tan sakının; kendilerini, -apaçık bir hayâsızlık yapmaları hâli bir yana- evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın hudûdudur… sonra (o kadınlar) müddetlerini doldurdukları zaman onları ya güzellikle tutun, yahut güzellikle kendilerinden ayrılın…”454 iddeti uzatmak, iddeti beklerken onları evden çıkarmak, onlara zarar vermeye uğraşmak sûretiyle455 Allah’ın emrettiği ahkâma isyan etmekten ittikâ edin.456 Dolayısıyla kim bu konularda Allah’tan sakınırsa Allah onu darlıktan saadete çıkarır.457 Müttakîler boşanma ile ilgili konularda Allah’tan ittikâ ettikleri gibi, kadınlara verilen mehir hususunda da takvâya uygun davranırlar: “Eğer siz onları, kendilerine el sürmeden boşar, (fakat daha evvelden) onlara bir mehir tayin etmiş bulunursanız, o hâlde belirlediğiniz(o mehr)in yarısı onlarındır. Fakat kendileri veya nikah akdi elinde olanın bağışlaması müstesnâ. Sizin bağışlamanız takvâya daha uygundur.”458 Âyetin takdiri şöyledir: “Sizin birbirinizi affetmeniz, takvâ manasının tahakkuk etmesine daha layık olan bir hareket biçimidir…” Bu tarz bir hareket, kişiyi gerçekten takvânın kendisi 453 Cebeci, a.g.e., s. 150. 454 et-Talâk, 65/ 1, 2. 455 et-Taberî, a.g.e., XXVIII, 175; el-Beydâvî, a.g.e., II, 501, 502; el-Bursevî, a.g.e., X, 28; el-Âlûsî, a.g.e., XIV, 328, 330; Elmalılı, a.g.e., VII, 378, 384. 456 Hasen el-Basrî, a.g.e., II, 352; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 543; er-Râzî, a.g.e., XXX, 32; el-Mahallî – es-Suyûtî, a.g.e., s. 558; es-Sâbûnî, a.g.e., III, 375. 457 İbnü’l-‘Arabî (ö. 638/ 1240), a.g.e., IV, 340; İbn Receb, Ebû’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahman b. Ahmed el-Hanbelî, (ö. 795/ 1393), Tefsîru İbn Receb el-Hanbelî, I-II, cem’ ve ta‘lîk, Tarık b. ‘Avazillâh b. Muhammed, Dâru’l-Âsime, Riyâd, 1422/ 2001, II, 484; el-Kâşî, a.g.e., II, 382. 458 el-Bakara 2/ 237. 1 64 olan “zulmü terk etme”ye davet eder. Çünkü, Allah’a yaklaşmak maksadıyla,459 hakkından vazgeçerek, hakkının verilmemesine aldırış etmeyen kimse, hakkı olmayan bir şeyi almak sûretiyle başkasına zulmetmiş olmaktan son derece uzaklaşmış olur.460 İddet bekleyen kadınlara da bu esnada, örfe ve şeriata uygun olarak461 nafakalarını ödemek müttakîlere vacibtir:462 “Boşanan kadınlara, müttakîler üzerine bir borç olarak, uygun bir sûrette faydalanma vardır.”463 Her ne kadar boşanma mübah ise de boşanmada acele davranmak, çabuk karar vererek kadınların zararına bir neticeye varmak ittikâ edilecek hususlardandır.464 Nitekim Hz. Peygamber (s.)’ın azadlısı Hz. Zeyd, boşanmada acele etmemesi için Hz. Peygamber (s.) tarafından şöyle uyarılmıştır:465 “Eşini bırakma, Allah’tan ittikâ et.”466 Bir kadını boşamanın, mübah olduğuna aldanarak, ehemmiyetsiz bir mesele zannedip, Allah katında mesuliyeti olduğunu unutma467 demektir. Geçimsizlik hâllerinde bile boşanmaktansa, bir anlaşma ile geçimsizliği giderip evlilik müessesesini ayakta tutmak takvâya daha uygundur:468 “Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden, yahut (her hangi bir sûretle kendisinden) yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında ikisine de bir vebal yoktur. Anlaşmak (boşanmaktan) daha hayırlıdır. Nefisler mal sevgisine meyyaldir. Eğer iyi davranır ve ittikâ ederseniz bilin ki Allah işlediklerinizden haberdardır.”469 İttikâ onlara zulmetmemeyi, nafakaları, hakları470 karı koca geçimleri hususunda gereği gibi davranmayı icab ettirmektedir.471 Serkeşlik, 459 Süfyân es-Sevrî, a.g.e., s. 70; en-Nîsâbûrî, a.g.e., II, 292. 460 er-Râzî, a.g.e., VI, 154. 461 et-Tahâvî, Ebû Ca’fer Ahmed b. Muhammed b. Selâmet el-Ezdî (ö. 321/ 933), Ahkâmü’l-Kur’âni’l- Kerîm, I-III, tah. Sadeddîn Ünâl, İSAM, İstanbul, 1419/ 1998, II, 370. 462 Elmalılı, a.g.e., II, 105. 463 el-Bakara, 2/ 241. 464 Cebeci, a.g.e., s.154. 465 Hasen el-Basrî, a.g.e., II, 210; ez-Zeccâc, a.g.e., IV, 229; es-Semerkandî, a.g.e., III, 51; es-Sa‘lebî, a.g.e., V, 115; eş-Şirâzî, Nasr Mekârim, el-Emsâl fî Tefsîri Kitâbillâhi’l-Münzel, I-XX, Müessesetü’l- Ba’se, Beyrût, 1413/ 1992, XIII, 238. 466 el-Ahzâb, 33/ 37. 467 Elmalılı, a.g.e., VI, 90. 468 Cebeci, a.g.e., s. 155. 469 en-Nisâ, 4/ 128. 470 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 510; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 560; el-Beydâvî, a.g.e., I, 241; en-Nesefî, a.g.e., I, 286; el-Bursevî, a.g.e., II, 296; Vecdi, a.g.e., s. 129. 471 et-Taberî, a.g.e., V, 422; el-Âlûsî, a.g.e., III, 157. 1 65 eşden yüz çevirme ve haklarını eksiltme ittikâya manidir.472 Bu hükümler hem kadın hem koca için geçerlidir.473 Sadece boşanma meselelerinde değil, evlilik müessesesi içinde de güzelce ve adaletle davranmak müttakîliğin gereklerindendir. Birden fazla eşi olanlardan ise gücü nisbetinde adalet istenmektedir: “Kadınlar arasında eşit davranmaya ne kadar hırs gösterseniz de asla güç yetiremezsiniz. Bari, (içlerinden birine) iyice meyledip de ötekini askıda bir hâlde bırakmayın. Eğer nefsinizi ıslah eder, ittikâ ederseniz, Allah Gafur ve Rahim’dir.”474 Nafakaları, gece hisseleri, beraberlik hakları gibi Allah Teâlâ’nın farz kıldığı hususlarda onlara haksızlık etmekten, zulmetmekten ittikâ edin,475 gücünüz yettiğince haklarına riâyet edin,476 demektir. İnsanların haksızlığa meylettiği bir başka mesele de mirasdır. Müttakîler bu konuda da takvâya uygun davranırlar: “Sizden birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakın akrabaya meşru sûrette vasıyette bulunmak müttakîler üzerine bir borç olarak farz kılındı.”477 Her müslümana farz olan vasıyyet , takvâ yolunu seçen ve takvâyı arayanlara bilhassa gerekli bir vazifedir.478 Çünkü vasıyyeti muhafaza ve gereğini icra, Allah’tan ittikâ eden müttakîlerin şiarlarındandır.479 2) Cihâd konusunda “İttikâ” İnsanın imtihanında cihad, kulvarın çetin yokuşlarından biridir. Bu, fedakarlık, sabır, sebat, dünyaya değer vermemek ve en önemlisi hayata önem vermemek, ölümden korkmamak gibi vasıfları gerektirir. Ancak dünya hayatını, az bir meta, hizmet ve ihtimama değmez bir vâkıa olarak alabilen kimseler, canına, malına, ailesine, sıhhatine yani kısaca dünyasına büyük zarar verebilecek olan cihada yanaşır. Çünkü onun hedefi, 472 el-Beydâvî, a.g.e., I, 241. 473 er-Râzî, a.g.e., XI, 67. 474 en-Nisâ, 4/ 129. 475 et-Taberî, a.g.e., V, 428; er-Râzî, a.g.e., XI, 68; en-Nesefî, a.g.e., I, 287. 476 Şeybe, Abdülkâdir b. el-Hamd, Tehzîbü’t-Tefsîr ve Tecrîdü’t-Te’vîl mimmâ Ulhika bihi mine’l-Ebâtîl ve Radîe’l-Ekâvîl, I-V, Mektebetü’l-Ma‘ârif, 1414/ 1993, IV, 11. 477 el-Bakara, 2/ 180. 478 er-Râzî, a.e., V, 61. 479 el-Âlûsî, a.g.e., I, 452; el-Mansûrî, a.g.e., I, 198. 1 66 bu dünyanın ötesine uzanmaktır. Kurtarmak istediği yer orası, kurtuluşta olmak istediği yer orasıdır. Onlar müttakîlerdir ve Allah onların cihada da yardımcısıdır:480 “Ey iman edenler! Size yakın olan kâfirlerle muharebe edin, sizi kendilerine karşı sert bulsunlar. Bilin ki Allah muhakkak, müttakîlerle beraberdir.”481 Onları muhafaza eder,482 yardım eder ve onlara muzafferiyet ve galebe483 nasib eder. Çünkü onlar mal, mevki hırsı ile değil, takvâları sebebi ile cihada yöneldiler484 ve cihad onların müttakîler zümresi olduklarının delili oldu.485 Âyet iman ve cihadın takvânın şartlarından olduğuna işaret etmektedir.486 Cihad sadece yakın kâfirlere karşı değildir: “Müşrikler sizinle nasıl topyekün harb ediyorlarsa siz de onlarla topyekün harb edin. Allah’ın müttakîlerle olduğunu bilin.”487 Allah’ın yardımı sizin gibi müttakîler için geçerli olduğundan başarı ve zafere ulaşacağınızdan, takvâ üzere devam ettikçe şüphe etmeyin.488 Fakat takvâyı yalnız fenalık yapmaktan ve mücerred kaçınmaktan ibaret menfî bir haslet kabul etmeyin, Allah’a yakınlık için de vesile araştırın ve cihad edin:489 “Ey iman edenler! Allah’tan ittikâ edin, ona (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin.”490 Vesîle aramak ve cihad etmek sûretiyle ittikânızı gösterin.491 Başlangıçta muharebeden ellerin çekilmesi emrolunurken seslerini çıkarmayıp, cihad emri gelince:492 “Ey Rabb’imiz! Üzerimize muharabeyi niye farz kıldın. Bizi biraz daha geri bırakmalı değil miydin? diyenler”493 ve mallarıyla, canlarıyla cihad etmekten çekinip izin isteyenler494 480 Cebeci, a.g.e., s. 165. 481 et-Tevbe, 9/ 123. 482 el-Beydâvî, a.g.e., I, 426. 483 el-Mâturîdî, a.g.e., II, 457; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 313; en-Nesefî, a.g.e., I, 525; el-Bursevî, a.g.e., III, 539; es-Sıddık, a.g.e., V, 299; el-Hicâzî, a.g.e., XI, 27; et-Tabâtabâî, a.g.e., IX, 419- 420; el-Merâğî, a.g.e., XI, 50. 484 er-Râzî, a.g.e., XVI, 230. 485 el-Âlûsî, a.g.e., VI, 47. 486 el-Âlûsî, a.e., VI, 47; Elmalılı, a.g.e., IV, 315. 487 et-Tevbe, 9/ 36; benzer bir âyet için bkz. el-Bakara, 2/ 194; geniş bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., II, 273. 488 Elmalılı, a.e., IV, 226; el-Merâğî, a.g.e., X, 116. 489 Elmalılı, a.e., III, 170. 490 el-Mâide, 5/ 35. 491 el-Âlûsî, a.g.e., III, 294. 492 Cebeci, a.g.e., s. 167. 493 en-Nisâ, 4/ 77. 1 67 müttakîler olamaz. Çünkü “Allah müttakîleri bilir”,495 ve Allah müttakîlere canlarıyla ve mallarıyla cihadı kolaylaştırır.496 “İttikâ edenler için ahiret daha hayırlıdır.”497 Az bir meta olan dünyaya aldanıp, cihaddan kurtarmak için izin istemek müttakîlere yakışmaz. Yani müttakîlerin cihadda izin istememeleri Allah’tan sakınmalarındandır ve Yüce Allah bütün kendinden sakınanları ve özellikle bunları bol sevab ile lütuflandıracaktır. Bundan dolayı imanın hükmü izin istememezliktir,498 müttakî olan imanından ve Allah’tan ittikâsından ötürü izin istemez499 ve cihaddan da korkmaz. Korkmaya da gerek yoktur; çünkü Allah Teâlâ müttakîleri muhafaza eder ve onlara yardım eder: “Ey inananlar! Allah’ın üzerinizde olan nimetini hatırlayın; Hani bir kavim size saldırmaya kalkmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah’tan ittikâ edin, inananlar Allah’a güvensinler.”500 “Andolsun ki, siz (düşmandan aded ve silahca) daha zayıf iken Allah size Bedir’de yardım etti (de zafere erdiniz). Allah’tan ittikâ edin ki, şükretmiş olasınız.”501 Çünkü takvâya devam etmek, Allah’ın nimetine şükürdür.502 Takvânızı da harbden kaçmaktan, bozguna uğramaktan ve peygamberin emirlerine muhalafet etmekten sakınarak503 teyid ediniz. Cihadın imtihan olan yönlerinden biri de ganimet taksiminde verilen paya itiraz etmemektir. Bu noktada imtihan yine dünya malı ile olmaktadır. Cihadda kaymayan ayaklar, ganimet meselesinde kayabilir ve ihlaslı amele hırs girebilir. Bu sebeble bu hususata da ittikâ gereklidir:504 “ Ganimetler Allah’ındır ve peygamberindir, inanıyorsanız Allah’tan ittikâ edin, aranızdaki münasebetleri düzeltin, Allah’a ve peygamberine itâat edin.”505 Ganimeti peygamber nasıl dağıtmışsa razı olun506 ihlilafa 494 et-Tevbe, 9/ 44. 495 et-Tevbe, 9/ 44; geniş bilgi için bkz. el-Merâğî, X, 128. 496 Abdülazîz, a.g.e., III, 1488. 497 en-Nisâ, 4/ 77. 498 ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, IV, 162; Elmalılı, a.g.e., IV, 248. 499 el-Mâide, 5/11. 500 el-Cezairî, a.g.e., II, 374. 501 Âl-i İmrân, 3/ 123. 502 et-Taberî, a.g.e., IV, 99; er-Râzî, a.g.e., VIII; 209; el-Beydâvî, a.g.e., I, 178; en-Nesefî, a.g.e., I, 201. 503 ed-Dımeşkî, a.g.e., V, 515; Ateş, a.g.e., II, 103. 504 Cebeci, a.g.e., s. 168. 505 el-Enfâl, 8/ 1. 1 68 düşmeyin, hasımlaşmayın, dünya malı için çekişmeyin.507 Sahabeyi bile zorlayan508 bu imtihana takvâ ile karşılık verin. Bir ganimet hükmü olarak, mehri ve malı ile kâfirlere kaçan mürted kadınların eşlerine, o kâfirlerden ganimet elde edildiğinde, kaçan malı ve parası nisbetinde ganimetten pay ayırmaya riâyet ediniz ve “Allah’tan ittikâ edin” ki ahkâma aykırı davranmaya meyletmiyesiniz.509 Allah Teâlâ, müttakîlere düşmanlarıyla yaptıkları andlaşmalara sonuna kadar riâyet etmelerini emretmektedir: “(Onlarla) yaptığınız andlaşmalara sonuna kadar uyun.”510 Ayrıca Allah Teâlâ: “Onlar size doğru davrandıkça, siz de onlara doğru davranın”511 buyurmuştur. Çünkü, bunlar takvâdandır512 dolayısıyla “Allah (böyle yapan) müttakîleri sever.”513 Yine âyetin işaret ettiği gibi düşmanları takip etmek, gözlemek, ne yapıp ettiklerini, neye hazırlandıklarını araştırmak da takvâdandır.514 Çünkü onları takip etmeden andlaşmalara riâyet edip etmediklerini, alttan alta komplolor hazırlayıp hazırlamadıklarını bilmek imkansızdır.515 Bu sebeble Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Sabr-u sebat edin, (düşmanlarınızla) yabırda yarış edin, (sınırlarda) nöbetleşin ve Allah’tan ittikâ edin ki felah bulabilesiniz.”516 Âyette geçen “nöbet bekleşin”, “râbitû” kelimesi, geniş anlamı ile, düşmanın hucum etmesinden korkulan taraflardaki dağ ve vadi kovuklarında, atları bağlayıp düşmanın gelmesini gözetlemek için ayrılmadan beklemek manasınadır.517 Müttakîler cihad eden ve cihada iştiyakı olan kimselerdir. Zaten onların bütün amelleri birer cihaddır. En 506 el-Kuşeyrî, a.g.e., I, 378; el-Herrâsî, a.g.e., III, 152; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 189; er-Râzî, a.g.e., XV, 116; el-Beydâvî, a.g.e., I, 374; en-Nesefî, a.g.e., I, 459; el-Bursevî, a.g.e., III, 311; el-Âlûsî, a.g.e., V, 152; es-Sıddık, a.g.e., V, 129; Ebû Zehra, Muhammed b. Ahmed b. Mustafâ Muhammed (1394/ 1974), Zehratü’t-Tefâsîr, I-X, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, Kâhire, ts., VI, 3062; el-Fenîsân, a.g.e., s. 201; el-Cenâbezî, a.g.e., II, 227; el-Haddad, a.g.e., III, 250. 507 er-Râzî, a.g.e., XV, 116; el-Beydâvî, a.g.e., I, 374; en-Nesefî, a.g.e., I, 459; el-Âlûsî, a.g.e., V, 152. 508 Âyetin nüzûl sebebi için bkz. et-Taberî, a.g.e., IX, 235. 509 Cebeci, a.g.e., s. 169. 510 et-Tevbe, 9/ 4. 511 et-Tevbe, 9/ 7. 512 el-Beydâvî, a.g.e., I, 396; en-Nesefî, a.g.e., I, 486; el-Âlûsî, a.g.e., V, 244; es-Sıddık, a.g.e., V, 241; Abdülazîz, a.g.e., II, 1444; Muğniyye, Muhammed Cevâd, et-Tefsîru’l-Kâşif, I-VII, 4.bs., Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, Beyrût, 1990, IV, 10; el-Merâğî, a.g.e., X, 56, 62. 513 et-Tevbe, 9/ 4, 7. 514 en-Nesefî, a.g.e., I, 396. 515 Cebeci, a.g.e., s.170. 516 Âl-i İmrân 3/ 200. 517 el-Âlûsî, a.g.e., II, 384. 169 büyük cihad da nefsine karşı yaptığı cihaddır.518 Bu sebeble, düşmanları gözetlemek için yaprıkları ve “ribât” adını verdikleri kalecikleri kuran atalarımız buraları aynı zamanda bir tekke gibi kullanarak, nefis terbiyesine yönelmiş, cihadı mücahede ile aynileştirmiştir.519 3) Emanet ve şahidliğe riâyette “İttikâ” “Ey iman edenler! Allah’tan ittikâ edin ve sözü doğru söyleyin.”520 Hangi hususda ve hangi durumda olursa olsun bir söz söylediğiniz zaman hak ve doğru,521 hedefine yönelik, sağlam söz söyleyin.522 Bu, müttakîlerin şiarlarındandır. Şahıslar arasında borç verme ve borçlanma muamelelerinde, borçlunun, borcunu ikrar etmesi ve eksiksiz vermesi, bu muameleye şahidlik edenlerin de doğru şahidlik etmeleri ve borçlu ile alacaklının gerek şahidlere gerekse bu muameleyi kağıda geçiren katibe zarar vermeye uğraşmamaları hep takvâ523 kabilinden işlerdir:524 “Eğer birbirinize güvenmiş (ve borç vermişseniz), güvenilen (borçlu) emanetini (borcunu) tastamam ödesin, Rabb’i olan Allah’tan ittikâ etsin, şahidliği (de) gizlemeyin”525 emanete hiyanet, borcu inkar etmek, eksik vermekten, borcun vaktini uzatmaktan,526 şahidliğe çağrıldığınızda yalan yanlış şahidlik etmekten,527 emanet edilen bir malı veya eşyayı istenince vermemekten528 ittikâ edin.529 Miras meselelerinde de doğruyu söylemek müttakîlere yakışan davranışlardandır: “Arkalarında aciz, küçük çocuklar bırakıp (öleceklerini düşündükleri) takdirde, onlar için (hâlleri ne olur? diye) endişe edenler, (himayeleri altındaki yetimler ve diğer mirasçılar hakkında da aynı endişeyi taşıyıp) korksun(lar) ve 518 Sa’îd Havva, Cündullâh, a.g.e., ss. 318- 320. 519 Cebeci, a.g.e., s.170. 520 el-Ahzâb, 33/ 70. 521 es-Sa‘lebî, a.g.e., V, 136; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 308; eş-Şirâzî, a.g.e., XIII, 335. 522 Elmalılı, a.g.e., VI, 113. 523 Cebeci, a.g.e., s.173. 524 el-Bakara, 2/ 282. 525 el-Bakara, 2/ 283. 526 el-Beydâvî, a.g.e., I, 145; en-Nesefî, a.g.e., I, 158; el-Âlûsî, a.g.e., II, 61; en-Nîsâbûrî, a.g.e., III, 89. 527 et-Taberî, a.g.e., III, 187. 528 el-Cessâs, a.g.e., IV, 97; er-Râzî, a.g.e., VII, 121. 529 el-Cevzî, a.g.e., II, 342. 1 70 Allah’tan ittikâ edip, (gerek vasiler, gerek onların yanında bulunanlar, hatıra gönüle bakmayarak) sözü doğru söylesinler.”530 Miras konusunda daha önce şahid tutulan kimselerden Allah’tan ittikâ edenlerine şahidliği dosdoğru yapmak yaraşır.531 4) Faiz konusunda “İttikâ” Müttakîlerin, Allah’ın cehenneminden korkmaları, felaha mani olan şeylerden biri olan faizi yemelerine engel olur. Çünkü Allah onları bu hususta ittikâya çağırmıştır:532 “Ey iman edenler! Ribayı öyle kat kat artırılmış olarak yemeyin, Allah’tan ittikâ edin, tâ ki felaha eresiniz…”533 Faiz konusunda Allah’tan sakının. Kensisinin size yemenizi emrettiği şeylerin dışında kalanları yemeyin, Allah’a itâat edin ve böylelikle umulur ki korktuklarınızdan emin, umduklarınıza nâil olup ebedî cennete kavuşursunuz.534 Bu emirden sonra ifadeler daha da keskinleşmiştir: “Ey iman edenler! (gerçek) mü’min iseniz Allah’tan ittikâ edin de faizden (daha önceki muamelelerinizden henüz alınmamış olup da) kalanı bırakın. Gerek faizin haram olduğunu inkar ederek gerek haram olduğunu kabul ederek535 faizi almaya devam ederseniz Allah’a ve peygamberine karşı savaşa (girmiş olduğunuzu) bilin.”536 Kâdî, Allah Teâlâ’nın “eğer mü’min iseniz…” buyruğunun, insan, büyük günahta ısrar ettiği sürece, kendisinin imanının tekamül etmeyeceğine, ancak bütün büyük günahlardan kaçındığında mutlak anlamda bir mü’min537 ve müttakî olabileceğine, delalet ettiğini söylemektedir. Felaha ermek ancak bu şekilde mümkün olabilir.538 Âyetlerin yanında ribadan sakınmayı emreden hadisler de bulunmaktadır.539 530 en-Nisâ, 4/ 9. 531 el-Mâide, 5/ 106- 108; geniş bilgi için bkz. es-Suyûtî, a.g.e., III, 226; Ebû’s-Su’ûd, a.g.e., III, 92; el- Hererî, a.g.e., VIII, 112; Şeybe, a.g.e., IV, 281. 532 et-Taberî, a.g.e., IV, 130- 131; er-Râzî, a.g.e., IX, 2, 3; en-Nesefî, a.g.e., I, 202; el-Âlûsî, a.g.e., II, 270. 533 Âl-i İmrân 3/ 130, 131. 534 et-Taberî, a.g.e., IV, 120- 121. 535 el-Âlûsî, a.g.e., II, 51. 536 el-Bakara, 2/ 278- 278. 537 er-Râzî, a.g.e., IX, 3. 538 ed-Dımeşkî, a.g.e., V, 533. 539 el-Buhârî, a.g.e., “el-Büyû’”, bab. Mûkil er-Ribâ; Müslim, a.g.e., “el-Müsâkat”, 19; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Büyû’”, 2. 1 71 bc- Ukûbât (Ceza hukûku) alanında Ukubat alnında ittikâ bireylerden dah çok toplumun yöneticilerini ve adalet sistemini ilgilendiren bir konudur. Bununla birlikte kişilerin bundan bağımsız oldukları söylenemez. Çünkü nihayetinde haksızlığı yapan ve ittikâ etmeyen zanlının kendisidir. Bu sebeble Allah Teâlâ’nın zalim olmaktan mutlak ifadelerle sakındırmasına ilaveten islam hukûkunda da geniş olarak ele alınmıştır. 1) Hadd cezalarında “İttikâ” Hadd kelimesi (çoğulu hudud) sözlükte masdar olarak “engel olmak, iki şeyin arasını atırmak”; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” gibi anlamlara gelir.540 Fıkıhta hadd Allah hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezai müeyyideleri ifade eder.541 Kur’ân-ı Kerim’de hudûd kelimesi on dört yerde geçer;542 bunların on üçünde Allah’a, birinde ise Allah’ın Rasûlüne indirdiği vahye izafe edilir. Bu âyetlerde hudûdullah tabiri, öncesind bir takım hüküm ve mükellefiyetler belirtildikten sonra onlar atıfta zikredildiğinden âyetlerin ifade akışına bağlı olarak “Allah’ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar” gibi anlamlar taşır. Allah’ın koyduğu bu hükümlerin yerine getirilmesi ve iyi muhafaza edilmesi,543 bir kısmında da Allah’ın belirlediği ölçü ve sınırların çiğnenmemesi, onlardan ileri geçilmemesi544 müttakî mü’minlerden istenir. Kur’ân-ı Kerîmde her hangi bir konuda ahkâm zikredildiğinde genellikle hemen akabinde de bu konuda Allah’tan ittikâ uyarısı gelmektedir. Bu âyeterden birini burada örnek olarak sunmak konunun bağlamının netleşmesi için yeterli görülmektedir. 540 İbn Manzûr, a.g.e., III, 79. 541 Bardakoğlu, Ali, “Had”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1996, XIV, 548. 542 Abdülbâkî, a.g.e., s. 239. 543 el-Bakara, 2/ 229; et-Tevbe, 9/ 112. 544 el-Bakara, 2/ 229; en-Nisâ, 4/ 14; et-Talâk, 65/ 1. 172 Bu örnekte boşanma konusunda erkeklerin kadınlara haksızlık etmeleri yüksek bir ihtimal olduğundan, müttakîlerin bu durumdan husûsiyetle ittikâ ettikleri belirtilmektedir: “Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddetlerini sayın; Rabb’iniz olan Allah’tan sakının; kendilerini, - apaçık bir hayasızlık yapmaları hâli bir yana- evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın hudûdudur… sonra (o kadınlar) müddetlerini doldurdukları zaman onları ya güzellikle tutun, yahut güzellikle kendilerinden ayrılın…”545 iddeti uzatmak, iddeti beklerken onları evden çıkarmak, onlara zarar vermeye uğraşmak sûretiyle546 Allah’ın emrettiği ahkâma isyan etmekten ittikâ edin.547 Dolayısıyla kim bu konularda Allah’tan sakınırsa Allah onu darlıktan sa‘adete çıkarır.548 Burada, Allah’tan sakınılması istenilen konuda aksi bir durum sergilendiğinde gerekli cezanın verilmesi de yetkili kurumların vazifesi olduğuna dikkat çekilmektedir. 2) Tazîr cezalarında “İttikâ” Fıkıh mezheplerine ve bazı fakihlere göre ayrıntıda görüş farklılıkları bulunsa da İslam hukuk literatüründe had ile genelde Allah hakkı yani toplum hakkı olarak yerine getirilmesi gerekli olan, miktar ve keyfiyeti nas tarfından belirlenmiş cezai müeyyideler kasdedilir. Tazîrde ise cezanın belirlenmesinde kanun koyucuya geniş bir takdir hakkı verilmiştir.549 Bu sebeble fıkıh kültüründe de üzerinde pek çok ihtilaf bulunmaktadır. İslamda gerek hadd ve gerekse tazîr cezaları, İslam’ın kötülüğü önleyip iyiliği hakim kılma ilke ve gayretinin bir parçasını teşkil eder; İslam toplumunda suçun işlenmesini en aza indirme, işlendiğinde ise suça denk bir ceza vererek hem şahsi 545 et-Talâk, 65/ 1, 2. 546 et-Taberî, a.g.e., XXVIII, 175; el-Beydâvî, a.g.e., II, 501, 502; el-Bursevî, a.g.e., X, 28; el-Âlûsî, a.g.e., XIV, 328, 330; Elmalılı, a.g.e., VII, 378, 384. 547 Hasen el-Basrî, a.g.e., II, 352; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 543; er-Râzî, a.g.e., XXX, 32; el- Celâleyn, a.g.e., s. 558; es-Sâbûnî, a.g.e., III, 375. 548 İbnü’l-‘Arabî (ö. 638/ 1240), a.g.e., IV, 340; İbn Receb, Ebû’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahman b. Ahmed el-Hanbelî, (ö. 795/ 1393), Tefsîru İbn Receb el-Hanbelî, I-II, cem’ ve ta’lîk, Tarık b. ‘Avazillâh b. Muhammed, Dâru’l-âsime, Riyâd, 1422/ 2001, II, 484; el-Kâşî, a.g.e., II, 382. 549 Bardakoğlu, “Had”, s. 548. 1 73 hakları hem de toplum hukukunu, ictimai yapıyı ve vicdanı koruma yönünde önemli bir rol üstlenir. Hadd cezasının tespiti yetkili mercilerin ve hâkim sınıfın takdirine bırakılmayıp şâri‘ tarafından belirlenerek cezalandırmada hukukun üstünlüğü, eşitlik ve genellik korunmuş cezalandırma siyasetinde tutarlılık ve devamlılık sağlanmış, ayrıca kanun koyucunun takdirine bırakılan tazîr suç ve cezalarının tesbitine de örnek sunulmuştur. Bu çerçevede toplumun huzurunu sağlamak için yetkili mercilerin kanun koyucuların üsteleneceği görev toplumun huzurunu sağlamak için bu cezaları uygulamamaktan ya da uygulama eşitlik vb. benzeri adalet ölçülerine riayetsizlikten ittikâ etmek; buna mukabil müttakî bir topluma yakışan da cezayı gerekli kılacak her türlü fiil ve davranıştan titizlikle sakınmaktır. B- Nesnesine Göre “Takvâ” Kavramı İttikânın nesnelerine bakıldığında itikadî boyutu nedeniyle soyut ve amelî boyutu nedeniyle de somut nesneleri olduğu görülür. Semavî gayb varlıkları takvânın soyut nesnelerini oluşturur. 1- “Takvâ” nın soyut nesneleri (Ğaybî varlıklar) İttikânın soyut nesneleri semavî gayb varlıkları ve uhrevî gayb varlıkları olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunların detaylarını şöyle sıralayabiliriz: a- Semâvî ğayb varlıkları Her inanç sisteminde olduğu gibi İslam dînî de gaybi varlıklara inancı zorunlu kılar. Zira temel iman nesnesi Allah gaybî varlıktır. Bunun dışında İslâmî ritüeller meleklere inanmayı da zorunlu kılar. aa- Allah İnsan düşünen, etrafını gözleyen, kâinatta var olan pek çok tehlikeye karşı acizliğin farkında olan bir varlıktır. Onun bu özelliği kendisini himaye etmede kendinden üst bir varlığa ihtiyacı olduğunu bilmesi ve o varlığa sığınması sonucunu 174 doğurur. İnanın bu istemine karşılık ilahın cevabı himaye için gerekli şartları yerine getirmesidir. Bu şartların en başında öncelikle şirkten sonrasında da ibadet, ahlâk ve muamelat alanında isyan mahiyetini taşıyacak her türlü düşünce ve fiilen ittikâ etmektir. Kur’ân-ı Kerîm insana Allah’ı sakınılması gereken varlıların başında verir ve özellikle kendisinden sakınılmasını ister: “Sizin yanınızda bulunanı doğrulayıcı olarak indirmiş olduğum (Kur’ân)’a inanın ve onu inkar edenlerin ilki olmayın; benim âyetlerimi birkaç paraya satmayın ve benden sakının.”550 “Sana doğan aylardan soruyorlar. ‘Onlar, insanlar ve hacc için vakit ölçüleridir. Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. İyilik Allah’tan sakınanaın iyiliğidir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz’ de.”551 “Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah’tan ittikâ edin ve bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir.”552 “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak size haram kılınan bazı şeyleri helal yapayım diye gönderildim. Size Rabb’ınızdan bir mucize getirdim, o hâlde Allah’tan sakının ve bana itâat edin.”553 “Ey inananlar! Allah’tan O’na yakışır bir biçimde sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün.”554 “Ey inananlar! Faizi kat kat yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.”555 “O şeytan sizi kendi dostlarından korkutuyor, eğer inanmış iseniz onlardan korkmayın benden sakının.”556 550 el-Bakara, 2/ 41. 551 el-Bakara, 2/ 189. 552 el-Bakara 2/ 194. 553 Âl-i İmrân, 3/ 50. 554 Âl-i İmrân, 3/ 102. 555 Âl-i İmrân, 3/ 130. 556 Âl-i İmrân, 3/ 175. 175 “Ey inananlar! Allah’tan sakının, O’na yaklaşmaya yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuşuşa eresiniz.”557 ab- Azap melekleri Kur’ân-ı Kerîm’de insanların meleklerden sakınmasına dikkat çekilir. Temelde sakınılması gereken Allah Teâlâ olmasına rağmen O’nun emirlerinin kusursuz gerine getiricisi olarak melekler de sakınılması gereken semavî varlıklar arasındadır. Bu kounu ile ilgili âyetlere bakıldığında genel olarak, meleklerin kendilerine verilen görevleri yerine getirmeleri esnasında, suçlulara bu duruma düşmelerinin sebebinin Allah’tan sakınmamaları ve üzerilerine düşen vazifeleri yapmamaları olduğunu kendi uslüplarıyla ifade etmeleri hususu görülür. Ayrıca âyetlerde meleklerin lanetine uğramak da sakınılması geren işlerden görülmüştür: “İşte bunların cezası, Allah’ın, meleklerin, insanların lanetine uğramalarıdır.”558 “İnkar edenler bölük bölük cehenneme sürülür, oraya vardıklarında kapıları açılır. Bekçileri onlara: ‘Size içinizden Rabb’inizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?’ derler. ‘Evet geldi’ diye cevap verirler. Lakin azap sözü inkarcıların aleyhine gerçekleşir. Onlara ‘temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!’ denir.”559 “Cehennemde şöyle seslenirler. ‘Ey Nöbetçi! Rabb’in hiç değilse canımızı alsın.’ Nöbetçi: ‘siz böyle kalacaksınız’ der.”560 b- Uhrevî ğayb varlıkları İttikâ edilmesi gereken uhrevî gayb varlıkları öncelikle cehennemin bizzat kendisidir. Çünkü Kur’ân’ın tamamında temel vurgu bu konu üzerinedir. Kur’ân’nın geliş amacının insanlığı felaha ve kurtuluşa erdirmek olması bu kurtuluşa gidiş yolunu göstermesini beraberinde getirir. Dolayısıyla kurtuluşa ermek emirlere uymaya ilaveten nehiylerden sakınmaktır. İttikâ burada devreye girer ve insanlara kendisinden ittikâ edilmesi önem arzeden hususları özellikle vurgular. 557 el-Mâide, 5/ 35. 558 Âl-i İmrân, 3/ 87. 559 ez-Zümer, 39/ 71- 72. 560 ez-Zuhruf, 43/ 77. 176 ba- Aslî ceza nesneleri: “Ateş” Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlara emirlerine uymamaları durumunda başlarına gelecek felaketleri haber vermiş ve bu sonuçla karşılaşmamaları için onlara kendilerini ve ailelerini ateşten mümkün olduğunca korumalarını tavsiye etmiştir: “Ey İnanalar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı insanlar ve taşlardır. (Cehennemin) görevlileri Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerini buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.”561 “İnkar edenler için hazırlanmış (cehennem) ateşinden sakının.”562 “Yakıtı insan ve taş olan, kâfirler için hazırlanmış olan ateşten ittikâ edin.”563 bb- Ek ceza nesneleri: “Grup cezaları ve işkenceleri” Allah Teâlâ, toplumun huzurunu sağlamak ve insanların ferah içinde yaşamasını sağlamak için ahkâm âyetlerini indirmiş ve bu âyetlerde ilgili ahkâmı belirttikten sonra bundan sakınmamaları durumunda bütün suçluların aynı sonuca tabi tutulacağını vurgulamıştır. Dolayısıyla bu âyetler birebir şahısları muhatab almakdan ziyade topluluklara hitab eder: “Haccı da umreyi de tam yapın… Allah’tan ittikâ edin ve bilin ki Allah cezalandırması gerçekten çetin olandır.”564 “Ey iman edenler! Ribayı kat kat yemeyin. Allah’tan ittikâ edin tâki felaha eresiniz. Cehennemden ittikâ edin.”565 “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik edenler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet yapmamaya sevk etmesin. Adaleti uygulayın ki, bu takvâya en uygun olan şeydir. Allah’a saygılı olun. Şüphesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.”566 Kim âdil olursa adaleti ile Allh’a itaat etmiş olur; Allah’a itaat eden de kesin olarak takvâ ehlinden olmuş olur. Kim de zulüm sahibi olursa, 561 et-Tahrîm, 66/ 6. 562 Âl-i İmrân, 3/ 131. 563 el-Bakara, 2/ 24. 564 el-Bakara, 2/ 196. 565 Âl-i İmrân, 3/ 130- 131. 566 el-Mâide, 5/ 8. 177 Allah’a isyan etmiş olur. Allah’a isyan eden de takvâdan uzaklaşır. Öyleyse ey mü’minler! Allah’ın kullarına hüküm ve kazada haddi aşarak zulmetmekten, Allah’ın size beyan ettiği hakikatlere riayet etmeyerek cevretmekten sakının ki ilâhî cezayı hak etmiş olmayasınız.567 2- “Takvâ” nın somut nesneleri (Şuhûdî varlıklar) Takvânın somut nesneleri kozmik olay nesneleri ve toplu ceza nesneleridir. Şuhûdî varlıklar olarak bunlar insanın nazarına hitab eder. Bunun hikmeti de kişinin görsel dünyadan ibretler alarak hidayete ermesini sağlamaktır. a- Kozmik olay nesneleri İnsanların yaratılışı, yaşayış tarzları ve yok edilmeleri yaratıcılarına kul olmalarını sağlama amacına yöneliktir. Bu nedenle Allah Teâlâ insanlardan kendilerini ve dünyayı nasıl yarattığına bakmalarını vurgulamış ve gerektiğinde de yok etmesi tehdidi ile yine aynı amaca dikkat çekmiştir. aa- Yaratma’da (“İbdâ’”) Allah Teâlâ insanların hepsini bir nefisten yarattığını bildirerek aralarında yaratma açısından her hangi bir fark olmadığına dikkat çekmiştir. Bu alt yapıya binaen insanların asıl yaratılış amacının kendisine kul olması olduğu belirtilmiş, varsa ve olacaksa bir üstünlük bunun da kullukta öne geçen için mümkün olacağı vurgulanmıştır: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb’inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah hepinizi görüp gözetmektedir.”568 “(Allah’tan) ittikâ etmez misiniz? O en güzel yaradanı, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Baal putuna mı taparsınız? Demişti.”569 567 et- Taberî, a.g.e., VI, 142. 568 en-Nisâ, 4/ 1. 569 es-Saffat, 37/ 124- 126. 178 “Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Allah’tan ittikâ edin.”570 ab- Yürütme’de (“Tedbîr”) Kur’ân insanlardan sürekli olarak etrafta olup biten her şeyden haberdar olmalarını ve Allah’ın bu mükemmel düzeni nasıl yarattığını ve idare ettiğini dikkatle gözlemlemelerini istemektedir. Çünkü nazar insanın tahkiki imana ulaşması için olmazsa olmaz bir şarttır. Yere, göğe, evrene bakan insan bu güzelliklerin bir yaratıcısı ve var edicisinin olduğunu düşünür ve o Yaratıcıya yarattığının kusursuzluğu nedeniyle hayran kalır. Kur’ân’daki bütün bu hatırlatmalar insanların Allah’ı bulmalarına yardımcı olmak ve O ilahtan sakınmalarını sağlamak amacına yöneliktir: “Allah’tan ittikâ edin ey akıl sahipleri”571 çünkü aklın muktezası Allah’tan ittikâ etmektir.572 “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Kulluk da yalnız O’nadır. Böyle iken Allah’tan başkasından mı ittikâ edersiniz?”573 “De ki: ‘Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kim? Ya da kulak(lar)a ve gözlere kim sahiptir? Ölüden diriyi, dirilen ölüyü kim çıkarır? (Kainattaki ve yaratıştaki bütün) işleri kim düzenleyip yönetiyor?’ (müşrikler) ‘Allah’ cevabını verecekler. ‘O hâlde Allah’tan ittikâ etmez misiniz?’ de.”574 Âyet Allah’ın uluhiyetine vurgu yapmakta ve ittikâ emri ile son bulmaktadır. Çünkü bu, aklın ulaşabileceği bir neticedir. İnsan kendisini rızıklandıran, istediğinde rızkını kesecek olan; gözüne kulağına kendisinden daha çok hakim olan, istediği gibi yaratan ve kainatın yegane sahip ve idarecisi olan Kudretli varlık karşısında hem endişe duyar hem ancak O’na sığınıp kurtulabileceğini bilir.575 “Gece ve gündüzün değişmesinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde ittikâ eden bir kavim için nice ibretler vardır.”576 Bu âyetler fıtratı 570 eş-Şua‘râ, 26/ 184. 571 el-Mâide, 5/ 100. 572 en-Nesefî, a.g.e., I, 128. 573 en-Nahl, 16/ 52. 574 Yûnus, 10/ 31. 575 Cebeci, a.g.e., s. 64. 576 Yûnus, 10/ 6. 179 bozulmamış, kalbi hastalıklardan temiz her insana hitab eder,577 bu vasıfları taşıyan takvâ sahipleri de o ibret ve âyetlere bakarak tefekkür eder.578 ac- Yoketme’de (“İfnâ’”) “Ey insanlar! Rabb’inizden ittikâ edin ve ne babanın evladına ne de bizzat evladın babasına hiçbir şekilde fayda veremeyeceği günden sakının.”579 Bu ve bu meale yakın âyetlerle Allah Teâlâ insanları kıyâmetin vehameti hakkında bilgilendirmekte ve bazen de kıyâmetten sahneler aktararak durumun vehametinden haberdar etmektedir. Bu konuda örnek olarak birkaç âyet sıralanabilir: “Allah’a döndürüleceğiniz ve sonra herkese kazandığının, hiç haksızlık edilmeden, tastamam verileceği (kıyâmet)580 gününden ittikâ edin.”581 “(Yemeğe olan) sevgilerine rağmen yoksulu, yetimi esiri doyururlardı. ‘Biz sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür isteriz. Çünkü biz, Rabb’imizden, o asık suratlı ve çirkin günden korkarız…’ derlerdi. İşte bundan dolayı Allah bu günün şerrinden onları korumuş, yüzlerine bir güzellik, yüreklerine bir sevinç vermiştir.”582 Allah Teâlâ, bu kişilerin Allah rızası için ve kıyâmet endişesiyle gösterdikleri tâat ve yerine getirdikleri ibadetleri sıralamış akabinde de onların buna karşılık kıyâmetin dehşetinden korunmayı ümit etmelerinin boşa çıkmayacağını bildirmiştir. b- Toplu ceza nesneleri İslamın temel hedefi sağlıklı bir toplum oluşturmak ve böylelkle dünyada ferah ve mutluluğu sağlamaktır. Elbette bu hedefe uygun davranışlar sergileyenler ödüllendirileceği gibi aksi davranış sergileyenler cezalandırılacaktır. Ancak cezaların verilmesinde suçların kişisel veya topumsal işlenmesinin önemi büyüktür. Kişisel bazda 577 et-Taberî, a.g.e., XI, 87. 578 er-Râzî, a.g.e., XVII, 37; el-Beydâvî, a.g.e., I, 213; en-Nesefî, a.g.e., II, 4; el-Âlûsî, a.g.e., XI, 72. 579 Lokman, 31/ 33. 580 el-Âlûsî, a.g.e., III, 53. 581 el-Bakara, 2/ 281. 582 el-İnsan, 76/ 8- 11. 180 kalan suçlar âhirete erteleneceği gibi Allah’ın lutfu çerçevesinde affa mazhar olabilir. Ancak topumsal suçlar kesin olarak cezayı gerektiri ve bunlar âhirete de ertelenmeden dünyada verilebilir. Peygamberlerin ümmetlerinin helakı ve doğal afetler bunlara örnek olarak gösterilebilir. ba- Kavimleri ihlâkte Sözlükte, “uyarmak, ikaz etmek, korkulacak hususu bildirmek; korku verip uyanık kılmak; zararlı şeylerin geleceğini bildirerek korkutmak, sakındırmak, ihtar etmek”583 gibi manalara gelen inzar kelimesi Kur’ân’da çoğunlukla kâfir ve münafıkları muhatab alır.584 Dolayısıyla inzar, Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlar için gerekli olan ritüelleri onlara hatırlatarak doğru yola gelmelerini sağlama amacına yönelik bir metoddur.585 İnzar metodu ile muhatabların kalblerinde iman kıvılcımları oluşturarak onların Yüce Yaratıcı’nın farkına varmalarına ve O’na içten saygı duymalarına vesile olunabilir.586 Bu durum en güzel ifadesini Hz. Nûh’un sözlerinde bulmuştur: “Ey kavmim, ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’a kulluk edin, O’ndan sakının ve bana itâat edin.”587 “Nûh’u kavmine gönderdik ve o: “Ey kavmim Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yok. İttikâ etmeyecek misiniz?” dedi.”588 Kavimlerini yılmadan tekrar tekrar ittikâya çağıran peygamberlere, kavimlerin cevabı yalanlamak olmuştur. Yalanlamak için de her biri hiçbir dayanağı olmayan ancak kendilerini makul olduğuna inandırdıkları bahaneler öne sürmüşlerdir. Bu mazeretlerden birisi, kendi içlerinden bir insanın peygamber olarak gönderilmesidir. Allah Teâlâ, onların bu mazeretinin gerçek bir bahane olmadığını şu şekilde ifade etmiştir: “Size o korkunç âkibeti haber vermek üzere (Allah’tan) ittikâ etmeniz için ve 583 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 626; İbn Manzûr, a.g.e., XIV, 100- 102; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., II, 198; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 561- 562. 584 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 786- 788. 585 Gündüz a.g.e., s. 21. 586 Topaloğlu, “Cennet”, s.380. 587 Nûh, 71/ 3. 588 el-Mü’minûn, 23/ 23. 1 81 belki (bu sayede) rahmete kavuşturulmanızı sağlamak amacıyla, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabb’inizden bir uyarıcı (kitab) gelmesine şaşırdınız mı?”,589 “Eğer o (helak olunan geçmiş)590 memleketlerin halkı iman edip ittikâya sarılsalardı elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereket açardık, fakat onlar (peygamberlerini) yalanladılar.”591 Önce inzar, onun neticesi hasıl olacak takvâ onun da neticesi kesin olmamakla beraber artık umulabilecek bağışlanma…592 Bu durum tebliğin mahiyeti ve amacını açıklarken593 merkezine ittikâyı koymaktadır.594 Görüldüğü gibi Allah Teâlâ bütün toplumları kendisinden ittikâya çağırmış ve bu davetine uymamaları durumunda sonlarını daha önceki kavimler gibi helak olacağını bildirmiştir. bb- Doğal afetlerde “Ne zaman ki onlar kendilerine hatırlatılanı unuttular…”595 Bu âyette Eyle kasabasının halkının zâlim olduğu belirtilmektedir. Çünkü onlar Allah’ın emrine itâatsizlik etmiş ve kendilerine yasaklanan zamanlarda yasaklanan işleri yapmışlardır. Cumartesi günleri işlerini tatil edip ibadetle meşgul olmaları, balık avlamamaları gerekirken bu emre muhalefet etmiş balık avlamışlardır. Bunun nedeni de balıkların cumartesi gelip diğer günler gelmemesidir.596 Bunlar, isyan edenler,597 Allah’ın emrine muhalefet edenler,598 yasak fiili işleyenler,599 Allah’ın haram kıldığını helal sayanlar, Allah’a itâati terk ederek fıska dalanlardır.600 Bütün bunların sonucunda Allah Teâlâ onları öncelikle musibetlerle ikaz etmiş ıslah olmamaları durumunda da helak etmiştir. 589 el-A’râf, 7/ 63. 590 el-Âlûsî, a.g.e., IX, 10. 591 el-A‘raf, VII, 91. 592 et-Taberî, a.g.e., VIII, 278; el-Mâturîdî, a.g.e., II, 250; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 111; er-Râzî, a.g.e., XIV, 152; el-Beydâvî, a.g.e., I, 163; en-Nesefî, a.g.e., I, 419; el-Bursevî, a.g.e., III, 183; el- Âlûsî, a.g.e., IV, 391- 392; el-Cezairî, a.g.e., II, 187; el-Cenâbezî, a.g.e., II, 189; et-Tabâtabâî, a.g.e., VIII, 179. 593 er-Râzî, a.g.e., XIV, 153; el-Beydâvî, a.g.e., I, 163. 594 Cebeci, a.g.e., s. 33. 595 el-A‘râf, 7/ 165. 596 Elmalılı, a.g.e., IV, 520- 521. 597 er-Râzî, a.g.e., XV, 39. 598 el-Beydâvî, a.g.e., II, 665. 599 es-Sâbûnî, I, 478. 600 et-Taberî, a.g.e., VI, 99. 1 82 Kur’ân’ın pek çok âyetinde İsrail oğullarının çeşitli inanç fiil ve davranışları sebebiyle zulüm işledikleri ve zâlim oldukları haber verilmiştir. Bu zâlimliklerinden ötürü de öncelikle kıtlık, kan vb. musibetlerle imtihan olunmuş ve ibret alarak bu kötü durumlarını düzeltmeleri umulmuştur. İşledikleri zulümler sebebiyle “kendilerine helal kılınmış temiz şeyler haram kılınmış,601 onlara yıldırım çarpmış,602 onları şiddetli sarsıntı yakalamış,603 Allah’ın lanetine604 ve gazabına605 maruz kalmışlardır.606 Kendilerine alçaklık ve yoksulluk (zillet ve meskenet) damgası vurulmuştur.607 İsrail oğullarının bu belaları hak etmesi yalnızca yukarıda sıralananlarla sınırlı değildir. Onlar sayılanlara ilaveten Allah’ın âyetlerini yalanladılar608 ve inkar ettiler.609 Peygamberlerini yalanladılar,610 hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan ayrı ilahlar edindiler,611 buzağıya taptılar,612 mucizelere inanmadılar.613 Üzeyir, Allah’ın oğlu dediler,614 İsa’nın gösterdiği mucizelere büyü dediler,615 Allah’ın sözünü bile bile tahrif ettiler,616 ve Kur’ân’ı da inkar ettiler.617 Elleriyle yazdıkları kitabı az bir pahaya satmak için “Bu Allah’tandır” dediler,618 Allah’ın indirdiği kitapdan bir şey gizleyip onu az bir pahaya sattılar.619 Onlar Allah’ın yolunu eğriltmek istiyorlardı.620 601 en-Nisâ, 4/ 160. 602 el-Bakara, 2/ 55. 603 el-A‘râf, 7/ 155. 604 el-Bakara, 2/ 88. 605 el-A‘râf, 7/ 152. 606 Karagöz, a.g.e., s. 268. 607 el-Bakara, 2/ 61, 90. 608 el-A‘râf, 7/ 146; el-Cum‘a, 62/ 5. 609 el-Bakara, 2/ 61. 610 el-Bakara, 2/ 87; el-Mâide, 5/ 70. 611 et-Tevbe, 9/ 31. 612 el-Bakara, 2/ 51, 54. 613 el-A‘râf, 7/ 146. 614 et-Tevbe, 9/ 30. 615 el-Mâide, 5/ 110. 616 el-Bakara, 2/ 75; en-Nisâ, 4/ 46. 617 el-Bakara, 2/ 89- 90. 618 el-Bakara, 2/ 79. 619 el-Bakara, 2/ 174. 620 Âl-i İmrân, 3/ 99. 183 C- Yüklemine Göre “Takvâ” Kavramı “Yüklemine Göre Takvâ Kavramı Bölümü” takvâ kavramının eşanlamlı ve zıt anlamlı kullanımlarını içermektedir. Takvânın müteradifleri ilk olarak hakikat ve mecazî kullanımları şeklinde doğrudan ve akabinde de nazarî ve amelî kullanımları olarak dolaylı açıdan ele alınmıştır. 