T.C BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİM DALI KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMI (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Büşra ACAROĞLU BURSA 2020 T.C BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLÂM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİM DALI KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMI (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Büşra ACAROĞLU 0000-0002-3518-5370 Dr. Öğr. Üyesi Mustafa BİLGİN BURSA 2020 ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Büşra ACAROĞLU Üniversite : Bursa Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Temel İslam Bilimleri Bilim Dalı : Tefsîr Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : xiii+272 Mezuniyet Tarihi : …/…/2020 Tez Danışmanı : Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Bilgin KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMI "Basîret" kelimesi Arapça “ َبََصر” kökünden türemiştir. “ َبََصر” sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, görme duyusu, sağduyu, şahit, delil, anlayış" gibi anlamlara gelmektedir. "Basiret" terim olarak, ilâhi nurla aydınlanmış kalbin hakikatleri görme kabiliyeti olarak tanımlanır. Bedendeki göz eşyanın suretini görür; kalp de eşyanın hakikatini, iç yüzünü görür. Filozoflar bunu "nazarî akıl" olarak isimlendirmiştir. Tasavvuf âlimleri bu gücü "kalp gözü" olarak ifade etmişlerdir. Basîret kalbin nurudur. Kalp bu nur vesilesiyle hakikati görmektedir. Çalışmamızın birinci bölümünde "basîret" kavramının tanımı yapılmış ve literatürde incelenmiştir. Kavramın tanımı, sözlük ve terim anlamı olarak ele alınmıştır. Literatürde ise Din Bilimleri ve Temel İslâm Bilimleri alanlarında hangi anlamları karşıladığı araştırılmıştır. İkinci bölümde Kur'ân'da "basîret" kavramının tanımı ve tahlili yapılmıştır. Kur'ân'da "basîret" kavramının tanımı, biçim ve anlam yönüyle analiz edilmiştir. Tahlili ise "öznesine göre", "nesnesine göre" ve "yüklemine göre" olmak üzere üç başlık altında toplanmış ve ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Anahtar Sözcükler: Kur'ân, Basîret, Öngörü, Sezgi, Kalp, Ferâset. v ABSTRACT Author’s Name and Surname : Büşra ACAROĞLU University : Bursa Uludağ University Institute : Social Sciences Institute Department : Fundamental Islamic Sciences Major : Tafsir Nature of the Thesis : Master’s Degree Thesis Number of pages : xiii+272 Degree Date : …/…/2020 Thesis Consultant : Asst. Prof. Dr. Mustafa Bilgin THE CONSEPT OF "BASIRAH" IN QUR’AN The word of "Basirah" is derived from the Arabic root word of "ر َ The word ."بََص of "ر َ means to see, to know, to intuit, common sense, witness, sense of seeing, prof "بََص and understanding etc. In terminology the word of “Basirah" is described as the ability of the heart illuminated by divine light to see the truth. The body eye sees the image of things. The heart sees the truth and the inner side of things. Philosophers have called it "theoretical mind". Sufi scholars expressed this power as "the eyes of the heart". Basirah is the light of heart. The heart is able to see the truth by means of this light. In the first chapter of this study, the concept of "Basirah" has been defined and it has been reviewed in literature. The definition of the concept has been examined in terms of its lexial meaning and its meaning in terminology. What it means in the religious sciences and Basic Islamic Sciences has been examined in the literature review. In the second chapter, the definition and deep analysis of the concept of “Basirah” from the point of view of Qur’an has been made. The definition of the concept of “Basirah” in the Qur’an has been examined in terms of form and meaning. The deep analysis has been gathered under three titles according to its subject, object and its predicate and each of them has been investigated in detail. Key words: Qur’an, Basirah, Foresight, Intuition, Heart, Perception. vi ÖNSÖZ Kur'ân'ın bir nazarî bir de amelî boyutu vardır. Nazarî boyutunu dînî inanç ve fikirler, amelî boyutunu da ahlâk ve muâmelât hükümleri oluşturur. Amelî yönünün gerektiği gibi uygulanabilmesi için, kaynağını ve dayanağını teşkil eden nazarî boyutun da en sağlıklı biçimde kavranılması gerektiği açıktır. Kur'ân nazarî sistemini de sıkça vurguladığı bazı temel kavramlar aracılığıyla inşa eder. Kur'ân'ın inanç ve fikir dünyasını tasvir ederken kullandığı bu kavram şebekesi içinde "basîret", insanın hem maddî hem de manevî boyutunu kuşatan bir çekirdek kavram olarak en dikkat çekici kavramlarından birini teşkil eder. İnsanın maddî hayatının merkezî organı olan kalp, onun manevî hayatına da yön veren bir kaynaktır. Kalp imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin kısaca bütün duyguların merkezidir. İslam düşüncesinde kalp, bütün vücuda yön veren bir merkez olarak kabul edilir. Her ne kadar kalp denilince ilk bakışta kanı toplayıp bütün vücuda pompalayan organ akla gelse de Kur'ân ve hadislerde kalbin şuur, vicdan, idrak, akıl ve irade gücünün merkezi olduğuna vurgu yapılır. Kin, öfke, nefret gibi olumsuz duygular kalpte bulunduğu gibi iman, Allah korkusu ve takva gibi olumlu duygular da kalbe isnad edilir. Kalp kötülüklere karşı mücadelenin verildiği yerdir. İnançsızlık ve günahlar insanı manevi güzelliklerden feyiz alamayacak şekilde nefsin ve şeytanın oyuncağı haline getirebilmektedir. Bu durum kalbin akıl, basîret yetisini kaybetmesine yol açar. Öyleyse doğru inanca sahip olmak, "basîret" yetisini korumak manevi güzellikleri elde etmek için oldukça önemlidir. Allah insanı doğru inanca davet etmiş, tercih noktasında onu zorlamamıştır. Dolayısıyla her insanın inancı, tutumu birbirinden farklı olmaktadır. İnsanların bir kısmı doğruluğu tercih edip müminlerden olmakta, bir kısmı da yanlış işlere dalarak inkâra yönelmektedir. İşte Allah Teâlâ insanların inançlarını, huylarını, ortaya koydukları fiilleri farklı kavramlarla izah eder, onları metheder veya zemmeder. Dolayısıyla âyetlerde insanı itikâdî açıdan değerlendiren kavramlar göze çarpmaktadır. Basîret bu kavramlardan biridir. Örneğin âyetlerde mü'minler basîretli1 sayılmış; inançsızlıklarından dolayı gönül gözü körleşmiş kişiler "a'mâ" olarak nitelendirilmiş ve gerçeği göremedikleri belirtilmiştir.2 1 el-A'râf 7/203, el-Kasas 28/43. 2 el-A'râf 7/197. vii "Basîret" (بصيرة) sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, göz, şahit, delil, ibret, anlayış, fetânet" gibi anlamları içerir. Bu kelime terim olarak "kutsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin hakikatleri görme kabiliyeti" anlamına gelir. "Basîret" kelimesiyle aynı kökten türeyen "basar", Allah'ın her şeyi eksiksiz gördüğünü, kavradığını belirten kemâl sıfatıdır. İnsanın eşyayı idrak etmesi Allah'ın idrak etme gücünden farklı olup sınırlıdır. İnsan bazen işlerin iç yüzünü görememekte, olayların arkasındaki sebepleri bilememektedir. Ancak Allah'ın kendisine bahşettiği aklı doğru bir şekilde kullanıp O'nun gerçeklere dair gösterdiği işaretleri görürse hakikate vâkıf olabilmektedir. "Basîret" kavramının incelendiği bu çalışma genel olarak bir giriş ve iki ana bölümden meydana gelmektedir. "Giriş"te konunun ele alınışı, metot ve kaynaklar hakkında bilgi verilmiş, "Birinci Bölüm"de "Genel Olarak 'Basîret' Kavramı", "Tanımı" ve "Tahlili" olmak üzere iki alt başlıkta ele alınmıştır. Kavramın tanımı sözlük ve terim anlamlarıyla incelenmiş, sözlük anlamı fiil ve isim türevleriyle verilmiştir. Kavramın tahlili, "Din Bilimlerinde" ve "Temel İslâm Bilimlerinde" olmak üzere iki alt başlığa ayrılmıştır. "Din Bilimlerinde" Dinler Tarihi, Din Felsefesi, Din Psikolojisi, Din Sosyolojisi, Din Eğitimi alanlarında; "Temel İslâm Bilimlerinde" Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf alanlarında incelenmiştir. Çalışmanın "İkinci Bölümü"nde "Kur'ân'da Basîret Kavramı" araştırılmıştır. "Kur'ân'da 'Basîret' Kavramının Tanımı" şeklindeki birinci alt başlık altında "basîret" kavramı lafız ve mana yönüyle ele alınmış; "Kur'ân'da 'Basiret' Kavramını Tahlili" şeklindeki alt başlık altında da Kur'ân'daki kullanımları "Öznesine", "Nesnesine" ve "Yüklemine" göre incelenmiştir. Bu çalışma esnasında değerli zamanını ayırarak yol gösteren, tecrübe ve rehberliğini esirgemeyen değerli danışman hocam sayın Dr. Öğretim Üyesi Mustafa BİLGİN Bey'e derin şükranlarımı sunuyorum. İstanbul, ………, 2020 Büşra ACAROĞLU viii İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI .......................................................................................................... V YÜKSEK LİSANS İNTİHAL YAZILIM RAPORU ........................................................ Vİ ÖZET ..................................................................................................................................... V ABSTRACT .......................................................................................................................... Vİ ÖNSÖZ................................................................................................................................ Vİİ İÇİNDEKİLER .................................................................................................................... İX KISALTMALAR .............................................................................................................. XİV GİRİŞ ...................................................................................................................................... 1 I. ARAŞTIRMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ ........................................................... 1 II. ARAŞTIRMANIN METODU VE KAYNAKLARI ....................................................... 2 BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK "BASÎRET" KAVRAMI I. "BASÎRET" KAVRAMININ TANIMI ............................................................................. 4 A. SÖZLÜK ANLAMI..................................................................................................... 4 1. "BSR" )بصر ) Maddesinin Fiil Türevleri ................................................................ 4 a. Sülâsî Mücerred Fiiller .......................................................................................... 4 aa. Birinci Bab ....................................................................................................... 4 ab. Dördüncü Bab .................................................................................................. 5 ac. Beşinci Bab ...................................................................................................... 5 b. Sülâsî Mezîd Fiiller ............................................................................................... 6 ba. İf'âl Vezni ......................................................................................................... 6 bb. Tef'îl Vezni ...................................................................................................... 6 bc. Müfâale Vezni.................................................................................................. 8 bd. Tefe''ul Vezni ................................................................................................... 8 be. Tefâul Vezni .................................................................................................... 8 bf. İstif'âl Vezni ..................................................................................................... 9 2. "BSR" )بصر ) Maddesinin İsim Türevleri ............................................................... 9 a. Cins İsimler ........................................................................................................... 9 aa. el- Basar ( 9 ............................................................................................... (البََصر ab. el- Basîr ( 10 .......................................................................................... ( البَِصير ac. el- Bâsır ( 11 ............................................................................................ (البَاِصر ad. el- Busr ( 12 ............................................................................................ ( البُْصر ae. el- Basîret ( 12 ........................................................................................ (البَِصيَرة b. Özel İsimler ......................................................................................................... 14 ix ba. Basra ( ُ 14 ................................................................................................. ( بَْصَرة bb. Busrâ ) 15 .............................................................................................. )بُْصَرى bc. Bûsîr ) ُ15 ............................................................................................... )بُوِصير bd. Busar ( ُ15 .................................................................................................. ( بَُصر B. TERİM ANLAMI ...................................................................................................... 16 II. "BASÎRET" KAVRAMININ TAHLİLİ ....................................................................... 19 A. DİN BİLİMLERİNDE ............................................................................................... 19 1. Dinler Tarihi'nde ..................................................................................................... 19 a. Genel Olarak "Din" ve "Tarih" ............................................................................ 19 b. Özel Olarak "Basîret" ve "Tarih" ........................................................................ 20 ba. Vahye Dayalı Dinlerde .................................................................................. 20 1) Yahudilik'te .................................................................................................. 22 2) Hıristiyanlık'ta ............................................................................................. 24 3) İslâm'da ........................................................................................................ 26 bb. Tabîî Dinlerde ................................................................................................ 30 1) İlkel Dinlerde ............................................................................................... 30 2) Gelişmiş Dinlerde ........................................................................................ 31 2. Din Felsefesi'nde ..................................................................................................... 38 a. Genel Olarak "Din" ile "Felsefe" Arasındaki İlişki ............................................. 39 b. Felsefede Akıl ..................................................................................................... 40 c. Felsefede Sezgi .................................................................................................... 43 3. Din Psikolojisi'nde .................................................................................................. 46 a. Genel Olarak "Din" ile "Psikoloji" ...................................................................... 46 b. İnsandaki Yaratıcı Düşünce ................................................................................ 48 c. İnsandaki Sezgisel Kavrayış ................................................................................ 50 4. Din Sosyolojisi'nde ................................................................................................. 51 a. Genel Olarak "Din" ile "Toplum" ....................................................................... 51 b. Önsezi ve Mistisizm ............................................................................................ 52 5. Din Eğitimi'nde ....................................................................................................... 53 a. Genel Olarak "Din" ile "Eğitim" ......................................................................... 53 b. Din Eğitiminde Sezgi ve Zekâ ............................................................................ 54 B. TEMEL İSLÂM BİLİMLERİNDE ........................................................................... 56 1. Tefsir'de .................................................................................................................. 56 a. Kur'ân'da .............................................................................................................. 56 b. Genel Olarak Tefsir'de ........................................................................................ 57 2. Hadis'te .................................................................................................................... 57 a. Lafız Yönüyle ...................................................................................................... 57 b. Mana Yönüyle ..................................................................................................... 65 3. Fıkıh'da .................................................................................................................... 67 a. Genel Olarak "Fıkh" Kavramı ............................................................................. 67 b. Özel Olarak Fıkh-Firâset İlişkisi ......................................................................... 67 4. Kelâm'da ................................................................................................................. 69 x a. Genel Olarak "Bilgi" Problemi ............................................................................ 69 b. Kelâm'da Bilgi ..................................................................................................... 75 5. Tasavvuf'ta .............................................................................................................. 79 a. Genel Olarak Tasavvufî Bilgi .............................................................................. 79 b. Özel Olarak Tasavvufî Bilgi: Keşf ve İlhâm ....................................................... 89 İKİNCİ BÖLÜM KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMI I. KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMININ TANIMI .................................................... 96 A. LAFIZ YÖNÜYLE: "B.S.R." MADDESİ VE TÜREVLERİ ................................... 96 1. Fiil Türevleri ........................................................................................................... 96 a. Mâzî Fiil .............................................................................................................. 96 b. Muzârî Fiil ........................................................................................................... 97 ba. Sülâsî Mücerred ............................................................................................. 97 bb. İf'âl Babı ........................................................................................................ 97 bc. Tef'îl Babı ...................................................................................................... 98 c. Emîr Fiil............................................................................................................... 98 d. Te'accub Fiil ........................................................................................................ 99 2. İsim Türevleri .......................................................................................................... 99 a. Mastarlar .............................................................................................................. 99 b. Türemiş İsimler ................................................................................................. 102 B. MANA YÖNÜYLE: "B.S.R." MADDESİNİN SEMANTİK KADROSU ............. 107 1. Müşahhas Anlamlar .............................................................................................. 108 a. Basit ................................................................................................................... 108 aa. Görmek......................................................................................................... 108 ab. Mucize ......................................................................................................... 110 b. Mürekkeb .......................................................................................................... 111 ba. Şâhid ............................................................................................................ 111 bb. Âyet ............................................................................................................. 112 2. Mücerred Anlamlar ............................................................................................... 115 a. Basit ................................................................................................................... 115 aa. Kalple Görmek ............................................................................................. 115 ab. İdrak Etmek .................................................................................................. 120 ac. Akl-ı Selîm Sahibi ........................................................................................ 121 1) Fıtrat........................................................................................................... 122 2) Hanîf .......................................................................................................... 127 3) İlk Ahid (Elest Bezmi) ............................................................................... 130 b. Mürekkeb .......................................................................................................... 133 ba. Nazar ............................................................................................................ 133 bb. Rü'yet ........................................................................................................... 135 xi II. KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMININ TAHLİLİ ................................................ 138 A. ÖZNESİNE GÖRE .................................................................................................. 138 1. Allah ...................................................................................................................... 139 a. Sıfatları .............................................................................................................. 141 aa. Hayy - Basîr ................................................................................................. 141 ab. Alîm - Basîr ................................................................................................. 142 ac. Semi' - Basîr ................................................................................................. 144 ad. Habîr - Basîr................................................................................................. 146 b. Fiilleri ................................................................................................................ 148 ba. Halk .............................................................................................................. 149 bb. Tedbîr........................................................................................................... 151 bc. Îhâ' ................................................................................................................ 152 bd. İlhâm ............................................................................................................ 155 2. İnsan ...................................................................................................................... 157 a. Mü'minlerin "Basîret"i ....................................................................................... 157 aa. Peygamberlerin "Basîret"i ............................................................................ 157 1) "Şerh-i Sadr" .............................................................................................. 157 2) "Ülû'l-Eydî ve'l-Ebsâr" .............................................................................. 160 3) "Nusret" ..................................................................................................... 162 ab. Diğer Mü'minlerin "Basîret"i ....................................................................... 165 b. Kâfirlerin "Basîret"i .......................................................................................... 167 ba. Ehl-i Kitap.................................................................................................... 168 bb. Müşrikler ..................................................................................................... 169 bc. Münafıklar ................................................................................................... 171 B. NESNESİNE GÖRE ................................................................................................ 172 1. Nazarî Alanda ....................................................................................................... 172 a. İtikâdât ............................................................................................................... 172 aa. Tevhîd .......................................................................................................... 172 ab. Nübüvvet ...................................................................................................... 176 ac. Âhiret ........................................................................................................... 180 b. Ahlâk ................................................................................................................. 