1- “Takvâ”nın eşanlamlı kullanımları Kavramların anlam sahasını belirlemede sözkonusu kavramın müteradif ve karşıt anlamlarını saptamanın katkısı tartışılmazdır. Çünkü bir kavramın mana açısından hangi renge sahip olduğu ancak bu araştırmalar sonucunda belirlenebilir. a- Doğrudan eşanlamlı kullanımları Temelde sakınma anlamına sahip olan takvâ kavramı diğer taraftan da mecazî yönde korku rengine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında kavramın incelenmesi en az iki üst başlığı gerektirmiştir. Bu bağlamda takvâ kavramı öncelikle hakikat kullanımlarıyla ardında da mecazî anlamlarıyla ele alınmış ve okuyucunun bu açıya dikkati çekilmiştir. aa- Hakikat kullanımları Takvâ kavramı hakiki anlamı olan “sakınmak, korunmak” anlamıyla ele alındığında en yakın karşılığı olarak “ictinab” kavramı ile karşılaşılır. Takvâ ve ictinab kavramlarının bu yakınlığı Kur’ânî bağlamda daha netleşmektedir. 1) İctinâb Sözlükte “sakınmak, uzak durmak”621 anlamlarına gelen ictinâb kelimesi Kur’ân bağlamında da takvâ ile paralel kullanılmıştır. İctinâb kavramının kullanıldığı âyetlerde takvâda olduğu gibi putlardan, büyük günahlardan, fevahişten, içki, kumar, fal okları ve (tapmaya mahsus) dikili taşlardan sakınırlar. Bunlardan bir kaçı konuya örnek olarak sunulabilir: “İşte emir (budur): Kim Allah’ın haramlarına saygı gösterirse, bu 621 İbn Manzûr, a.g.e., II, 373. 184 Rabb’i indinde kendisi için hayırlıdır. Size bildirilegelenden başka hayvanlar size helal kılındı. O hâlde, murdardan putlardan kaçının, yalan sözden çekinin.”622 “Müşrikler dediler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmaz, O’nun hükmü olmaksızın hiçbirşeyi haram kılmazdık.’ Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar. Peygamberlerin üzerinde, açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır? Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, putlardan kaçının’ diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik.”623 Âyette peygamberlerin gönderiliş amaçlarından birinin iki boyutu gündeme getirilmektedir. Bu görevin bir olumlu bir de olumsuz yönü vardır. Olumlu yönü “Allah’a kulluk etmek”, olumsuz yönü de “Tağut’tan sakınmak”tır.624 İttikâda olduğu gibi ictinab kavramında da sakınmaya itikadi açıdan başlanmıştır. Bunu amel ve ahlak boyutu takip etmektedir. “Tağut’tan, ona tapmaktan kaçınıpda Allah’a yönelenlere (gelince), onlar için müjde vardır.”625 “Size verilen şey, dünya hayatının (geçici) birer faydasıdır. Allah katında olan ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. İman edip ancak Rabb’lerine tevekkül etmekte, büyük günahdan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zamna bağışlamakta olanlara, Rabb’lerine icabet edenlere, namaza dosdoğru kılanlara- ki bunlar işlerini aralarında müşavere ile yaparlar-, rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edenlere ve kendilerine karşı bir zulüm ve taşkınlık yapıldığı zaman, birbirine destek ve yardımcı olanlara mahsustur (bu müjdeler).”626 “Allah’tan haşyet duyacak olanlar öğüt kabul eder. Bedbaht olan ise ondan kaçınır.”627 622 el-Hacc, 22/ 30- 31. 623 en-Nahl, 16/ 35- 36. 624 Bayraktar, Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsîri, I- XI, Bayraklı Yayınları, İstanbul, 2004, X, 497. 625 ez-Zümer, 39/ 17. 626 eş-Şûrâ, 42/ 36- 39. 627 el-A‘lâ, 87/ 10 -11. 185 “Ey iman edenler! İçki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Onun için bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.”628 “Eğer nehyedildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz ve sizi en şerefli bir mevkiye koyarız.”629 “O güzel hareket edenler, ufak tefek suçlar hariç olmak üzere, günahın büyüklerinden ve fuhşiyattan kaçınanlardır. Şüphesiz ki Rabb’in, mağfireti bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz daha annelerinizin karnında ceninler hâlinde olduğunuz sırada, sizin ne olduğunuzu çok iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edeni çok iyi bilendir.”630 “Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır. Birbirinizin ayıplarını araştırmayın. Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Öyleyse Allh’tan sakının çünkü Allah tevbeleri kabul edenler, çok merhametlidir.”631 2) Hazer Hazer kelimesi “teyakkuz ve tenbih”632 kategorisinde yer almakta ve mevcûd olup olmadığı bilinmeyen bir şeyden sakınmayı ifade etmektedir.633 Öteki “korunma- teyakkuz” kelimelerinden korku ile ayrılmakta; korktuğuna karşı “tedbir alma-uyanık olma-ihtiyatlı olma” anlamlarına gelmektedir.634 İttikâ ile “korku ve sakınma” anlamında ortak olmakla beraber “ihtiyat” rengi hazerde daha belirgindir. Öteki korku kelimelerinin anlamlarına sahip değildir.635 Kur’ân’da 21 yerde geçen636 hazer, 628 el-Mâide, 5/ 90. 629 en-Nisâ, 4/ 31. 630 en-Necm, 53/ 32. 631 el-Hucurât, 49/ 12. 632 İbn Manzûr, a.g.e., III, 92, 93; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., I, 10, 11; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 131, 132. 633 el-Askerî, a.g.e., s. 200. 634 er-Râğıb, a.g.e., s. 159. 635 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 47. 636 Abdülbâkî, a.g.e., s. 240. 186 nesnesinin kesin olarak bilinen bir şey olabileceği gibi zanni olarak bilinen bir şey de olabilmesi yönüyle “havf” ile paralellik arzetmektedir. Ancak zararın defedilmesi ve zarar karşı önlem alınması açısından “ittikâ”nın dışındaki “havf, haşyet, feza’, vecel, ru’b, rahbe…” gibi tüm korku fiillerinden ayrılmaktadır.637 ab- Mecazi kullanımları: “Sebebi zikredip sonucu kastetme ve Mecaz-i mürsel” İttikânın mecazî eşanlamlı kullanımlarına gelince bunlar daha ziyade korku rengine sahip olup temsilî olarak takvânın yerine kullanılırlar. Bunlar da kendi aralarında bilinçli korku ve bilinçsiz korku olmak üzere ikiye ayrılır. 1) Bilinçli korku (“Davranış”) anlamı içeren kullanımlar Bilinçli korku insan davranışlarında bilinçsiz korkudan sonra oluşan bir aşamadır. İnsan öncelikle çocukluk aşamasında bilinçsiz korkulara sahiptir. Gelişimine paralel olarak zihin dünyasında da değişiklikler olur ve bu olgunluk kendisini korkularını tanımaya ve onlardan bilinç düzeyinde korkmaya götürür. Haşyet, rahbet, işfak ve huşu, müttakînin refleks düzeyindeki korkularını aşmasından sonra şuurlu bir mü’min olamasını sağlayan temel his ve davranışlardır. a) Haşyet Sözlükte, “korkmak”638 anlamına gelen haşyet kelimesi ilk bakışta “havf” kelimesiyle aynı anlama sahîp gibi görünür. Ancak dikkatle incelendiğinde aralarında ince nüanslar olduğu fark edilir. “Korkmak, endişelenmek” anlamlarına gelen “havf” kelimesine mukabil haşyet, “korkulanı bilerek tazimle birlikte korkma”639yı ifade eder. Kur’ân’da toplam 48 âyette640 geçen haşyet641 kelimesi, birinin azamet ve ihtişamını 637 el-Askerî, a.e., s. 199, 200. 638 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 105. 639 er-Râğıb, a.g.e., s. 213. 640 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 286- 287. 187 hayalinde canlandıran kişinin onun heybeti karşısında kalbini kaplayan ürperme642 anlamını içermektedir. Haşyet kelimesi etimolojisinde Arabların “kuru, sert, hayat emaresi kalmamış ağaç” anlamında kullandığı ve “ خاشية شجرة” “kuru bitki” ibâresinden alındığı643, er-Râzî’nin ifadesiyle “نبت خشى” harflerinin meydana getirdiği fiillerin (örneğin haşye-şeyh gibi) temelinde “harflerin ses sertliğinden” de kaynaklanan bir “heybet ve saygınlık” anlamı bulunduğu; kökündeki bu “sertlik ve heybet” anlamının haşyetin rengini belirlediği644 görülmektedir. Ha-şi-ye (خشى) fiilinin masdarı olan haşyet kelimesi, sevgi sonucu olarak saygı anlamında bir korkudur.645 Eşanlamlı olmalarına karşılık, literatürde havf daha çok maddi olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korkuyu; haşyet ise saygıdan doğan, ümide yönelik,646 yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku647 duyma durumunu anlatmak için kullanılır. Haşyette kendisinden korkulan nesnenin, havfin aksine, çoğunlukla kesin olarak bilineceğine dikkat çekilmesinin yanında,648 korkulan şey, çoğunlukla şimdiki zamanla ilgili olduğu gibi, müstakbel ile de ilgili olabilir.649 Öte yandan haşyetin nesnesi, “istenmeyen şey” olabilmekle beraber çoğunlukla sevilen- saygı duyulan şeylerdir; yine dünyevî ve uhrevî olabildiği gibi, uhrevî olan ve özellikle Allah ağırlıklı olandır; öznesi ise çoğunlukla insandır. Bu yönüyle de havften ayrılmaktadır; çünkü havfın nesnesi, sadece istenmeyen şeylerdir. Bütün bunları, Kur’ân âyetlerindeki kullanımları desteklemektedir. Korku derecesi açısından, havfın 641 bkz. el-Bakara, 2/ 74, 150; Âl-i İmrân, 3/ 173; en-Nisâ, 4/ 9, 25, 77; el-Mâide, 5/ 3, 44, 52; et-Tevbe, 9/ 13, 18, 24; er-Ra‘d, 13/ 21; el-İsrâ, 17/ 31, 100; el-Kehf, 18/ 80; Tâhâ, 20/ 3, 44, 77, 94; el-Enbiyâ, 21/ 28, 49; el-Mü’minûn, 23/ 57; en-Nûr, 24/ 52; Lokman, 31/ 33; el-Ahzâb, 33/ 37; el-Fâtır, 35/ 18, 28; Yâsîn, 36/ 11; ez-Zümer, 39/ 23; Kâf, 50/ 33; el-Haşr, 59/ 21; Mülk, 67/ 12; en-Nazi‘ât, 79/ 19, 26, 45; ‘Abese, 80/ 9; el-A‘lâ, 87/ 10; el-Beyyine, 98/ 8. 642 Mevdûdî, a.g.e., V, 447. 643 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 105. 644 er-Râzî, a.g.e., XX, 304, II, 303. 645 Ateş, Süleyman, Kur’ân Ansiklopedisi, I-XXVII, Kur’ân Bilimleri Vakfı, İstanbul, 1997, VII, 518. 646 Yetik, Zübeyr, “Haşyet”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994, II, 364 647 el-Cürcânî, a.g.e., s. 162. 648 er-Râğıb, a.g.e., s. 213. 649 Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/ 1344), el-Bahru’l- Muhît, I-VIII, tah. Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Alî Muhammed Mu‘avvız, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1422/ 2001, I, 442. 188 şiddetlisi650 olarak nitelenen haşyet, bu özellikleriyle öteki korku kelimelerinden ayrılmaktadır.651 İnsan mükellefiyetinin şartı, kendini tanımasına imkân verecek şekilde potansiyel akıl gücüne sahip olmasıdır. Bu güce sahip olan insan dînî açıdan mükellef kabul edilir ve Allah’a inanması ve O’na itâat etmesi beklenir. Allah’ı bilip O’na inanmanın ilk kalkış noktası insanın kendi acziyetinin farkına varmasıdır. Bu da onda tabiî olarak korku (havf) uyandırmaktadır. Kur’ân’da bu duygunun tahrik edilmesi genellikle652 Allah’ın kıyâmet veya âhiret azabının korku objesi olarak verilmesiyle olur.653 Böylece insanın kendini tanıyıp dış dünyaya yönelmesi sağlanmaya çalışılır. İşte insanın önce kendi varlığının dışına açılmasına imkân veren bu korku654 Kur’ân’da imanın bir gereğidir.655 Bu korkunun, korku kaynağına olan bilgisel yakınlıkla daha şuurlu hâle dönüşmesi haşyet ile ifade edilir. Bu hususta dikkate değer bir durum656 âyetlerde haşyet duyulması istenilen Allah’ın bizzat kendisidir azabı değildir.657 Yani, O’nun zatını tanıma oranında gelişip büyüyen ve kişiyi ihsana yaklaştıracak yüksek bir saygı ve aşk heyecanı uyandıran hürmet manasına bir korkudur:658 “Onlar ki Rabb’lerinin haşyetinden titrerler… Verdiklerini, Rabb’lerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalbleri korkudan ürpererek verirler. İşte onlar, hayır işlerine koşarlar ve onlar hayır için önde giderler.”659 650 Elmalılı, IX, 60. 651 Kara, Ömer, “el-Furûku’l-Luğaviyye”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. XVIII, sy. 1, 2005, s. 45. 652 Gündüz, a.g.e., s. 26. 653 bkz. el-En‘âm, 6/ 15; al-A‘râf, 7/ 59; el-Enfâl, 8/ 48; Yûnus, 10/ 15; Hûd, 11/ 3, 84, 103; er-Ra‘d, 13/ 21; İbrâhîm, 14/ 14; el-İsrâ, 17/ 57; en-Nûr, 24/ 37; ez-Zümer, 39/ 16, 13; el-Mü’min, 40/ 32; Kâf, 50/ 45; ez-Zâriyât, 51/ 37; el-Müddesir, 74/ 53. 654 Gündüz, a.g.e., s. 27. 655 Âl-i İmrân, 3/ 175. 656 Gündüz, a.g.e., s. 27. 657 bkz. el-Bakara, 2/ 74, 150; el-Mâide, 5/ 3, 44; et-Tevbe, 9/ 13; er-Ra‘d, 13/ 21; Tâhâ, 20/ 2- 3; el- Enbiyâ, 21/ 28, 49, 90; en-Nûr, 24/ 52; el-Ahzâb, 33/ 39; el-Fâtır, 35/ 18; Yâsîn, 36/ 10; ez-Zümer, 39/ 23; Kâf, 50/ 33; el-Haşr, 59/ 21; el-Mülk, 67/ 12; ‘Abese, 80/9; el-Beyyine, 98/ 8. 658 Elmalılı, IX, 336. 659 el-Mü’minûn, 74/ 57, 60- 61. 1 89 Peygamber’in davetini, ancak gönülden Allah’a bağlı ve içtenlikle O’na saygılı kimseler kabul ederler660: “Sen ancak gizlide Rabb’lerinden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın. Manen arınıp yücelen, kendi yararına arınmış olur. Dönüş Allah’adır.”661 Haşyetin içinde saklı olan saygı anlamından dolayıdır ki haşyet, ancak Allah’ın büyüklüğünü ve yakınlığını çok iyi algılayan bilgin kulların duyacağı bir ruh hâleti olarak tanımlanır:662 “Ancak bilgin kulları, Allah’a haşyet eder (gereğince) saygılı olurlar.”663 Ancak Allah’ı bilen, O’nun sevgisini ruhlarının derinliğinde hisseden kulları, O’na gereğince saygı gösterir ve O’ndan, O’nun rızasından uzak düşmekten son derece korkarlar.664 Nitekim Hz. Peygamber (s.) bu konuda en üstün olduğunu şu hadisle vurgulamıştır: “ Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim sizinkinden daha fazladır.”665 Haşyenin takvâ ile –hiç olmazsa Kur’ân dilinin sınırları içindeki anlamdaşlığını en iyi gösteren aşağıdaki örnektir, ki burada haşiye fiili, kesinlikle müttakî sözcüğünü izah için tertip edilmiş analitik bir deyimde kullanılmaktadır.666 “Rablerinden gizli (düşüncelerinde bile) korku duyan (yehşevne يخشون) korku sahipleri (müttakîn متقين) ki o saatten yana da huşû’ içindedirler.”667 Sıkı bir biçimde olmasa da, bu anlamdaşlığa haşye ve takvânın sık sık bir ve aynı cümlede, hemen hemen tam tamına aynı anlamla, birlikte görünmeleri de şehadet etmektedir668: “Her kim Allah’a ve elçisine itâat eder, O’dan çekinir (yehşe يخش) ve korkarsa (yetteki يتق) işte sonunda kazançlı çıkanlar bunlar olacaktır.”669 660 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, VII, 518. 661 el-Fâtır, 43/ 18. 662 Ateş, a.e., a.y. 663 el-Fâtır, 43/ 28. 664 Ateş, a.e., VII, 519. 665 el-Buhârî, a.g.e., “el-Edeb”, 72; Müslim, a.g.e., “el-Fezâil”, 127, 128. 666 Izıtsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 299. 667 el-Enbiyâ, 21/ 48- 49. 668 Izıtsu, a.e., s. 300. 669 en-Nûr, 24/ 51, 52. 190 Yukarıda görüldüğü gibi, cennet kendilerinde takvâ niteliği olan insanlara va’d olunmaktadır. Aynı şey “Rabb’ine karşı haşiye duyan” için de geçerlidir:670 “And olsun ki, iman edip hayırlı işler işleyenlerin ödülü Rabb’leri yanındadır. And Cennetleri, ki altından ırmaklar akar. Onlar orada ebediyyen kalacaklar… Rabb’inden çekinene (haşiye خشى) işte böyle (bir karşılık).”671 Görüldüğü kadarıyla, haşye kelimesi semantik anlatım gücü olan kelimeler sınıfına aittir. Kur’ân’daki fiili kullanımına bakılırsa, duyulan aşırı bir korkuyu anlatmaktadır:672 “Allah sözün en güzelini bir kitap hâlinde indirmiştir… O, Rablerinden çekinenlerin (yehşevne يخشون) tüylerini diken diken eder, bir müddet sonra da kalpleri Allah’ı hatırlayarak yumuşar. Bu Allah’ın delaletidir. O, onunla her kimi isterse ona delalet eder.”673 Kelimenin bu anlamlılığını aşağıdaki örnek de aynı derecede başarıyla ortaya koymaktadır. Burada Allah karşısındaki haşiyenin, patlayıcı güç nevinde bir şey yüklü gibi mütalaa olunduğu açıktır:674 “(Ey Muhammed!) Şayet biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, onun çöktüğünü, Allah korkusu ile (haşye خشى) bölünüp parça parça olduğunu görürdün.”675 Kur’ân-ı Kerîm’de haşyet kelimesi bazen de dünyevî korkuları ifade etmek için kullanılır: “Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden bir takım hemen, insanlardan Allah’tan korkar gibi, hatta daha çok korkar ve ‘Rabb’imiz, bize savaşı niçin farz kıldın; bizi yakın bir zamana kadar erteleyemez miydin?’ derler.”676Allah Teâlâ, bu âyetiyle, onların insanlardan duydukları korkunun, Allah’tan duydukları korkudan daha noksan olmadığını; aksine bunun, o korkuya ya eşit veyahut da o korkudan daha fazla olduğunu beyân buyurmuştur.677 Bir başka âyette de Allah Teâlâ, kullarından, 670 Izıtsu, a.e., a.y. 671 el-Beyyine, 98/ 8. 672 Izıtsu, a.e., a.y. 673 ez-Zümer, 39/ 23. 674 Izıtsu, a.e., a.y. 675 el-Haşr, 59/ 21. 676 en-Nisâ, 4/ 77. 677 er-Râzî, a.g..e, VIII, 166. 191 insanlardan değil kendisinden korkmalarını istemekte ve âyetlerini az bir değere değiştirmemeleri678 uyarısında bulunmaktadır.679 Kur’ân-ı Kerîm, gayben Allah’a imanı emrettiği gibi gayben Allah’tan korkmayı da emreder.680 Kur’ân-ı Kerîm, insanın fıtratındaki korku hissini yönlendirerek, bu duyguyu her türlü boş, sahte ve sapık kalıplardan ayıklar. Sonra da korkuyu esas olarak korkulması ve aynı zamanda sığınılması gereken varlık Yüce Allah’a bağlar.681 İnananlar insanlardan değil, Allah’tan korkmanın uygunluğunun682 ve gerekliliğinin683 içinde bulunmaları sebebiyle, tebliğ sırasında insanlardan çekinmezler.684 Haşyet, Allah’a ve âhirete iman, namaz ve zekat ile birlikte685 Allah’a ve Peygamber’e itâatin yanı başında anılabilecek ölçüde önemli bir tutumdur.686 Bunu yaşayabilen ve iyilikte yarışıp, öne geçenler687 cennete kavuşacak olanlardır.688 b) Rahbet göğüsten karna uzanan kemik),689) ,”الرهابة“ ,(uzun kemikli deve) ”جمل رهب“ elbisenin kolu uzantısı/yen)690) ”الرهب“ ,(adam kolunun yenini uzattı) ”ارهب الرجل“ kullanımlarında görüleceği üzere, rahbet kelimesinin kökeninde bir “süreklilik” sözkonusudur. Râhibe, râhib denmesinin sebebi de, rahibin sürekli korku içerisinde tâata sarılan kimse olmasındandır. el-Askerî rahbeti: “sürekli-uzun korku” olarak nitelenmektedir.691 Yine “rahbet”te, “ıstırap ve korumayla beraber bir korku” olduğu 678 el-Mâide, 5/ 44. 679 el-Cessâs, a.g.e., IV, 92. 680 el-Bakara, 2/ 74; en-Nisâ, 4/ 77; el-Haşr, 59/ 21. 681 Kasapoğlu, a.g.e., s. 79. 682 el- Ahzâb, 33/ 37. 683 el- Mâide, 5/ 3. 684 el- Ahzâb, 33/ 39. 685 et- Tevbe, 9/ 18. 686 en- Nûr, 24/ 52. 687 el- Mü’minûn, 23/ 23. 688 el- Beyyine, 98/ 8. 689 el-Askerî, Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillah b. Sehl (ö. 400/ 1009), el-Furûku’l-Luğavî, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, ts., s. 236. 690 İbn Manzûr, a.g.e., V, 337. 691 el-Askerî, a.g.e., s.236- 237. 192 vurgulanmaktadır.692 Kelimedeki “korunma” anlamı “rahbe”nin Allah’ın azabından beri olmak için ibadete kapanan râhip kullanmından gelmektedir.693 el-Askerî, rahbenin, havfin şarta bağlı şekli olduğunu söylemekte; buna kanıt olarak da “bir faydanın husulu için korkulan şeylerden salim olma” anlamındaki “rağbet”in zıddı anlamında olmasını göstermektedir ki,694 “rağbet-rahbet” karşıtlığını695 metinler de ispat etmektedir. (rağbeten ve rahbeten-terğib-terhib).696 Bu durumda rahbet de, “bir şarta bağlı olarak korkulan şeyden korkma”697 anlamındadır. Yine el-Askerî, havf ile farkını ortaya koyarken, havfın “zararın gelmesi şüpheli iken”; rahbette “zararın şarta bağlı kesin bilgi olduğunu”; şart yok ise rahbetin oluşmayacağını ifade etmektedir.698 Kur’ân konteksi içinde 13 yerde699 geçen “rahbe” kavramının “rahabe” şekli, nesne olarak tamamen Allah’ı almaktadır.700 Kelimenin iç dinamiğindeki anlam derinliklerini düşünerek “rahbet”in sürekli ve ıstıraplı bir korku hâli olduğunu; ittikâ ve hazerdeki gibi belirgin olamamakla birlikte “korunma” anlamını taşıdığını; öte yandan süreklilik ve ıstıraptan kaynaklanan “korktuğunda kaçma” anlamıyla “هرب- هطع” kelimelerine yaklaştığını söylememiz mümkün gözükmektedir. Bunların dışındaki korku kelimeleriyle bu anlam alanıyla ayrılmaktadır.701 Rahbet kelimesi Kur’ân’da702 “korku”, “korkma” anlamlarında kullanılmıştır.703 el-Enbiyâ sûresinde salih Peygamberlerin “Allah’ın azabından korkmaları” durumu şöyle dile getirilmektedir: “Gerçekten onlar hayır işlere koşarlar, 692 er- Râğıb, a.g.e., s. 296. 693 er- Râğıb, a.e., s. 297. 694 el- Askerî, a.e., s. 237. 695 Kara, Ömer, a.g,mk., s. 49. 696 bkz. el- Enbiyâ, 21/ 90; el-Buhârî, a.g.e., “el-Ahkâm”, 51; et-Tirmizî, a.g.e., “el-İmâre”, 11; İbn Hanbel, a.g.e., IV, 378; el-Buhârî, a.g.e., “el-Vudu”, 75, “ed-Da’avât”, 5, 6, 8, “et-Tevhid”, 34; Müslim, a.g.e., “ez-Zikr”, 56, 57; Ebû Dâvûd, a.g.e., “el-Edeb”, 98. 697 el-Askerî, a.e., s. 237. 698 el-Askerî, a.e., a.y. 699 Abdülbâkî, a.g.e., s. 399. 700 el-Ar‘âf, 7/ 154; el-Bakara, 2/40; en-Nahl, 16/ 51; el-Haşr, 59/ 13; el-Enbiyâ, 21/ 90. 701 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 50. 702 bkz. el-Bakara, 2/ 40; el-Mâide, 5/ 82; el-En‘âm, 6/ 31, 34; el-A‘râf, 7/ 116, 154; el-Enfâl, 8/ 60; en- Nahl, 16/ 51; el-Enbiyâ, 21/ 90; el-Kassas, 28/ 32; el-Hadîd, 57/ 27; el-Haşr, 59/ 13. 703 er-Râzî, a.g.e., II, 470. 1 93 umarak ve korkarak bize dua ederlerdi ve bize derin saygı gösterirlerdi.”704 Onlar, Allah katındaki nimetleri istemişler, O’nun azabından da korkup kaçmışlardır. İbâdetleri, rağbet ile rahbet, yahut başka bir deyişle umma ile korkma arasında olmuştur.705 Rahb ve ruhb çekinceli, tasalı korkudur: “Onların kalblerinde sizin korkunuz, Allah’ınkinden fazladır (Allah’tan çok sizden korkarlar). Böyledir, çünkü onlar anlamaz bir topluluktur.”706 “Ey İsrâiloğulları! Size verdeğim nimetleri hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece Ben’den korkun.”707 Yukarıdaki âyetlerde Allah’tan korku, O’nun rızasından uzak kalma endişesi anlatılmaktadır; kulun dâima korku ile umut arasında bulunması öğütlenmektedir.708 Rahb (رهب) kökünden gelen rahbân, fa’lân vezninde masdardır. Râ’nın damıyla ruhbân ise, râhibin çoğuludur. Dinini kurtarmak için dağlara çekilip ibadetle meşgul olan insanlara râhib denmiştir.709 Terehhub (ترهب), rehbeti kullanmak, yani ibadet; rahbâniyet de aşırı korkudan dolayı çok ibadet etmek demektir.710 İslâmdan önce Araplar arasında mabedlerde ibadete çekilmiş din adamlarının unvanı olarak râhib, çoğulu ruhbân kullanılırdı.711 Rahbâna bağlılık anlamındaki rahbânlık Kur’ân’da, Allah’ın, önceki peygamberlerin ardından, Meryem oğlu İsa’yı peygamber olarak görevlendirip ona İncil’i verdiği; ona inanıp izinde gidenlerin gönüllerine şefkat ve acıma duygusu koyduğu; kendilerine fark kılmadığı hâlde, Allah’ın rızasına ermek için kendiliklerinden rahbanlık icadettikleri; fakat koydukları bu ibadet yöntemine tam anlamıyla uymadıklarının belirtildiği bağlamlarda geçmektedir.712 704 el-Enbiyâ, 21/ 90. 705 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, XXVII, 26. 706 el-Haşr, 59/ 13. 707 el-Bakara, 2/ 40. 708 Ateş, a.e., a.y. 709 er-Râzî, a.g.e., XXIX, 245. 710 er-Râğıb, a.g.e., s. 297. 711 Ateş, a.e., XXVII, 31. 712 el-Hadîd, 57/ 27. 194 “İcâdettikleri rahbânlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızâsını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama gereği gibi uymadılar.”713 Cümlesinde iki manada muhtemeldir. Sa‘îd b.Cübeyr ve Katâde’ye dayanan birinci tefsire göre mana şöyledir: “Onlar bu rahbânlığı, Allah’ın rızâsına ermek amacıyla ortaya çıkardılar. Biz bunu onlara farz kılmadık.” İkinci tefsire göre ise mana şöyledir: “Biz onların ortaya çıkardığı bu rahbânlığı onlara, sırf Allah’ın rızâsına ermeleri için yazdık (farz kıldık).”714 Müteakip alıntıda, rahbe’nin (yalın hâli) gerçek yönünün Allah’a doğru imâ olunarak “münafıklar” sert bir biçimde kudret sahibi insanlardan Allah’tan korktuklarından daha çok korkmakla suçlanmaktadır:715 “Siz (güçlü Müslümanlar) onların kalplerine Allah’tan daha çok korku (rahbe) atmaktasınız. Bunun nedeni, kendilerinin hiçbir şey anlamayan insanlar olmalarıdır.”716 Rahbe kelimesinin Kur’ân’daki özel konumana bakıldığında takvâ ile anlamdaş olduğu görülür. Bu eşanlamlığı en iyi çizen, aynı mananın peşisıra iki kez; bir defasında ‘rahibe’, diğer kez de ittikâ fiili ile ifade edildiği717 âyetlerdir: “Allah diyor ki: “İki ilâh edinmeyin. Muhakkak Allah sadece tek ilâhtır. O halde, siz benden korkun. (irhabûn Hakîkaten, samavât ve arz içinde her ne varsa, O’na aittir. Din ilelebet(ارهبون O’nundur. Peki siz O’ndan başka birisinden mi korkacaksınız?(tettekûn 718”.(تتقون c)- İşfâk İşfâk kelimesinin sülâsî kalıbı “شفق- يشفق- شفقا”, “şefkat etmek, acımak (رحم), ıslahında hırslı olmak (حرص فى نصحه), meyletmek (مال), korkmak (خاف) ve cimri davranmak (بخل)” anlamlarına gelir. İf‘âl babından “اشفق- يشفق- اشفاق”, “sakınmak (حذر), bir şeyin üzerine titremek, bir şeye zarar gelecek diye korkmak (خاف عليه ان يناله مكروه), azaltmak (قل) ve korkmak (خاف)” anlamlarına gelir. Tef‘îl babından ise “şefkat 713 el-Hadîd, 57/ 27. 714 İbn Kesîr, IV, 316. 715 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 304. 716 el-Hâkka, 69/ 13. 717 Izutsu, a.e., s. 303. 718 en-Nahl, 16/ 51- 52. 1 95 göstermek, elbiseyi adi dokumak ve azaltmak” manalarını ifade etmektedir. “ اشفق اشفق “ ;korkmak ve tedbir almak, birisine bir kötülük gelmesinden korkmak ,”…على kalbin inceliği ve acımasıyla ,”…اشفق من“ ;sabırsızlanmak, sıkıntıya düşmek ,”…عن beraber korkması, anlamlarına gelmektedir. “الشفقة” ise “sevgiden kaynaklanan ve sonuçta havfe ulaştıran rikkât, şefkat, merhamet, yufka yüreklilik ve acıma” anlamlarını taşıyan aynı kökten bir isimdir. Bunun ism-i fâili “الشفيق ج شفقاء” gelir ki “merhametli, şefkatli, acıyan, korkan, bir şeye zarar gelecek diye titreyen kişi” anlamlarındadır.719 el-Hemedânî, “işfâk”ın korkunun en az şekli olduğunu ( واالشفاق اقل منه/ من ifade etmektedir.720 Muhtemelen Hemedânî’nin burada vurgu yaptığı şey, korku (الخوف anlamının bu kelimede ikincil mana olması; asıl manası olan acıma ve ihtimamın yoğunlukta olmasıdır.721 ez-Zebîdî, “işfâk”ın farklı özelliklerinden hareketle yapılan tariflerini şu şekilde sıralamaktadır: “Bir muhatabı ıslah etmekle beraber bir kötülüğün ona gelmesinden korkmak”, “korku ile karışık ihtimam”, “acıma ve ihtimamla karışık korku.”722 “İşfâk”ın anlam çerçevesinin belirlenmesinde harf-i cerler de rol oynamaktadır; “شفق” kelimesi min (من) harf-i ceri ile müteaddi olursa kendisinde havf anlamı baskın olur; ala (على) harfi ceri ile müteaddi olursa bu durumda inâyet anlamı ağır basar.723 İşfâk kelimesi, Kur’ân âyetlerinde 11 yerde geçmektedir.724 Burada önemli olan husus, âyetlerdeki kullanımlarda if’âl babından “اشفق” kelimesinin tercih edilmesidir.725 Yine bu âyetlerden sekiz tanesinde “işfâk” kelimesi “min” harfi ceri726 719 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 154- 155; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 364; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 394. 720 el-Hemedânî, Abdurrahman b. Îsâ b. Hammad, Kitâbü’l-Elfâzi’l-Kitabiyye, ed. Emîl Bedî Yakûb, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1991, s. 74- 75; 260- 261. 721 Ömer, Kara, a.g.mk., s. 56. 722 ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 395. 723 ez-Zebîdî, a.e., VI, 395; er-Râğıb, a.g.e., s. 387. 724 Abdülbâkî, a.g.e., s. 473. 725 el-Kehf, 18/ 49; el-Enbiyâ, 21/ 28, 49; el-Mü’minûn, 23/ 57; el-Ahzâb, 33/ 72; eş-Şûrâ, 42/ 18, 22; et- Tûr, 52/ 6; el-Mücâdele, 58/ 13; el-Meâric, 70/ 27. 726 el-Kehf, 18/ 49; el-Enbiyâ, 21/ 28, 49; el-Mü’minûn, 23/ 57; el-Ahzâb, 33/ 72; eş-Şûrâ, 42/ 18, 22; el- Meâric, 70/ 27. 1 96 ile kullanılmış olmasıdır. Bu ise sözkonusu âyetlerde “işfâk”ın korku anlamının ağır basacağı anlamına gelmektedir. İşfâk kelimesi yer aldığı âyetlerin üçünde727 haşyet ile birlikte geçmektedir. Bunlardan el-Enbiyâ sûresindeki 48-49. âyetler takvâ, haşyet ve işfâk üçlüsünün anlam paralelliğine en güzel örnektir: “Andolsun ki, Biz, Mûsâ ile Hârun’a bir ziya, takvâ sahipleri için de bir şeref olan furkânı verdik ki onlar, tenhada da, Rabb’lerine candan saygı gösterirlerdi. Onlar, kıyâmetten korkanların tâ kendileri idi.”728 Onların Allah’ın cezasından sakınmaları onların kalplerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Onlar, kıyâmet gününün azabından ve orada cereyan edecek olan hesap, sual vb. diğer şeylerden dolayı tir tir titrerler, böylece de bundan dolayı Allah’a isyan etmekten şiddetle kaçınırlardı.729 İşfâk kelimesinin nesnelerine bakıldığında hem dünyevî hem de uhrevî unsurlara rastlamak mümkündür: “O, onların gözünün önünde olanları da bilir, onlardan gizli tutulan şeyleri de bilir; bunun içindir ki, onlar, O’nun (zaten) hoşnut olduğu insanların dışında kimseye yan çıkıp kayıramazlar; çünkü(herkesten önce) onların kendileri O’nun korkusuyla titrerler.”730 “Ama, Rablerinden korkarak kendilerini saygı ve duyarlılık içinde tutanlar…”731 âyetlerinde Allah; “O, (bilinçli, duyarlı) kimseler ki, algı ve tasavvurlarının ötesinde olsa da, Rabb’lerinden korkar ve Son Saat’in kaygısıyla titrerler.”732 âyetinde Allah ve kıyâmet saati; “…halbuki imâna ermiş olanlar ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler…”733 âyetinde kıyâmet saati; “Ve Rablerinin azabına karşı korku ve saygı içinde bulunanlar”734 âyetinde Rabb’in azabı, uhrevî ve manevî alanlarla ilgili durumlarda “işfâk”ın nesnesi durumunda iken; “(Elçiye) danışmanız vesilesiyle kimseye bir yardımda bulunmamaktan dolayı (günah işlemiş olabileceğinizden) korkuyor musunuz?”735 727 el-Enbiyâ, 21/ 28, 49; el-Mü’minûn, 23/ 57. 728 el-Enbiyâ, 21/ 49. 729 er-Râzî, a.g.e., XXII, 178. 730 el-Enbiyâ, 21/ 28. 731 el-Mü’minûn, 23/ 57. 732 el-Enbiyâ, 21/ 49. 733 eş-Şûrâ, 42/ 18; ayrıca bkz. eş-Şûrâ, 42/ 22; el-Kehf, 18/ 49. 734 el-Me’âric, 70/ 27. 735 el-Mücâdele, 58/ 13. 1 97 âyetinde sadaka vermek; “Gerçek şu ki, Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama (sorumluluğundan) korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler…”736 âyetinde sorumluluk, düyevî alanlara ilgili durumlarda işfâk’ın nesnesi, insan, gök-yer- dağ öznesi konumundadır. İşfâk, âyetlerde “işfâk”ın nesnesi, kıyâmet ve azab olunca “sakınma-tedbirini alma ile karışık bir korku” anlamını; Allah olunca –ki haşyet ve takvâ buralarda kullanılmaktadır- “saygıyla karışık korku” anlamını; dünyevî şeyler olunca da “yapılması veya yapılmaması istenilen şeylerden titizlikle beraber bir korku” anlamını yüklemektedir.737 d) Huşû Huşû kelimesi, sözlükte, “sessiz ve sakin durmak, alçak gönüllü olmak, Hakk’a boyun eğmek; yumuşaklık, kolaylık”738 gibi anlamlarının yanında “gözleri yere dikip yummak ve sesini kısmak, korkup tevazu göstermek ve korkudan dolayı boyun eğmek”739 anlamına gelen kelimelerin grubuna da dahil olan huşû kelimesi, aynı gruba dahil diğer kelimelerden kalpte ve seste olmasıyla ayrılmaktadır.740 Diğer bir fark da, “huşû” kelimesinin iç dinamiğinde “korku” anlamının bulunmasıdır.741 Aynı anlama gelen “hudû” kelimesi, daha çok bedenle gösterilen alçalmayı ve boyun eğmeyi ifade ederken; “huşû” ise bu nevi hareketlerle dışa yansıyan kalpteki sükûnet ve tevazu hâlini ifade eder. Huşûnun esas itibariyle, içten gelen ve muhatabın heybetinden kaynaklanan manevî ve ahlâkî bir hâl olmasına karşın, hudû zorlama sonucunda mecbur kılınan bir boyun eğmedir.742 Kur’ân-ı Kerîm’de onaltı ayette on yedi defa geçen “huşû” kelimesi, bunlardan bir âyette isim olarak diğer on altı âyette ise bu kökün türevleriyle yer almaktadır.743 736 el-Ahzâb, 33/ 72. 737 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 56. 738 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 100- 101. 739 İbn Manzûr, a.e., IV, 100- 101; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 26- 27; ez-Zebîdî, a.g.e., V, 318, 319. 740 İbn Manzûr, a.e., IV, 101. 741 el-Askerî, a.g.e., s. 243. 742 el-Askerî, a.e., s. 244. 743 Abdülbâkî, a.g.e., s. 286. 198 Huşû kelimesinin kök anlamında “eğilme-meyl” anlamı vardır ve bu “eğilme” anlamı tüm kullanımlarda etkindir. Yan anlamı ise “korku”dur. Bu bağlamda “huşû”nun tam anlamı, “korkudan eğilmek, boyun eğmek”tir.744 Huşû’ kelimesi, Kur’ân’da mutlak olarak kullanıldığı gibi745 göze,746 yüze,747 kalbe748 ve sese749 nispet edilerek kullanılmıştır. Kelime, kalb ile kulanılınca “korkmak”; ses ile kulanılınca “korkudan sesi kısılmak”; göz ile kulanılınca “korkudan gözlerini yummak veya yere dikmek”; yüze nispet edilince “korkudan öne eğik”; mutlak olarak kullanıldığında ise, “korkudan boyun eğmek, tevazu göstermek” anlamlarında kullanılmıştır. Âyetlerdeki “huşû” kelimesi müfessirlerce de “korku” yan anlamıyla tefsir edilmiştir.750 “Huşû”, Allah karşısında duyulan saygı ve tazimden dolayı her türlü benlik iddiasını terk ederek751 O’na korku, saygı ve duyarlılıkla boyun eğme ve bunun hareketlere yansıyan tezahürüdür: “…Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyup duyarlılık gösteriyorlardı.”752 “İşte (böyle deyip) ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar ve (Allah’tan yana gösterdikleri) bu (bilinç ve duyarlılık) onların saygı ve sakınmasını artırır.”753 “(Ey Müminler!) Sabır ve namazla yardım dileyin; Bu, tam bir sığınma duygusu içinde yürekten Allah’a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir.”754 Âyetlerde vurgulanan huşû sahipleri, her türlü zorluk, güçlük ve başa gelen musibetler karşısında sabredebilen, isyana dalmayan, Allah’a itâatten ayrılmama konusunda sabredebilen, her türlü durumda sabır ve salat ile Allah’tan yardım uman, nefsin ani itimlerinden kaçınıp vakar sahibi olabilen, her türlü durumda ne gerekiyorsa onu yapabilen755 ve böylelikle “huşû’u’l-hâssa”756 mertemesine erişebilen kimselerdir. 744 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 45. 745 el-İsrâ, 17/ 109; el-Haşr, 59/ 21; el-Mü’minûn, 32/ 2; el-Bakara, 2/ 45; Âl-i İmrân, 3/ 199; el-Enbiyâ, 21/ 90; el-Ahzâb, 33/ 35; eş-Şûrâ, 42/ 45. 746 el-Kamer, 54/ 43; el-Me‘âric, 70/ 44; el-Kalem, 68/ 43; en-Nâzi‘ât, 79/ 9. 747 el-Ğaşiye, 88/ 2. 748 et-Hadîd, 57/ 16. 749 Tâhâ, 20/ 108. 750 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 45; örnek için bkz. el-Beydâvî, a.g.e., II, 58, 78, 99, 446, 565. 751 Şener, Mehmet, “Huşû’”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1998, XVIII, 423. 752 el-Enbiyâ, 21/ 90. 753 el-İsrâ, 17/ 109. 754 el-Bakara, 2/ 45. 755 Ünal, a.g.e, s. 464. 756 el-Kâşânî, a.g.e., s. 231. 1 99 Bilhassa mutasavvıf müelliflerin kalbe ait fiillerden saydıkları huşû, her şeyden önce kişinin757 tıpkı takvâda olduğu gibi, Allah’a karşı son derece saygılı olması, kendini O’nun huzurunda hissedip sükûnet ve vakar içinde boyun eğmesi şeklinde manevî bir durum olduğuna göre yalnız belirli ibadetler esnasında değil hayatın her anında Allah’ın huzurunda kulun takınması gereken bir kulluk tavrı ve edebidir. Huşû kökleri kalpte, belirtisi bedende758 olan her türlü fiili kapsamaktadır. Esasen şeklî olarak saygı ifade eden herhangi bir davranış kalpteki saygı ve korku hissinden kaynaklanmadıkça dînî bir değer taşımaz ve dolayısıyla huşû olarak nitelenemez.759 Hasan Basrî, huşû’un kalp için gerekli ve ondan ayrılmayan dâimî bir korku olduğunu,760 Cüneyd-i Bağdâdî de kalplerin ileri derecede saygı ve sevgiden doyalı Allah’a boyun eğmesi761 anlamında olduğunu belirtmişlerdir. 2) Bilinçsiz korku (“Refleks”) anlamını içeren kullanımlar İnsan dünyaya gelip evreni tanımaya başladığında yeryüzündeki pek çok şey insan gücüne oranla kendisinin baş edemeyeceği nitelikledir. Bu acizlik insan psikolojisinden onlara karşı korku duyma hissini uyandırır. Çünkü insan muhatabı hakkında kesin bilgilere sahip değildir ve onunla nasıl baş edeceği konusunda yardıma ihtiyacı vardır. İnsan zekası ve diğer önemli unsunlar bu konuda ona bilgi verir dolayısıyla insan bu güçler karşısında tavrını netleştirir, kendini savunmayı öğrenir. Kısaca insanın doğuştan getirdiği etki tepki özelliği bilinçli olması dışında refleks boyuntundadır. Bu açıdan bakıldığında havf, vecel ve rav’ bilinç düzeyindeki korkulardan ziyade refleks içeren korkulara yakındır. a) Havf Sözlükte, “korkmak, kaygılanmak, endişe duymak”762 gibi anlamlara gelen “havf” (خوف) kavramı, genellikle “hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya 757 Şener, a.g.mk., s. 423. 758 Şener, a.g.mk., a.y. 759 Şener, a.g.mk., a.y. 760 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 20. 761 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 116. 762 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 248. 2 00 arzu edilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı ve korku”763 şeklinde tanımlanmıştır. Havf kelimesi, “ha-fe/yehafu” (يخاف/خاف) fiilinden, “bilinen veya hissedilen bir işaretten dolayı irkilmek, bir tehlike karşısında ne olacağı endişesi içinde olmak”764 anlamında masdardır. el-Ğazzâlî’nin, “ileride kötü bir durumla karşılaşacağı beklentisinin insanın ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluk” şeklindeki tanımı havf kavramına psikolojik açıdan bakan bir yaklaşımın sonucudur.765 Ebû Osman el-Hirî, havfı, “Zâhiren ve bâtınen günahlardan titizlikle sakınmak” şeklinde tanımlanmıştır.766 Kur’ân-ı Kerîm’de havf kökünden gelen ve aynı anlamdaki diğer masdarlardan türeyen fiil ve isimler 124 yerde767 geçmektedir. Kelimenin geçtiği âyetlere bakılacak olursa oldukça geniş bir kullanım sahasının olduğu görülür. Somut bir obje ya da durum karşısında yuyulan dünyevî korkuları ifade etmek için kullanıldığı gibi insanüstü bir kaynağa, makama ya da otoriteye karşı duyulan korkuları anlatmak için de kullanılır. Yine dünyevî bir takım endişeler de bu kelime ile anlatılır.768 Havf kelimesinin, Kur’ân’daki anlam çerçevesi ele alındığında, “insanın algıladığı, gördüğü ya da düşündüğü, imgelediği, tasarladığı, tehlikeli, tehdit dolu durum, kişi, nesne, olay ve olgu karşısında gösterdiği doğal, evrensel duygulanım durumu, ruhsal tepki”769 olarak tanımlanan “korku” kelimesini anlam bakımından karşıladığı görülür. Havf, daha çok herhangi bir yönlendirmeye tabi tutulmamış ya da eğitilmemiş fıtrî bir kabiliyeti ifade eder. Onun için korku objeleri farklıdır. İnsanın nötr halde, çift yönlü hareket kabiliyeti içindeki durumuna uygun olarak bu objeler de çevresel şartlar içinde müspet ya da menfî değerli özelliklere sahiptir.770 763 el-Cürcânî, a.g.e., s. 167. 764 er-Râğıb, a.g.e., s. 229. 765 el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, s. 574- 576. 766 Attar, a.g.e., s. 516. 767 Abdülbâkî, a.g.e., s. 302-305. 768 Gündüz, Turgay, Kur’ân’da Korku Motifi, Düşünce Yayınları, İstanbul, 2004, s. 25. 769 Köknel, Özcan, Korkular: Takıntılar Saplantılar, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 16. 770 Gündüz, a.e., a.y. 2 01 Mevdûdî havfı, genellikle görülen, duyulan ya da hissedilen, bir güç ya da kuvvet karşısında zayıflığını idrak eden bir insanın kalbinde meydana gelen korku771 şeklinde tanımlamıştır. Buna göre havf, kişinin kendini tanıyıp aczini bilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu ilk aşamada korkunun bilme, tanıma ve bilgi ile ilgisi olduğu görülüyor. Ancak korku konusu olan şeyle ilgili bilgi noksanlığı bulunduğundan korku objeleri hususunda seçici davranılamamaktadır.772 Havf kavramının bütün varyantlarıyla, Kur’ân-ı Kerîm’de geçtiği âyetlere bakıldığında yarısına yakınının dünyevî korku ve kaygıları, diğerlerinin ise Allah korkusu, azab korkusu, âhiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dînî kaygıları773 içerdiği görülür. Allah’tan havf, O’nun cezasından ve azab tehdidinden çekinerek itâat yolunu tutma, günahlardan kaçınmadır.774 Allah Teâlâ: “İşte o şeytan yalnız kendi dostlarını korkutabilir. Şu hâlde onlardan korkmayın, benden korkun.”775 buyuruyor. Hz. Âdem’in aralarında anlaşmazlık çıkan iki oğlundan biri diğerine kendisini öldürmeye kalkışsa bile yine de ona el kaldırmayacağını belirterek: “Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.”776 der. el-En‘âm sûresinde Hz. Peygambere hitaben: “De ki: Ben Rabb’ime isyan edersem kesinlikle büyük bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım.”777 şeklinde buyurulmuş ve havfın hem günah işleme endişesi boyutuna hem de uhrevî ceza korkusu boyutuna dikkat çekilmiştir. Hz. İbrâhîm de inkarda ısrar eden babasını: “Babacığım!” Senin Allah’ın azabına çarpılmandan ve sonuçta şeytanın yakını olmandan korkuyorum.”778 diyerek endişesini dile getirmiş ve babasını uyarmıştır. Yine Allah’tan, makamından, büyük günün azabından havf eden insanlar,779 Allah’ın hadlerini ikame edememekten havf ederler;780 kıst yapamamaktan 771 Mevdûdî, a.g.e., V, 447. 772 Gündüz, a.e., s. 26. 773 Kara, Mustafa, “Havf”, T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1997, XVI, 529. 774 Ünal, Ali, Kur’ân’da Temel Kavramlar, Kırkambar Yayınları, İstanbul, 1998, s. 460. 775 Âl-i İmrân, 3/ 175. 776 el-Mâide, 5/ 28. 777 el-En‘âm, 6/ 15. 778 Meryem, 19/ 45. 779 Ünal, a.g.e., s. 461. 780 el-Bakara, 2/ 229. 2 02 havf ederler;781 küfredenlerin kendilerini fitneye düşürmelerinden havf ederler;782 kendilerinden sonra gelenlerin Allah’ın yolunda gerektiği gibi yürüyemeyeceklerinden, yerlerine geçeceklerin İslam’a bağlı kalmayacaklarından havf ederler.783 Âyetlerde, kişinin sadece kendisi adına değil başkası adına duyduğu korku ve kaygıların da havf kelimesiyle ifade edildiği784 görülür.785 Bazı âyetlerde, insanın mutlaka “Rabb’inin makamı”nda durup hesap vereceğini bilerek bundan korkması ve ona göre davranması gerektiği;786 diğer âyetlerde ise “Allah’ın hidayetine uyan”,787 “iyi bir mü’min olarak kendini Allah’a teslim eden”,788 “iman edip iyilik ve barış yolunda çaba harcayan”,789 “iman ettikten sonra ikâmet üzere olan”,790 kişilerle “Allah dostları”791 için âhirette havf ve hüznün olmadığı haber verilir. Havfın dünyevî korku ve kaygılarla ilgili olarak kullanıldığı âyetlerin önemli bir kısmında da herhangi bir dînî konu ile ilişkisinin kurulduğu görülür.792 Örnek olarak Allah’ı seven ve O’nun sevgisini kazanmış olan dindarların yüksek niteliklerinden söz edilirken dolaylı olarak haksız kınama ve eleştirilerden korkulması din duygusundaki zayıflığa bağlanır.793 Diğer bir âyette açlık, mal ve can kaybı gibi musibetler yanında dünyevî korkular da Allah’ın insanları imtihan etmek üzere bu dünyada onları maruz bıraktığı sıkıntılar arasında zikredilmiştir.794 Yine Allah’ın azlık hâlinde düşmandan, yakalanıp öldürülmekten, dünya hayatında başa gelebilecek bir takım musibetlerden olduğunu duyurduğu havf, mü’minler için bir imtihandan ibarettir.795 781 en-Nisâ, 4/ 3. 782 en-Nisâ, 4/ 101. 783 Meryem, 19/ 5. 784 Kara, a.g.mk., s. 529. 785 Hûd, 11/ 26, 84; el-Mü’min, 40/ 26. 786 Hûd, 11/ 103; İbrâhîm, 14/ 14; er-Rahmân, 55/ 46. 787 el-Bakara, 2/ 38. 788 el-Bakara, 2/ 112. 789 el-En‘âm, 6/ 48. 790 el-Ahkâf, 46/ 13. 791 Yûnus, 10/ 62. 792 Kara, a.g.mk., s. 529. 793 el-Mâide, 5/ 54. 794 el-Bakara, 2/ 155. 795 el-Bakara, 2/ 156. 203 Layıkıyla manalandırıldığında, havf sözcüğü korku duygusunu genel manada ifade eder gibidir, tabii ki, olağandışı, esrarengiz bir şeyin sebep olduğu korkuya işaret olabilir. Bu sûretledir ki, Kur’ân’da bu kelime tekrar tekrar Mûsâ’nın değnek ve iplerin mucizevi bir biçimde kıvrım kıvrım yılanlara dönüştüğünü gördüğünde yaşadığı hisse atfen kullanılır:796 “(Allah Mûsâ’ya dedi ki): “At değneğini!” Ve onu yılan gibi kıvrım kıvrım görünce, dönüp kaçmaya başladı. Korkma (tehaf تخف), ya Mûsâ! (Allah’ın) elçileri benim huzurumda korku duymamalıdırlar. (yehâfu 797”.( يخاف Bu havf hissini, Allah’ın âyetlerinin, özellikle de cezası ile alakalı olanların uyandırması son derece tabidir. “Bütün bunlar, benim azametimden korkan (hâfe خاف ) ve tehdîdimden çekinen (hâfe خاف ) içindir.”798 Bir adım daha ve havfın hedefi Allah’ın kendisidir –tabii, iman etmeyenler için şeytan-: “Şeytan ancak kendi taraftarlarını korkutur.( yuhavvifu يخوف ). Siz onlardan korkmayın (tehâfû تخافو ) şayet mü’minler iseniz Benden korkun (hâfû 799”.(خافو Eğer tamı tamına aynı mananın takvâ sözcüğü ile iletildiği bir başka sûreden bir başka âyet ile kıyaslanırsa son örnekte zikredilen “siz Benden korkun, eğer mü’minlerseniz” cümlesinde; “havf”ın “takvâ”nın kusursuz bir eşanlamlısı olduğu kendiliğinden görülecektir.800 “(Siyaktaki bir ateş tasvirine atfen) Allah kullarını bununla korkutur (yuhavifu 801”.(يخوف Şu âyette de havf kavramının Allah’ın ceza vermesinden korkma, yani asli Kur’ânî manasında takvâ karşılığı, kullanıldığı görülür:802 “O’na korku (havfen خوفا) ve iştiyak ile dua edin (nimetini ya da mağfiretini arzulayarak).”803 Gerçek bir Allah korkusu, ancak recâ ile bütünleşip tamamlanır. Nitekim Secde sûresinin 16. âyetinde iman yolcularından,804 “Korkarak ve umarak Rablerine 796 Izıtsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 302. 797 en-Neml, 27/ 10; ayrıca bkz. Tâhâ, 20/ 65- 68. 798 İbrâhîm, 14/ 14; ayrıca bkz. eş-Şu‘arâ, 26/ 135; el-İsrâ, 17/ 59- 60. 799 Âl-i İmrân, 3/ 175. 800 Izıtsu, a.e., s. 303. 801 ez-Zümer, 39/ 16. 802 Izıtsu, a.e., a.y. 803 el-A‘râf, 7/ 56. 2 04 yalvaranlar”805 diye söz edilmektedir. Buna göre ümit ve korkular Allah’a tabi kılınmaksızın tam bir kulluk gerçekleştirilemez.806 Bu bakış açısından havf ve recâ iki esasa dayanır; Nefsini günahtan çekecek şekilde Allah’ın azabından korunmak ve nefsini itâate teşvik edecek şekilde Allah’ın lütuf ve rahmetini ummak.807 Güven de, ümitsizlik de imana aykırı olur, güven ile ümitsizlik, korku ile ümit808 arası doğru olan kulluk yoludur. Kur’ân’ın öngördüğü bu korku insanı pasifliğe, hareketsizliğe itme amacı gütmez. Tam tersine insanı korkunun nedenlerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmek amacı taşır. Bu yöneliş kişiyi yalnızca korkuya neden olacak eylemlerden uzaklaştırmakla kalmaz, ona gerçek anlamda iyi ve olgun bir mü’min ve müttakî olmanın yollarını açar. Korku ile başlayan bu yöneliş ittikâ ile sürerek takvâ ile sonuçlanacaktır. Takvâ ise mü’minin ulaşabileceği en yüksek dereceyi belirtir.809 b) Vecel Vecel, “titreme” kategorisine ait bir korku kelimesidir.810 “Korku hissi”811 şeklinde de açıklanmıştır. “وجل” kelimesi, ibdâl yoluyla “814”رجف“ ,813”وجف“ ,812”وجب kelimeleriyle korku noktasında birleşmektedir. Üstelik bu kelimelerin hepsi, “kalbe nisbet edilerek” kalbin korkudan kaçmasını; hızlı hızlı atmasını; nabzın hızlanmasını ifade eder. Vecel ve ötekilerde “titreme” anlamı mevcuttur. Vecel bu anlamıyla “işmeezze” kelimesiyle de paralellik arzetmektedir. Dolayısıyla “vecel”de “korkundan kalbin titremesi ve çarpması” anlamı bulunmaktadır. Çünkü kalp korku hissettiğinde 804 Yılmaz, a.g.e., s. 79. 805 es-Secde, 32/ 16. 806 Yılmaz, a.e., a.y. 807 Er, a.g.e., s. 98. 808 Oğuz, Muhammed İhsan, M. İhsan Oğuz’dan Mektuplar, I-II, Oğuz Yayınları, İstanbul, 1994, II, 231. 809 Özalp, Ahmet, “Korku ve Ümit”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994, III, 392. 810 İbn Manzûr, a.g.e., XV, 223. 811 er-Râğıb, a.g.e, s. 807. 812 İbn Manzûr, a.g.e., XV, 223; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., I, 302. 813 İbn Manzûr, a.e., XV, 223; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 264. 814 İbn Manzûr, a.e., XV, 223; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 208. 2 05 atış hızı fazlalaşır.815 “Vecel” kelimesi “korkudan titreme” anlamında “816”رعد, gibi kelimelerle de aynı düzlemi paylaşır.821 ,820”رعض“ ,819”رعص“ ,818”رعش“ ,817”رعس“ el-Askerî, havf ile vecel arasındaki farkı, vecelin “ceza” türünden olup “ıstırap” ve “tedirginlik” anlamında olduğunu ve havfin ise “itmi’nan”ın zıddı olduğunu822 ifade ederek belirtilmiştir. Kur’ân’da beş yerde geçen823 vecel kelimesinin üçü, Allah ile ilişkilidir; bir anlamda kalplerin titremesine sebep olan şey, Allah’ın adının anılmasıdır:824 “İnananlar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri tirer ve âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabb’lerine güvenirler.”825 “ (Ey Muhammed!) Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, başlarına gelene sabreden, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan sarfeden ve Allah’a gönül vermiş kimselere müjde et.”826 Yukarıda zikredilen iki âyette, vecel kelimesi, “الذين اذا ذآر اهللا وجلت قلوبهم” klişesiyle geçmektedir. Dikkat edilirse “vecel”in meydana gelmesine müsebbib olarak “Allah’ın anılması” gösterilmiştir.827 Burada korkuyu meydâna getiren şey, Allah’ın azameti, heybeti ve celâlidir.828 Dolayısıyla buradaki vecel, bir yandan “saygıyla karışık korku” anlamına gelen haşyete yaklaşmış, öte yandan korkunun kalplere nisbet edilmesiyle havfden ayrılmıştır.829 Ayrıca, “saygıyla karışık korku”nun hem niteliği hem de inananlarda ortaya çıkardığı sonuçları; âyetler okunduğunda, onların mü’minlerin imanlarını artırması, mü’minlerin Rabb’lerine güvenmeleri, başlarına gelene sabretmeleri, namaz kılmaları, kendilerine verilen rızıktan sarfetmeleri ve Allah’a gönül vermiş olmaları, 815 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 52. 816 İbn Manzûr, a.e., V, 244; el-Fîrûzâbâdî, a.e., I, 571; ez-Zebîdî, a.e., II, 354. 817 İbn Manzûr, a.e., V, 245; ez-Zebîdî, a.e., IV, 162. 818 İbn Manzûr, a.e., V, 246; el-Fîrûzâbâdî, a.e., II, 401; ez-Zebîdî, a.e., IV, 313. 819 İbn Manzûr, a.e., V, 246; ez-Zebîdî, a.e., IV, 398. 820 İbn Manzûr, a.e., V, 246. 821 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 52. 822 el-Askerî, a.g.e., s. 238. 823 Abdülbâkî, s. 834. 824 el-Enfâl, 8/ 2; el-Hacc, 22/ 35; el-Mü’minûn, 23/ 60. 825 el-Enfâl, 8/ 2. 826 el-Hacc, 22/ 35. 827 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 53. 828 el-Beydâvî, a.g.e., I, 374, II, 89. 829 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 53. 2 06 bakımından da takvâya yaklaştığı görülmektedir: “… Kim Allah’a ittikâ eder ve sabrederse, mutlaka Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez…”830 “…Eğer sabreder ve ittikâ ederseniz, işte bu, azmedilmesi gereken işlerdendir.”831 “…Onu(rahmetimi) ittikâ eden, zekâtını veren ve âyetlerimize imân eden kimseler için yazacağım.”832 Vecel’in “saygıyla karışık korku” anlamında geçtiği diğer bir âyette de korku kalbe nispet edilmiştir: “Rabb’lerinin huzuruna dönecekleri için yürekleri korkarak, vereceklerini verenler… İşte böyledir, hayırlarda yarışan kimseler ve (bu konuda başka herkesi) geçecek olanlar!”833 el-Vâhidî: “Arapça’da bir kimse korktuğunda “ -فهو وجل ;denilir, der. Nitekim şair de ”اوجل- وجال- وجل- يوجل لعمرك ماادرى وانى الاوجل على اننا تعدو المنية اول “Ömrüne yemin ederim ki, gerçekten ben çok korktuğum hâlde, belânın önce kime gelip çatacağını bilmiyorum…” demiştir.834 Yukarıdaki âyette sözkonusu olan korku, tâatin kabul olunması noktasında endişe taşımayı geciktirir. Çünkü, noksan yapmak veya başka sebeplerden ötürü tam yerine getirememe endişesiyle ibadet eden kimse, işte bu korkudan ötürü, o ibadeti hakkıyla yapabilmek için son derece gayret sarfeder. Onlar, günahlardan sakınma, imân ve amele yönelme gibi, yaptıkları ve işledikleri her şeyi, acaba, kusurlu mu yapıyoruz endişesiyle yaparlar.835 “Vecel” kelimesinin geçtiği diğer âyette836 ise korkunun sebebi “meleklerin yemek yememesi”837 dir. Burada görüldüğü üzere vecele (kalbin korkudan titremesine) sebep olan şey, farklılaşabilmektedir; ta’zîm gösterilen varlık Allah olunca kelimenin anlamı haşyete yaklaşmaktadır; dışındaki varlıklar veya nesneler olunca korku+titreme 830 Yûsuf, 12/ 90. 831 Âl-i İmrân, 3/ 186. 832 el-A‘râf, 7/ 156. 833 el-Mü’minûn, 23/ 60- 61. 834 er-Râzî, a.g.e., XV, 117, 118. 835 er-Râzî, a.e., XXIII, 106. 836 el-Hicr, 15/ 52- 53. 837 el-Beydâvî, a.g.e., I, 532; İbn Kesîr, a.g.e., IV, 458. 207 anlamıyla kalmaktadır. Sonuç olarak “vecel”in korkuyla titreme anlamına sahîp olduğu açıkça görülmektedir. Diğer korku+titreme anlamına sahip korku, kelimelerinden, korkunun “kalpte” olmasıyla ayrılmaktadır. Çünkü bazı kelimeler, tüm bedenin titremesini, kimisi derinin titremesini; kimisi de tüylerin diken diken olmasını ifade etmektedir.838 c) Rav’ Rav’ kelimesi, diğer anlamlarının yanıda, “bir şeyi korkutmak, ürkütmek, birini bir şey ile hayrete düşürmek, güzelliğinin şaşırtması ve büyülemesi” anlamlarına gelir. االروع ج روع- “ şahsın korkan olduğunu nitelemek için kullanılırken ,”روع- رائع- متروع“ ifadesi ise şahsın korkak olduğunu ifade etmektedir.839 er-Râğıb, rav’ için ,”ارواع “Kalbe atılan korku” anlamındadır,840 demektedir. Rav’ kelimesi, “feza”ın kullanımına çok yakındır. Diğer korku kelimelerinde bulunmayan “فزع عن قلوبهم ” (kalpten korkunun atılması; korkunun giderilmesi) kullanımı aynı şekliyle rav’ kelimesinde de mevcûdtur. “افزع روعه” Rav’ kelimesinin, bir havf gibi “خفت” şeklinde bir kullanımı hemen hemen hiç yaygın değildir. (رعت). Harici bir unsur, korkma işlemini yaptırmaktadır. Yani havf gibi korkmak değil korkutmaktır. Korkunun muhtevasında korkulan şeyin “güzelliği ve cazibesi” son derece etkindir. Rav’daki korku, kötü-istenmeyen bir şeyden korkmaktan ziyade, bir şeyin cazibesine kapılmaktan kaynaklanan bir irkilmeyi ifade etmektedir. Diğer korku kelimesinden bu yanıyla ayrılmaktadır.841 Rav’ kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde “842 ”فلما ذهب عن ابراهيم الروع ifadesiyle geçmektedir. Burada bahsedilen korku, Lut(a.s)’ın kavmini helak etmeye giderken Hz. İbrâhîm’e uğrayan ve –yaşlı olmasına rağmen- kendisine çocuk müjdeleyecek olan melekler karşısında, Hz. İbrâhîm’in misafirlerini tanımayıp 838 Ömer, Kara, a.g.mk., s. 53. 839 el-Hemedânî, a.g.e., s. 78; İbn Manzûr, a.g.e., V, 371- 373; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 45- 46; ez- Zebîdî, a.g.e., V, 363- 365. 840 er-Râğıb, a.g.e., s. 302. 841 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 52. 842 Hûd, 11/ 74. 2 08 yadırgadığı zaman, kalbinde gizlice duyduğu korkudur.843 Aynı olay, bu âyetten başka iki âyette daha benzer ifadelerle fakat değişik unsurlarla tekrar edilmektedir.844 Konuyla ilgili âyetlere baktığımızda, meleklerin ziyareti akabinde yemek yememeleri, esrarengiz davranmaları hasebiyle oluşan ortamda korku kelimesi, (iki yerde) “اوجس فى نفسه خيفة” ve (bir yerde) “وجل” kelimesiyle karşılanmıştır.845 Hz.İbrâhîm’in kalbindeki korkuyu atması durumunda da korku, “روع” kelimesiyle ifade edilmiştir.846 Hz. İbrâhîm’in korkuya kapılmasının nedeni karşısındaki duruma hâkim olamayışı, yani bilinmezliktir. Sır çözüldüğünde kalbindeki korku yok olmuştur. Rav’ kelimesi bir şey karşısında korkuya kapılmak yönüyle takvâ ile paralel olmamasına rağmen, korkunun kalpte hissedilmesi ve korkunun kaynağının şahsın kendisinin dışından olması yönüyle takvâ ile paraleldir. Yukarıda incelediğimiz kavramlar dışında “korku” rengine sahip, fakat “ittikâ” ile paralellik arzetmeyen; ancak yine de derinlemesine incelendiğinde bir ya da birkaç nokta itibariyle “ittikâ”ya yaklaşan başka kavramlar da vardır; “fezâ’,847 inzar,848 nüfûr,849 şürûd,850 fezz,851 işmizâz,852 rub,853 feşel,854 recâ,855 vecef,856 veces,857 zilzâl,858 berak,859 ferak,860 hera’,861 hedâ’”862 kelimeleri bu kavramlara örnek olarak verilebilir. 843 er-Râzî, a.g.e., XVIII, 28- 29. 844 el-Hicr, 15/ 52, 53; ez-Zariyât, 51/ 28. 845 Kara, Ömer, a.g.mk., s. 52. 846 Hûd, 11/ 74. 847 İbn Manzûr, a.g.e., X, 258, 259; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 364; ez-Zebîdî, a.g.e., V, 452, 453. 848 İbn Manzûr, a.e., XIV, 100, 101; el-Fîrûzâbâdî, a.e., II, 198; ez-Zebîdî, a.e., III, 561, 562. 849 İbn Manzûr, a.e., XIV, 331, 332; ez-Zebîdî, a.e., III, 578, 579. 850 er-Râğıb, a.g.e, s. 378; İbn Manzûr, a.e., VII, 75- 76; el-Fîrûzâbâdî, a.e., I, 587; ez-Zebîdî, a.e., II, 390. 851 İbn Manzûr, a.e., X, 257; el-Fîrûzâbâdî, a.e., II, 267; ez-Zebîdî, a.e., IV, 67. 852 İbn Manzûr, a.e., VII, 193; el-Fîrûzâbâdî, a.e., II, 256; ez-Zebîdî, a.e., IV, 44. 853 İbn Manzûr, a.e., V, 240, 241; el-Fîrûzâbâdî, a.e., I, 211; ez-Zebîdî, a.e., I, 371, 372. 854 el-Hemedânî, a.g.e., s. 77; İbn Manzûr, a.e., X, 268, 269. 855 İbn Manzûr, a.e., V, 138, 139; el-Fîrûzâbâdî, a.e., IV, 481. 856 İbn Manzûr, a.e., XV, 222, 223; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 293, 294; ez-Zebîdî, a.e., X, 264. 857 İbn Manzûr, a.e., XV, 221; el-Fîrûzâbâdî, a.e., II, 374. 858 İbn Manzûr, a.e., VI, 68. 859 İbn Manzûr, a.e., I, 381- 383; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 307- 310; ez-Zebîdî, a.e., VI, 285- 294. 860 İbn Manzûr, a.e., X, 243- 245; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 397- 399. 861 İbn Manzûr, a.e., XV, 77; el-Fîrûzâbâdî, a.e., III, 139; ez-Zebîdî, a.e., V, 556- 557. 862 İbn Manzûr, a.e., XV, 102. 209 b- Dolaylı eşanlamlı kullanımları Bu bölümde ittikânın ilk planda alt yapısını sonrasında da kemal noktasını oluşturan kavramlar dolaylı eşanalmlılar üst başlığı altında ele alınmıştır. Bu kavramlar kendi nazarî ve mutlak içeriğe sahip olanlar, amelî ve mukayyed içeriğe sahip olanlar olmak üzere iki alanda incelenmiş; aralarındaki nüansa dikkat çekilmiştir. ba- Nazârî (ve mutlak) nitelikli kullanımlar İttikânın soyut içeriğe sahip olan ve şahsa endeksi olmayıp türe özgü yani bütün insanlığı kapsayarak gerekli şartlar olgunlaştığında mutlaklık ifade eden dolaylı müteradifleri olan fıtrat, iman, ihsan, ihlas, zikir, dua, şükür kavramları bu özellikler çerçevesinde ele alınarak okuyucuya sunulmuştur. 1) Fıtrat Fıtrat kavramı, sözlükte, “yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, açılıp saçılmak, fışkırmak, deriyi tabaklamadan hazırlamak, hamuru mayalandırmadan pişirmek, bitkilerin ortaya çıkması için yerin yarılması, ağaçların yarılıp yaprakla donanması”863 manalarına gelir. Fıtrat fatr kökünden isim olup “yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş” anlamında kullanılır. İlk yaratılışın, bir bakıma mutlak yokluğun yarılarak içinden varlığın çıkması şeklinde telakki edilmesi, onun fıtrat kelimesiyle ifadesini yerinde kılmaktadır. Buna göre fıtrat ilk yaratılış anında varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir.864 İbnü’l-Esîr, fıtratın, vezin itibariyle “cilse ve rikbe” gibi olup “fatr”dan türetilmiş bir hâl olduğunu yani “yaratma ve yaratılış biçimi, hâli” manasına geldiğini söylemektedir.865 Bu izaha göre “fıtrat”ın anlamı “bir tür yaratma, bir çeşit yaratış, yaratma ve yaratılış hâli, biçimi” demek olur. Masdarların yerine göre malum 863 İbn Manzûr, a.e., X, 285- 288. 864 İbn Manzûr, a.e., X, 286- 287; Hökelekli, Hayati, “Fıtrat”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1996, XIII, 47. 865 İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 457. 210 veya meçhul manası ifade edeceği göz önünde bulundurularak buradaki anlamın “yaratılış şekli”nde olacağı da kabul edilebilir.866 Fıtrat kavramına, şeri manada, yaratılışın dini kabullenmeye hazır olması,867 ruhî ve manevî bir istidat, hakka inkiyat yeteneği şeklinde, inanç altyapısıyla irtibatlı anlamlar yüklendiği de görülmektedir.868 Fıtrat kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de, bütün türevleriyle beraber 20 âyette geçmektedir.869 Fıtratın mahiyetini tam olarak anlayabilmek için Kur’ân-ı Kerîm’de, “fatara- yarattı” kelimesinin sadece Allah hakkında kullanılmış olmasının ötesinde, ilgili ifadenin kavramsal (kontekstüel) niteliğini tesbit etmek gerekmektedir. Fıtratı aydınlatan ifadeler, şunlardır:870 “Muvahhid olarak, dosdoğru bir biçimde kendini dine ver.”871 “İşte dosdoğru din budur.”872 “Dâima O’na yönelmiş olarak, O’ndan sakınınız, namazı kılınız ve müşriklerden olmayınız.”873 “Fıtra” kelimesinin, birbirlerini beyan dokusu içinde birlikte bulunduğu bu açık ifadeler, bize şu fikri vermektedir: “Fıtra”, başka hiçbir cihete yönelmeyen katıksız bir tevhiddir, bağlanıştır (hanîfen)… Gerçek din, selîm ve en sağlıklı gidişattır. Ve, salt Allah’a iltica, O’ndan ittikâ, namazı dosdoğru biçimde edâ, şirk içinde bulunanlardan olmama…874 Kur’ân’ın fıtratı bir din olarak tanımlayan âyeti, dolaylı bir şekilde haniflik (veya hanifiyet) kavramını da tanımlamaktadır. Adı geçen âyet875 fıtrat dini ile haniflik arasında çok yakın bir ilişkinin, hatta bir paralelliğin varlığını açıkça göstermektedir.876 866 Akçay, Mustafa, Çağdaş Dünyada İnsân ve Dînî Sorumluluğu (Fetret Ehli Örneği), Işık Yayınları, İzmir, 2000, s. 53. 867 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 476; el-Cürcânî, a.g.e., s. 246. 868 Kılıç, Sadık, Fıtratın Dirilişi, Nehir Yayınları, İstanbul, 1991, s.15. 869 Abdülbâkî, a.g.e., s. 633. 870 Kılıç, a.e., s. 13. 871 er-Rûm, 30/ 30. 872 er-Rûm, 30/ 30. 873 er-Rûm, 30/ 31. 874 Kılıç, a.e., s. 14. 875 er-Rûm, 30/ 30. 211 Sözlük anlamı, “yönelmek”877 olan hanif kelimesi, Kur’ân, hadis ve onlara bağlı olarak İslam literatüründe, fıtrat düzenine aykırı gidişlerden yüz çevirip dosdoğru olana yönelmek biçiminde manalandırılmıştır.878 “Yüzünü, hanîf olarak Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtrat dinine döndür.”879 Şuurlu varlığın kendi varoluş özünü, Hakk olan dine teslim etmesini konu alan ve “hakk” ve “doğruluk”tan, “batıl”a meyletmenin aksine, dalaletten doğruluk ve istikamete yönelme manasındaki880 “hanifen” (hâl) kelimesiyle de anlamının pekişmiş olduğunu hissettiğimiz, “dosdoğru bir biçimde kendini dine ver” pasajı, yaratılışın bu âdil kıvam üzere devam ettirilmesine, çok güzel bir dolaylı anlatım örneği oluşturmaktadır. Çünkü, esasen burada amaçlanan, İslam dinine yönelmeyi, bu din üzere müstakim olup onda sebat atmeyi ve onun vecibelerini yerine getirmeye itinâ göstermeyi emretmektir. Zira bu söz, bu hususta geliştirilmiş olan sembolik bir anlatım biçimidir;881 asıl amaç ise şudur: “Gözle görülen bir şeye ilgi duyup onunla ilgilenen bir kimse, yönünü ona çevirir, bakışlarını ona doğru yöneltir ve ondan bir an bile sapmaksızın, yüzüyle iyice o yöne doğru, ona doğru döner…” İşte, bu çerçeveden bakıldığında sanki şöyle denildiği görülür: “Artık özünü, dosdoğru bir biçimde dine ver ve sağa sola yalpalanmaksızın, tam, mükemmel ve eksiksiz bir biçimde O’na yönel!”882 Sözkonusu mananın tam olarak anlaşılabilmesi için “vech- yüz” kelimesi kullanılmıştır ki, bir insanın yüzü, diğer özelliklerinin yanında onun bütün duyu ve idrak yeteneklerini ve hislerini yansıtmakta olması nedeniyle de onun en kıymetli uzvudur.883 Fıtrat düzenine egemen ilkelerin insan hayatına ilişkin olanlarının vahy tarafından tesbit edilenlerine, Kur’ân müessesevî bir bütün olarak “din” diyor. Bu anlamda din değişmezdir dolayısıyla fıtrat da değişmez.884 Dinden kasıt da İslâm 876 Öztürk, Yaşar Nuri, Dîn ve Fıtrat, Yeni Boyut, İstanbul, 1990, s. 54. 877 İbn Manzûr, a.g.e., III, 362- 363. 878 Öztürk, a.e., s. 54. 879 er-Rûm, 30/ 30, 43. 880 el-Âlûsî, a.g.e., XXI, 29. 881 Kılıç, a.g.e., s. 14. 882 el-Âlûsî, a.g.e., XXI, 38. 883 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 24. 884 Öztürk, a.e., s. 53. 2 12 dinidir. Dolayısıyla âyetin sibâk ve siyâkından hareketle elde edilen manaya göre “fıtrat”, İslam dini üzere olmak; bunu, kesintiye uğramayan bir sürekliliğe kavuşturmaktır.885 “Fıtrat” düşünülebilecek sıfat ve fiillerin en yücesi ve mükemmeli ile nitelenmiş olan, bununla birlikte yine de bütün ifade ve tariflerin sınırlamasından aşkın olan Allah Teâlâ’nın kusursuz ilim ve hikmetinin, düzenlemesinin ve en uyumlu biçime sokmasının ( ta’dîl…) içimizde hazır bulduğumuz yankısıdır. Fıtrat’ın Tanrısal bir bağış ve aynı zamanda, insanlık kavramının gerçekleşmesi için varlığı zorunlu olan irade, seçme, gerçekleştirebilme vb. yapısal niteliklerle çatışmaması için, donmuş bir olgu değil de, yaratılışın başlangıcında herkese verilmiş olan, gerçekleştirilmesi veya küllenmesi değişik şartların bulunmasıyla –kısaca deformasyon’a uğraması ile- bağlantılı olan şeffaf bir keyfiyet olması ümid edilir ve beklenir… Bu temel zaruretten dolayıdır ki, “Fıtratullâh”, hiç kimsenin yadsıyamayacağı “a priori” bir bağıştır…886 Dolayısıyla “Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur”887 cümlesi, “fıtrat dengesi”nin, insanın varlığıyla “koegziste” olduğuna delalet eder.888 Bu durum insanın enfusî ve afakî plandaki yaratılışının değişmezliğine parmak basmaktadır.889 Öyleyse burada, imanı metafizik âlemle alakalı olumlu davranış ve duyuşları ile nakşolunması gereken bir satıh, dalgasız bir okyanus diye düşünmek mümkün görünmektedir. Ve bütün peygamberler, onların getirdiği ilâhî bilgi ve davranış modelleri, makro yaratılış düzeninin de barışını getirecek olan bu “özgün, ilâhî” yaratılışın taşıdığı armaniyi devam ettirmek ve sonsuz okyanuslarda imişcesine ruhun taşıdığı dinginliği sürdürmek amacını gözetmişlerdir.890 Fıtrat gelişmenin başlangıcında, çocuğun ruh dünyasında bir yaratılış olup, çocuk onunla Allah’ın fiillerini ayırt edebilsin, onlar vasıtasıyla Rabb’inin mevcûdiyetine yol bulabilsin ve onunla yasalarını tanıyıp O’na iman 885 Kılıç, a.g.e., s. 15. 886 Kılıç, a.e., s. 15, 16. 887 er-Rûm, 30/ 30. 888 Kılıç, a.e., s. 17. 889 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 31. 890 Kılıç, a.e., s. 16, 17. 2 13 edebilsin diye hazırlanıp var edilmiştir.891 Bu sebeble, Allah Teâlâ “…ve müşriklerden olmayınız”892 buyurarak konuya bütünlük kazandırmıştır. Çünkü burada, “şirk”, Allah’ın yaratışını, O’nun fıtrat düzenini tebdil edip değiştirmek, bozmak anlamına gelmektedir.893 Âyetlerdeki bu ifadelere ilaveten Hz. Peygamber de dış amillerle karşılaşıncaya kadar istisnâsız her ferdin, tevhid liyakatı üzere gelişeceğini şu şekilde dile getirmiştir: “Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, Allah’ın fıtratı üzere doğmamış olsun… Daha sonra ebeveyni onu ya Yahudî ya Nasranî ya da Mecusî yapar.”894 Aynı hadisin farklı varyantlarının birinde şu ilave bulunmaktadır: “Tıpkı hayvanın yavrusunu sapa sağlam, organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda herhangi bir eksiklik görüyor musunuz?” Yani, her hayvan yavrusunu, kusur ve ayıplardan salim, eksiksiz bir hilkatte doğurur. Şayet o, bu kusursuz yaratılışı üzere bırakılırsa, ayıplardan uzak ve mükemmel bir biçimde hayatını sürdürür. Fakat ne var ki, daha sonra bu hayvan üzerinde tasarrufta bulunulur da, onun kulağı kesilir ve yüzü dağlanır…” Dolayısıyla başına gelen afet ve kusurlar onu, o ilk hâlinden çıkartır. İşte, insan da böyledir. Yapılan bu benzetme, gerçeğe uygun düşen bir teşbih olup, aralarındaki “benzetme yönü- vech-i şebeh” gayet nettir.895 Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Ben fıtrat üzerine yemin ederim ki, Allah’tan başka tapılacak yoktur.”896 İslam âlimlerinin çoğunluğu bu âyet ve hadislerden yola çıkarak fıtrat kelimesinin “İslam” anlamında olduğunu savunmuşlardır. Fıtratın “İslam” anlamında olduğunu savunan âlimlerin yanında bir kısım âlimler de fıtratın temelde “İslam” demek olduğunu kabul etmekle beraber bu anlamın sadece müslüman dünyaya gelenler için geçerli olduğunu savunmuşlardır.897 Bü görüş sahibleri her çocuğun fıtrat üzere doğduğunu beyan eden hadisin umum ifade 891 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 29. 892 er-Rûm, 30/ 31. 893 Ebû’s-Su’ûd, a.g.e., VII, 40. 894 el-Buhârî, a.g.e., “el-Cenâiz”, 79, 80, 93, “et-Tefsîr”, 10/ 35; Müslim, a.g.e., “el-Kader”, 22; Ebû Dâvûd, a.g.e., “es-Sünnet”, 17; et-Tirmizî, a.g.e., “el-Kader”, 5; İbn Hanbel, a.g.e., II, 275, 393, 410; ayrıca bkz. İbn Hanbel, a.e., II, 393, 410. 895 et-Tirmizî, a.g.e., “el-Kıyâmet”, 16. 896 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 29. 897 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 29. 2 14 etmediğini sadece müslümanlar için sözkonusu olduğunu iddia ederler. Aslında bu anlayış birinci görüşle parelel olup görüşün ondan farkı fıtratı sadece müslümanlara hasrederek onu sınırlandırmasıdır.898 Dînî kabiliyetin, doğuştan insanın mayasında mevcûd olduğuna işaret eden kavramlardan birisi de “mîsâk”tır. Söz konusu kavram Kur’ân-ı Kerîm’de insanla Allah arasında sembolik bir iman sözleşmesi şeklinde anlatılır:899 “Rabb’in Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahid tutarak: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ demiş, onlar da: ‘Evet şâhidiz, Sen bizim Rabb’imizsin’ diye cevap vermişler. Bu, kıyâmet gününde ‘bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz içindir.”900 Bu âyetteki ifade tarzı, pek çok müfessire göre temsilidir.901 Mîsâk’tan kasıt Allah’ın insanları yarattığı fıtrattır, denilmiştir.902 Yine mîsâk için, Yüce Allah’ın bütün insanları ilk yaratışta âfakta ve anfüsteki delillerden istifade ederek tevhide ulaşabilme kabiliyeti üzerine yaratması,903 bu delilleri onların içine yerleştirmek sûretiyle insanları hidayetle dalaleti birbirinden ayırmada kabiliyetli kılması, anlamındadır da denilmiştir.904 Sonuç olarak fıtrat hakkında ileri sürülen görüşler içinde birbirlerinden farklı iki temel yaklaşımın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bunlardan biri ehl-i sünnet âlimlerinin, sûfilerin ve şia bilginlerinin çoğunluğu tarafından benimsenen, temelini elest bezmindeki sözleşmede bulan, Allah’ın varlığı ve birliği esasına dayalı İslam fıtratını kabul eden görüş, diğeri ise İbn Teymiyye’nin de ifade ettiği gibi,905 ya her türlü inanca eşit uzaklıkta bulunan genel anlamda “inanma kabiliyeti” veya “tevhide meyilli dini istidat” olduğu benimsenen görüştür. Nitekim bazı İslam âlimlerinin yanı 898 Alper, Hülya, Bir Kelam Problemi Olarak İmanın Psikolojik Yapısı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 165. 899 Kasapoğlu, a.g.e., s. 17. 900 el-A‘râf, 7/ 172. 901 en-Nesefî, a.g.e., II, 85; eş-Şevkânî, a.g.e., II, 262; el-Âlûsî, a.g.e., IX, 102. 902 et-Taberî, a.g.e., VI, 115. 903 el-Âlûsî, a.e., IX, 102. 904 ez-Zemahşerî, “el-Keşşâf”, II, 176; en-Nesefî, a.g.e., II, 85. 905 İbn Teymiyye, Der’ü Te’âruzi’l-Akl ve’n-Nakl, tah. Muhammed Reşâd Sâlim, Dâru’l-Künuzi’l- Edebiyye, Beyrût, 1978, VIII, 453. 2 15 sıra bazı çağdaş bilginler ve batılı psikologların yaklaşımı da bu sonuncu görüş doğrultusundadır.906 Fıtratı kısaca, müttakî bir mü’min olmak için Yüce Mevlâ’nın bahşettiği vehbî yön olarak adlandırmak mümkündür. Kâmil bir müttakî olmanın bundan sonraki aşaması kişinin kendi gayretine kalan kesbî cihettir. a) Fıtrî boyutta takvâ Fıtrat kavramını vehbî yönden ele almak gerekirse tetkik ve tahlilinin en ayrıntılı ve anlaşılır yapılabileceği âyet eş-Şems sûresinin 9 ve 10. âyetleridir. Ancak sûrenin genel karakteristiği bilinmeden bu tahlilin yapılması sağlıklı sonuç vermeyebilir bu sebeble konunun işlenilmesine sûrenin tetkiki ile başlanacaktır. “Andolsun güneşe ve parıltısına, ona uyduğunda aya, onu açıp ortaya çıkardığında gündüze, onu sardığında geceye, göğe ve onu bina edene, yere ve onu döşeyene, nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona bozukluğunu ve korunmasını ilhâm edene ki, gerçek kurtuluşu bulmuştur onu temizlikle parlatan, Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir! Semûd kavmi azgınlığından inanmadı. O en yaramazları fırladığı zaman, Allah’ın elçisi onlara: “Allah’ın devesini ve onun sulanışını gözetin!” demişti. Fakat ona inanmadılar da onu (deveyi) devirdiler. Rableri de günahlarını başlarına geçiriverdi de o yeri düzleyiverdi! Öyle ya, O, o işin sonundan korkacak değil ki!” 907 Üslûbundan Mekke döneminin başlangıcında nâzil olduğu anlaşılan eş-Şems sûresinin nüzûl zamanı, Mekke’de Hz. Peygamber(s.)’e muhalefetin şiddetlendiği dönemdir. Bu sûrenin maksadı, Allah Teâlâ’ya itâati teşvik, O’na isyan etmekden sakındırmaktır.908 Sûre konu bakımından ikiye ayrılmıştır. Birinci bölüm başlangıçtan onuncu âyetin sonuna kadar devam eder. Burada üç şey anlatılmıştır. Birincisi, güneş ve ay, gece ve gündüz, yeryüzü ve gökyüzünün birbirinden farklı ve birbirine zıt olması gibi, iyilik ve kötülüğün de birbirinden farklı ve netice itibariyle birbirine zıt olmasıdır. İkincisi, Allah insana hisler ve zihnî yetenekler vermiş, fıtrî bir ilham aracılığıyla iyi ve 906 Akçay, a.g.e., s. 71; fıtratın farklı yorumlar ve değerlendirmeleri için bkz. Alper, a.g.e., ss. 162- 171. 907 eş-Şems, 91/ 1- 15. 908 er-Râzî, a.g.e., XXXII, 193- 194. 2 16 kötü arasındaki farkı anlayabilecek duruma getirmiştir. Üçüncüsü ise insanın geleceği Allah’ın ona verdiği irade ve kararı kullanarak iyi ya da kötü eğilimlerden hangisini güçlendirip, hangisini bastıracağına bağlıdır. Eğer iyilik eğilimlerini güçlendirir, takviye ederse ve kötü eğilimlerden de nefsini temizlerse o zaman felâh bulacaktır. Bunun tersine eğer nefsinin iyilik eğilimlerini bastırır, kötülük eğilimlerini ise serbest bırakır ve güçlendirirse başarısızlığa, hüsrana uğrayacaktır.909 Sûrenin on birinci âyetten başlayarak sonuna kadar süren ikinci kısmı ise, tarihten bir örnek olarak, kendini ziyana sevk eden, hidayet perdelerini kapatıp örten bir felaket numunesini gösterir. Bu misâl Semûd kavminin uğradığı ilahi gazap, felaket ve yoklukta temessül edilir.910 b) Kendisine takvâ ilham edilen nefs ”.Nefse ve onu tesviye edene andolsun“ (ونفس وما سّويها) Âyet-i kerîmede geçen “nefs” kelimesi nekre ve belirsiz olarak söylenmiştir. Bu kullanım, kelimenin kime veya neye râci olduğu sorusunu beraberinde getirir. Müfessirler bu konuda iki ana fikre sahiptirler. Birinci görüşe göre “nefs” kelimesiyle âyette büyüklük anlamı vurgulanır. Buna göre, ifade ya şahsî büyüklüğe izafeten Hz. Âdem911 veya Hz. Muhammed’i, ya nevî büyüklüğe izafeten diğer nefisler arasında seçkin bir tür olan peygamber nefsini, ya da nefsin cinsi ile ilgili olarak hayvan nefsinden ayrı olan insan nefsini kasteder.912 Müfessirlerin ortaya koyduğu ve daha çok kabul gören ikinci görüş ise kelimenin “teksîr” yani çokluk anlamını ifade etmek için nekre geldiği görüşüdür. Dolayısıyla ifadeyle kastedilen, cins anlamında bütün insan nefisleridir.913 Atâ ise bu gruba yaptıklarından mesul olmaları sebebiyle cinleri de dahil eder.914 909 Mevdûdî, a.g.e., VII, 129. 910 Kutub, a.g.e., XVI, 235. 911 en-Nesefî, a.g.e., IV, 361; er-Râzî, a.g.e., XXIII, 169; el-Kurtubî, a.g.e., XX, 75; Elmalılı, a.g.e., VIII, 472. 912 Elmalılı, a.g.e., VIII, 472. 913 en-Nesefî, a.g.e., IV, 361; Elmalılı, a.e., VIII, 472; er-Râzî, a.e., XXIII, 169; el-Kurtubî, a.e., XX, 75; et-Tabâtabâî, a.g.e., XXII, 338. 914 et-Tabresî, Ebû Alî Eminüddîn Fazl b. Hasen b. Fazl (ö. 548/ 1153), Mecma‘u’l-Beyân fî Tefsîri’l- Kur’ân, I-XXX, Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1414/ 1995, XXX, 152; ayrıca bkz. et-Tabâtabâî, a.g.e., XX, 296. 2 17 Elmalılı’ya göre nefis, ruh ile bedenden oluşan zat veya bedeni idare eden ruhtur. Bedenin düzgünleştirilmesi, “Onu düzeltip ruhumdan ona üflediğim zaman”915 âyeti muktezasınca ruhun üfürülebilir bir seviyeye getirilmesidir.916 Nefsin düzgünleştirilmesi ise, ruhun üflenmesiyle olgunlaşmasına kabiliyetli olmak üzere uzuvlarının iç ve dış kuvvetlerinin düzene konulmasıdır.917 Mücâhid ise “tesviye”yi nefsin mizacının düzenlenmesi olarak yorumlamaktadır.918 Daha net bir şekilde söylemek gerekirse tesviye, insanı kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun vasıflarla donatmakta, böylece onu varoluşun gereklerine baştan (a priori) uygun hale getirmektedir.919 َّويها) nın mevsûl veya mastar mâ’sı olması hakkında(ما) ayetinde geçen (َوَما َس tefsirciler iki temel fikre sahiptirler. Mevsûl olması, doğrudan doğruya bu fiillerin yapıcısı olan yüce Allah’ı bildirmesi nedeniyle daha açık ve sözün akışına daha uygundur. Ancak yüce Allah hakkında “ما” şey tabirinin kullanılması zahire uymaz gibi görünür. Bundan dolayı Ferrâ, Zeccâc, Müberred, Katâde ve daha birçokları bunu mastar mâ’sı kabul ederek, “yapması, döşemesi ve düzenine koyması” diye tefsir edileceği görüşüne varmışlardır. Bu durumda gelecek (فالهمها) “ona ilham etti” fiili de bunlara bağlı olduğundan mastar manasına alınarak “ilhâm etmesi” demek olur. Fakat bunda da bu dört fiilin altında gizli bulunan fâil zamirlerin, yerlerini tuttukları isimlerin zikredilmemiş olması zahire uymaz. Zamirin yerini tutmuş olduğu ismin hükmen bilinmiş olması da yeterli olabilirse de, fiili hatırlatmaktan asıl maksat fâilini hatırlatmak olduğu için “ما”nın mevsûl olması daha açık ve nazımla daha uyumludur.920 Burada pek çok müfessirin yorumu “ما”nın “من” anlamında kullanıldığı ve “من” ile de Allah’ın kastedildiğidir.921 915 el-Hicr, 15/ 29. 916 Elmalılı, a.g.e., VIII, 473. 917 er-Râzî, a.g.e., XXIII, 169; Elmalılı, a.e., VIII, 473; ez-Zuhaylî, a.g.e., XXX, 259. 918 el-Kurtubî, a.g.e., XX, 75. 919 Esed, a.g.e., s. 1260. 920 Elmalılı, a.g.e., VIII, 473- 474. 921 el-Kurtubî, a.g.e., XX, 75; et-Taberî, a.g.e., XXX, 263. 2 18 Bu bakış açısına göre; bu âyetlerde “من” yerine “ما” denilmiş olması iki sebeptendir: Birisi, “ما”da müphemliğin daha kuvvetli olması ve hayret manasında kullanılması itibarıyla “şanı hayret veren bir yapıcı” anlamına Allah’ın zâtını tam olarak anlamanın mümkün olmadığına imâ nüktesidir. Diğeri de, Allah’ı tanımayanlara bu fiillerle tanıtılmak üzere, “O sizin tanımadığınız Allah, bunları yapan yüce yaratıcıdır.” demek manasını ifade içindir.922 c) Takvâ’nın ilham edilmesi Sonra ona fücur ve takvâsını ilhâm etti.)”923)“ (َفَاْلَهَمَها ُفُجوَرَها َو َتْقَويَها) Âyet-i kerîmedeki odak terimlerden olan “ilham” bir şeyi bir defada yutmak manasına “lehm” kökünden if’âl kalıbında bir mastar olup bir anda yutturmak demektir. Buradan, bir manayı gönle düşürmek ve telkin etmek manasında meşhur olmuştur.924 er- Râzî ise, ilhamın “öğretme, açıklama, anlatma”dan farklı olduğunu ve Allah’ın kulun kalbine bir şey düşürmesi anlamına geldiğini belirterek âyetin en doğru tefsirinin İbn Zeyd’in yorumu olduğunu ifade eder ki, buna göre “Allah Teala mü’minde takvâyı, kâfirde de fücuru yarattı” yani fıtratlarına bunu yerleştirdi, açılımı âyetle kastedilen asıl manadır.925 Muhammed b. Ka’b ve Dahhâk da er-Râzî’nin temel manaya en uygun dediği yorumu benimseyerek, Allah’ın birbirine zıt bu iki duyguyu tek bir nefisle değil, iyi veya kötü olmasını önceden takdir ettiği ayrı ayrı nefislerde yarattığını ifade ederler.926 İlham kelimesine Kur’ânî çerçevede yüklenen manalara gelince, örnek olarak; İbn Abbâs “hayır ve şerri beyan etti; tâat ve masiyeti öğretti”;927 Mücâhid,928 Katâde929 922 Elmalılı, a.e., VIII, 474. 923 eş-Şems, 91/ 8. 924 Elmalılı, a.e., VIII, 474. 925 er-Râzî, a.g.e., XXIII, 170; İbn Zeyd’in yorumu için bkz. et-Taberî, a.g.e., XXX, 210. 926 el-Kurtubî, a.g.e., XX, 75. 927 et-Taberî, a.g.e., XXX, 210; et-Tabresî, a.g.e., XXX, 152; el-Kurtubî, a.e., XX, 75; ez-Zuhaylî, et- Tefsîr, XXX, 259; er-Râzî, a.g.e., XXIII, 170; ayrıca bkz. en-Nesefî, a.g.e., IV, 361. 928 et-Taberî, a.e., XXX, 210; et-Tabresî, a.e., VI, XXX, 152. 929 es-San’ânî, a.g.e., II, 306; et-Taberî, a.e., XXX, 210; et-Tabresî, a.e., XXX, 152; et-Kurtubî, a.e., XX, 75; 2 19 ve Dahhâk930 “nefse fücur ve takvâ yolunu bildirdi” yorumunu getirirken İbn Kesir, “Allah o nefsi, varlığındaki fücur ve takvâ yönelişlerine irşâd etti, yani bu durum o nefs için açık oldu ve Allah onun için takdir ettiği şeye onu iletti”931 yorumunu yapar. ez-Zemahşerî ise fücur ve takvânın ilham edilmesini, Allah’ın insanlara fücur ve takvâyı bildirmesi ve bunları birbirinden ayırt edebilecek bir aklın insana bahşedilmesi, olarak yorumlar.932 Nefse, fücur ve takvânın ilham edilmesi; ona bunların anlatılması, bunları düşünecek yetilerin verilmesi; birisinin güzel, diğerinin çirkin olduğunun bildirilmesi ve nefse, bunlardan dilediğini seçme imkanının verilmesi demektir. Bu mana ile tıpkı, “biz ona iki yol gösterdik”933 âyeti gibi olmuş olur. Bu, Mu’tezile mezhebine uygun bir tevîl ve tefsirdir. Çünkü onlar şöyle derler: “Bunun böyle oluşunun delili, Hakk Teâlâ’nın bu âyetin peşisıra, ‘Onu (nefsini) tertemiz yapan kişi, muhakkak felâha ermiş; onu alabildiğine örten kişi ise ziyana uğramıştır.’934 buyurmasıdır.” Bu izah hem İbn Abbas’tan hem de bazı ileri gelen müfessirlerden rivâyet edilmiştir.935 Bu âyet itikâdî fırkaların görüşlerine dayanak olma konusunda önem taşır.936 Mutezile’ye göre, âyet hayır ve şer yolunun insana öğretilmesinin ve akabinde gelen âyette (َّسيَها َّآيَها َو َقْد َخاَب َمْن َد de açıkça belirtildiği gibi insanın seçme (َقدَاْفَلَح َمْن َز hürriyetinin kaynağıdır.937 Şu hâlde bir nefse fücurunu ve takvâsını ilham etmek; günaha isyana sapmasını, onlanlar korunmasını kalbine duyurmak, dolayısıyla onu ikisi arasında seçme özgürlüğü arasında bırakmak anlamını uyandırabiliyorsa da, asıl mana fücurun fücur, yani nefse zarar, bozukluk; takvânın takvâ, yani nefsi koruma, iyilik olduğunu duyurmak dolayısıyla bir işi yaparken veya onu terk ederken kötülük ve günah kokan işlerden sakınmak, takvâ ve hayır olan işleri yaparak korunmak gerektiğini aşılamaktır.938 930 es-San’ânî, a.g.e., II, 306; et-Taberî, a.e., XXX, 210; et-Tabresî, a.e., XXX, 152; el-Kurtubî, a.e., XX, 75; ayrıca bkz. ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 931 ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 932 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 258. 933 el-Fecr, 89/ 10. 934 eş-Şems, 91/ 9- 10. 935 er-Râzî, a.g.e., XXXII, 194. 936 Çetin, Kur’ân’da Fücûr Kavramı, (Yayınlanmamış Lisans Tezi), Bursa, 2003, s. 43. 937 er-Râzî, a.g.e., XXIII, 170; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 938 Elmalılı, a.g.e., VIII, 474. 2 20 Ehl-i Sünnet ise, âyete “Allah’ın tezkiye ettiği, temiz yarattığı nefs mutlu olmuştur. Allah’ın tedsiye ettiği, kâfir ve fâcir olarak yarattığı nefs hüsrana uğramıştır” anlamını yükler.939 eş-Şems 8. ayette dikkat çeken bir husus da, insan varlığının yapıtaşlarından olan fücurun takvâya takdim edilmesidir.940 Âlûsî bu noktayı şöyle açıklar. Fücur’un ilhamı, fücurdan sakınmanın temelinde olan şeydir. Dolayısıyla nefsin (fücurdan) arındırılması, (takvâ ile) güzelleştirilmesinden önce zikredilmiştir.941 َّساَها“ َّآاَها َوَقْد َخاَب َمْن َد Nefsini tezkiye eden kurtuluşa ermiş, onu) ”َقْد َاَفَلَح َمْن َز tedsiye eden de ziyana uğramıştır.)942 Âyetin tahlil ve tetkik boyutunda şunlar söylenebilir: Tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan yeminin cevabında “َلَقْد” denilmesi ise de yemin uzamış olduğu için “الم” kaldırılmıştır.943 Buna göre bu sûrenin ruhu ve bütün anlatılmak istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir. Ayet-i kerîmede geçen “tezkiye” kelimesi arılık dediğimiz, temizlik, paklık, taharet manasıyla artıp büyümek demek olan nemâ, feyiz, bereket manasınadır. Dolayısıyla tezkiye; temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek ve temize çıkarmak manalarına gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri başlıca üç manada kullanılır: Birincisi: Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar gibi kötü şeylerden temizlemek. 939 er-Râzî, a.e., XXIII, 170; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 940 Çetin a.g.tz., s. 43. 941 el-Âlûsî, a.g.e., XXX, 143; ayrıca bkz. Elmalılı, a.g.e., VIII, 474. 942 eş-Şems, 91/ 9-10. 943 el-Beydâvî, a.g.e., II, 600; en-Nesefî, a.g.e., IV, 361; el-Kurtubî, a.g.e., XX, 76; et-Tabâtabâî, a.g.e., XX, 296; el-Âlûsî, a.g.e., XXX, 143; Elmalılı, a.g.e., VIII, 476. 221 İkincisi: Temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi, iyiliksever duygular, güzel, ilâhî ahlâk, takvâ özellikleriyle terbiye edip ilâhî tecellilere nâil olarak, çevresine zekât verecek, hayır ve bereket yayacak şekilde feyizlendirmektir ki, bu iki mana ile nefsi temizlemeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın görevi ve yararı gereğidir. Üçüncüsü: Nefsi tezkiye etmek, nefsin temiz olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek sûretiyle temize çıkarmak, övmek manasına gelir. Nitekim şahidlik yapacak birini tezkiye etmek de bu manadadır. İnsanın bu mana ile nefsini tezkiye etmeye hakkı yoktur. Henüz akıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için böyle bir iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet ile düşüştür.944 Necm suresinde “nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan korunanı en bilendir.”945 buyrularak insanların kendilerini temize çıkarmaktan nehyedilmeleri bu manaya paraleldir.946 Ehl-i Sünnet, bu manadan hareketle زآا fiilinin fâilinin Allah olduğunu, dolayısıyla anlamın “Allah’ın temize çıkardığı nefs kurtuluşa erdi” şeklinde anlaşılması gerektiğini söylerken, Mu’tezile “من” ile insanın kastedildiği “زآا” fiilinin öznesinin de bu insanın yerini tutan “هو” olduğunu, âyetin de “nefsini temize çıkaran kurtuluşa erdi” anlamını ifade ettiğini belirtir.947 Âyet bağlamında tezkiyeye yüklenen anlamlara gelince, el-Hasen948 ve Katâde,949 “nefsini temizleyen, Allah’a itâat ve salih amel sûretiyle ıslah edendir”; en- Nesefî,950 “Allah’ın temizleyip, ıslah ettiği nefistir”; İkrime,951 “nefsini ıslah eden kişidir”; ez-Zuhaylî,952 “takvâ ve amel-i salih ile kendini arıtıp, yetişen ve üstün kılan nefistir” anlamlarını vermişlerdir. 944 Elmalılı, a.e., VIII, 476. 945 en-Necm, 53/ 52. 946 Elmalılı, a.e., VIII, 474. 947 Elmalılı, a.e., VIII, 475. 948 et-Tabresî, a.g.e., XXX, 152. 949 es-San‘ânî, a.g.e., II, 306; et-Taberî, a.e., XXX, 210; et-Tabresî, a.g.e., XXX, 152. 950 en-Nesefî, a.g.e., IV, 361. 951 et-Taberî, a.g.e., XXX, 211. 952 ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 2 22 Kâdı Abdülcebbâr,953 el-Beydavî954 ve ez-Zemahşerî955 gibi âlimler “tezkiye” fiilinin Allah’a değil, kula ait olduğunu ve ancak “kendi nefsini tezkiye eden kişinin” kurtuluşa erebileceğini belirtirler. Âyet tezkiye eyleminin sonucunun (افلح) olduğunu söyler. Yani kişinin, sevilen her şeyi elde etmesi956 ve kazançlı çıkmasını ifade etmektedir.957 Âyette de belirtildiği gibi kişinin hem kendi tercihi kendisine aittir, hem de bu tercihin sonucu. (َّسيَها (َمْن َد âyetini de bu şekilde anlamak en uygun olanıdır.958 Tedsiye, tezkiyenin zıddıdır. Devs, bir şeyin gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalması ve gizlenmesi manalarınadır. Bundan tef‘îl kalıbında türetilen tedsiye de, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek manasına gelir. Bununla beraber, kelimenin aslının “dess” olduğu, tef‘îl kalıbından mazisi “dessese”nin üçüncü harfinin “س” illet harfine dönüşerek kelimenin “dessa” şeklinde kullanıldığı da rivâyet edilir. Buna göre dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek manasına gelir. Desis, hiçbir ilaç ile giderilemeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. Dessas da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tesdis ve tedsiye bu manalarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek manalarını ifade eder.959 Müfessirler âyetteki tedsiye kelimesini temelde “fücur, gizleme, saklama”960 veya “nefsi harab etme, fücur,961 fısk ve cehaletle962 onu gizleme” şeklinde yorumlamışlardır. Buradaki temel problem “tezkiye” konusunda olduğu gibi “tedsiye”de de fâilin kim olduğu sorusudur. 