184 2. Amelî Alanda ........................................................................................................ 189 a. İbâdât ................................................................................................................. 189 b. Muâmelât ........................................................................................................... 190 c. Ukûbât ............................................................................................................... 192 C. YÜKLEMİNE GÖRE .............................................................................................. 194 1. Eş Anlamlıları ....................................................................................................... 194 a. Akıl Odaklı Eşanlamlılar ................................................................................... 194 aa. Akıl ( 194 .................................................................................................... (العقل ab. Fıtnat (197 ................................................................................................ (الفطنة ac. Fehm (200 .................................................................................................. ( الفهم ad. Fıkh (201 .................................................................................................... ( الفقه xii ae. İlim ( 204 ..................................................................................................... (العلم af. Yakîn (207 ................................................................................................ ( اليقين b. Kalp Odaklı Eşanlamlılar .................................................................................. 210 ba. Kalb (210 ................................................................................................... ( القلب bb. Sadr ( 213 ................................................................................................ ( الصدر bc. Fuâd ( 215 ................................................................................................. ( الفؤاد bd. Lübb ( 217 .................................................................................................. ( اللب be. Firâset (220 ............................................................................................. ( الفراسة bf. Hads (222 ................................................................................................. ( الحدس bg. İlhâm (225 ................................................................................................( اإللهام bh. Marifet ( 228 .......................................................................................... ( المعرفة bı. Hikmet ( 230 ............................................................................................ ( الحكمة 2. Zıt Anlamlıları ...................................................................................................... 234 a. Akıl Temalı Zıt Anlamlıları ............................................................................... 234 aa. Humk (234 ................................................................................................ (الحمق ab. Sefâhet (236 ............................................................................................ ( السفاهة ac. Cehâlet (237 ............................................................................................ ( الجهالة ad. Ğaflet (239 ................................................................................................. (الغفلة b. Kalp Temalı Zıt Anlamlıları .............................................................................. 242 ba. A'mâ (242 ............................................................................................... ( األعمى bb. Dalâlet ( 244 .......................................................................................... ( الضاللة bc. Zulüm (247 ................................................................................................. (الظلم bd. Nifâk (249 ................................................................................................ ( النفاق be. Küfr ( 251 ................................................................................................... (الكفر SONUÇ................................................................................................................................ 254 KAYNAKÇA ...................................................................................................................... 257 xiii KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale a.g.md. : Adı geçen madde a.g.y. : Adı geçen yer a.m. : Aynı müellif a.s. : Aleyhisselam A.Ü.İ.F. : Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi A.Ü.D.T.C.F.D. : Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi bknz. : Bakınız bs. : Baskı C. : Cilt çev. : Çeviren DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi D.İ.B. : Diyanet İşleri Başkanlığı Hz. : Hazreti s. : Sayfa S. : Sayı s.a.v. : Sallallahu aleyhi ve sellem S.D.Ü.S.B.D. : Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi thk. : Tahkik T.D.V. : Türkiye Diyanet Vakfı t.y. : Basım tarihi yok tz. : Tez U.Ü.İ.F. : Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi vb. : Ve benzeri vd. : Ve diğerleri yy. : Yüzyıl y.y. : Yayın yeri yok xiv GİRİŞ I. ARAŞTIRMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ Çalışmamızda, ilâhî hakikatleri idrak etme, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti olan "basîret" kavramını ele aldık. "Basîret" kavramının ve müştaklarının Kur'ân'da pek çok âyette yer aldığı görülür. Bu kavram, âyetlerde bazen kafa gözü bazen kalp gözü bazen göze hitap eden huccet, şâhid manasında kullanılır. Müfessirler tek bir manaya sahip kavramlardan olmayan "basiret"le ilgili birçok yorum yapmış ve bu kavramı anlamaya gayret etmişlerdir. Onlar "basiret"i bazen kafa gözü bazen kalp gözü bazen delil anlamında değerlendirmişlerdir. Hakikatin görülmesini sağlayan nur olarak yorumlayanlar da olmuştur. "Basiret" kavramı gibi birçok kavram Kur'ân'da farklı sûre ve âyetlerde geçmektedir. Âyetler ışığında bir hususa dair bilgi edinmek istendiğinde aynı anda ve aynı yerde derli toplu bir bilgiye ulaşmak mümkün olmamaktadır. Aynı hükmü içeren âyetler nüzul şartları gereği ya farklı kişiler hakkında ya da farklı sorular sebebiyle nâzil olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in kendine has tertibinden, aynı konuyla ilgili âyetlerin farklı yerlerde bulunmasından dolayı "konulu tefsîr" çalışmaları zorunlu hâle gelmiştir. Çağımızda bu hususun önemi vurgulanmış ve bununla ilgili birçok eser yazılmıştır. Günümüzde kavramın bir bütünlük içerisinde ele alınması ve farklı âyetlerde yer alan kavramların incelenmesini kolaylaştırması maksadıyla tefsir çalışmalarında "konulu tefsir" yöntemi tercih edilmiştir. Biz de çalışmamızda "basîret" kavramını, bu yöntemi benimseyerek incelemeye çalıştık. Kur'ân'da bu kavramın geçtiği âyetleri belirleyerek bunlar arasındaki anlam ilişkisini de göz önünde bulundurarak "basiret" kavramını ele almaya gayret ettik. 1 II. ARAŞTIRMANIN METODU VE KAYNAKLARI Araştırmanın "Birinci Bölümü", "Basîret Kavramının Tanımı" ve "Basîret Kavramının Tahlili" olmak üzere iki ana başlıktan oluşmaktadır. "Tanım" kısmında "Basîret" kavramını sözlük ve terim anlamı yönüyle inceleyerek semantik açıdan analiz ettik. Bu bölümde yararlandığımız eserlerden bazıları; el-Ferâhîdî'nin (v. 175/791) Kitâbu’l-Ayn'ı, İbn Düreyd'in (v. 321/933) Cemheretü'l-Luğa'sı, el-Ezherî'nin (v. 370/980) Tehzîbu’l-Luğa'sı, el-Cevherî'nin (v. 398/1007) es-Sıhâh’ı, İbn Fâris'in (v. 395/1004) Mu’cemu Mekâyisi’l-Luğa’sı, er-Râğıb'ın (v. 502/1108) el-Müfredât’ı, ez-Zemahşerî'nin (v. 538/1143) Esâsu’l- Belâğa’sı, İbn Manzûr'un (v. 711/1311) Lisânü’l-Arab'ı, Cürcânî'nin (v. 816/1413) Ta’rifât'ı, el- Fîrûzâbâdî'nin (v. 817/1415) el- Kâmûsû’l-Muhît’i, ez-Zebîdî'nin (v. 893/1487) Tâcu’l- ‘Arûs’u, Tehânevî'nin (v. 1158/1745) Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn ve’l-Ulûm’u, Muhammed Fuâd Abdülbâkî'nin (v. 1388/1968) el-Mu'cemu’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm'idir. "Kavramın Tahlili" kısmında kavramın "Din Bilimleri" ve "Temel İslâm Bilimleri"ndeki yerini belirlemeye çalıştık. "Din Bilimlerinde Basiret Kavramı" başlığı "Dinler Tarihi" ile başlayıp, "Din Eğitimi" ile son bulmaktadır. "Dinler Tarihi" alanında kavramımızla ilişkili olan ilhâm, vahiy, kehânet kavramlarını tabîî dinler ile vahye dayalı dinler içerisinde inceledik. "Din Felsefesi" alanında din-felsefe ilişkisinden söz ederek akıl kavramını inceledik. Ardından basîret kavramıyla yakın anlamlı olan sezgi kavramını ele aldık. "Din Psikolojisi" alanında genel olarak din ve psikolojiyi ele alarak insanda yaratıcı düşünceden ve sezgisel kavrayıştan söz ettik. "Din sosyolojisi" alanında genel olarak din ve toplum arasındaki ilişkiden, özel olarak önsezi kavramından söz ettik. "Din Eğitimi" alanında genel olarak din ve eğitim, özel olarak da sezgi ve zekâ kavramlarını ele aldık. "Temel İslâm Bilimleri" başlığı altında "basîret" kavramını Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf ilimlerinde inceledik. İkinci bölümde kavramı daha ayrıntılı olarak ele alacağımız için Tefsîr başlığında kısaca bilgi vermeyi tercih ettik. Hadîs bölümünde, "basîret" kavramına, lafız ve mana yönüyle yer verdik. Fıkıh bölümünde genel olarak fıkıh kavramından, özel olarak fıkıh-firâset ilişkisinden söz ettik. Kelâm bölümünde genel olarak "bilgi" problemine değinerek bilginin kaynağı ve değerini inceledik. Ardından nazarî bilgiden söz ettik. Kelâm âlimlerinin keşf ile ilhâmı nasıl ele aldıklarına değinerek bunların bilgi değeri olup olmadığı hakkındaki tartışmaları naklettik. Tasavvuf bölümünde "Genel Olarak Tasavvufî Bilgi" alt başlığında, sufilerin ilme ve nazarî bilgileye dair görüşlerine yer verdik. "Özel Olarak Tasavvufî Bilgi: Keşf ve İlhâm" alt başlığı altında ise marifet konusu 2 hakkında bilgi verip ilim-marifet ilişkisine değindik. Ayrıca keşf ile ilhâmı tasavvufî açıdan ele alıp ilhâm-firâset ilişkisinden söz ettik. Çalışmanın "İkinci Bölümü"nde "Kur'ân'da 'Basîret' Kavramının Tanımı" başlığı altında "b.s.r." maddesi ve türevlerini lafız ve mana yönünden analiz ettik. "Kur'ân'da 'Basîret' Kavramının Tahlili" başlığı altında müfessirlerin, "basîret" kavramının menşei hakkındaki görüşlerini aktarmaya gayret ettik. Bu başlık altında basîret kavramının geçtiği âyetleri belirleyip "öznesine göre", "nesnesine göre" ve "yüklemine göre" tasnif ettik. "Öznesine göre" başlığı altında âyetler çerçevesinde "B.S.R." maddesinin Allah ve insan hakkındaki kullanımlarına yer verdik. "Nesnesine göre" başlığı altında basîret kavramını nazarî alanda itikâd (tevhîd, nübüvvet, ahiret) ve ahlak açısından; amelî alanda ibâdât, muâmelât, ukûbât açısından inceledik. "Yüklemine göre" başlığı altında Kur'ân'da basîret kavramıyla müteradif ve zıt anlamlı olarak kullanılan bazı kavramları akıl ve kalp odaklı oluşlarına göre tasnif ettik. Bu kavramların önce sözlük anlamlarını inceledik, ardından basîret kavramıyla olan ilişkilerine değindik. Bu bölümde yararlandığımız eserlerden bazıları şunlardır: et-Taberî (v. 310/923), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân; el-Mâturîdî (v. 333/944), Te’vîlâtü’l-Kur’ân; es- Semerkandî (v. 373/983), Bahru’l Ulûm; ez-Zemahşerî (v. 538/1144), el-Keşşâf an Hakâiki’t- Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Teʾvîl; Fahreddin er-Râzî (v. 606/1210), Mefâtîhu’l- Gayb; el-Kurtubî (v. 671/1273), el-Câmiʿ li-Ahkâmi’l-Kurʾân, Nesefî (v. 710/1310), Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl; en-Neysâbûrî (v. 730/1329), Ğarâ’ibu’l-Kur’ân; el- Hâzin (v. 741/1341), Lübâbü’t-Teʾvîl fî Meʿâni’t-Tenzîl; İbn Kesîr (v. 774/1373), Tefsîru’l- Kur’âni’l-Azîm; es-Seâlibî (v. 875/1471), el-Cevâhirü’l-Hisân fî Tefsîri’l-Kurʾân; es-Suyûtî (v. 911/1505), ed-Durru’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Meʾsûr; el-Âlûsî (v. 1270/1854), Rûhu’l- Me’ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî; Reşîd Rızâ (v. 1354/1935), Tefsîrü’l- Kur’âni’l-Hakîm; Elmalılı M. Hamdi Yazır (v. 1361/1942), Hak Dîni Kur’ân Dili. "Basiret" ile ilgili yazılan güncel makaleleri inceleyip araştırmamızın konusuyla paralel olanlardan faydalanmaya çalıştık. Ayrıca çalışmamızın alt başlıklarıyla ilgili olarak T.D.V. İslâm Ansiklopedisinin maddelerinden yararlanmaya özen gösterdik. Âyetlerin meâllerinde çoğunlukla T.D.V. yayınlarının Kur’ân meâlinden istifade ettik. 3 BİRİNCİ BÖLÜM GENEL OLARAK "BASÎRET" KAVRAMI I. "BASÎRET" KAVRAMININ TANIMI "Basîret" kavramı genel olarak incelendiğinde bu kavramla ilgili çeşitli tanımlar yapıldığı görülür. Basîret sözlükte, "görmek, bilmek, görme duyusu, göz, ibret, delil", ıstılahta "kalp gözü, hakikati idrak etme yetisi, sezgi" anlamlarını ihtiva eder. Kavramı ilim dalları nesneleri, hâdiseleri ele alış yöntemlerine göre yorumlamışlardır. İlgili kavramın bilimlerdeki yeri incelenmeden evvel sözlük ve ıstılah manasına yer verilecektir. Kavramların bir kısmında mana değişmesi görülse de, kavramların kazandığı manalar çoğunlukla sözlük manasıyla ilgili olmaktadır. A. SÖZLÜK ANLAMI 1. "BSR" )بصر ) Maddesinin Fiil Türevleri a. Sülâsî Mücerred Fiiller aa. Birinci Bab Sözlükte basara ( َبَصَ ر ) fiili birinci babda ر ُ َ ر - يَْبُص "şeklinde gelir ve "kesmek بََص anlamında kullanılır.3 البَْصُر kelimesi de, birinci babtan بََصَر بْصرا şeklinde gelmektedir.4 3 Âsım Efendî, Ebu’l-Kemâl Ahmed (v. 1235/1819), el-Ukyânûsu’l-Basît fi Tercemeti’l- Kâmûsi’l-Muhît, I-ΙΙΙ, İstanbul: Âsitane Yayınevi, ts., C.I, s. 968; Ahmed Rızâ (v. 1373/1953), Mu'cemu Metni'l-Luğa, I-V, Beyrût: Dâru Mektebeti'l-Hayât, 1958/1377, C. I, s. 299. 4 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 4 "Elbisenin kenarlarını dikmek gibi, iki meşin derinin kenarlarını birbirine dikmek için uçlarını bir araya getirmek, bir kenarını diğer kenarın üzerine koymak" manasındadır.5 ab. Dördüncü Bab Sözlükte basara (بصر ) fiili dördüncü babda feriha ( ح َ fiili gibi kullanılmış olup ( فَِر masdarı "basaran ve basâraten" ( بََصرا وبَصاَر ة ) şeklinde gelir.6 Be harfi " بِصاَرة " şeklinde kesre ile de gelebilir.7 Lihyânî " ِر بِه َ şeklinde kullanıp bu ifadenin "gördü, görebilecek " بَِص miyim diye baktı, uzun uzun düşündü" anlamına geldiğini belirtmektedir.8 ac. Beşinci Bab Sözlükte basara ( بصر ) fiili beşinci babda9 "kerume" ( ََكُرم ) fiili gibi kullanılmış olup masdarı dördüncü babdaki gibi "basaran ve basâraten" ( بََصرا وبَصاَرة) şeklinde gelmektedir.10 Sibeveyh "بَُصر " fiili için "gözü ona rastladığında baktı" cümlesini örnek olarak vermiştir.11 Bir hadiste bu lafız, « ع أذُني َ ِني َوَسم şeklinde kullanılmıştır. Fakat hadisin « بَُصَر َعْي zabtında ihtilaf edilmiştir; "بُصر وَسِمع" şeklinde de "َّمع َّصر وَس şeklinde de rivayet "ب edilmiştir.12 İbni Sîde bu fiili beşinci babda "basîret sahibi oldu" anlamında kullanıldığını belirtmiştir.13 Bu babdaki kullanımda "bilmek" anlamına da gelir.14 " بَُصْرُت بما لم يَْبُصروا بِه " "Ben onların bilmediği şeyi bildim"15 âyetinde geçtiği gibi.16 5 İbn Fâris, Ebû'l Hüseyn Ahmed b. Zekeriyyâ, (v. 395/1004), Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luğa, I-VI, (thk. Abdusselâm Muhammed Hârun), Beyrut: Daru’l Fikr, 1979, C. I, s. 253; ez-Zebîdî, Ebû'l Feyz Murtezâ Muhammed b. Muhammed, (v. 1205/1791), Tâcu'l Arûs min Cevâhiri'l Kâmûs, I-XL, (thk. Abdulalîm et- Tahâvî), Beyrût: Dâru Sadr, 1889, C. X, s. 197 ; Âsım Efendi, a.g.e., C. I , s. 968. 6 el-Fîrûzâbâdî, Ebû't-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya'kûb b. Muhammed, (v. 817/1415), el-Kâmûsû'l- Muhît, I-IV, (thk. Muhammed Alî en-Neccâr), Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1426/2005, C. I, s. 352. 7 Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 8 İbn Manzûr, Ebû'l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî er-Rüveyfî (v. 711/1311), Lisânu’l- Arab, I-XV, Beyrût: Dâru Sâdr, t.y., C. IV, s. 64. 9 Halîl b. Ahmed, Ebû Abdurrahmân el-Ferâhîdî, (v. 175/791), Kitâbu'l-Ayn: Müratteben alâ Hurûfi'l-Mu'cem, I-IV, 1.bs, (thk. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrût: Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1424/2003, C. VII, s. 117. 10 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352. 11 İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 64. 12.İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebi's-Seâdât el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî, (v. 606/1260), en-Nihâye fî Ğarîbi'l Hadîsi ve'l Eser, I-IV, Riyâd: Dâru İbnu'l-Cevzî, 2000, C. I. , s. 135. 13 İbn Sîde, Ebû'l Hüseyn Alî b. İsmâîl, (v. 458/1066), el-Muhkem ve'l Muhît'ul A'zâm, I-XI , (thk. Abdulhamid Hendavî), Dâru'l Kitâbi'l İlmiyye, Beyrût, 2000, C. VII, s. 316. 5 b. Sülâsî Mezîd Fiiller ba. İf'âl Vezni َ ر / يبصر / ابصار" Ebsara/yubsıru): "B.S.R." maddesinin if'âl babındaki) " أْبَص kullanımı olup "bakmak"17, "görmek"18 anlamına gelmektedir. 19" ُِلَم تَْعبُدُ ما ال يَْسَمُع َوال يُْبِصر " ve 20"َربَّنا أَْبَصْرنا َوَسِمْعنا" âyetlerinde bu mânada kullanıldığı görülmektedir.21 Görme duyusu için "أبصرت " fiili kullanılır, ileri görüşlülük için ise "بصرت به" ve أَبَصرُت " fiili kullanılmakla birlikte bunlar mefulunu ya direk ya da harfi cer ile alır.22 "بصرته " şeklinde kullanıldığında "bir şey gördüm" anlamına geldiği ifade edilmektedir.23 "الشْيءَ şeklinde kullanıldığında "yol belirgin oldu, aşikar oldu, açıklığa "أبصر الطريق" kavuştu" anlamına gelmektedir.24 "ِاْبصار " ifadesi "görebilir miyim diye bir şeye bakmak ve bakma kuvvetini ona sarf eylemek" manasındadır. Bu ifade "Basra şehrine gitmek" manasına da gelmektedir. Bir adam Basra'ya gittiğinde " ابصر الرجل " ifadesi kullanılır.25 İbn A'râbî'den, bir adamın küfürden iman öngörüsüne çıktığında, "ل ُ "أبَصَر الرج ifadesinin kullanıldığı rivayet edilmiştir.26 bb. Tef'îl Vezni 14 el-Cevherî, Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd, (v. 398/1007), Tâcu'l-luğa ve Sıhâhu'l-Arabiyye, I-VI, 2.b., Beyrût: Dâru'l-İlmi li'l-Melâyin, 1979, C. II. , s. 591. 15 Tâhâ 20/96. 16 el-Ezheri, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed (v. 370/980), Tehzîbu'l-Luğa, I-XV, 1.bs., (thk. Rıyâd Zekî Kâsım), Beyrût: Dâru'l-Ma'rife, 1422/2001, C. XII, s. 124; el- Cevherî, a.g.e., C. II, s. 591. 17 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e. , C. I, s. 352. 18 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; İbn Fâris, a.g.e., C. I, s. 253; a. m., Mücmelü’l-Luga, (thk. Züheyr Abdulmuhsin Sultân), Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1404/1984, s. 127. 19 Meryem 19/42; "Duymayan, görmeyen bir şeye niçin taparsın?" 20 es-Secde 32/12; "Rabbimiz gördük ve işittik." 21.er-Râğıb el-İsfehânî, Hüseyn b. Muhammed, (v. 502/1108), el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Kâhire: Mektebetü'l-Mısriyye, 1970, s. 127. 22 el-Fîrûzâbâdî, Besâiru Zevi't-Temyîz fî Letâifi'l-Kitâbi'l-Azîz, I-VI, Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrût, ts., C. II, s. 222. 23 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 24 ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer el-Havarizmî, (v. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki't- Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl, Kâhire: el-Matbaatü'l-İstikâme, 1946, C. I. , s. 62. 25 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 26 el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124. 6 ََّصَر / يبّصر / تْبصي را / تَْبِصَرة " Bassara/ yubassıru): "B.S.R." maddesinin tef'îl babındaki) " ب kullanımı olup "gözünü açmak, görmesini ve anlamasını sağlamak" anlamlarına gelir.27 İbn Sîde'ye göre "anlattı, bildirdi, açıkladı, haber verdi, öğretti" anlamlarına gelmektedir.28 İbn Manzûr " ُالتَّْبِصير " ifadesini "bildirme ve izah" olarak açıklamıştır.29 "Bassara" (ََّصر âyetinde tef'îl vezninde "تبصرة و ذكرى لكل عبد منيب"fiili 30 (ب kullanılmıştır. Yani "gösterme, hakikati anlatma" anlamına gelir. Bir işin hakikatini bir adama izah etmek için " بّصره االمَر اذا عّرفه و اوضحه " şeklinde söylenilir. Bu fiilin mastarı " تَْبصي ر " ve " قَدَّْمتُه " şekillerinde gelen " تَْقِدمة " ve " تقدي م " şekillerinde gelir. Bu bakımdan mastarı " تَْبِصَرة ُ" fiiline ve mastarı " تذكرة " ve "تَْذكير " şekillerinde gelen " ََّكْرتُه fiiline benzemektedir.31Allah " ذ Teâlâ şöyle buyurmuştur: " م ْ ََّصُرونَُه O gün) hiçbir dost diğer bir dostunu)" " َوال يَْسئَُل َحِمي م َحِميما يُب sormaz. Oysa onlar birbirine gösterilirler."32 Yani onlar yaptıkları fiillerin etkilerini görür kılındılar.33 İbnu'l Esîr "ُ ُِّصَر َرأُْسه ُِّصر" ifadesinde "فَأمَر بِِه فَب anlamında ( قُِطع ) ifadesinin kesildi " ب olup "emredildi ve başı kesildi" manasına geldiğini söylemiştir.34 "Baş kesmek" manasında kullanıldığında ر رأسه اذا قطعه َ şeklinde söylenir.35 بّص Yeni doğmuş köpek yavrusu için gözlerini açtı derken bu ifade kullanılır ve َبّصر" ََّصر تَْبصير ا " şeklinde ifade edilir.36 Yavru köpek gözünü açtığı zaman الجْرو اذا فتح عينه" " ب ifadesinin kullanıldığı belirtilmiştir.37 " َََّصر fiili yavru köpek için kullanıldığında "gözünü " ب açtı", baş için kullanıldığında "kesti", et için kullanıldığında "eklemde olan etin hepsini kesti" anlamına gelmektedir.38 Cevherî, " ر القوُم تَْبصير ا َ ََّص ifadesinin "Basra'ya ulaştılar, Basra'ya gittiler" anlamına " وب geldiğini belirtmiştir.39 27 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. VII, s. 117. 28 İbn Sîde, a.g.e., C. VII , s. 316. 29 İbn Manzûr, a.g.e. , C. IV, s. 64. 30 Kâf 50/8; "Bunlar Allah'a yönelen her kulun gönül gözünü açmak ve ona öğüt vermek içindir." 31 er-Râğıb, a.g.e., s. 127; İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 222. 32 el-Meâric 70/10-11. 33 er-Râğıb, a.g.e. , s. 127. 34 İbnü'l-Esîr, a.g.e. , s. 135. 35 Âsım Efendi, a.g.e, C. I, s. 968. 36 İbn Manzûr, a.g.e. , C. IV, s. 64. 37 el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124. 38 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 352. 39 el-Cevherî, a.g.e., s. 591; Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 299. 7 bc. Müfâale Vezni Bâsara- Yubâsıru): "B.S.R." maddesinin müfâale babındaki) "باصر / يباصر/ مباصرة" kullanımı olup "hangisi önce bakacak diye bakmak" şeklinde kullanılmıştır.40 "İki adamın, hangimiz daha önce görürüz diye bir nesneye bakması" anlamına gelir.41 Zebîdî, " َباَصر " fiilinin az kullanılan bir ibâre olduğunu belirtmiş ve "onunla birlikte bir şeye baktı" anlamına geldiğini ifade etmiştir. Aynı zamanda " َأَْبَصر" anlamında da kullanılır.42 bd. Tefe''ul Vezni ُّصرا " ََّصَر/ يتبّصر/ تب Tebassara- yetebassaru): "B.S.R." maddesinin tefe''ul babındaki) " تَب kullanımı olup "bakmak ) نظر )" anlamına gelir.43 " ِشْبهُ َرَمْقتُه " ibaresiyle de açıklanmıştır.44 ُّصر " Tefe''ul veznindedir. "Bir nesneyi görür müyüm diye nazarı sarf etmek" ve : " التب "bir nesneyi gereği gibi düşünüp mülâhaza edip hakkında bilgi sahibi olmak" anlamına gelir.45 İbn Manzûr'a göre "َُّصر َُّمل) kelimesi "derin düşünme "التَّب ve "inceleme, araştırma "( التَّأ َُّرفُ ) anlamlarına gelmektedir.46 Cevherî de bu anlamlara geldiğini ifade etmiştir.47 "Bir "(التَّع nesneyi görür müyüm diye sarfı nazar eylemek ve gereği gibi teemmül ve mülahaza ile idrak edip muttali olmak" manasındadır.48 be. Tefâul Vezni Tebâsara- yetebâsaru): "B.S.R." maddesinin tefâul ) " تباصر / يتباصر / تباُصرا " babındaki kullanımı olup "birbirine bakmak"49 , "birbiriyle görüşmek"50 anlamlarına gelir. 40 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352. 41 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 42 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 43 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X , s. 197. 44 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. VII, s. 117; el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124. 45 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 46 el-Cevherî, a.g.e., s. 591; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 64. 47 el-Cevherî, a.g.e., s. 591. 48 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 49 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 50 Âsım Efendî, a.g.e., C. I , s. 968. 8 İbn Manzûr " لَِقيَهُ بََصر ا " (bakar halde karşılaştı) ibâresini, "gözler birbirine baktığında birbirini gördü" (ِحيَن تَبَاَصَرِت األَْعياُن ورأَى بعضها بَْع ضا) şeklinde açıklamıştır.51 bf. İstif'âl Vezni İstebsara- yestebsıru): "B.S.R." maddesinin istif'âl) " استبصر / يستبصر / استبصار ا " babındaki kullanımı olup "görmek, bilmek, belirgin olmak" anlamında " َاْستَبان" fiiliyle açıklanmıştır. "Belirgin olmak, apaçık olmak" şeklinde geçişsiz; "bir nesneyi belirgin ve apaçık kılmak" şeklinde geçişli olarak gelebilir.52 İşinde ve dininde basîret sahibi olan biri için " َاْستَْبَصر" fiili kullanılır.53 "استِ جابَة" sözcüğünün müsteâr olarak " إجابَة " anlamında kullanılması gibi, "اْستِْبَصار" sözcüğünün de müsteâr olarak " إ ِ ْبَصار " (görmek) anlamında kullanılması sahih olur.54 "İstibsâr" ifadesi "basîreti talep etmek" manasına da gelmektedir.55 Es-Semîn el- Halebî 56رين ِ ْ س تَبْ ِص ُ م َ كا نُوا َ س بِيلِ و ْ ن ال َ صد َّهُ م عَ َ ما لَهُ م ف َ ْ ع َ طانُ ا َ َ زي ّنَ لَهُ مْ الشَ ْ ي " âyetindeki "رين ِ َ كان ُوا مُ سْ ت َْ ب ِص " وَ ifadesinin "basîreti isteyenler" anlamına geldiğini veya if'âl konumunda istif'âlden istiâre olarak "görmek, idrak etmek" manasına geldiğini söylemiştir.57 2. "BSR" )بصر ) Maddesinin İsim Türevleri a. Cins İsimler aa. el- Basar ( البََصر) " فَاْرِجعِ اْلبََصَر َهْل تََرى ِمن فُُطو ر"Gözün algılamasına, görme duyusuna" denir. 58" : "البََصرُ " âyetinde bu anlamda kullanılmıştır.59 " بََص ر" sözcüğünün çoğulu " أْبصا ر " şeklinde gelir. 51 İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 64. 52 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X. , s. 197. 