953 Kâdî Abdülcebbâr, Ebû’l-Hasen Kâdi’l-Kudât Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî (ö. 415/ 1025), Müteşâbihu’l-Kur’an, tah. Adnan Muhammed Zerzûr, Dârus-Sürât, Kâhire, 1185h., s. 691. 954 el-Beydâvî, a.g.e., II, 600. 955 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 258. 956 et-Tabâtabâî, a.g.e., XX, 296; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 957 el-Kurtubî, a.g.e., XX, 76. 958 Elmalılı, a.g.e., VIII, 476. 959 Elmalılı, a.e., VIII, 477. 960 en-Nesefî, a.g.e., IV, 361. 961 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 259. 962 el-Beydâvî, a.g.e., II, 600. 2 23 Temelde ehl-i sünnet anlayışını yansıtan bazı âlimler âyeti “Allah’ın masiyet ile tedsiye ettiği nefs hüsrana uğramıştır”963 şeklinde anlamlandırırken, âyetin bireysel sorumluluğa vurgu yaptığını belirten diğer âlimler de âyette “Nefsini sapıtan, onu korumayıp günahlarla alçaltan kişi hüsrana uğramıştır.”964 manasının kasdedildiğini ifade ederler. Yüce Allah’ın fücur ve takvâsını ilham ettiği; iyilik ve kötülük yapabilme, hayır ve şer işleyebilme yeteneğini verdiği insanı; takvâya, iyiliğe ve hayra çağırmış; fücur, kötülük ve şerden sakındırmıştır. Kur’ân baştan sona insanın bu iki davranışını dile getirmiş, birisi övülmüş, diğeri yerilmiştir. İnsanlar bu iki yoldan birisine giderler. Allah, insanı doğru yola teşvik etmiş, gazab edilmişlerin ve sapıkların yolundan sakındırmıştır. Bütün bunlara ilaveten Allah Teâlâ, insana; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, hidayeti dalaletten, zulmü adaletten, imanı küfürden… ayırabilecek akıl, düşünce ve kabiliyet vermekle yetinmemiş, elçiler ve kitablar göndererek ona hayır ve şerri bildirmiş965 fücurdan men etmiş ve müttakî olmaya teşvik etmiştir. 2) İman İman, sözlükte, “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak”966 manalarına gelmektedir. İman kavramı Arapçada yine boyun eğme ve gönül huzuru ile kabullenme manasında (âmene lehu); İslamiyeti kabul edince (âmene fülânun); kişiye güven verme manasında (âmenehu) şeklinde kullanılmıştır.967 Şeri manada farklı şekillerde tanımlanan iman kavramı, İslam âlimleri tarafından temsil ettikleri düşünce akımı çerçevesinde ele alınmıştır. İman kavramının itikâdî açıdan durumunu ve ilgili problemlerini tezimizin birinci bölümünde “kelam” başlığı altında ele almıştık. Burada iman-takvâ ilişkisi üzerinde yoğunlaşacağız. 963 en-Nesefî, a.g.e., IV, 361; el-Kurtubî, a.g.e., XX, 76; er-Râzî, a.g.e., XXIII, 173; et-Tabresî, a.g.e., VI, XXX, 152. 964 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 259; el-Beydâvî, a.g.e., II, 600; ez-Zuhaylî, et-Tefsîr, XXX, 259. 965 Karagöz, a.g.e., s. 113, 114, 115. 966 İbn Manzûr, a.g.e., I, 223- 227. 967 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., III, 593. 2 24 Kur’ân’ın en temel kavramlarından biri olan imanın kökü olan “emn” (امن) kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de 900 civarında yerde geçmektedir. Bunlardan çoğunluğu (300 civarında) iman ettiler (âmenû) şeklinde fiil ve mü’min (200 küsur yerde) şeklinde isim olarak geçmektedir.968 Müttakînin ilk ve en önemli vasfı, hiç şüphe yok ki imandır. İman, takvânın temelidir. Diğer vasıflar, bu temel üzerine bina edilir. Bina yoksa temelin bir kıymeti yoktur, temel yoksa binanın bir kıymeti yoktur.969 İslam dininin itikâdî bakımdan en belirgin özelliği tevhid ilkesine verdiği önemdir. Bu bağlamdaki iman kavramı, Kur’ân’da pek çok yerde, ittikâ kelimesiyle birlikte zikredilmiştir. İttikânın temel manası ve ilgili âyetlerin içinde yer aldığı kompozisyon göz önünde bulundurulduğu takdirde, müttakînin imanla başlayan yolculuğunun yine en kâmil iman sahibi olmayla noktalandığı görülür. Bütün güzelliklerin iman ve takvâda olmasına karşın bütün kötülükler de inançsızlık ve isyandadır: “Oysa bu toplumların insanları imana erip de ittikâ etselerdi onların önünde göğün ve yerin bolluklarını açardık; ama gerçeği yalanlamaya kalktılar ve Biz de (kendi) yapıp ettiklerinden ötürü onları kıskıvrak yakaladık.”970 Allah Teâlâ bu âyette itâat etmeleri hâlinde onlara hayırların kapılarını muhakkak açacağını beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Şayet memleket ahalisi, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygaberlerine ve âhiret gününe inansalar ve Allah’ın nehyettiği ve haram kıldığı şeylerden sakınsalardı, onlara yağmur vasıtasıyla semanın bereketlerini; bitkiler, meyveler, sürüler ve hayvanların çokluğu; emniyet ve esenliğin bulunması sebebiyle yerin bereket kapılarını açardık.” Yine O, “Ancak ne var ki, onlar peygaberleri yalanladılar da küfür ve isyan hususunda işledikleri şeyler sebebiyle biz onları kıtlık ve darlıkla yakaladık.” buyurarak 971 aksi durumda da başlarına gelebilecek felaketi haber vermektedir. 968 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 100- 114. 969 Sa‘id Havva, Cündullâh, ter. Harun Ünal, Petek Yayınları, İstanbul, ts., s. 270. 970 el-A‘râf, 7/ 96 971 er-Râzî, a.g.e., X, 552. 2 25 Allah’a iman, peygambere bağlılık, dünya hayatının geçici, âhiret hayatının kalıcı olduğu inancı, mü’minlerin sözkonusu unsurlardan herhangi biriyle imtihan olunduklarında takınmaları gereken tavırları belirler: “(Ey Muhammed!) Sana, ganimetlere dair soru sorarlar, de ki: aranızdaki münasebetleri düzeltin, Allah’a ve Peygamberlerine itâat edin.”972 Bu, “Allah’ın ikabından korkunuz. Allah’ın masiyet dediği şeyleri yapmaya yeltenmeyiniz… Bu gibi hâller sebebiyle, aranızdaki çekişme ve düşmanlıkları bırakınız ve Allah’ın Rasûlü’nün hükmettiğine razı olunuz.” demektir.973 İslam dînî, putperestliği kesinlikle reddederek kulların bütün yaptıklarını eksiksiz bilen ve gören, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da şiddetli olan Allah inancını yerleştirmekle ahlâkî hayat için güçlü bir temel hazırlamış,974 böylece inananların vicdanına İslam ahlâkının karakteristik erdemi konumundaki takvâ kavramıyla ifade edilen Allah’a derin saygının ve sorumluluk bilincinin hâkim olmasını sağlamıştır. Bu bilinçle Müslüman o güne kadar kendi dışındakilerle mücadele ederken kendi nefsinin bencil ve ahlâk dışı eğilimlerine, tutkularına karşı mücadele vermeye başlamıştır. Sonuçta aşırı dünyevîliğin yerini derin bir dînî ve uhrevî sorumluluk şuurunun, insanlar arasında süregelen zıtlaşmanın yerini, kardeşlik ve dayanışma ilişkilerinin aldığı bir ahlâkî zihniyet ve sosyal yapı oluşmuştur. Başlangıçta, imana erenler için daha çok, günah işleme ve Allah’ın azabına uğrama korkusu ve kaygısı çerçevesinde kullanılan takvâ kavramı, giderek insan hakları konusundakiler de dahil olmak üzere “Allah’ın bütün yasalarına saygı ve sorumluluk bilinciyle yaşama” biçiminde özetlenebilecek bir anlam zenginliğine ulaşmıştır. Medine döneminde inen Hucurât sûresinde Allah’a ve Peygamber’e saygıdan başlayarak sosyal barışı sağlama ve koruma için, mü’minlerin kardeşliği ilkesine zarar verecek çatışma, alay etme, küçümseme, kovuculuk, su-i zann gibi kötülüklerden sakınma yönünde buyruklar sıralanarak bütün insanların aynı ana babadan geldiği kavim ve kabile farklılıklarının 972 el-Enfâl, 8/ 2. 973 er-Râzî, a.e., XI, 290. 974 el-A‘râf, 7/ 156; el-Hicr, 15/ 49, 50. 2 26 üstünlük sayılamayacağı hatırlatıldıktan sonra,975 “Sizin Allah katında en değerliniz takvâda en üstün olanınızdır.”976 buyurulması, iman etme ile başlayan takvâ sürecinin ulaştığı anlam genişliğine dikkat çekmesi bakımından önemlidir. Nihayetinde müttakî mü’minin yukarıda sayılan özelliklerinin hepsi, imanın filolojik tahlilindeki, “başkalarına güven vermek ve güven içinde olmak”, manalarına tam bir ittibâ göstermektedir. 3) İhsan İhsan kavramı, sözlükte, “güzel olmak” manasına gelen hüsn kökünden türetilmiş olup genel olarak “başkasına iyilik etmek”977 ve “yaptığı işi güzel yapmak”978 anlamlarını içerir. İhsan kelimesinin ism-i fâili “Muhsin”dir. Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi nasıl yapması icab ettiğini bilmesi hem de bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi gerekir.979 Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeyi ihsan ile yarattığını haber veren âyette de980 ihsan kavramı bu anlama sahiptir. Ahlâkî literatürde ise ihsan kavramı, genellikle, “iyilikte farz olan asgarî ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak”981 anlamında kullanılır. Bu bağlamda ihsan kavramı, haramlardan sakınmaya ilaveten şüphelilerden de uzak durmayı içeren, ahlâk alanına ait bir kavram olan takvâ ile istenenden daha fazlasını, bilinç düzeyinde severek ve isteyerek yapmak yönünden paralellik arzeder. İhsan adaletin üstünde bir derecedir; adalet borcunu vermek, alacağını almak, ihsan ise üstüne düşenden daha fazlasını vermek, alması gerekenden daha azını almaktır. Bundan dolayı adaleti gözetmek vâcip, ihsanı gözetmek mendûb ve müstehaptır.982 975 Çağrıcı, Mustafa, “İslâm”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2001, XXIII, 13. 976 el-Hucurât, 49/ 13. 977 İbn Manzûr, a.g.e., III, 177- 181. 978 el-Cürcânî, a.g.e., s. 69. 979 Çağrıcı, Mustafa, “İhsân”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXI, 544. 980 es-Secde, 32/ 7. 981 Çağrıcı, a.g.mk., s. 545. 982 er-Râğıb, a.g.e., s. 170; el-Ğazzâlî, İhyâ, II, 79. 2 27 İhsan kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 194 yerde yer almaktadır. Bu âyetlerde kavram hem Allah’a hem de insanlara nisbet edilerek yetmişi aşkın âyette masdar, fiil ve isim şeklinde geçmekte; bu âyetlerin bir kısmında “başkasına iyilik etmek”, bir kısmında “yaptığı işi güzel yapmak” manasında, çoğunluğunda ise her hangi bir belirlemeye gidilmeksizin mutlak anlamda kullanılmıştır.983 Aynı kullanıma hadislerde de rastlamak mümkündür.984 Her iki kaynakta kelime Allah’a nisbet edildiğinde, “O yarattığı her şeyi en güzel yapmıştır”;985 “O sizi şekillendirdi ve şeklinizi güzel yaptı”986 mealindeki âyetlerde olduğu gibi Allah’ın kusursuz yaratıcılığını veya987 “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun”;988 “Allah ona rızık ihsan etti”989 örneklerinde görüldüğü üzere O’nun kullarına lütufkarlığını, cömertliğini ifade eder. Ancak Hz. Peygamberin, “Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlâkımı da güzel yap” duasında990 olduğu gibi özellikle Allah için kullanıldığında bu iki anlam arasında kesin farktan söz edilemez. Çünkü Allah’ın fiilerinin güzelliği ve mükemmelliği aynı zamanda O’nun lütufkarlığıdır. İhsanın insana nispet edildiği âyet ve hadislerde ihsan kavramı iki bağlamda kullanılır; a) “Yaptığını güzel yapmak” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itâat ruhunu ve ruh hâlinin ürünü olan iyi davranışları kapsar.991 “Cibril hadisi” diye meşhur olan hadiste yer alan “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.992 şeklindeki açıklaması, ihlas kavramıyla da ifade edilen bu bağlamdaki ihsanın en güzel tanımı kabul edilmiş ve üzerinde önemle durulmuştur. İhsanın bu kapsamı bilhassa takvâ ile yakından ilgili görünmektedir. Nitekim çeşitli âyetlerde bu 983 Abdülbâkî, a.g.e., s. 248- 251. 984 Wensinck, a.g.e., I, 466- 469. 985 es-Secde, 32/ 7. 986 et-Teğâbün, 64/ 3. 987 Çağrıcı, a.g.mk., s. 545. 988 el-Kassas, 28/ 77. 989 et-Talâk, 65/ 11. 990 İbn Hanbel, a.g.e., I, 403; VI, 68, 155. 991 Çağrıcı, a.g.mk., s. 545. 992 el-Buhârî, a.g.e., “et-Tefsîr”, 31/ 2, “el-İman”, 37; Müslim, a.g.e., “el-İman”, 1; İbn Hacer, Ebû’l- Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Alî b. Muhammed el-Askelânî (ö. 852/ 1449), Fethu’l-Bârî, I-XIII, tah. Muhammed Fu‘âd Abdülbâkî, 3.bs., Dâru’s-Selâm, Riyâd, 1421/ 2000, I, 152- 153. 2 28 iki kavram semantik bir bağlantı içerisinde zikredilmiştir:993 “De ki:[Allah şöyle buyuruyor:] Ey iman eden kullarım! Rabb’inize karşı sorumluluk bilincinde olun!(Rabb’inizden sakının!) Bu dünyada iyi şeyler için gayret edenleri güzel bir son beklemektedir. [Unutmayın ki] Allah’ın arzı geniştir, [ve] yalnızca sıkıntılara göğüs gerenlere (sabredenler) mükafatları hesapsız verilecektir.”994 Âyette ilk olarak “Ey iman eden kullarım, Rabb’inizden ittikâ edin” hitabı yer almıştır. Bu, “Allah mü’minlere, imanlarına takvâyı eklemelerini emrediyor.” demektir. Allah Teâlâ, mü’minlere ittikâyı emredince onlara, bu takvâlarının faydalarını da bildirerek “Bu dünyada iyi hareket edenler için, bir iyilik vardır.” buyurmuştur.995 Yani burada da Hakk Teâlâ’nın, “iyilik yapmak…” ifadesinin içine, emredilenlerin tamamını tutmak, “müttakî olmak…” sözünün muhtevasına da, menhiyattan kaçınmak dahildir. Bu iki husus yerine getirildiği zaman mükellef büyük bir mükafata müstehak olur.996 İhsan-takvâ ilişkisini ortaya koyan âyetlerden birisinde de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a derin saygı duyar (takvâ) ve sabrederse bilinmelidir ki, Allah iyi davrananların (muhsinîn) ecrini asla zayi etmez.”997 eş-Şevkânî Mâide sûresinin 93. âyetini yorumlarken998 ihsan erdeminin takvâ kapsamında ele alındığını ve onun en ileri derecesini ifade etmek üzere kullanıldığını belirtir.999 b) İhsan, hilm erdeminden kaynaklanan bir anlayışla kişinin başta annesi ve babası olmak üzere diğer insanlar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumunu ifade eder.1000 Bu dünyadaki en yüce güzellik biçimi, beşeri ruhun güzelliğidir; bu güzellik de hem güzellik, hem iyilik ve hem de erdem anlamına gelen ihsanla ilişkilidir. İhsana sahip olmak, cömertliğin ve sevginin erdemine sahip olmak ve Tanrı’nın hâkim olduğu arşta huzur içinde yaşamaktır. 993 Çağrıcı, a.g.mk., s. 545. 994 ez-Zümer, 39/ 10. 995 er-Râzî, a.g.e., XIX, 149. 996 Âl-i İmrân, 3/ 172; benzer bir âyet için bkz. en-Nahl, 16/ 128. 997 Yûsuf, 12/ 90; ayrıca bkz. el-Hacc, 22/ 37; ez-Zâriyât, 51/ 15- 16. 998 Müfessirlerin bu mertebeler hakkındaki açıklamaları için bkz. er-Râzî, a.g.e., IX, 265. 999 eş-Şevkânî, a.g.e., II, 86- 87. 1000 Çağrıcı, a.g.mk., s. 545. 2 29 Beşerî hayatın amacı, iyilik ve erdemle ruhu güzelleştirmek ve onu Cemîl olan Tanrı’ya layık kılmaktır. İhsana sahip olanlar, ihsan vasıtasıyla düşünür, ihsanla davranır ve yaratır. Düşünceleri güzelliğin hâlesi ve ışıltısı olduğu şeyin hakikatine dayanır; yarattıkları şey de nesnenin yüzeyine “Tanrı tarafından yazılmış” güzelliğini ve sanatçının ruhunun güzelliğini yansıtır. İhsana sahip olmak, İlâhî Rahmet ile Merhamet’e açık olmak ve ötekilere karşı merhametli olmaktır. Tanrı’yı ve O’nda Yaradış’ını sevmektir. İçerideki ve dışarıdaki âlemlerle denge ve uyum içinde olarak, kişinin Merkez’inde huzur içinde yaşamasıdır. Bütün tezahürleriyle güzellikte tazammun olunmaktır; bu, kişiyi dünyevî varoluşun tehditlerinden özgürleştirir.1001 Buna ilaveten uhrevî tehditlerden de selamette olmak ihsan sahibi müttakîlere mahsustur. 4) İhlas İhlas kelimesi, sözlükte, “arınmak, saflaşmak, bulanıklıktan kurtulmak” manasındaki hulûs/ halâs kökünden türemiş olup “bir şeyi içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak”1002 anlamlarına gelir. İhlas kelimesi, terim olarak “ibadet iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak”1003 demektir. İslamî literatürde ihlas daha geniş olarak şirk ve riyadan, batıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durumda yalnız Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade eder.1004 Fudayl b. İyâz’a, insanların hatırı için ameli terk etmek riya, onları memnun etmek için amel etmek şirk, bu iki durumdan kurtulmak ihlastır, şeklinde bir söz isnad edilmekle birlikte, ihlas, “kişinin ameline Allah’ın dışında şahid talep etmemesi”dir. Ayrıca ihlas, amelleri karışıklıktan, bulanıklıktan tasfiye etmektir, de denilmiştir.1005 1001 Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm’ın Kalbi, çev. Ahmet Demirhan, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2002, ss. 143, 144. 1002 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 173- 175. 1003 er-Râğıb, a.g.e., s. 221. 1004 el-Ğazzâlî, İhyâ, IV, 379- 380. 1005 el-Cürcânî, a.g.e., s. 70. 2 30 Kur’ân-ı Kerîm’de hulûs kökünden gelen kelimeler hem sözlük hem de terim anlamlarında 31 yerde geçmektedir.1006 On yerde geçen “muhlisîne lehu’d-din” ifadesindeki ihlas kavramı “yalnızca Allah’a yönelip O’na kulluk etme, O’na güvenip O’ndan dilekte bulunma, sadece Allah’ın dinini tanıyıp din konusunda kendini Allah’a adama, tevhid inancının saflığını bâtıl itikâdlarla zedelemekten sakınma, saf dindarlık” şeklinde hem şirke hem de riyaya zıt1007 manalarda kullanılır1008: Onlar ancak dini Allah’a has kılarak O’na ibadet etmekle emrolundular.”1009 “İhlas” kelimesi, bir şeyi başka bir şeyin karışımından korumak ve hâlis, saf hâle getirmektir.Dolayısıyla, bir amel işleyen, onu ya sırf Allah için yapmıştır yahut Allah’tan başkası için yapmıştır. Veyahut da, her ikisi için yapmıştır. Bu üç takdire göre, Allah’ın rızası ya üstün(râcih), ya mecruh veyahut da başkasına müsavî tutulmuştur. Dördüncü bir ihtimal ise, insanın o şeyi her hangi bir gayesi olmaksızın yapmasıdır ki, bu imkansızdır. Çünkü bir sebep olmaksızın bir şey yapılmaz. Birincisi Allah için ihlaslı olmaktır. Çünkü, insanı o işi yapmaya sevkeden Allah’ın rızasını talep etmektir. Ve insan bu sebebi başka bir sebep ile karıştırmamış, aksine onu başka şeylerin karışmasından korumuş ve hâlis kılmıştır. İşte ihlas budur. İkincisi, Allah’tan başkası için ihlaslı olmadır. Bunun Allah için ihlas olmayacağı açıktır. Üçüncüsü, o işin iki şeyi de ihtivâ etmesi, fakat Allah rızası tarafının râcih olmasıdır. Bunun da, muhlislerden olması umulur. Çünkü bir şeye misliyle mukabele edilir. Böylece, fazla olan kısım, şâibelerden arınmış olarak kalmış olur. Netice olarak diyebiliriz ki, birinci kısım, kesinlikle Allah için bir ihlasdır; ikinci kısmı da, Allah lütuf ve ihsanıyla, ihlas kısmına katabilir. Diğer kısımlara gelince bunlar kesinlikle ihlas değildir.1010 1006 Abdülbâkî, a.g.e., s. 292. 1007 Ateş, Süleyman, “İhlâs”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000, XXI, 536. 1008 el-A‘râf, 7/ 29; el-Beyyine, 98/ 5. 1009 el-Beyyine, 98/ 5. 1010 er-Râzî, a.g.e., XIX, 188- 189. 2 31 Başka bir âyette de Allah Teâlâ Allah’tan ittikâ edilmesi gerektiği uyarısından sonra şöyle buyurmuştur: “Ey Muhammed! “Ben Allah’a O’nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum” de.”1011 Burada Allah mükellefiyetlere dikkat çekmiştir ki, onlarda iki çeşittir; İlki dinen câiz olmayanları yapmaktan sakınmak, diğeri ise dinen uygun olanları yapmak… birinci, gerekli olan sıradan ötürü, ikincisinden önce gelir. Cenâb-ı Hakk önce, uygun olmayan şeylerin yapılmamasını emrederek, “Rabb’inizden ittikâ edin” buyurmuştur. Çünkü ittikâ uygun olmayanlardan sakınmak demektir. Daha sonra bunun peşinden uygun olanları yapmayı emrederek ,”Ey Muhammed! “Ben Allah’a O’nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle emrolundum” de” buyurmuştur.1012 Ameli Allah’a hâlis kılma konusunda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Üç şey vardır ki, onlar üzere olduğu sürece Müslüman kimsenin kalbi kin barındırmaz: Devlet adamlarına samimi sûrette(tavsiye ve) nasihatta bulunmak, her hâlükarda İslam cemaati ile olmak ve ameli Allah Teâlâ’ya hâlis kılmak.”1013 Yine O şöyle buyurmuştur: “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği vardır.” 1014 Kulun her türlü işinde bir niyet bulunmalıdır. Hareketi de hareketsizliği de niyetle olmalıdır. Bir şeye koşması veya terk etmesi de niyete binaen olmalıdır. Her nev’i dünyevî ve uhrevî iş ve amelin belkemiğini oluşturan hareket ve sükûn durumundaki niyet, kulun hesaba çekileceği fiillerin başında gelir. Kul, her ikisinde de belli bir niyete sahip olmak ve ihlaslı davranmak durumundadır. Kul, hareket ve hareketsizlik kapsamında değerlendirilen bütün fiillerinin Allah rızasına uygunluğuna dikkat etmelidir.1015 1011 ez-Zümer, 39/ 11. 1012 er-Râzî, a.g.e., XIX, 149. 1013 İbn Mâce, a.g.e., “el-Mukaddime”, 18, “el-Menâsık”, 76; ed-Dârimî, a.g.e., “el-Mukaddime”, 24; İbn Hanbel, a.g.e., III, 225, IV, 80, 82, V, 183. 1014 el-Buhârî, a.g.e., “Bed’ü’l-Vahy”, 1, ”el-İman”, 41, “el-İkrâh”, Giriş, “en-Nikâh”, 5, “et-Talâk”, 11, “Menâkibü’l-Ensâr”, 45, “el-Itk”, 6, “el-Eymân”, 23, “Hıyel”, 1; Müslim, a.g.e., “el-İmâre”, 155; Ebû Dâvûd, a.g.e., “et-Talâk”, 11; et-Tirmizî, a.g.e., “Fezâilü’l-Cihâd”, 16; en-Nesaî, a.g.e., “et-Tahâret”, 59, “et-Talâk”, 24, “el-Eymân”, 19; İbn Mâce, a.g.e., “ez-Zühd”, 26; İbn Hanbel, a.g.e., I, 25, 43. 1015 Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e., IV, 59. 2 32 Âyetlerde bildirildiği üzere şeytan, ihlaslı kişilere zarar veremeyeceğini itiraf etmiştir.1016 Bu nedenle Kur’ân’da ihlas peygamberlerin en önemli vasıfları arasında sayılmıştır.1017 İslam dininin temelinin tevhid olması ve bu tevhid inancını en iyi ve en hâlis şekilde yansıtması hasebiyle de Kur’ân’ın 112. sûresine “ihlas” adı verilmiştir. Sûfîlere göre yukarıda ihlas kategorisinde ele alınanlar avâmın ihlasıdır. Havâsın ihlası ise, amelden ameli görmeyi bile çıkarmaktır. Yani kul yaptığı amel ile gurura kapılmaz ve bu amel karşılığında sevab hak ettiğine inanmaz. Çünkü o, ameliyle Allah’ı razı edemez ve yüce katına bu amelin yaraşmadığını da bilir; muhlis ödülü, kendisinden değil, Allah’ın ikramı ve vergisi olarak görür.1018 Kalbde doğup gelişen “iman” olgusunda mevcûd bulunan niteliklerden birisi de ihlasdır. İmanın tarifini, onun özelliklerinden hareketle tanımlamaya kalkışan kimse, imanın unsurlarından birinin samimiyet ve içtenlikle bağlanma olduğunu, riya ve ikiyüzlülük gibi samimiyete gölge düşüren unsurları bünyesinde barındırmadığını ifade edecektir. Kur’ân-ı Kerîm, inanç konusunda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, riyakarlık yapmaları dolayısıyla münafıkları yerer ve onların bu psikolojik durumlarını hastalık olarak değerlendirir:1019 “Söyle (onlara): Allah, bizim de sizin de Rabb’iniz iken, O’nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size aittir. Biz O’na gönülden bağlananlarız.” 1020 İhlas sahibi olarak mü’minler gönülden Allah’a bağlanan, ibadetlerinde içtenlikle O’na yönelen1021 -ki, ihlas Kur’ân’da imanın zorunlu bir uzantısı olarak ısrarla vurgulanan amelin, özüdür-1022 O’ndan başka hiçbir bâtıl ilâha samimiyet, sempati duymayan kimselerdir.1023 1016 el-Hicr, 15/ 40; Sâd, 38/ 83. 1017 Yûnus, 10/ 24; Meryem, 19/ 51; Sâd, 38/ 45- 46. 1018 el-Kuşeyrî, a.g.e., ss. 187- 189; el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, ss. 607- 625; el-Kâşânî, a.g.e., ss. 43- 44. 1019 Kasapoğlu, a.g.e., ss. 83- 84. 1020 el-Bakara, 2/ 139. 1021 Kasapoğlu, a.g.e., s. 84. 1022 Yılmaz, a.g.e., s. 70. 1023 Elmalılı, a.g.e., I, 517. 2 33 İhlas takvâya götüren yoldur. Kulun iyi niyetle, samimi ve içtenlikle inanıp salihat işlemesi, ona müttakî bir kul olma özelliği kazandırır. Aynı zamanda ihlas takvânın batını yönüdür. Şekil ve davranış itibariyle hudûdullaha riâyet eden mü’min, batınî açıdan da samimi olması ve amelini bulanıklıktan tasfiye etmesi ile bütünü tamamlar. İhlas olmadan müttakî olunmaz; müttakî bir mü’min de hiçbir amelinde ihlassız hareket etmez. 5) Zikir Zikir kelimesi, sözlükte, “ bir şeyi anma, telaffuz etme, öğüt alma, öğüt verme, bir şeyi hıfz etme, şeref, şan, şöhret” gibi manalara gelir.1024 Dînî literatürde zikir kavramı, Allah’ı anmak, O’nu hatırdan çıkarmamak, unutmamak, Kur’ân-ı Kerîm, dua, niyâz-ı ilâhî, tesbih, şükür, tâat, Kur’ân-ı Kerîm tilaveti gibi pek çok anlamı içerir.1025 Mutasavvıflardan Vâsıtî zikri, “Allah’ı şiddetle sevmek ve korkusunun galibiyeti altında bulunmak hâli içinde, gaflet meydanından müşahade (ve mürakebe) fezasına çıkmaktır” şeklinde tanımlamıştır. Ayrıca sûfiler zikri kalb ile zikir ve dil ile zikir olmak üzere ikiye ayırmışlardır ve kemal olanın hem dil ile hem de kalb ile yapılan zikir olduğunu söylemişlerdir.1026 1024 İbn Manzûr, a.g.e., V, 48- 51. 1025 er-Râğıb, a.g.e., ss. 259- 260. 1026 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 301, 302; ayrıca bkz. el-Hucvirî, a.g.e., ss. 547- 548; el-Makdisî, Ebû Abdillâh Şemseddîn Muhammed b. Müflih b. Muhammed b. Müflih (ö. 763/ 1362), el-Âdâbü’ş-Şer’iyye ve’l- Minehü’l-Mer’iyye, Müessesetü Kurtuba, Kâhire, ts., II, 102- 103; el-Ğazzâlî, Kimyâ-yı Sa‘âdet, ss. 162- 165; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Me’âd, II, 383- 427; a.g.mf., el-Fevâid, tahrîc, Ahmed Râtip ‘Armûş, 7.bs., Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1986, ss. 166- 168; el-Bikâi, Ebû’l-Hasen Burhâneddîn İbrâhîm b. Ömer b. Hasen (885/ 1480), İnâretü’l-Fikr bimâ hüve’l-Hakk fî Keyfiyyeti’z-Zikr, tah. Süleymân b. Müslim el-Harş, Mektebetü’l-‘Ubeykân, Riyâd, 1421/ 2001, s. 94 vd.; İbn Allan, Muhammed b. Alî b. Muhammed Allan el-Bekrî es-Sıddıkî (1057/ 1647), el-Futuhâtü’r-Rabbaniyye ‘ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye, I-VII, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, yy., ts., I, 264 vd; et-Tâlibî, Ammâr, Kitabu Âsâr İbn Bâdîs, 2.bs., I-IV, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1983, I, 316 vd; Dernika, Muhammed Ahmed, es-Seyyid Muhammed Reşîd Rızâ, Dâru’l-Îmân, Trablus, 1406/ 1986, s. 243 vd; es-Sabbağ, Muhammed b. Lütfi, et-Tasvîru’l-Fennî fi’l-Hadisi’n-Nevevî, el-Mektebetü’l-İslâmî, Beyrût, 1988, ss. 386- 417; el-Cebrî, Abdülmute‘âl Muhammed, el-Müştehir mine’l-Hadis, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1987, ss. 176- 178; es-Sabbağ, Mahmûd, ez-Zikr fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-Sünneti’l-Mutahhare, Dâru’l-İ‘tisâm, Kâhire, ts.; Alî, Mûsâ Muhammed, Hakîkatü’t-Tevessül ve’l-Vesîle ‘alâ Dav’i’l-Kitab ve’s-Sünne, 2.bs., ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1405/ 1985, s. 393 vd; Kal’acî, I, 905- 910; Haşşâd, ‘Anter Ahmed, “Zikr”, Mecelletü’l-Ezher, c. IV, sy. 7, Kâhire, 1973, ss. 623- 626; Hamdî, Mahmûd, Zikr, el-Mevsû’atü’l- İslâmiyyetü’l-‘Âmme, Kâhire, 1422/ 2001, ss. 660- 661; Izutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar, çev. Ahmed Yüksel Özemre, 3.bs., Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999, s. 330; Ateş, Süleyman, “Zikir”, A.Ü.İ.F. Dergisi, c. XIV, Ankara, 1967, ss. 235- 244; Yıldız, Mehmet, Kur’ân-ı Kerîm’de Zikir Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri, 1995; Şimşek, Jale, “Kur’ân Açısından Zikir Kavramı”, D.Ü.İ.F. Dergisi, c. II, Diyarbakır, 2000, ss. 317- 338. 234 Zikir kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 292 âyette geçmektedir.1027 Zikir, Kur’ân’da “haber, tevhid, kamer, Kur’ân, Tevrât, şeref, tâat, hıfz, beyan, gayb, levh-i mahfûz” gibi manalarda kullanılır.1028 Kur’ân-ı Kerîm’de zikir ve takvâ kavramlarının bir arada zikredildiği âyetlerde, zikir, genel olarak “nasihat, öğüt, tefekkür, vahiy” anlamlarını içermektedir: “Hani sizden bir mîsâk almıştık, Tûr’u da üstünüze kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve onda olanları hatırlayın. Ta ki müttakîlerden olasınız.”1029 Allah Teâlâ’nın “onda olanı hatırlayın” ifadesi, “Kitapta olan şeyleri ezberleyin, onları öğrenin, unutmayın ve onu ihmal etmeyin.”1030 “Size kitapta verdiğimiz hükümleri kuvvetle tutun, meşakkat ve zorluklarına katlanma azmiyle tutun.” manasınadır.1031 Âyetin devamında “Umulur ki, bu, kuvvetle tutma ve hatırlama sizi takvâya götürür.” buyurulmuştur. Allah’ı zikir/ tefekkür kalpte takvâ gibi bir nimetle sonuçlanır; çünkü bu işi yapan zâkir, tamamen masivâdan uzaklaşır ve kalbini, her şeyiyle kendini vermiş olduğu Allah Teâlâ’ya yöneltir.1032 Âyet, ayrıca öğüt alan, hatırlayan kimselerin niteliğini “müttakîler” ifadesiyle ortaya koymuştur. Bir başka âyette Allah’ı anmanın gerçeği görmeye vesîle olduğunu vurgulamak1033 için şöyle buyurulmuştur: “Allah’tan sakınanlar şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı anar ve hemen gerçeği görürler.”1034 Şeytanın vesvesesine karşılık insanların zihinlerinde Allah’ı anma ve hatırlama düşüncesi mevcut olduğunda, şeytanın hayal ve sıkıntılarının insanı rahatsız edip basması yok olur, bunun yerini basîret, inkişaf ve tecelli alarak, şeytanın vesvesesinden kurtulmak mümkün olur.1035 Yine Allah Teâlâ rahmet-i ilâhiyyeye ulaşmanın yolunu göstermek üzere şöyle buyurmuştur: “Sizi uyarabilsin ve siz de Allah’tan sakınıp O’nun rahmetiyle onurlanasınız diye size kendi içinizden birinin eliyle Rabb’inizden bir haber gelmesini 1027 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 332- 338. 1028 İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 301- 306. 1029 el-Bakara, 2/ 63; benzer âyetler için bkz. el-En‘âm, 6/ 69; el-A‘râf, 7/ 171. 1030 er-Râzî, a.g.e., III, 108. 1031 er-Râzî, a.e., XV, 45. 1032 Afifî, et-Tasavvuf, s. 291. 1033 Koçar, Mûsâ, “İslâm İnançları Açısından Zikir”, S.D.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 6, Isparta, 1999, s. 112. 1034 el-A’râf, 7/ 201. 1035 er-Râzî, a.g.e., XI, 216. 2 35 niçin yadırgıyorsunuz?”1036 Âyette Hakk Teâlâ, peygamberi ve vahyi gönderiş sebebini beyan etmek üzere “sizi uyarmak için” buyurmuş; uyarmasının sebebini beyan üzere “sizin sakınmanız için” buyurmuş; daha sonra da niçin ittikâ etmeleri gerektiğini belirterek “o sayede rahmete nâil olabilmeniz için” buyurmuştur. Bu tertip, son derece güzeldir; çünkü peygamber gönderilmekten [Kur’ân’ı indirmekten (zikir)] maksat “inzar” etmedir; bu uyarmadan maksat, yapılmaması gereken şeylerden sakınma (takvâ)dır; takvâdan maksat ise âhirette rahmet-i ilâhiyyeyi elde etmektir.1037 6) Dua Dua kavramı, sözlükte, “çağırmak, seslenmek, istemek; yardım talep etmek, davet etmek” manalarına gelir.1038 Istılâhî olarak dua, Allah’ın yüceliği karşısında kulun aczini itirâf etmesini, sevgi ve tazim duyguları içinde lütuf ve yardımını dilemesini ifade eder. Arapçada kullanıldığı harf-i cere göre dua kelimesi, bir kimse için hayır duada veya bedduada bulunmak anlamlarını da taşır.1039 Duadan maksat, kulların, kulluklarını göstermeleri, Yüce Allah’ın ilâhî kudreti karşısındaki güçsüzlüklerini, âciz oluşlarını idrak etmeleridir. Böyle olunca, O’na dua etmek Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kudretini her şeyden fazla büyüklemek ve hürmet etmektir.1040 1036 el-A’râf, 7/ 63. 1037 er-Râzî, a.e., X, 471. 1038 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 359- 363. 1039 Cilâcı, Osman, “Dua”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994, IX, 529. 1040 Tunç, Cihad, “İslâm Dîninde Zikir ve Dua”, E.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 5, Kayseri, 1988, s. 37; Dua hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Kuteybe, Kitabü ‘Uyûni’l-Ahbâr, I-II, Dâru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, ts., II, 277- 290; en-Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, mukaddime: Farûk Hamâde, Müessesetü’l-Kütübi’l-Sekâfiyye, Beyrût, 1406/ 1986, s. 117 vd.; el-Makdisî, el-Âdâbü’ş-Şer‘iyye, II, 272- 282; el-Kuşeyrî, a.g.e., ss. 351- 358; el-Husaynî, Muhammed Rızâ, “min Edebi’d-Dua fi’l- İslâm”, Turâsunâ, c. IV, ‘Aded, 1, İran, 1409h., ss. 10-34; Muhammed, Sâbir, “Du‘â’”, Mecelletü’l- Ezher, c. LVII, sy. 7, Kâhire, 1985, ss. 1095- 1123; Kal‘acî, el-Mevsû‘atü’l-Fıkhıyyetü’l-Müyesserâ, I-II, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1421/ 2000, I, 493 vd.; Ca‘feriyân, Rasûl, “Edebü’d-Du‘â’”, Name-yi Müfid, c. II, sy. 5, 1375/ 1996, s. 205- 234; el-‘Useymîn, Muhammed b. Sâlih, el-Kavlu’l-Müfid ‘ala Kitabi’t-Tevhîd, tah. Süleymân b. Abdillâh b. Hamud Ebû’l-Hayl, Halid b. Alî b. Muhammed Müşeykih, I-III, Dâru’l-‘Asime, Riyâd, 1415/ 1995, III, 107 vd.; Cullmann, Oscar, Prayer in the New Testament, Scm Press ltd, London, 1995; Cilâci, Osman, “Du‘â’ ve İbâdet”, Diyânet Dergisi, c. XI/ 5, 1972, s. 284 vd.; a.g.mf., İlâhî Dînlerde Dualar: Psiko-Sosyal Açıdan, Arı Yayınevi, Konya, 1982; Şadi, Eren, Kur’ân’da Dua, Işık Yayınları, İzmir, 1994; Aykaç, Mehmet, “İslâm’da Dua ve İbn Beşküval’in “Kitabü’l-Müsteğîsîn” İsimli Dua Kitabı”, Diyânet Dergisi, c. XIII, sy. 4, 1995, ss. 15- 26; Kılıç, Sadık, “İslâm Geleneğinde Hususi Dualar”, E.A.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 14, Erzurum, 1999, ss. 5-24; Koç, Mustafa, “Ergenlik Döneminde Dua ve İbâdet Algılarının Ruh Sağlığına Etkileri”, S.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 10, Sakarya, 2004, ss. 115- 158; Carrel, Alexis- Şeriati, Alî, Dua, çev. Ali Erçetin, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999. 236 Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan doğruya dua konularını içeren 200 kadar âyet bulunmaktadır. Bunun dışında tevbe ve istiğfar gibi kulu Allah’a yönlendiren ve kulun Allah’a dileklerini ifade eden çok sayıda âyet bulunmaktadır.1041 Dua kavramı, Kur’ân-ı Ker’îm’de “kavl, ibadet, furkân, nidâ, isti’âne, suâl, istifham ve ‘azab” gibi manalarda kullanılmaktadır.1042 Allah ile insan arasındaki sözlü iletişim vahiy ve duadır. Vahiy yukarıdan aşağıya, Allah’tan insana doğru olan bir çeşit özel konuşmadır. Dua ise, aşağıdan yukarıya, insandan Allah’a doğrudur. Dua kalbin Allah ile konuşmasıdır. Allah âyetlerini indirdiği zaman insanın bunlara ya “tasdik” veya “tekzib” şeklinde cevap vermesini ister. Tıpkı buradaki gibi insan da dua hareketinin Allah tarafından cevaplandırılmasını ister ancak insanın bu talebi olumlu karşılık alabileceğini düşünmesi yönündedir. Başka deyişle insan, arzununun kabul edilmesi amacıyla Allah’a yalvarır.1043 Kur’ân’a göre, dua edene Allah karşılık verir.1044 Bu, duaya cevap verme durumu Kur’ân’da “cevaba hazır olma” anlamındaki isticâbe fiili ile ifade edilir.1045 Ayrıca Kur’ân’da Allah’ı anan kimsenin Allah tarafından anılacağı da haber verilir.1046 Gerek ihtiyaçlar ve hatalar yüzünden Allah’a başvurmak, gerekse nimeti sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan biir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurmasının1047 yanında1048 ahlâkî arınmaya ve yücelmeye de sebebiyet vermekte, gelişim ve değişimin safhalarında takılma ve saplantılı davranışlara yönelmenin önlenmesinde yapıcı ve geliştirici bir rol oynamaktadır.1049 Mü’min, duasıyla Allah’a başvurur, O’nu hatırlar ve anar. Buna ilaveten mü’min dua ederek 1041 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 316- 320. 1042 İbnü’l- Cevzî, Nüzhet, ss. 292- 294. 1043 Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsân, s. 244, 246, 247. 1044 el-Mü’min, 40/ 60. 1045 Izutsu, a.e., s. 248. 1046 el-Bakara, 2/ 152. 1047 Parladır, Selâhattin, “Dua”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994, IX, 533. 1048 er-Ra‘d, 13/ 28; el-A’lâ, 87/ 15; et-Tirmizî, a.g.e., “ed-Da’avat”, 7; İbn Mâce, a.g.e., “el-Edeb”, 53. 1049 el-Ğazzâlî, İhyâ, I, 197, 302. 2 37 arınır, yücelir ve saplantıdan uzak, bilinç düzeyinde sorumluluğunun farkına varan duyarlı bir müttakî olur. Ayrıca dua için gerekli olan Allah’a derin saygı ve tazim ancak müttakîlere has bir özelliktir. el-Ğazzâlî her olayın belli bir sebebe bağlı olduğunu belirterek şöyle devam eder: “Örneğin kalkanın, oktan korunma; suyun, bitkilerin büyümesi için birer sebep olması gibi duada sıkıntı, belâ ve mihnetten uzaklaşmak ve Allah’ın merhametine nâil olmak için bir sebeptir.”1050 Yani dua aynı zamanda mü’minin kendini sıkıntı ve belâlardan koruması için sarıldığı bir kalkandır. İttikânın da gerçek anlamının kişinin kendini tehlikelerden korumasını sağlayan bir engel olduğu hatırlanırsa takvâ ile dua arasındaki paralellik dikkatlerden kaçmaz. 7) Şükür Şükür kelimesi, sözlükte, “kişinin nimet vereni bilmesi” manasına gelir.1051 Lisan ile, beden ile veya kalb ile olması müsâvidir. Senâ, ihsanın zikri ile muhsine yapılır. Dolayısıyla kul da Allah’a şükreder.1052 Kulun Allah’a şükrü, nimeti nefsinden bilmemesi, Allah’tan bilmesi ve tâat ve ibadetleri ifâ ile olur.1053 Mutasavvıflar şükrü, özde birleşen ancak lafızları faklı olan şekillerde tanımlamışlardır: Ebû Osman, “Şükür, şükürden âciz kalındığını idrak etmektir.” demiştir. Ruveym, şükrü: “Şükür, şükretmek için bütün gücü sarfetmektir.” şeklinde tanımlarken Cüneyd-i Bağdâdî, “Şükür, kendini nimete ehil ve layık görmemendir.” demiştir. Şükür denilince, bundan, âlimlerin sözden ibaret olan lisânî şükürleri anlaşılır. Şükür denilince, bundan, âbidlerin fiil nevinden olan vasıfları anlaşılır. Şükür denilince, bundan, âriflerin bütün hâllerinde Allah için istikamet üzere bulunmaları anlaşılır.1054 1050 el-Ğazzâlî, İhyâ, I, 328- 329. 1051 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 170- 173; el-Cürcânî, a.g.e., s. 203. 1052 el-Cürcânî, a.g.e., a.y. 1053 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 170. 1054 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 259. 238 Şükür kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 75 yerde geçmektedir.1055 Kur’ân’daki âyetler, insanların zihninde derin bir minnettarlık hissi uyandırmak içindir; ve bu, bilhassa O’nun sınırsız rahmet ve merhamet sahibi olarak tanıtıldığı âyetler için geçerlidir. Kur’ân Allah’ın insanlara nimetlerini vurgular. Kendisine bahşolunan bütün bu değerli ikramlar karşılığında insandan beklenen ise Allah’a derin bir şükran beslemesidir. Bu dünyada insan varlığının devamına ve muhafazasına şu ya da bu şekilde katkıda bulunan herşey1056 karşılığında şükrü gerektiren bir nimettir. Şükür ve takvâ, insanın, Allah’ın âyetlerine karşı yerli yerinde iki tepki türünün adıdır:1057 “Zira, siz son derece zayıfken Allah, Bedir’de size yardım etmişti. O hâlde Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyun ki şükredenlerden olasınız.”1058 Şükür ya kalp, ya lisan veyahut da uzuvlarla olur. Kalp ile olan şükür, ya nimetin nimet verenden sudûr ettiğini bilmek veya lisanı ve uzuvları O’na tebcil etmeye arzetmekle olur. Lisan ve uzuvlarla Cenâb-ı Hakk’ı tazim etmek; kalbî azm, dil ile ikrar ve uzuvlarla amel ile tahakkuk eder. Lisan ile şükretmeye gelince, bu, kişinin Cenâb-ı Hakk’ın nimet verici olduğunu itiraf etmesi veya O’na medh-u senâ etmesiyle gerçekleşir. Uzuvların şükretmesi ise, Cenâb-ı Hakk’ın tazim edildiğine delalet eden fiillerin uzuvlar tarafından yerine getirilmesidir.1059 Dolayısıyla âyette kalb, lisan ve uzuvların bir bütün olarak Allah’tan ittikâ etmesi, mü’minlerin bu unsurlar vasıtasıyla şükreden kimseler kategorisine dahil olmasının ön şartı olarak sunulmuştur. bb- Amelî (ve mukayyet) nitelikli kullanımlar Bir önceki bölümde ittikânın dolaylı müteradiflerinden nazarî boyutta olanları ele alınmasına mukabil bu bölüm aynı tarzda olup amelî içeriğe sahip olanları 1055 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 474- 475. 1056 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, ss. 305- 306. 1057 Izutsu, a.e., s. 304. 1058 Âl-i İmrân, 3/ 123. 1059 er-Râzî, a.g.e., IV, 250. 239 kapsamaktadır. Bunlar da genel olarak itâat, ibadet, adalet, salah, hayr, birr ve sabır üst başlıkları altında ele alınabilir. 1) İtâat İtâat kavramı, sözlükte, “baş eğmek, emredileni yerine getirmek, söz dinlemek”1060 manalarına gelmektedir. Aslında masdar ismi olan “tâat” de itâat gibi kullanılır. İtâat kavramının biri itâat eden, diğeri ise itâat edilen olmak üzere iki yönü vardır. İtâat, meşru emir ve isteklere uyma anlamında bir terimdir.1061 İtâat kelimesi Kur’ân’da geçmemekle birlikte üç âyette “tâat” ismi yer almakta, bunun dışında yedisi isim, diğerleri ise fiil kalıplarında olmak üzere itâat kavramı seksen beş yerde geçmekte, kırk iki âyette de aynı kökten gelip “güç yetirmek” manasında kullanılan “istitaat” kavramı yer almaktadır.1062 Bir âyette itâat edilmesi gerekenler Allah, Allah’ın Rasûlü ve yöneticiler olmak üzere üç kategoride ele alınmıştır.1063 Bunlara, diğer âyetlerde “ihsan” ve “birr” kavramlarıyla ifade edilen anne babaya itâati de eklemek mümkündür.1064 Şüphe yok ki, Allah’a itâat, kavramın esasını oluşturur, Kur’ân’a göre bütün olarak fizikî dünya mutlak bilgi ve kudretle onu yaratana itâat etmektedir.1065 Kâinatta tevhidin sağlanması insanın da yaratıcısına itâat etmesiyle gerçekleşeceğinden insan birçok âyette Allah’a itâate çağrılmaktadır. Beşerî açıdan itâat fiili, tabii ve bilinçli bir canlı olan insan için kaçınılmaz bir davranış biçimi olmakla birlikte, itâatin objesini seçme konusunda insan özgür bırakılmıştır. Bu dünyada yalnızca insan bir varlığa itâat etme veya etmeme serbestliğine sahiptir.1066 1060 İbn Manzûr, a.g.e., II, 13, 14. 1061 Alper, Ömer Mahir, “İtâat”, T.D.V.İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2001, XXIII, 444. 1062 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 183- 186. 1063 en-Nisâ, 4/ 59. 1064 el-İsrâ, 17/ 23; Meryem, 19/ 14, 32. 1065 Fussilet, 41/ 11, er-Rahmân, 55/ 6. 1066 Alper, a.g.mk., s. 444. 240 Allah’a ve Rasûlü’ne itâati emreden bazı âyetler itâatin imanın bir sonucu ve mü’min olmanın temel özelliği olduğunu belirtir:1067 “Mü’minlerdenseniz Allah’a Rasûlü’ne itâat edin.” Bu âyette Hakk Teâlâ, Rasûlün sizi kendisine davet ve teşvik ettiği o iman, ancak Rasûle tâati iltizam edip üstlenmekle olur. Dolayısıyla, Rasûle itâat etme dairesinin dışında kalmaktan sakınınız, manasını kasdetmiştir.1068 Allah Teâlâ, “Dostlar o gün birbirine düşmandır; takvâ sahipleri müstesnâ.(Ey benim) âyetlerime iman edip de Müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur. Siz, mahzun da olmayacaksınız.”1069 buyurmuştur. Bu, “Bu dünyada dost olanlar, o âhiret gününde birbirine düşman olacaktır.” demektir. Dostluklar, günah ve küfür üzerine kurulunca, kıyâmet gününde düşmanlığa dönüşür. Müttakîler, yani birbirine karşı dostluklarını iman ve takvâ temeli üzerine bina eden muvahhidlere gelince, bunların dostlukları o günde düşmanlığa dönüşmez. Dünyada iken aralarında sevgi ve muhabbet bulunan kimseler, eğer bu sevgilerini, dünyalık ve dünyanın hoşluklarını elde etmek maksadıyla kurmuşlarsa, bu arzu ve neticeler kıyâmette devam etmez, aksine orada bir takım elem ve belâların meydana gelmesine sebep olur. Böylece de dünyadaki bu sevgi, kıyâmette öfke ve nefrete dönüşür. Fakat dünyadaki sevgilerini gerçekleştiren sebep, muhabbetullâh, Allah’a hizmet ve Allah’a itâattaki ortak nokta olursa, işte bu sebep değişmez ve yerini başka bir şeye bırakmaz. Böylece kıyâmette de sürüp gider ve hatta dünyadakinden daha güçlü, daha temiz, daha mükemmel ve daha üstün olur.1070 İtâat konusundaki âyetler incelendiğinde, bu görevin şuursuzca değil Allah ve Rasûlü’nün çağrısının iyi bir şekilde anlaşılması ve mesajın gerçek manada kavranması ile yerine getirilebileceği1071 görülür. Nitekim dört âyette “itâat” fiili “semi’nâ” fiilinden sonra yer almıştır.1072 Bunlardan bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O 1067 el-Enfâl, 8/ 1; en-Nûr, 24/ 51. 1068 er-Râzî, a.g.e., XI, 242; IX, 272; XVIII, 301; XXII, 144. 1069 Zuhrûf, 43/ 67, 68, 69. 1070 er-Râzî, a.g.e., XIX, 542. 1071 Alper, a.g.mk., s. 444. 1072 el- Bakara, 2/ 285; en-Nisâ, 4/ 46; el-Mâide, 5/ 7; en- Nûr, 24/ 51. 2 41 peygamber de kendisine Rabb’inden indirilene iman etti, müminler de… (Onlardan) her biri, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. “Sen’in peygamberlerinden hiç birini, diğerlerinden ayırmayız, dinledik, itâat ettik. Affını dileriz ya Rabb’i! Varış ancak sanadır” dediler.” 1073 Allah Teâlâ, bu müminlerin imanını vasfedince, bundan sonra onları “dinledik, itâat ettik” demekle nitelemiştir. Buna göre âyetteki “dinledik” sözünden murad, zâhirî dinleme değildir. Çünkü zâhiren dinleme bir övgüye layık değilir. Bilakis bu ifadeden murad, “biz onu akıl kulaklarımızla dinledik” yani, “onu anladık ve doğru olarak bildik; emredersiniz, kesin olarak meleklerin ve peygamberlerin lisanı üzere bize gelmiş olan bütün mükellefiyetlerin hak ve gerçek olduğunu, kabul edilmesinin vacib olduğunu bildik” manasıdır.1074 Kur’ân’da kabul etme ve anlama manasında (semi‘a) fiili kullanılmıştır.1075 Allah Teâlâ bundan sonra “itâat ettik” buyurmuştur. Bu ifade, mükellefler konusunda onların inançlarının sahih olduğuna delalet ettiği gibi, mükellefiyetler konusunda da onlardan hiç birisini ihlal etmediklerine de delalet eder.1076 Bu ise, onların, bunu zihnî açıdan bilinç düzeyinde kabul ettiklerine ve müttakî kulların vasıflarıyla muttasıf olarak emirleri yerine getirip nehiylerden sakınarak hudûdullaha riâyet ettiklerine, işaret eder. 2) İbadet Sözlükte, “boyun eğme, alçak gönüllülük, itâat, kulluk, tapma, tapınma”1077 manalarına gelir. Dînî terminolojide ise, mükellefin Rabb’ini tazim için nefsinin ya da hevasının hilâfına davranış sergilemesidir.1078 İbadet, insanın Allah’a saygı, sevgi ve itâatini göstermek, O’nun hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği davranışlar için kullanıldığı gibi daha genel olarak aynı 1073 el-Bakara, 2/ 285. 1074 er- Râzî, a.g.e., IV, 408. 1075 Kâf, 50/ 37. 1076 er-Râzî, a.g.e., IV, 408. 1077 İbn Manzûr, a.g.e., IX, 10- 16. 1078 el-Cürcânî, a.g.e., s. 223. 242 mahiyetteki düşünüş, duyuş ve sözleri de ifade eder; ancak kelimenin dînî içerikli belli ve düzenli davranış biçimleri için kullanımı daha yaygındır.1079 İbadet ve ubûdiyet mefhumunda “kulluk” ve “itâat” manası vardır.1080 İnsanın hayatını dâima Allah’a karşı saygı ve itâat bilinci içinde sürdürmesi şeklindeki kulluk duyarlılığı için ubûdiyet ve ubûdet terimlerine yer verilmiştir.1081 İnsan, Allah için ifâ ettiği kulluk vazifesinde, O’nun emirlerini yerine getirmekle yetinmez, aynı zamanda da rızâsını kazanmak üzere O’na mümkün olan en samimi söz ve davranışlarıyla saygı, sevgi ve bağlılık gösterir. İşte Allah’a yönelen bu söz ve davranışlara ibadet denilmiştir.1082 Bu manadaki “abd”in çoğulu da ibâd(ibâdullâh) şeklindedir.1083 İnsanlar yüceltme, sevgi, sığınma, korku, acziyet, dünyevî menfaat elde etme, zarar ve sıkıntılardan kaçınma ve kurtuluşa erme gibi duygu ve etkenlerle başlangıçtan beri bir yüce varlığa veya çeşitli varlıklara inanmış ve inandıklarına uygun bazı söz ve davranışlarla kulluklarının gereğini yerine getirmiş yani ibadet edegelmiştir. Bu bağlamda, her dînî kültürün kendi literatüründe ibadet fenomenini ifade etmek üzere seçtiği kelimelere ait anlamların ortak noktasının acziyet,1084 zül,1085 sığınma,1086 yüceltme,1087 sevgi ve korku gibi duygularla bir tanrıya ya da tabiatüstü varlıklara yönelmek, bu varlık veya varlıklara saygı ifadesi olmak üzere belli davranışları yerine getirmek olduğu söylenebilir.1088 Yaratan ile yaratılanın diyaloğu, Kur’ân’ın ifadesiyle konuşması (tekellüm) yukarıdan aşağı, yani Allah’tan insana doğru olan şekliyle vahiy hâlinde tecelli eder. İnsandan Allah’a doğru olan iletişimin insan tarafındaki karşılığı ise, ibadetlerdir.1089 1079 Sinanoğlu, Mustafa, “İbâdet”, T.D.V. İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999, XIX, 233. 1080 Hamîdullâh, Muhammed, “Abd”, T.D.V. İslâm Aansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1988, I, 57. 1081 Sinanoğlu, a.g.mk., s. 233. 1082 Hamîdullâh, a.g.mk., s. 57. 1083 İbn Manzûr, a.g.e., IX, 10. 1084 Sinanoğlu, a.g.mk., s. 234. 1085 İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, s. 431. 1086 Sinanoğlu, a.g.mk., s. 234. 1087 el-Cürcânî, a.g.e., s. 223. 1088 Sinanoğlu, a.g.mk., s. 234. 1089 Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsân, s. 185. 2 43 Kur’ân-ı Kerîm’de namaz ve oruç gibi vakitleri, kuralları, miktarları belli olan ibadetlerin yanında duâ, zikir, tevbe, istiğfâr, tesbih gibi kavramlarla ifade edilen ve genel olarak Allah’a imanı, saygı ve teslimiyeti yansıtan; miktarı, şekli, zamanı kişilerin dînî sorumluluk ve duyarlılığına bırakılan davranışlardan da söz edilir. Esasen kişinin takvâ duygusuyla Allah’ın rızâsını gözeterek yaptığı, gerek kendisinin gerekse başkalarının dünya ve âhireti için hayırlı davranışlar, söylediği sözler, bedenî ve mâlî fedakarlıklar, hatta iyi niyet, samimi duygu ve düşünceler de genel anlamda ibadet kavramına girer.1090 İnsanın, Kur’ân ve sünnette somutlaşan ilâhî iradeye uygun olmasını düşündüğü ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya değer bulduğu her hâli ve hareketi ibadettir.1091 Bu tür davranışlar için özel ibadetlerde olduğu gibi formel ve bağlayıcı hükümler bulunmasa da Kur’ân ve hadislerde ortaya konan toplum, hayat ve ahlâk vb. konulara dair açıklamalarda bu mahiyetteki ibadetler vasıtasıyla müslümana yüksek bir ahlâkî ve ruhî kişilik kazandırma amaçlanmıştır. Nitekim Kur’ân’da, kurbanların etlerinin ve kanlarının değil kurban kesenlerin takvâsının Allah’a ulaşacağı bildirilerek1092 belli şekil ve şartları taşıyan ibadetlerin de takvâ, ihlas, huşû gibi kalbî hasletlerle oluşan ahlâkî ve ruhî derinlik sayesinde gerçek muhtevayı kazanmış olacağına işaret edilmiştir.1093 İbadet kelimesi, bütün türevleriyle Kur’ân’da 250’den fazla yerde geçmektedir.1094 Kur’ân-ı Kerîm ibadetle ilgili söz, duyuş ve davranışları öylesine hayranlık verici bir biçimde dizayn etmiştir ki, her ibadet başka bir ibadet ve güzelliğe kapı açar; aynı şekilde bunlardan birini yapmak için diğerini ihlal etmeye gerek yoktur ve her biri bireysel, toplumsal ve evrensel yararların ortaya çıkmasına vesile olur. İbadetlerde, müminin mükellefiyetlerini belirleme noktasında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “… Azabıma dilediğim kimseyi uğratabilirim, ama rahmetim her şeyi kuşatır, bunun içindir ki onu (rahmetimi) Bana karşı sorumluluk bilincine sahip olan (müttakî), arınmak için verilmesi gerekeni veren (zekatı veren) ve âyetlerimize 1090 Çağrıcı, a.g.mk., s. 11. 1091 el-Ğazzâlî, İhyâ, III, 264, 324; İhvân, a.g.e., II, 124- 125. 1092 el- Hacc, 22/ 37. 1093 Çağrıcı, a.g.mk., s. 11. 1094 Abdülbâkî, a.g.e., s. 541- 546. 2 44 inanan kimselere pay olarak ayıracağım.”1095 Allah Teâlâ, burada buyruklarını ikiye ayırmıştır; ilki terk edilmesi gereken şeylerdir. Bunlar, insanın terk etmesi, kaçınması ve sakınması gereken şeylerdir. Âyetteki, “ittikâ eden(kimseler için)” ifadesi ile bu kısma işaret edilmiştir. İkincisi ise(yapılması gerekli olan) fiillerdir. Bu mükellefiyetler de ya insanın malına ya da kendisine yöneliktir. Birinci kısım zekattır ve Cenâb-ı Hakk, “zekatını veren (kimseler)” buyurarak buna işaret etmiştir. İkinci kısma gelince, buna ilim ve amel yönünden, insana vâcib olan şeyler dahildir. İlim, (Allah’ı) bilip tanımaktır, amel de dil ile ikrar ve uzuvlar ile ibadet etmektir.1096 Başka bir âyette de Allah Teâlâ mükelleflere üç şeyi emretmiştir: Allah’a ibadet etmek, O’ndan sakınmak ve Kendisi’ne itâat etmek.1097 Burada ibadet emri, kalbî ve uzvî tüm vacib ve mendûp olan amellerin hepsini içine alır. Takvâ emri de haramlardan ve mekruhlardan sakınmayı içine alır.1098 İbadetlerin yalnız ferdin Allah katındaki derecesinin yükselmesini, manevî hayatının zenginleşmesini sağlamakla kalmayıp kişinin kendi iç dünyasına ve davranışlarına, aileden başlamak üzere çeşitli derecelerde iyileştirme süreci getirerek tomlumsal hayata da olumlu katkılar sağladığı kabul edilmekte, Kur’ân-ı Kerîm’de1099 ve hadislerde1100 makbul bir ibadetin bu tür sonuçlar doğuracağı belirtilmektedir. Temelde ferdî yükümlülükler olan namaz, oruç, hacc ve zekatın dahi belirgin toplumsal yararlar içerdiği muhakkaktır. Bununla birlikte Kur’ân’da ibadete öncelikle Allah ile kul arasındaki özel bir ilişki olarak bakılmış, bundan dolayı ibadet yapmayanlara karşı baskı anlamına gelebilecek dünyevî bir yaptırımdan söz edilmemiş, uhrevî teşvik ve uyarılarla yetinilmiştir. Çünkü bu husustaki maddî ve psikolojik baskılar ibadetin niyet, irade, ihlas, huşû, takvâ gibi ahlâkî özüyle çelişecektir. Nitekim İslam’ın itikad ve ahlâka dair hükümleri gibi ibadetle ilgili hükümleri de insanın irade özgürlüğüne ve davranışlarının 1095 el- A‘râf, 7/ 156. 1096 er- Râzî, XI, 96. 1097 Nûh, 71/ 3; benzer bir âyet için bkz. el- Leyl, 92/ 17. 1098 er-Râzî, a.g.e., XXII, 144. 1099 bkz. el- Bakara, 2/ 197; el-‘Ankebût, 29/ 45; el-Me‘âric, 70/ 19- 35. 1100 bkz. İbn Mâce, a.g.e., “es-Sıyâm”, 21; İbn Hanbel, a.g.e., II, 441. 2 45 sonuçlarına katlanma sorumluluğuna sahip olduğu ilkesine dayanmaktadır.1101 Dolayısıyla dileyen ibadetler vasıtasıyla takvâ yolunu ve dileyen de isyanlar neticesinde fücur bataklığını seçebilir. 3) Adalet Adalet kelimesi, “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak (Allah hakkında kullanıldığında ‘şirk koşmak’)”1102 gibi manalara gelen bir masdardır. Yine “orta yol,1103 istikamet,1104 eş, benzer misil,1105 bir şeyin karşılığı olan ceza”1106 gibi manalara gelir. Şeriatta adalet, mahzurlu olan şeylerden ictinab ile hak yol üzere olmak ve hak yolda ilerlemektir. Fakihlere göre adalet kebâirden sakınıp seğâirde ısrar etmemektir.1107 Adalet “cevr”in zıddıdır. “İnsaf” ve “hak” anlamlarında da kullanılır.1108 Kur’ân-ı Kerîm’de adaletle hükmetmek, âdil olmak anlamında “kıst” kelimesi kullanılır ki, bu aynı zamanda Allah’ın sıfatıdır.1109 Adalet kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de 28 yerde geçmektedir. Âyet ve hadislerde genellikle, “düzen, denge, denklik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu izleme, takvâya yönelme, dürüstlük, tarafsızlık”1110 gibi manalarda kullanılır. Kur’ân, adalet ile takvâ arasında mantıkî bir bağ kurmuştur; âdil olan müttakîdir, müttakî olan da âdildir.1111 Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin adalet sıfatını kazanabilmesini, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfî istek ve arzularını hesaba katmaksızın ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın daha önceki 1101 Çağrıcı, a.g.mk., s. 11. 1102 İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 190; İbn Manzûr, a.g.e., IX, 83- 88. 1103 İbn Manzûr, a.e., IX, 84. 1104 İbn Manzûr, a.e., IX, 85; el-Cürcânî, a.g.e., s. 224; et- Tahânevî, a.g.e., II, 1015. 1105 el- Cevherî, a.g.e., V, 1761; İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 191; İbn Manzûr, a.e., IX, 84. 1106 İbn Manzûr, a.e., XI, 86; ez-Zebîdî, a.g.e., VIII, 10. 1107 el-Cürcânî, a.e., s. 224. 1108 İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, s. 439; İbn Manzûr, a.e., XI, 86. 1109 er-Râğıb, a.g.e., ss. 486- 487; İbn Manzûr, a.g.e., XI, 86. 1110 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 550- 551. 1111 Atay, Hüseyin, Kur’ân’a Göre Araştırmalar I-III, 2.bs., Atay Yayınevi, Ankara, 1997, s. 236. 2 46 kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır:1112 “Ey Muhammed! İşte bunun için sen [bütün insanlığa] çağrıda bulun ve [Allah tarafından] emrolunduğun gibi dosdoğru ol; onların hevâ ve heveslerine uyma ve: “Ben, Allah’ın bütün vahyettiklerine inanırım: Sizin değişik görüşleriniz arasında adaleti gözetmekle emrolundum. Allah benim de sizin de Rabb’inizdir. Bizim yaptıklarımızın hesabı bize çıkacaktır, sizin yaptıklarınızın hesabı da size. Bizimle sizin aranızda bir çekişme olmamalı: Allah hepimizi bir araya toplayacaktır; çünkü varış O’nadır” de.”1113 Buna göre adalet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itâatla gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir. İslam ahlâkçılarının itidal ve adalet kavramlarıyla ifade ettikleri bir denge ve kemalin oluşmasıyla insanın davranışları da aşırılıktan uzak olarak1114 şekillenecektir.1115 Kur’ân-ı Kerîm’de adalet sıfatından yoksun olan kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan bir köleye benzetilerek böyle birinin, adalet faziletini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağına işaret edilmiştir:1116 “Allah şu iki kişiyi de örnek getirdi: Bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeyi beceremeyen ve efendisinin üstünde bir yük olandır. O, bunu nereye gönderse bir şey beceremez (hayır getirmez). Bu kimse hiç, adaletle emreden ve kendisi dosdoğru bir yol üzerinde bulunan kişi ile bir olur mu?”1117 Adaleti emredenden kasıt; doğru sözlü, iffetli, emanete riâyet eden, haramdan, günahlardan sakınan, şüpheli işlerden uzak duran, rızalı ve rızasız işleri ayırt eden, din ve dünya işlerinde aynı hassasiyeti koruyan kimse demektir.1118 Bu durum, adaletin kemal bir sıfat, adaletle emredenin de kâmil bir insan olduğuna işaret eder. Buna uygun olarak insanın Allah katında en üstün değer ölçüsü olan takvâ1119 erdemine ulaşabilmesi 1112 Çağrıcı, Mustafa, “Adalet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1988, I, 341; ayrıca bkz. Yûsuf, Hânim İbrâhîm, Aslu’l-Adl inde’l-Mu’tezile, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, Kâhire, 1413/ 1993, ss. 84- 84, 132, 184- 185. 1113 eş-Şûrâ, 42/ 15. 1114 Çağrıcı, a.g.mk., s. 341. 1115 el-İsrâ, 17/ 29; el-Furkân, 25/ 63, 67, 68; el-Feth, 48/ 29. 1116 Çağrıcı, a.g.mk., s. 341. 1117 en-Nahl, 16/ 76. 1118 el-Maverdî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî, el-Ahkâmü’s-Sultâniye, çev. Ali Şafak, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1994, s. 139. 1119 el-Hucurât, 49/ 13. 2 47 için âdil olması gerekmektedir: “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik edenler olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adalet yapmamaya sevk etmesin. Adaleti uygulayın ki, bu takvâya en uygun olan şeydir. Allah’a saygılı olun. Şüphesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.”1120 Allah Teâlâ, mü’minleri önce, bir topluluğa olan kinlerinin kendilerini adaletsizliğe sevketmesinden nehyetmiş, sonra da yeni bir cümle ile, bu hususu tekit etmek için, adaletle davranmalarını açıkça emretmiş, daha sonra da adaletli olmalarının sebebini, “bu, takvâya en yakın olan şeydir” diye belirtmiştir.1121 Kişinin takvâ erdemine ulaşabilmesi onun sadece davranışlarında değil aynı zamanda sözlerinde de âdil olmasını gerektirir: “Yetimin malına, o rüşdüne erinceye kadar, en güzel olan şekilden başka bir sûretle yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tastamam yapın. Biz bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz. Hakkında söz söylediğiniz kimse, akrabanız dahi olsa (doğru söyleyin), Allah’a verdiğiniz ahdi tutun. İyice düşünüp tutasınız diye Allah size bunları emretti.”1122 4) Salah “Fesad” kavramının zıddı olan salah kelimesi, sözlükte, “iyi ve yararlı olma,1123 kişinin durumundaki istikameti değiştirmesi, düzeltmesi,1124 daha iyi hâle getirmesi”1125 manalarına gelir. Salah kelimesinin ism-i fâili olan salih kelimesi de “iyi”, “dürüst” manalarında tercüme edilebilir. Salihat kelimesi ise salih kimsenin sergilediği “güzel işler”i karşılar. Yine salah kökünden masdar olan “ıslah” kelimesi de “düzeltmek daha iyi hâle getirmek”1126 manalarını içerir. Islah kelimesi ıstılâhî olarak “kendisini veya insanlarla arasındaki ilişkileri düzeltmek; barışmak, barıştırmak manalarında kullanılırken1127 ism-i fâili olan muslih de kötülüğe, düzensizliğe ve 1120 el-Mâide, 5/ 8. 1121 er-Râzî, a.g.e., VIII, 531. 1122 el-En‘âm, 6/ 152. 1123 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 384- 385. 1124 İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, s. 396. 1125 İbn Manzûr, a.e., VII, 384. 1126 İbn Manzûr, a.e., VII, 385. 1127 el-Bakara, 2/ 228; el-En‘âm, 6/ 48; el-Hucurât, 49/ 9-10. 2 48 bozgunculuğa karşı barıştan, dirlik, düzenlik ve esenlikten yana bir tutum takınan müttakî insanları ifade etmek üzere1128 çeşitli âyetlerde yer almaktadır.1129 Salah kelimesi bütün türevleriyle Kur’ân’da 180 civarında yerde geçmektedir.1130 Biz bu bölümümüzde salah kavramının diğer varyantlarını ve ilgili kelâmî problemlerini bir yana bırakarak salih ve salihat kelimelerini inceleyeceğiz. Her şeyden evvel belirtmek gerekir ki, salih ve iman sözcükleri, bir vahdet hâlinde birbirlerine merbutturlar. Nasıl gölge simayı takip ederse, aynı şekilde de nerede iman var ise, orada salihat veya “güzel işler” vardır, o kadar ki, birincinin sonraki ile sonrakinin de birinci ile tanımlanması1131 mümkün olabilir. Kısacası, salihat, davranış yolu ile bütünüyle dışa yansıyan “iman”dır. İşte bu yüzdendir ki, iman edip salih işler işleyenler ifadesi, Kur’ân’da çok sık kullanılan terimlerden birisidir. “İman edenler”, içlerindeki inanışı, salih ismine layık bazı fiiller ile göstermedikleri sürece mü’min değillerdir:1132 “İman edip güzel işlerde bulunanlar var ya; işte cennette kâim olup ebediyen orada ikamet edecek olanlar bunlardır.”1133 Şu durumda salihat kelimesinin muhtevasının ne olduğu konusunda Kur’ân’ın kendisine rücû etmek ve bunu ona sormak zorundayız. Metinlerin gelişinden, “güzel işlerin”, Allah tarafından bütün mü’minlere emredilen takvâ sonucu eylemler olduğu aşikârdır.1134 “İsrâiloğullarından, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekatı verin” diye söz almıştık…”1135 Allah Teâlâ bir önceki âyette iman edip salih amel işleyenlerin ebedî olarak cennette kalacağını haber vermiş ve siyakında salihatı sıralamıştır. Buradan hareketle yukarıdaki âyet, salihatın muhtevasını ortaya koyan tanım olarak ele alınabilir. 1128 Merad, Ali, “Islah”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999, XIX, 143. 1129 el-Bakara, 2/ 11-12; el-A‘râf, 7/ 170; Hûd, 11/ 117. 1130 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 384- 385. 1131 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 310. 1132 Izutsu, a.e., ss. 310- 311. 1133 el-Bakara, 2/ 82. 1134 Izutsu, a.e., s. 311. 1135 el-Bakara 2/ 83. 2 49 Kur’ân’da pek çok yerde salihat ve ittikâ aynı âyette veya peşisıra gelen âyetlerde zikredilmiştir.1136 “İman eden, salih ameller yapan, namazı dosdoğru kılan ve zekatı veren kimseler(yok mu?) Onların Rabb’leri katında mükafatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”1137 Âyette Cenâb-ı Hakk iman eden, salih amel işleyen ve bu salih amellerden ikisine riâyet ederek dosdoğru namaz kılan ve zekat veren kimselere dikkat çekmiştir. Âyetin hemen akabindeki âyette ise mü’min olan kimselerin Allah’tan sakınmaları ve ribayı bırakmaları gerektiğine vurgu yapılmıştır: “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer mü’min iseniz ribadan kalanı bırakın.”1138 Müteakip âyette Allah Teâlâ inananları kendilerinden sadır olması uygun fiil ve sözlere (salihat) teşvik ve irşad etmektedir. Bu fiiller hayır, sözler ise haktır. Çünkü hayrı yapıp, şerri terk eden, Allah’tan sakınmıştır. Doğruyu söyleyen de hak söylemiş olur: “ Ey iman edenler, Allah’tan sakının, sözü doğru söyleyin ki Allah işlerinizi iyiye götürsün ve günahlarınızı bağışlasın…”1139 Cenâb-ı Hakk burada, bu kimselere yukarıdaki iki emrine karşılık şu iki va’dde bulunmuştur; Mü’minlerin hayır ve güzel olan işlerine karşılık, işlerinin iyiye götürülmesi… Çünkü kişi Allah’tan ittikâ ettiği için, amelleri düzelir. Amel-i salih yapan ise cennette ebedi bırakılır. Yine kişinin doğru söylemesine karşılık da günahlarının bağışlanması va’d edilmiştir.1140 Müfessirlerin nüzûlüne sebep olan etkeni, bir kimsenin, sılah-ı rahim, iki kimsenin arasını bulma veyahut da evlatlıklarından birine ihsan ve ikramda bulunmak gibi hayırlı işleri yapmamaya yemin etmesi, sonra da yeminini bozma hususunda Allah’tan ittikâ etmesi,1141 şeklinde rivâyet ettikleri âyette ise Hakk Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize, ittikâ etmenize ve insanların arasını bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyla işitici, kemaliyle 1136 örnek olarak bkz. el-Bakara, 2/ 224, 277- 278; en-Nisâ, 4/ 128; el-Mâide, 5/ 93; el-A‘râf, 7/ 35; el- Ahzâb, 70-71. 1137 el-Bakara, 2/ 277. 1138 el-Bakara, 2/ 278. 1139 el-Ahzâb, 33/ 70- 71. 1140 er-Râzî, a.g.e., XVIII, 301. 1141 er-Râzî, a.e., V, 169. 2 50 bilicidir.”1142 Âyetin takdiri: “Allah’ın zikrini, yeminleriniz sebebiyle, birr-u takvâda bulunmaya mani olan birer sebep kılmayınız,” şeklindedir.1143 İdeal bir mü’minin sergilediği söz, duyuş ve davranışlar (salihat) ve onda bulunması makulen umulabilecek nitelikler şunlardır: “Temel tavır olan hilm; sürekli kulluk vazifeleri; hesap gününden korku duymak; sahih takvâ göstergesi ve amellerin en önemlisi olarak infak, ama işi Cahiliye’nin kontrolsuz ve övünçlü eli açıklığına vardırmaksızın; Allah’ın şiddet ve katiyetle yasaklamış olduğu Cahiliye fiillerinden, örneğin, şirkten, haklı bir sebep olmaksızın bir canlıyı öldürmekten, zinadan sakınmak; yalan söylemekten ve gevezelikten kaçınmak; vahiy kelamının derin manasına karşı hassas bir alaka; ve âhiretin verdiği ümide dayalı olarak bu dünyada sükûnet ve huzur içinde mutlu bir hayat:1144 “Rahman’ın has kulları ki, onlar yeryüzünde tevazu ve vakar içinde yürürler ve ne zaman kötü niyetli, dar kafalı kimseler kendilerine laf atacak olsa, (sadece) selâm! derler. Onlar ki, gecenin derinliklerinde secdeye vararak ve kıyama durarak, Rabb’lerini anarlar.” “Ve onlar ki, “Ey Rabb’imiz!” derler, “cehennem azabını bizden uzaklaştır; çünkü onun çektireceği azab, gerçekten pek korkunç, pek yaralayıcı olacaktır; gerçekten, o ne kötü bir yer, o ne kötü bir duraktır!” “Ve onlar ki, başkaları için harcadıkları zaman, ne saçıp savururlar, ne de cimrilik yaparlar; her zaman bu ikisi arasında tavır takınırlar. Ve onlar ki, Allah’la beraber, asla bir takım düzmece tanrılara yalvarıp yakarmazlar ve hukûkî bir gerekçe olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymazlar ve zina etmezler.”1145 “Onlar ki, yalan ve asılsız olandan yana şehadet etmezler; boş ve anlamsız şeylerle [uğraşan kimselere] rastladıkları zaman yanlarından vakarla geçip giderler. Ve onlar ki, kendilerine Rabb’lerinin mesajları hatırlatıldığı zaman, körler(in) ve sağırlar(ın yaptığı) [gibi] (düşünüp anlamadan) onların üzerine üşüşmezler. Ve onlar 1142 el-Bakara, 2/ 224 1143 er-Râzî, V, 169. 1144 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 286. 1145 Furkân, 25/ 63- 68. 2 51 ki, “Ey Rabb’imiz!” diye niyaz ederler, “Bize göz nûru olacak eşler ve çocuklar bahşet; bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan (senden sakınan) kimseler için örnek ve öncü yap!”1146 Mü’minûn sûresinde de benzer bir portre çizilmiştir: “Tevazu ile dua eden, boş laftan uzak duran, infaktan geri kalmayan, eşleri ve sağ ellerinin altındaki(cariye)ler hariç iffetlerini koruyan… yaptığı anlaşmaya ve verdiği söze sâdık, namaz konusunda son derece dikkatli olan mü’minler kurtuluşa erecektir. Bunlar cenneti mîrâs alacak olan vârislerdir ve orada ebediyen kalacaklardır."1147 Bütün bunlar, “mü’min kişi”yi hakiki müttakî, Allah’ın adının anılmasının bile kalbinde derin bir huşû hissi uyandırmaya yettiği ve tüm yaşamı o köklü dürüstlük hâlet-i ruhîyesinde tanzim olunan bir insan olarak resmetmektedir.1148 5) Hayr Hayır kelimesinin, sözlükte, “iyi olmak, iyilik etmek, üstün olmak, üstün kılmak, iyi huylu olmak” gibi manalara gelmektedir. Şer kavramının zıddı olan hayr aynı zamanda “en iyisi, daha iyisi” anlamında ism-i tafdîl olarak da kullanılmaktadır.1149 Şeri olarak “akıl, adalet, fazilet ve faydalı nesne gibi bütün insanların istediği şey” diye tanımlanan1150 hayr kavramı Kur’ân’da, iman, İslam, mal, ‘afiyet, zafer, Kur’ân, salah, kuvvet ve kudret, dünya, hayırlı evlat, hüsnü’l-edeb, ecir gibi manaları içerir.1151 Hayır kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de “hayr”( خير) şekliyle 176; diğer türevleriyle birlikte toplam 196 yerde geçmektedir.1152 Bunlardan ism-i tafdîl olmayanlar, yer aldıkları âyetlerin konularına göre az çok farklı anlamlara gelmektedir; bu anlamları “iyi, güzel, değerli, faydalı ve mal, mülk gibi arzulanan şeyler” diye kapsamlı bir tanımda toplamak mümkündür. Bu kapsam genişliği hayrın birçok âyette çeşitli menfî 1146 Furkân, 25/ 72- 74. 1147 el-Mü’minûn, 23/ 8-11. 1148 Izutsu, a.g.e., s. 284. 1149 İbn Manzûr, a.g.e., IV, 257- 259. 1150 er-Râğıb, a.g.e., s. 196. 1151 İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 285- 289. 1152 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 306- 309. 2 52 kavramların zıddı olarak kullanılmasından da anlaşılmaktadır.1153 Kur’ân’daki kullanımları dahilinde bile, kelimenin semantik boyutu hem dünya meselelerini hem de dînî itikâd sahasını içine alır.1154 Kur’ân’da takvâ ile hayır kavramlarının kesiştiği noktalar, hayrın manevî nimet kabilinden zikredildiği semantik alandır: “Ey ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve giyip süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. Bu Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki, (insanlar) iyice düşünürler.”1155 Âlimler bu âyetteki, “takvâ elbisesi”nin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler bunu, hakiki manada alarak, “giyilen şeyin kendisi” manasına; bazıları da mecâzî manaya hamletmişlerdir. Birincilere göre, Allah’ın, edeb yerlerini örtmek için indirdiği elbise takvâ elbisesidir. Buna göre, “takvâ elbisesi” âyette birinci olarak geçen “elbise” ile aynı manada olmuş olur. Allah daha hayırlı olduğunu bildirmek için bunu tekrar etmiştir. Çünkü Cahiliye Arapları’ndan bazıları, Beytullâh’ı elbiselerini çıkarıp çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Dolayısıyla bu tekrar, bir insanın, “Senin iyilik konularındaki doğruluğunu anladım. Doğruluk senin için, başka şeylerden daha hayırlıdır” demesine benzer. Bu söz ile insan, aynı şeyi söylemek için, “doğruluğu” tekrarlamış olur. Ayrıca hakiki manada bundan muradın, zırh, miğfer gibi harpte korunmak için giyilen şeyler ya da bizzat namaz kılarken giyilmek üzere hazırlanmış giysilerdir, de denilmiştir. İkinci görüşe sahip olanlar ise, “takvâ elbisesi” ifadesini, mecâzî manaya hamlederek buna değişik anlamlar vermişlerdir. Katâde, Süddî ve İbn Cüreyc, “takvâ elbisesi”nin, iman; İbn Abbas(r.a.) ise “amel-i salih” olduğunu söylemiştir. Bunun, “güzel gidişat”; “iffet ve tevhid” manasına olduğu da ileri sürülmüştür.1156 1153 Çağrıcı, Mustafa, “Hayr”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1998, XVII, 43. 1154 Izutsu, a.g.e., s. 328. 1155 el-A’râf, 7/ 26; el-A’râf sûresinde yer alan “takvâ” âyetleri ile ilgili bkz. el-Âsafî, Muhammed Mehdî, Te’milâtü fî Âyeti’t-Takvâ min Sûreti’l-A’râf, Sekâfetünâ: ed-Dirâsât ve’l-Buhus= Thaqafatuna for the Studies and Recearches, Merkezi’d-Dirâsâti’s-Sekâfiyyeti’l-İrâniyyeti’l-‘Arabiyye, c. I, sy. 3, Tahran, 1425/ 2003, ss.11- 28. 1156 er-Râzî, a.g.e., XIV, 50. 2 53 Ma’bed, bu ifadenin, “haya” manasına geldiğini söylemiştir. Yine bu tabirin, insanda görülen tevazu, ağırlılık ve amel-i salih olduğu da ileri sürülmüştür.1157 “Takvâ elbisesi”ni âlimlerin bir kısmı Allah korkusu,1158 bir kısmı sadece iman, bir kısmı iman korkusu, diğer bir kısmı ise ahlâk1159 şeklinde yorumlamışlardır. Birinci “elbise” ifadesinin gerçek anlamda kullanıldığı düşünülürse amelî alana, daha da özelde ibadet alanına ait bir kullanım olur. İkinci “elbise” ibaresinin ise mecâzî olduğu varsayılırsa bu durumda o, nazarî alana, daha da özelde ahlâk alanına ait bir mana kazanır. Bu ifadelerin ne şekilde yorumlanacağı anlamlarının gerçek ya da mecâzî manalarda alınmasıyla yakından alakalıdır. Âyetteki, “bu daha hayırlıdır” ifadesi hakkında, Ebû Alî el-Fârisî: “Bunun manası, “takvâ elbisesi, sahibi onu alıp giydiğinde, sahibi için daha hayırlıdır ve onu Allah’a, diğer elbiseler ile süs için giyilen elbiselerden, daha fazla yaklaştırıcıdır” şeklindedir” demiş ve şöyle devam etmiştir. “Hakk Teâlâ’nın, “Allah ona açlık ve korku elbisesini tattırdı”1160 âyetinde, açlık ve korku, elbise olarak ifade edildiği gibi, burada da elbise takvâya izafe edilmiştir.1161 Başka bir âyette Allah Teâlâ azıkların en hayırlısının takvâ olduğuna dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur: “Hacc bilinen aylar(da)dır her kim o aylarda haccı kendisine farz kılmışsa, artık refes, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Azıklanın; Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvâdır. Benden sakının, ey akıl sahipleri!”1162 Burada kasdedilen “takvâ ile azıklanınız”dır. Bunun delili, âyetin son kısmındaki “(biliniz ki) azıkların en hayırlısı takvâdır” sözüdür. Bu sözün izahı şu şekildedir: “İnsanın iki yolculuğu vardır, dünyada yolculuğu ve dünyadan yolculuğu. Dünyada yolculuk için mutlaka azık gerekir. Bunlar da yiyecek, içecek, binek ve maldır. Yine, dünyadan yolculuk yaparken de azık gerekir; bu da 1157 er-Râzî, a.g.e., XIV, 50; el-Âlûsî, a.g.e., IV, 344. 1158 et-Taberî, a.g.e., VIII, 195. 1159 el-Beydâvî, a.g.e., I, 335. 1160 en-Nahl, 16/ 112. 1161 er-Râzî, a.g.e., X, 32. 1162 el-Bakara, 2/ 197. 2 54 marifetullah, muhabbatullah ve O’nun dışındaki bütün varlıklardan yüz çevirmedir. Bu azık, birçok sebepten dolayı birinci azıktan daha hayırlıdır: Dünya azığı kişiyi, vehmolunanın bir azaptan kurtarır; âhiret azığı ise, kesin ve kati olan bir azaptan kurtarır. Dünya azığı kişiyi, inkitaya uğrayan bir azaptan krtarır; âhiret azığı ise, dâim ve ebedî olan bir azaptan kurtarır. Dünya azığı kişiyi, elemler, hastalıklar ve belâlarla karışık olan bir lezzete ulaştırır; âhiret azığı ise, zarar şâibelerinden uzak, inkitâ ve kesintiden hâlî olan devamlı ve bâkî lezzetlere ulaştırır.1163 Daha sıralanabilecek pek çok sebepten ötürü azıkların en hayırlısı takvâdır, o hâlde ey akıl sahipleri, takvâyla meşgul olunuz. Yani, “eğer siz, işlerin hakikatını bilen akıl sahipleri iseniz, sizin aklınızın ve fikrinizin gereği olarak, bu çok faydaları olan azığı elde etmek için meşgul olmanız gerekir” demektir.1164 Yine en hayırlı azığın takvâ olduğuna vurgu yapan; “Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu bilir- Âhiret için- azık edinin: bilin ki, en hayırlı azık takvâdır” mealindeki âyette geçen hayır kelimelerinden ilki fiilin niteliği, ikincisi ise amacın niteliğini açıklamak amacıyla kullanılmıştır.1165 Allah Teâlâ takvâ azığıyla dünyadan yolculuğa çıkan müttakîler için âhiret yurdunun daha hayırlı olduğunu vurgulamak üzere şöyle buyurmuştur: “İşte o ülkede Yûsuf’a kudret ve şeref verdik. O, o yerin neresini dilerse, orada konaklardı. Biz rahmetimizi, kime dilersek ona nasip ederiz. İyi hareket edenlerin mükafatını zayi etmeyiz. İman edip de takvâya devam edenlere has olan âhiret mükafatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır.” 1166 Takvâ, kişinin kendisi ile kendisine zarar verecek şey arasına engel koymasıdır. Allah Teâlâ’nın haber verdiği üzere takvâ mü’mini âhirette cehennem azabından daha da önemlisi Allah’ın rızasından mahrum kalmaktan koruyabilecek en hayırlı kalkandır. 1163 er-Râzî, a.g.e., V, 168. 1164 er-Râzî, a.g.e., V, 169. 1165 Çağrıcı, “Hayr”, s. 43, 44. 1166 Yûsuf, 12/ 56- 57; benzer âyetler için bkz. el-Bakara, 2/ 103; el-En‘âm, 6/ 32; el-A‘râf, 7/ 169; Yûsuf, 12/ 109; en-Nahl, 16/ 30; Furkân, 25/ 15. 2 55 6) Birr Birr kelimesi, sözlükte, “doğruluk, itâat, iyilik, ittikâ” 1167anlamlarına gelmektedir. Denizin zıddı olan kara anlamına gelen “berr”den türemedir; buradan genişlik, tasavvur olunur; bu bakımdan birr “hayırda genişlik” anlamında da anlaşılır.1168 Birr kavramı, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslam devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, müslümanın Allah’a karşı olan görevlerini ifâ ederken işlediği salih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. 1169 Kur’ân’da, 32 yerde geçen 1170 birr, her türlü iyilik, ihsan, itâat, doğruluk, günahsızlık gibi manalarda kullanılmıştır. Aynı kökten berr ise hem “çok şefkatli ve kerem sahibi” anlamında Allah’ın bir ismi,1171 hem de “itâatkar” anlamında insanın sıfatı olarak geçmektedir. Bakara sûresinde1172 “birr”, bütün tâatleri ve Allah’a yaklaştıran hayırlı amelleri içine alan bir muhtevada kullanılmıştır. Bu âyette Allah Teâlâ, “birr”in mahiyetinin tahakkuku hususunda bazı şeylere itibar etmiştir; bunlardan önceliğe sahip olanlar beş temel itikâd esaslarıdır ki bunlar; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere imandır. Sonrasında Allah’ın emir ve rızasına uygun şekilde mâlî yardımlarda bulunma, namaz ve zekat ibadetlerini yerine getirme, sözleşmelere riâyet etme, en zor ve sıkıntılı anlarda bile sabırlı ve metanetli olma durumları vurgulanmıştır.1173 Kur’ân’ı Kerîm’in birçok yerinde görüldüğü gibi bu âyette de yalnızca en başta gelen erdemlerin sıralandığı, dolayısıyla “birr”in muhtevasının sınırlandırıldığı düşünülürse “birr”in iman, ibadet ve ahlâka dair bütün iyi hasletleri 1167 ed-Dâmeğânî, a.g.e., s. 129; İbn Mânzur, a.g.e., I, 370. 1168 er-Râğıb, a.e., s. 40. 1169 Ünal, Ali, “Birr”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994, I, 244. 1170 Abdülbâkî, a.g.e., s. 143, 144. 1171 et-Tûr, 52/ 28. 1172 el-Bakara, 2/ 177. 1173 er-Râzî, a.g.e., V, 37. 256 kapsayacak genişlikte bir kavram olduğunu kabul etmek gerekir. Söz konusu âyetin devamında gerçekten dürüst ve takvâ sahibi olan kişilerin ancak belirtilen hasletleri kazananlar olduğu ifade edilmiştir.1174 Birr ve takvâ arasındaki paralellik Kur’ân’da başka âyetlerde de vurgulanmıştır: “…Evlere duvarlarından gelmek birr değildir. Fakat birr, ittikâ eden kimsenin yaptığıdır. Sizler evlere kapılarından geliniz ve Allah’tan sakınınız… Umulur ki, felaha erersiniz.”1175 Bu âyetin nüzûl sebebini et-Taberî şöyle rivâyet etmiştir: “Hicâz ehlinden olan insanlar ihrama girdiklerinde, evlerinin arkasındaki duvara bir delik açar ve oradan girip çıkmaya başlarlardı.” Bu rivâyet İbrâhîm en-Nahaî (95/ 714) aracılığıyla gelmiştir. Bir de Mücâhid (103/ 722) aracılığıyla gelen rivâyet vardır ki onda olay şu şekilde gelişmiştir: “Rasûlullâh (s.a.v), yanında müşriklerden bir adamla eve girmek için kapıya geldiler, Rasûlullâh kapıdan içeri girdi. Adamsa eve arka duvardaki delikten girdiği için Rasûlullâh’tan ayrıldı. Bunun üzerine Rasûlullâh(s.a.v): “Senin yaptığın nedir?” diye sordu. Adam: “Ben gerçekten cesaretliyim” deyince Hz. Peygamber: “Ben de cesaretliyim” buyurdu. Adam: “Ben ihramlıyım” dedi. Rasûlullâh(s.a.v): “Eğer sen ihramlı isen ben de ihramlıyım” buyurması üzerine bu âyet nâzil oldu.1176 Hakk Teâlâ, yüzlerin batı ya da doğuya çevrilmesinin birr olmadığını vurguladığı gibi burada da evlere duvarlardan gelmenin birr olmadığını vurgulamaktadır. Hakk Teâlâ sanki, birr güzel hasletlerin tamamıdır; evlere kapılarından gelmek, kıbleye yönelmek de bunlardandır ama birr sadece onlardan ibaret değildir, demek istemiştir.1177 Yani Allah, kendisinin emrettiği bütün evâmirde O’na itâat etmeyi, neleri yasaklamışsa da onlardan kaçınmayı,1178 kasdetmiştir. 1174 Toksarı, Ali, “Birr”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1992, VI, 205; birr ve takvâ ilişkisi hakkında geniş bilgi için bkz. Şu‘ûd, İbrâhîm, “Cevânibu’l-Birr fî Hayâti’r-Rasûl”, Mecelletü’l-Ezher, c. XXXVIII, sy. 5-6, Kâhire, 1966, ss. 552- 555. 1175 el-Bakara, 2/ 189. 1176 et-Taberî, a.g.e., II, 254. 1177 er-Râzî, a.g.e., V, 38. 1178 et-Taberî, a.g.e., II, 254; Sa‘îd Havva, (1409/ 1989), el-Esâs fi’t-Tefsîr, I-XI, 3.bs., Dâru’s-Selâm, yy., 1412/ 1991, I, 439. 2 57 İki fazilet arasındaki bu yakınlık diğer bir âyette şöyle gösterilmiştir: “Ey iman edenler, aranızda fısıldaşacağınız zaman, günahı, düşmanlığı, peygambere isyanı fısıldaşmayın. Birr ve takvâyı fısıldaşın. Ancak, huzurunda toplanacağınız Allah’tan ittikâ edin.”1179 Hakk Teâlâ, müminlere, “iyiliği, yani düşmanlığın zıddı olan şeyi ve takvâyı, yani tâatleri yapıp ma’siyetleri terk etmek gibi insanı günahtan koruyan şeyi fısıldaşın…” diye emretti. Bir topluluk, ne zaman bu özellikte olan şeyi fısıldaşırsa, onların kötülükteki fısıldaşmaları azalır.1180 Yine başka bir âyette: “Birr ve takvâ hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmayın”1181 buyrulmuştur. el-Mâturîdî bu âyeti tefsir ederken bu iki fazileti; birr, bütün hayırların en tam şekli, takvâ ise bütün şerlerin terk edilmesi ve bir daha yapılmamasıdır,1182 şeklinde tarif etmiştir. el-Mâverdî’ye göre bu âyette birr ve takvâ kavramlarının bir arada zikredilmesinin temel sebebi, bunların birbirini tamamlayan ahlâkî faziletler olmalarıdır. Çünkü birr insanlara karşı iyi olmak ve iyilik yapmaktan doğar ve kişiye insanların sevgi ve hoşnutluğunu kazandırır: Allah’a karşı vecibelerini yerine getirmekten doğan takvâ fazileti de Allah’ın sevgi ve hoşnutluğunu kazandırır ki, her iki sevgiyi kazanan insan tam mutluluğu yakalamış olur.1183 Birr ve takvâ, Allah’ın emrine uyup, ilâhî mürakabeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah’a yönelişi birleştirmek demektir.1184Âyetlerde “birr”in, ancak “ittikâ” ile mümkün olabileceği belirtilmekle beraber, “samimi” ya da “hakiki” mü’min ve gerçek manada “Allah’a ittikâ eden” denmeye layık kişilerin ancak, toplumsal ve dînî, birr adı altında toplanmış tüm ödevleri ifâ edenler olduğu kuvvetle vurgulanmıştır. Aynı şekilde gerçek “birr”in manasız itikadlara riâyet ile değil “Allah’a ittikâ” ile mümkün olabileceğine özellikle dikkat çekilmiştir.1185 1179 el-Mücâdele, 58/ 9. 1180 er-Râzî, a.g.e., XXIX, 267. 1181 el-Mâide, 5/ 2. 1182 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 175. 1183 el-Mâverdî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî (ö. 450/ 1058), Edebü’d-Dünya ve’d- Dîn, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1978, s. 148. 1184 Ünal, a.g.mk, s. 245. 1185 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 316. 2 58 7) Sabır Sabır kelimesi, sözlükte, “hapsetmek, kişinin kendisini ya da başka birisini bir şeyden alıkoyması, sıkıca yakalamak, birini bağlamak, birisinden öc almak, cezalandırmak, misillemede bulunmak, kısas yapmak, birine kefil olmak, şecâat”1186 manalarına gelir. Sabır kavramı, if‘âl babında “birine bir şeye zorlamak”,1187 istif‘âl babında ise “bir şeyin yoğunlaşması”1188 anlamlarında kullanılır. İslam âlimleri sabır kavramını çaşitli şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlamalara göre sabır; “Aklın ve şeriatın gerektirdiği durumlarda nefsini hapsetmek, kendine hâkim olmak”;1189 “Belâ ve mihnetten kaynaklanan üzüntüyü Allah’tan başkasına şikayet etmemektir.” 1190 Sabır umûmî bir anlam ifade eder; ancak değişik durumlarda farklı lafızlarla isimlendirilir.1191 “Savm” kelimesi bu lafızlara örnek olarak gösterilebilir.1192 Mutasavvıflar ise sabır kavramına kendi bakış açılarına uygun yaklaşmışlardır. İbn Ata’ya göre sabır, “musibetler içindeyken, en güzel bir şekilde, edebe riâyet etmektir.” Ebû Alî Dahhâk sabrı, “takdire itiraz etmemek”1193 şeklinde yorumlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de 103 âyette geçen sabır kavramı,1194 Allah’a beslenen hakiki inanışın, imanın, esaslı bir cephesini yansıtır niteliktedir. Sabır, bilhassa düşmanın bitmek bilmeyen taarruzları karşısında gerçek inançta sebat etmek yolundaki bölünmez karalılığa atıfta bulunmaktadır:1195 “(Kafirler) ne derlerse desinler, sen tahammül göster ve güneşin doğuşundan ve batışından evvel Rabb’ini överek tesbih et. Gece de 1186 el-Cevherî, a.g.e., II, 706; İbn Manzûr, a.g.e., VII, 275- 279; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 327. 1187 el-Cevherî, a.g.e., II, 706. 1188 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 275. 1189 er-Râğıb, a.g.e., s. 273. 1190 el-Cürcânî, a.g.e., s. 207; el-Kardavî, Yûsuf, “Sabr”, Mecelletü’l-Ezher, c. IL, sy. 4, Kâhire, 1977, s. 655; Şâmme, Muhammed, Sabr, haz. Hamdî, Mahmûd, el-Mevsû’atü’l-İslâmiyyetü’l-‘Âmme, Kâhire, 1422/ 2001, s. 843. 1191 ‘Uzeyme, a.g.e., s. 250. 1192 Geniş bilgi için bkz. ed-Dâmeğânî, a.g.e., s. 301; İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 387- 388. 1193 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 267; et-Taftâzânî, Sa‘düddîn Mes’ûd b. Ömer (ö.793/ 1390), “Makamu’s-Sabr”, Mecelletü’l-İslâm ve’t-Tasavvuf, Sene, 2, sy. 4, Kâhire, 1379/ 1959 ss. 19- 22. 1194 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 491- 493. 1195 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, ss. 177- 178. 