53 el-Ezheri, , a.g.e., C. XII, s. 124; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 64. 54 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127; İbn Manzûr, a.g.e., s. 64. 55 Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 56 el-Ankebût 29/38. 57 es-Semîn el-Halebî, Ebû'l Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Yûsuf (v. 756/1355), Umdetu'l-Huffâz fî Tefsîri Eşrâfi'l-Elfâz: Mu'cem Luğavî li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, I-IV, (thk. Muhammed et-Tuncî), İlmü'l-Kütüb, Beyrût, 1993, C. I, s. 195. 58 el-Mülk 67/3; "Gözünü çevir de bak bir bozukluk görüyor musun?" 59 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352. 9 Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 60"م ْ ُ همْ وَ أْ فئِ دَ ةُُه ُ ر َ صا ْ م وَ ال َ ا َْ ب ْ م سَ مْ عُهُ ْ غ نَى عَ ْ نهُ " بََص ر " Bu âyette " فَمَ ا أ َ kelimesi çoğul olarak gelmiş ve göz manasında kullanılmıştır. "Basar" kelimesi sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, görme duyusu ve göz" manalarına gelmektedir.61 Gözün görme gücü için de kullanılır.62 ِم ِح الب َصَ ر ْ َ كل َ َ عةِ اِال َّ َّ سا ْ مرُ ال َ و مَ ا اَ َ ربُ َ و ا َْ ق ْ و هُ âyetinde bu manada kullanıldığı görülmektedir.63 اَ Kalbin idrak eden kuvvesine de " بََص ر " ve " بصير ة " denir. Âyette فََكَشْفنا َعْنَك ِغطاَءَك" ,buyrulmuştur.65 Birbirine katılan sonra ayrılan, ardından gözün ışıkları فَبََصُرَك اْليَْوَم َحِدي د "64 renkleri ve şekilleri idrak etmesini gerçekleştiren iki nörondaki kuvvete "البصر " (el-basar) denir.66 "بََص ر " .sözcüğü görme organı kastedilerek neredeyse hiç kullanılmaz "بصيرة " kelimesinden fiil olarak " ُأْبَصْرت " şeklinde, gözle görmek manasında; " بصيرة " kelimesinden fiil olarak " أْبصْرتُه " ve " أْبصْرُت به " şeklinde, "kalple görmek" manasında kullanılır. Kalple görme kendisine dâhil edilmedikçe duyusal görmeyle ilgili " ُبَُصْرت " fiili çok az kullanılır.67 ِ ب " nazar ve düşünceden ibarettir ki "kalp gözüyle görmek" kastedilir. Bundan " بََصُر القل murâd, "ilim ve idrak"tir.68 Cevherî de "البََصر" ifadesinin ilim manasına geldiğini belirtmiştir.69 Bir hadiste "ر ِ ِلّي بِنَا صالةَ البََصِر َحتَّى لَْو أَن إِنسانا َرَمى بنَْبل َة أَبصرها " ibaresi "صالة البََص " َكاَن يَُص şeklinde geçmektedir.70 Bu ibarenin akşam namazı veya sabah namazı için kullanıldığı söylenir. Çünkü iki namaz da karanlığın aydınlıkla karıştığı bir zamanda eda edilir.71 ab. el- Basîr ( البَِصير ) 60 el-Ahkâf, 46/26; "Ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri kendilerine bir fayda verdi." 61 Metin Yurdagür, "Basar", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. V, s. 101. 62 En-Nahl 16/77; "Saat (kıyâmet) hadisesi ancak bir göz açıp kapama gibi veya ondan daha yakın bir zamanda olur." 63 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 64 Kâf 50/22; "İşte gaflet perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir." 65 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 66 el-Cürcânî, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyîd eş-Şerîf el-Hanefî (v. 816/1413), et-Ta’rifât, (thk. Muhammed Abdurrahmân), Beyrût: Dâru'n-Nefâis, 1424/ 2003, s. 46. 67 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 68 Âsım Efendî, a.g.e., C. I, s. 968. 69 el-Cevherî, a.g.e., s. 591. 70 el-Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî b. Mûsâ, (v. 458/1066), el-Esmâ ve's-Sıfât, Cidde: Memleketü'l Arabiyyetü's-Suudiyye, 1413, C. III, s. 250. 71 İbnü'l-Esîr, a.g.e., s. 131; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 64. 10 Gören, becerikli, kıvrak zekâ, delil" anlamlarına gelmektedir.72 "Bir şeyi" : " البَِصير" incelikleriyle bilen" anlamına da gelir. Çoğulu " ء ُ َّضِريرِ " olarak gelir. Zıttı " بَُصرا (a'mâ ( " ال kelimesidir. Peygamberimiz a'mâ olan bir adam için " ِإْذَهْب بنَا إِلى فاُل ن البَِصير " ifadesini kullanmıştır. Ebû Ubeyde Peygamberimizin bununla "mümin" ifadesini kastettiğini söylemiştir. İbn Sîde ise gözleri görmeyen kişi için "basîr" lafzının "a'mâ" lafzından daha iyi ve uygun olması sebebiyle bu ifadenin kullanıldığını belirtmiştir.73 En doğrusu bunun, kalp basîreti kuvvesine sahip olan kişi için kullanılmasıdır. Nitekim Fîrûzâbâdî a'mâya "basîr" denildiğini ifade etmiş ve kalbin anlayış gücünden dolayı böyle demenin isabetli olduğunu belirtmiştir.74 Bundan dolayı a'mâya "ُمْبِصر" ve "باِصر" denmez.75 İbn Manzûr "أَبو بَِصير" ifadesi için "uğursuzluk görme, kötümserlik" manasında kelimesinin kullanıldığını ifade etmiştir.76 "األَْعَشى" Lügatte "ر ُ " البَِصيرةِ " kelimelerinde olduğu gibi "بيا ض - بياَض ة " kelimesinin " البَِصي şeklinde yazılması câizdir.77 Ayrıca "بَِصيُر الَجْيدُور " ibaresi Şam'ın bölgelerinden biri için kullanılır.78 Allah'ın isimlerindendir. O, her şeyin açığını da gizlisini de duyular olmadan "اْلبَِصيرُ " görendir anlamına gelir.79 İbnü'I-Cevzî Kur'ân'da basîr sıfatının dört ayrı anlama geldiğini söyler. Bunları "sezen", "gözüyle gören", "kesin delil sayesinde gerçeği idrak eden" ve "ibret gözüyle bakan" şeklinde sıralar.80 ac. el- Bâsır ( الب َاِصر) 72 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352. 73 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 74 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352. 75 er-Râğıb, a.g.e., s. 127. 76 İbn Manzûr, a.g.e. , C. IV, s. 64. 77 İbn Sîde, a.g.e. , s. 316. 78 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X. , s. 197. 79 İbnü'l-Esîr, a.g.e. , s. 131. 80.İbnü'l-Cevzî, Ebû'l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed el-Bağdâdî, (v. 597/1201), Nüzhetü'l-A'yüni'n-Nevâzir fî İlmi'l-Vucûhi ve’n-Nezâir, (thk. Muhammed Abdülkerîm Kâzım er-Râzî), Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1987, s. 199; Bekir Topaloğlu, "Basîr", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. VII, s. 102. 11 "İsmi fâildir. "Dikkat ve özen sahibi" demektir.81 "Dikkatli bir şekilde bakan : " الباِصر" anlamına da gelir.82 şeklinde fetha ile okunduğunda "küçük deve semeri" anlamına gelir. Hâvut " الباَصرُ " ağacının küçüğünü ifade etmek için de kullanılır. "ر ُ et ve parçasız semer" için" "الباصو kullanılır.83 "İki bez parçasının arasının birleştirilmesi" anlamına da gelir.84 "لَْمحا باِصرا " sözcüğü "bakma işini gerçekleştiren görme organı"nı ifade eder.85 " باِصرة " ifadesi mübalağa olarak kullanılır. "Şiddetli, dikkatli bir incelemeyle bakmak" manasına gelir.86 " رأَى فاَُل ن لَْمحا باِصرا " cümlesinde "halledilmiş bir iş" anlamında kullanılmıştır.87 ad. el- Busr ( البُْصر ) be) harfinin ötre gelmesiyle "taraf, kenar" anlamına gelmektedir. "Her) "ب" : "البُْصرُ " şeyin uç kısmına" da denir. "Pamuk, kabuk, deri" anlamına da gelir. "Be" harfinin fetha ile gelmesi de câizdir.88 "Sert, katı taş" anlamına da gelir. Buradaki anlamda "be" harfi üç hareke ile de " ر ُ ,البِْص ُ ر şeklinde kullanılır.89 " البُْصرُ , البَْص ae. el- Basîret ( رة َ (الب َ ِصي veznindendir. "Kalbin idrak edici gücü"ne denir. Mecaz olarak "فعيلة" : " البصيرة" şeklinde " اَبصْرته ابصارا " da denir. Dilimizde kalp gözüyle tabir olunur. Mezîd olarak "بََص ر" gelirse "görmek" manasında olur, "بصيرة" kelimesi ise "bilmek" anlamındadır.90 "البََصر " kelimesinin çoğulu "أَْبَصا ر " olarak, " البَِصيَرة " kelimesinin çoğulu " ُبَصائِر " olarak gelir. 91 :kelimesinin taşıdığı anlamları şöyle sıralayabiliriz " البصيرة" 81 Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 82 Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 299. 83 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352; Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 299. 84 el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124; İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 85 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 86 el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124; İbn Fâris, a.g.e., C. I, s. 253; el-Cevherî, a.g.e., s. 591. 87 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64. 88 Âsım Efendi, a.g.e, C. I, s. 968. 89 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 299. 90 Âsım Efendi, a.g.e, C. I, s. 968. 91 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 12 1. "Kutsiyet nuruyla aydınlanan kalbin gücü"ne denir. Kalp, o nurla her şeyin hakikatini ve iç yüzünü görür. Nefis için göz mesabesindedir. Filozoflar ona "nazarî akıl" derler.92 (القوة القدسية) "ve "kutsî kuvvet (العاقلة النظرية) 2. "Kalbin akidesi (inancı)" anlamına gelir. Kalpteki inancın veya işin tahkiki için kullanılan bir isimdir. Nitekim 93" ََّّللاِ َعلَى بَِصيَر ة âyetinde "bilgi ve tahkik" manasında " أَْدُعو إِلَى kullanılmıştır.94 "Kasıt, yakîn, marifet" anlamlarını da taşır. "Dinde sebat etmek" anlamında da kullanılır.95 3. "Kıvrak zekâ, fıtnat (ُ الِفْطنَة)" anlamına gelir. Araplar " ِئَره ,ifadesini " أَْعَمى هللاُ بصا "Allah onun basîretini kör etti" manasında kullanırlar.96 4. "Ferâset, sağduyu (ُالِفراس ة)" anlamına gelir. Kalp gözü açık olmakla birlikte dikkatli bakıp bir işin zâhir ve bâtınını olduğu gibi idrak etmektir.97 5. Evin, yani "Arapların kullandığı çadırın iki kumaşı aralığındaki kumaşa ve o aralığa" denir ki içerisi veya dışarısı oradan görülür. Şehir evlerinin iki bölüğünün aralığına yani iç kısım ve dış kısım arasında olan fasılaya denir.98 Elbise veya bez parçası, tulum ve benzeri bir şeyin iki parçası arasında bulunan şeydir ki karşısı görülür. Cümlede kullanılırken "elbisenin ya da bez parçasının ve derinin بصيرة denen yerini diktim" şeklinde söylenir.99 6. "Hüccet, delil, burhan" anlamına da gelmektedir. " ه بَ ِصيرَ ة ِ ِ س َ عل َى نَْ ف ُ ن َ ْ ل اإلْ نس ا " بَ "Doğrusu insan kendine karşı hüccettir"100 âyetinde bu anlamda kullanılmıştır.101 7. İbn Sîde'ye göre "şahit" anlamına da gelir. Yukarıdaki âyette iki mâna vardır: İnsan kıyamet günü kendisine karşı şahittir veya elleri, ayakları, dili ona karşı şahittir.102 Yani organlarının onun üzerinde bir basîreti vardır ki onu izlerler ve onun lehinde ve aleyhinde 92 el-Cürcânî, a.g.e., s. 46. 93 Yûsuf 12/108; "Ben bilgiye dayanarak Allah'a çağırıyorum." 94 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; İbn Sîde, a.g.e., s. 316. 95 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 300. 96 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 97 Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 98 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 99 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 100 el-Kıyâmet 75/14. 101 İbn Fâris, a.g.e., s. 253; Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 102 İbn Sîde, a.g.e., s. 316. 13 tanıklık ederler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ما َ ُ جلهُ مْ ِب ْ ر َ و اَ ِ هْ م ِ هم اْلِسنتُهم و ا َْيِدي َ عل َْ ي َ هد ُ ْ ش "يَْوَم ت َ َ م لُونَ " ".O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir" كَ ان ُوا ي َعْ 103 8. Kendisiyle yaralı olan ava istidlâl olan kana ıtlak olunur ki o av bir tarafa kaçsa o kanla izlenir.104 Parlayan kandan bir parça kana da denir.105 Kanın akışkan olmayıp pıhtı şeklinde olmasını ifade etmek için de kullanılır.106 9. Parlamalarıyla görüldükleri için kalkana ve zırha ıtlak olunur. Ebû Ubeyde'ye göre zırhın bölümlerinden bir bölümdür.107 10. İbret vesilesi olan şeyler için de kullanılır.108 Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: Andolsun biz, ilk nesilleri helak" " َولَقَْد آتَْينا ُموَسى اْلِكتاَب ِمْن بَْعِد ما أَْهلَْكنَا اْلقُُروَن اأْلُولى بَصاِئَر ِللنَّا ِس" ettikten sonra Mûsâ'ya, insanlar için basîretler olması için kitabı vermişizdir."109 Yani onları insanlar için birer ibret yaptık manasındadır.110 b. Özel İsimler ba. Basra ( ُ بَْصَرة ) Bir şehr-i maruf adıdır ki Irak bölgelerinden biridir. "Be" harfinin kesri : "البَْصَرة" de söylenir.111 Muarreb bir ( البَِصَرة ) ve fetehât ile ve "sad" harfinin kesriyle (البِْصَرة( kelimedir; " ْبَْس راه " yani "çok yol" demektir.112 Fasih dilde "bilinen bir şehir" demektir. İlk zamanlarda halkıyla birlikte yerle bir oldugu için eski çağda "Tedmur" diye isimlendirilmiştir. Es-Sem'ânî, Basra için قُبَّةُ اإِلْسالِم " ifadelerinin kullanıldığını belirtmiştir.113 وِخَزانةُ العَربِ " Sert toprak yapısına "البَْصَرة" denir. İçinde beyazlık olan parlayan taş anlamına da gelir.114 Fakat halis beyaz olmayıp yer yer beyazlığı olmakla birlikte uzaktan parıldayıp 103 en-Nûr 24/24. 104 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 105 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127 ; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352. 106 İbn Fâris, a.g.e., C. I, s. 253; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X. , s. 197. 107 el-Ferâhîdî, a.g.e., s. 117; Âsım Efendî, a.g.e., C. I, s. 968. 108 el-Ferâhîdî, a.g.e., s. 117; Âsım Efendî, a.g.e., C. I, s. 968. 109 el-Kasas 28/43. 110 el-İsfehânî, a.g.e., s. 127. 111 Âsım Efendi, a.g.e, C. I, s. 968. 112 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352. 113 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 14 görünür.115 Uzaktan görülmelerini sağlayan bir ışığa sahip olmaları sebebiyle böyle adlandırılmıştır. Bu tür taşlara "بِْص ر " da denir.116 "Be" harfinin zammı ile " البُِصَرة" şeklinde yazıldığında "toprağı kızıl, temiz, verimli olan yere" denir. İçinde hayvan toynaklarını kesen taş olduğunda o yer için " أَر ض بَِصَر ة" ifadesi kullanılır.117 Azca kalmış ve kaba bakıldığında dibinde görülen süte " ُ denir. Bir hadiste bu "البُْصَرة anlamda kullanıldığı görülür: " فأَْرسلُت إِليه َشاة فرأَى فِيَها بُْصَرة ِمن لَب َن" 118 bb. Busrâ ) بُْصَرى( ile aynı vezindendir. Şam ve Medine arasında bir beldedir.119 (ُحْبلَى) Hublâ : " بُْصَرى" Bağdat kazasında Ukberâ yakınlarında bir köydür. Şair Busrevî'nin soyu bu bölgeden gelmektedir.120 bc. Bûsîr ) ر ُ )بُوِصي " أَبُو ِصير" Mısır ülkesinde dört köy adıdır. Başına elif harfi eklenerek " بُوِصيرُ " şeklinde de söylenir. Kasîde-i Bürde sahibi Şerefuddîn Muhammed b. Saîd el- Busîrî' nin soyu bu beldeden gelmektedir.121 Kendisiyle tedavi olunan bir bitki çeşidinin adıdır. Bu bitki Yunanca'da Kulumus, Türkçe'de sığırkuyruğu dedikleri bitkidir.122 bd. Busar ( ر ُ ( بَُص ُ ر" ile aynı vezinde olup bir yer adıdır.123 "ُصَرد " : " بَُص 114 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 115 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352. 116 er-Râğıb, a.g.e., s. 127. 117 İbn Sîde, a.g.e., s. 316; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; Ahmed Rızâ, a.g.e., C. I, s. 299. 118 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I, s. 352. 119 el-Ezherî, a.g.e., C. XII, s. 124; el- Cevherî, a.g.e., s. 591; İbn Sîde, a.g.e., s. 316; İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 120 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. I , s. 352. 121 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 122 ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197; Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 123 Âsım Efendî, a.g.e, C. I, s. 968. 15 B. TERİM ANLAMI "Basiret" (بصيرة) kelimesinin kökü olan "basara" ( بصر) fiilinin sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, görme duyusu ve göz, şahit, delil, ibret, anlayış, fetânet" anlamlarına geldiğini gördük.124 Basar aynı zamanda Allah'ın, eşyanın tümünü eksiksiz kavradığını belirten kemal sıfatıdır. Âyetlerde bu kavram mastar biçiminde Allah'ın sıfatı olarak yer almaz. Fakat Kur'ân'da, peygamberimizin sözlerinde Cenabı Hakk'a atfedilen görme vasfının, "basar, rü'yet, nazar" kavramlarının müştaklarıyla yer aldığı görülmektedir.125 Bedene göre göz ne ise kalbe göre basîret odur. Gözün görmesini sağlayan yetiye basar denilir. Kalbin görmesini sağlayan yeti ile bunun hakikatleri kavrayacak biçimde açıklık durumu basîret olarak isimlendirilir. Elmalılı, basar ve basîret kelimeleri arasında ayrıma gitmiştir. Göz ve görme hadisesi "basar" olarak adlandırılır. Kalp gözü, bunun görmesi, idrak etmesi "basiret" olarak adlandırılır. Bununla birlikte delile, şahide de "basiret" denmektedir. Zira bunlar tefekküre vesile olur.126 Basîret kelimesi terim olarak "kutsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin hakikatleri görme kabiliyeti" anlamına gelir.127 Bedendeki göz eşyanın suretini görür; kalp de eşyanın hakikatini, iç yüzünü görür. Filozoflar bunu "el-Âkiletü'n Nazariyye" olarak isimlendirmiştir. Kalbin, kutsiyet ışığıyla nurlanıp, Allah'ın yol göstermesiyle örtüsüsün kalkması da, "el- Kuvvetul-Kutsiye" olarak isimlendirilmiştir.128 Tasavvuf âlimleri bu güçleri "kalp gözü" olarak ifade etmişlerdir.129 Basîret, kalbin nuru olarak görülmektedir. Kalp bu nur vesilesiyle görmektedir.130 O halde basîret, bir işin derûni boyutuna vâkıf olabilmek, hakikatini kavrayabilmektir. 124 İbn Manzûr, a.g.e., s. 64; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 125 el-Beyhakî, a.g.e., C. I, s. 461. 126 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (v. 1361/1942), Hak Dînî Kur'ân Dili, I-X, İstanbul: Azim Yayınları, t.y., C. III, s. 427. 127.İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 65; et-Tehânevî, Muhammed Alî b. Alî b. Muhammed el-Hanefî (v. 1158/1745), Keşşâfu Istılâhâti'l Funûn ve'l Ulûm, I-VI, (thk. Alî Dehrûc), Beyrût: Mektebet-u Lübnân, 1996, C. I, s. 340. 128 el-Kâşânî, Kemâlüddîn Abdürrezzâk b. Ebî'l-Ganâim Muhammed (v. 736/1335), Istılâhâtü’s-Sûfiyye, (çev. Ekrem Demirci), İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 19. 129 İslamî Bilgiler Ansiklopedisi, İsmâîl Kara, vd., İstanbul: Dergâh Yayınları, 1981, s. 319. 130 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 42; en-Nesefî, Ebû'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (v. 710/1310), Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, I-III, (thk. Yûsuf Alî Bedevî), Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2001, C. II, s. 460. 16 Kur'ân'da basîret kavramının " ََّّللاِ َعلَى بَِصيَر ة Ben bilgiye dayanarak Allah'a) " أَْدُعو إِلَى çağırıyorum)131 âyetinde "bilgi, tahkik" manasını ifade ettiği görülür. "Doğrusu insan kendine karşı hüccettir"132 "ن عَ ل َى نَفْ سِ هِ بَِص يرَ ة ُ َ âyetinde "şâhit, huccet, burhân" manasında "ب َلْ اإلنْ سا kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca gerçeği keşfetme, doğruyu bulma, iyiliği kötülükten temyiz etme kabiliyeti anlamlarında kullanılması dikkat çekmektedir.133 Bazı âyetlerde134 manevî körlüğün karşıtı olarak gösterilmiştir. Kur'ân basîret terimini hislerin ötesinde bakış, seziş manasında da kullanmıştır. Âyetlerde basîret terimi, kafa gözü manasında olan basar ifadesiyle de geçmektedir. Buna göre kafa gözü insana, basîret kavramı Hakk'a nispet edilmiştir. Âlimler buna istinaden basîret kavramını kalp gözü şeklinde anlamışlardır.135 Basîret, Allah'ın basar sıfatının insanlardaki tecellisidir. Bu tecelliye erişemeyenlerin gözlerinde perde bulunur. Bu nedenle hakikati göremezler.136 Kulların hakikatleri görmelerini sağlamaları sebebiyle âyetler, "بصائر" (besâir) olarak isimlendirilmiştir.137 Âyetlerde inkâr, münafıklık benzeri kötü durumlar sebebiyle gönül gözü görmeyen kişilere a'mâ138, kalpleri bulunduğu halde onunla kavrayamayanlar139, bakar körler140 denilmiştir. Kur'ân, müminleri basîretli, kâfirleri kör sayar. Âyetlerde basîret sahiplerinden bahsedilirken "اولو االبصار" (ulû''l-ebsâr)"141, " اولو ulû'n-nühâ)143 ifadeleri kullanılır. Bu kişiler her şeyi) "اولى النهىء" ,ulû'l-elbâb)142) "االلباب hakkıyla düşünüp ibret almaları, akıllarını kullanıp kötülüklerle nefislerini lekelememeleri sebebiyle hakikatleri görmekle birlikte davranışlarında dikkatli olmaya çalışırlar.144 Allah'ın basar vasfıyla nitelendiği "el-basîr" ismi Kur'ân'da, Hz. Muhammed'in ifadelerinde yer almaktadır. İbnü'l-Cevzî'nin, âyetlerde basîr vasfının dört farklı manada 131 Yûsuf 12/108. 132 el-Kıyâmet 75/14. 133 Abdulbâkî, Muhammed Fuâd b. Sâlih el-Mısrî, el-Mu'cem el-Mufehres li Elfâzi'l Kur'ân el-Kerîm, Mısır: Matbaatü’ş-Şa'b, 1364/1945, s. 122. 134 el-En'âm 6/50, Hûd 11/24, el-İsrâ 17/72, en-Neml 27/81. 135 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân'ın Temel Kavramları, İstanbul: Yeni Boyut Yayınları, 1995, s. 53. 136 Yâsîn 36/9. 137 el-A'râf 7/203, el-Kasas 28/43. 138 el-Bakara 2/18. 139 el-A'râf 7/179. 140 el-A'râf 7/197. 141 el-Haşr 59/ 2. 142 ez-Zümer 39/9. 143 Tâhâ 20/54. 144 İlhan Yerlikaya, "Basîret", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1992, C. V, s. 103. 17 kullanıldığını belirttiğini nakletmiştik. Bu manaları "sezen, gözle gören, kesin delil vesilesiyle hakikati kavrayan, ibret gözüyle bakan" olarak ifade etmiştir.145 "Basîr" kelimesi eşyayı tüm vasıflarıyla idrak eden olarak tanımlanabilir. Bu idrakin insanlarda meydana gelmesi bazı şartların mevcudiyetine bağlıdır. Fakat bu şartlar, Allah Teâlâ için mevzu bahis değildir. Basiret, görme hissinin üzerinde ruhi bir yetidir. Bunu belirten hadisler bulunmaktadır. Bir hadiste Hz. Muhammed, "Ruh bedenden ayrıldığında görme gücü de (basar) onunla birlikte gider" buyurmuştur.146 Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadis benzer anlamı destekler niteliktedir. Hz. Muhammed'in kalplerin uyanıklığına dair hadisleri147 bulunmaktadır. Bunlardan peygamberlerde bu yetinin yansımasının yüksek seviyede olduğu anlaşılmaktadır. Zira peygamberlerin görmüş olduğu sadık rüyalar basiret yetisinin neticesidir.148 Basar yani görme duyusu insanda, hayvanda ortak duyulardandır. Fakat basîret yalnızca insana mahsustur. Basîret insanların tümünde kuvve olarak bulunur. Basîret yetisinin hakikatleri idrak etme gücü, safiyet seviyesine göre değişir. Gözün görme gücü bazısında iyi, bazılarında zayıftır. Buna benzer olarak, basîret yetisi de kimi insanda güçlü kiminde zayıftır. Salih amel basîretin görüş alanını genişletir. Kötü amel ise basîreti bağlar. Günah kişinin gerçeği görmesine izin vermeyen bir perdedir. Basîret, Allah’a gereği gibi itaat edince günahlardan sakındıkça gelişir, güçlenir. "ن َ هَّللاَ لََمَع اْلُمْحِس۪ني َِّن Bizim) " َوالَّ۪ذيَن َجاَهدُوا ۪فينَا لَنَْهِديَنَُّهْم ُسبُلَنَۜا َوا uğrumuzda cihat edenlere, bize ulaştıracak yolları gösteririz.)149 âyetinden anlaşıldığı üzere, devamlı iyi işler yapan inananların kalpleri paklık, berraklık kazandığı için basîretleri aktif durumdadır. Kötülüklerle, isyanla lekelenmemiş olan kalp, aydınlık içindedir. Böyle bir kalp, kendisine arz edilen ibretleri kavrar ve hakikate erişir. Gazzâlî'ye göre basîretin açılması, mâsivayla irtibatı kopararak Cenâb-ı Hakk'a meyletmeye, kötü davranışlardan uzak durmaya bağlıdır. Bu tahakkuk edince insanın kalbi ilim ışığıyla aydınlanır. Böylece kalp hakikatlerle ve rahmetle dolar, gayba dair gizemlere muttali olur.150 Bursevî'ye göre dünyanın fâni süsleriyle ilgilenmeyip âlemi basîret gözüyle 145 İbnu'l-Cevzî, a.g.e., s. 199, 200. 146 Müslim, Ebû'l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî (v. 261/875), Sahîhu Müslim, I-V, (thk. Muhammed Fu'âd Abdülbâkî), Beyrût: Dâru İhyâi'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1374/1955, "Cena'iz", 7, 9. 147 el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî, (v. 256/870), el-Câmi'u's-Sahîh, İstanbul: el-Mektebetü’l İslâmiyye, 1979, "Menâkıb", 24; Müslim, "Cenâiz", 7, 9. 148 Yerlikaya, a.g.md., C. V, s. 103. 149 el-Ankebût 29/69. 150 el-Ğazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Ahmed, (v. 505/1111), el-Munkizü mine’d Dalâl Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler, (trc. Salih Uçan), İstanbul: Kayhan Yayınları, 1990, s. 410, 411. 18 izleyen kişi, yüksek derecelere erişmeye gayret eder. Bu da sonsuz saadetin elde edilmesini sağlar. Basîretle bakmak yönünden a'mâ kimseler, fâni dünyaya aldanmalarından dolayı bedbaht olurlar.151 II. "BASÎRET" KAVRAMININ TAHLİLİ Çalışmamızın bu bölümünde "basîret" kavramı "Din Bilimlerinde 'Basîret' Kavramı" ve "Temel İslâm Bilimlerinde 'Basîret' Kavramı" başlıkları altında ele alınmıştır. Dinler Tarihi, Din Felsefesi, Din Psikolojisi, Din Sosyolojisi, Din Eğitimi ilk başlığın altında yer alırken; Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf diğer başlığın altında yer almaktadır. A. DİN BİLİMLERİNDE Bu bölüm "Dinler Tarihi" ile başlayıp, "Din Eğitimi" ile son bulmaktadır. "Dinler Tarihi" alanında basîretin sözlük ve ıstılah manalarından yola çıkılarak kavramımızla ilişkili olan ilhâm, vahiy, kehanet kavramları tabîî dinler ile vahye dayalı dinler içerisinde incelenmiştir. "Din Felsefesi"nde din-felsefe ilişkisinden söz edilerek basîret kavramına yakın anlamlı olan sezgi kavramı ele alınmıştır. Bu kavramların akıl ile ilişkili olmaları sebebiyle akıl kavramı da incelenmiştir. "Din Psikolojisi" alanında genel olarak din ve psikoloji ele alınmış, insanda yaratıcı düşünceden söz edilerek sezgi kavramına değinilmiştir. "Din sosyolojisi" alanında genel olarak din ve toplum arasındaki ilişkiden, özel olarak önsezi, öngörü kavramlarından bahsedilmiştir. "Din Eğitimi" alanında genel olarak din ve eğitimden, özel olarak da sezgi, zekâ kavramlarından bahsedilmiştir. 1. Dinler Tarihi'nde Dinler Tarihi başlığı altında genel olarak din ve tarihten bahsedip, tarihte var olduğu bilinen dinlerde "basîret" kavramını ve bu kavramla ilgili olarak bu dinlerin kehanet, vahiy ve ilhâm anlayışlarını incelemeye çalıştık. a. Genel Olarak "Din" ve "Tarih" 151 Yusuf Çelik, İsmâîl Hakkı Bursevî'de Basîret Anlayışı, Ankara: Fecr Yayınları, s. 27. 19 Din, tarihin tüm zamanlarında ve toplumların tümünde kendisine rastlanan, tüm insanlığı ilgilendiren bir vakıadır. Aynı zamanda kişiyi her yönden içine alan ve kişinin fikirlerinde, uygulamalarında göze çarpan bir disiplindir.152 Muhammed Abduh dini, kişinin evrendeki şeyleri gözlemleyerek ilâhî hakikatleri anlaması olarak tarif etmiştir.153 Dinlerin tümü doktrin ve metot olarak iki hususu içerir. Din ilk olarak mutlak gerçeği, göreceli olandan tefrik eden doktrindir. Diğer açıdan, gerçeklik hakkında tefekkür etmeye, insan varlığının amacına yaraşır şekilde hayat sürmeye uygun bir yöntemdir.154 İlim adamları dini değişik yönlerden ele almışlardır. Tecrübî, hissi, taabbudi, toplumsal yönler bunlardan bazılarıdır. Rudolf Otto dini, kişisel tecrübe yönünden "kutsalın tecrübesi" olarak tanımlamıştır. Bu tarif dinlerin tümünü kapsar. Ayrıca kişinin kutsalı yaşayabilme yeteneğini ortaya koyar.155 Dinler Tarihi, tarih ile dilbilim yöntemlerinden yararlanan bir disiplindir. Bununla birlikte, dinlerin ortaya çıkışını, ilerlemelerini, iman, ibadet, ahlak gibi hususları süreç içerisinde araştırır. Dinlerin birbirleriyle ilişkilerini, benzer, farklı, müşterek taraflarını karşılaştırmalı şekilde inceler. İnancın tarihsel ilerleyişi, mühim şahsiyetleri, prensipleri, uygulamaları, ahlak kuralları, mezhepleri bu ilmin ilgilendiği hususlardandır.156 b. Özel Olarak "Basîret" ve "Tarih" Bu başlık altında "vahye dayalı dinlerde" ve "tabiî dinlerde" "basîret" kavramını, tarihte yaşayan toplumların inançlarını ana hatlarıyla incelemeye çalıştık. ba. Vahye Dayalı Dinlerde Din, "yaratıcı, yönetici ve düzenleyici üstün bir kudrete inanmakla başlayan bir inanç sistem"idir. Ahlak, inanç, ibadet, muamelat konularını kapsar. Dinler, ilkel dinler ve ilahi 152 Günay Tümer, "Din (Genel Olarak)", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXII, s. 317. 153 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 315. 154 Seyyid Hüseyin Nasr, İslam İdealler ve Gerçekler, (çev. Ahmet Özel) , İstanbul: İz Yayıncılık, 1996, s. 15. 155 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 315. 156 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 334. 20 dinler olmak üzere iki grupta toplanır. İlkel dinler Şamanizm, Totemizm, Animizm gibi dinleri içine alır. İlâhî dinlerde ise, yaratıcıdan gelen bir kitap ile elçi bulunur.157 Kutsal ile kişi arasındaki bağ farklı biçimlerde ortaya çıkar. Söz edilen bağ, ilâhî dinlerde Allah'ın elçilere bilgileri vahiy ile ilham vasıtasıyla ulaştırmasıyla kurulur. Fakat vahiy yalnızca peygamberlere hastır. İlham ise öteki insanlar için de mümkündür. Direkt vahiy anlayışı yer almayan dinlerde, bazı insanların ilhamla aydınlandığına düşünülmüştür. İlham kavramı sözlükte, "deney veya akıl yoluyla elde edilemeyen, bazı konularda kişilerin içine doğan güç, sezgi, bilgi"158 manalarına gelmektedir. İlham çoğu anlayışta bilgi elde etme yollarından biri olarak kabul edilir. Dinler tarihi alanında ilham terimi, kişinin duyuları dışında, isteği haricinde birden bire etkilenmesi şeklinde değerlendirilir. İlham esnasında Allah'ın insanın ruhuna tesiri, duyularının yönlendirilmesini sağlar. İlham ile vahiy, geldiği kaynak yönünden birbirinden farklı değildir. Dolayısıyla aralarındaki sınırın belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Kutsal varlık ile birey arasındaki ayrımın net olarak görüldüğü inançlarda ilhamı vahiyden tefrik eden mikyas, bunların işlevleridir. Vahiy, inananların tümünü bağlayan ana şeriat kurallarını ulaştırır. İlham ise sadece hakikati gösteren bazı deneyimlerin ortaya çıkmasını sağlayan içsel bir bilgi çeşididir. Kutsal varlık ile kişi arasındaki ayrımı azaltan inançlarda esas olarak vahiy olgusu görülmez. Bu dinlerde kutsal varlık bireylere mesajını cisimleştirerek ulaştırır. Yani bu inançlarda vahiy ile ilham benzer bilgi çeşidini ifade eder. Bununla birlikte aralarında yalnızca derecelenme farkı bulunur. 159 Allah farklı devirlerde birçok peygamber göndermiştir. Bu peygamberler insanları tevhide çağırmışlardır. Onlara hakikati, doğru yolu anlatmışlardır.160 Dolayısıyla peygamberler tebliğ vazifesini ifa etme durumundadır. Akıllı, zeki olmaları onların fetanet sıfatının yansımasıdır. Bu özellikleri olmasaydı tebliğ vazifesini başarabilmeleri mümkün 157 Mehmet Zeki Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul: Fatih Gençlik Vakfı Matbaa İşletmesi, 1983, s. 40. 158 Osman Cilacı, Dinler ve İnançlar Terminolojisi, İstanbul: Damla Yayınevi, 2001, s. 175. 159.Mustafa Sinanoğlu, "İlham" (Diğer Dinlerde İlham), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXII, s. 100. 160 İbrâhîm 14/4. 21 olmazdı. Bu sebeple Allah peygamberlerin akıl ve muhakeme yetilerinin güçlü olmasını sağlamıştır.161 1) Yahudilik'te Yahudilik'e göre ilham kavramı, Tanrı'nın Rûhulkudüs vasıtasıyla birtakım kişilere bilgileri ulaştırmasıdır. Ahd-i Atik'te bu kavram, ruhun seçilen kişiler vasıtasıyla konuşması162 olarak geçmektedir. Peygamberlerin, Tanrı'nın isteklerini, amacını ruh vesilesiyle bildikleri163 ifade edilmiştir. Ruhulkudüs'ün direk ilhamla ilişkilendirilmesi Rabbinik devre aittir. Tevrat'ın, Tanrı tarafından Musa'ya vasıtasız gönderildiğine inanılır. Kanonik metinlerin Ruhulkudüs vasıtasıyla ilham olunduğu düşünülür. Bir eserin kanonik kabul edilmesi Ruhulkudüs'ün katkısıyla yazılması koşuluna bağlanmıştır. "Mezmurlar, Neşideler Neşidesi, Süleyman'ın Meselleri, Tarihler, Daniel, Eyub" Ruhulkudüs'ten ilham olunmuştur.164 İbn Meymûn, bahsi geçen ilhamın niteliğini kişinin dikkati yoğunken, ilahi kudretin tesirindeyken bazı hususlarda konuşmaya icbar edilmesi olarak tarif etmiştir.165 Yahudilik'te Ruhulkudüs, peygamberliğin gücü olarak tarif edilmiştir. Ruhulkudüs'ün gücünün bütün peygambere müsavi derecede gönderilmediğine inanılmıştır. Son peygamberler vefat ettiğinde Ruhulkudüs'ün aralarından ayrıldığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla İsrailoğulları içinde nebevi ilhamın son bulduğuna dikkat çekilmiştir. Yahudilik'te ilham yalnızca peygamberler için söz konusu değildir. Ruhulkudüs başka kişilere de aracı olduğu kabul edilmiştir. Bu kişiler söz konusu yetenekleriyle gelecekle ilgili kehanetlerde bulunmuşlardır. Ayrıca mistik kişilerin bazı aşamaları geçerek ilham alabilecekleri ifade edilmiştir. Yahudilik'te peygamberlik Tanrı'nın, iradesini insanlara bildirmesidir. İbn Meymûn'a göre nübüvvet kavramı etkin akılla, kutsal varlığın iradesiyle ilişkilidir.166 Tanrı'nın kelamıyla karşı karşıya gelmesi, O'nun kelamına aracı olması peygamberlerin vasıflarından bazılarıdır. 161 Beyazîzâde Ahmed Efendî, (v. 1098/1687), İşârâtü'l Merâm min İbârâti'l-İmâm, (thk. Yûsuf Abdurrezzâk), Kâhire, y.y., 1949, s. 329. 162 ll. Samuel 23/2. 163 Mika 3/8. 164 Sinanoğlu, a.g.md., s. 101. 165.İbn Meymûn, Ebû İmrân Maimonides Mûsâ, Delâletü'l-Hâirîn, (v. 601/1204), Kâhire: Mektebetü's Sekâfeti'd-Dîniyye, t.y., s. 436-443. 166 İbn Meymûn, a.g.e., s. 410-412. 22 Peygamberlerin başta bir vasfı da Tanrı'nın kelamını, emirlerini insanlara ulaştırmasıdır. Yahudilik inancında vahyin yüksek mertebesi vasıtasız olarak direk Yehova’dan gelen vahiydir. Yahudilik’te vahiy olgusunun bu biçimi yalnızca Mûsâ’ya özeldir. Vahyin başka bir biçimi, rüyada gelenidir. Bu inançta, nebiler rüya vesilesiyle Yehova'yla iletişim kurabilmektedir. Tanrı'nın sözleri, kutsal ruh ya da melek vasıtasıyla da nebilere gönderilmektedir.167 Yahudilik'te peygamberlik, çeşitli arzuların tahrikinden kendini denetleyerek muhayyilesini, kavrama yetisini ilerletip, zihnini berraklaştırıp idrak kabiliyetini ileri mertebede tutan bilinci açıklık durumudur. İnsanın peygamber olarak seçilmesinde mühim olan budur. Buna muvaffak olamayan, faal akılla iletişim kurup ilahi mertebelere ulaşamaz. Arada yer alan bu münasebet de vahyi oluşturur.168 İbn Meymûn'a göre Yahudilik'te peygamberler arasında bir derecelendirme vardır. Hz. Musa'nın öteki peygamberlerden üstün olduğuna inanılmıştır. Ayrıca öteki peygamberlerden farklı görülmüştür. Zira O, muhayyilesinden yararlanmadan aktif akılla münasebete geçecek şekilde kuvvetli akla sahiptir. Bundan dolayı hayal güçlerinden yararlanma gereği hisseden öteki peygamberlerin peygamberliği zayıf kabul edilmiştir. İbn Meymun peygamberlikle ilgili üç vasıf dile getirmiştir. Bu vasıflardan biri, aklın olgunluğa ulaşmasıdır. Diğer vasıf, mütehayyile gücünün ileri seviyede olmasıyla beraber, süfli isteklerden kendini uzak tutabilmesidir.169 Bilgelik, peygamberlerin sıfatlarından olup zekilik, uyanıklık halidir. Tanrı, vahyinin vasıtası olarak peygamberler seçmiştir. Bundan dolayı onlara lüzumlu zihnî, ruhî yetkinliği vermiştir. Bilgelik, vahyi insanlara açıklarken onları ikna etmelerini, vahyi gerektiği şekilde ulaştırmalarını mümkün kılmıştır. Zira bu sorumluluk üstün zekâ, derin muhakeme kabiliyeti gerektiren bir sorumluluktur. Ayrıca bilgelik, peygamberliğin ön şartı görülmüştür.170 Aklî olgunluk peygamberde bulunması gereken mühim sıfatlardandır. Aklın yetkinliğe ulaşması peygamberliğin önemli koşullarından sayılmıştır. Bu vasıfla peygamberin maddi 167.Ömer Faruk Harman, "Yahudilik" (İnanç Esasları), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. XIV, s. 204. 168.Eldar Hasanov, Yahudilikte Peygamberlik ve Peygamberler, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 4, 2014, s. 681. 169 İbn Meymûn, a.g.e., s. 410-412. 170 Mustafa Sinanoğlu, "Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân-ı Kerîm’de Nübüvvet", İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 1995, s. 35. 23 vasıfları arasında irtibat kurulmuştur. Akıl peygamberin yeme, içme vb arzularını yönetmiştir. İnsan, aklî mükemmelliğe ulaştıktan sonra ilme, hakikate erişebilmiştir. Peygamberler, peygamberlik esnasında bazı problemler yaşamıştır. Onlar, zor zamanlarında kâmil akılla çözüm üretmiş, vazifelerini eksiksiz bir biçimde yerine getirebilmişlerdir. Ayrıca kelimelerin çok anlamlılık yönünden yararlanarak insanların muhakeme yetilerini harekete geçirmeye çalışmışlardır.171 Yahudilikte peygamberler, vahyi insanlara ulaştırmakla mükellef görülürler. Bunun haricinde başkalarından farkları yoktur. Peygamberler de hata yapabilirler. İslam’da elçilerin günahlardan uzak olması manasında olan ismet özelliği Yahudilik'te görülmemektedir. Peygamberin, arzularını bilgeliğe yönlendirmesi gerektiği düşünülmüştür. 172 2) Hıristiyanlık'ta Hıristiyanlık'ta inanç kelimesi için kullanılan ana kelime dogmadır. Bu kavram, vahiyle ulaşan ve kilisenin onayladığı öğreti manasını ifade etmiştir. Kiliseye göre dogmaların ortaya çıkması ilahi ilhamın tesiriyle meydana gelmiştir. İlk zamanlarda Hıristiyanların Tevrat haricinde kutsal kitapları bulunmamaktaydı. Zamanla Pavlus, Petrus, öteki yazarlar İsa hakkında gördüklerini, işittiklerini kaleme almaya başladılar. Evvel olarak Pavlus'un mektupları, ilerleyen zamanlarda İnciller yazıldı. Bu metinler Hıristiyanlarca Tanrı'nın ilham yoluyla gönderdiği bilgilerdir.173 İlham sözlükte, "tanrısal kökeni ve kutsal metnin tanrısal otoritesini anlatan" bir kavramdır.174 Istılahta ise, Tanrı’nın Ruhu’nun, vahye vasıta olan insanların kalplerinde oluşturduğu tesir anlamına gelmektedir.175 İlhâm kelimesi Yeni Ahit’te "esin" kelimesiyle tek yerde geçmektedir: "Kutsal Yazıların tümü Tanrı esinidir".176 Kutsal Kitap, ruhun etkisindeki insanların kaleme aldığı metinler olarak görülür. Bununla beraber ilhâm olunmuş Tanrı Kelamı olduğuna inanılır. Hıristiyanlar için, Kutsal Yazıların esas yazarı Tanrı'dır. Çünkü 171 Semahat Özgenç, "Musa b. Meymûn’un Nübüvvet (Vahiy) Anlayışı", Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2006, s. 83-84. 172 Erdoğan Baş, Salih İnci, Ana Hatlarıyla Yahudilik Hristiyanlık ve İslâm, İstanbul: Erkam yayınları, 2003, s. 243. 173 Mehmet Aydın, "Hıristiyanlık" (Hıristiyan İnançları), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. XVI, s. 204. 174.Mualla Selçuk, vd., İslâmiyet-Hıristiyanlık Kavramları Sözlüğü, I-II, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınevi, C. I, s. 350. 175 Selçuk, a.g.e., C. I, s. 350. 176 II. Timoteos 3/16. 24 bunları Ruh ilhâm etmiştir. İlham alan kişiler ise Tanrı’nın, yazma faaliyetinde kullandığı aracılardır.177 Kutsal metinlerin ilhâmı, yalnızca fikirlerin ilhâm olunması anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte kullanılan sözcüklerin de ilhâm olunması anlamına gelir. Öyleyse İncil'deki fikirler kadar sözcüklerin de Tanrı’dan gelen vahiyler olduğu söylenebilir. İlhâm vesilesiyle Kutsal Kitap yüce bir konuma taşınmıştır. İlhâm ve vahiy arasındaki fark açıklanmaya çalışılmıştır. Buna göre vahiy, Tanrı’nın bazı kişilere, başkalarının ulaşamayacağı bilgileri ulaştırmasıdır. İlhâm, kendilerine vahiy gelenlerin, öğrendikleri bilgileri diğerlerine naklederken Tanrı'nın koruması altında olmaları manasındadır. Öyleyse ilhâm, vahyin başkalarına aktarılma süreciyle alakalıdır. Zira peygamberlerin yapmış olduğu öğütler şifahî vahiydir. İlhâm olunan metinler yazılı vahiydir. Ayrıca Kutsal Kitabın tümünün ilhâm ürünü olduğu iddiaları ileri sürülmüştür. Hıristiyan ilahiyatında vahiy ve ilhâm için başka değişikliler de dile getirilmiştir. Buna göre vahiy Oğul ile alakalıdır. İlham ise Ruh'la alakalıdır. Fakat ikisinde bulunan ortak husus Tanrı’nın, seçilmiş kişilere kendisini açıklayıp iletişim kurmasıdır. Bundan dolayı ilhâm ile vahiy, birbirini destekleyen paralel kelimelerdir.178 Hıristiyanlık'ta vahiy düşüncesi İsa ile temellendirilmiştir. Tanrı, iradesini Hz. İsa'da görünür duruma getirmiştir.179 Tanrı'nın sözleri İsa'nın bedeninde tecelli etmiştir.180 O da, yardımcılarına Kutsal Ruh ile mesajını anlatmaları için vazife vermiştir.181 Bundan dolayı İsa'nın ardından bazı insanlara ilhamın ulaşmasına kutsal ruh vasıta olmuştur.182 Hıristiyanlara göre İsa'nın kelamıyla birlikte varlığı da vahiydir. Dolayısıyla Hıristiyanlık'ta İsa, elçiden çok ilah olarak görülmektedir. Kutsal Metinler'e göre İsa, Tanrı'nın oğludur. Baba, Oğul, Kutsal Ruh aynı şeylerdir. Baba da Oğul da Kutsal Ruh da Tanrı'dır. Bunlar, farklı ilahlar değil, bir Tanrı'dır. Tanrı İsa'ya hulul etmiştir ve bedeninde Tanrı'nın ruhu bulunmaktadır. Dolayısıyla Hıristiyanlıktaki vahiy ile ilham ifadelerini 177.Hikmet Tanyu, "Ahd-i Cedid", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. I, s. 506. 178.Muhammed Tarakçı, Hıristiyanlık’ta Vahiy Anlayışı, Bursa: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Cilt: 12, Sayı: 2, 2003, 171-201, s. 196. 179 Efesoslular'a İkinci Mektup 1/9. 180 Yuhanna 1/14. 181 Matta 28/ 19-20. 182 Sinanoğlu, a.g.md., C. XXII, s. 101. 25 kavramak için teslis düşüncesinin kavranması lazımdır. Hıristiyanlık inancında vahiy, bilinen usullerle öğrenilemeyen hususun öğrenilmesi anlamına gelmektedir.183 Hıristiyanlık'ta ilham, mesajın ruhu'l-kudüs vasıtasıyla bazı kişilere ulaştırılması manasına gelir. İlham olgusunda Ruhulkudüs'ün rolü, "Çünkü peygamberlik asla insanın iradesiyle gelmemiştir, fakat insanlar Ruhulkudüs tarafından sevkolunarak Tanrı'dan söylediler"184 ifadesiyle vurgulanmıştır. Ruhulkudüs'ün ilhamına "Ruhulkudüs'le söylemek"185, "Ruhulkudüs'le dolu olmak"186, "Sizde söyleyen Ruhulkudüs'tür"187 ifadeleriyle dikkat çekilmiştir. Metinlerde kutsal ruhun yalnızca peygamberlere değil başka kişilere de ulaşıp onları etkilediği ifade edilmiştir.188 Pavlus, "Bunları ancak ruhanî şeyleri ruhanî sözlerle birleştirip ruhun öğrettiği sözle söylüyoruz"189 diyerek peygamberlik için ruhun desteğinin lazım olduğunu belirtmiştir. Petrus Tanrı'nın ruhunun peygamberlikteki mühim rolünü vurgulamıştır.190 Ayrıca kutsal yazıları kaleme alanların kaynaklarını kutsal ruh olarak açıklamıştır.191 3) İslâm'da İslam Dini'nde insanın en önemli vasfı akletmesidir. Akıl, anlama, idrak etme, öğrenme, çıkarımda bulunma kabiliyetidir. Kur'ân'da akıl kavramı, "kalb, elbâb, fu'âd" kavramlarıyla da ifade edilmiştir. Âyetlerde akıl "sezme, idrak etme, anlama" manalarına gelir. Ayrıca insanın iç âlemini, vicdani yönünü de kapsar. Kur'ân her daim insanları akıl yürütmeye, düşünmeye, idrak etmeye, öğrenmeye çağırmıştır. İnsan bilme kabiliyetinden ötürü mahlûkatın tümüne karşı üstün kılınmıştır. Âyetlerde ilim kavramına büyük önem verildiği görülmektedir. "İlim" kavramı sözlükte "bilgi, bilmek, kavramak, düşünmek, öğrenmek" manalarını içerir. İlim, sujenin objeyle ilgili sistemli bir bilgi elde etme sürecidir. Müslümanlar müstakil, çeşitli ilmi disiplinler ortaya koymuşlardır. Din bilimlerinde, doğru bilgi ortaya koymada birden fazla metod 183.Şaban Kuzgun, Dört İncil: Yazılması, Derlenmesi, Muhtevası, Farklılıkları, Çelişkileri, Ankara: Ertem Matbaa, 1996, s. 139. 184 Petrus'un İkinci Mektubu, 1/21. 185 Markos 12/36. 186 Luka 1/15-17. 187 Matta 10/ 20, Markos 13/11. 188 Resullerin işleri 10/44. 189 Korintoslular'a Birinci Mektup 2/13. 190 Petrus'un İkinci Mektubu l/20-21. 191 Sinanoğlu, a.g.md., C. XXII, s. 101. 26 bulunmaktadır. Bilim dalları kendilerine has bilgi elde etme yolları üretmiştir. Doğru bilgi "akıl, sahih haber, duyular" aracılığıyla hâsıl olur. Sezgi, vicdan, deneyim gibi şeyler insanı bilgiye götüren yollardandır. Ancak bunlar bağımsız olmamakla birlikte aklın fonksiyonlarından sayılmıştır.192 İlham "Allah'ın, doğrudan veya melek aracılığıyla iyilik telkin eden bilgileri insanın kalbine ulaştırması" şeklinde ifade edilir. Bilgi kaynaklarından yararlanmadan kişinin kalbinde birdenbire hâsıl olması ilhamın temelini oluşturur. Firâset, havâtır, sezgi, keşif, kavramları ilhama mana olarak benzer kavramlardandır.193 İlham kelimesi yalnızca "sonra ona kötülüğe eğilimini ve takvasını ilham etmiştir"194 âyetinde yer alır. Bu âyetten Allah'ın, kişiliğimize ruhsal zaaflarımızı, güçlerimizi iskân ettiği anlaşılmaktadır. Tefsir âlimlerine göre Musa peygamberin validesine gönderilen vahiy, Allah'ın direkt olarak onun zihnine yerleştirdiği ilham manasını ifade eder. İlham hadislerde de geçmektedir. Peygamberimizin, ashab-ı kiramdan olan Husayn'a öğrettiği duada, "Allah'ım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et"195 ifadesi yer alır. İlk kez İclî (v. 123/741), "ismi a'zâm" vesilesiyle manevi bilgilerin kalbe gireceğini ifade etmiştir. Bunun ardından birtakım Şii gruplar ilhamı, imamlarına ulaşan bilginin menşei kabul etmiştir. Bunda Cafer-i Sâdık'a atfedilen farklı rivâyetlerin de tesiri olmuştur.196 Zaman içerisinde bazı mutasavvıflar tarafından ilham, istidlal, duyu, haberin ilerisinde bilginin temel dayanağı görülmüştür. Hâris el-Muhâsibî, Bayezid-i Bistâmî bu mutasavvıflardan bazılarıdır.197 İlk dönem mutasavvıflarına göre ilhamın, âyetlere, hadislere başvurulup incelenmesi gerekir. Ayrıca ilhamı yalnızca inanç konularında ele almışlardır. İlerleyen zamanlarda yetişen mutasavvıflara göre ise, dini hususların tümünde yararlanılabilen bağımsız bilgi kaynağı olarak kabul edilmiştir. Mu'tezile kelamcıları arasında "ashâbü'l- 192 Selçuk, a.g.e., C. I, s. 352-353. 193 Yusuf Şevki Yavuz , "İlhâm”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXII, s. 98. 194 eş-Şems 91/8. 195 et-Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, (v. 279/892), es-Sünen, I-II, Riyâd: Mektebetü't-Terbiyeti'l Arabiyyi li Düveli'l- Halîc, 1988, "Da'avat", 69. 196 el-Hayyât, Ebû'l-Hüseyn Abdurrahîm b. Muhammed b. Osmân, (v. 300/903), el-İntisâr, Beyrût: İdâretu Ma'hedi'l-Edebi'ş-Şarkiyye, 1957, s. 110. 197 el-Muhâsibî, Ebû Abdillah Hâris b. Esed, (v. 243/858), Risâletü'l-Müsterşidîn, (thk. Abdulfettâh Ebû Ğudde), Haleb: Mektebetü'l-Matbaati'l-İslâmiyye, 1964, s. 78; es-Serrâc, Ebû Nasr Abdullah b. Alî et-Tûsî, (v. 378/988), el-Lüma', (çev. Hasan Kamil), İstanbul: Altınoluk yayınları, 2001, s. 170-171. 27 ilhâm" ismiyle anılan topluluk ortaya çıkmıştır. Bu topluluğa göre akli bilgi, derin düşünme neticesinde ilahi ilham vasıtasıyla oluşmaktadır.198 Sünnî kelamın oluşmasıyla, ilhamın varlığı, bununla elde edilen haberin değeri ele alınmıştır. İlhamın dini hususlarda bilgiye kaynaklık edemeyeceği ifade edilmiştir. Bunu belirten ilk sünni mütekellim Mâturidî'dir. Mâturîdî, kişideki bilgi eksikliğinin altını çizmiştir. Bununla birlikte direkt Allah'tan alınan ilhami bilgiden yararlanmanın lüzumunu belirten toplulukların var olduğunu bildirerek onların düşüncelerini eleştirmiştir.199 İbn Fûrek'e göre ilham bilginin dayanağı olarak görülemez. Ayrıca dini bir huccet olarak kullanılamaz.200 Bağdadi'ye göre ise istidlali bilgiler ilham vasıtasıyla hâsıl olabilir.201 Birtakım ulema, takvalı olan kişilere ulaşan ilhamın makbul bilgi kaynağı olarak görülebilceğini düşünmüştür. Zebîdî, Şevkânî, Âlûsî bu âlimlerdendir.202 İlhamın dinde bilgi kaynağı olmasına dair birçok fikir öne sürülmüştür. Bunlar iki grupta ele alınabilir. İlk grubun görüşüne göre ilham Allah'tan gelmesi sebebiyle kesin huccet olarak görülmektedir. Mutasavvıflar, Bağdâdî, Gazzâlî, Zebîdî bu fikirdedir. Diğer gruba göre ise kişinin kalbinde ilham vasıtasıyla birtakım bilgiler hâsıl olabilir ancak huccet değildir. Mutasavvıfların haricindeki çoğu İslam âlimi böyle düşünmektedir.203 Peygamberlik Hz. Muhammed ile son bulduğundan ilhami bilginin salih kişilerde meydana geldiği düşünülmüştür. Bu kişiler kendilerine ilham olunan bilgileri diğer insanlara bildirmekle sorumlu değillerdir. Bundan dolayı bu çeşit bilgilerin kişisel dini deneyimin ilerisinde bir mana içermediği görülmektedir. Sözlük manası içerisinde 'ilham etmek' ifadesinin yer aldığı vahiy kavramı ıstılahta "Allah’ın bir hükmü veya bilgiyi peygamberine gizli olarak bildirmesi" manasına gelmektedir.204 Teist dinlerde vahiy, Allah'ın şahıslarla sözlü ya da ilhamî irtibat kurması 198 Kâdî Abdülcebbâr, Ebû'l Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed, (v. 415/1025), el-Muğni fi Ebvâbi't-Tevhîd ve'l- Adl, Kâhire: ed-Dârü'l-Mısriyye, 1963, C. XII, s. 96. 199 el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, (v. 333/944) Kitabu't-Tevhîd, (çev. Bekir Topaloğlu), İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003, s. 6. 200.İbn Fûrek, Ebû Bekr Muhammed b. Hasan, (v. 406/1015), Şerhu'l-Âlim ve'l-Müte'allim, (thk. Ahmed Abdurrahîm es-Sâyih), Kâhire: Mektebetü's-Sekâfeti'd-Dîniyye, 2009, s. 10, 61. 201 el-Bağdâdî, Ebû Mansûr Abdulkâdir b. Tâhir b. Muhammed, (v. 429/1037), Usûlü'd-dîn, Beyrût: Dârü'l- Kütübi'l-İlmiyye, 1981, s. 14. 202 eş-Şevkânî, Muhammed b. Alî b. Muhammed, (v. 1250/1854), Fethu'l Kadîr el-Câmiu beyne Fenneyi'r Rivâyeti ve'd-Dirâyeti min İlmi't-Tefsîr, I-V, 4.b., Beyrût: Dâru'l-Ma'rife, 1428/2007, C.II, s. 415, 416. 203 Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 99. 204 İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 379. 28 şeklinde anlaşılmıştır.205 Kur'an'da Allah'ın bireylere sözlerini ulaştırma yolları "vahiy, perde arkasından hitap, elçi gönderme" olarak belirtilmiştir.206 Vahiy aracılığıyla iletişim, Allah'ın vahiy meleği olmaksızın peygamberin kalbine sözlerini bildirip ilka etmesi şeklinde tahakkuk eder. Bu süreçte Allah'ın sözleri elçiye uyanık haldeyken deruni tecrübe yaşamış olarak ulaşır. Allah'ın bu çeşit tebliği sadece peygamberlere özel değildir. Takvalı insanlara gelen ilham veya gördükleri sadık rüyalar buna örnek olarak verilebilir. Sadık rüyalar manevi idrak olarak değerlendirilebilir.207 Kur’ân'da Allah'ın peygamberler haricinde birtakım kişilere de vahiy gönderdiğine dair bilgiler yer alır. Mûsâ peygamberin annesi bunlardandır.208 Tefsir âlimleri bu vahye genellikle ilham manası vermişlerdir. Arıya209, semaya210, arza211 gelen vahiyler ilham ile emir olarak açıklanmıştır.212 Ulemanın ictihadları da ilham anlamında vahyin çeşidi olarak görülmüştür. Bunlara gizli vahiy adı verilmiştir.213 İslam düşüncesinde kişinin bilgi elde etmesinde gereksinim duyduğu harici etkiye faal akıl ismi verilir. Faal akıl Cebrail olarak da yorumlanmıştır. İbn Sina ile Farabi, bu melekî kuvvetin ilhamla ortaya çıkan malumatın kaynağı olduğunu ifade etmiştir. Bu kuvvet, bilgeyi, peygamberi benzer bilgi kökeninde birleştirmektedir. İbn Sina, aklın nazari süreçlere gereksinim duymadan neticeye varmasını ilham kavramıyla izah etmiştir. O'na göre peygamber, sezginin en üst mertebeye ulaştığı kişidir. Peygamber, "kudsî akıl" denilen kuvvet vesilesiyle tahsil süreçlerine ihtiyaç duymadan mevcudatın işleyişini birden bire idrak eden kişidir. İlham, vahyin hususi çeşidi olarak bilgenin ulaştığı aydınlanmadır.214 İslam inancına göre peygamberler özellikle akıl, firâset olarak tüm yönlerden tepe noktada bulunurlar. Onların hafızası, mantığı oldukça kuvvetlidir. Peygamberlerin 205 Muhammet Tarakçı, "Vahiy" (Diğer Dinlerde), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIIV, s. 443. 206 eş-Şûrâ 42/51. 207 Elmalılı, a.g.e., C. V, s. 455. 208 el-Kasas 28/7. 209 en-Nahl 16/6. 210 el-Fussilet 41/11-12. 211 ez-Zilzâl 99/1-5. 212 er-Râzî, Ebû Abdillah Fahruddîn Mahmûd b. Ömer b. Hüseyn et-Tâberistânî, (v. 606/1210), Mefâtîhu'l- Ğayb, I- XXXII, Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1401/1981, C. XX, s. 69-70; el-Âlûsî, Ebû’l-Fadl Şihâbüddîn es-Seyyid Mahmûd, Rûhu'l-Ma'ânî fî Tefsîri'l-Kur'âni’l'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, (v. 1270/1854), I-XXX, 2.b., Beyrût: Dârû İhyâi't Turâsi’Arabî, 1417, C. XIV, s. 181. 213 el-Âlûsî, a.g.e., C. XVII, s. 184; Elmalılı, a.g.e., C. V, s. 456-460. 214 Necip Taylan, "Bilgi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. IX, s. 160. 29 özelliklerinden olan fetanet, dâhiliğin de ilerisinde bir idrak mertebesidir. Basiretin göstergesidir. bb. Tabîî Dinlerde Bu başlık altında ilkel kabilelerde ve Eski Yunan, Eski Ortadoğu, Eski Uzakdoğu ve Eski Ortaasya’da yaşayan dinlerde basiret kavramını ve konuyla ilgili olarak bu dinlerde ilham, sezgi, vahiy kavramlarını kısaca incelemeye çalıştık. 