2 59 övgüyle yüceliğini an Rabb’inin.”1196 “Sizi biraz korku, biraz açlık, biraz mal, can ve ürün kaybı ile sınayacağız; ama (Ey Muhammed) kendilerine ne zaman bir musibet dokunsa, “Doğrusu biz Allah’a aitiz ve muhakkak O’na döneceğiz” diyen sabır sahiplerini müjdele.”1197 Sabrın en güzeli, Allah’ın emirlerine riâyet konusunda yapılan sabırdır.1198 Tâat, nimet, belâ, mihnet ve intikâm gibi durumlarda sabır gereklidir.1199 Böylece sabır, kişiyi Allah’ın rızasına ulaştırır.1200 Sabır kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli âyetlerde takvâ kavramı ile birlikte zikredilmiştir.1201 Sabır, takvâ ilişkisinde öne çıkan husus, bu iki meziyeti kendisinde toplayan kişilerin “müttakî” diye adlandırılmasıdır.1202 Âyetlerde bu duruma şöyle dikkat çekilmiştir: “Mûsâ, halkına: “Allah’tan yardım isteyin ve sabırlı olun. Doğrusu bütün dünya Allah’ındır ve O onun kulları arasında kimi severse, ona mîrâs bırakır. Nihaî (mutluluk) müttakîlerindir.” diye seslendi.”1203 Burada Mûsâ (a.s.), kavmine iki şey emretmiş ve onları iki şeyle müjdelemiştir. Hz. Mûsâ’nın kavmine emretmiş olduğu iki şeyden birisi, Allah’tan yardım dilemek; ikincisi ise, Allah’ın belâlarına karşı sabretmektir. Daha sonra da müjdelediği iki şeyden birisi, “Şüphesiz ki, yeryüzü Allah’ındır. Oraya kullarından kimi dilerse mîrâsçı kılar.” âyetinin ifade ettiği husustur. İkincisi ise, “Âkibet müttakîlerindir.” cümlesidir. Buradaki “müttakîlerindir” buyruğu, Allah’tan ittikâ edip, O’ndan sakınan1204 ve sabreden kimselere Allah Teâlâ’nın dünya ve âhirette yardım edeceğine bir işarettir. 1196 el-Kehf, 18/ 28. 1197 el-Bakara, 2/ 155, 156. 1198 el-Nüveyrî, Şihâbüddîn Ahmed b. Abdülvehhâb (677- 773), Nihâyetü’l-Erab fî Funûni’l-Edeb, I- XVIII, Vezâretü’s-Sekâfe ve’l-İrşâd, Kâhire, ts., III, 231. 1199 el-Makdisî, el-Âdâbü’ş-Şer’iyye ve’l-Minehü’l-Mer’iyye, I, 3. 1200 el-Makdisî, Ebû’l-Hasen Alî b. Eyyûb b. Mansûr (ö. 748), “Sabr”, Mecelletü’l-Hikme, sy. 2, Leeds- U.K., 1414/ 1993, s. 132. 1201 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 491- 493. 1202 Demirci, Mehmet, “Kur’ân-ı Kerîm Işığında Sabır Kavramı”, E.Ü.S.B.E. Dergisi, sy. 12, Kayseri, 2002, s. 273. 1203 el-A’râf, 7/ 128. 1204 er-Râzî, a.g.e., XI, 22. 2 60 “Sabret. Senin sabrın, ancak Allah iledir. Onlara karşı tasalanma. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı, endişeye de düşme. Çünkü Allah hiç şüphesiz müttakîler ve muhsinlerle beraberdir.”1205 “Elbette siz sabreder, ittikâ ederseniz ve onlar da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa, Rabb’iniz size nişanlı beşbin melekle yardım edecektir.”1206 “Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür. Şayet size bir fenalık gelirse, onunla sevinirler. Eğer sabreder, sakınırsanız onların hileleri size hiçbir şekilde zarar vermez. Şüphe yok ki Allah, onların yaptıkları her şeyi ihata edicidir.”1207 “Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet bekleşin ve Allah’tan ittikâ edin. Umulur ki, felah bulursunuz.”1208 “Bunlar gayb haberlerdir ki, sana onları vahyediyoruz. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne de kavmin. O hâlde sabret. Hiç şüphesiz ki âkibet müttakîlerindir.”1209 “Fakat birr… sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anlarda sabırlı olanların yaptığıdır. İşte bu kimseler, dosdoğru olanlardır. İşte bunlar müttakîlerin tâ kendileridir.”1210 “Ailene namazı emret, kendin de ona sebat ederek devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni Biz, rızıklandırırız. Âkibet takvâ erbabınındır.”1211 “Ne? Yoksa sen Yûsuf musun?” Diye haykırdılar. “Ben Yûsuf’um.” dedi, “Ve bu da benim kardeşim Allah bize lütfetti. Gerçek şu ki, kişi Allah’a karşı duyarlı ve bilinçli olmaya çalışıyor ve güçlüklere göğüs geriyorsa, bilsin ki, Allah iyilikte bulunanların emeklerini boşa çıkarmaz.” 1212 “Çünkü kim Allah’tan ittikâ eder ve 1205 en-Nahl, 26/ 127- 128. 1206 Âl-i İmrân, 3/ 125. 1207 Âl-i İmrân, 3/ 120. 1208 Âl-i İmrân, 3/ 200. 1209 Hûd, 11/ 49. 1210 el-Bakara, 2/ 177. 1211 Tâhâ, 20/ 132. 1212 Yûsuf, 12/ 90. 261 sabrederse” buyruğunun manası, “Kim Allah’a masiyetlerden ittikâ eder, kaçınır da, insanların eziyetlerine sabrederse Allah onların mükafatlarını zayi etmez.” şeklindedir.1213 Buradaki sabır, takvâya bağlı ve kişinin kendi isteği dahilindeki sabırdır.1214 Sabır hoş olmayan şeylere tahammül etmekten; takvâ da gerekmeyen şeylerden sakınmakdan ibarettir. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek, kötülüklerin artmasına sebep olur. Bundan dolayı da Allah Teâlâ, dünya zararlarını azaltmak için sabrı, âhiret zararlarını azaltmak için de takvâyı emretti. Bu izaha göre, âyet, dünya ve âhiret âdâbını içinde toplamıştır.1215 İnsan, yaşamın zorluklarına, zamanın musibetlerine, insanların eziyetlerine ve düşmanlıklarına, Allah’a ibadet ve O’na itâatte, şehvet ve reaksiyonlarına, iş ve üretime karşı sabretmeyi ve tahammül etmeyi öğrendiğinde, olgun, ideal, mükemmel, faal ve streslere karşı mukavemet gösterebilen, rûhî bunalımlardan emin bir şahsiyet sahibi olur.1216 Sabır kişinin arzu ve isteklerini kontrol altına alması için nefsi ile mücadele etmesini ve nefsini hapsetmesini gerektirir. Böylece insan nefsini kontrol altına alır ve onu yönlendirir. Nefsin yönlendirilebilecek hale gelmesi, sabreden şahsın artık takvâ sınırlarına girdiğinin kanıtıdır. Bu durumda müttakî, kişiliği olgunlaşmış, kemal ve dengeli bir mü’min olup, zatıyla insanlığın yüce değerlerine ulaşmıştır. 2- Karşıt anlamlı kullanımları Her kavramda olduğu gibi takvâ kavramın da anlam alanını belirlemek ancak eşanlamlarının yanında zıt anlamlarını belirlemekle mümkündür. Elbetteki doğrudan ve dolaylı karşıt anlamlı bu kavramlar kendi aralarında itikad ve ahlak sahasında yer almakta ve bu başlıklar altında araştırılmaktadır. a- Doğrudan karşıt anlamlılar Fücür, zenb, cenef, fısk ve ğayy kavramları Kur’ân’da ve İslam literatüründe ittikânın doğrudan karşıt anlamları olarak yer almaktadır. Bu bağlamda bakıldığında 1213 er-Râzî, a.g.e., XIII, 333. 1214 İbn Teymiyye, a.g.e., s. 182. 1215 er-Râzî, a.g.e., VII, 255. 1216 Necati, a.g.e., s. 261. 2 62 sözkonusu kavramların takvânın olumlu yönünün oranında olumsuzluk arzettikleri görülür. aa- Fücur Fücur kavramı, sözlükte, “açmak, yarmak, meyletmek, sapmak, isyan etmek, parçalamak, kesmek, ictinab etmek, bir şeyi derince yarmak” anlamlarına gelir ki, Araplar gecenin karanlığını yardığı için de şafağa “fecr” derler.1217 Kelimenin olumlu ya da olumsuz bütün kullanımları “bir şeyin aslının değişimini, hatta bozulmasını” ifade eder.1218 Istılâhî bir terim olarak fücur, haktan sapmak, hak yolu yarıp, onun düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir.1219 İslam bilginlerinin çoğunluğu fücuru şu çerçevede tanımlamışlardır; er-Râğıb, fücuru, “takvâ örtüsünü yarmak”,1220 el-Cürcânî, “nefsin, insanı şeri’at ve ahlâk ilkelerine aykırı davranmaya sevk eden özelliği”,1221 et-Tehânevî ise “şehvet gücünün ileri dereceye varması”1222 şeklinde tanımlamışlardır. Mutasavvıflar ise fücuru, “çirkin huyların en iğrenci ve belki genel olarak kötü ahlâkın binasının kurulduğu temel” şeklinde betimlemişlerdir. Çünkü rüşvet, hırsızlık, ırza ihanet ve bunun gibi yasaklanmış şeyler hep yanlış yola sapmaktan doğar. Şeytanlık, bozgunculuk, hırs, dünya işlerinde aşırı istek gibi huylar da fücur vasıtasıyla meydana gelir.1223 1217 er-Râğıb, a.g.e., s. 561; ez-Zemahşerî, el-Fâik, III, 90; İbn Manzûr, a.g.e., X, 187- 189; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 464. 1218 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., II, 63. 1219 İbn Manzûr, a.g.e., X, 187- 188; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., II, 64; ez-Zebîdî, a.g.e., III, 465. 1220 er-Râğıb, a.g.e., s. 561. 1221 el-Cürcânî, a.g.e., s. 243; ayrıca bkz. ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, ss. 464- 465. 1222 et-Tahânevî, a.g.e., II, 1115. 1223 Rıfat, Ahmet, Tasvîr-i Ahlâk Sözlüğü, haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, ts., 75- 76; ayrıca bkz. Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e., IV, 7; er-Rûmî, Eşrefoğlu Abdullâh b. Muhammed el- Mısrî el-Kadîrî, Tam Müzekkin Nüfus, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, ts., s. 190 vd; Şar, Selâhattîn, Tasavufun Ana İlkeleri, Dervişleri, Zâhidleri, Arifleriyle İslâm Tasavvufu, Toker Yayınları, İstanbul, ts., ss. 226- 227. 2 63 “F.c.r.” kökü, Kur’ân-ı Kerîm’de 16 sûrede 24 defa geçmektedir. “F.c.r.” maddesi bu kullanımlardan 14 tanesinde isim, 10 tanesinde fiil olarak yer almaktadır.1224 Fıtrî potansiyel olarak fücur bir âyette1225 geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de kelimenin genel kullanılışı “Allah’a karşı işlenen günahlar” anlamındadır. İki yerde kâfirlerle beraber zikredilen1226 “f.c.r.” maddesi, bir defa Allah’tan ittikâ edenlerle ve onlara zıt olarak,1227 bir yerde cennetteki iyi kulların aksine cehennemlikleri vurgulayacak şekilde,1228 bir kere de cehennemin özel bölümü olan “Siccin”deki kâfirleri teşhir etmek üzere kullanılmıştır.1229 Bu kullanımların masdar formu hariç, tamamı Allah’ın ulûhiyetine muhalif olmayı gösterir.1230 Fücur kavramı, sıradan teknik niteliği olmayan ahlâkî bir terim olarak, Kur’ân sonrası literatürde Cahiliyye’deki mühim rolünü oynamaya devam etmektedir. Bazen de ilâhiyatta bu kelimenin “berr” sözcüğü ile belirlenen “müsbet” kategorinin zıddı olarak, mü’min “inançlı” kavramı dahilinde “menfi” kategoriyi temsilde kullanıldığı görülür. Buralarda fâcir kötü davranışlarda bulunan, örneğin şarap içerek günah işleyen bir mü’mine izafe olunmaktadır.1231 İçsel realitesi itibariyle insan varlığı, bir çatışma alanı teşkil eder. Bu alanın en etkin kışkırtıcı aktörü de, dâima olumsuz ya da bozucu ve yıkıcı güç odaklarıdır, negatif enerji yoğunlaşmasıdır… Bundan dolayı, nasıl toplumsal uyum ve dengenin sağlanması için öncelikli olarak olumsuz beşeri tavırlara mukabil zecrî ve cezaî önlemler alınması gerekiyor, olumlu ve ikmal edici önlemlerin de müteakiben gelmesi gerekiyorsa, bireysel insan varlığı da böyledir. Kendisi bir damla endişe ve gerilimin varoluşsal odağında bulunan insanda fücur atışları, fücur infidaları (patlama) baskın ve sarsıcı olabilir. Bu nedenledir ki, insan bakışlarının önce bu noktaya çevrilmesi gerekir. O 1224 eş-Şems, 91/ 8. 1225 Abdulbâkî, a.g.e., s. 624. 1226 Nûh, 71/ 27; ‘Abese, 80/ 42. 1227 Sâd, 38/ 28. 1228 el-İnfitâr, 82/ 14. 1229 el-Mutaffifîn, 83/ 7. 1230 Kılıç, Sadık, Kur’ân’da Günah Kavramı, Hibaş Yayınevi, Konya, 1984, s. 160. 1231 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 254. 2 64 hâlde, objektif ve a posteriori talimin anlamlı olabilmesi, ifadesini bulabilmesi için, onun öncülü olan a priori mantık düzeninin, anlamlı kılıcı ya da anlamsızlaştırıcı ve temellendirici değer skalasının açıklanması, kurulmuş olması gerekmektedir. Daha teknik söyleyişle, dışarıdan uyarıları almaya ve anlamaya müheyyâ kılınması zorunludur.1232 Kur’ân-ı Kerîm “bir ve tek Tanrı’ya inanç” kriterleri çerçevesinde tüm insanî vasıfları “olumlu ahlâkî nitelikler” ve “olumsuz ahlâkî nitelikler” diye birbirine taban tabana zıt iki kategoriye bölmüş; bu tasnifi, bütününe “mü’min- kâfir” ikiliği şeklinde yansıtmıştır. Mü’min sadece takvâ ile ifade edilebilecek işlerle meşgulken1233 kâfir’de fücur ile meşgul olarak dünyevî zevklerin peşindedir. Bu bilgilerden sonra insanın mayasına fıtrî boyutta yerleştirilen fücur ve takvânın tetkik ve tahliline geçebiliriz. ab- Zenb ez-Zenb, ( الذنب ) sözlükte “arka, geri, kuyruk” anlamlarına gelen zeneb’den türemiş olup “sonu kötü olan fiil” demektir.1234 Ayrıca mükellefin gayr-ı meşrû işi olarak da tarif edilmiş1235 olup Kur’ân-ı Kerîm’de küfür, şirk, katil, zina gibi günahlar için kullanılmıştır.1236 Kötülük ve utanç verici işler yapan kişiyi yakalamak anlamında da kullanılan zenb zamanla, yakalanmayı, ayıplanmayı, geri itilmeyi gerektirecek fiiller için kullanılmaya başlandı. Yani zenb, insanın kazandığı mertebe ve yürüdüğü tekamül yolundan geriye çekilmesini veya bu yolda geri kalmasını icab ettiren fiil ve davranıştır.1237 Zenb, genel anlamıyla günah yerine de kullanılır. Izutsu’ya göre ise, İslâm’da günah kavramının kendisini tanımlamak zor değildir. Kur’ân, günahkarın Allah’ın 1232 Kılıç, Sadık, “İnsân Fücur ile Takvâ Ritimleri Arasında “Bir Damla Endişe!”, Ekev Akademi Dergisi, c. I, sy. 4, 1999, s. 11. 1233 Izutsu, a.e., s. 288. 1234 er-Râğıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 331. 1235 et-Tehânevî, a.g.e., I, 507. 1236 Abdulbâkî, a.g.e., s. 517- 518. 1237 Öztürk, a.g.e., s. 654. 265 emirlerine uymayan birisi olduğunu anlatmaktadır. Yani, günah, bir itaatsizlik (masiye) eylemidir, bu da (itaat)in tersidir.1238 Zenb’in çeşitleri vardır. Mesela Züleyhâ’nın Hz. Yûsuf’a duyduğu doğal-cinsel istek bir zenb’dir. “Ey Yûsuf! Sen bundan (olanları söylemekten) vazgeç! (Ey kadın!) Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkarlardan oldun.”1239 Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin ona yaptıkları da zenb ile ifâde edilir. “(Oğulları) dediler ki: Ey babamız! (Allah'tan) bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkarlar idik.”1240 Hz. Mûsâ’nın bir Mısırlıyı yanlışlıkla öldürmesi de zenb olarak isimlendirilmiştir. “Onların bana isnad ettikleri bir suç da var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden korkuyorum.”1241 Zenbin en korkunç olanı, kız çocuklarının diri diri gömülmesidir. “Diri diri toprağa gömülen kıza, sorulduğunda, Hangi günah sebebiyle öldürüldü? diye.”1242 Ayrıca zikredilen âyet de “zulüm” ile “zenb”in anlam yakınlığını göstermektedir. “(Evet, bunların durumu), Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rab’lerinin âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun ailesini (denizde) boğmuştuk. Hepsi de zâlimler idiler.”1243 ac- Cenef Lügatte müterâdifleriyle beraber “bir şeyden sapmak, temayül etmek, haddi aşmak, yönelmek, meyletmek, günaha meyletmek, vasiyette zulmetmek, yürüyüşünde salınıp kibirlenmek, göğsün bir yanı içe doğru kambur olmak, ailesinden veya yakınlarından uzaklaşmak, haktan meyleden, beli eğri, sırtı meyilli”1244 gibi anlamlara 1238 Izutsu, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, s. 50. 1239 Yûsuf 12/ 29. 1240 Yûsuf 12/ 97. 1241 eş-Şuarâ 26/ 14. 1242 et-Tekvîr 81/ 8–9. 1243 el-Enfâl 8/ 54. 1244 İbn Manzûr, a.g.e, IX, 32-34. 266 gelen “cenef” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki ayrı yerde1245 ve hüküm belirten ayetlerde geçmektedir. “Cenef” kavramının birinci kullanış formu el-Bakara suresi 182. ayette şu şekilde geçer: “Ama herkim vasiyet edenin bir hata yaptığından (َجَنًفا) veya (bilerek) bir kusur işlediğinden endişe eder ve bunun üzerine mîrâsçılar arasında bir uzlaşma (ٍاْثًما) sağlarsa (bu nedenle) kendisine bir günah terettüp etmez. Doğrusu Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.” Kur’ânî bir kavram olarak “haktan meyl, doğruluktan sapma”1246 anlamına gelen “cenef” kelimesi bu ayette vasiyet konusunda işlenen kusur1247 için kullanılmıştır. Ayette kasdî olarak yapılan hata anlamındaki “ism”1248 kelimesinin karşıtı konumunda, bilerek yapılmamış bir hataya işaret eder. el-Hasan, ayetteki “cenef” kelimesiyle kastedilenin “vasiyeti akrabalık ilişkisine göre yapmamak” olduğunu söylerken, İbn Abbâs caiz olup olmadığını bilmemek bakımından “cenef”in hata olduğunu söyler.1249 Kavramın ikinci formu olan mütecânif kelimesi ise el-Mâide suresinin 3. ayetinde geçer: “…Günaha eğiliminden değil de (غير متجانف) hayatî bir zaruret sonucu (yasak şeylere) sürüklenenlere gelince, bilin ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.” Ayette ilk olarak yenmesi haram olan yiyecekler zikredilirken arkasından hangi hal ve şartlarda bunların yenilebileceğini belirten ruhsat dairesi çizilir. Bu ruhsat dairesi içinde yer alan (غير متجانف) durumu, “bizzat harama meyletmeksizin”1250 diğer bir deyişle Allah Teala’nın ayetindeki ruhsatın sınırını aşarak ve hoşlanarak onu yemek suretiyle günaha sapmaksızın1251 anlamına karşılık gelir. 1245 Abdülbâkî, a.g.e, s. 179 1246 et-Tabersî, a.g.e., II , 107; er-Râzî, a.g.e., IV, 314 1247 ez-Zemahşerî, a.g.e., I, 334; el-Beydavî, a.g.e., I, 104; el-Âlûsî, a.g.e., II, 55; el-Kurtubî, a.g.e., I, 270; Elmalılı, a.g.e, I, 512. 1248 el-Âlûsî, a.g.e, II, 55; el-Beydavî, a.g.e, I, 104; et-Tabersî, a.g.e, II, 109. 1249 et-Tabersî, a.g.e, II, 109. 267 ad- Fısk Sözlükte, taze hurma kabuğunu yarıp dışarı çıkmak, belirli bir sınırı aşmak, anlamına gelen ve İslam öncesi Arap metinlerinde daha çok bitki ve hayvanlar hakkında kullanılan “f.s.k.” ( فسق ) fiilinden mastar olan “Fısk” kelimesi, Kur’ân terminolojisinde hak yoldan ayrılma, Allah’ın emirlerine itaatsizlik etme, isyan şeklinde özel bir anlam kazanmıştır.1252 Bu anlamı şu âyette açıkça görmek mümkündür: “Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fena bir değişmedir!”1253 Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlere,1254 münafıklara1255 fasık denildiği gibi, günah işleyen mü’minlere1256 de fasık denilmiştir. Günahın küçüğüne de büyüğüne de fısk denir. Ancak daha çok Kur’ân’ın hükümlerini ikrar ettiği halde bunların tamamını veya bir kısmını ihlal eden kimseye fasık ismi verilirken, zâlim fasıktan daha genel, fasık da kâfirden daha kapsamlı biçimde bazı âyetlerde imanın karşıtı,1257 bir kısmında ise dinin emirlerine itâatin karşıtı olarak1258 kullanılmıştır.1259 “Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size îmânı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”1260 Bu âyette “fısk” kelimesinin “küfr” ve “isyan” kelimelerinin ortalarında kullanılması “fısk”ın bu iki kelimeye yakınlığını gösterir. Fısk bir bakıma küfrün “fiilî 1250 el-Beydavî, a.g.e, I, 255; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 594; er-Râzî, a.g.e, VIII, 468; Elmalılı, a.g.e, III, 160; et-Tabersî, a.g.e, VI, 26; ez-Zuhaylî, VI, 86; el-San’ânî, I, 179. 1251 el-Beydavî, a.g.e, I, 255. 1252 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 1185 1253 el-Kehf 18/ 50 1254 bkz. en-Nûr 24/ 55 1255 bkz. et-Tevbe 9/ 67 1256 bkz. en-Nûr 24/ 4 1257 bkz. el-Bakara 2/ 99; Âl-i İmrân 3/ 110; el-En’âm 6/ 49; es-Secde 32/ 18 1258 bkz. el-Bakara 2/ 197; en-Nûr 24/ 4; el-Hucurât 49/ 7, 11 1259 er-Râğıb, a.g.e., s. 636– 637. 1260 el-Hucurât 49/ 7. 2 68 amel”ini ifade eder; yani el, ayak, göz, dil gibi azaların işlediği yasaklanmış ameller fısktır ve bunları işleyen mü’min, itikâdî yönden, imanda ise de, işlediği fiil yönüyle fısk içindedir. “Mü’mine sövmek fısk ve onunla savaşmak küfürdür”1261 hadisi de fısk ve küfrün farkını göstermektedir.1262 Büyük günah işleyen kimsenin durumu hakkında görüş ayrılığı vardır. Ehl-i Sünnet böyle bir kişinin kendisinde iman olduğu için kâfir olmadığını fakat günahkar olduğunu söylerken, Hâricîler kâfir olduğunu, Mu’tezile ise böyle bir kişinin ne mü’min ne de kâfir olacağını, iman ile küfür arasında “fısk” ismi verilen bir mertebede olduğunu (el-Menzile beyne’l-Menzileteyn) söylemiştir.1263 Adalet kavramının karşıtı olarak da fısk, kişinin büyük günahları işlemesi, küçük günahları işlemekte ısrar etmesi veya farzları terketmesi, haramları işlemesi, kötü davranışlarının iyi davranışlarından çok olması şeklinde zâhirî bir vasıf olarak tanımlanmıştır.1264 ae- Ğayy Lügatte müterâdifleriyle beraber “şaşırtmak, azdırıp doğru yoldan uzaklaştırmak, şaşırmak, hedefe ulaştıracak yoldan ayrılmak, toplanıp kötülük üzerinde yardımlaşmak, azgın ve sapkın adam, karanlığı ile (tamamen) örten, iki yüzlü adam, kalabalık, azacak yer, tehlikeli yer, cehennemdeki bir vadinin nehri, çekirge, hazımsızlık”1265 gibi anlamlarda kullanılan “ğayy” kavramı, İsfehânî’ye göre kökünde batıl itikattan doğan bilgisizlik anlamını taşır.1266 Kur’an-ı Kerim’de 22 yerde geçen1267 bu kavram bir kimsenin doğru ve müstakim olmayan bir yola girmesi durumunu anlatır1268 ki, itikâdî veya fikrî bir konu hakkındaki sapkınlığı ifade etmesine rağmen mutlak anlamda dalâlet için 1261 el-Buhârî, a.g.e., “el-Îmân”, 45; el-Buhârî, a.g.e., “el-Edeb”, 44; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 439. 1262 Ünal, a.g.e., s. 324. 1263 Kılavuz, a.g.e., s. 86- 87. 1264 el-Kâşânî, a.g.e., VI, 268. 1265 İbn Manzûr, a.g.e, XV, 140- 143. 1266 er-Rağıb, a.g.e, s. 551. 1267 Abdülbâkî, a.g.e, s. 506 1268 er-Râzî, a.g.e, V, 426 269 kullanılmaz.1269 Nitekim en-Necm suresi 2. ayette Hz. Peygamber hakkında yapılan değerlendirme de bu anlamı net bir şekilde ortaya koyar. (َّل صاحبكم ifadesi ile (ما َض Peygamber’in hak yoldan çıkmadığı, devamındaki (وما غوى) ifadesiyle de hiçbir zaman batıla inanmadığı anlatılır. Çünkü (غّى) fâsid itikatla beraber, cehalettir.1270 Ve Rüşd’ün zıddıdır.1271 Ğayy’ın, rüşd’ün zıddı olduğuna en kati delil Kur’an’dan elimize geçer. ( قد تبين Artık rüşd ile ğayy birbirinden ayrılmıştır.)1272…) (الرشد من الغّى Bazı müfessirler aklî ve naklî deliller yardımıyla ayetteki ğayy kelimesinin küfür, karşıtı konumundaki rüşd kelimesinin ise iman anlamına geldiğini belirtirler.1273 Bu görüşe yakın diğer bir görüş ise kelimelerin hak ve batıl anlamlarına geldiğidir.1274 Muhammed Esed ise ayeti şu şekilde tercüme eder: “Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır.”1275 Benzer bir kullanım el-A‘râf, suresi 146. ayette karşımıza çıkar: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzak tutacağım: Çünkü onlar (hakikatin) her türlü belirtisini görseler de ona inanmazlar; ve (yine) onlar doğruluğa götüren yolu (sebîle’r-rüşd) pekala görüyor olsalar bile, onu izlenecek yol olarak seçmezler. Ayetlerimi yalanlamalarından ve onlara karşı ilgisiz kalmalarındandır bu.” “Dalalet yolu” ile özdeşleştirilen1276 sebilü’l-ğayy ifadesi, ayette kendi sübjektif yargılarını, karşısında vahiy bile olsa, geçerli tek ölçü olarak gören kimselerin tercihini yansıtır.1277 1269 el-Kurtubî, a.g.e, III, 279. 1270 el-Âlûsî, a.g.e, XXVII, 45. 1271 el-Âlûsî, a.g.e, XXVII, 45; er-Râzî, a.g.e, V, 426. 1272 el-Bakara: 2/ 256. 1273 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 387; el-Beydavî, a.g.e, I, 135; er-Râzî, a.g.e, II, 256;et-Tabersî, a.g.e, I, III, 306. 1274 et-Taberî, a.g.e., III, 18; er-Râzî, a.g.e, II, 256; et-Tabersî, a.g.e, VI, 306. 1275 Esed, a.g.e., s. 77. 1276 el-Âlûsî, a.g.e, IX, 62. 1277 Esed, a.g.e, s. 301. 270 İlginçtir ki, kelime, bir yer hariç (el-Bakara: 2/ 256), tamamen Mekkî surelerde geçmekte ve birinci derecede sapmak, ikinci derecede de Allah’ın varlık ve zatına karşı olumsuz tavır almakla alakalıdır.1278 Kelime Allah’a şirk,1279 batıla inanmak,1280 Allah’ın ayetlerini bir kenara atıp şeytana uymak,1281 tâğuta uymak1282 gibi kullanımların yanında Hz. Adem’in suç işlemiş olduğunu1283 ifade için de kullanılmıştır. Ğayy kavramının müştaklarından olan “iğvâ” kavramı ise “yolunu şaşırtmak” anlamında kimi ayetlerde Allah’a,1284 kimi ayetlerde ise şeytana1285 ve putlara1286 izafe edilmiştir. “İğvâ” ayetlerde daha çok insanları yoldan çıkarmayı amaç edinmiş İblis için kullanılır1287 ve Kur’an’da pek çok insanın şeytanın iğvâsına kapılabileceği, ancak ihlaslı olanların kurtulabileceği zikredilir.1288 b- Dolaylı karşıt anlamlılar Genel olarak bakıldığında ittikânın karşısına konulabilecek pek çok kavram bulunmaktadır ancak burada temsili olarak onlardan sadece bir kısmı ele alınmış ve bu kavramların kapsamında konuya değinilmeye çalışılmıştır. ba- İtikadi alanda İttikânın dolaylı müteradiflerinde itikâdî alana ait olanlarının işlenmesi bu alanda da aynı bağlamda karşıt anlamlılar incelenmsi sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla bu başlık altında ittikânın şirk ve küfr kavramları çerçevesinde itikâdî zıt anlamlıları ele alınmıştır. 1278 Kılıç, a.g.e, s. 146 1279 eş-Şuârâ: 26/91, 94 1280 en-Necm: 53/2 1281 el-A’râf: 7/175 1282 el-Bakara: 2/256 1283 Tâhâ: 20/121 1284 Hûd: 11/34 1285 el-A’râf: 7/16; el-Hicr: 15/39 1286 es-Saffât: 37/32 1287 el-Hicr: 15/39; Sâd: 38/82 1288 Sâd: 38/83. 271 1) Şirk Şirk kavramı, sözlükte, “ortak koşmak, ortak tanımak” manalarına gelmektedir. Aynı kökten gelen “şirket” kelimesi “ortaklık” anlamındadır ve iki ya da daha fazla kişinin maddî veya mânevî alandaki ortaklıklarını ifade eder. “ş.r.k.” kökünün if’âl babından ism-i fâili olan “müşrik” kelimesi de ortak koşan anlamındadır.1289 Istılâhî olarak şirk kavramı, zâtında, sıfatlarında, ulûhiyetinde, rubûbiyyetinde ve ubûdiyyetinde Allah’a ortak koşmaktır.1290 Şirk kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de, yaklaşık 170 âyette geçmektedir.1291 Kur’ân’da, şirk, “Allah’a kendisinin dışında bir şeyi eşit kılmak, tâatte O’nun dışındakilere ibadet etmek, kişinin amellerinde riyânın bulunması”1292 gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Kur’ân Allah’ın varlığının insan tarafından benimsenmesini, onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O’nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. O’nun birliğini ifade eden âyetler, varlığını belirten âyetlerden çoktur. Gönünen o ki, Allah’ın birliği sonucuna ulaşmak; bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O’nun varlığını benimsemekten zordur; çünkü Allah’ın varlığı daha çok aklın fonksiyonlarını ilgilendirdiği hâlde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır. 1289 er-Râğıb, a.g.e., s. 259; İbn Manzûr, a.g.e., VII, 99- 101; el-Cürcânî, a.g.e., ss. 200- 201. 1290 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 328; ayrıca bkz. ed-Dıhlevî, a.g.e., I, 205, 224, 289, II, 225, 572; Abdülazîm, Alî, “eş-Şirkü’l-Hafî”, Mecelletü’l-Ezher, c. IIL, sy. 4, Kâhire, 1976, ss. 533- 541; Safvet, Hâmid Mübârek, eş-Şirk, işrâf, Mahmûd Hamdî, el-Mevsû’atü’l-İslâmiyyetü’l-‘Âmme, el- Meclisü’l-A’lâ li’ş-Şu’uni’l-İslâmiyye, Kâhire, 1422/ 2001, ss. 803- 805; en-Nedvî, Ebû’l-Hasen Alî el-Hasen, el-İmâm es-Serhendî Hayatuhu ve ‘Amaluhu, Dâru’l-Kalem, Kuveyt, 1403/ 1983, ss. 225- 227; Muhammed Şekara, ‘Îsâ Zeki ‘Îsâ, el-İkrâh ve Eseruhu fi’t-Tasarrufât, 2.bs., Müessesetü’r- Risâle, Beyrût, 1407/ 1987, ss. 95-97; Kapar, M. Alî, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in Müşriklerle Münâsebeti, Esra Yayınları, İstanbul, 1993; Bilgin, Muhammed, Kur’ân’a Göre Şirk ve Müşrikler, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Bursa, 1992; Çakıcı, Alî, Kur’ân-ı Kerîm’de Şirk Kavramı ve Günümüz Açısından Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri, 1995; Macit, Nadim, “Kur’ân Açısından Sahte Tanrısallık-Peygamberler ve Azizlerin Tanrılaştırılması”, İlim ve Sanat, sy. 37, İstanbul, 1993, ss. 19-23; Tunç, Cihat, “Şirk (Ortak Edînmek) ve Günah Problemi”, E.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 11, Kayseri, 2001, ss. 29- 35. 1291 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 466- 469. 1292 ed-Dâmeğânî, a.g.e., s. 282; İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 371- 372. 272 Allah’ın birliğinden bahseden ve çoğu Mekkî olan âyetler, doğrudan tevhidi telkin edenler veya şirki reddedenler olmak üzere iki grub hâlinde düşünülebilir. Muhtelif âyetlere göre ulûhiyyetde şirk Allah’a ortak tanımaktır ki,1293 bu, şerîk (ortak), küfüv, küf’ (denk, benzer), velî veya vâlî (dost, efendi), nid (özünde benzeri), şefi’ (şefa’atçi), ve şehîd (yardımcı, lehte şâhidlik yapan)1294 kavramları ile ifade edilmektedir. Şirkin temelinde hevâ ve hevesine, nefsinin tutkularına kul olan insanların tevhide başkaldırışı yatar. Bütün müşrikler ve müşrik toplumlar çoğunlukla ahlâkî açıdan problemli, arzularının ve tutkularının peşinde koşarak zulm, bağy ve fesad1295 içerisinde olan kimseler ya da topluluklardır.1296 İnsanlığın çoğunluğunun, Tanrı’nın varlığında ittifâk etmiş olduğu gerçeğine binâen Kur’ân-ı Kerîm de, “Allah’ın varlığı”ndan ziyâde “Allah’ın birliği” üzerinde önemle durmuş ve bu birliğin kabul edilmemesindeki etkenin müşriklerin bundan habersiz olmaları durumu değil menfa’atleriyle kaçışması sebebiyle bile bile kabul etmeme tavrı olduğunu özellikle belirtmiş ve bu davranış konusunda Allah’tan sakınmalarını şiddetle vurgulamıştır: “De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O, kulaklara ve gözlere mâlik olan kim? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yönetiyor?” Onlar derler ki: “Allah!” De ki: “O hâlde ittikâ etmez misiniz?” İşte, sizin gerçek Rabb’iniz olan Allah, bunları yapandır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra delâletten başka ne kalır? O hâlde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?”1297 Allah Teâlâ, genel ve küllî bir ifade ile “İşleri kim yönetiyor?” buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ’nın, gerek ulvî âlemde, gerek suflî âlemde, gerek ruhlar, gerekse bedenler âleminde bulunan düzenlemeleri sonsuzdur ve 1293 Topaloğlu, Bekir, “Allah”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1989, II, 478. 1294 er-Râğıb, a.g.e., s. 259; Abdülbâkî, a.g.e., ss. 466- 469. 1295 Ünal, Alî, a.g.e., s. 335. 1296 el-A‘râf, 7/ 80- 81, 85- 86; el-‘Ankebût, 29/ 29; eş-Şu‘arâ, 26/ 146- 151, 128- 130; Yûsuf, 12/ 23, 25, 28- 30, 31, 35; el-Hicr, 15/ 3; Fussilet, 41/ 7; Kâf, 50/ 25- 26; el-Kalem, 68/ 10, 14; el-Hâkka, 69/ 33- 34; el-Müddesir, 74/ 12- 16, 43- 46. 1297 Yûnus, 10/ 31- 32. 2 73 bunların hepsini dile getirmek âdetâ imkânsızdır. Bundan ötürü, Allah, diğerlerine de delâlet etsin diye, yaptığı bazı ayrıntılı izâhların peşinden, küllî ve genel sözler zikretmiştir. Daha sonra da Hz. Peygamberin, bu hâlleri yönetenin kim olduğunu, o müşriklere sorması durumunda onların, “Allah’tır” cevâbını verecekleri şeklinde bir açıklamada bulunmuş ki bu, âyetteki sözün muhatabları (olan müşriklerin) Allah’ın varlığını kabul ve ikrâr ettiklerine delâlet eder. Bunlar, putlara ibadet etmeleri hususunda, “o putlar bizleri Allah’a daha fazla yaklaştırır ve onlar Allah katında bizim şefâ’atçilerimizdir” diyenlerdir. Hâlbuki o müşrikler, putların kendilerine fayda ve zarar veremeyeceklerini de bilirlerdi. İşte bundan ötürü, Allah Teâlâ, peygamberine: “De ki: “o hâlde (Allah’tan) ittikâ etmez misiniz?” yani “Dünya ve âhiretteki her türlü hayrın, ancak Allah’ın rahmet ve ihsanından kaynaklandığını ve bu putların kesinlikle ne fayda ne de zarar vereceklerini kesin kabul etmenizin yanı sıra, bu putları, inanç ve ibadetlerinizde Allah’ın eşi ve ortağı tutmaktan ittikâ edip sakınmaz mısınız?” buyurmuştur.1298 Yine Cenâb-ı Hakk, iman ve ibadet konusunda Allah’tan sakınmayı ve bu hususlarda müşriklerin yaptıklarından uzak olmayı emretmiştir: “Hepiniz O’na dönün, O’ndan sakının ve namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.”1299 Bu ise “iman ettikten sonra müşrik olmayınız ve böylece Allah’tan başkasını gaye edinmeyiniz1300 ve Allah’tan sakınınız” demektir. 2) Küfr Küfr kavramı, sözlükte, “örtmek, gizlemek, nankörlük etmek, ele geçen menfa’atleri örtmek, yani bilmemezlikten gelmek bu sûretle de nankör olmak” manalarına gelmektedir.1301 Şer’i olarak küfür kavramı, imanın tam zıddı olarak kullanılır. Allah’ın yaratmış olduğu insan her şeyini, varlığını O’na ve sonsuz rahmetine borçludur. Bütün bu nimetlere karşılık insan Allah’a karşı minnet beslemek 1298 er-Râzî, a.g.e., XII, 370. 1299 er-Rûm, 30/ 31. 1300 er-Râzî, a.e., XXV, 120. 1301 İbn Manzûr, a.g.e., XII, 118- 124. 2 74 durumundadır. İşte bu minnettarlık ifadesini yansıtan insan mü’min –kemal noktasında müttakî-; yansıtmayan ise “ nimet vereni bilmemezlikten gelen, dolayısıyla ona karşı nankör olan1302 ve fıtrî yeteneğini köreltip örten” anlamında kâfirdir. İmanı kalbin tasdiki, dilin ikrârı ve dinî görevleri yerini getirme şeklinde tanımlayan Hâricî, Mu’tezilî ve Şiî kelamcılarına göre küfür bu üç rukünden birinin terk edilmesiyle gerçekleşmektedir.1303 Küfür kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 522 yerde geçmektedir.1304 Şirk, Kur’ân’da, “inkar, cuhûd, nimeti inkar, teberrî” gibi manalarda kullanılır.1305 İnsânın yaratıcısıyı reddi olarak küfr, en tipik biçimde, küstahça, hoyratça, ve düşüncesizce sergilenen çeşitli eylemlerde kendini belli eder. “Kibirli şişinmek” demek olan “istikbâr” ve şahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan “istiğnâ”nın yanında, küfr, “tadarru’”un (“alçakgönüllülüğün”) tam karşıtını oluşturmakta ve İslâm’ın genel din anlayışının hakîkaten merkezi öğesi olan “Allah’tan ittikâ” (“takvâ”), fikri ile doğrudan çakışmaktadır.1306 “Müttakîlere va‘d edilen cennetin sıfatı (şudur): “Altından ırmaklar akar onun. Yemişleri ve gölgeleri dâimdir. İşte ittikâ edenlerin âkibeti. Kâfirlerin sonucu ise ateştir.”1307 “Göklerde ve yerlerde olan şeyler Allah’ındır. Yemin olsun ki biz, sizden evvel kitab verilenlere de, size de “Allah’a saygılı olun” diye tavsiyede bulunduk. Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki, göklerde ve yerlerde olan şeyler Allah’ındır. Allah ganî ve hamîddir.”1308 Âyetteki “eğer kâfir olursanız” sözü “Allah’tan ittikâ edin …” sözü üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana, “hem sizden öncekilere, hem size takvâyı 1302 ez-Zemahşerî, Esâsü’l-Belâğa, s. 547; el-Cürcânî, a.g.e., s. 266. 1303 Sinanoğlu, Mustafa, “Küfür”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), Ankara, 2002, XXVI, 535; Kasapoğlu, a.g.e., s. 165. 1304 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 709- 715. 1305 ed-Dâmeğânî, a.g.e., ss. 402- 403; İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 515- 516. 1306 Izutsu, Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 199. 1307 er-Ra‘d, 13/ 35; en-Nahl, 16/ 27- 32. 1308 en-Nisâ, 4/ 131. 2 75 emrettik; hem onlara, hem de size, “eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir” dedik” şeklindedir.1309 “k.f.r” kökü ile ittikâ arasındaki zıt ilişki kelimenin kök anlamı olan “örtmek, gizlemek” manaları çerçevesinde ele alındığında; insan için lutüfkâr fiillerinden dolayı Allah’a şükran duymak müttakî kulların dinî bir vazifesi olduğu gibi Allah’ın da elçisi vasıtasıyla iletmiş olduğu ilâhî çağrıya cevaben takvâ sahibi mü’minin yerine getirdiği güzel fiilleri, asla karşılıksız bırakarak göz ardı etmeyeceğini ve değersiz kılmayacağını; bilâkis, yapılanlara karşılık günahları örteceğini ve ganî karşılık vereceğini haber vermesi, hususu açıkça görülür: “İşte bu, Allah’ın size indirdiği emirdir. Kim Allah’tan ittikâ ederse, O, onun kusurlarını örter, onun mükâfatlarını büyütür.”1310 “Ey iman edenler, eğer Allah’tan ittikâ ederseniz, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir Furkân verir, suçlarınızı bağışlar ve size mağfiret eder. Allah büyük fazl-u ikrâm sahibidir.”1311 “Eğer ehl-i kitab iman edip de müttakîlerden olsalardı, onların günahlarını elbette örter ve elbette onları nimeti bol cennetler sokardık.”1312 bb- Ahlâkî alanda İttakânın temelde ahlak alanına ait bir kavram olması takvânın ahlâkî karşıt anlamlarının işlenmesini zorunlu kılmıştır. Adalet, birr vb. davranışların takvâya uygunluğu derecesinde zülüm, ‘udvân vb. davranışlar takvâya karşıttır. 1) Zulüm Zulüm kavramı, sözlükte, “bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak veya bir şeyi yerine koymamak, noksan yapmak, cevr ve haddi aşmak ve doğru yoldan sapmak” gibi manalara gelmektedir.1313 Bir şeyin yerinden başka bir yere konması; ya o şeyi noksan yapmak, ya da ziyade etmek ve yahut da zaman veya mekanından 1309 er-Râzî, a.g.e., XI, 70. 1310 et-Talâk, 65/ 5. 1311 el-Enfâl, 8/ 29. 1312 el-Mâide, 5/ 65. 1313 İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 623- 628; ez-Zebîdî, a.g.e., VIII, 383. 276 saptırmak sûretiyle olur.1314 Yine bu kavram; haddi aşmak, doğru yoldan sapmak, haksızlık etmek, başkasının hakkını yemek veya hakkını eksik vermek, hak sahibinin hakkına engel olmak, ceza, ezâ, gadr ve eziyet etmek, başkasının mülkünde tasarrufta bulunmak, aslında yapılmaması gereken şeyi yapmak, yanlış ve uygun olmayan harekette bulunmak demektir.1315 Zulüm, batılı hakk yerine koymaktır.1316 Zulüm kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün türevleriyle beraber 315 yerde geçmektedir. “Z.l.m.” kökü; Kur’ân’da, bir defa ism-i mef’ûl, 135 kez ism-i fâil, 74 kere mübâlağalı`ism-i fâil, 20 defa isim, 16 kez ism-i tafdîl, 110 kere fiil olarak; “zulmet” kelimesinin çoğulu olan “zulümât” ise 23 yerde geçmektedir.1317 Zulüm kavramı, hem inanç, hem amel sahasında olumsuzluk ifade eden bütün kavramların yüklendiği manayı yüklenmiştir. Başka bir ifadeyle, insanın en büyüğünden en küçüğüne kadar gerek Allâh’a gerek insanlara ve topluma ve gerekse insanın kendisine karşı haksız, yanlış, yersiz, uygunsuz, zamansız eksik ve fazla… her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlarını anlatan bütün kavramların manalarını tek başına ifade eder. Zulmü işleyen de zulümden zarar gören de insandır. Çünkü insan çok zâlim, çok câhil ve çok nankördür. Allah, âlemde hem yaratılışı ve hem de verdiği nimetlerin çokluğu sebebiyle en fazla değeri insana vermiş olmasına rağmen, Allah’a en çok isyan eden ve zulüm işleyen de insandır. İnsanın çok zâlim olmasında kendinden ve dışarıdan gelen etkenler vardır. İnsan zayıf yaratılmıştır, çok aceleci, cimri, sabırsız, ümitsiz, şımarık, azgın, düşman, 1314 er-Râğıb, a.g.e., s. 315; ez-Zebîdî, a.e., VIII, 383; İbn Kuteybe, Kitabu ‘Uyûni’l-Ahbâr, I, 74- 79; en- Nüveyrî, a.g.e., VI, 39- 41; ‘Uzeyme, a.g.e., ss. 257- 260; Kal’acî, a.g.e., II, 240- 242; Ulutürk, Veli, “Kur’ân-ı Kerîm’de Zulüm Kavramı”, E.A.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 9, Erzurum, 1990, ss. 120- 142; Özzeybek, Mûsâ, Kur’ân’da Zulüm Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 1992; Kutlay, Mehmet, Kur’ân-ı Kerîm’de Zulüm Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Bursa, 1994. 1315 Karagöz, İsmail, Kur’ân’a Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsân, Çelik Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 61. 1316 el-Cürcânî, a.g.e., s. 219. 1317 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 533- 539. 2 77 mücâdeleci, nankör ve câhildir. Hevâ ve hevesine düşkündür. Dünya hayatının câzibesine ve şeytanın hile ve desiselerine aldanır. Neticede yolunu şaşarır ve zulme düşer.1318 Zulüm kavramının yukarıda sayılan bütün menfî özelliklerinin tam karşısında aynı derecede müsbet nitelikleri taşıyan takvâ kavramı bulunur ki, o da insanın bütün olumlu inanç, söz, fiil ve davranışlarını içine alır. Kur’ân-ı Kerîm takvâ ve zulüm kavramları arasındaki bu ilişkiyi farklı şekillerde ortaya koyar: “Onlara Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar, (Allah’a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi de ikisinden birisininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı. O, “seni elbette öldüreceğim” demişti. (beriki de şöyle) demişti: “Allah ancak müttakîlerden kabul buyurur. Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, kâinatın Rabb’i olan Allah’tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de cehennem ehlinden olasın.” İşte zâlimlerin cezası budur.”1319 “Sizden hiç biriniz müstesnâ olmamak üzere, mutlaka cehenneme uğrayacaktır. Bu, Rabb’inin üzerine kat’i olarak aldığı, hükmettiği bir şeydir. Sonra takvâya erenleri kurtaracağız. Zâlimleri ise, orada diz üstü düşmüş bir hâlde bırakacağız.”1320 “Sonra seni de, din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Dolayısıyla sen ona tâbî ol. Câhillerin hevâ-ü heveslerine uyma. Çünkü onlar, (Allah’ın iradesinden) hiçbirşeyi senden katiyen defedemezler. Şüphe yok ki, zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakîlerin dostudur.”1321 Kur’ân’a göre, insan dünya hayatında imtihan hâlindedir.1322 İnsan, dünyada, iman- küfür, ihlas-nifak, tevhid-şirk, itâat-isyan, hayır-şer, iyi-kötü, doğru-yanlış, ittikâ- cürm, zulm-adalet… bütün yaptıklarından sorumludur ve bunlar Allah tarafından tespit edilmektedir.1323 Ölüm insan hayatının ebediyen sona ermesi demek değildir. Kıyâmet 1318 Karagöz, a.g.e., ss. 304- 305. 1319 el-Mâide, 5/ 27- 29. 1320 Meryem, 19/ 71- 72. 1321 el-Câsiye, 45/ 18- 19; benzer âyetler için bkz. en-Nisâ, 4/ 77; el-Enfâl, 8/ 25. 1322 el-Mülk, 67/ 2. 1323 el-Câsiye, 45/ 29. 2 78 kopunca insanlar dirilecek, mahşerde toplanacak ve hesaba çekilecektir.1324 İlâhî terazi kurulacak, ameller tartılacak1325 iman sahibi olup ilâhî terazide sevabı çok gelenler cennete, günahı çok olanlar cehenneme gideceklerdir.1326 Kâfirler ise ebediyen içinde kalmak üzere cehennem ateşine atılacaktır. Kâfirlerin imanları olmadığı için iyi amelleri de boşa gitmiştir.1327 Herkes iman ve ameline, küfür ve isyanına göre ceza veya mükafat görecektir. Bu ceza ve mükafat insanın dünyada yaptıklarının karşılığıdır.1328 Hiç kimse suçsuz yere cezalandırılmaz; zâlimin cezası artmadığı gibi müttakînin sevabı da eksilmez. Müttakîlere itâat ve iyilikleri dolayısıyla bir lutüf olarak fazlası verilebilir ancak zâlimlere isyan ve zulümlerinden ötürü verilecek ceza hak edilenden zerre kadar bile fazla olmayacaktır. 2) ‘Udvân ‘Udvân kelimesi, sözlükte, “haddi aşmak, zulmetmek, tecavüz etmek” manalarına gelmektedir.1329 Şeri olarak ‘udvân kavramı, ilâhî sınırlar ve Allah’ın emirlerine uymamak konusunda haddi aşmak, anlamında kullanılmaktadır.1330 ‘Udvân kavramı, Kur’ân-ı Kerîm’de 105 civarında âyette geçmektedir.1331 ‘Udvân kelimesi ile gayri meşru yollarla mal kazanıp yine gayri meşru yollarda harcamak, başkalarını veya kendini öldürmek yahut ölümüne sebep olacak fiilleri işlemek sûretiyle insanın hem kendisine, hem de başkasına zulmetmesinin1332 yanında Allah’ın emirlerine uymayarak ilâhî haklara tecavüz etmek, kasdedilmiştir. Takvâ ise bunun tam karşısında yer alarak “hudûdullah”a tam riâyeti dolayısıyla insanın hem ilâhî hakları hem de kendisinin ve başkasının haklarını teslim etmesini ifade eder. 1324 Karagöz, a.g.e., s. 148. 1325 el-A‘râf, 7/ 8- 9; el-Enbiyâ, 21/ 47. 1326 el-Kâri‘a, 101/ 6- 8. 1327 el-Mâide, 5/ 5. 1328 Karagöz, a.g.e., s. 148. 1329 İbn Manzûr, a.g.e., IX, 91- 97. 1330 ed-Dâmeğânî, a.g.e., s. 336; İbnü’l-Cevzî, Nüzhet, ss. 432- 433. 1331 Abdülbâkî, a.g.e., ss. 551- 553. 1332 Karagöz, a.g.e., s. 194. 