1) İlkel Dinlerde Dinlerde kutsal ile insan arasındaki bağ değişik biçimlerde tesis edilmiştir. İlkel kabilelerde hekimin, büyücünün çabasıyla kutsala erişme hedefi görülür. Büyücüler, şamanlar doğaüstü görülen şeylerden bilgi elde etmeye, kehanet üretmeye çalışır.215 Kabile mensupları tarafından ayinler yapılır. Bu ayinlerin kendilerini doğal afetlerden koruduğunu, kişi ile görünmez güçler arasındaki irtibatı olumlu etkilediğini düşünmüşlerdir.216 Kabile inançlarında vahiy olayı, kişilerin ruhlar âlemiyle münasebetiyle açıklanır. Dolayısıyla vahyin alanı, doğaüstü kuvvet ile bunun kullanılmasını mümkün kılan bilgi olarak görülür. İlkel dinlerde efsaneler, yüce varlığın sezgi vasıtasıyla tahayyülü olarak anlaşılmıştır. İlkel din mensuplarına göre dünya tümüyle iyi veya tümüyle kötü bir yer olmamaktadır. Bunlar dünyayı, saadetle üzüntünün, iyilikle kötülüğün, tanrıların yüceliğinin deruni gözle kavranabildiği görkemli, pak bir yer şeklinde kabul ederler. Dünya ilahi sezgiye malzeme vermektedir. İlkel kabileler için dini inançları sosyal gereksinimlerden, büyüden soyutlamak yarar sağlamaz. Zira bunlar dine renklilik katar.217 İlkel kabilelerde dini inançların oluşumuyla ilgili bazı teoriler vardır. Bunlardan biri, ruhlara inanma anlamına gelen Animizm'dir. İlkel kabilelerin ruhla ilgili anlayışları somutluk taşır. Rüyaların gerçeklikle bağlantılı olduğunu düşünen bazı grupları vardır. Kadim toplumlarda rüya, kişinin kutsal ile münasebeti için vasıta olarak görülmüştür. Kâhinlerin gördüğü rüyaların derin anlam içerdiği düşünülmüştür. Öte yandan ölen kişinin, mezarda olsa 215 Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 99. 216 Günay Tümer, "Âyin" , Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. VI, s. 248. 217 Ninian Smart, "The Religious Experience of Mankind", 1971, (Tarih Öncesine Ait Dinlerle İlkel Dinler), (çev. Günay Tümer), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1982, s. 321. 30 bile yaşamını devam ettirdiğine inanmışlardır. Bu da, "Atalar İbadeti" manasına gelen Manizm'i ortaya çıkarmıştır.218 İlkel kabilelere göre, bazı varlıklar doğaüstü güçlere sahiptir. Etrafta böyle güçler hissetme anlayışı, Dinamizm olarak adlandırılır. Bu gücün bilhassa hayvanlarda, insanlarda, çoğunlukla büyücülerde görüldüğü ifade edilmektedir. Bu güç farklı haller için farklı belirtiler göstermektedir. Mesela tarladan fazla ürün elde edilmesi Mana etkisiyledir. Polinezya dilinden aktarılan bu sözcük, Dinamizm kavramıyla müteradiftir. Mana, alışılmışın ötesinde etkilerle kişi ile eşya üzerinde kendini belli eden mistik güçtür. Polinezyalılar, Mana'yı tanrıların gönderdiğine inanır. Mana'yı kabile liderleri alır, öteki kişilere geçirir. Başarıya ulaşmanın sırrı mana ile ifade edilir. Mana'nın olumlu etkilerinin yanında, olumsuz etkileri de bulunur. Olumsuz etkilerden muhafaza edilmek amacıyla bazı önlemler almak, bazı şeylere uymak gerekir. Bu da, büyü faaliyetiyle mümkün olur.219 2) Gelişmiş Dinlerde Bu başlık altında, Eski Yunan’da, Eski Ortadoğu yani Eski Mısır, Eski Mezopotamya, Eski Filistin, İran’daki Zerdüştîlik ve İslâm Dini’nde önce Arapların; Eski Uzakdoğu’da Hinduizm, Budizm, Caynizm, Sihizm, Konfüçyüsçülük, Şintoizm ve son olarak Eski Ortaasya’daki dinlerin inançlarını ele alarak basiretle irtibatından dolayı kehanet, ilham, vahiy anlayışlarını incelemeye çalıştık. a) Eski Yunan'da Eski Yunan'da birtakım kişilerin Tanrı tarafından ilham aldıkları düşünülmüştür. Bununla birlikte bilhassa şairlerin, Tanrı'dan aldıkları ilhamla şiirler yazdıklarına inanılmıştır.220 b) Eski Ortadoğu'da Kehanet, dinlerin çoğunda farklı biçimlerde görülmektir. Falcılık, kâhinlik gibi faaliyetler için kullanılan bir kavramdır.221 Kehanet kelimesi gayb hakkında bilgi verme 218 Sedat Veyis Örnek, İlkellerde Dinsel Temel Kavramlara Genel Bir Bakış, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Dergisi, C. XX, Sayı 3-4, s. 257-258. 219 Örnek, a.g.m., s. 257-258. 220 Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 100. 221 Cilacı, a.g.e., s. 200. 31 manasına gelir. Kâhin ise evren, gelecek ile bazı sırlar hakkında bilgiye sahip olduğu iddia edilen kimseler için kullanılan bir kelimedir.222 Eski Mısır'da Mısırlılar kehâneti önemli görmüşlerdir. Onlara göre kâhinler kudretli kimselerdir. Kâhinler aynı zamanda hâkimin, tabibin, danışmanın yaptığı işi yapmaktaydı. Halk problemi olduğunda kâhinlere danışır, onların fikirlerini alırdı. Ken'an dini, Eski Ortadoğu'da yer alan inançlardandır. Bu dinde kendilerine Tanrı tarafından ilham verilmiş peygamberlerin olduğu bilgisi eserlerde ifade edilmiştir.223 Eski Mezopotamya’da Kehanet anlayışı Mezopotamya'da oldukça yaygındı. Kutsal varlıkların gelecek hakkında birtakım işaretler verdiklerine inanılmaktaydı. Bu işaretlerin özel bilgilere sahip olanların yorumlayabileceği düşünülmekteydi. Mezopotamya kavramı Sümerlileri, Babillileri, Asurluları içine alan bir kavramdır. O zamanlarda tabip, büyücü anlayışının oldukça yaygın olduğu belirtilmektedir. Babillilerin tababet alanında oldukça ilerledikleri ifade edilir. Hekimliği kâhinlere özel sanatlardan görmüşlerdir. Hastalıkla sağlığın ard arda gelmesini dine, yıldızlara bağlamışlardır. Babilliler yıldızlardan yararlanarak kâhinlik yapan toplulukların ilkidir. Halk, mühim durumlar meydana geldiğinde yıldızların vaziyetini bilir, benzer halleri ona göre açıklarlardı.224 Eski Filistin’de Sabiî inancında bir çeşit düalizmin hâkim olduğu görülmektedir. Buna göre bir yanda nur, öteki yanda karanlık dünya vardır. Nur âlemi olumsuzluklardan uzaktır. Karanlık âlemi ise yokluk, eksiklik gibi olumsuzluk özelliklerden meydana gelmiştir. Sabiiler bedenlerinin süflî âleme ait olduğuna inanır. Kurtuluş sadece ruha özel olarak görülür. Ruh sahih inanca, 222 İbn Manzûr, a.g.e., C. V, s. 349. 223 Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 100. 224 Zeynel Abidin Tanbağ, Cin Sihir Büyü, İstanbul: Alioğlu Yayınevi, 2004, s. 37. 32 ibadete yönelirse kurtuluşa erişebilir. Kurtuluş için esas lazım olan şey ilahi bilgidir. Bu bilgi, çabalayarak elde edilememekle birlikte iman vesilesiyle Tanrı tarafından verilir.225 Ruh, ilahi bilgiye bir kurtarıcı vasıtasıyla erişebilir. Bu kurtarıcıyı Işık Elçisi olarak görürler. Bu elçi, malumatları ilk insana getirmiştir. Sonrasında diğer insanlara da ulaştırmıştır. İnsanlara ulaşan ilahi bilgiler arasında bir değişiklik bulunmamaktadır. Dolayısıyla peygamber yeni inanç getirmez. O, diğerlerine ulaşan bilgileri Işık Elçisinden alıp diğerlerine anlatan uyarıcıdır.226 Zerdüştlük'te Zerdüştlükte vahiy, ilham kavramı yer almaktadır. Zerdüşt'e ilhamla, vahiyle Gâthâlar'ın gönderildiği kabul edilmektedir.227 Bu dine göre Zerdüşt, hakikat bilgisine ulaşma isteğiyle inzivaya çekilmiştir. Bu esnada kendisine Tanrı'nın elçisi olan melek görünerek Zerdüşt'ü miraca çıkarmıştır. Miraçta tanrıdan hakikat bilgisini almıştır. Zerdüşt’ün vahiy alış biçiminin ilham ile müşahede olduğu ifade edilmektedir. Kutsal kitapları Avesta'dır. Bunun "Vesna" adlı bölümünün ilham eseri olduğu belirtilmektedir.228 İslâmiyetten Önce Araplarda; İslâmiyetten önce Arap toplumunda kehanet inancının yaygın olduğu bilinir. Doğaötesi varlıkların bazı kimselerle irtibata geçtiğine inanılırdı. Bazı kimselerin gaybla ilgili şeyleri bilebildiği düşünülürdü. Halk kâhinlerden çoğu konuda problemlerin çözümü amacıyla kehânette bulunmalarını talep etmekteydi. İnsanlar çocuklarını panayırlardaki kâhinlere götürerek gelecekleri hakkında bilgi elde etmekteydi. Kâhinler zihninden geçenleri söyleyerek firâsetleriyle, deneyimleriyle gelecekle ilgili yorum yapmaktalardı. Kâhinlerin kavrayışları keskin kişiler oldukları ifade edilmiştir.229 Cahiliye Araplarına göre kâhinler, şairler cinler ile iletişim kurup ilham alırlardı. Şeytanların, cinlerin kulak hırsızlığıyla bilgi elde ettiklerine inanılırdı. İşittikleri bilgileri 225 Şinasi Gündüz, "Sâbiîlik", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXVIII, s. 342. 226.Muhammed Tarakçı, "Eski Kültürlerde ve Doğu Dinlerinde Vahiy ve Peygamberlik", Vahiy ve Peygamberlik, İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Kur'an Araştırmaları Merkezi Yayınları, s. 20-21. 227 Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 100. 228 Tarakçı, a.g.m., s. 22-23. 229 Ali Çelik, İslâm'ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, İstanbul: Beyan yayınları, 1995, s. 215. 33 kâhinlere ilham ettikleri kabul edilirdi.230 Bu toplum içerisinde meydana gelecek olayları bildiğini söyleyen çok sayıda kâhin vardı. Kâhinler doğaüstü varlıklardan dostları bulunduğunu, onların kendilerine bilgi getirdiğini ifade ederlerdi. Kâhinlerin şeytanlarla, cinlerle ilişki içerisinde olduklarına inanılırdı. Onlara cinler, şeytanlar vasıtasıyla ilham geldiği düşünülmekteydi.231 Kehânette doğaüstü varlıkların aldıkları haberlerle ilgili kâhine ilham vermesi esastır. Ayrıca kâhinin verdiği bilgilerin, Tanrı tarafından kalbine ilham olunan ifadeler olduğu kabul edilir. Bu sözlerden bazıları, kavranması için usta yorumcular lazım olan ifadelerdir.232 Cahiliye Araplarına göre şiir, şairlere cinler tarafından ilham olunurdu. Kâhinlerin cinlerle iletişim kurdukları kabul edilirdi. Fal okları, cahiliye döneminde gayb hakkında bilgi edinme yollarındandı. Araplar, putların yanında fal oklarına bakarlardı. Şans okuyan, kutsal görülen fal okları vardı. Bunlar Hubel putunun yanında bulunurdu.233 Araplar'ın İslamiyetten evvel "kıyafeti'l-eser", "kıyafeti'l-beşer" ilminde ilerlemiş oldukları nakledilir. Bazı kişilerin yerde olan izi inceleyip bunu bırakanın cinsiyetiyle, yaşıyla ilgili yorumlarında isabet ettikleri ifade edilmiştir. Örneğin Müdlicoğulları, Leheboğulları kabilelerinin firaset konusunda doğru tahminleriyle ün kazanmış oldukları bilinir.234 c) Eski Uzakdoğu'da Hinduizm'de Hinduizm'de bazı kişilerin yüce varlığın tesiriyle ilham aldıkları düşüncesi yer almaktadır. Kutsal kitapları "Şruti", "Smriti" olarak ikiye ayrılır. Şruti isimli kitap vahiy kaynaklıdır. Bunun Tanrı'dan "rişi" ismi verilen rahiplere gönderildiği kabul edilir. Şruti'nin içine dâhil olan "Vedalar, Brahmanalar, Aranyakalar, Upanişadlar" adlı kitapların yorumlanması mümkündür. Fakat sorgulanmazlar. Vedalar'da söz edilen azizlere gelen 230 Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuk Neşriyat, 1988, C. X, s. 98-100. 231.İlyas Çelebi, "Kâhin" (Kelâm'da), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXIV, s. 171. 232 Ömer Faruk Harman, "Kâhin", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXIV, s. 116-117. 233 Mahfuz Söylemez, Cahiliye Araplarının Ulûhiyet Anlayışı, Ankara: Ankara Okulu, 2015, s. 65. 234 Süleyman Uludağ, "Firâset", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2001, C. XXIV, s. 116. 34 vahiylerin dayanağının tanrılar olduğu zikredilmektedir. Upanişadlar'da vahyin Brahman tarafından geldiği ifade edilmiştir. Smriti adlı kitap ise ilhama dayalıdır.235 Hinduizm'de kutsal olanın bilgisine meditasyonla, nefsi denetleme vasıtasıyla erişilebileceğine inanılır. Hakikatın bilgisine ancak vahiy kaynaklı kutsal kitabın yol göstermesiyle erişilebileceği düşünülmüştür. Budizm'de Budizm'de direkt olarak vahiy anlayışı yoktur. Böyle inançlarda bilgelerin kutsal olanın ilhamıyla aydınlandığı kabul edilir. Budizm dininin müessisi Siddhartha Gotama'dır. O'nun, incir ağacının yanında murakabe durumundayken aydınlanmaya ulaştığına inanılır. Bundan dolayı ona, aydınlanan manasında Budda lakabı verilmiştir. Budda ilhama kavuşmuş manasına da gelir. Buda'nın öğretileri ilham kaynaklı olarak görülmüştür.236 Budizm'de kurtuluş, Nirvana'ya erişmekle mümkün görülür. Budda aydınlanmaya erişinceye kadar ızdırap, sefahat olarak uç noktaları yaşamıştır. Sonrasında asıl mutluluğa, hakikate erişmiş, yaşamının geriye kalanını bu hakikati anlatmakla geçirmiştir. Kendisinden sonra iki mezhep oluşmuştur. Bu mezheplerin ilki, Mahayana'dır. Bu mezhebe göre Budda, oğlu olan Mahinda'yı Seylan'a yollamıştır. Kendisi de diğer insalara hakikate erişme vasıtasını, Nirvana'yı anlatmıştır. Böylece bu mezhep başkalarının da kurtuluşunu hedefler. Hinayana adlı mezhepte, kişinin kendi kurutuluşu ve Nirvana'ya erişmesi temel alınır.237 Nirvana'ya yalnızca Buda'nın sekiz aşamalı yoluyla erişilebilir. Bunlar birinci yüce hakikatin idrak edilmesini, ikincisinin anlaşılmasını, sonraki hahikatin tahakkuk etmesini mümkün kılar. Sekiz aşamalı yol "ahlak, meditasyon, hikmet" olmak üzere üç hususun geliştirilmiş halidir. Sekiz aşamalı yolda "doğru söz, doğru davranış, doğru geçim" ahlaka, "doğru muhakeme, doğru murakabe" meditasyona, "doğru anlayış, doğru düşünce, doğru niyet" hikmete dâhildir.238 235 Kürşad Demirci, "Hinduizm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. IX, s. 114; Yavuz , Yusuf Şevki, a.g.md., C. IX, s. 100. 236.Yusuf Şevki Yavuz, a.g.md., C. XXII, s. 100. 237 Günay Tümer, Çeşitli Yönleriyle Din, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1987, Cilt 28, Sayı 1, s. 249-250. 238 Günay Tümer, "Budizm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. IX, s. 353. 35 Rinzâi, Budizm'in Zen mezhebinin Japonya'daki kollarındandır. Burada ani bir şekilde aydınlanmaya erişmede alışılmışın ötesinde olan vasıtalar dikkat çekmektedir. Bunlar "vurma, haykırma, anlaşılmayan kelime ve paradokslar kullanma, şakirtlere egzersiz verme" gibi uygulamalar olarak belirtilmiştir.239 Caynizm'de Caynizm'de din kurucusunun Mahavira olduğuna inanılır. Bu dinde Tanrı kavramı bulunmadığından dolayı vahiy anlayışı yoktur. Din müessisinin derin düşünme vesilesiyle bazı hakikatleri keşfettiği kabul edilir. Fakat keşfedilen gerçeklerle Tanrı ya da kutsal varlıklar arasında münasebet kurulmamıştır.240 Sihizm'de Sih dininde manevi rehberler "guru" ismiyle anılır. Bu dinin şekillenmesini sağlayan Guru Nanak'ın ve öteki guruların vahiy aldığı kabul edilir.241 Sih dininde insanların "külli nur ya da ateş olan Tanrı'dan kopmuş kıvılcımlar" olduğuna inanılır. İnsanlar dünyaya gelerek kirlenmişlerdir. Fakat külli nura geri dönme arzusuna sahiptirler. Bu, sadece Tanrı'ya layık paklığa erişenler için olanaklıdır. Bundan dolayı kişi, olduğu konumdan daha üst konuma yükselmeyi arzular. Yükseliş, tenasüh yoluyla mümkündür. Bu inançta yükseliş, beş aşama olarak sıralanmıştır. Sih inancına sahip olanların en mühim hedefi, tüm aşamaları geçerek Tanrı'yla buluşmaktır. Bir diğer hedef, Tanrı'yla bütünleşerek inanışlarındaki karma döngüsünden kurtulmaktır. Bu ise doğum, ölüm döngüsünden kurtulmayı ifade eder.242 Konfüçyüsçülük'te Konfüçyüs hayatını şu sözlerle özetlemiştir: "On beş yaşındayken kendimi öğrenmeye verdim. Otuz yaşında irademe sahip olabildim. Kırk yaşında şüphelerden uzaklaştım. Elli yaşında Gök'ün emrini öğrendim. Altmış yaşında seziş yoluyla her şeyi kavradım. Yetmiş 239 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 355. 240 Tarakçı, a.g.m., s. 36. 241 Huzeyfe Sayım, "Sih Dîni", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXXVI, s. 167. 242 Sayım, a.g.md., C. XXXVII, s. 167. 36 yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim."243 Bu ifadelerden, sezginin O'nun hayatında önemli bir yere sahip olduğu görülür. Konfüçyüs din müessisi değil ahlak öğreticisidir. Konfüçyüsçülüğün bir dinden öte hikmet yolu olduğu düşünülmüştür. Bu anlayışa göre ahlakın esası; kendini, aileni, çevrendekileri büyük bilgiye teşvik etmek, huzuru tesis etme çabası içinde olmaktır. Konfüçyüs mükemmel erdem ifadesinden bahsetmiştir. Bu ifadeyi ağırbaşlılık, cömertlik, zarafet, samimiyet, doğruluk prensiplerini tatbik edebilme kabiliyeti olarak açıklamıştır. Şintoizm'de Şintoizm'de vahiy ve peygamberlik anlayışı yoktur. İlkel tabiatçılık düşüncesinden beslenir. Doğayla insan arasında var olan, maddi veya gayri maddi münasebetlerin tümünü mühim gören ahlak sistemidir. Ataların ruhlarıyla irtibatlandırılan doğaüstü kuvvetlere "Kami" adı verilir. Bunlara tapınma üzerine tesis edilmiş bir inanç biçimidir. Bu inancın merkezinde Kami'ler ile insan münasebeti vardır. Kami'ler tabiat ruhları olarak açıklanır. Ayrıca doğadaki her şeyde bulunduklarına inanılır. Kâinattaki düzenin sürdürülebilmesi Kami'lerin insanlarla münasebetine bağlı görülür.244 d) Eski Ortaasya'da Geleneksel Türk Dini’nde Türklerin dini gök tanrı inancı çizgisinde gelişmiştir. Bazı araştırmacılar Türklerin ilk dininin Şamanizm olduğunu ifade etmişse245 de, birçok dinler tarihi araştırmacısına göre Şamanizm Eski Türk topluluklarının dini değildir.246 İslâm’dan önceki Türk boylarında büyücülük, kâhinlik ve falcılık görülmektedir. Büyü ile ilgilenenler çoğunlukla Şamanlardı. Rahip, tabip, büyücü olarak tarif edilen şaman kelimesi Türklerde kam kavramıyla ifade edilirdi. Kamların sihir yaparak görünmeyen şeylerle ile ilgili bilgi getirdiklerine, insanları kötü ruhlardan kurtardıklarına inanılırdı.247 243 Ahmet Güç, "Konfüçyüsçülük", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2002, C. XXVI, s. 353. 244 Kürşat Demirci, "Şintoizm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2010, C. XXIV, s. 177, 178. 245 Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1976, s. 130 246 M. Eliade, Şamanizm, (çev. İsmet Birkan), Ankara: İmge Kitabevi, 1999, s. 25. 247 Cilacı, a.g.e., s. 193. 37 Ruhlarla, cinlerle münasebette bulunduğu düşünülen kişilere kam denilirdi. Kamlar büyü yapar, kâhinlikle uğraşırlardı. Aynı zamanda cin çarpmasını, hastalıkları iyileştirdikleri kabul edilirdi.248 Mircae Eliade Şamanlığın eski vecd yöntemlerinden olduğunu belirtmiştir. Ayrıca şamanı vecd ustası olarak niteler. Şamanlar, ruhlara hükmederler. Böylelikle ölülerle, cinlerle, şeytanlarla irtibata geçebilmektedir. Ateş üstünde egemenlik kurabilmekte, hastaları iyileştirebilmektedir. İnsanların sıkıntılarını sunmak için tanrılarla iletişim kurarak aracılık yapabilmektedir. Şaman bu kabiliyetleriyle hem din adamı hem doktor hem büyücü hem de medyum görevinde bulunur. Kamın vazifesini yerine getirmesinin iki çeşit yolu vardır. Bu yollardan biri şamanın ruhunun vücudundan ayrılıp başka âleme gitmesidir. Diğer yol ise, ruhların kamın vücuduna girerek kama ilham vermeleridir.249 2. Din Felsefesi'nde Çalışmamızın bu bölümünde öncelikle "din" ile "felsefe" arasındaki ilişkiye değineceğiz. Ardından akıl kavramından bahsederek basiret kavramına yakın anlamlı olan sezgi kavramını ele alacağız. Felsefe , kişinin ilmî hakikatleri dikkate alarak mevcudat hakkındaki soruları düzenli, dengeli biçimde bir bütünlük içerisinde değerlendirerek bunlara yanıt bulma gayretidir.250 Aristo felsefeyi "varlık olarak varlığın bilgisi" olarak ifade etmiştir. Kindi ise, "hikmet sevgisi; insanın kendini bilmesi; insanın gücü ölçüsünde ebedi ve külli varlıkların hakikatini, mahiyet ve sebeplerini bilmesi" olarak tanımlamıştır.251 Din, insanın kimliği; varlığının hakiki manasının, amacının yanıtıdır.252 Din, kişisel, toplumsal tarafı olan, kişilere bir hayat biçimi takdim eden, bireyleri muayyen bir hayat 248 İnan, a.g.e., s. 157, 208. 249 Harun Güngör, "Şamanizm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. IX, s. 325-326; İnan, a.g.e., s. 54, 55; İbrahim Kafesoğlu, Eski Türk Dini, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1980, s. 22-27. 250 Hüseyin Erdem, Problematik Olarak Din-Felsefe Münasebeti, Konya: Yeni Zamanlar Yayınları, 1997, s. 20. 251 Mahmut Kaya, "Felsefe", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1995, C. XII, s. 311. 252 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 220. 38 anlayışı çevresinde birleştiren bir müessesedir. Şerif el-Cürcani dini, "akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği şeyleri kabul etmeye davet eden ilahi bir kanun" olarak tarif eder.253 Din felsefesi, felsefenin bir alanıdır. Din, ilk zamanlardan itibaren felsefi düşüncenin mühim konuları içerisinde yer almıştır. Ruh, ölüm, varlık, mutluluk, acı felsefenin önemli problemleri arasında yer alır. Din, bu problemlere en doğru yanıtı vermektedir. Din Felsefesi, dinin niteliğini, kişinin dini gerçeklerle ilişkisini ele alır. Din felsefesi "metafizik, kozmolojik, epistemolojik" problemler üzerinde durur. Dinî kuralları dil ile mantık yönünden eleştirir, çözümlemeye çalışır. Dinin ahlak, bilim, sanat ile ilişkisi üzerinde incelemeler yapar. Dinlerin birbiriyle münasebetinden oluşan problemleri ele alır. Dini sembolizmin mana ve değerini açıklamaya gayret eder.254 a. Genel Olarak "Din" ile "Felsefe" Arasındaki İlişki Din, vahiyle bireyin yaşamını, duygularını, düşüncelerini tanzim etmeye gayret etmektedir. Felsefe, aynı âlemi aklî bilgiyle tesis etmek için çabalamaktadır. Birer beşeri deneyim olmaları hasebiyle din ile felsefe arasında birçok ortak nokta bulunmaktadır.255 İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik akletmesi, düşünmesidir. Felsefe yapmaktan kastedilen, sistemli ve tutarlı şekilde aklı kullanmaktır. İslam Dini de akla büyük önem vermiş, insanı düşünmeye davet etmiştir.256 Din felsefesi kavramında din, düşünce sahasını kapsar. Felsefe ise bakış biçimini ifade eder. Bir düşünür, felsefenin diğer alanlarıyla ilgilenirken kullandığı metodu, din felsefesiyle ilgilenirken de kullanır. Dolayısıyla din felsefesi, dinin ana konuları ile ilgili aklî, mantıklı, tarafsız biçimde görüş geliştiren bir alan olarak görülmektedir. Din felsefesi, din ile ilgili çalışmalar yapan bilimlerden ayrı görülen fikir sahasına sahiptir. Diğer alanlar, dine dışarıdan yaklaşır ve kendilerine özel yöntemlerle dini fikirleri, uygulamaları betimlerler. Kelam ilmi, dinin ana prensiplerini tüm bilgi türlerinden yararlanarak izah ve müdafaa etmeye gayret eder. Felsefe ise diğer ilimlere göre daha geniş, 253 el-Cürcânî, a.g.e., s. 72 254 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, Ankara: Selçuk Yayınları, 1992, s. 17, 18. 255 Erdem, a.g.e., s. 165. 256 Necip Taylan, İslâm Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994, s. 29. 39 özgür bir sahada çalışır. Lüzum olduğunda akla uygunluğu, tutarlılığı ile ilgili açıklamalarda bulunarak dini her yönden inceler.257 Din ile felsefe arasındaki ilişki ile ilgili olumlu veya olumsuz olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Örneğin İbn Rüşd, din ve felsefe arasında herhangi bir ihtilaf olmadığını ifade etmiştir. O'na göre bunlar, gerçeğin iki farklı biçimde açıklanmasıdır. Gazzâlî ise din ile felsefe arasında bir uyum olmadığını belirtmiştir. O, "Tehâfütü’l Felâsife" isimli kitabında filozofların bidatçı, kâfir olduğunu ifade etmiştir.258 Felsefe ve dinin birbirine zıtmış gibi yansıtılması kişilerin idrak kabiliyetleriyle, yaptıkları yorumlarla alakalıdır. Zira İslam, mevcudatı akıl vasıtasıyla değerlendirmeye, aklı kullanarak mevcudatın bilgisini incelemeye çağırmaktadır.259 Kur'ân'da, “Ey basîret sahipleri ibret alın”260 ifadesine benzer olarak birçok âyette insanlar, akıllarını kullanmaya, düşünmeye, incelemeye teşvik dilmektedir. b. Felsefede Akıl Basîret kavramı akıl ile ilişkili bir kavramdır. Basîret, "kutsal nurla aydınlanmış kalbin yetisi" olarak tanımlanır. Eşyanın hakikatlerini idrak edebilme kabiliyetidir. Filozoflar bunu "nazari akıl" veya "kutsal akıl" olarak isimlendirmiştir.261 Akıl kavramı sözlükte "menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak" gibi anlamlara gelmektedir. Felsefe terimi olarak akıl, "varlığın hakikatini idrak eden, maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavramlaştıran ve kavramlar arasında ilişki kurarak kıyas yapabilen güç " şeklinde ifade edilir.262 Genel olarak, kişinin diğer mahlûkattan farklı olmasını sağlayan, onu sorumlu kılan temyiz kudreti, idrak yetisi olarak tanımlanır. Akıl felsefi manada, eşyanın nedenlerini idrak etme yetisidir. Bu yeti, öznel akıldır. Bu melekenin, eşyanın nedenlerini idrak etmesi nesnel akıl olarak ifade edilir. Akıl zihinle 257 Aydın, a.g.e., C. IX, s. 339. 258 Erdem, a.g.e., s. 37. 259.İbn Rüşd, Ebû'l Velîd Muhammed b. Ahmed b. el-Kurtûbî, (v. 595/1198), Faslu'l-Makâl: Felsefe Din İlişkileri, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1985, s. 140. 260 el-Haşr 59/2. 261 Vural, a.g.e., 85. 262 Süleyman Hayri Bolay, "Akıl", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XI, s. 238. 40 özdeşleşmiş kavramdır. Düşüncesinin salt değeridir.263 Ayrıca, "bilgi elde etmeyi sağlayan kuvvet, bu kuvvetle kazanılan bilgi"264 şeklinde de tanımlanmıştır. Kindî'ye göre akıl, "eşyanın hakikatlerini kavrayan basit bir cevherdir." İbn Sina aklı, doğruyu yanlışı temyiz etmeyi mümkün kılan kuvvet olarak tarif etmiştir. İlk fıtratın bozulmamış olmasıdır. Gazzâlî aklı, kişinin zihninde toplanan manalar ve gayenin meydana gelmesini mümkün kılan önermeler şeklinde ifade etmiştir.265 Descartes ise, iyiyi kötüden ayırma kuvveti olarak tanımlamıştır. Bunun da tüm insanlarda müsavi olduğunu belirtmiştir.266 Felsefede akıl ile ilgili farklı teoriler geliştirilmiştir. Anaxagoras'a göre âlemi yöneten akıldır. Sokrat, Platon ile Aristo'nun düşüncesinde akıl, sahih düşüncenin işlevidir. Eski çağda akıl, bilginin işlevi olarak görülmüştür. Bununla birlikte hikmet, fazilet şeklinde pratiğe aktarılmıştır. Örneğin Aristo'nun anlayışında pratik akıl, ahlakla alakalı düşünmedir.267 Plotinus'a göre akıl, Tanrı'dan sadır olan ilk şeydir. İlk akıl, "mutlak şuur ve zeka" olarak ifade edilir. Bu akıl, bir kabul edilir. Fakat zatı yönünden çokluk tabiatına sahiptir. Bundan dolayı ilk akıldan "ikinci akıl, nefs, felek" sudur eder. Yeni Eflatuncu anlayışa göre de, Tanrı'dan birinci olarak sadır olan akıldır. Bu sebeple akıl için Allah'ın mümessili, elçisi ifadeleri de kullanılmıştır.268 İbn Sînâ, Farâbî vb ilim adamları yaratıcı-mahlûkat arasındaki bağlantıyı, evrenin oluşumunu "kozmolojik akıllar nazariyesi" şeklinde ifade edilen teoriyle ortaya koymuşlardır. Yaratıcı ve varlık arasına cismani olmayan "mutavassıtlar" yerleştirerek onları akıl olarak adlandırmışlardır. Ayrıca onları ilahi varlık olarak kabul etmişlerdir. Bu düşünce, sudur teorisine dayanmaktadır. Buna göre Vâcibu'l-vücûd'tan birinci olarak sadır olan şey, ilk akıldır. Cismani olmayan ilk akıl, kendini ve yaratıcıyı bilmektedir. Dolayısıyla şuur sahibi bir varlıktır. Biri diğerinden sadır olan dokuz akıl sıralanır. Onuncu akıl, faal akıl olarak 263 Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara: Akçağ yayınları, 1996, s. 6. 264 el-İsfahânî, a.g.e., s. 342. 265 Vural, a.g.e., s. 28, 29. 266 Süleyman Hayri Bolay, "Akl-ı Selîm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1989, C. II, s. 238. 267 Bolay, a.g.md., C.II, s. 238. 268 Bolay, a.g.md., C. II, s. 239. 41 adlandırılmaktadır. Bunlar sadır olan önceki akılları bilirler. Bilginin kaynağı da bu akıllardır.269 Aristo aklı, pasif, aktif olarak tefrik etmiştir. Pasif aklı, boş bir levhaya benzetir. Bu akıl bir güçtür, kabiliyettir. Eşyanın niteliklerini, biçimlerini maddeden ayırma kuvvetini barındırır. Ancak pasif akılda şekiller daha maddeden soyutlanmamıştır. Soyutlanma gerçekleştiği zaman, kuvveden fiil durumuna geçer. Fiil durumuna geçmesini sağlayan aktif akıldır. Pasif akıl, cismani olmamakla birlikte biçim alabilir, geçicidir. Aktif akılda, kavranabilir şeyler fiil durumunda mevcuttur. Aktif akıl fani değildir; bedenden evvel mevcuttur, sonra da mevcut olacaktır. Aktif akıl, pasif aklı harekete geçirerek bilginin ortaya çıkmasını mümkün kılar. Aktif akıl bulunmadığında eşyanın bilinmesi mümkün olmaz. Kindî, aklın niteliğiyle, işlevleriyle ile ilgili fikirlerini bağımsız bir risalede ifade etmiştir. O, aklı dört kısma ayırmıştır. Bunların ilki, sürekli aktif olan akıl, yani faal akıldır. Bunun fonksiyonu, kişide doğuştan bulunan aklı harekete geçirerek aktif duruma getirmektir. İkincisi kuvve halindeki akıldır. Bu, aktif akıl tesir etmeden bilgi ortaya çıkaramaz. Üçüncü derecedeki akıl, müstefad akıldır. Bu akıl fiil halindedir ve kavramla özdeşleşir. Bir sonraki mertebedeki ise, müstefad aklın aktif duruma gelmiş halidir. Bu durumda akılda bilginin meydana gelmesinin ardından düşünme olsa da olmasa da aktif kabul edilir. Bu akıl, fikir meydana getirdiği müddetçe "zahir akıl" olarak adlandırılır.270 Farâbî'nin akıl tasnifi Kindî'nin tasnifine benzer. Farâbî'ye göre bilgi, özne-nesne münasebetinde dört aşamada oluşur. O, her aşamadaki bilginin akıl olarak adlandırıldığını ifade etmiştir. O'na göre, aklımızın aktif akılla münasebeti güneş göz münasebeti gibidir. Güneş olmadan göz eşyanın biçimini, rengini idrak edemez. Buna benzer olarak, aktif akıl feyzini yollamadıkça kişide bilginin oluşması mümkün olmaz.271 İbn Sînâ'nın aklın nitelikleriyle, işlevleriyle ilgili fikirleri Farabi'nin fikirlerine benzemektedir. Farklı olarak beşeri alandaki akılları "heyülani akıl", "meleke halindeki akıl", "fiil halindeki akıl", "müstefad akıl" olmak üzere dört grupta ele almıştır.272 Bilginin oluşumunu, aklın soyutlama işlevini de farklı biçimde açıklamıştır. Faal akıl hayalde var olan 269 Bolay, a.g.md., C. II, s. 239. 270 Mahmut Kaya, Kindi Felsefi Risaleler, İstanbul: Klasik Yayınları, 3. bs., İstanbul, 2014, s. 36. 271 Bolay, a.g.md., C. II, s. 239. 272 İbn Sînâ, Ebû Alî el-Hüseyn b. Abdillah b. Alî, (v. 428/1037), el-İşârât ve’t-Tenbîhât, (çev. Süleyman Dünya), I-IV, Kâhire: Dâru’l-maârif, 1960, s. 382. 42 tikellere tesir edince bunlar bilgi durumuna gelir. Düşünmek, insan aklını aktif aklın tesirine hazırlamaktır. Beşeri akıl, aktif akılla iletişim kurduğunda üstün bilgi gerçekleşmiş olur. İbn Sînâ'ya göre nefis, bilgiyi fiil durumundaki akıl vesilesiyle elde eder. Faal akılla da müstefad akıl vesilesiyle iletişim kurabilmektedir. Faal akılla iletişim neticesinde kazanılan bilgi, gerçeklik bilgisi olarak kabul edilir. Ariflerin bilgisi böyle bir bilgidir. İbn Sina gerçeklik bilgisine erişmenin iki koşulunun bulunduğunu ifade etmiştir. Bunlar sağlam irade ve riyazettir. Kişi kendi seçimiyle nefsini terbiye ederse direkt olarak ilahi gerçekliğin bilgisine ulaşır. Fakat bu durum daimi değildir. Nefs terbiyesinde süreklilik kazanan bir arifte bu durum devamlılığa ulaşır. Böyle bir hale erişince yöneldiği her şeyde Hakk'ı görür. İbn Sina'nın düşüncesinde faal akılla iletişim bu şekilde oluşmaktadır. İbn Sina peygamberliği kutsî akıl terimiyle açıklamıştır. Bu kavram sezgiyle bağlantılıdır. Peygamberlerde kutsi akıl bulunmaktadır. Onlar, bir muallime ya da talim aşamalarına muhtaç olmaksızın, kuvvetli sezgi kabiliyetleriyle aklî bilgiye erişebilir.273 İbn Rüşd akılları, nefsin değişik tezahürleri olarak açıklamıştır. O'na göre faal akıl, nefsin olgunluğa ulaşmış, mücerret duruma gelmiş halidir. İbn Rüşd de "heyülani akıl, fiil halindeki akıl, müktesep akıl, faal akıl" olmak üzere dört akıldan bahseder.274 Fakat bunların tümü insan nefsinin değişik görünümleridir. c. Felsefede Sezgi Sezgi sözlükte, "bir işin veya olayın sonucunu tahmin etme, ölçüp biçme; hızlı ilerleyiş, çabuk kavrayış" olarak tanımlanır. Bu kelime Arapça'da "hads" kelimesi ile ifade edilir.275 Sezgi "bir şeyle ilgili bilgiye doğrudan erişme yetisi; bir şeyin aracısız algılanması; duyu organlarını, deneyimi veya aklı kullanmadan ulaşılan içgüdüsel bilgi" manalarına gelir.276 Başka bir ifadeyle sezgi, basiret gözüyle idrak etmektir. Zihne kendiliğinden, vasıtasız bir şekilde giren ve kuşkudan uzak olan ilim olarak da tanımlanmıştır.277 Bir 273 İbn Sînâ, a.g.e., s. 482. 274 Bolay, a.g.md., C. II, s. 239. 275 Hayati Hökelekli, "Sezgi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, s. 68. 276 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Sözlüğü, 2000, s. 769. 277 İsmâîl Fennî, Ertuğrul, (v. 1365/1946), Lugatçe-i Felsefe, (çev. Nejdet Ertuğ), İstanbul: Düşünce Yayıncılık, 2014, s. 378. 43 konunun direkt, aracısız biçimde bilinmesi, ansızın kavranması, düşünmeye, uslamlamaya gerek olmadan akılda kendiliğinden hâsıl olması anlamına gelir. Sezgiyle kazanılan doğru, kendisini izah edecek herhangi bir veriye muhtaç değildir. Bu bilginin doğruluğu açıkça görünür. Böyle bir malumat, kendisinden yeni veriler elde edilebilecek tohum gibidir. Sezgi, zihnin doğruları gösteren bir fonksiyonudur. Ayrıca ilk bilgilerimizi elde etmemizi sağlar. Sezgi, apaçık şeyleri aniden idrak edebilen zihinsel etkinlik olarak ifade edilebilir. O, oldukça verimli gören göz gibidir. Gazali ve Descartes tümdengelim yöntemiyle oluşan istidlallerin sezgiyle ortaya çıktığını ifade ederler. Örneğin "iki artı iki eşittir üç artı bir" çıkarımı gibi. Sadece iki artı iki dört etmez, aynı zamanda üç artı bir de dört eder. Bu iki önermeden sonuç önermesini zaruri biçimde çıkarmak sezgiyle olanaklı hale gelmektedir.278 Felsefi bir kavram olarak sezgicilik, "sezgiye us, anlık, kavramsal düşünme karşısında üstünlük veren; sezgiyi bilginin, özellikle felsefe bilgisinin, temeli olarak gören öğretidir." Ahlak öğretisinde ise, fiillerin doğru veya yanlış oluşlarını, neticeleriyle ilgili akıl yürütmeksizin direkt sezgiyle kavramak olarak ifade edilmiştir.279 Sezgi kavramı felsefede zihnin sezgisel biçimde işleyen işlevini ifade eder.280 Metafizik, sezgiyi tabiatüstü öğrenme çeşidi olarak görür. Bu manada sezgi, "duyumlar üstü araçsız bilgi ve marifet" şeklinde tarif edilir. Sezgi, hakikatin bilimsel deneye, akıl yürütmeye başvurmadan idrak edilmesini sağlar. Bu, ruhsal bir idraktir. Tanrıbilim bunu tanrısal kavrayış şeklinde ifade eder. Hakikati, bir vasıtaya ihtiyaç olmadan doğrudan idrak ettiren Tanrıdır. Platon'nun söz ettiği idealar, ruhsal bir kavrayışla idrak edilirler. Sezginin felsefi macerası Platon'la başlar. Bu macera Bergson'a kadar gider.281 Bergson sezgi kavramına bilimsel bir yön kazandırmaya gayret etmiştir. Bergson bilgiyi bilimsel ve sezgisel olmak üzere ikiye ayırır. Sezgi de akli ile deneysel olarak iki bölümde incelenir. Deneysel sezgide bilgi, duyular ve içebakış yoluyla elde edilmektedir. Direkt akıldan gelen, kanıtlanma imkânı bulunmayan sezgi "akli sezgi" olarak ifade edilmiştir.282 Sezgiye dikkat çekenlerden olan Mevlana'ya göre sezgi, “bizi hakikatin hisle, 278 Mehmet Vural, İslam Felsefesi Sözlüğü, Ankara: Elis Yayınları, 2003, s. 583-585. 279 Bedia Akarsu, Felsefi Terimler Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Yayınları, 1998, s. 158 -159. 280 Hökelekli, a.g.e., C. IX, s. 68. 281 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1982, s. 366. 282 Ali Bardakoğlu, vd., İslâmî Kavramlar, Ankara: Sema Yazar Gençlik Vakfı, 1997, s. 102. 44 idrakle temas edilemeyen yönleriyle temas ettirir." Bergson'a göre de sezgi bir histir. Güneşin ışınlarının dış dünyamızı daima aydınlatması gibi sezgi ruhumuzu, deruni dünyamızı öyle aydınlatır. Dolayısıyla kalple, idrakle beraber bulunmayan bir sezgi akla getirilemez. Öyleyse sezgi, kalp ile idrakin bir araya gelmesiyle meydana gelen bir kabiliyettir. Zira sezgide his ile idrak mevcuttur.283 Konusu, içeriği bakımından farklı sezgi çeşitleri vardır. "Akli, tecrübî, felsefi, mistik" sezgi bunlardan bazılarıdır. Kelamcılara göre bilhassa akli sezgi mühimdir. Onlar sezgiyi, akli öncüllerden neticeye hızlı bir şekilde erişmek olarak kabul eder. Bu çeşit bir bilgi zorunludur ve kuşku barındırmaz. Filozoflar nezdinde de sezginin bu manası muteberdir. Nefsin, gerçeği aksettiren ayna haline ulaştığında mistik sezginin vuku bulacağı da ifade edilmiştir. Nefis bu durumda ilahi nura erişir. Nefsin bu duruma ulaşmasına "ilham" adı verilir.284 Bazı ilim adamları keşif ve ilhamı sezginin çeşitlerinden kabul ederler. Filozofların bazıları, bilginin nedeninin faal akıl olduğunu düşünmüştür. Farabi, İbn Sina bunların arasında yer alır. "Ruhulkudüs, ruhul-emin, külli nefs" vb adlarla zikredilen faal akıl, Cebrail olarak kabul edilir. Bilinçte canlandırılan hususun daimi bilgi konumuna ulaşması, faal akıl ile nefsin arasında meydana gelen münasebetle ilgilidir. Bu, faal aklın akledilir biçimleri nefse nakletmesiyle mümkündür. Dolayısıyla nefislere vahyin, ilhamın gelmesi imkân dâhilindedir. İbn Sînâ sezginin, kişide kuvve olarak mevcut olan vasıtasız bilgi edinme durumu olduğunu belirtmiştir.285 Sezgi ve ilham arasında büyük bir ayrım yapılmadığı söylenebilir. Gazzâlî, sezgi ile ilham kavramlarını arasında tefrike gitmemiştir. O, öğrenme-tefekkür ve sezgi-ilham kavramları arasında bilginin nedeni, konumu açısından ayrım bulunmadığını ifade eder. Bilginin ortaya çıkmasına neden olan faal akıl, konumu da nefistir. Aralarında bulunan ayrım perdenin kalkması açısındandır. Sezgi ve düşünme, bilginin meydana gelme hızı açısından da birbirinden ayrıdır. Sezgi ile ilham kavramlarının mühim vasıflarından biri, irade haricinde meydana gelmeleridir.286 283 Ayşe Eroğlu, Henri Bergson'da Bilinç-Sezgi İlişkisi, Isparta: SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2012, Sayı: 27, s. 92. 284 Hökelekli, a.g.md., C. IX, s. 68. 285 İbn Sînâ, a.g.e., s. 166. 286 el-Ğazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Ahmed, (v. 505/1111), Me'âricü'l-Kuds fi Medârici Ma'rifeti'n-Nefs, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1988, s. 161. 45 Sezgi gücü insanların tümünde doğuştan mevcut olan bir yetidir. Bu güç kimi insanda az, kiminde ise çok bulunur. İbn Sînâ ile Gazzâlî talim terbiyenin kaynağının sezgi olduğunu ifade etmişlerdir. Zira bir şeyin idrak edilmesi sezgilerle gerçekleşir. Sezgi yönünden kişiler arasında mertebe farklılıkları bulunur. Kiminin sezme miktarı çok, kiminin sezme müddeti hızlıdır. Bu farklılaşmada çoğalmalar, azalmalar meydana gelebilir. Zekâdaki parlaklık belli bir dereceye çıktığında kişinin, taallüm tefekkür gereksinimi olmaz. Nitekim bu halde olan kişide bilgiler, araç ile deliller bir kerede oluşur. Fakat bu vasıf, istisnai kişilere özeldir. İbn Sina ile Gazzâlî'ye göre böyle üst seviyedeki sezgi kabiliyeti peygamberliğin bir vasfıdır. Aklın ulaştığı üst mertebeye "kutsal akıl" peygamberliğin bu üstün kuvvetine "kutsal güç" adı verilir.287 3. Din Psikolojisi'nde Bu bölümde genel olarak din ve insan psikolojisi ele alınmış, insanda yaratıcı düşünceden söz edilerek sezgi kavramına da değinilmiştir. Psikoloji, "ruh" ile "bilim" kelimelerinden oluşan, "ruhbilimi" manasında bir terimdir. Bu kavramın birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlardan bazılarına göre psikoloji, "insan ve hayvan davranışlarını inceleyen bir bilim", "insan zihninin yapısının incelenmesi", "gözlenebilen davranışların ve zihinsel süreçlerin incelenmesi", "çeşitli biçimlerde davranış bilimi" şeklinde tarif edilmiştir.288 Din psikolojisi hem "din" hem de "psikolojiyle" yakından alakalı bir alandır. Bunun yanında kendine özel tarihi, inceleme sahaları, amaçları, metodları ile müstakil bilim dalıdır. Din psikolojisinin merkezinde insan vardır. Bu bilim dalı, bireyin iç dünyasında yaşanan, farklı görünümleriyle dışa akseden dini yaşam ile fiillerini araştırır. Din psikolojisi, kişinin kutsal varlığa inanışına ve onunla iletişimine dair deruni durumları kapsar. Bununla birlikte, kişinin dini yaşamını ve kişiliğini her yönden kuşatır.289 a. Genel Olarak "Din" ile "Psikoloji" 287 İbn Sînâ, a.g.e., s. 168; el-Ğazzali, Me'âricü'l-Kuds, s. 160. 288 Sibel Ayşen Arkonaç, Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, İstanbul: Alfa Basım Yayınları, s. 1. 289.Kerim Yavuz, "Din Psikolojisi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. IX, s. 341. 46 İnsan, kendisini güdüleyecek hisleri, âlemi idrak etmesini mümkün kılacak hisleri, birtakım yetenekleri, akıl, zekâ vb. yetileri bünyesinde barındıran bir varlıktır. Dini geleneklerin tümünün ilgi odağında insan ile fiilleri yer alır. Psikoloji de insanı konu almaktadır. Dinler, insanî eğilimleri, güçleri kendi amaçlarıyla ilişkilendirir. Bireyler, dinlerin davetine karşılık "iman, rıza, inkâr, şüphe, teslimiyet, bağlanma, itiraz, isyan" vb. farklı yanıtlar verir. Bu yanıtlar, psikolojinin de incelediği hususlar arasında yer almaktadır.290 Din, evvelde yalnızca bilgiyle, ahlakla ilgili görülmüştür. Daha sonra F. Schleiermacher dini, "kişinin şuurundan doğan güven duygusu ve bir tavır" olarak incelemiştir. Birtakım batılı bilim adamı, din ile ilgili açıklamalarında "duygu, düşünce ve irade" kavramlarını kullanmıştır. Ayrıca dinde kişinin zihninsel mekanizmasını ön planda tutmuşlardır. Bazı düşünürlere göre, dini tecrübenin dayanağı deneyüstü bir varlık değil, doğal kuvvetlerdir.291 Bir psikolog olan William James, zihni hallerin kaynağının harici faktörler olmadığını, bunların kaynağının bedensel haller olduğunu ifade etmiştir. Bir deneyimin, düşüncenin gelişiminin, yalnızca kişinin yaşamındaki semereler ışığında incelenebileceğini belirtmiştir. James'e göre, dinin en mühim dayanağı duygudur. O, dini dine bağlı kişinin iç yaşantısı şeklinde anlamıştır. Ayrıca dinin nesnel tarafını, kişinin ruhundaki yansımalarını bulmaya çalışmıştır. Bazı düşünürler, kişinin dini hayatının sistemli iç gözlem vasıtasıyla anlaşılabileceğini ifade etmiştir.292 Friedrich Heiler, din psikolojisi incelemelerinde mistisizm konusuna fazlaca eğilen düşünürlerdendir. Heiler, ilkel kabilelerin istem dışı, hararetli biçimde Tanrı'ya yakarmalarını incelemiştir. Ayrıca mistik vecd esnasındaki yakarışlar da dâhil olarak duanın çeşitli tatbik biçimlerini incelemiştir. Auguste Sabatier dinin, Tanrı'nın kişiye verdiği ilham olduğunu ifade etmiştir. Piaget, Tanrı ile ilgili iki yol vurgusu yapmıştır. Bu yollardan biri, Tanrı'ya giden nedenler zinciri olarak haricimizde bulunur. Diğer yol bizim içimizdedir. Bu yol, Tanrı'ya ulaşmamızı sağlar.293 290 Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, s. 22. 291 Yavuz, a.g.md., C. IX, s. 341. 292 Yavuz, a.g.md., C. IX, s. 341. 293 Yavuz, a.g.md., C. IX, s. 341. 47 İnsan, inanma duygusuna ihtiyaç duyan bir varlıktır. Din psikolojisinin ilgi alanlarından olan "subjektif dini yaşayış" farklı boyutları içine alır. Bu boyutlardan biri inanç, insanoğlunun temel ihtiyaçlarından kabul edilir.294 İmanın birey üzerinde kuvvetli bir tesiri vardır. İmanda, kişiyi güvene, sakinliğe, huzura ulaştıran, net biçimde ve samimi olarak inanma, tasdik etme duyguları bulunur. Birtakım İslam âlimine göre iman, sadece kalbin deruni işlevidir. Ayrıca imanın konumunun kalp olduğunu belirtirler.295 Kalp ise "iç dünyada oluşan bir seziş ve kavrayıştır".296 İmanın, kişinin elde ettiği bilgilerin onaylanmasının ilerisinde bir süreç olduğu söylenebilir. Kişi, iman sürecinde sezgi ile idrak kabiliyetlerini harekete geçirerek Hakk'a erişmektedir. Öyleyse iman, istidlal ile elde edilen bilgilerden farklı vasıflara sahiptir. Farklılığın sebebi, iman sürecine kalbin, sezgilerin dâhil olmasıdır. Tolstoy dini, "dışımızda gözlemlenen bir olgu" olarak, imanı ise "bu olgunun içimizde tecrübe edilmesi" olarak tanımlamıştır.297 Bu tanımdan imanı, inancın deruni olarak yaşanması olarak anlayabiliriz. Dini inançların dinamik biçimde yaşanmasında mistik tecrübelerin tesiri fazladır. Mistik tecrübeler, inancın kâmil iman durumuna erişmesini sağlar. Farklı sebeplerle başlarından etkili mistik tecrübe geçen kişilerin inançları, yaşanan tecrübeyle ilişkili bir biçimde kemâle ulaşır. Dini tecrübelerin esas kaynağı, kişinin bilincinde süreç içerisinde net olarak ortaya çıkan Tanrı kavramıdır. Rudolf Otto'ya göre din, "kutsalın tecrübesi" olarak tarif edilmiştir. Bu tarifin, dinlerin hepsini kapsadığı söylenebilir. Ayrıca, kişinin kutsalı yaşayabilme yeteneğini ortaya koyar. Tanımlarında zihinsel süreçleri vurgulayanlardan olan James Martineau dini, "Tanrı'ya, bir ilahi şuur ve iradenin kâinatı idare ettiğine ve insanlıkla manevi rabıtaları elinde tuttuğuna inanış" olarak tanımlamıştır. Max Müller ise, "insanın, çeşitli adlar, görünüşler altındaki sonsuzu kavramasını sağlayan zihni bir meleke" olarak ifade etmiştir.298 b. İnsandaki Yaratıcı Düşünce 294 Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1982, s. 32-36. 295 Toshihiko Izutsu, İslam Düşüncesinde İman Kavramı, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul: Pınar Yayınları, 1984, s. 78-79. 296 Muhammed İkbâl, (v. 1357/1938), İslâm’da Din Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (çev. Sofi Huri), Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1964, s. 34. 297 L.N. Tolstoy, Din Nedir? (çev. Murat Çiftkaya), İstanbul: Furkan Yayınları, 1998, s. 30. 298 Tümer, a.g.md., C. IX, s. 315. 48 Yaratıcı düşünce gözlem, tecrübe ya da verilerden yeni düşünceler ortaya çıkaracak biçimde zihinsel işlevlerin faaliyet kazanmasıdır. Yaratıcı düşünce aşamasında yeni fikirlerin, buluşların ortaya konması sağlanır. Yaratıcı düşünce süreci kimi zaman uzun olabilir ve sabırlı olmak icab eder. Mesela, Copernicus’un gezegenler hakkındaki araştırma faaliyeti, kırk yılını almıştır. Galileo, elli sene süresince elde ettiği bilgileri bir araya getirmiştir ve "İki Yeni Bilimle ilgili Diyaloglar" isimli çalışmasını yetmiş yaşındayken bitirebilmiştir.299 Yaratıcılık, sezgi vasıtasıyla ortaya çıkar. Sezgi olmadan akıl herhangi bir şey ortaya koyamaz. Ayrıca birey ile iç âlemi arasındaki irtibat kaybolunca, kişinin içindeki enerjiden faydalanıp yaratıcı olması mümkün olmaz. O kişi artık hayatını çevrenin isteklerini gerçekleştirmeye çalışarak geçirir.300 İslam peygamberinin yaşamı dikkate alındığında yaratıcı düşüncenin, onun kişisel vasıflarından olduğu anlaşılır. Yaratıcı düşünce, peygamberlerin sahip olduğu sıfatlardan olan fetanet sıfatıyla ilişkilidir. Yaratıcı düşünce, yüksek bir zekâ seviyesinde söz konusudur. Peygamberler de akıllı, zeki şahsiyetlerdir. Hz. Muhammed'in, "Kâbe hakemliği uygulaması, Hicret'ten hemen önce müşrikleri şaşırtma amacıyla Hz. Ali’yi kendi yatağına yatırması, Bedir zaferinde ele geçirilen esirleri okuma yazma bilmeyen Müslümanlara okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakması, Medine’nin savunulması amacıyla hendek kazdırması, Hudeybiye antlaşması ve şartlarını çok zekice uygulaması, Mekke’nin fethi öncesi 10.000 civarındaki İslâm askerlerine şehrin etrafını kuşatacak şekilde ateş yaktırması"301 gibi uygulamaları, davranışlarında yer alan yaratıcı düşünceye örnek olarak gösterilebilir. İslâm dünyasında yaratıcı düşünceye birçok isim gösterilebilir. Bunlardan biri, Ebû Hanife'dir. O, yenilikçi, yaratıcı bir kişiliği ile öne çıkmış bir âlimdir. Büyük bir fikir ve fıkıh ekolünün müessisidir. O'nun için akıl, iyi ile kötüyü ayırt eden bir melekedir. Aklın imkânının hududunu iyi bir şekilde deneyimleyen bir âlimdir. Bundan dolayı, problemlerin çözümünde 299 Hasan Arslan, Din Psikolojisi Açısından İnsanda Yaratıcı Düşünce, Dînî Araştırmalar Dergisi, Mayıs- Ağustos 2009, Cilt: 12, s. 97-98. 300 Hayati Hökelekli, İslam Psikolojisi Yazıları, İstanbul: Değerler Eğitim Merkezi (DEM), 2009, s. 160. 301 Arslan, a.g.m., s. 97-98. 49 akıldan olabildiğince yararlanılması gerektiğini düşünmekle birlikte, bunu tatbik etmekteydi.302 Kültürümüzde, yaratıcı düşünce daima yer almıştır. Örneğin medeniyetimizin mühim şahsiyetlerinden olan Nasrettin Hoca’da yaratıcı düşünce net bir şekilde görülmektedir. c. İnsandaki Sezgisel Kavrayış Sezgi psikoloji alanında, "ruhta hazır bulunan bir düşünce hakkında araçsız, doğrudan elde edilen bilgi" olarak tarif edilmektedir. "Akli, görgüsel, Tanrısal" olarak çeşitli sezgi türleri bulunmaktadır.303 Bunlardan Tanrısal sezgi, hakikatin önceden anlaşılmasını sağlar. Psikolojide evvelce hissedilen sezgi mühim bir konuma sahiptir. Birtakım filozoflar, mutlak varlığa erişmemizi sağlayan bir sezginin bulunduğunu düşünmektedir. Bu sezgi, eşyanın mutlak varlığını idrak etmemizi sağlar. Bergson'a göre, metafizik sezgi, hakiki hayatın idrak edilmesini sağlar. İslami literatürde sezgi, zihnen istidlale gereksinim olmadan, gerçeği alenen, aracısız bir şekilde bilmektir. Din psikolojisinde sezgi, koruyucu olduğu düşünülen varlıklardan gönderilen, gerçeklerin anlaşılmasını sağlayan, öğretici etkilerdir. Sezginin "ani, devri ve süreli" olmak üzere çeşitli yolları bulunmaktadır. Özellikle zihnî olanı, iki kaynaktan oluşur. Bunlardan biri, varlığın kendi bilincinin ve bilinçaltının sezgisidir. Diğeri ise bedensizlerden ulaşan sezgilerdir. Bireyde var olan içsel deneyimler, gereksinim durumunda şuur alanına sezgiler tarzında meydana gelerek gerçeği gösterir. Bu açıdan ilhamdan ayrıdır. Bedensizler vasıtasıyla hâsıl olan etkilerin, bilgilerin tümü sezgi şeklinde zihinde belirir. Sezgileri ayırmak, değerlendirmek müstakil olarak bir yetidir. Nitekim sezginin nefsanî ve olumsuz olması mümkündür. Şeytanın saptırması böyledir. Bununla kastedilen, süfli varlıklardan ulaşan etkilerin zihinde sezgileşmesidir. Dolayısıyla sezgilerin değerini çoğaltmak amacıyla nefsi terbiye ederek kontrol altına almak lazımdır.304 Din psikolojisinde ilham; "bir olgunun gerçek doğasına ilişkin ani kavrayışın farklı türlerde içe doğarak kavranması, apaçıklık kazanması hali"305 olarak tarif edilmiştir. Bu 302 Hökelekli, a.g.e., s. 156. 303 Ergün Arıkdal, Metapsişik Terimler Sözlüğü, İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları, 1971, s. 74. 304 Arıkdal, a.g.e., s. 74. 305 Halil Apaydın, Din Psikolojisi Terimler Sözlüğü, Samsun: Bilimkent Yayınları, 2016, s. 132. 50 kazanım, çoğunlukla sezgisel alanı içine alır. Bu sebeple akıl yoluyla açıklanamayacağı düşünülmüştür. 4. Din Sosyolojisi'nde 'Din sosyolojisi' başlığı altında genel olarak "din" ve "toplum" arasındaki ilişkiye, özel olarak da din sosyolojisi alanında önsezi ve mistisizm kavramlarından bahsetmeye çalıştık. a. Genel Olarak "Din" ile "Toplum" Din, toplumsal bir vakıadır. Toplum ile din arasında güçlü bir bağ bulunmaktadır. Din, toplumun her yönünü etkiler. Toplum da benzer olarak dini, tüm açılardan etkilemektedir. Din toplumbilimi temelde, dinin topluma yansıyan tarafını ele alır. Din sosyolojisi, "dinlerin inanç sistemlerini, içtimai tezahürlerini, bunların zamanla hangi sosyal şartlara bağlı olarak değişme gösterdiklerini, dini grupları inceleyen bir bilim dalı" olarak tanımlanır.306 Din olgusu, eski zamanlara kadar dayanan bir vakıadır. Bireyin dinle irtibatı, onun doğal yapısında saklıdır. Örneğin ırkbilimci Evans Pritchard'a göre, kişide bulunan din duygusunun menşei, "ilahi sezgi"dir. Bu da vahiy sezgisi olarak anlaşılır. Evans, vahiy sezgisinin her insanda bulunduğunu ifade eder. Dinler de, vahiy sezgisinin ürünü olmaktadır. Max Müller'e göre de tanrı sezgisi, kişinin doğasında vardır. Evans ve Müller'in ifade ettiği "ilahi sezgi", İslami literatürde "fıtrat" kavramıyla öne çıkar. Zira İslam inancında, her kişinin günahsız, pak olan fıtratla doğduğu kabul edilir. Aynı zamanda kişide doğuştan olarak mukaddes bir varlığa bağlanma, ona sığınma yönelimi bulunur.307 İnanç, yalnızca insana özel bir histir. Başka bir ifadeyle inanç ile din vakıası, insanı öteki canlılardan farklı kılan etkenlerdendir. Toplumların çoğunda dini grupların ortaya çıktığı bir gerçektir. Dini gruplar ictimai yapının, dini deneyimlerin değişiklik arz etmesi sonucunda oluşmaktadır. Oluşan gruplar yeni tecrübeleri ifade eder. Dini gruplarla ilgili birçok araştırma yapılmıştır. Bu araştırmalarda tipoloji öne süren ilk toplumbilimci Max Weber'dir. O'na göre, öncelikle "Buda, Musa, İsa, 306 İzzet Er, "Din Sosyolojisi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. IX, s. 345. 307 Bâkî Adam, "İnsan Zihninin Ortak Doğası ve Din", Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 24, sayı 1, 2014, s. 205-206. 51 Muhammed" gibi karizmatik şahsiyetlerin peygamberî sezgileri neticesinde ortaya çıkan dinler ele alınmalıdır. Zira bu dinler, birçok yapıda mühim kırılmalar oluşturmuştur.308 b. Önsezi ve Mistisizm Önsezi, "sezgisel olarak gelecekte olabilecekeleri önceden görmebilme yeteneği" olarak ifade edilir. Buna basiret de denilir. Benzer bir kelime olan öngörü kelimesi, "sağduyu veya sezgi yoluyla, olabilecekler hakkında önceden kestirimde bulunma" olarak tanımlanır. Bu da feraset kelimesiyle ifade edilmiştir.309 Sağduyu kavramı sosyal psikolojide "kişisel pratiklerle, gözlemlerle zenginleştirilmiş, ortak geleneklere dayanan ve bireyler tarafından kendiliğinden üretilen bilgiler bütünü" olarak tarif edilir. Sağduyu kelimesi için "akl-ı selim" kavramı da kullanılmaktadır. "Sağduyu düşüncesi", kişinin psikolojisine dair incelemelerin meydana çıkardığı sosyal düşünceyi anlatır. Bu araştırmalar "teknik düşünce" (uzmanın düşünesi) ile "yabani düşünce" (uzman olmayan kişinin düşüncesi) arasındaki zıtlığı incelemektedir. Biri standart ve disiplinli, diğeri standart olmayan ve kendiliğinden olan düşünme tarzı olarak görülür. Standart düşünce, "hakikati arayan, akıl yürütmelerini değerlendirme kriterlerine bağlayan, bulunan çözümleri herkes için geçerli sayan bir düşünce"dir. Standart olmayan düşünce ise "daha doğal ve doğuştan olan, herhangi bir eğitimden geçmeden kazanılan, önceki inançlardan ve dilin kalıpyargılarından etkilenen bir düşünce tarzı"dır.310 Konuyla ilgisi olan sezgi kavramı "dolaysız bir şekilde kavrama, içe doğma, akıl yürütmeden bilme melekesi" olarak tanımlanır. Sezgi, kişinin kendisiyle, değer hükümleriyle alakalı verileri direkt olarak, uslamlama yapmadan birden bire bilmesidir. 