279 ‘Udvân ve takvâ kavramlarının sözkonusu karşıtlığı şu âyetlerde en güzel söylemini bulmuştur: “Siz ey imana ermiş olanlar! Allah’ın koyduğu sembollere ve kutsal [Hacc] ayına, süslenmiş kurbanlıklara, Rabb’inin lütuf ve rızasını isteyerek Beytu’l-Harâm’a koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayın; [ancak] hacc göreviniz bittikten sonra serbestçe avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Harâm’dan alıkoyanlara karşı öfkeniz, saldırganlık yapmanıza yol açmasın; erdemi ve ilâhî sorumluluk bilincini (takvâyı) geliştirmede birbirinizle yarışın, günah işlemede ve haddi aşmada değil; Allah’a saygılı olun. Şüphesiz ki Allah cezalandırması şiddetli olandır.”1333 “[O hâlde] ey iman etmiş olanlar, gizli konuşmalarınızda, kötü fiiller, saldırgan davranışlar ve Elçi’ye itâatsizlik niyetiyle fesad kurmayı bırakın; [bunun yerine] fazilet ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci üzerinde görüşmeler yapın; ve [her zaman] huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.”1334 Allah Teâlâ, Yahudi ve münafıkları, günah, düşmanlık ve peygambere isyan konusunda fısıldaştıkları için kınayınca, bunun peşinden Hz. Peygamber(s.)’in mü’min olan ashabını, onların yollarının benzeri bir yola girmekten nehyetmek üzere “günahı, yani, onlara has olan çirkin şeyleri; düşmanlığı, yani başkasına zulmetmeye götüren şeyleri ve peygambere isyanı, yani, ona muhalif olan şeyleri fısıldaşmayın…” buyruğunu getirmiştir. Ve mü’minlere, “iyiliği, yani düşmanlığın zıddı olan şeyi ve takvâyı, yani, itâatleri yapıp masiyetleri terk etmek gibi insanı günahtan koruyan şeyi fısıldaşın…”diye emretti.1335 İnsanların, düşmanlık ve haddi aşma hususunda birbirlerine yardım etmeleri; bir insan diğerine karşı haddi aştı diye, onun da misliyle mukabele ederek haddi aşması doğru ve ahlâkî değildir. Fakat yapılması gereken, bunların yani, günah işleme ve haddi aşmanın tam karşısında yer alan iyilik ve takvâ hususlarında yardımlaşmadır.1336 1333 el-Mâide, 5/ 2. 1334 el-Mücâdele, 58/ 9. 1335 er-Râzî, a.g.e., VIII, 453. 1336 er-Râzî, a.e., XXI, 377. 2 80 III- KUR’ÂN’DA “TAKV” KAVRAMININ HEDEFLERİ Allah Teâlâ, kainatın yaratılışının bir hikmete mebnî olmadığını düşünen kâfirlere, bu konuda yanıldıklarını bildirmek üzere şöyle bir ikazda bulunmuştur: “O göğü, o yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi Biz boşuna yaratmadık. Bu, o inkar edenlerin zannıdır. Bu yüzden ,inkarcılara ateşten helâk vardır. Yoksa Biz iman edip de güzel ibadetler edenleri, yeryüzünde fesad çıkaran (kâfirler) gibi mi tutacağız? Yahut müttakîleri, fâcirler gibi mi sayacağız?”1337 Adalet ve hikmet sahibi Allah elbette, birbirinin zıddı bu iki grubu aynı kefeye koymayacaktır. Hem dünyada onlara farklı muameleler yapacak, emrine itâat edip yasaklarından sakınan müttakîleri maddî ve manevî yardımlarıyla destekleyecek1338 hem de âhirette onlara en güzel karşılığı verecektir. Emirlere itaat edip nehiylerden sakınan müttakîler, kâfirler gibi kılınmaz. Zira bunlarıeşit tutmak adalete aykırıdır.1339 A- Gözettiği Temel (Aslî) Hedefler İttikânın gözettiği aslî gayeler islamın gözettiği temel gayelerle paraleldir. Çünkü müttakî bir mü’min aslında islamın oluşturmak istediği örnek kişiliktir. Müttakî dünya ve âhiret azaptan kurtulmuş ve yine dünya ve ahrette mutluluğa ermiş kimsedir. 1- Dünyevî ve uhrevî azaptan kurtulma Kur’ân-ı Kerîm’de, geçmiş ümmetlerin kıssaları anlatılırken, umumiyetle hâdiseler, inkarda ısrar edenlerin helakı ile neticelenmiştir. Fakat helak olan kavimlerin içinden peygamber ve inananlar kurtarılır. Örnek olarak, Allah Teâlâ, Semûd kavminin helakını anlattıktan sonra:1340 “Biz, iman edip ittikâ edenleri kurtardık.”1341 buyurmuştur. Bu ifadede, onların iman ve ittikâları sayesinde kurtuluşa erdirildikleri1342 gerçeği vurgulanmaktadır. Bu durum itikânın dünyadaki faydaları arasındadır. 1337 Sâd, 38/ 27- 28. 1338 Cebeci, a.g.e., s. 183. 1339 Vehbi, a.g.e., XII, 4790. 1340 Cebeci, a.g.e., s. 188. 1341 en-Neml, 27/ 53; benzer bir âyet için bkz. el-Fussilet, 41/ 18. 1342 el-Beydâvî, a.g.e., II, 179; el-Âlûsî, a.g.e., X, 209. 2 81 2- Dünyevî ve uhrevî mutluluğa kavuşma “Kim elinde bulunandan verir, ittikâ eder ve en güzel söz olan Allah’ın birliğini doğrularsa onun işlerini kolaylaştırırız.”1343 Yani dünyada Allh’ın razı olduğu ibadetleri yapma1344 ve nehiylerinden sakınma kolaylığı,1345 âhirette de cennet kolaylığını1346 kastetmektedir. İstikamet ve işlerin kolaylaştırılması ile ilgili aşağıda vereceğimiz âyetler önceki âyeti tefsir eder mahiyettedir: “Kim Allah’tan ittikâ ederse, Allah ona işinde kolaylık verir.”1347 Allah ona amel-i salih yapma muvaffakıyetini nasib eder, dünya ve âhiret işlerini kolaylaştırır.1348 “Ey iman edenler! Allah’tan ittikâ edin ve sözü doğru söyleyin ki, Allah işlerinizi iyiye götürsün.”1349 Sizi güzel ameller yapmaya muvaffak kılsın.1350 Allah işlerinizi düzeltsin ve yoluna koysun. Çünkü bir cemiyetin özü sözü ne kadar sağlam olursa işleri de o nisbette düzgün olur.1351 Allah Teâlâ yeryüzüne vâris kılacağı kullarının kimler olduğunu, Hz. Mûsâ’nın dilinden bize beyan etmektedir: “Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Ona, kullarından kimi dilerse (o veya onları) mîrâsçı kılar. Âkibet müttakîlerindir.”1352 Bu âyete göre, Allah, kendisinden ittikâ eden herkes ve her topluluğa dünya ve âhireti va’d etmektedir.1353 Müttakîlere galibiyet ve hükümranlık vererek1354 onları dünyaya vâris kılar. Allah, Hz. Mûsâ’nın vasıtasıyla İsrâiloğullarına, Filistin diyarının mîrâsını, yani oradaki kâfir kavmi helak edip onların yurduna bunları vermeyi va’d etmiştir.1355 Bu durum 1343 el-Leyl, 92/ 5- 7. 1344 et-Taberî, a.g.e., XXX, 282. 1345 el-Maverdî, a.g.e., VI, 287. 1346 et-Taberî, a.e., XXX, 282. 1347 et-Talâk, 65/ 4. 1348 er-Râzî, a.g.e., XXX, 36. 1349 el-Ahzâb, 33/ 70, 71. 1350 et-Taberî, a.e., XXII, 65. 1351 Elmalılı, a.g.e., VI, 113. 1352 el-A’râf, 7/ 128. 1353 er-Râzî, a.e., XIV, 212. 1354 el-Âlûsî, a.g.e., V, 30; el-Haddad, a.g.e., III, 190. 1355 el-Beydâvî, a.g.e., I, 355; el-Bursevî, a.g.e., III, 215; el-Cenâbezî, a.g.e., II, 200; Abdülazîz, a.g.e., II, 1313; Ebû Zehra, a.g.e., VI, 2931. 2 82 Mûsâ(a.s.)’ın zamanı için de şimdiki zaman için de geçerlidir. Bu, Allah’ın sünnetidir.1356 Allah'ın sünnetinde bir değişikliğin olması mümkün değildir. B- Gözettiği Yan (Tâlî) Gayeler İttikânın insanlığa sunduğu temel gayelerinin yanında gözettiği yan gayeler de vardır. Bu yan gayaler aslî amaca ulaşmada önemlidir. Ruhsal kişiliği sağlam olmayan, Allah’ın merhametine nail olmayan ve rahat bir hayata sahip olmayan hakiki manada müttakî olamaz. 1- Ruhsal kişiliği sağlamlaştırma Allah’tan ittikâ birinci planda dünyevî faydaları bereberinde getirmektedir. Ancak dünyanın bir imtihan yeri olduğu hatırlanırsa ittikânın dünyevî sonuç ve faydaları kişi için tam bir rahatlık, felah ve hüznün yokluğuna erişme değildir. Asıl kurtuluş ve ve gerçek mükafat âhiret yurdu için geçerlidir. İttikânın âhiretteki faydaları detaylarıyla işlenemeyecek kadar çoktur. Ancak temel başlıklar altında hepsinin özü verilebilir. Bu ana başlıkları şu şekilde sıralayabiliriz: Kıyâmetin kopmasıyla başlayan korkulu ve endişeli yolculukta, mahşerin dehşetinde, hesabın haşyetinde müttakîler için korku ve hüzün yoktur:1357 “Haberiniz olsun ki, Allah’ın, iman edip takvâya ermiş velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzûn da olacak değillerdir.”1358 Âyetteki, “iman etmek” ibaresi, nazarî kuvvetin mükemmelliğine, “takvâya ermek” tabiri ise amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Buradaki bir başka husus da, imanın, itikâd ve amelin toplamına hamledilmesidir.1359 O müttakîlerdeki Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için ilerisinde korku yok, müjde var, ilerisi daha güzel olduğu için de geçmişe hüzün yoktur.1360 Allah’ın elçisine inanan ve onun buyruklarının dışına çıkmaktan korunanlar korku ve üzüntü çekmeyeceklerdir.1361 1356 et-Tabâtabâî, a.g.e., VIII, 230. 1357 Cebeci, a.g.e., s. 206. 1358 Yûnus, 10/ 63. 1359 er-Râzî, a.g.e., XVII, 127. 1360 Elmalılı, a.g.e., IV, 377. 1361 Ateş, a.g.e., IV, 238. 283 Müttakîlerin âhirette korku ve hüzn sahibi olmayacakları Allah’ın insanlığa va’dlerinden çıkarılmaktadır: “Ey Âdemoğulları! Size aranızdan âyetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, kimler onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınır ve gidişini düzeltirse, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”1362 Bu durum mü’minlerin güzel amellerinin bir neticesi ve onların ulaştığı bir gayedir.1363 Kim takvâ vasfına sahib olursa Allah Teâlâ’nın bu va’dine nâil olur:1364 “Allah, itikâ edenleri, umduklarına nâiliyetlere sebeb olan (iyilikleri) sayesinde kurtuluşa erdirir, onlara hiçbir fenalık dokunmaz onlar mahzûn da olmazlar.”1365 Kendilerine hoşlanmayacakları bir şeyin ulaşmasından korkmazlar, arzu ettikleri bir iyiliğin kaybolacağından üzüntü duymazlar; yani korku ve hüznü gerektirecek bir hâl asla onların başına gelmez, sevinç ve neşeleri sonsuzdur.1366 Onlar salih amel sahibi oldukları için felaha ererler, felaha erdikleri için de cennete girerler.1367 Onların ittikâları sebebiyle onlara hüzün verecek şeylerin kapısı kapanır, saadet kapıları açılır.1368 Müttakîlerin âhirette korku ve hüzünden uzak olmaları, dünyada iken kendisiyle eğlenen kâfirlere karşı ittikâlarından ödün vermemeleri nedeniyledir: “Kâfirlere dünya hayatı güzel görünür de, onlar inananlarla alay ederler, oysa Allah’tan ittikâ edenler kıyâmet günü onların üstünde olacaklardır…”1369 Bu üstünlüğün sebebi takvâlarıdır.1370 Müttakîler yer itibariyle de şeref ve derece itibariyle de,1371 hüccetleri,1372 kâfirlere karşı delilleri itibarı ile de onlardan üstün olacaklardır.1373 Allah Teâlâ, âyetlerde müttakîler için âhirette, sadece kurtuluşa ermeleri, korku ve hüznün yokluğu durumlarından bahsetmez, aynı zamanda da onlara Rabb’lerinden 1362 el-A‘râf, 7/ 35. 1363 el-Âlûsî, a.g.e., IV, 355. 1364 er-Râzî, a.g.e., XXVII, 9; el-Cezairî, a.g.e., II, 169. 1365 ez-Zümer, 39/ 61. 1366 el-Âlûsî, a.e., XII, 275- 276. 1367 eş-Şirbînî, a.g.e., VI, 274- 275. 1368 Vehbi, a.g.e., XII, 4914. 1369 el-Bakara, 2/ 212. 1370 el-Beydâvî, a.g.e., I, 115; el-Âlûsî, a.e., I, 495. 1371 er-Râzî, a.g.e., VI, 8; el-Vâhidî, a.e., I, 161; en-Nîsâbûrî, a.g.e., II, 211. 1372 el-Mâturîdî, a.g.e., I, 157. 1373 er-Râzî, a.e., VI, 8. 2 84 bir bağışlanma ve cenneti müjdeler: “Onların harekerlerinin karşılığı Rabb’lerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içlerinde temelli kalacakları cennettir. İyi davrananların ne güzel ecri vardır!”1374 Müttakîler için hazırlanan cennetlerin özellikleri başka âyetlerde de ele alınır:1375 “Takva sahiblerine va’d edilen cennetin sıfatı(şudur): İçlerinden ırmaklar akar, yemişleri tükenmez, gölgesi hiç bitmez. İşte ittikâ edenlerin âkibeti budur.”1376 Allah Teâlâ cennetlerin sıfatlarını saymaya devam ederek şöyle buyurmaktadır: “Müttakîlere va’d olunan cennetin sıfatı(şudur): (O cennette) rengi, kokusu, hiçbir vasfı bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere lezzet veren meşrubat ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Orada her çeşit meyve o (müttakîler) içindir. (üstelik) Rabb’lerinden de mağfiret vardır.”1377 “And cennetlerini Rahman kullarına gıyaben va’d etmiştir. O’nun va’di hiç şüphe yok ki tahakkuk edecektir. Onlar orada selamdan başka bir söz, boş lakırtı işitmeyeceklerdir. Onlara, orada sabah akşam rızıkları vardır. İşte bu cenneti biz, takî olan kullarımıza mîrâs kıldık.”1378 Takvâlarına bedel olarak o cennetleri kendilerine has kıldık, nasıl vâris eninde sonunda mîrâsa konarsa, onlarda öylece mutlaka bu cennetlere ulaşacaklardır.1379 “Vâris olmak” mülkiyet ve hak etme manasını ifade etmede en kuvvetli tabirdir. Çünkü vârislik kolay kolay düşmeyen bir vasıftır.1380 “Rabblerinden ittikâ edenlere, üst üste bina edilmiş köşkler vardır; altlarından ırmaklar akar. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah verdiği sözden caymaz.”1381 “Bu bir hatırlatmadır. Müttakîler için güzel bir gelecek vardır: Kapıları kendilerine açılmış and cennetleri… Orada (koltuklara) yaslanarak birçok meyve ve içki isterler. Yanlarında da 1374 Âl-i İmrân 3/ 136. 1375 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., IV, 144; et-Taberî, a.g.e., XIII, 211; es- Sem‘ânî, a.g.e., III, 97; el-Âlûsî, a.g.e., VII, 154-156, XIII, 204; el-Kâsımî, a.g.e., IX, 369; Muğniyye, a.g.e., IV, 411; el-Hicâzî, a.g.e., XIII, 52; Kerîm, a.g.e., II, 199; el-Kûfî, a.g.e., II, 417; en- Nahhas, a.g.e., IV, 183, 184. 1376 er-Ra’d, 13/ 35. 1377 Muhammed, 47/ 15. 1378 Meryem, 19/ 62- 64. 1379 el-Beydâvî, a.g.e., II, 35; el-Âlûsî, a.g.e., VIII, 429; el-Merâğî, a.g.e., XVI, 70. 1380 el-Beydâvî, a.e., II, 35; el-Âlûsî, a.e., VIII, 429. 1381 ez-Zümer, 39/ 20; geniş bilgi için bkz. ez-Zeccâc, a.g.e., IV, 350; et-Taberî, a.g.e., XXIII, 247; es- Sa‘lebî, a.g.e., V, 297; eş-Şirbînî, a.g.e., VI, 248; el-Âlûsî, a.g.e., XII, 244; es-Sâbûnî, a.g.e., III, 68; el-Kâşânî, (ö. 1115/ 1703), a.g.e., III, 1235; Vehbi, a.g.e., XII, 4866. 285 bakışlarını yalnız (eşlerine) diken yaşıt dilberler vardır. İşte, hesap günü için size söz verilen budur! Doğrusu bizim bu rızkımızın bitip tükenmesi yoktur.”1382 Âyetin başında bunların bir hatırlatma olduğu vurgulanmakta ve bu öğütlerden ibret alıp günahlardan korunanların en güzel sonuca varacakları, beyan edilmektedir.1383 İşte, müttakîlere va’d olunan bu cennet, âhirette müttakîlere yaklaştırılarak1384 ona ulaşmaları kolaylaştırılıp çabuklaştırılacaktır. Bir taraftan onlar cennete doğru yola çıkarılırlarken1385 bir taraftan da cennet onlara yaklaştırılır. Artık müttakîler va’d olunan cennettedirler:1386 “Şüphesiz ki müttakîler cennette nimetler içindedirler. Rabb’inin kendilerine verdiği (nimetlerden) tad almaktadırlar. Rabb’leri onları o çılgın cehennemin azabından korumuştur. (Onlara) “(salih) amellerinize karşılık, afiyetle yeyin için” “sıra sıra dizilmiş tahtlara yaslanarak(yeyin için)” (denir) Onlara, ceylan gözlü eşler veririz.” 1387 Kâfirlerin azab sahnesi karşısında cehennemin hışırtısını bile işitmeyen, ondan uzak, gönüllerinin çektiği her şeyi bulan, o büyük korkudan emin, meleklerin müjdesiyle taltif edilen cennetlik müttakîlerin nimet sahnesi1388 şu şekilde ortaya konmaktadır: “Yaptıklarına karşılık katımızdan kendilerine iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır. Cehennemin uğultusunu duymazlar. Canlarının istediği şeyler içinde temelli kalırlar. En büyük korku bile onları üzmez, kendilerini melekler: “Size söz verilen gün işte bu gündür” diye karşılarlar.”1389 Tâ ki bu rahatlık, huzur ve mutluluk karşısında o azab ve işkencenin dayanılmazlığı daha iyi anlaşılsın, küfrün karşısında imanın değeri daha iyi kavransın.1390 1382 Sâd, 38/ 49- 54; geniş bilgi için bkz. ez-Zeccâc, a.g.e., IV, 337; et-Taberî, a.g.e., XXIII, 171; es- Semerkandî, a.g.e.,III, 139; el-Celâleyn, a.g.e., s. 459; el-Âlûsî, a.g.e., XII, 203; Vehbi, a.g.e., XII, 4810. 1383 Ateş, a.g.e., VII, 481; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 510. 1384 eş-Şu’arâ, 26/ 90; Kâf, 50/ 31; geniş bilgi için bkz. ed-Dahhâk, a.g.e., II, 635- 636; Mukâtil b.Süleymân, a.g.e., IV, 114; et-Taberî, a.g.e., XXVI, 220; er-Râzî (ö. 666/ 1268), a.g.e., s. 252; el- Bursevî, a.g.e., VI, 288, IX, 130; el-Kâşânî (ö. 1090/ 1679), a.g.e., IV, 41; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 106; en-Nahhâs, a.g.e., IV, 230; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 358; en-Nâsırî, a.g.e., IV, 376. 1385 ez-Zümer, 39/ 73; geniş bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., XXIV, 44; el-Beydâvî, a.g.e., II, 332; el- Bursevî, a.g.e., VIII, 143; el-Âlûsî, a.g.e., XII, 287. 1386 Cebeci, a.g.e., s. 213. 1387 et-Tûr, 52/ 17- 20; benzer bir âyet için bkz. el-Kalem, 68/ 34; geniş bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., XXVII, 32; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 364; el-Âlûsî, a.g.e., XIV, 31, XV, 37; en-Nahhâs, a.g.e., IV, 255. 1388 Ateş, a.g.e., V, 526; a.g.mf., Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, 510. 1389 el-Enbiyâ, 21/ 101- 103. 1390 Ateş, a.e., V, 526; a.g.mf., a.e., a.y. 286 İmana ve itikâya teşvik içeren âyetler hayli fazladır ancak burada bunların birkaçını sıralama imkanımız vardır: “Müttakîler cennetlerde pınar başlarındadır. (Onlara) “selametle, kusursuzca girin cennete” (denilmiştir). Biz onların göğüslerindeki kini söküp atacağız. (Onlar) kardeşler hâlinde, karşılıklı tahtlara kurulmuşlardır. Orada bunlara hiçbir yorgunluk ve zahmet olmayacaktır. Onlar oradan hiçbir zaman çıkarılmayacaklardır.”1391 “Allah’tan ittikâ edenler, güçlü hükümdarın katında, yüksek bir derecede, cennetlerde ferahlık ve aydımlık içindedirler.”1392 “Müttakîler emin bir yerde, bahçeler ve pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve parlak atlastan giyinerek karşılıklı otururlar. Bu böyledir; onları iri siyah gözlü hurilerle eşleştiririz. Orada, güven içinde olarak her yemişi isteyebilirler. Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Rabb’in lütfuyla onları cehennem azabından korumuştur. İşte büyük kurtuluş budur.”1393 Sonuç olarak denilebilir ki “müttakî”, dünyada, Allah’a ve Rasûlü’ne, istitaatı çerçevesinde itâat etmede nihâî sadakat sahibi bir mü’min olduğundan Allah Teâlâ, va’di üzere onun bu çabasını karşılıksız bırakmayacak dolayısıyla hem dünyada hem de –özellikle- âhirette onu sonsuz nimete eriştirecektir. 2- Allah’ın rahmet ve merhametine erişme Allah kullarına karşı rahmet ve mağfiret sahibidir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm‘de pek çok âyet vardır. Fakat O, aynı zamanda hikmet sahibidir,1394 fiillerinde ve yaratmasında manasızlık ve rastgelelik yoktur. Bundan dolayı rahmet ve mağfireti, hikmetle tezat teşkil etmez. Yani hikmetsiz rahmeti ve bağışı yoktur.1395 1391 el-Hicr, 15/ 45- 49; geniş bilgi için bkz. es-San‘ânî, a.g.e., III, 141; et-Taberî, a.g.e., XIV, 48; el- Mâturîdî, a.g.e., III, 52; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 557; el-Âlûsî, a.g.e., VII, 301; et-Tabâtabâî, a.g.e., XII, 169; Elmalılı, a.g.e., V, 50. 1392 el-Kamer, 54/ 54- 55; geniş bilgi için bkz. ed-Dahhâk, a.g.e., II, 813; el-Ferrâ, a.g.e., III, 111; el- Mâverdî, a.g.e., V, 420; el-Beydâvî, a.g.e., II, 450; el-Celâleyn, a.g.e., s. 531; el-Bursevî, a.g.e., IX, 285; el-Âlûsî, a.g.e., XIV, 95; el-Kûfî, a.g.e., II, 456; en-Nahhâs, a.g.e., IV, 301; Elmalılı, a.g.e., VII, 84. 1393 ed-Duhân, 44/ 51- 56; ayrıca bkz. en-Nebe’ 78/ 31; geniş bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., XXV, 175; el-Mâverdî, a.g.e., V, 258, VI, 188; el-Beydâvî, a.g.e., II, 385; el-Bursevî, a.g.e., VIII, 432, X, 307; el-Âlûsî, a.g.e., XIII, 132, XV, 218; el-Kâşânî (ö. 1115/ 1703), a.g.e., III, 1339; es-Sâbûnî, a.g.e., III, 165; et-Tabâtabâî, a.g.e., XVIII, 151, XX, 185;en-Nahhâs, a.g.e., IV, 136. 1394 Tan, Bilal, Kur’ân’da Hikmet Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000, ss. 203- 206. 1395 Cebeci, a.g.e., s. 195. 287 Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i gönderiş gayesini şu âyette beyan etmektedir: “İşte bu indirdiğimiz mübarek bir kitabdır. Artık buna tabî olun ve ittikâ edin ki, merhamet olunabilesiniz.”1396 Rahmete nâil olabilmek için ittikâ edin, yani emirlere uyun ve nehiylerden sakının1397 ki, takvânıza mükafat olarak bağışlanabilesiniz,1398 demektir. “Artık itikâ edin ki (ancak ondan sonra)1399 bağışlanmanızı umabilesiniz.”1400 Allah’ın mağfiretini umabilme ancak takvâya sarılmayla mümkün olabilir. Bu durumda, yani iman edip ittikâ edildiğinde Allah Teâlâ, kullarına onları bağışlamayı açıkça va’d etmektedir: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan ittikâ ederseniz, size bir Furkân nasib eder ve günahlarınızı örtüp sizi bağışlar. Allah büyük ikram sahibidir.”1401 Takvâya karşılık mağfiret O’nun lütuf ve ihsanıdır.1402 3- Müreffeh bir hayat sağlama Takvâ ile elde edilebilecek dünyevî fâidelerden biri de yer ve göklerin kapılarının açılmasıdır. Bu da her takvâ sahibi mü’min için söz konusu olan bir va’ddir:1403 “Eğer (peygamberlerini yalanlamaları yüzünden helâk ettiğimiz) o memleketlerin halkı iman edip takvâ sahibi olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket açardık.”1404 Her cihedden onlara hayır verirdik, yağmurlar yağdırır,1405 nebatlar bitirir,1406 meyvelerini, davar ve sığırlarını çoğaltır, onlara bir emniyet hissi verirdik.1407 Dolayısıyla saadet ve ferahları artardı.1408 Âyetten anlaşıldığı gibi feraha ve berekete ulaşmak için sadece iman yeterli değildir beraberinde takvânın olması muhakkak gerekmektedir. 1396 el-En‘âm, 6/ 155. 1397 Ebû Hâtim, a.g.e., V, 1425; ed-Dımeşkî, a.g.e., VIII, 522; es-Suyûtî, a.g.e., III, 387; el-Haddad, a.g.e., III, 109. 1398 er-Râzî, a.g.e., XIV, 5; el-Âlûsî, a.g.e., IV, 303. 1399 el-Beydâvî, a.g.e., I, 327; el-Cezairî, a.g.e., II, 144. 1400 el-Hucurât 49/ 13. 1401 el-Enfâl, 8/ 29. 1402 el-Endelûsî, a.g.e., II, 518; el-Âlûsî, a.g.e., V, 184; Ebû Zehra, a.g.e., VI, 3108. 1403 Cebeci, a.g.e., s. 190. 1404 el-A‘râf, 7/ 96. 1405 en-Nesefî, a.g.e., I, 428; el-Âlûsî, a.g.e., V, 11. 1406 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 129; es-Suyûtî, a.g.e., III, 505; el-Bursevî, a.g.e., III, 206; Ebû Zehra, a.g.e., VI, 2906. 1407 er-Râzî, a.g.e., XIV, 185. 1408 Elmalılı, a.g.e., III, 574. 2 88 SONUÇ En son ve en mükemmel kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in, insanlık âlemine sunduğu ilâhî ritüeller, ahlâkî kurallar ve edebî ölçüler insanların hem dünya hem de âhiret saadetine ulaşabilmeleri için takip edebilecekleri en emin ve en doğru yoldur. Kur’ân’ın nâzil olduğu toplum her yönden bataklığa saplanmış olmasına rağmen İslam Dini onları, bu bataklıktan kusursuz kurallarıyla çıkarmış ve Allah Rasûlü (s.a.v) önderliğinde yaratılan yeni toplum bütün dünya için sağlam ipe tutunulduğunda nasıl değişim ve gelişimin gerçekleşeceği konusunda örnek olmuştur. Dolayısıyla buradan çıkarılabilecek sonuç İslam’ın helal kılıp yapılmasını emrettiği her şey insanoğlunun menfeatine; haram sayıp yasakladıkları da muhakkak zararına olanlardır. Allah Teâlâ, kelamında belirttiği üzere insanlardan bu kelama tasdikle cevap vermelerini ister ancak insanların çoğu buna tekzible cevap verir. İnsanların tutumu ise temelde bu iki kategoriye dahil ve bunları alt başlıkları olabilecek durumlar olmuştur: 1- Allah’ı kabul etmemek, dolayısıyla emirlerini beğenmemek ve onlara uymamak. 2- Allah’ın emirlerini kendi içinde beğenmemek ancak şartlar gereği bu emirlere istemeyerek zorla uymak. 3- Allah’a inanmak ve O’nun emirlerini kabul etmek ve benimsemek istemek fakat birtakım sebeplerden ötürü yerine getirememek. 4- Allah’a inanmak ve emirlerine itâat etmek. 5- Allah’a canı gönülden inanmak, tâatlere uymak ve masiyetten sakınmaya ilaveten, helal dairesinden çıkıp harama düşme endişesiyle şüphelilerden de kaçınmak. Bu gruplardan birincisinin küfür dairesi olup kâfirleri içine aldığı açıktır. İkincisi münafıkları; üçüncüsü artık İslam dairesine ait olup günahkar mü’minleri 289 kapsar; dördüncü grup sadece fazlarla yetinenler ve beşinci grup ise farzların yanında her türlü sakıncalı şeyden uzak duranlardır. Bunlar dinlerini korumayı başaran dünya ve âhirette felaha erecek olanlardır. Bunlar müttakîlerdir. Kur’ân baştan sona iki tip insanı anlatmaktadır. Temelde insanlar, mü’min ve kâfir olarak iki grup olmalarına rağmen Kur’ân, bunları çok çeşitli ve farklı kavramları kullanmak sûretiyle anlatmıştır. İnanmayanların hepsi küfür dairesinde olmalarına rağmen inkarlarının farklı olması nedeniyle; kâfir, müşrik, münafık vb. kavramlarla; inananların hepsi de iman dairesinde olmalarına rağmen farklı durumları nedeniyle; mü‘min, müslim, müttakî, muhsin gibi kavramlarla nitelenmişlerdir. Bu kavramlar ya yerme ve kötüleme ya da övme ve beğenme anlamlarını içerir. Bu çalışmada, iman dairesinin en üst mertebesinde bulunan ve övme kategorisine ait olan takvâ kavramı ve müttakî kişiliği ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Allah’tan ittikâ, ilk peygamberden bu yana bütün peygamberlerin ümmetlerine emrettiği bir husustur. Allah Teâlâ peygamberleri vasıtasıyla içinde tevhid, nübüvvet, haşr ve neşr konuları ile ilgili sapık ve batıldan yana olan her şeyi reddederek kitaplarının müttakîlere müjde, onların dışında kalanlar için de inzarı ihtivâ ettiğini bildirmektedir. Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son elçi Hz. Muhammed (s.)’in görevi de müttakîleri ilâhî nimetle müjdelemek ve kâfirleri de ilâhî azapla inzar etmektir. İmanla birlikte iman dairesine giren bir mü’minin bu durumunu ibadetlerle desteklemesi gerekmektedir. İmansız ibadet olmayacağı gibi ibadetsiz imanın da bir kıymeti olmamaktadır. Bu durumda iman, takvânın başlangıç mertebesi, imanla birlikte ibadet ise kemal dereceye ulaşmak için zorunlu mertebe olarak düşünülebilir. İbadet takvânın kendisi değil takvâyı meydana getiren fiildir. İmana takvâ eklenmeli ve iman sözü takvâ ile doğrulanmalıdır. Mü’mini müttakîliğe ulaştırmada bir vasıta olan ibadetler ihlasla yerine getirilme niteliğini taşımak zorundadır. Bir şeyi bir başka şeyin karışımından korumak, hâlis, saf hâle getirmak anlamında olan “ihlas”, mana bakımından hem şirk hem de riyânın zıtlığını içerir. İhlas, batıl inançlardan, kötü duygulardan, çıkar hesaplarından ve genel manada gösteriş arzusundan kalbi temizlemeyi –ki bu unsuru taşıyan insanların 2 90 psikolojik durumunu, Kur’ân hastalık olarak nitelemiştir-, her türlü hayırlı faaliyete iyi niyetle yönelmeyi ve her durmda Allah’ın rızasını gözetmeyi ifade etmektedir. Dolayısıyla bütün amellerini Allah’a has kılan müttakî iyi niyetle ve içtenlikle inanır ve güzel ameller işler. İhlas takvânın bâtınî yönü olarak kabul edilebilir. Çünkü şekil ve davranış itibariyle hudûdullaha riâyet eden mü’min, bâtınî açıdan da samimi olarak ve amelini bulanıklıktan tasfiye ederek bütünü tamamlar. İhlas olmadan müttakî olunamayacağı gibi müttakî bir mü’min de hiçbir amelinde ihlassız hareket etmez. İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva’dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibarıyla yaratılışta eşittirler. Bu nedenle insanların soy sop ve ünvanlarıyla övünmeleri İslam’ın bakış açısına terstir ve onda tek değer ölçüsü takvâdır. İslam dini, aşîret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koydu; bu sûretle insana, o güne kadar kendi dışındaki varlıklara çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temâyüllerine karşı yöneltmesini öğretti; böylece kabile ve soy sop anlayışı yerine Allah’a saygı (takvâ), ferdin ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü hâline gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslam’ın öğretileri, Allah’ın bütün yarattıklarına karşı merhametli olmayı, beşeri ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakarlığı, samimiyet ve iyi niyeti, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok faziletleri ihtivâ etmiş bulunmaktadır. Ahlâkî anlamda da bütün insanî kemalata, mükemmelliklere ve olgunluklara sahip olan müttakîler yeryüzünde mütevazi yürürler, yürüyüş ve hareket tarzları zorbaca mağrurane, kibirli saygısız değil, sakin ve kararlı, alçak gönüllü ve edepli, nazik ve yumuşaktır. Çevresini rahatsız etmez, ezâ vermez; hesaplı, saygılı, merhametli tavrıyla güvenlik ve asayiş yayarak giderler. Cahiller kendilerine sataşırsa onların seviyelerine düşmez oradan vakarla uzaklaşırlar. Gecelerini Rabb’lerine secde ederek ve O’nun divanında durarak geçirirler, Rabb’lerine her daim kendilerini cehennem azabından koruması için dua ederler ve harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler; 2 91 harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur, onlar Allah’la birlikte başka Tanrı’lara yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmez, zina etmezler. O müttakîler güzel huy ve meziyetlerinin gereği olarak iftira, yalan sözlerin konuşulduğu yerde durmaz, bu tür işlere katılmazlar, Allah’ın ayetlerini duyunca onlara karşı ilgi ve saygı gösterirler, kör ve sağır davranmazlar. Hangi hususta olursa olsun hak ve doğru söylerler, şahitliğe çağrıldıklarında sevdikleri ya da kendi aleyhlerine de olsa doğru söz ile şahitlik ederler, kendilerine bir mal emanet edilince ona zarar vermekten titizlikle sakınır, istendiğinde iadesini yaparlar. Mü’min kardeşlerinin gıybetini yapmaz, haklarında su-i zanda bulunmaktan çekinirler, anlaşmazlık içinde olan kardeşlerinin aralarını düzeltir, fesad çıkarmadan ittikâ eder ve müminler dışındakileri dost edinmezler. Onlar Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve bütün peygamberlere iman edip, yakınlarına, öksüzlere, biçarelere, yolda kalmışlara, dilenenlere ve esirlere seve seve mallarından veren, hem namazı kılan, hem zekatı veren hem de andlaştıkları zaman ahidlerini yerine getirenler, hele sıkıntı ve hastalık hâllerinde ve savaşın şiddetli zamanında sabır ve sebat gösterenlerdir. Onlar öfkelerine hakim olur, insanları affederler. Bir günah işledikleri ya da nefislerine yazık ettikleri vakit hemen Allah’ı anar ve günahlarından tevbe ederler ve bile bile kötülükte ısrar etmezler. Onlar ihsan ve infakta bulunurken, bu durum ister tabiatlarına uygun olduğu için onları mesrur etsin, ister mizaclarına uygun olmadığı için onları üzsün onlar için müsavidir; ihsan ve infaktan geri kalmazlar. Kur’ân ve sünnette Allah’ı en yüksek derecede sevmek, O’nun hoşnutluğuna layık olmak ve O’ndan hoşnut olmak temel ahlâkî motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. İslam ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya soy sopa dayalı bir seçkinler ahlâkı olmadığını, maddî, zihnî ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını, özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana yükselme imkanı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir. 2 92 Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar vardır. İslam ahlâkının öngördüğü bu ahlâkî terakkinin ulaşabileceği en son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını aşması hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızasına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir. Bu son noktada İslâm ahlâkı pragmatik eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyeti kazanmaktadır. İşte bu perspektiften bakıldığında müttakîlerin, Kur’ân ve sünnet çerçevesinde çizilen İslam ahlâkına riâyette, insanî istitaat kabiliyetlerini nihâî noktada kullanma başarısını göstermiş muzafferler olduğu görülmektedir. Kur‘ân-ı Kerîm takvâyı hem bir hayat tarzı, hem de insanı değerlendirmede biricik ölçü olarak takdim etmiştir. Tarih boyunca insanlığa zulmetme mazereti olan ırk, renk, bölge, sınıf üstünlüklerini toptan reddeden İslamiyet bir tek üstünlük tanımıştır; takvâ. Nefislerin olgunlaşması şahısların manevi derece kazanmaları ancak takvâ iledir. Bu, insanların yaratılış ve yaşama hakkı bakımından eşit olduklarının, aralarındaki üstünlüğün ancak yaptıkları iyiliklere ve Allah’tan ittikâ derecelerine bağlı olduğunun bir hatırlatmasıdır. Yani Allah katında insanın değeri, seçimi elinde olmayan soyu ile değil, kendi çabasının sonunda kazanacağı ahlâkı ve takvâsı iledir. Öteki ölçülerin, insanın kendi emeği karşılığında olmamasına mukabil takvâ, ferdin kendi gayretinin ürünüdür ve vehbî ilhâm edilen takvânın kesbî açıdan kemale erdirilmiş şeklidir. Çünkü insan yürümediği yolun, çilesini çekmediği davanın, ızdırabını yaşamadığı heyecanın sahibi olamaz. Takvâ ölçüsü insanın kendi gayretinin ürünü olmayan kıymetlerle yücelmek isteyen zihniyete karşı çıkışın bir yaratılış kanunu hâlinde ifadesidir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, kâinatın yaratılışının bir hikmete mebnî olmadığını düşünen kâfirleri bu konuda yanıldıklarını belirtmek üzere çeşitli yerlerde farklı bağlamlarda ikaz etmekte ve fâcirlerle müttakîleri bir tutmayacağını haber vermektedir. Çünkü emirlere uyup yasaklardan sakınan müttakîleri kâfirler ve fâcirlerle eşit tutmak adalete terstir. Allah Teâlâ ise zulümden münezzehtir. Dolayısıyla ittikâ sahibi mü’min hem dünyada hem de âhirette bu davranışının –ki davranış insan fiillerinin refleks ve reaksiyondan uzak bilinç düzeyinde gerçekleşenleridir- karşılığını 2 93 almaktadır ve alacaktır. Müttakî dünyada Allah’ın velâyetini kazanır ve bu sayede Allah, onun hislerini, duygularını, organlarını korur da O’nun rızasının olmayacağı ve sevmediği bir sesi duymaz, bir hâli görmez, bir şeyi almaz, bir yere yürümez; geçici arzularından sıyrılır ve O’nun tâatine dalar. Allah onu sevdiği yola sevkeder ve o yolu ona kolaylaştırır, hoşnut olmadığından da muhafaza eder. Allah Teâlâ sabreden ve ittikâ eden müttakîlere dünyada da muzafferiyet ve galebe ihsan etmekte, onları inayetsiz bırakmamaktadır. Onlara her cihetten hayır ve vereket lutfetmekte, emniyet hissi vererek saadet ve ferahlarını artırmakta işlerini kolaylaştırmakta ve istikamet nasip buyurmaktadır. Onları yeryüzüne vâris kılmanın yanında dünyada da rahmet ve merhametine gark etmektedir. Müttakîlere dünyadaki bu felaha ilaveten asıl kurtuluş olan âhiret mutluluğu vardır ve onlar için artık korku ve hüzün yoktur. Onlar kendilerine va‘d olunan cennetlerde nimetler içerisindedirler. Rabb’leri onları çılgın cehennemin azabından korumuş ve hatta cehennemin korkunç hışırtısını bile işitmemelerini sağlamıştır. Onlar cennetlerde pınar başlarındadır. Orada tahtlar üstündedirler ve hiçbir yorgunluk ve zahmet duymazlar. Onlar oradan hiçbir zaman çıkarılmayacaktır. İşte gerçek kurtuluş budur. 294 BİBLİYOGRAFYA A‘zam, Abdurrahman, Resûl-i Ekrem’in Örnek Ahlâkı, çev. Hayrettin Karaman, 4.bs., Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1975. Abdülazîm, Alî, “eş-Şirkü’l-Hafî”, Mecelletü’l-Ezher, c. IIL, sy. 4, Kâhire, 1976. Abdülazîz, Emîr, et-Tefsîru’ş-Şâmil li’l-Kur’âni’l-Kerîm, I-VI, Dâru’s-Selâm, Kâhire, 1420/ 2000. Abdülbâkî, Muhammed Fu‘âd, el-Mu‘cemü’l-Müfehfes li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’l- Hadîs, Kâhire, 1417/ 1996. Afîfî, Ebû’l-A‘lâ, Tasavvuf: İslâm’da Manevî Hayat, çev. Ekrem Demirci, Abdullah Kartal, 3.bs., İz Yayıncılık, İstanbul, 2004. Akçay, Mustafa, Çağdaş Dünyada İnsân ve Dinî Sorumluluğu (Fetret Ehli Örneği), Işık Yayınları, İzmir, 2000. Albayrak, Ahmet, “Ergenin Dinî Gelişiminde Sevgi ve Korku Motifinin Etkinliği”, ed. Hayati Hökelekli, Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2002. Algül, Hüseyin, “Nasıl Bir Dîn Tasavvuru”, Yarınlar İçin Düşünce Platformu Tebliğler Dergisi “Türk Milli Eğitim Sisteminde Dîn Eğitim ve Öğretimi” Sempozyomu, Panel Sempozyum, Konferans ve Kültür Yayınları, Ankara, 2-3 Mart 2005. Ali, Şeriati, İslâm Nedir?, 2.bs., Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999. Alî, Mûsâ Muhammed, Hakîkatü’t-Tevessül ve’l-Vesîle ‘alâ Dav‘i’l-Kitab ve’s- Sünne, 2.bs., ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1405/ 1985. Alper, Hülya, Bir Kelam Problemi Olarak İmanın Psikolojik Yapısı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002. Alper, Ömer Mahir, “İtâat”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2001. el-Âlûsî, Ebû’s-Senâ Şihâbüddîn Mahmûd b. Abdillah b. Mahmûd el-Hüseynî (ö. 1270/ 1854), Ruhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, I-XV, tah. Alî Abdülbârî ‘Atiyye, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1422/ 2001. Arslan, Ali, Büyük Kur’ân Tefsîri, I-XVI, Arslan Yayınları, İstanbul, ts. el-Âsafî, Muhammed Mehdî, Te’milâtü fî Âyeti’t-Takvâ min Sûreti’l-A‘râf, Sekâfetünâ: ed-Dirâsât ve’l-Buhus= Thaqafatuna for the Studies and Recearches, Merkezi’d- Dirâsâti’s-Sekâfiyyeti’l-İrâniyyeti’l-‘Arabiyye, c. I, sy. 3, Tahran, 1425/ 2003. el-Askerî, Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillah b. Sehl (ö. 400/ 1009), el-Furûku’l-Luğavî, tah. Hüsamüddîn Kudusî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, ts. 2 95 Âsım Efendî, Ebû’l-Kemal Ahmed (ö. 1235/ 1819), el-Ûkyânûsu’l-Besît fî Tercemeti’l- Kâmûsi’l-Muhît, Âsitâne, İstanbul, ts. Aşıkoğlu, Nevzat Y., “Kutsal ve Toplum”, C.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 2, Sivas, 1998. Atar, Fahrettin, “Fetvâ”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX, (devam ediyor), İstanbul, 1995. Atay, Hüseyin, “İslam’da Olgun İnsan”, A.Ü.İ.F.Dergisi, c. XV, Ankara, 1967. , Kur’ân’a Göre Araştırmalar I-III, 2.bs., Atay Yayınevi, Ankara, 1997. Ateş, Süleyman, “İhlas”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. , Kur’ân Ansiklopedisi, I-XXVII, Kur’ân Bilimleri Vakfı, İstanbul, 1997. , Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, I-XII, Yeni Ufuklar Neşriyat, yy. ts. , “Zikir”, Ankara Ü.İ.F.Dergisi, c. XIV, Ankara, 1967. Attâr, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm en-Nîsâbûrî (ö. 618/ 1221), Tezkiretü’l-Eliyâ, çev. Süleyman Uludağ, 2.bs., Erdem Yayıncılık, İstanbul, 1991. Aydın, Mehmet, “Yahudi Kaynaklarına Göre Yahudilik”, S.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 4, Konya, 1991. Aydın, Mehmet S., “İnsan-ı Kâmil”, T.D.V.İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. Aykaç, Mehmet, “İslam’da Duâ ve İbn Beşküval’in “Kitâbü’l-Müsteğîsîn” İsimli Du‘â’ Kitâbı”, Diyânet Dergisi, c. XIII, sy. 4, 1995. Ayten, Ali, Psikoloji ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul, 2006. el-Bağdâdî, ‘Alaüddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm Hâzin (741/ 1341), Muhtasaru Tefsîri’l- Hâzin, I-III, el-Yemâme, Dımeşk, 1415/ 1995.260. Bauman, Zygmunt, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, 3.bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2002. Bayraktar, Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsîri, I- XI, Bayraklı Yayınları, İstanbul, 2004. el-Beydâvî, Nâsirüddîn Ebû Sa‘îd (Ebû Muhammed) Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö. 685/ 1286), Envârü’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003. Belîk, İzzeddîn, Mevâzînü’l-Kur’âni’l-Kerîm, I-II, Dâru’l-Feth, Beyrût, 1403/ 1983. Bilgin, Muhammed, Kur’ân’a Göre Şirk ve Müşrikler, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Bursa, 1992. Bilgin, Mustafa, “Kur’ân’da Ana Konular” (Yayınlanmamış Ders Notları), Bursa, 2000 - 2001 Ders Dönemi. Bilgin, Vecdi, Sosyal Çözülme ve Din, Etüt Yayınları, Samsun, 1997. Bilmen, Ömer Nasûhî, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Me’âli Âlisi ve Tefsîri, I-VII, Bilmen Yayınları, İstanbul, ts. 2 96 el-Bikâi, Ebû’l-Hasen Burhânüddîn İbrâhîm b. Ömer b. Hasen (885/ 1480), İnâretü’l-Fikr bimâ hüve’l-Hakk fî Keyfiyyeti’z-Zikr, tah. Süleymân b. Müslim el-Harş, Mektebetü’l-‘Ubeykân, Riyâd, 1421/ 2001. Bolay - Türköne, Süleyman Hayri, Mümtazer, Din Eğitimi Raporu, Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi Öğrencileri ve Mezunları Vakfı, Ankara, 1995. el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâ‘îl b. İbrâhîm el-Cu’fî (ö. 256/ 870), el- Câmi’u’s-Sahîh, I-IX, tah. Kâsım eş-Şemmâ’î er-Rifâ‘î, Dâru’l-Erkâm, Beyrût, ts. el-Bursevî, İsmâîl Hakkı (ö. 1137/ 1725), Ruhu’l-Beyân, I-X, Cümle Yayınları, İstanbul, ts Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, Yayınları, İstanbul, 1986. Ca‘feriyân, Rasûl, “Edebü’d-Du‘â’”, Name-yi Müfid, c. II, sy. 5, yy., 1375/ 1996. Carrel, Alexis - Şeriati, Ali, Dua, çev. Ali Erçetin, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1999. el-Cenâbezî, Muhammed b. Haydar Muhammed, Beyânü’s-Sa‘âde fî Mâkâmâti’l-‘İbâde, I-IV, 2.bs., Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1408/ 1988. Cebeci, Lütfullâh, Kur’ân’a Göre Takvâ, 2.bs., Seha Neşriyat, yy., ts. Cebeci, Suat, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1996. el-Cebrî, Abdülmüte‘âl Muhammed, el-Müştehir mine’l-Hadîs, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1987. el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî (ö. 370/ 981), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-V, tah. Muhammed es-Sâdık Kamhâvî, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1985. el-Cevherî, Ebû Nasr İsmâ‘îl b. Hammâd (ö. 400/ 1009’dan önce), es-Sıhâh Tacü’l-Lüğa ve Sıhâhü’l-‘Arabiyye, I-VII, tah. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Dâru’l-İlmi li’l- Melâyîn, Kâhire, 1399/ 1979. el-Cezairî, Ebû Bekr Câbir, Eyserü’t-Tefâsîr li Kelâmi’l-‘Alîyyi’l-Kebîr, I-V, yay.y., yy., 1414/ 1993. el-Cezairî, Muhammed b. Yûsuf b. Îsâ el-Hafsi Ettafeyyiş (1332/ 1914), Teysîru’t-Tefsîr li’l- Kur’âni’l-‘Azîm, I-XII, Vezâretü’t-Türâsi’l-Kavmi ve’s-Sekâfe, Ummân, 1407/ 1987. Cilâcı, Osman, İlâhî Dinlerde Dualar: Psiko-Sosyal Açıdan, Arı Yayınevi, Konya, 1982. , “Dua ve İbadet”, Diyânet Dergisi, c. XI/ 5, 1972. , “Dua”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994. Circis, Habib, Takvâ Sırrı, İstanbul Süryânî Ortodoks Metropolitliği, İstanbul, ts. el-Cürcânî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyid eş-Şerîf el-Hanefî (ö. 816/ 1413), et-Ta‘rîfât, tah. Muhammed Abdurrahmân, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1424/ 2003. Cullmann, Oscar, Prayer in the New Testament, Scm Press ltd, London, 1995. 2 97 Çağrıcı, Mustafa, “Cömertlik”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1993. , “Edeb”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994. , “Adâlet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1988. , “Ahlâk”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1989. , “Hayr”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1998. , “İhsân”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. , “İlmihal”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), Ankara, 2003. , “İslâm”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2001. Çakıcı, Ali, Kur’ân-ı Kerîm’de Şirk Kavramı ve Günümüz Açısından Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri, 1995. Çetin, Abdurrahman, “Takvâ”, İslâmda İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV, İstanbul, 1997. Çetin, Esma, Kur’ân-ı Kerîm’de Fücûr Kavramı, (Basılmamış Lisans Tezi), Bursa, 2003. ed-Dahhâk, Ebû’l-Kâsım (Ebû Muhammed) Dahhâk b. Müzâhim el-Hilâlî el-Horasanî el- Belhî (ö. 105/ 723), Tefsîru’d-Dahhâk, I-II, cem’ ve tah. Muhammed Şükrî Ahmed ez-Zâviye, Dâru’s-Selâm, Kâhire, 1414/ 1999. ed-Dâmegânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Kebîr (ö. 478/ 1085), el- Vucûh ve’n-Nezâir li Elfâzi Kitâbillâhi’l-Azîz, tah. Abdülhamîd Alî, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003. ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân b. el-Fazl (ö. 255/ 869), es-Sünen, I- II, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, yy., ts. ed-Dıhlevî, Şah Veliyullah, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, I-II, çev. Mehmet Erdoğan, 2.bs., İz Yayıncılık, İstanbul, 2001. ed-Dımaşkî, Ebû Hafs Ömer b. Alî b. Âdil el-Hanbelî (ö. 880h.), el-Lübâb fî ‘Ulûmi’l-Kitâb, I-XX, tah. Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Alî Muhammed Mu‘avvız, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1419/ 1998. Demir - Acar Ömer, Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, 2.bs., Vadi Yayınları, Ankara, 1996. Demirci, Mehmet, “Kur’ân-ı Kerîm Işığında Sabır Kavramı”, E.