311 İctimâî hakikatlerin sadece sezgiyle idrak edilebileceğini belirten toplumbilimi düşüncesi, "sezgici toplumbilim" olarak ifade edilir. Bu düşünceye sahip olan toplumbilimciler sezgiyi metafizik manada anlarlar. Bunun yanında, sezginin bilgi aşamalarındaki rolünü mutlaklaştırırlar. Onlar tecrübenin rolünü de yalnızca sezgisel biçimde elde edilmiş fikirlerin gerçeklenmelerine indirgerler. Toplumbilimde sezgicilik anlayışı, ruhbilimsel toplumbilim düşüncesine dâhil olmaktadır. Zira metafizik, sezgiyi tabiatüstü bilgi 308 Ahmet Faruk Kılıç, Din Sosyolojisinde Dini Grup Tipolojileri, Değerler Eğitimi Dergisi, Değerler Eğitimi Merkezi, 2007, Cilt 5, Sayı 13, s. 40. 309 Ömer Demir, Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları, 1977, s. 175. 310 Nuri Bilgin, Sosyal Psikoloji Sözlüğü, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2003, s. 314-316. 311 Demir, a.g.e., s. 199. 52 edinme şekli olarak kabul etmekle birlikte bunun ruhsal olarak meydana geldiğini ileri sürer. Bu ruhsal idrak, hakikatin deneye, akıl yürütmeye ihtiyaç duyulmaksızın idrak edilmesini sağlar. Teoloji'ye göre, bilgiyi, hakikati bir vasıtaya ihtiyaç olmadan doğrudan idrak ettiren Tanrı'dır. Başka bir deyişle sezgi, Tanrısal bir idraktır. Fakat bilimsel yönden sezgi, tabiatüstü bilgilenme şekli değil; deney ile akıl yürütme neticesinde aniden hâsıl olan bilme vakıasıdır. Çoğu hakikat deney ile akıl yürütme neticesinde sezgi yoluyla ortaya çıkmış, mücerret fikir seviyesine ulaşmış, uygulamayla doğrulanmıştır. Metafizik sezgi ise mücerret fikir seviyesine çıkamaz ve pratikle ispatlanamaz. Bilgi, aniden oluşan bir vakıa olmayıp birçok aşamadan geçer. Araçsız sezgi, bilgi edinme aşamalarının ilk basamağıdır. Birey, eşya ile olgularla karşılaşırken ilk izlenimlerini elde eder. Bunlar değişik deneyimler neticesinde sezgileşir ve olguların mevcudiyetini sezen birey bunları mücerret düşüncesine nakleder. Fakat nakledilen bu sezgiler, henüz bilgi haline gelmemiştir. Çünkü gereğince bilgi edinmek için, geçilmesi gereken birçok aşama bulunmaktadır. 312 "Tanrı'nın aracısız idrak edilmesi" manasına gelen mistisizm, "Nihai Hakikat ile birleşmenin ilmi" şeklinde de ifade edilir.313 Mistisizm sosyolog ve psikologların incelemelerinin odağı olmuştur. Dışadönük ve içedönük mistisizmden bahsedilir. Dışadönük mistisizm, "duyuların çokluk diye algıladığı varlıkların gerçekte derin bir birlik içinde olduğunu dolaysız biçimde anlamak" olarak tanımlanır. İçedönük mistisizm, "algılanabilen şeylerden yoksun bir birlik tecrübesi"dir. Mistik tecrübe, aracısız olarak doğrudan yaşanılan bir tecrübedir. Bu tecrübe hem duygusal hem bilgisel bir tecrübedir. Kişi bu tecrübe aracılığıyla bazı bilgilere sahip olur.314 5. Din Eğitimi'nde Bu başlık altında genel olarak "din" ve "eğitim"den, özel olarak da din eğitiminde sezgi, zekâ kavramlarından bahsedeceğiz. a. Genel Olarak "Din" ile "Eğitim" 312 Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1996, s. 347-348. 313 Cavit Sunar, Mistisizm Nedir, İstanbul: Kılıç Kitabevi, 1979, s. 16. 314 Mehmet Süheyl Ünal, Dini ve Mistik Tecrübe Yazıları, Rize: y.y., 2012, s. 111-117. 53 Eğitim, "çocuğun davranışlarında istenen yönde değişiklik yapma faaliyeti"315 olarak tarif edilmiştir. İstenilen yönden maksat, kişinin iyi özelliklerinin geliştirilmesidir. Eğitim "insanın bilgi, beceri, ahlak, sanat vb. alanlarda ilerlemesini, toplumsallaşmasını mümkün kılan bilim ve sanat" olarak tanımlanabilir. Din eğitimi , "çocuğun Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlamasını sağlayan doğuştan edindiği sezgisel kabiliyetin fark edilerek desteklenmesi ve daha da geliştirilme çabası"316 olarak tarif edilmiştir. Eğitimin ana konusu insandır. İnsan, "toplumsal, kültürel, psikolojik bir varlık" şeklinde tanımlanmaktadır. İnsanın ana yapısı, biyolojiktir. Zira insanda "46 kromozom" ile ortalama 20 trilyon hücre bulunmaktadır. İnsanın bu özelliği, potansiyellerini de meydana getirir. İnsanın bilişsel, psikomotor, hissî, algısal alanlara dair yaratılıştan onu takip eden vasıfları bulunur. Doğuştan gelen potansiyeller eğitimle daha ileri seviyeye ulaştırılabilir. Çünkü eğitimin vazifelerinden biri de, kişinin kabiliyetlerini, güçlerini ileri seviyeye ulaştırmaktır.317 Düşünme, öğrenme, kavrama, beceri elde etme vb. kabiliyetler kişiye verilen nimetlerdendir. Bu nimetler, kişinin yetkinliğe ulaşmasını sağlayacak kabiliyetlerinin gelişmesini mümkün kılar.318 b. Din Eğitiminde Sezgi ve Zekâ Din eğitiminde sezgi kavramı, "araçsız ve dolaysız bir biçimde birinci elden kazanılan bilgi" için kullanılır. Buna "görgüsel bilgi" de denilmektedir. Anaokullarında ve ilkokullarda mühim bir yere sahiptir. İşin içinde düşünme olmadığından dolayı "duyusal bilgi" olarak da adlandırılır. Sezgi kavramı ayrıca "önceden üzerinde düşünmeden, içe doğarcasına insanın edindiği anlam, düşünce veya vardığı yargı " olarak da tanımlanmaktadır.319 Can alıcı hususu idrak etme, anlama, doktor veya psikoloğun bir bakışta hastalığı teşhis etmesi buna örnek olarak verilebilir. 315.Eyüp Kirpitçi, "Din Eğitimi Açısından Baba-Oğul İlişkisi", Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 30, s. 223-239-234. 316 Cemil Oruç, "Din Eğitiminin Hedefleri", Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 13, sayı 1, 2008, ss. 259-269, s. 261. 317 Veysel Sönmez, "Türkiye'de Eğitimin Kalitesi ve Geleceği", 1986, Ankara, Eğitim Fakültesi Dergisi, sayı: 1, H.Ü. Eğitim Fakültesi Yayını, s. 18. 318 Osman Necati, Kur’ân ve Psikoloji, (çev. Hayati Aydın), Ankara: Fecr Yayınları, 1998, s. 234. 319 Remzi Öncül, Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 2000, s. 982. 54 Sezgisel öğrenme, "insanın, hedefe eriştiren birçok ipucunu veya sorun durumlarda ilişkileri idrak etmeyi başardığı bir öğrenme" olarak ifade edilir. Sezgisel yöntem, "okulöncesi ve ilkokul aşamalarında öğretimde duyusal sezgiye, duyuların eğitimine önem veren ve anlıksal sezgiye geçiş için bunu bir basamak yapan öğretim yolu" olarak tanımlanır.320 Sezgi, bilhassa anaokulu evresine uygun düşer. Zira bu evre çocuğun düşüncesinin, mantıki bağlantılar kurma aşamasına ulaşmadığı bir evredir. Ama yaş ilerledikçe mantıkî düşünce biçimleri sezginin yerini almalıdır. Çünkü sadece mantıki düşünce biçimleri, dış âlemin rasyonel biçimde idrak edilmesini mümkün kılar. Bundan dolayı günümüzde sezgici yöntemlerden çok, aktif yöntemlerden bahsedilmektedir.321 Basiret kavramının feraset, zekâ, seziş, anlayış anlamlarına geldiğini ifade etmiştik. Genel olarak "bir nesneyi, durumu veya olayı kavrama kabiliyeti ve anlama gücü" olarak tanımlanır. Eğitimde bilgi, "ilksezi düşünceler; aklın kapsayabileceği ilke, kavram; zekânın çalışmasıyla ortaya çıkan nesne; kişinin karşılaştığı durumları anlamak, irdelemek, durumun gerektirdiği eylemleri uygulamak için kullandığı edinilmiş düşünceler" anlamlarına gelir.322 Bu anlamlar incelendiğinde, zekâ ve sezgi ile ilişkili oldukları görülür. Duyusal ve zihinsel olarak iki çeşit sezgiden söz edilir. Duyusal sezgide obje, duyular aracılığıyla bilinir. Bu sezgi türü, insan ile hayvanda müşterektir. Zihinsel olan sezgi türü, akla, zekâya ve eşya arasındaki bağı kavrama yetisine has olan durumdur. Sezginin bu çeşidi, mental olarak ilerleme kaydetmiş bireylere mahsustur. Küçük çocuklarda bu sezgi türü gelişmiş değildir. Sezgi, "dolaysız bir bilgi şekli izlenimi oluşturan, ama aslında bazı aracıların müdahalesini içeren bilinçdışı bir çalışma sonucu ani bilinç edinme" olarak da ifade edilebilir.323 Bir talebe, muallimin onunla ilgili hislerini böyle bir sezgi tarzıyla anlar. Hisleri kuvvetli olan doktor, hastalığın niteliğini böyle bir sezgiyle anlamış olur. Zihinsel sezgi akılla bağlantılıdır. Descartes, "doğruyu yanlıştan ayırma gücü" şeklinde tanımladığı "akl-ı selim" kavramını, akıl ile eş değer görmektedir. Akl-ı selimin dini literatürde ifade edilen "fıtrat" kelimesiyle ilişkili olduğu söylenebilir. Tefsir âlimlerine göre fıtrat, "bütün insanların yaratılışında var olan Hak dini ve onun mesajlarını kabul etmeye 320 Öncül, a.g.e., s. 982. 321 Paul Foulquıe, Pedagoji Sözlüğü, (çev. Cenap Karakaya), İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1994, Sosyal Yayınlar, s. 441. 322 Hasan Demirtaş, Hasan Güneş, Eğitim Yönetimi ve Denetimi Sözlüğü, Ankara: Anı Yayıncılık, 2002, Anı yayınları, s. 18. 323 Foulquıe, a.g.e., s. 441. 55 müsait olan kabiliyet" olarak tanımlanmıştır. Peygamberimiz, "Her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar"324 buyurarak insanda doğuştan akl-ı selim bulunduğunu vurgulamıştır. Bununla birlikte aklın bu vasfının çevrenin etkisiyle bozulabileceğini ifade etmeyi murad etmiştir. İbn Sina, kişinin temiz fıtratının "akıl" olarak adlandırıldığını ifade etmiştir.325 B. TEMEL İSLÂM BİLİMLERİNDE Bu bölüm, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf ilimlerinde "basîret" kavramının incelenmesinden oluşmaktadır. İkinci bölümde kavram daha ayrıntılı olarak ele alınacağından dolayı Tefsîr başlığında kısaca bilgi verilmiştir. Hadîs bölümünde, "basîret kavramına, biçim yönüyle kısaca yer verilmiş ve kavram anlam yönüyle incelenmiştir. Fıkıh bölümünde genel olarak fıkıh kavramı açıklanmış, özel olarak fıkıh-ferâset ilişkisinden bahsedilmiştir. Kelâm bölümünde genel olarak bilgi problemi, bilginin kaynağı ve değeri ele alınmış, nazarî bilgiden söz edilmiştir. Ardından kelâmda keşf ve ilham kavramları açıklanıp bunların bilgi değeri olup olmadığı hakkındaki tartışmalar nakledilmiştir. Tasavvuf bölümünde sufilerin "ilim" hakkındaki görüşleri incelenmiş, marifet kavramıyla ilgili bilgi verilip ilim-marifet ilişkisine değinilmiştir. Daha sonra bilgi edinme yolu olarak keşf-ilham ele alınıp ilham-firâset ilişkisinden bahsedilmiştir. 1. Tefsir'de "Basîret" kavramının geçtiği âyetleri belirleyerek bu âyetlerin tefsir âlimleri tarafından nasıl yorumlandığını, kavrama hangi anlamların verildiğini tefsir kaynaklarından araştırdık. Kendi içerisinde konularına göre gruplandırdık. Çalışmamızın temel bölümünü teşkil etmesi sebebiyle ikinci bölümde ayrıntılı olarak ele alacağımız için burada kısaca bilgi vermekle yetiniyoruz. a. Kur'ân'da 324 Müslim, "Kader", 22. 325 Süleyman Hayri Bolay, "Akl-ı Selîm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslamAraştırmaları Merkezi, 1989, C. II, s. 275. 56 "B.s.r." ( بصر) kökü Kur’ân-ı Kerîm’de 44'ü Mekkî, 18'i Medenî olmak üzere toplam 62 sûrede, 139 âyette ve 148 kez geçmektedir.326 "Basîret" kavramının türemiş olduğu "b.s.r." (بصر ) kökünün kullanım şekilleri isim, masdar, emir, ism-i tafdîl, ismi fâil ve sıfat-ı müşebbehe şeklindedir. Fiil olarak sülâsi mücerred kullanımının beşinci babdan; sülâsî mezîd kullanımının if‘âl ve tef'il bâbından geldiği görülmektedir. b. Genel Olarak Tefsir'de "Basîret" kavramı, tefsirlerde Kur’ân âyetleri çerçevesinde, hem sözlük anlamıyla hemde terim anlamıyla yer almıştır. Kavramımızın geçti âyetlere baktığımızda genel olarak "görme" manası yanında bilhassa "hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma kabiliyeti" manalarında kullanıldığı görülmektedir. Âyetlerde kavramımız ve türevleri taranmış, siyâk-sibâk ilişkileri dikkate alınarak işlenmiştir. İkinci bölümde kavramımızı detaylı olarak ele alacağımız için burada kısa bir bilgi vermekle yetiniyoruz. 2. Hadis'te "B.s.r." ( بصر) maddesinin ulaşılabildiği kadarıyla 87 hadiste geçmekte olduğu tespit edilmiştir.327 Çalışmamızın Hadis bölümünde "basîret" kavramına iki başlık altında yer vereceğiz. Birinci başlığımızda "b.s.r." maddesinin hadislerde yer alan türevlerini ve lügattaki "görmek, bakmak, bilmek, gerçeği görmesini sağlamak, kasıtlı olmak, inanç, gözün görme gücü, kan izi" anlamını içeren hadislerle birkaç örnek göstereceğiz. İkinci başlığımızda "basîret" kavramının terim olarak "görme duyusunun ötesinde rûhî bir meleke" anlamına işaret eden hadislerin bazılarına yer vereceğiz. a. Lafız Yönüyle 326 Abdulbâkî, Muhammed Fuâd b. Sâlih el-Mısrî, el-Mu'cem el-Mufehres li Elfâzi'l Kur'ân el-Kerîm, Mısır: Matbaatü’ş-Şa'b, 1364/1945, s. 121. 327.Arent Jean Wensinck, el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l Hadîsi'n-Nebeviyye, I-VII, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1955, C. I, s. 184-186. 57 1) Görmek: بصر fiilinin "görmek, bakmak" anlamında kullanımına örnek olarak şu hadisler verilebilir: َّ َّللاِ أُْخَراُكْم، ََّّللاِ َعلَْيِه: أَْي ِعبَادَ َّما َكاَن يَْوَم أُُح د ُهِزَم الُمْشِرُكوَن، فََصَرَخ إِْبِليُس لَْعنَةُ ََّّللاُ َعْنَها، قَالَْت: " ل َعْن َعائَِشةَ َرِضَي ََّّللاِ َما ََّّللاِ أَبِي أَبِي، قَالَْت: فََو ِبأَبِيِه اليََماِن، فَقَاَل: أَْي ِعبَادَ ْ م، فَبَُصَر ُحذَْيفَةُ فَإِذَا ُهَو فََرَجعَْت أُوالَُهْم فَاْجتَلَدَْت ِهَي َوأُْخَراُه ََّّللاُ لَُكمْ 328 اْحتََجُزوا َحتَّى قَتَلُوهُ، فَقَاَل ُحذْ َيفَةُ: يَْغِفُر Hz. Âişe rivâyet etmiştir ki: "Uhud gününde müşrikler bozguna uğradığında Allah'ın laneti üzerine olası İblis müslümanlara: 'Ey Allah'ın kulları, arka tarafınızda bulunanlarınızdan sakının', diye bağırdı. Bunun üzerine onların önlerinde olanlar geri döndü, arkada kalanlarıyla birlikte şiddetlice savaştılar. Huzeyfe bakınınca babası el- Yemân'ı gördü. 'Ey Allah'ın kulları! Bu babamdır, bu babamdır (onu sakın öldürmeyin)' dedi. Aişe dedi ki: 'Allah'a yemin ederim ki onu öldürmekten geri durmadılar'. Bunun üzerine Huzeyfe: 'Allah size mağfiret buyursun' demekle yetindi."329 Hz. Âişe'nin rivâyetinde geçen "بَُصر " ifadesi bilmek olarak da açıklanmıştır. َ َحتَّى َق َّط ِريَق َو َّسَط ال ََّما تََو ُّن أَنَّهُ َعَرفََها، فَل ِباْمَرأ َة اَل تَُظ ْ ِذ بَُصرَ ََّّللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم إ قَاَل: بَْينََما نَْحُن نَِسيُر َمَع َرُسوِل ْ َت: أَتَْيُت أَْهَل ََّّللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم، قَاَل لََها: »َما أَْخَرَجِك ِمْن بَْيتِِك يَا فَاِطَمةُ؟«، قَال اْنتََهْت إِلَْيِه، فَإ ِذَا فَاِطَمةُ بِْنُت َرُسوِل ََّّللاِ، أَْن أَُكوَن بَلَْغت َُها َوقَْد ِبَميِّتِِهْم، قَاَل: »لَعَلَِّك بَلَْغِت َمعَُهُم اْلُكدَى؟«، قَالَْت: َمعَاذَ َّزْيتُُهْم َّحْمُت إِلَْيِهْم، َوَع َهذَا اْلَميِِّت، فَتََر َسِمْعتَُك تَْذُكُر فِي ذَِلَك َما تَْذُكرُ «330 Abdullâh b. Amr şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Resulullah ile beraber yürüyorduk. Birden kendisini tanımadığını zanneden bir kadın gördü. Hz. Muhammed yolun ortasına varınca durdu ve o kadın yanına gelinceye kadar bekledi. Bir de baktık ki o kadın Resulullah'ın kızı Fatıma'ymış. Resulullah ona: "Ey Fatıma! Seni evden çıkaran nedir" diye sordu. Hz. Fatıma: "Şu ölen kimsenin ailesine gelmiştim. Ölenlerine Allah'tan rahmet diledim, onlara başsağlığı diledim"dedi. Resulullah: "Herhalde onlarla birlikte kabristana da gittin" buyurdu. Hz. Fatıma: "Oraya gitmekten Allah'a sığınırım; zira bu konuda senin ne söylediğini duydum" cevabını verdi."331 328 el-Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî, (v. 256/870), el-Câmi'u's-Sahîh, İstanbul: el-Mektebetü’l İslâmiyye, 1979, "Meğazi", 18. 329 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, (çev. Mehmed Sofuoğlu), I-XVI, İstanbul: Ötüken Yayınları, 1989, C.VI, s. 326. 330 en-Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/915), es-Sünen, I-IV, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1964, "Cenaiz", 27. 331 en-Nesâî, Sünen-i Nesâî Tercemesi, (çev. Abdullah Parlıyan), Konya: Konya Kitapçılık, 2005, s. 542. 58 Ebû Katâde'nin oğlu Abdullah'ın rivâyet etmiş olduğu hadisin özet olarak aktaracağımız kısmında بصر fiilinin "bakmak" anlamında kullanıldığını görüyoruz: َّجْهنَا نَْحَوُهمْ ، ِبئْنَا بِعَد ُّو بِغَْيق َةَ، فَتََو قَاَل: اْنَطلَْقنَا َمَع النَّبِّيِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم َعاَم الُحدَْيبِيَِة، فَأَْحَرَم أَْصَحابُهُ َولَْم أُْحِرْم، فَأُْن فَبَُصَر أَْصَحابِي بِِحَماِر َوْح ش، فََجعََل بَْعُضُهْم يَْضَحُك إِل َى بَْع ض، فَنََظْرُت فََرأَْيتُهُ، فََحَمْلُت َعلَْيِه الفََرَس فَطَ عَْنتُهُ فَأَْْبَتُّهُ، ِني، فَأََكْلنَا ِمْنه 332ُ فَاْستَعَْنتُُهْم فَأَبَْوا أَْن يُِعينُو "Hudeybiye (antlaşmasının yapıldığı) yıl Nebî ile birikte yola çıktık. Ashâbı ihrama girdiği halde ben ihrama girmedim. Bize savaşmak isteyen bir ordunun bulunduğu haber verildi. Bunun üzerine biz de hareket ettik. Arkadaşlarım vahşi bir eşek sürüsü gördü ve bunun üzerine birbirleriyle gülüştüler. Ben de baktım ve gördüm. Eşeklerden birine ok fırlatıp öldürdüm ve kestim. Arkadaşlarımdan yardım istedim fakat bana yardım etmeyi reddettiler. Onu birlikte yedik ."333 Râfî b. Hadîc'in rivâyetinde " ابصر " fiili görmek anlamında kullanılmıştır: ِبّيِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلَّمَ ، فَيَْنَصِرُف ِلّي الَمْغِرَب َمَع النَّ ِفَع ْبَن َخِديج ، يَقُوُل: »ُكنَّا نَُص ِفعِ ْبِن َخِديج ، قَاَل: َسِمْعُت َرا عن َرا ِإنَّ هُ لَيُْبِصرُ َمَواقَِع نَْبِلِه 334 أََحدُنَا َو Râfi b. Hadîc şöyle demiştir: "Nebi ile birlikte akşam namazını kılardık. Birimiz namazdan çıktıktan sonra (attığı) okun nereye düştüğünü görünceye kadar, gün aydınlık olurdu."335 2) Göstermek, gerçeği görmesini sağlamak: "بّصر" fiilinin "göstermek" anlamında kullanımına örnek olarak şu hadis verilebilir: َّق الَِّذي َعلَْيِهْم َوَخَرُجوا ب ِِه، يَتْلُوَن َّرفَُهُم الَح ََّصرَ أَبُو بَْك ر النَّاَس الُهدَى، َوَع ََّّللاُ َعْنَها، قَالَْت: لَقَْد ب ََّن َعائَِشةَ َرِضَي أ ُّرُسُل...{336 َّال َرُسو ل، قَْد َخلَْت ِمْن قَْبِلِه ال َّمد إِ }َوَما ُمَح 332 el-Buhârî, "Kitâbu's-Sayd", 3. 333 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. V, s. 243. 334 el-Buhârî, "Mevâkîtu's Salât", 18. 335 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. V, s. 246. 336 el-Buhârî, "Kitâbü'l-Ehâdîsi'l-Enbiyâ", 37. 59 Hz. Âişe'nin rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz vefat edince Hz. Ebû Bekir "Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce resuller geçip gitmiştir. Öyleyse o ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a hiçbir zarar veremeyecektir. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır"337 âyetini okuyarak insanlara hidâyeti göstermiş, onlara üzerlerindeki hakkın ne olduğunu öğretmişti. Bu rivâyette " ََّصر .kelimesinin gerçeği göstermek anlamında kullanıldığı görülmektedir " ب 3) Kasıtlı olmak : "استبصر" ِفي َمنَاِمِه، فَقُلْ نَا: يَا َرُسوَل هللاِ َصنَْعَت َشْ يئ ا فِي َمنَاِمَك لَْم عن َعائَِشةَ، قَالَْت: َعبََث َرُسوُل هللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم َ ِباْلبَْيِت، َحتَّى إِذَا َكانُوا بِاْلبَْيدَاِء ُخِس ِباْلبَْيِت بَِرُج ل ِمْن قَُرْي ش، قَْد لََجأَ ُّموَن ِتي يَُؤ َُّم َِّن نَا سا ِمْن أ تَُكْن تَْفعَلُهُ، فَقَاَل: »اْلعََجُب إ َّسبِيلِ ، يَْهِلُكوَن َمْهل َكا ِفيِهمُ اْلُمْستَْبِصرُ َواْلَمْجبُوُر َواْبُن ال َّطِريَق قَْد يَْجَمُع النَّاَس، قَاَل: »نَعَْم، َِّن ال ْ م«، فَقُْلنَا: يَا َرُسوَل هللاِ إ بِِه ْ م«338 ِتِه َواِحد ا، َويَْصدُُروَن َمَصاِدَر َشتَّى، يَْبعَثُُهُم هللاُ َعلَى نِيَّا Hz. Âişe şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullâh uykusu esnasında kıpırdadı. Biz: "Ya Resulallah! Uykun arasında öyle bir şey yaptın ki, evvelce bunu yapmazdın" dedik. Bunun üzerine "Şaşacak şey! Hakikaten ümmetimden bazı kimseler beyt'e sığınmış, Kureyş'ten bir adam için beyte kastediyorlar. Fakat çöle vardıklarında yere batırılacaklar!" buyurdu. Biz: "Ya Resulullah! Şüphesiz ki, yol bazen muhtelif insanları bir araya toplar" dedik. "Evet! Onların içinde kasıtlısı, mecburu, yolcusu vardır. Bunlar bir helakla helak olurlar. Muhtelif yerlerden çıkarlar. Allah onları niyetlerine göre diriltir." buyurdular.339 4) Gözün görme gücü anlamında: َ وَسلََّم: »أَلَْم ِني أَبِي، أَنَّهُ َسِمَع أَبَا ُهَرْيَرةَ، يَقُوُل: قَاَل َرُسوُل هللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َعِن اْلعاََلِء ْبِن يَْعقُوَب، قَاَل: أَْخبََر ُ َع بََصُرهُ نَْفَس هُ ِإْلْنَساَن ِإذَا َماَت َشَخَص بََصُرهُ؟« قَالُوا: بَلَى، قَاَل: »فَذَِلَك ِحيَن يَتْب تََرُوا ا A'lâ b. Yakûb'un bir rivâyetine göre, Resûlallâh "İnsan öldüğü vakit gözü nasıl dikilip kalıyor görmez misiniz?" buyurdu. Ashab: "Evet görüyoruz" dediler. Bunun üzerine "İşte bu, gözünün nefsini takip etmesindendir." buyurdu.340 337 Âli İmrân 3/144. 338 Müslim, "Fiten", 8. 339 Müslim, Sahîh-i Müslim, (çev. Ahmed Davudoğlu), I-XI, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1980, C. IV, s. 411. 340 Müslim, "Cenâiz", 9. 60 َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم، قَاَل: »إِذَا دََخَل اْلبََصرُ فاََل إِْذن341 ََّن النَّبِ َعْن أ َِبي ُهَرْيَرةَ، أ Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiğine göre Nebî şöyle buyurmuştur: "Bakış (eve) girdi mi, artık (eve girmek için) izin (almaya lüzum) yoktur."342 ِبيبَتَْيِه ِبَح ََّّللا َ قَاَل: إِذَا اْبتَلَْيُت عَ ْبِدي َِّن َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم يَقُوُل: " إ ََّّللاُ َعْنهُ، قَاَل: َسِمْعُت النَّبِ َعْن أَنَِس ْبِن َماِل ك َرِضَي َّوْضتُهُ ِمْنُهَما الَجنَّةَ"343 فََصبََر، َع Enes b. Mâlik rivâyet ettiğine göre Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah: Ben kulumu iki sevgilisi ile belalandırıp (gözünün nurunu alıp) o da sabrederse ona o ikisinin yerine cenneti veririm diye buyurdu." İki sevgilisiyle maksad, gözleridir.344 َُّم قَاَل: " ََخذَ بِيَِدي، ْ ِبِه، ف َأ ََّوذُ َُّوذ ا أَتَع ِلّْم نِي تَع ََّّللاِ، َع َّي َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم، فَقُْلُت: يَا نَبِ ِب َعْن َشَكِل ْبِن ُحَمْي د قَاَل: أَتَْيُت النَّ ِيّي "345 ِن ِّر َم ِبي، َوَش ِّر قَْل ِني، َوَش ِّر ِ لَسا ِّر بََصِري، َوَش ِّر َسْمِعي، َوَش قُْل: أَُعوذُ بَِك ِمْن َش Şekel b. Humeyd'in rivâyetine göre O, Resûlullâh'ın yanına gitmiş ve "Ey Allah'ın Peygamberi nelerden ve nasıl Allah'a sığınacağımı bana öğret" demiştir. Nebi, elini tutmuş ve "Allah'ım kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve menimin şerrinden sana sığınırım de" buyurmuştur.346 ِقي نُو را، ِني نُو را، َوَعْن يََساِري نُو را، َوفَْو ِفي بََصِري نُو را، َوفِي َسْمِعي نُو را، َوَعْن يَِمي َّم اْجعَْل فِي قَْلبِي نُو را، َو اللُه ِّظْم ِلي نُو را َوتَْحتِي نُو را، َوأََماِمي نُو را، َوَخْلِفي نُو را، َوَع Peygamberimiz bir duasında "Allah'ım! Benim kalbime nur, gözüme nur, kulağıma nur, sağıma nur, soluma nur, üstüme nur, altıma nur, önüme nur ve arkama nur ver. Benim nurumu büyüt!" buyurmuştur.347 341 Ebû Dâvûd, Süleymân b. el-Eş’as b. İshâk es-Sicistânî el- Ezdî (v. 275/889), Sünenü Ebî Dâvûd, I-V, Dâru'l-Hadîs, Beyrût, 1388/1969, "Edeb", 127. 342 Ebû Dâvûd, Sünenü Ebî Dâvûd, (çev. Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz), I-IX, İstanbul: Şamil Yayınevi, 1988, C. V, s. 231. 343 el-Buhârî, Sahihi Buhâri, "Merda", 7. 344 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. VI, s. 251. 345 en-Nesâî, Sünenü’n-Nesâî, "İstiâze", 7. 346 en-Nesâî, Süneni Nesâî Tercemesi, "İstiâze", 7. 347 Müslim, "Müsâfirîn", 181. 61 ُّطُرقَاتِ « فَقَالُوا: يَا َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم قَاَل: »إِيَّاُكْم َوالُجلُوَس ِبال ََّن النَّبِ ََّّللاُ َعْنهُ: أ َعْن أَبِي َسِعي د الُخْدِرّيِ َرِضَي ُّق َ وَما َح َّطِريَق َحقَّ هُ« قَالُوا: َّال الَمْجِلَس، فَأَْعُطوا ال ِفيَها، فَقَاَل: »إِْذ أَبَيْ تُْم إِ ََّّللاِ، َما لَنَا ِمْن َمَجاِلِسنَا بُدٌّ نَتََحدَُّث َرُسوَل ِ ر348 ِباْلَمْعُروِف، َوالنَّْهُي َعِن الُمْنَك َّسالَِم، َواألَْمُر ُّ األَذَى، َوَردُّ ال ُّض البََصر، َوَك ََّّللاِ؟ قَاَل: »َغ َّطِريِق يَا َرُسوَل ال Ebû Saîd el-Hudrî'nin bir rivâyetine göre Nebî şöyle buyurdu: "Yollarda oturmaktan sakınınız." Sahabe: 'Ey Allah'ın resulu, bizim için oralarda oturmaktan başka çare yok. Biz oralarda oturup konuşuyoruz' dediler. Bunun üzerine Allah resûlü: Madem sizin için oralarda oturmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyorsunuz, o halde yolun hakkını veriniz" buyurdu. Ashab, "Yolun hakkı nedir ey Allah'ın resûlü" deyince O, "Gözü harama bakmaktan sakınmak, yolda rahatsızlık verecek şeyleri kaldırmak, verilen selamı almak, marufu emredip münkerden alıkoymaktır" buyurdu.349 ْ م«، َِتِه َّسَماِء فِي َصال ُّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم: »َما بَاُل أَْقَوا م يَْرفَعُوَن أَْبَصاَرُهْم إِلَى ال ِب َُهْم، قَاَل: قَاَل النَّ عن أَنََس ْبَن َماِل ك َحدَّْ ّ َن أَْبَصاُرُهمْ 350 َّن َعْن ذَِلَك أَْو لَتُْخَطف ِفي ذَِلَك، َحتَّى قَاَل: »لَيَْنتَُه فَاْشتَدَّ قَْولُهُ Sahîh-i Buhârî'de "Namazda gözü göğe dikme" babında Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste Peygamberimizin şöyle buyurduğu zikredilmiştir: "Ne oluyor bazı kimselere ki, namaz kılarken gözlerini gökyüzüne dikiyorlar?" Nebi bunu öylesine sert ve şiddetli bir biçimde söylemişti ki sonunda şöyle buyurmuştur: "Ya bundan vazgeçerler ya da gözleri alınır."351 ْ ؤِم ن، َوالَ َّزانِي ِحيَن يَْزنِي َوُهَو ُم ِني ال ُّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم: »الَ يَْز ََّّللاُ َعْنهُ، قَاَل: قَاَل النَّبِ َعْن أَبِي ُهَرْيَرةَ َرِضَي يَْشَرُب الَخْمَر ِحيَن يَْشَرُب َوُهَو ُمْؤِم ن، َوالَ يَْسِرُق ِحيَن يَْسِرُق َوُهَو ُمْؤِم ن، َوالَ يَْنتَِهُب نُْهبَة ، يَْرفَُع النَّاُس إِلَْيِه فِيَها َِبي َسلََمةَ، َعْن أَبِي ُهَرْيَرةَ، َعِن النَّبِّيِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَس لََّم ِمثْلَهُ َ رُهْم ِحيَن يَْنتَِهبَُها َوُهَو ُمْؤِم ن«، َوَعْن َسِعي د، َوأ أَْبَصا َّال النُّْهب َةَ«352 ِإ « Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Kişi zina ettiği sırada mümin olarak zina etmez; içki içtiği sırada mümin olarak içmez; hırsızlık ettiği sırada mümin olarak hırsızlık etmez; insanları kendisine baka baka yağma yaptığı sırada mümin olarak yağma yapmaz." Saîd'den ve Ebû Seleme'den Ebû Hureyre kanalıyla 348 el-Buhârî, "İsti'zân", 2 ; "Mezâlîm", 22. 