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 12, Kayseri, 2002. Dernika, Muhammed Ahmed, es-Seyyid Muhammed Reşîd Rızâ, Dâru’l-Îmân, Trablus, 1406/ 1986. Derveze, İzzet, et-Tefsîru’l-Hadîs, I-VII, çev. Mustafa Altınkaya, v.dğr., 2.bs., Ekin Yayınları, İstanbul, 1998. Doğan, Muhammed Nur, Din Eğitimi ve Öğretiminin Vazgeçilmezliği, Yarınlar İçin Düşünce Platformu, Tebliğler, Ankara, 2- 3 Mart 2005. Döndüren Şen, Betül, Kur’ân-ı Kerîm’deki Zühd ve Takvâ’nın Dinler Tarihi Açısından Tetkiki, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2001. Draz, M. Abdullah, Kur’ân’a Giriş, çev. Salih Akdemir, Kitabiyat, Ankara, 2000. Duman, Mehmet Zeki, Âdâb-ı Muâşeret, Tuğra Neşriyat, İstanbul, 1994. 298 Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş’as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (ö. 275/ 889), es-Sünen, I-IV, Dâru İhyâi’s-Sünneti’n-Nebeviyye, yy., ts. Ebû Hanîfe, Nu’mân b. Sâbit b. Sâbit b. Zûtâ b. Mâh (ö. 150/ 767), el-Fıkh el-Ebsât, 3.bs., İFAV, İstanbul, 2000. Ebû Hatîm, Ebû Muhammed Abdurrahmân b. Muhammed b. İdrîs er-Râzî (ö. 327/ 938), Tefsîru Kur’âni’l-‘Azîm Müsneden ‘an Rasûlullâh (s.a.v.) ve’s-Sahâbe ve’t- Tâbi’în, I-X, tah. Es‘ad Muhammed et-Tayyib, Mektebetü Nizâr Mustafâ el-Bâz, Mekke, 1417/ 1997. Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân el-Endelüsî (ö. 745/ 1344), el- Bahru’l-Muhît, I-VIII, tah. Âdil Ahmed Abdülmevcûd, Alî Muhammed Mu‘avvız, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1422/ 2001. Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Ebî’l-Hasen Alî b. Atiyye el-Acemî (ö. 386/ 996), Kutü’l-Kulûb, I-IV, tahrîc ve ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1999. Ebû Zehra, Muhammed b. Ahmed b. Mustafâ Muhammed (1394/ 1974), Zehratü’t-Tefâsîr, I-X, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, Kâhire, ts. Ebû’s-Su‘ûd, Muhammed b. Muhammed Muhyiddîn el-‘İmâdî (ö. 982/ 1574), İrşâdu’l-Akli’s- Selîm ilâ Mezâya‘l-Kitâbi’l-Kerîm: Tefsîru Ebû’s-Su’ûd, I-IX, 4.bs., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1414/ 1994. el-Endelusî, Ebû Muhammed Abdülhakk b. Galib b. ‘Atiyye (ö. 546), el-Muharraru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, I-V, tah. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1993. el-Ensârî, Ebû Yahyâ Zekeriyyâ, Fethu’r-Rahman bi Keşfi ma Yeltebisu fî’l-Kur’ân, tah. Muhammed Alî es-Sâbûnî, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1405/ 1985. Elmalılı, Mehmed Hamdi Yazır (ö. 1942), Hak Dini Kur’ân Dili, I-IX, Çelik - Şura Yayınları, İstanbul, ts. Er, M. Emin, Allah Katında Din, İmân, İhsân, Takvâ, Tezkiye, Zaman Yayınları, İstanbul, 2000. Ergül, Âdem, Kalbî Hayat, Altınoluk Yayınları, İstanbul, 2000. Ergün, Yıldırım, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, Bilge Yayınları, İstanbul, 2002. Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, 5.bs., İşâret Yayınları, İstanbul, 2002. Fahri, Macid, İslâm Felsefesi, çev. Kasım Turhan, 5.bs., Birleşik Yayıncılık, yy. ts. el-Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ et-Türkî (ö. 339/ 950), İdeal Devlet (el-Medînetü’l-Fâzıla), çev. Ahmet Arslan, 2.bs., Vadi Yayınları, Ankara, 2004. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’ân, 6.bs., Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000. el-Fenîsân, Su‘ûd b. Abdillah, Merviyyâtü Ümmi’l-Mü’minîn ‘Âişe fi’t-Tefsîr, Mektebetü’t- Tevbe, Riyâd, 1413/ 1992. el-Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd b. Abdillah ed-Deylemî (ö. 207/ 822), Ma’âni’l- Kur’ân, I-III, 3.bs., ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1403/ 1983. 299 el-Fîrûzâbâdî, Ebû’t-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya‘kûb b. Muhammed (ö. 817/ 1415), el- Kâmûsü’l-Muhît, I-IV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1416/ 1996. Geylânî, Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkâdir b. Ebî Salih Mûsâ Zengîdost (ö. 561/ 1165-66), Gunyetü’t-Tâlibîn, çev. A. Fârûk Meyân, 4.bs., Bereket Yayınevi, İstanbul, 1977. Gisr, Sheikh N. A., “The Virtues”, ed. Signh, N.K. - Agwan A.R., The Encyclopaedia of The Holy Qur’ân: SL-2, Global Publishing House, Delhi, 2000. Gölcük, Şerafeddin, Kelam Tarihi, 4.bs., Kitap Dünyası, İstanbul, 2000. Güleç, Hasan, “Takvâ”, Diyânet Dergisi, c. XIII/ 3, 1974. Güler, İlhami, İman Ahlak İlişkisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2003. Gündüz, Turgay, Kur’ân’da Korku Motifi, Düşünce Yayınları, İstanbul, 2004. Güven, Şahin, Çağdaş Tefsir Araştırmalarında Konulu Tefsir Metodu, Şurâ Yayınları, İstanbul, 2001. el-Ğazzâlî, Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed et-Tûsî (ö. 505/1111), İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, I-IV, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 1402- 1403/ 1982- 1983. , Kimyâ-yı Saâdet, çev. Ali Arslan, Merve Yayınları, İstanbul, ts. el-Haddad, Ebû Bekr el-Yemenî, Tefsîru’l-Haddad: Keşfü’t-Tenzîl fî Tahkîki’l-Mebâhis ve’t- Te’vîl, I-VII, tah. Muhammed İbrâhîm Yahyâ, Dâru’l-Medâri’l-İslâmî, Beyrût, 2003. Hamdî, Mahmûd, Zikr, el-Mevsû‘atü’l-İslâmiyyetü’l-‘Âmme, Kâhire, 1422/ 2001. Hamîdullâh, Muhammed, “Abd”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1988. Haneff, Suzanne, “What Everyone Should Know Islâm and Muslims”, Kazı Publications, Lahore, ts. Hans, Thoma - Venske, İslâm ve İntegration, Hamburg, 1981. Hasen Basrî, Ebû Sa‘îd el-Hasen b. Yesâr el-Basrî (ö. 110/ 728), Tefsîru’l-Hasen Basrî, I-II, der. Muhammed Abdurrahîm, Dâru’l-Hadîs, Kâhire, 1436/ 1992. Haşşâd, ‘Anter Ahmed, “Zikr”, Mecelletü’l-Ezher, c. IV, sy. 7, Kâhire, 1973. el-Hemedânî, Abdurrahmân b. Îsâ b. Hammad, Kitâbü’l-Elfâzi’l-Kitâbiyye, ed. Emîl Bedî Ya‘kûb, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1411/ 1991. el-Hererî, Muhammed Emîn b. Abdillah el-‘Uremmî eş-Şafî, Tefsîru Hadâiki’r-Ravh ve’r- Reyhân fî Rivâyeti ‘Ulûmi’l-Kur’ân, I-XXX, tah. Hâşim Muhammed Alî b. Hüseyn Mehdî, Dâru Tavki’n-Necât, Beyrût, 1421/ 2001. el-Herrâsî, Ebû’l-Hasen İmadüddîn Alî b. Muhammed b. Alî Kiya el-Ma‘rûf (ö. 504/ 1110), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-IV, 2.bs., Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1405/ 1985. el-Hiberî, Ebû Abdillah el-Hüseyn b. Hakem b. Müslim el-Kûfî (ö. 286h.), Tefsîru Hiberî, tah. Muhammed Rızâ el-Hüseynî, Müessesetü ‘Âli’l-Beyt, Beyrût, 1408/ 1987. el-Hicâzî, Muhammed Mahmûd, et-Tefsîru’l-Vâzıh, I-XXX, 7.bs., Dâru’t-Tefsîr, Kâhire, 1399/ 1979. 300 el-Hillî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. İdrîs, el-Müntahâb min Tefsîri’l-Kur’ân, I-II, Âyetullahi’l-‘Uzmâ el-Mar‘aşî, Kum, 1988. Hökelekli, Hayati, “İnzar”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. , Gençlik, Din ve Değerler Psikolojisi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2002. , “Fıtrat”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1996. , “İbadet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999. el-Hucvirî, Alî b. Osman b. Ebû Alî Cullâbî (ö. 470/ 1077), Hakikat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1996. el-Huvvârî, Hûd b. Muhakkem, Tefsîru Kitâbillâhi’l-‘Azîz, I-IV, tah. el-Hacc b. Sa’îd Şerîfî, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1990. el-Hüseynî, Muhammed Rızâ, “min Edebi’d-Du‘â’ fî’l-İslâm”, Turâsunâ, sy. 4, ‘aded, 1, İrân, 1409h. Izutsu, Toshihiko, İbn Arabî’nin Fususundaki Anahtar Kavramlar, çev. Ahmed Yüksel Özemre, 3.bs., Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1999. , Kur’ân’da Allah ve İnsân, çev. Süleymen Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, ts. , Kur’ân’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003. İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İmâmüddîn İsmâ‘îl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ el-Kaysî el- Kureşî el-Busrâvî ed-Dımeşkî eş-Şafiî (ö. 774/ 1373), Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, I-VIII, tah. Sâmî b. Muhammed es-Selâme, Dâru’t-Tayyibe, Riyâd, 1418/ 1997. İbn ‘Aşûr, Muhammed Tâhir b. Muhammed b. Muhammed et-Tunusî (1394/ 1973), Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I-XXX, Dâru’t-Tunûsiyye, Tunûs, 1984. İbn Abbas, Abdullah Abdullah b. Abbas b. Abdilmuttalib (ö. 68/ 687), Tefsîru İbn Abbas, I- II, der. Abdülazîz b. Abdillah el-Hümeydî, Câmi’atü Ümmi’l-Kurâ, Mekke, ts. İbn Allan, Muhammed b. Alî b. Muhammed Allan el-Bekrî es-Sıddıkî (1057/ 1647), el- Futuhâtü’r-Rabbaniyye ‘ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye, I-VII, el-Mektebetü’l- İslâmiyye, yy., ts. İbn Cemâ‘a, Ebû Abdillah Bedreddin Muhammed b. İbrâhîm b. Sa‘dullâh el-Kenânî (790/1388), Tezkirâtü’s-Sâmi’ ve’l-Mütekellim fî Edebi’l-‘İlm ve’l-Müte’allim, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, ts. İbn Cüzey, Ebû’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed b. Muhammed el-Kelbî (ö. 741/ 1340), Tefsîru İbn Cüzey: Teshîlu ‘Ulûmi’t-Tenzîl, Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabî, Beyrût, 1403/ 1983. İbn Ebî Zemenîn, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah b. Îsâ (ö. 399/ 1009), Tefsîru’l-Kur’âni’l- ‘Azîm: Seb’e et-Talâk, I-IV, tah. Ebû Abdillah Hüseyn b. Ukkâşe, Muhammed b. Mustafâ el-Kenz, el-Fârûku’l-Hâdîse, Kâhire, 1423/ 2002. İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ b. Muhammed er-Râzî el-Kazvînî el- Hemedânî (ö. 395/ 1004), el-Mu’cemu Mekâyîsi’-l-Luğa, I-IV, neş. Abdüsselâm M. Hârûn, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Kâhire, 1389/ 1969. 301 İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasen el-Hadramî el-Mağribî et-Tûnisî (ö. 808/ 1406), Şifâu’s- Sâil li Fehzi bi’l-Mesâil, çev. Süleyman Uludağ, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1984. İbn Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Mervezî (ö. 241/ 855), el- Müsned, I- VIII, ‘Alemü’l-Kütüb, Beyrût, 1419/ 1998. İbn Kayyım el-Cevziyye, Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb ez-Züraî ed- Dımeşkî el-Hanbelî (ö. 751/ 1350), el-Fevâid, tahrîc, Ahmed Râtip ‘Armûş, 7.bs., Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 1986. , Zâdü’l-Me‘âd, I-VI, çev. Mehmet Yolcu, Pınar Yayınları, İstanbul, 1990. İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dineverî (ö. 276/ 889), Te’vîlü’l- Müşkili’l-Kur’ân, tah. İbrâhîm Şemsuddîn, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût, 1423/ 2002. , Kitâbü ‘Uyûni’l-Ahbâr, I-II, Dâru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, ts. İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö. 273/ 887), es-Sünen, I-II, Îsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1972. İbn Manzûr, Ebû’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed el-Ensârî er- Rüveyfiî (ö. 711/ 1311), Lisânü’l-‘Arab, I-XV, tah. Muhammed Abdülvehhâb, Muhammed es-Sâdık el-‘Ubeyd, 3.bs., Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, ts. İbn Receb, Ebû’l-Ferec Zeynüddîn Abdurrahmân b. Ahmed el-Hanbelî, (ö. 795/ 1393), Tefsîru İbn Receb el-Hanbelî, I-II, tah. Tarık b. ‘Avazillâh b. Muhammed, Dâru’l-Âsime, Riyâd, 1422/ 2001. İbn Sîde, Ebû’l-Hasen Alî b. İsmâ‘îl ed-Darîr el-Mürsî (ö. 458/ 1066), el-Muhassas, I-V, tas. Tâhâ b. Mahmûd, Mektebetü’t-Ticârî, Beyrût, ts. İbn Teymiyye, Ebû’l-Abbâs Takıyyüddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn Abdisselâm el- Harrânî (ö. 728/ 1328), Der’ü Te’âruzi’l-Akl ve’n-Nakl, tah. Muhammed Reşâd Sâlim, Dâru’l-Künuzi’l-Edebiyye, Beyrût, 1978. , Takvâ Risâlesi, çev. Muzaffer Yıldız, 3.bs., Pınar Yayınları, İstanbul, 2002. , et-Tefsîru’l-Kebîr, I-VII, tah. Abdurrahman ‘Umeyre, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1408/ 1988. İbn Vehb, Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed ed-Dinûrî (ö. 308), Tefsîru İbn Vehb fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm, I-II, tah. Ahmed Ferid, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1414/ 2003. İbnü’l-‘Arabî, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Me‘âfirî (ö. 543/1148), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-IV, tah. Muhammed Abdülkâdir ‘Âtâ, Dâru’l-Fikr, Beyrût, ts. İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-‘Arabî et-Tâî el-Hâtimî (ö. 638/ 1240), el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye, I-VIII, Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyyeti’l-Kübrâ, Mısır, 1293h. , Rahmetün mine’r-Rahmân fî Tefsîri ve İşârâti’l-Kur’ân, I-IV, cem’ ve te’lîf, Ebû Abdullah Mahmûd Mahmûd el-Ğurâb, Matba’atü Nadr, Dımeşk, 1410/ 1989. 302 , Fusûsu’l-Hikem (Afîfi’nin Talikatıyla), Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Beyrût, 1400/ 1980. İbnü’l-Cevzî, Ebû’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Alî b. Alî b. Muhammed el-Bağdâdî (ö.597/ 1201), Nüzhetü’l-A’yun en-Nevâzir fî ‘İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, tah. Muhammed Abdülkerîm Kâzım er-Râzî, 3.bs., Müessetü’r-Risâle, Beyrût, 1407/ 1987. İbnü’l-Esîr, Ebû’s-Sa‘âdât Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîriddîn Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 606/ 1210), en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, I-IV, tah. Mahmûd Muhammed et-Tanâhî, et-Tâhir Ahmed ez-Zâvî, Mektebetü’l- İslâmiyye, Kâhire, 1965. İbrâhim Hakkı, Erzurûmî (1194/ 1780), Marifetnâme, tetkik ve takdîm, Ahmed Davudoğlu, Çelik Yayınları, İstanbul, ts. İkbal, Muhammed, Dînî Fekekkürün Yeniden Teşekkülü, ter. S. Huri, Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1964. İmâm-ı Rabbânî, Ebû’l-Berekât Ahmed b. Abdilehad b. Zeynilâbidin el-Fârûkî es-Sirhindî (ö. 1034/ 1624), el-Mektubât, I-II, çev. Abdülkâdir Akçiçek, Cümle Yayınları, İstanbul, 1988. İnan, Yusuf Ziya, İslâm Dininde Ana Sorunlar ve Temel Kavramlar, Tin Yayınevi, İstanbul, 1989. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, çev. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul, 1984. İslâmoğlu, Mustafâ, İman, 16.bs., Denge Yayınları, İstanbul, 2005. Jafrı, S. Husaın M., “Partıcularıty and Universalıty of The Qur’ân with Special Reference to The Term Taqwâ”, ed. Hakim Muhammed Sa’îd, Essays on Islâm II Felicitation Volume in Honour of Prof. W. Montgomery Watt, Karachi, 1993. Johnson, Paul E., “Dînî Davranış”, çev. Habil Şentürk, D.E.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 2, İzmir, 1985. , “Dinî Tecrübe”, çev. Recep Yaparel, D.E.Ü.İ.F.Dergisi, sy.3, İzmir, 1986. Kâdî Abdülcebbâr, Ebû’l-Hasen Kâdil-Kudât Abdülcebbâr b. Ahmed el-Hemedânî (ö. 415/ 1025), Müteşâbihu’l-Kur’an, tah. Adnan Muhammed Zerzûr, Dârus-Sürât, Kâhire, 1185h. Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, tah. Abdülkerîm Osman, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1408/ 1988. Kal‘acî, Muhammed Ravvâs, el-Mevsû’atü’l-Fıkhıyyetü’l-Müyesserâ, I-II, Dâru’n- Nefâis, Beyrût, 1421/ 2000. Kapar, M. Alî, Hz. Muhammed(s.a.v.)’in Müşriklerle Münâsebeti, Esra Yayınları, İstanbul, 1993. Kara, Mustafa, “Havf”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1997. , Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 6.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 2003. Kara, Ömer, “el-Furûku’l-Luğaviyye”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, c. XVIII, sy. 1, 2005. 3 03 Karagöz, İsmail, Kur’ân’a Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsân, Çelik Yayınevi, İstanbul, 1996. el-Kardavî, Yûsuf, “Sabr”, Mecelletü’l-Ezher, c. IL, sy. 4, Kâhire, 1977. Kasapoğlu, Abdurrahman, Kur’ân’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997. el-Kâsımî, Cemâlüddîn Muhammed b. Muhammed Sa‘îd Cemâlüddîn (1332/ 1914), Tefsîru’l-Kâsımî, I-XVII, tah. Muhammed Fu‘âd Abdülbâkî, 2.bs., Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1398/ 1978. Kaya, Mahmut, “Felsefe”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1995. Kaya, Süleymân, Kur’ân’da İmtihan Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003. el-Kâşânî, Nûrüddîn Muhammed b. Murtazâ (ö. 1115/ 1703), Tefsîru’l-Mu‘în, I-III, neş. Hüseyn Dergâhî, Seyyid Mahmûd el-Mar‘aşî, Ayetüllahi’l-Uzmâ el-Mar‘aşî, Kum, ts. el-Kâşânî, Kemâlüddîn Abdürrezzâk b. Ebî’l-Ganâim Muhammed (ö. 736/ 1335), Istılâhâtü’s-Sûfiyye, çev. Ekrem Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004. el-Kâşânî, Muhsin Muhammed b. Murtazâ b. Mahmûd el-Feyz (ö. 1090/ 1679), Tefsîru’s- Sâfî, I-V, tas. Hüseyn A‘lemî, 2.bs., Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1402/ 1982. el-Kâşî, Bahâüddîn Hattar b. Alî b. Haydar (ö. 776/ 1374), el-Mu‘temed mine’l-Menkûl fîmâ Evhâ ile’r-Rasûl, I-II, tah. Faysal b. Ca‘fer b. Abdillah Bâlî, Muhammed Veled Seyyidî Veled Habîb, Mektebetü’t-Tevbe, Riyâd, 1420/ 2000. Kemaleddin, Muhammed, “mine’l-Ususi’l-İslâmiyyeti li Binâi’l-Müctemi’”, Mecelletü’l- Ezher, c. VIL, sy. 3, Kâhire, 1974. Kerîm, Muhammed, Keşfü’l-Hakayık ‘an Nüketi’l-Âyât ve’d-Dekâyık, I-IV, 2.bs., Danışgâh-ı Sına‘atı Suhend, Tebrîz, 1373. Kılıç, Sadık, “İnsân Fücur ile Takvâ Ritimleri Arasında “Bir Damla Endişe!”, Ekev Akademi Dergisi, c. I, sy. 4, 1999. , “İslâm Geleneğinde Hususi Dualar”, A.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 14, Erzurum, 1999. , Fıtratın Dirilişi, Nehir Yayınları, İstanbul, 1991. , Kur’ân’da Günah Kavramı, Hibaş Yayınevi, Konya, 1984. , Kur’ân’da Nifâk, Furkân Yayınevi, İsanbul, 1982. Koç, Mustafa, “Ergenlik Döneminde Dua ve İbadet Algılarının Ruh Sağlığına Etkiler”, S.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 10, Adapazarı, 2004. Koçar, Mûsâ, “İslâm İnançları Açısından Zikir”, S.D.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 6, Isparta, 1999. Koştaş, Münir, “Din Sosyolojisine Giriş”, A.Ü.İ.F.Dergisi, c. XXVIII, Ankara, 1986. Kotku, Mehmet Zahid, Tasavvûfî Ahlâk Birinci Kitap, 3.bs., Seha Neşriyat, Ankara, 1981. Köknel, Özcan, Korkular: Takıntılar Saplantılar, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1990. Köse, Alî, “İman”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. Kurt, Hasan, İslâm İnancına Göre Nifâk ve Münafık, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Konya, 2003. 304 el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr b. Ferh (ö. 671/ 1273), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, tah. Sâlim Mustafâ el-Bedrî, Dâru’l-Kütübi’l- ‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2004. el-Kuşeyrî, Ebû’l-Kâsım Zeynülislâm Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik (ö. 465/ 1072), Kuşeyrî Risâlesi, çev. Süleyman Uludağ, 3.bs., Dergah Yayınları, yy., 1999. , Letâifü’l-İşârât, I-III, tah. Abdüllatif Hasen Abdurrahman, Dâru’l-Kütübi’l- ‘İlmiyye, Beyrût, 1420/ 2000. Kutlay, Mehmet, Kur’ân-ı Kerîm’de Zulüm Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Bursa, 1994. Kutluer, İlhan, “İslâm”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2001. Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur’an, I- XVI, çev. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, Hikmet Yayınları, İstanbul, ts. Lewisohn, L., “Takwâ”, The Encyclopaedia of Islâm, Suppl. Fasc. 11-12, Leiden, 2004. Macdonald, D. BS., “İman”, İslâm Ansiklopedisi, 2.bs., İstanbul, 1968, 5/ 2, 984. Macit, Nadim, “Kur’ân Açısından Sahte Tanrısallık- Peygamberler ve Azizlerin Tanrılaştırılması”, İlim ve Sanat, sy. 37, İstanbul, 1993. el-Mahallî - es-Suyûtî, Celâlüddîn Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911) Tefsîru’l-Celâleyn, 6.bs., Dâru İbn Kesîr, Beyrût, 1419/ 1998. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillâh Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Âmie el-Ashabî el-Yemmenî, (ö. 179/ 795) el-Muvatta’, tah. Mahmûd Fevâri Abdülbâkî, yay.y., yy., ts. el-Makdisî, Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. Müflih b. Muhammed b. Müflih (ö. 763/1362), el-Âdâbü’ş-Şer‘iyye ve’l-Minehü’l-Mer‘iyye, I-II, Müessesetü Kurtuba, Kâhire, ts. el-Makdisî, Ebû’l-Hasen Alî b. Eyyûb b. Mansûr (ö. 748), “Sabr”, Mecelletü’l-Hikme, sy. 2, Leeds-U.K., 1414/ 1993. el-Mansûrî, Mustafâ el-Hayrî, el-Muktetaf min ‘Uyûni’t-Tefâsîr, I-V, tah. Muhammed Alî es-Sâbûnî, Dâru’l-Kalem, Beyrût, 1416/ 1996. el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd es-Semerkandî (ö. 333/ 944), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: Te’vîlâtü Ehli’s-Sünnet, I-V, tah. Fâtimetü Yûsuf el-Haymî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1425/ 2004. , Kitabü’t-Tevhid, yay. haz. Bekir Topaloğlu, Muhammed Aruçi, İSAM, Ankara, 2003. el-Maverdî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî (ö. 450/ 1058), el-Ahkâmü’s- Sultâniye, çev. Ali Şafak, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1994. , Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1978. , Tefsîru’l-Maverdî, I-VI, tah. Seyyid Abdülmaksûd b. Abdirrahîm, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1992/ 1412. el-Merâğî, Ahmed Mustafâ (1883 - 1952), Tefsîru’l-Merâğî, I-XXVII, 3.bs., Dâru İhyâi’t- Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1394/ 1974. 305 el-Meydânî, Abdurrahman Hasen Habenneke, Me’âricü’t-Tefekkür ve Dekâikü’t-Tedebbür, I- VIII, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1421/ 2000. Merad, Ali, “Islah”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999. Mevdûdî, Ebû’l-A’lâ, Tefhimü’l-Kur’ân, I-VII, çev. Muhammed Han Kayanî, v.dğr., İnsan Yayınları, İstanbul, 1986- 1988. Mevlânâ, Celâlüddîn-i Rûmî (ö. 672/ 1273), Mesnevî ve Şerhi, I-IV, haz. Abdülbâkî Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1974. Mîr, Mustansır, Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, çev. Murat Çiftkaya, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 1996. el-Muallakât, çev. Şerafettin Yaltkaya, M.E.B.Yayınları İstanbul, 1989. el-Muhâsibî, Ebû Abdillah Hâris b. Esed (243/ 857), el-Mekâsib, tah. Abdülkâdir Ahmed ‘Âtâ, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiye, Beyrût, 1407/ 1987. el-Mut‘anî, Abdülazîm İbrâhîm, et-Tefsîru’l-Belâğî li’l-İstifhâm fî’l-Kur’âni’l-Hakîm, Mektebetü Vehbe, Kâhire, 1420/ 1999. Mu‘tık, Avvâb b. Abdillah, el-Mu’tezile ve Usûluhum el-Hamse ve Mevkıfu Ehli’s- Sünneti minha, 4.bs., Mektebetü’r-Rüşd, Riyâd, 1414/ 2001. Muğniyye, Muhammed Cevâd, et-Tefsîru’l-Kâşif, I-VII, 4.bs., Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrût, 1990. Muhammed Şekara, ‘Îsâ Zeki ‘Îsâ, el-İkrâh ve Eseruhu fi’t-Tasarrufât, 2.bs., Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1407/ 1987. Muhammed, Sâbir, “Dua”, Mecelletü’l-Ezher, c. 57, sy. 7, Kâhire, 1985. Mukâtil b. Süleymân, Ebû’l-Hasen b. Beşîr el-Belhî el-Ezdî (ö. 150h.), el-Eşbâh ve’n-Nezâir fi’l- Kur’âni’l-Kerîm, tah. Abdullâh Mahmûd Şehhâte, çev. M. Beşir Eryarsoy, İşâret Yayınları, İstanbul, 2004. , Tefsiru Mukâtil b. Süleymân, tah. Abdullâh Mahmûd Şehhâte, I-V, el-Hey’etü’l- Mısrıyyetü’l-‘Âmme li’l-Kitab, Kâhire, 1979. Mücâhid b. Cebr, Ebû’l-Haccac el-Mekkî el- Kureşî (ö. 104/ 722), Tefsiru’l-İmâm Mücâhid b. Cebr, tah. Muhammed Abdüsselâm Ebû’n-Nîl, Dâru’l-Fikri’l-İslâmî, yy., 1410/ 1989. Müslim, Ebû’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (ö. 261), Sahîh-u Müslim, I-V, tah. Muhammed Fu’âd Abdülbâkî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1992. en-Nâsırî, Muhammed el-Mekkî, et-Teysîr fî Ehâdîsi’t-Tefsîr, I-V, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1405/ 1985. Nasr, Seyyid Hüseyin, İslâm’ın Kalbi, çev. Ahmet Demirhan, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2002. en-Necât, Abdülmecîd, el-Mehdî b. Tumrat, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût,1406/ 1933. Necati, Osman, Kur’ân ve Psikoloji, ter. Hayati Aydın, Fecr Yayınları, Ankara, 1998. Necmüddin-i Kübrâ, Ebû’l-Cenâb Ahmed b. Ömer b. Muhammed b. Abdillâh el-Hayvekî (ö. 618/ 1221), Usûlu Aşere-Risâle ile’l-Hâim-Fevâihu’l-Cemâl, haz. Mustafa Kara, 2.bs., Dergah Yayınları, İstanbul, 1996. 306 en-Nedvî, Ebû’l-Hasen Alî el-Hasen, el-İmâm es-Serhendî Hayatuhu ve A‘maluhu, Dâru’l- Kalem, Kuveyt, 1403/ 1983. en-Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb (ö. 303/ 915), Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle, mukaddime, Fârûk Hamâde, Müessesetü’l-Kütübi’l-Sekâfiyye, Beyrût, 1406/ 1986. , es-Sünen, I-IV, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1964. , Tefsîru’n-Nesâî, I-II, tah. Sabrî b. Abdilhâlik eş-Şafiî, Seyyid b. Abbâs el- Celîmî, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiye, Beyrût, 1410/ 1990. en-Nesefî, Ebû’l-Berekât Hafizüddîn Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd (ö. 710/ 1310), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiki’t-Te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1421/ 2001. en-Neşşâr, Alî Sami, İslâm’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu (Neş’etü’l-Fikri’l-Felsefî fi’l- İslâm), çev. Osman Tunç, I-II, İnsan Yayınları, İstanbul, 1999. en-Nîsâbûrî, Nizâmüddîn el-Hasen b. Muhammed b. Hüseyn el-Kamî, Gerâibü’l-Kur’ân Reğâibü’l-Furkân, I-XXX, tah. İbrâhîm ‘Udve, Matba’atü Mustafâ el-Bâbî el- Halebî, Kâhire, 1381/ 1962. Nortbourne, Lord, Modern Dünyada Din, çev. Şahabettin Yalçın, İnsân Yayınları, İstanbul, 1995. el-Nüveyrî, Şihâbüddîn Ahmed b. Abdilvehhâb (677- 773), Nihâyetü’l-Erab fî Funûni’l- Edeb, I-XVIII,Vezâretü’s-Sekâfe ve’l-İrşâd, Kâhire, ts. Oğuz, Muhammed İhsan, M. İhsan Oğuz’dan Mektuplar, I-II, Oğuz Yayınları, İstanbul, 1994. Ohlander, Erik S., “Fear of God (Taqwâ) in The Qur’ân: Some Notes on Semantıc Shıft and Thematıc Context”, Journal of Semitic Studies Volume L. no.1, Oxford, Spring 2005. Okumuş, Ejder, “Tabii Afetler”, Din ve Toplum, İslamî Araştırmalar Dergisi, c. XV, sy. 3, 2002. , Toplumsal Değişme ve Din, İnsân Yayınları, İstanbul, 2003. Otto, Rudolf, Le Sacre, Payot, Paris, 1969. Ozak, Elhac Muzaffer, İrşâd, I-III, Sâlah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1972. Öcal, Mustafa, İlköğretim Okullarında, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ve Öğretim Yöntemleri, 3.bs., Düşünce Yayınları, İstanbul, 2005. , İslâm Eğitim Tarihi, Emin Yayıncılık, Bursa, 2002. Öz, Ayşe, Bir Davranış Geliştirme Modeli Olarak İttikâ, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2001. Özalp, Ahmet, “Korku ve Ümit”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994. Özemre, Ahmet Yüksel, Din, İlim, Medeniyet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2002. Öztürk, Yaşar Nuri, Din ve Fıtrat, Yeni Boyut, İstanbul, 1990. , Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf İslâm’da Ruhî Hayat, İFAV, İstanbul, 1989. 3 07 Özzeybek, Mûsâ, Kur’ân’da Zulüm Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 1992. Parladır, Selâhattîn, “Dua”, DİA, İstanbul, 1994. Peker, Hüseyin, “Olumlu Şahsiyet Özellikleri ve Din”, O.M.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 1, Samsun, 1986. er-Râğıp, Hüseyn b. Muhammed el-İsfehânî (ö. 502/ 1108), el-Müfredât fî Ğarîbi’l- Kur’ân, tah. Safvân Adnân Dâvûdî, 3.bs., Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1423/ 2002. er-Râzî, Ebû Abdillah Fahruddin Mahmûd b. Ömer b. Hüseyn et-Taberistânî (ö. 606/ 1210), Mefâtihu’l-Ğayb I-XXXII, el-Matba‘atü’l-Behiyye, Mısır, 1934- 1938. er-Râzî, Ebû Abdillah Zeynüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdillah (ö. 666/ 1268), Tefsîru Es’ileti’l-Kur’âni’l-Mecîd ve Ecvibetühâ, tah. Muhammed Alî el-Ensârî, Matba‘atü Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1381/ 1961. Reşîd Rızâ, Muhammed (1865/ 1925), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm: bi Tefsîri’l-Menâr, I-XII, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1426/ 2005. Rıfat, Ahmet, Tasvîr-i Ahlâk Sözlüğü, haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, ts. Ronart, Stephan and Nandy, Ceac, Ascetism, yy., Amsterdam, 1959. er-Rûmî, Eşrefoğlu Abdullah b. Muhammed el-Mısrî el-Kadîrî, Tam Müzekkin Nüfus, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, ts. Russell, Bertrand, Eğitim Üzerine, çev. Nail Benel, 3.bs., Say Yayınları, İstanbul, 1996. Sa‘îd Havva, (ö. 1409/ 1989), Cündullâh, ter. Harun Ünal, Petek Yayınları, İstanbul, ts. , el-Esâs fi’t-Tefsîr, I-XI, 3.bs., Dâru’s-Selâm, yy., 1412/ 1991. es-Sa‘lebî, Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrâhîm en-Nîsâbûrî (ö. 427/ 1035), el-Keşf ve’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-VI, tah. Seyyid Kesrevî Hasen, Dâru’l-Kütübi’l- ‘İlmiyye, Beyrût, 1425/ 2004. es-Sabbağ, Mahmûd, ez-Zikr fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-Sünneti’l-Mutahhare, Dâru’l-İ‘tisâm, Kâhire, ts. es-Sabbağ, Muhammed b. Lütfi, et-Tasvîru’l-Fennî fi’l-Hadîsi’n-Nevevî, el-Mektebetü’l- İslâmî, Beyrût, 1988. es-Sâbûnî, Muhammed Alî, Safvetü’t-Tefâsîr, I-III, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1421/ 2001. Schimmel, Annemarie, Mystical Dimensions of İslâm, çev. Ergun Kocabıyık, İstanbul, 2001. Safvet, Hâmid Mübârek, eş-Şirk, işrâf, Mahmûd Hamdî, el-Mevsû’atü’l-İslâmiyyetü’l- ‘Âmme, el-Meclisü’l-A’lâ li’ş-Şu’uni’l-İslâmiyye, Kâhire, 1422/ 2001. Sahib, Esad, Mektubat-ı Mevlânâ Hâlid, yay. haz. Dilâver Selvî, Kemal Yıldız, Ümran Yayınları, İstanbul, 1413/ 1993. es-Salih, Muhammed Edîb, et-Takvâ fî Hedyi’l-Kitâb ve’s-Sünne ve Siyeri’s-Salihîn, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1416/ 1996. Sahmerânî, Es‘ad, Tasavvuf: Menşei ve Istılahları, çev. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000. 3 08 es-San‘ânî, Ebû Bekr Abdürrezzâk b. Hemâm (ö. 126- 211h.), Tefsîru’l-Kur’ânî’l-Azîz, I-II, tah. Abdullah Emîn Kal‘acî, Dâru Ma‘rife, Beyrût, 1411/ 1991. Sarıkçıoğlu, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, 4.bs., Fakülte Kitabevi, Isparta, 2002. es-Sekafî, Ahmed b. İbrâhîm b. Zübeyr el-Âsimî el-Kırnâdî (ö. 708/ 1308), Milâkü’t-Te’vîl, I-II, tah. Sa‘îd el-Fellâh, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1403/ 1983. es-Sem‘ânî, Ebû’l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed b. Abdülcebbâr et-Temîmî eş-Şafiî es- Selefî (426- 489), Tefsîru’l-Kur’ân, I-VI, tah. Ebû Temîm Yasîr b. İbrâhîm, Dâru’l-Vatan, Riyâd, 1418/ 1997. es-Semerkandî, Ebû’l-Leys İmâmülhüdâ Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm, (ö. 373/ 983), Tenbîhü’l-Gâfilîn Büstânü’l-Ârifîn, I-II, çev. Abdülkâdir Akçiçek, Bedir Yayınevi, Ankara, 1997. , Tefsîrü’s-Semerkandî: Bahru’l-‘Ulûm, I-III, tah. Alî Muhammed Mu‘avvız - âdil Ahmed Abdülmevcûd - Zekeriyyâ Abdülmecîd, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/ 1993. es-Serrâc, Ebû Nasr Abdullâh b. Alî et-Tûsî (ö. 378), Tezkiretü’l-Lum’a fî Tarîhi’t- Tasavvufi’l-İslâmî, tah. Kâmil Mustafâ el-Henedâvî, Dâru Kutubi’l-İlmiyye, Beyrût, 1421/ 2001. Sezen, Yümni, İslâm’ın Sosyolojik Yorumu, İz Yayıncılık, İstanbul, 2004. es-Sıddık, Hasen Han Ebû’t-Tayyib Muhammed (ö. 1307/ 1890), Fethü’l-Beyân fî Mekâsıdi’l-Kur’ân, I-XV, haz. Abdullah b. İbrâhîm el-Ensârî, el-Mektebetü’l- ‘Asriyye, Beyrût, 1412/ 1992. Sinanoğlu, Mustafa, “İbâdet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1999. , “İman”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 2000. , “Küfür”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), Ankara, 2002. Soysaldı, Mehmet, “Kur’ân Semantiği Açısından Takvâ”, Fırat Ü.İ.F.Dergisi, sy. 1, Elazığ, 1996. es-Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr es-Suyûtî (ö. 911), ed-Dürru’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr, I-VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1409/ 1988. es-Sülemî, Ebû Abdirrahman Muhammed İbn el-Hüseyn (ö. 412/ 1021), et-Tabâkatü’s- Sûfiyye, Dâru Kitâbi’n-Nefîs, Sûriye, 1406/ 1986. , Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemî’nin Risâleleri, çev. Süleyman Ateş, A.Ü.Basımevi, Ankara, 1981. Stannard, Russell, Yeni 1000 Yılda Tanrı, çev. Atalay Atabek, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2002. Süfyân es-Sevrî, Ebû Abdillâh Süfyân b. Sa‘îd b. Meskûk (161/ 778), Tefsiru Süfyân es-Sevrî, tah. Ebû Ca‘fer Muhammed, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1403/ 1983. Şadi, Eren, Kur’ân’da Dua, Işık Yayınları, İzmir, 1994. Şâmme, Muhammed, Sabr, işrâf, Hamdî, Mahmûd, el-Mevsû’atü’l-İslâmiyyetü’l-‘Âmme, Kâhire, 1422/ 2001. 3 09 Şar, Selâhattîn, Tasavufun Ana İlkeleri, Dervişleri, Zâhidleri, Arifleriyle İslâm Tasavvufu, Toker Yayınları, İstanbul, ts. Şener, Mehmet, “Huşû’”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1998. eş-Şehristânî, Ebû’l-Feth Muhammed b. Abdilkerîm (ö. 548/ 1153), el-Milel ve’n-Nihâl, I-II, tah. Muhammed Seyyid Keylânî, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût, 1395/ 1975. Şentürk, Habil, “Dinî İnancın Psikolojisi”, S.D.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 4, Isparta, 1997. eş-Şevkânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Havlanî (ö. 1250/ 1834), Fethu’l-Kadîr el-Câmi’ Beyne’l-Fenni er-Rivâye ve’d-Dirâye, I-V, Matbaatü Mustafâ el-Babî el-Halebî, yy., 1383/ 1964. Şeybe, Abdülkâdir b. el-Hamd, Tehzîbü’t-Tefsîr ve Tecrîdü’t-Te’vîl mimmâ Ulhika bihi mine’l-Ebâtîl ve Radîe’l-Ekâvîl, I-V, Mektebetü’l-Ma’ârif, 1414/ 1993. Şimşek, Jale, “Kur’ân Açısından Zikir Kavramı”, D.Ü.İ.F.Dergisi, c. II, Diyarbakır, 2000. eş-Şinkîtî, Muhammed el-Emîn b. Muhammed el-Muhtâr el-Cekenî (1393/ 1973), Edvâü’l- Beyân fî İzâhi’l-Kur’ân bi’l-Kur’ân, I-X, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, ts. eş-Şirâzî, Nasr Mekârim, el-Emsâl fî Tefsîri Kitâbillâhi’l-Münzel, I-XX, Müessesetü’l- Ba’se, Beyrût, 1413/ 1992. eş-Şirbînî, Şemsüddîn Hatib Muhammed b. Ahmed (977/ 1570), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm: es-Sirâcü’l-Münîr, I-XX, tah., Ahmed İzzû İnâye ed-Dımeşkî, Dâru İhyâi’t- Türâsi’l-‘Arabî, Beyrût, 1425/ 2004. Şu‘ûd, İbrâhîm, “Cevânibu’l-Birr fî Hayâti’r-Rasûl”, Mecelletü’l-Ezher, c. 38, sy. 5-6, Kâhire, 1966. et-Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin (ö. 1401/ 1981), el-Mizân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I- XXII, Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1417/ 1997. et-Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr (ö. 310h.), Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l- Kur’ân, I-XXX, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1420/ 1999. et-Tabresî, Ebû Alî Eminüddîn Fazl b. Hasen b. Fazl (ö. 548/ 1153), Mecma’u’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-XXX, Müessesetü’l-A‘lemî, Beyrût, 1414/ 1995. et-Taftâzânî, Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Ömer (ö.793/ 1390), “Makamu’s-Sabr”, Mecelletü’l-İslâm ve’t-Tasavvuf, sene, II, sy. 4, Kâhire, 1379/ 1959. , Şerhu’l-Akâid, yay.y., İstanbul, 1326h. et-Tahânevî, Muhammed Alî b. Alî b. Muhammed el-Hanefî (ö. 1158/ 1745), Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, I-IV, tah. Ahmed Hasen, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1418/ 1998. et-Tahâvî, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed b. Selâmet el-Ezdî (ö. 321/ 933), Ahkâmü’l- Kur’âni’l-Kerîm, I-III, tah. Sadeddin Ünâl, İSAM, İstanbul, 1419/ 1998. et-Tâlibî, Ammâr, Kitâbu Âsâr İbn Bâdîs, I-IV, 2.bs., Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrût, 1983. Tan, Bilal, Kur’ân’da Hikmet Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000. Taplamacıoğlu, Mehmet, Din Sosyolojisi, 2.bs., A.Ü. Basımevi, Ankara, 1975. 310 Taştan, A.Vahap, Kimlik ve Din, Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayınları, Kayseri, 1996. et-Tibrîzî, Ebû Zekeriyyâ el-Hatib Yahyâ b. Alî (ö. 502/ 1109), Şerhu Divâni Ebî Temmâm, I-II, haz. Râcî el-Esmer, 2.bs., Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabî, Beyrût, 1414/ 1994. et-Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre (ö. 279/ 892), el-Câmi’us-Sahîh, I-V, el- Mektebetü’l-İslâmiyye, yy., ts. Toksarı, Ali, “Birr”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1992. Topaloğlu, Bekir, “Allah”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1989. , “Cennet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1993. , Dinî Sohbetler, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1982. Tunç, Cihad, “İslâm Dininde Zikir ve Dua”, E.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 5, Kayseri, 1988. , “Şirk (Ortak Edinmek) ve Günah Problemi”, E.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 11, Kayseri, 2001. Turgay, Nurettin, “Takvâ”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994. Turquin, Agneş Rochefort, “Din Sosyolojisi”, ter. Yümni Sezen, A.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 15, Erzurum, 2001. Tümer, Günay, “Çeşitli Yönleriyle Din”, A.Ü.E.F.Dergisi, sy. XXVIII, Ankara, 1986. , “Din”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, I-XXX (devam ediyor), İstanbul, 1994. Tümer,-Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, 2.bs., Ocak Yayınları, Ankara, 1993. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2002. Ulutürk, Veli, “Kur’ân-ı Kerîm’de Zulüm Kavramı”, A.Ü.İ.F.Dergisi, sy. 9, Erzurum, 1990. el-‘Ukberî, Ebû’l-Bekâ Mühibbüddîn Abdullah b. Hüseyn b. Abdillah (ö. 616/ 1219), et- Tibyân fî İ‘râbi’l-Kur’ân, I-II, tah. Alî Muhammed Becâvî, 2.bs., Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1407/ 1987. ‘Ukde, Hâlid b. Abdilkâdir Âli, Câmi’ü’t-Tefsir min Kütübi’l-Ehâdîs, I-IV, Dâru Tayyibe, Riyâd, 1421. el-‘Useymîn, Muhammed b. Salih, el-Kavlu’l-Müfid ‘ala Kitâbi’t-Tevhîd, I-III, tas. Süleymân b. Abdillah b. Hamud Ebû’l-Hayl, Halid b. Alî b. Muhammed Müşeykih, Dâru’l-‘Asime, Riyâd, 1415/ 1995. ‘Uzeyme, Salih, Mustalahâtü Kur’âniyye, Dâru’n-Nasr, Beyrût, 1414/ 1994. Ünal, Ali, “Birr”, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994.. , Kur’ân’da Temel Kavramlar, Kırkambar Yayınları, İstanbul, 1998. Üstündağ, Metin, Kur’ân’a Göre Temel Konular(1), Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2003. el-Vâhidî, Ebû’l-Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî (468/ 1075), el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, I-II, tah. Safvân Adnân Dâvûdî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1414/ 1995. Vecdi, Muhammed Ferîd b. Mustafâ Vecdi b. Alî Reşâd, Safvetü’l-‘İrfân fî Tefsiri’l- Kur’ân, Matba’atü’ş-Şa‘ab, Kâhire, 1321/ 1903. 311 Vehbi, Mehmet (1369/ 1949), Ahkâm-u Kur’âniye, Kurtulmuş Kitabevi, İstanbul, 1947. Vrijhof, Pieter Hendrik, “Din Sosyolojisi Nedir?”, çev. M. Emin Köktaş, D.E.Ü.İ.F.Dergisi, sy.4, İzmir, 1987. Wach, Joachim, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, İFAV, İstanbul, 1995. Watt, W. M., Modern Dünyada İslâm Vahyi, çev. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yayınları, Ankara, 1982. Wensinck, A. J-Mensing J. P., el-Mu’cemu’l-Müfehres li el-Fâzı’l-Hadisi’n-Nebeviyye, I- VII, Mektebetü Birll, Leiden, 1936. Yahyâ b. Sellâm, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Sellâm b. Ebî Sa‘lebe et-Teymî el-Basrî el-Kayravanî (ö. 200/ 815), Tefsîru Yahyâ b. Sellâm, I-II, tah. ve tas. Hindişiblî, Dâru’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1425/ 2004. Yavuz, Kerim, Günümüzde Din Eğitimi, Ç.İ.F.Yayınları, Adana, 1988. Yavuz, Yûnus Vehbi, Kur’ân’da Takvâ Kavramı, (Yayınlanmamış Makale), Bursa, ts. Yetik, Erhan, “Hz. Muhammed’in Zühd ve Takvâsı”, O.M.Ü.İ.F. Dergisi, sy. 7, Samsun, 1993. Yetik, Zübeyr, “Haşyet”, Şamil İslâm Ansiklopedisi, I-VIII, Şamil Yayınları, İstanbul, 1994. Yıldırım, Celâl, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsîri, I-XII, Anadolu Yayınları, İstanbul, 1989. Yıldırım, Ergün, Din Anlayışının Sosyolojisi, Bilge Yayınları, İstanbul, 1999. Yıldırım, Suat, Mevcûd Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, 2.bs., Işık Yayınları, İzmir, 1996. Yıldız, Mehmet, Kur’ân-ı Kerîm’de Zikir Kavramı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kayseri, 1995. Yılmaz, Hızır Hilmi, Kur’ân Kaynaklı Tasavvûfî Kavramlar, Ersöz Matbaacılık, İstanbul, 1997. Yörükân, Yusuf Ziya, Müslümanlık ve Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetlerle İslâm Esasları, 2.bs., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2002. , Müslümanlık, A.Ü.İ.F. Yayınları, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Matbaası, Ankara, 1957. Yûsuf, Hânim İbrâhîm, Aslu’l-Adl inde’l-Mu’tezile, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, Kâhire, 1413/ 1993. Yüksel, Emrullâh, “Din Fenomeni”, İ.Ü.İ.F.Dergisi, sy.1, İstanbul, 1999. ez-Zebîdî, es-Seyyid Muhammed Murtazâ (ö. 893/ 1487), Tâcu’l-‘Arûs, I-X, Dâru Sâdır, Beyrût, 1306h. ez-Zeccâc, Ebû İshâk İbrâhîm b. es-Serî b. Sehl (ö. 311/ 923), Me‘âni’l-Kur’ân ve İ‘râbuhu, I-V, tah. Abdülcelîl Abduh Şelebî, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrût, 1408/ 1988. ez-Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân (ö. 748/ 1348), Tefsîru’l-İmâm ez-Zehebî, I-II, cem’ ve tertîb, Su’ûd b. Abdillah el-Fenîsân, Mektebetü’l-Ubeykân, Riyâd, 1424/ 2003. 3 12 ez-Zemahşerî, Ebû’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer el-Havarizmî (ö. 538/ 1143), el-Keşşâf ‘an Hakâiki Ğivâmizi’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, I-IV, tah. Muhammed Abdüsselâm, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1424/ 2003. , Esâsü’l-Belâğa, Dâru Beyrût, Beyrût, 1412/ 1992. , el-Fâik fî Ğarîbi’l-Kur’ân, I-IV, tah. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrâhîm - Alî Muhammed el-Becâvî, 3.bs., Îsâ el-Bâbî el-Halebî, yy., 1971. ez-Zuhaylî, Muhammed, “Fetvâ ve Takvâ”, ter. Mustafâ Ateş, Diyânet İlmi Dergi, c. XXIX, sy. 1, İstanbul, 1993. ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsîru’l-Münîr, I-XXXII, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1411/ 1991. Züheyr, İbn Sülmâ, Divân, yay.y., Kâhire, 1944. 313 ÖZGEÇMİŞ Doğum Yeri ve Yılı: Trabzon - 1976 Öğr.Gördüğü Kurumlar : Başlama Yılı Bitirme Yılı Kurum Adı Lise : 1995 1999 Bursa İmam Hatip Lisesi Lisans : 1999 2003 Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans : 2003 Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora : Medeni Durum : Bekar Bildiği Yabancı Diller ve Düzeyi : İngilizce, Arapça Çalıştığı Kurum (lar) : Başlama ve Ayrılma Tarihleri Çalışılan Kurumun Adı Yurtdışı Görevleri: Kullandığı Burslar: Öğrenim Kredisi, Başbakanlık Öğrenim Bursu Aldığı Ödüller : Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Topluluklar : Editör veya Yayın Kurulu Üyelikleri : Yurt İçi ve Yurt Dışında katıldığı Projeler : Katıldığı Yurt İçi ve Yurt Dışı Bilimsel Toplantılar : Yayımlanan Çalışmalar: Diğer: Tarih-İmza Hatice ŞAHİN 314