349 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. VII, s. 362. 350 el-Buhârî, "Ezân", 92; "Edeb", 118; Müslim, "Salât", 117. 351 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. IV, s. 243, 244. 352 el-Buhârî, "Mezâlîm", 30. 62 Hz. Muhammed'in aynen böyle söylediği aktarılmıştır. Fakat o rivâyette "yağma" ifadesi bulunmamaktadır.353 َ خْيُر أَْهِل اأْلَْرِض «، ُّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم: »أَْنتُُم اْليَْوَم َعْن َجابِ ر، قَاَل: ُكنَّا يَْوَم اْلُحدَْيبِيَِة أَْلف ا َوأَْربََع ِمائ َة، فَقَاَل لَنَا النَّبِ َّشَجَر ةِ«354 ُ ر أَلََرْيتُُكْم َمْوِضَع ال وقَاَل َجابِ ر: »لَْو ُكْنتُ أُْبِص Câbir'in rivâyetine göre müslümanlar Hudeybiye günü bin dört yüz kişiydi. Nebi onlara: "Bugün siz yeryüzü halkının en hayırlısısınız!" buyurdular. Câbir rivâyetin sonunda "أُْبِصر " ifadesini kullanarak şöyle demiştir: "Gözüm görse size o ağacın yerini gösterirdim."355 5) Allah'ın isimlerinden biri olarak "gören" anlamında: " بصير" عن أبي موسى األشعري قال كنا مع رسول هللا لى هللا عليه وسلم فقال أيها الناس أربعوا على أنفسكم فإنكم ما تدعون أصم وال غائبا إنما تدعون سميعا بصيرا، إن الذين تدعون أقرب إلى أحدكم من عنق راحلته، يا عبد هللا بن قيس أال أعلمك كلمة من كنوز الجنة؟ ال حول وال قوة إال باهلل356 Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin rivâyetine göre, Resûlullâh ile gazvede bulunurlarken her tepeye çıktıklarında ve her vadiye indiklerinde yüksek sesle tekbir getirirlerdi. Resûlullah onlara yaklaşıp, "Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın (seslerinizi çok yükseltmeyin). Siz sağır veya bir gâibe seslenmiyorsunuz. Duyan gören birine sesleniyorsunuz. Seslendiğiniz kişi size devenizin boynundan daha yakındır. (Sonra bana: ) Ey Abdullah b.Kays! Sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi? Bu söz, La havle vela kuvvet illa billâh sözüdür" buyurdu.357 Hadislerde esmâü'l hüsnâ'dan olan "basîr" isminin Allah'a izafe edildiği görülür. Aynı zamanda nazar ve rü'yet köklerinden türemiş olan çeşitli kelimeler de Allah'ın sıfatı olarak ifade edilmiştir. 6) "İnanç, kanaat" anlamında: " بَِصيَرة" 353 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. VII, s. 422. 354 Müslim, "Emâret", 71. 355 Müslim, Sahîh-i Müslim Tercümesi, C. VII, s. 134. 356 İbn Hanbel, el-Müsned, Beyrût: Darû'l-Beyrût, 1955, "el- Ezkâr ve'd Deavât", 4. 357 İbn Hanbel, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Mervezî (v. 241/885), el-Müsned, (çev. Rıfat Oral), I-III, Konya: Ensar Yayıncılık, 2003, C. II, s. 334. 63 ِدُّْنَا بِِه أَنَّهُ َّج اِل، فََكاَن فِيَما ي َُح ََّّللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم يَْو ما َحِديث ا َطِوي ال َعْن الدَّ َنَا َرُسوُل ََّن أَبَا َسِعي د قَاَل: َحدَّْ أ ُ ج إِلَْيِه يَْوَمئ ِذ ِتي تَِلي الَمِدينَةَ، فَيَْخُر ِّسبَاخِ الَّ َقاَب الَمدِ ينَِة، فَيَْنِزُل بَْعَض ال َّر م َعلَْيِه أَْن يَْدُخَل نِ َّجاُل، َوُهَو ُمَح قَاَل: " يَأْتِي الدَّ ََّّللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوسَ ل َّم َحِديثَهُ، َنَا َرُسوُل َّجاُل الَِّذي َحدَّْ َرُج ل، َوُهَو َخْيُر النَّاِس - أَْو ِمْن ِخيَاِر النَّاِس - فَيَقُوُل أَْشَهدُ أَنََّك الدَّ ََّّللاِ َما ُكْنُت فِيَك ِييِه، ف َيَقُوُل: َو َُّم يُْح ُّكوَن فِي األَْمِر؟ فَيَقُولُوَن: الَ، فَيَْقتُلُهُ ْ َُّم أَْحيَْيتُهُ، َهْل تَُش َّجاُل: أََرأَْيتُْم إِْن قَتَْلُت َهذَا، ْ فَيَقُوُل الدَّ ِ ه358 َّجاُل أَْن يَْقتُلَهُ فاَلَ يَُسلَُّط َعلَْي أََش دَّ بَِصيَرة ِمنِّي اليَْوَم، فَيُِريدُ الدَّ Ebû Saîd el-Hudrî'nin bir rivâyetine göre Resûlullâh, bir gün onlara Deccâl ile ilgili olarak uzun bir konuşma yapmıştır. O, Nebî'nin anlattıkları arasında şu ifadelerin yer aldığını nakletmiştir: Deccal gelecektir. Onun Medine içine girmesi haram kılınmıştır. Ancak Medine etrafındaki bazı çorak araziye inecektir. O gün Medine halkının en hayırlılarından birisi, Deccal'e karşı çıkar ve "Ben şehadet ederim ki muhakkak sen Resulullah'ın bize haber verdiği Deccal'sin" der. Bunun üzerine Deccal orada bulunanlara "Şimdi ben bu adamı öldürüp, sonra diriltirsem benim ilahlık iddiamda şüphe eder misiniz?" diye sorar. Onlar da "Hayır şüphe etmeyiz" derler. Deccal hemen o adamı öldürür, sonra diriltir. O adam "Vallahi benim senin Deccal olduğun hakkındaki şimdiki kanaatim bundan önceki imanımdan daha kuvvetlidir" der. Bu defa Deccal bu adamı tekrar öldürmek ister fakat daha ona musallat edilmez.359 7) Kan izi anlamında: " بَِصيَرة " ِتِه، يَْخُرُجوَن فِي فُْرق َة ِمَن النَّاِس، ِسيَماُهْم َُّم َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم ذََكَر قَْو ما يَُكونُوَن فِي أ ََّن النَّبِ َعْن أَبِي َسِعي د، أ ُّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه ِّ ق« قَاَل: فََضَرَب النَّبِ َّطائِفَتَْيِن إِلَى اْلَح ُّر اْلَخْلِق - أَْو ِمْن أََشرِّ اْلَخْلِق - يَْقتُلُُهْم أَْدنَى ال التََّحالُُق قَاَل: »ُهْم َش َّرِميَّةَ - أَْو قَاَل اْلغََرَض - فَيَْنُظُر فِي النَّْصِل فاََل يََرى ب َِصيَرة ، َويَْنُظُر فِي َّرُجُل يَْرِمي ال َوَسلََّم لَُهْم َمث اَل، أَْو قَاَل قَْو ال »ال النَِّضّيِ فاََل يََرى بَِصيَرة ، َويَْنُظُر فِي اْلفُوِق فاََل يََرى بَِصيَرة «360 Ebû Saîd'in bir rivâyetine göre Hz. Peygamber, ümmeti içinde insanların ayrılığa düştükleri zamanda ortaya çıkacak ve işaretleri başlarını traş etmek olacak bir kavim zikretmiş ve onlarla ilgili şöyle buyurmuştur: "Bunlar halkın en kötüleridir. Onları iki taifenin hakka en yakın olanı öldürecektir." Ebû Saîd, Nebi'nin onlarla ilgili şöyle bir örnek verdiğini ifade etmiştir : "Bir adam nasıl avı vurur da okun demirine bakar, kan izi göremez, 358 el-Buhârî, "Fiten", 27; Müslim, "Fiten", 112. 359 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. VI, s. 226, 227. 360 Müslim, "Zekât", 149. 64 ağaç kısmına bakar kan izi göremez, yaya giriş yerine bakar yine bir kan izi göremezse (bunlar da öyledir.)"361 8) Bilmek anlamında: ََّّللاِ ِعْنِدي ِدينَا ر، قَاَل: ََّّللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم: »تََصدَّقُوا« فَقَاَل َرُج ل: يَا َرُسوَل َعْن أَبِي ُهَرْيَرةَ، قَاَل: قَاَل َرُسوُل ِبِه َعلَى نَْفِسكَ « قَاَل: ِعْنِدي آَخُر، قَاَل: »تََصدَّْق بِِه َعلَى َزْوَجتِكَ « قَاَل: ِعْنِدي آَخُر، قَاَل: »تََصدَّْق بِِه عَ لَى »تََصدَّْق ُ ر«362 َ ت أَْبَص ِبِه َعلَى َخاِدِمكَ « قَاَل: ِعْنِدي آَخُر، قَاَل: »أَْن َولَِدكَ « قَاَل: ِعْنِدي آَخُر، قَاَل: »تََصدَّْق Ebû Hureyre'den rivâyete göre Resûlullâh şöyle buyurdu: "Sadaka veriniz." Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü! Yanımda bir dinar var, kim için harcamalıyım?" dedi. "Onu kendin için harca" buyurdu. Adam: " Başka bir dinar daha var" deyince "Onu da hanımın için harca" buyurdu. Adam: "Başka bir dinar daha var" deyince Resulullah: "Çocuğun için harca" buyurdu. Adam: "Başka bir dinar daha var" deyince Resulullah: "Hizmetçin için harca" buyurdu. Adam: "Bir dinar daha var" deyince: " Sen daha iyi bilirsin" buyurdu.363 b. Mana Yönüyle "Basîret" kavramının hadislerde kullanımını görmek için aynı zamanda bu aşamaya kadar yapmış olduğumuz ve yapacağımız çalışma alanlarıyla ilgili olduğunu düşündüğümüz hadislere birkaç örnekle yer verdik. Hadislerde "basîret" kavramının "görmek, bakmak, bilmek, inanç, gözün görme kuvveti, kan izi" anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz. Basiret kavramının görme duyusunun ötesinde ruhi bir meleke olduğuna işaret eden hadisler de vardır. Bu hadislerden bazıları şu şekildedir: 361 Müslim, Sahîh-i Müslim Tercemesi, C.III, s. 352. 362 en-Nesâî, "Zekât", 54. 363 en-Nesâî, Süneni Nesâî Tercemesi, C. 537. 65 Ümmü Seleme'nin bir rivâyetine göre Resûlallâh, Ebû Seleme'nin yanına geldi. Ebû Seleme'nin gözleri açık kalmıştı, onları kapattı. Sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ruh kabzedildiği vakit göz onu takip eder."364 ُّروَح إِذَا َّ ِن ال َُّم قَاَل: »إ َّق بََصُر ُه، فَأَْغَمَضهُ، ْ َِبي َسلََمةَ َوقَْد َش ُِّم َسلََمةَ، قَالَْت: دََخَل َرُسوُل هللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم عَ لَى أ َعْن أ ُ ر«365 قُبَِض تَبِعَهُ اْلبََص İbn Abbâs'ın rivâyetine göre bir gece teyzesi Meymûne'nin yanında gecelediklerinde Peygamberimiz geceleyin kalkıp asılı duran su tulumundan hafif bir abdest almıştır. Bunun üzerine İbn Abbâs da kalkıp abdest almış ve Hz. Muhammed'in yanına durmuştur. Peygamberimiz O'nu arkasından geçirerek sağ tarafına durdurmuş ve namazını kılmıştır. Sonra yana yaslanıp uyumuştur. Sonra Bilâl gelerek namaz vaktini haber vermiştir. Bunun üzerine Nebi, mescide çıkarak abdest almadan namazını kılmıştır. Süfyân "Bu hal Nebi'ye mahsustur. Çünkü biz Nebi'nin gözleri uyur, kalbi uyumazlığını duyduk" demiştir.366 Bu rivâyette "b.s.r." maddesinden türemiş bir kelime yoktur; fakat mana olarak Hz. Muhammed'in kalp gözünün açıklığını ortaya koyan ifadeler yer almaktadır. Basiret de kişinin kalp gözünün açık olması durumudur. َّضأَ ِمْن َش ّن ُمعَلَّ ق ُوُضو ءا َ ن اللَّْيِل، فَتََو َعِن اْبِن َعبَّا س، أَنَّهُ بَاَت ِعْندَ َخالَتِِه َمْيُمونَةَ، " فَقَاَم َرُسوُل هللاِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم ِم ُّي صَ لَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم، ِب َِلّلُهُ، قَاَل اْبُن َعبَّا س: فَقُْمُت فََصنَْعُت ِمثَْل َما َصنََع النَّ ِفّفُهُ َويُق َ ُوُضوَءهُ، َوَجعََل يَُخل َخِفيف ا، قَاَل: َوَص َّصاَلةِ، ِبال َُّم أَتَاهُ باَِل ل فَآذَنَهُ َُّم اْضَطَجَع فَنَاَم َحتَّى نَفََخ، ْ ِنِه، فََصلَّى، ْ َُّم ِجئُْت فَقُْمُت َعْن يََساِرِه، فَأَْخلَفَنِي فََجعَلَنِي َعْن ي َِمي ْ َّي َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َّن النَّبِ َّص ة ، أِلَنَّهُ بَلَغَنَا أ َ َّضأْ " قَاَل ُسْفيَاُن: َوَهذَا ِللنَّبِّيِ َصلَّى هللاُ َعلَْيِه َوَسلََّم َخا ُّصْبَح َولَْم يَتََو فََخَرَج فََصلَّى ال َوَسلََّم، تَنَاُم َعْينَاهُ، َواَل يَنَاُم قَْلبُه 367ُ Başka bir rivâyette Enes b. Mâlik Hz. Muhammed için "Peygamber'in gözleri uyur, kalbi uyumaz" demiştir.368 األَْنبِيَاُء تَنَاُم أَْعيُنُُهْم َوالَ تَنَاُم قُلُوبُُهمْ Hz. Âişe Hz. Muhammed'e : "Ya Resulullah! Vitr namazından önce uyur musun" diye sormuştur, Rasulullah: "Benim gözüm uyur, hâlbuki kalbim uyumaz" buyurmuştur.369 364 Müslim, Sahîh-i Müslim Tercümesi, C. II, s. 315. 365 Müslim, "Cenaiz", 7. 366 Müslim, Sahîh-i Müslim Tercümesi, C. III, s. 426. 367 Müslim, "Müsâfirîn", 26. 368 el-Buhârî, "Kitâbu'l Menâkıb", 24. 66 ِتَر؟ قَاَل: »تَنَاُم َعْينِي َوالَ يَنَاُم قَْلبِي«370 ََّّللاِ تَنَاُم قَْبَل أَْن تُو ََّّللاُ َعْنَها قُْلُت: يَا َرُسوَل َعْن َعائَِشة َرِضَي 3. Fıkıh'da Bu bölümde genel olarak fıkh kavramını açıklayacağız. Özel olarak fıkh- firâset ilişkisinden bahsedeceğiz. a. Genel Olarak "Fıkh" Kavramı Fıkh, sözlükte "bir şeyi bilmek, anlamak, fetanet ile idrak etmek, derinlemesine kavramak, kapalı bir şeyin hakikatine erişebilmek" gibi manalara gelir.371 Fakîh kelimesi de "bir konuyu derinlemesine kavrayan, idrak eden, ince anlayış sahibi kişi" demektir. Fıkh, terim olarak "kişinin amel bakımından lehine ve aleyhine olan şer'i hükümleri bir meleke halinde bilmesi" anlamına gelmektedir.372 Fıkh kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de, "bir şeyi iyi ve tam anlamak, idrak etmek, kavramak, akletmek, bir şeyin hakikatini bilmek" gibi manalarda kullanılmıştır. Peygamberimizin sözlerinde fıkıh kavramı, sözlük manasını yansıtır şekilde "sahih ve derin idrak, bilgi" anlamında kullanılmıştır. Bu kavram, "fi'd-dîn" ifadesiyle kullanıldığında maksad, din ile Kur'ân'dır.373 b. Özel Olarak Fıkh-Firâset İlişkisi Basîret kelimesi eşyanın hakikatini, gerçeği görebilme yeteneği olarak tanımlanır. Bu kelimenin eş anlamlılarından biri, firâset kelimesidir. Firâset, sözlükte "sezme, keşfetme, ileri görüşlülük, öngörü, ince kavrayış" anlamlarını taşır.374 Dar manada bir kişinin görünümünü inceleyerek onun huyu, mizacı ile ilgili tahmin yürütmek anlamına gelir.375 Kapsamlı olarak bakıldığında akılla, duyularla değil, yalnız sezgi ile erişilen bilgilerin 369 el-Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, C. V, s. 326. 370 el-Buhârî, "Kitâbu'l Menâkıb", 24. 371 el-İsfehânî, a.g.e., s. 577; İbn Manzûr, a.g.e., C. XIII, s. 522-523. 372 Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul: Bilmen yayınları, 1988, C. I, s. 13. 373.Hayreddin Karaman, "Fıkıh", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, s. 1. 374 Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, İstanbul: Ensar Yayınları, 4.baskı, 2005, s. 46, 146. 375 el-İsfehânî, a.g.e., s. 186. 67 tümünü içine alan bir kavram olduğu görülür. Belirli bir hüccet bulunmaksızın zihinde beliren bilgi, yargı olarak da tanımlanır.376 Araplar'ın İslamiyetten önce "ilmü kıyâfeti'l-eser" ve "ilmü kıyâfeti'l-beşer" sahasında gelişmiş oldukları ifade edilir. Bu konuda ilerlemiş kişilerin, yerdeki izi inceleyerek izi bırakanın yaşı, cinsiyeti ile ilgili çıkarımlarında isabet ettikleri nakledilmiştir. Hakk'ın, kalbine yerleştirdiği nur vesilesiyle kişinin sahih olanı hatadan, güzeli çirkinden tefrik etmesine, "ilahi firâset" denilmiştir.377 Firâset, eski devir İslam kültüründe farklı ilim alanı olarak öne çıkmıştır. Bu ilim "ilmü'l-kıyâfe" ismiyle zikredilmiş ve bundan birçok ilim tezahür etmiştir. Firâset gün geçtikçe fıkıh kaynaklarında da ele alınmış, bilhassa yargılama hukuku sahasında bilgi ve kanıt vasıtası kabul edilip edilmeyeceği tartışılmıştır. Kaynaklarda vurgu yapılan mevzulardan biri hüküm verenin, ictihad edenin ve liderin firâsetle hareket etmesi gereği mevzusudur.378 Firâset kelimesiyle murad edilen şeyin ne olduğu çoğu zaman muayyen değildir. Kişilere ve kullanım sahasına göre içeriğinin farklılık arz ettiği ifade edilebilir. Ebû Bekr İbnü'l-Arabî, âyette yer alan "mütevessimin"379 ifadesinin "firâset sahipleri" anlamına da geldiğini söylemiştir. Bir zamanlar kadılık vazifesinde bulunmuş olan İyâs b. Muâviye'nin çoğu davada firâsetiyle karar verdiğine dikkat çekmiştir. Üstadı olan Kaffâl eş-Şâşî'nin, bu metodu eleştirme maksadıyla risale yazdığını nakletmiştir. İbnü'l-Arabî'ye göre kazâî karar ortaya koyarken hangi usullere başvurulacağı muayyendir ve bu konuda kesin kanıtlara dayanılması lazımdır. Firâset böyle değildir. Bu hususta fakihlerin çoğu firaseti, "şahısların dış görünüşlerinden yola çıkarak ahlak, meslek, karakter vb. özellikleriyle ilgili tahminde bulunma yeteneği" olarak algılamışlardır. Yargılama hukuku alanında hüküm koyucu sadece tarafsız, net, açık bilgileri kullanarak karar verebilmektedir. Bu dikkate alındığında firâsetin, yargılamada karara kaynak olarak kabul edilmesi doğru görülmemektedir. Kazâî kararda 376 Muhammed Revvas Kal'acî, Fıkıh Lugatı, (çev. Ayhan Ak), İstanbul: Ocak yayıncılık, 2012, s. 242. 377 Uludağ, "Firâset", a.g.md., C. XXIII, s. 116. 378 Salim Öğüt, "Firâset" (Fıkıhta), Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXIII, s. 117-118. 379 el-Hicr 15/75. 68 firaseti dayanak kabul etmek tahminde bulunarak karar vermek olur. Bunun zulüm olduğu ile ilgili tartışmalar da bu düşüncenin neticesidir.380 İbn Kayyîm el-Cevziyye gibi fakihler firâsete kapsamlı manalar vermişlerdir. Onlara göre firaset, hüküm koyucunun, kanıtları ayrıntılı olarak ele alıp hadiseler arasında ilişki kurması neticesinde hakikati sezinlemesidir. İbn Kayyim'e göre firâset, hüküm koyucu ve liderlerde olması gereken mühim bir özelliktir. O, firâsetle hareket edilmezse hatalı kararlar alınacağını belirtir. Aynı zamanda hukuki dayanaklar bırakılıp firâsetle karar verme hakkında ileri gidilirse hata edilebileceğini belirterek dengeli bir usül takip edilmesinin lüzumuna değinmiştir.381 Fıkıh alanında genel anlayışa göre hüküm koyucu hüküm verirken hadiselerin zâhirî görünüşleri ile tarafsız kanıtlarla ulaşılan verileri adaleti tahsîs etmede kâfî görmediği zaman aklı ve firâseti ile hareket ederek ipuçlarını incelemelidir. Bunlar aracılığıyla yeni kanıtlara ulaşmaya gayret etmelidir. İlk zamanlardan beri hüküm koyucunun âlim olmasıyla birlikte, fehm ve kavrama kabiliyetinin gelişmişliğine de dikkat edilmesi bu hedefle ilgilidir. Bu sebepten ötürü firâset, tarafsız ve kesin kanıtlarla çelişen, bunlara rağmen karara dayanak olan bir huccet değildir. Bununla birlikte, kâfi görülen bir kanıt bulunmadığında araştırmayı ayrıntılandırmada hüküm koyucuyu harekete geçirebilecek ve sadece muayyen hususlarda yarar sağlayabilecek bir yöntem olarak görülmektedir. 4. Kelâm'da Bu bölümde genel olarak bilgi problemini ele alarak bilginin kaynağına ve bilginin değerine değineceğiz. "Kelâm'da bilgi" başlığı altında nazarî bilgiden söz ederek keşf ve ilham hakkında da bilgi vereceğiz. Ayrıca Kelâm'da keşf ve ilhamın bilgi değeri olup olmadığı hakkındaki tartışmaları nakledeceğiz. a. Genel Olarak "Bilgi" Problemi Dînî terminolojide bilgi kelimesi, "el-ilm" ve "el-ma'rife" kavramlarıyla ifade edilir. Bilgi, "bilen ile bilinen yani özne ile nesne arasında meydana gelen ilişki" veya "bilme 380 et-Trâblûsî, Ebû'l Hasen Alî b. Halîl, Mu'înü'l-Hükkâm, 2.bs., Kâhire: y.y., 1973, s. 168. 381 İbn Kayyîm, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb el-Cevziyye, (v. 751/1350), et- Turûku'l-Hükmiyye fi's-Siyâseti'ş-Şer'iyye, Kâhire: Matbaatü'l-Âdâb,1317, s. 3-5. 69 fiilinin belli bir ifade biçimine bürünmüş neticesi" olarak anlaşılmıştır. Bilgi kavramı, çeşitli akımlar açısından tarif edilir. Kindî, bilgiyi "eşyanın hakikatleri ile kavranması" şeklinde tanımlar.382 Şerîf el-Cürcânî'ye göre bilgi "düşüncenin gerçeğe tam uygun olmasıdır".383 İlim, "a-l-m" (علم) kökünden türemiş bir kavramdır. Sözlükte "bir şeyi gerçek manasıyla kavramak, hakikatle uyuşan kesin inanç, bir nesneyi olduğu haliyle bilmek, bir nesnenin biçiminin zihinde belirmesi, bir nesnede gizli durumun zâil olması, tümel ve tikellerin idrak edilmesini sağlayan bir sıfat" gibi farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Bilgisizliğin zıttı (cehl) olarak da tarif edilir.384 Bununla birlikte ilim kelimesi, lügatte "şuur"385, "yola dikilmiş olan ve yoldakilere doğru yolu belirten alâmet", "iki şeyi birbirinden tefrik alâmeti", "eser ve alâmet" manalarına da gelmektedir.386 Bâkıllânî ve Cüveynî'nin ittifak ettikleri tanıma göre ilim, "bilgiye konu olan şeyi olduğu gibi bilmektir", "bilginin nesnesine tümüyle uygun olmasıdır."387 Bağdâdî 'ye göre ilim, "hayatla vasıflanan varlığın, sayesinde âlim olduğu bir sıfattır".388 Eş'arî' nin bilgiyi, "bilinenin olduğu gibi bilinmesi veya idrak edilmesidir." olarak tanımladığı nakledilmiştir.389 Kelam ilminde marifet kavramı, çoğunlukla "ilim" kavramıyla özdeş görülmüştür. Kelamcılar, bilgide tarafsızlığı kabul ettikleri için "marifet" teriminden çok, "ilim" terimini kullanmışlardır. Bununla birlikte, marifet kavramını çoğunlukla ilim kavramıyla müteradif saymışlardır.390 Marifet sözlükte "bilmek, tanımak, ikrar etmek, cehaletin karşıtı olan ilim" anlamlarına gelir.391 Bu kelime, ilim için kullanılmakla birlikte ilme nazaran daha özel manalar içerir. İlmin konusu "birleşik varlıkların bilgisi", marifetin konusu "basit 382 Kaya, a.g.e., s. 422. 383 el-Cürcânî, a.g.e., s. 156. 384 İbn Fâris, a.g.e., C. IV, s. 109; İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 417; el-Ferâhîdî, a.g.e., C. III, s. 203, 222; el- Kâşânî, a.g.e., s. 363; el-Cürcânî, a.g.e., s. 130; İlhan Kutluer, "İlim", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1994, C. X, s. 109. 385 ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXXIII, s. 126; Âsım Efendî, a.g.e., C. IV, s. 410. 386 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. III, s. 202. 387 el-Bâkıllânî, Tayyib b. Muhammed el-Basrî, (v. 403/ 1013), et-Temhîd fi'r-Red ale'l-Mülhideti'l-Muattıla, (thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Beyrût: Müessesetü'l-Kütübi's-Sekâfiyye, 1947, s. 25; el-Cüveynî, İmâmû’l- Harameyn Abdulmelik b. Abdilâh b. Yûsuf, (v. 478/1085), Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâdi’l-Edilleti fi Usûli’l İ’tikâd, Mısır: Mektebetu’l-Hancı, 1950, s. 12-14. 388 el-Bağdâdî, a.g.e., s. 5. 389 el-Pezdevî, Ebû'l-Yüsr Muhammed b. Muhammed, (v. 493/1100), Usûlu’d-Dîn, (çev. Şerafeddin Gölcük), İstanbul: Kayıhan Yayınevi, 1980, s.22; el-Cüveynî, a.g.e., s.12-14. 390 el-Mâturîdî, a.g.e., s. 69, 75; el-Bâkıllânî, a.g.e., s.13; İbn Fûrek, a.g.e., s. 6. 391 el-Kâşânî, a.g.e., s. 363. 70 varlıklar"dır. Bundan dolayı Hakk'ı bilmek "âlime" ) علم ) maddesiyle değil, "arafe" (عرف) maddesiyle ifade edilmektedir.392 Kelam âlimleri, "eşyanın hakikati sabittir" ibaresiyle eşyanın tarafsız ve öğrenilebilir hakikate sahip olduğunu vurgularken bilginin imkânını belirtmeyi murâd etmişlerdir. Bilginin menşei problemi çoğunlukla "bilgi edinme yolları" bölümünde ele alınmıştır. Bunlar, "sağlıklı işleyen duyular, akıl ve doğru haber" olarak ifade edilmiştir. Akla dikkat çeken Mu'tezile hariç bahsedilen mevzunun, Mâturîdî'den evvelki kelam âlimlerince mühim görüldüğü dile getirilemez. Mâturîdî'den beri bilgi problemi, mütekellimlerin çoğu tarafından bağımsız bölümler halinde incelenmeye başlanmıştır.393 Kelâm âlimleri bilginin kaynağını "akıl, mütevâtir haber ve duyular" olarak ifade etmişlerdir.394 Kelâmda duyularla kazanılan bilgi zorunlu bilgidir. Dolaysız bilginin kaynağı duyulardır. Kazanılmış bilgilerin kaynağı istidlâldir. Akıl, bedîhî bilgilerin kavranmasını sağlamanın yanında acı, mutluluk gibi tecrübelerin kavranmasını da mümkün kılar.395 Mu'tezile'ye göre idrak, maddi iken Eş'arîler'e göre "manevi bir keyfiyet"tir.396 Akıl vasıtasıyla kazanılan bilgi ya zaruridir ya da istidlâlle kazanılır. Öte yandan kelamcılar hakikate mutabık olan haberi, sahih bilgi olarak kabul eder. Bu haber, mütevatir olduğu için sahihtir. Ayrıca kesin bilgi olarak görülür. 397 Bilginin kaynaklarını kısaca ele alalım: 1) Duyular Dini terminolojide duyu kelimesinin karşılığı olarak his, hâsse kavramları kullanılmaktadır. Duyu, kendisiyle duyusal etkenlerin kavrandığı güçtür.398 Diğer bir ifadeyle, canlılarda eşyayı idrak etmeyi sağlayan ruhî bir kuvvettir.399 392 et-Tehânevî, a.g.e., s. 715. 393 Necip Taylan, "Bilgi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XI, s. 159. 394 el-Mâturîdî, Te'vîlâtü'l-Kur'ân, I-V, (thk. Fâtıma Yûsuf el-Heymî), Beyrût: Müessesetü'r- Risâle, 2004, C. V, s. 464-465; el-Bâkıllânî, a.g.e., s. 8-11; İbn Fûrek, a.g.e., s. 18; Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî fî ebvâbi’t- Tevhid ve’l-Adl, C. XII, s. 343; el-Pezdevî, a.g.e., s. 18. 395 el-Bâkıllânî, a.g.e., s. 7-8; el-Bağdâdî, a.g.e., s. 8-9. 396 el-Eş'arî, Ebu’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Basrî (v. 324/936), Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Kâhire: Mektebetü'n-Nehdâti'l-Mısriyye, 1969, s. 339-340. 397 Taylan, a.g.md., s. 159. 398 el-İsfehânî, a.g.e., s. 231. 399 Hökelekli, "Duyu", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. X, s. 8. 71 İnsanın idrak mekanizması duyular vasıtasıyla çalışmaktadır. Dış dünyanın idrak edilmesi beş duyu ile mümkündür. Kelam âlimleri duyuları bilgi kaynakları arasında ele almışlardır. Bu, onların zâhirî gerçekliğe verdikleri önemi ortaya koymaktadır. Yaratıcının varlığı ile birliğinin işaretlerinin evrene yerleştirilmiş olduğu düşünülünce duyuların önemi ortaya çıkmaktadır. Bununla beraber, duyu organlarının vazifelerini eksiksiz ifa etmeleri, aklın doğru bir şekilde kullanılmasına bağlıdır. Duyu organları vasıtasıyla elde edilen bilgilerin kişiyi yanıltma payı bulunmaktadır. Fakat bu bilgiler akılla desteklendiğinde yanılma payı azalmaktadır. 2) Mütevâtir haber Mütevâtir kavramı sözlükte, "araya zaman girmekle beraber kesintiye uğramaksızın devam etmek" manasındaki vetr ( وتر) kökünden türemiştir.400 Mütevâtir haber, sadık haber kapsamında ele alınmaktadır. Bu haberin konusunun sahihliği bizzat kendisiyle anlaşılır. Yalan söyleme ihtimalleri olmayan topluluğun verdiği haber olarak da ifade edilir.401 Kelâm âlimleri hakikate mutabık haberi sahih bilgi olarak kabul eder. Fakat bu haberin aklî verilerle tearuz etmemesi gerekir. Bu hususta aklın neye göre mikyas alınacağı tartışılmıştır. Bu tartışmalar genellikle aklın hudutlarının olmasıyla alakalıdır. Mutezile'nin akla tanıdığı alan oldukça geniştir. Nitekim bir şeyin doğruluğunu veya yanlışlığını peygamber gelmeden evvel aklın anlayabileceğini ifade etmişlerdir. Ehl-i sünnete göre bu konuda nakil esastır. Fakat Mâturîdî'ye göre, Cenâb-ı Hakk'ın mevcudiyetine dair bilgiye erişmek akıl için imkân dâhilindedir.402 3) Akıl Bilgi kaynaklarından biri olan akıl, sözlükte "engellemek, yasaklamak, ahmaklığın karşıtı, menetmek, bağlamak, alıkoymak" gibi manaları taşımaktadır.403 "Anlayış, zekâ" anlamına da gelir.404 Terim olarak, "kişiyi öteki canlılardan farklı ve mükellef kılan, doğruyu 400 Yunus Apaydın, "Mütevatir", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXIX, s. 208. 401 el-Cürcânî, a.g.e., s. 66. 402 Taylan, "Bilgi",, a.g.md, s. 159. 403 el-Cevherî, a.g.e., C. VI, s. 1769; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 3046. 404 ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXX, s. 18. 72 yanlıştan ayırma kuvveti, düşünme ve anlama yetisi" olarak tanımlanır.405 Akıl, "iki iyiden daha iyisini, iki kötüden daha kötüsüsünü kavramak"tır.406 Kur'ân-ı Kerîm literatüründe akıl kavramı, "bilgi elde etmeyi sağlayan kuvvet" ve "bu kuvvet ile edinilen bilgi" olarak tanımlanmıştır.407 Dini olarak sorumlu tutulmayı sağlayan akıl, ilk manadaki akıldır. Âyetlerde "kalb", "fuâd", "elbâb" kavramları, akıl kavramına yakın anlamlı kullanılan kavramlardır. Bu kavramlar "sezme, anlama, idrak etme gücü" manasına gelmektedir. Bunlar genellikle kişinin iç âlemine hitap etmek amacıyla kullanılmıştır.408 Bilgiye ulaşma yolu bakımından aklî sezgi Sezgi kelimesi Arapça'da "hads" kelimesi ile ifade edilir. İslâm Ansiklopedisi’nde sezgi kavramı "bir düşüncenin doğrudan bir şekilde, kasıt ve seçim olmaksızın aniden kavranması; bir işin ya da olayın neticesi hakkında tahminde bulunma, ölçüp tartma; hızlı ilerleyiş, çabuk kavrayış" şeklinde tarif edilmektedir.409 Sezgi‚ "zihnin, birlikte meydana gelmeleri sebebiyle ilkelerden sonuçlara vasıtasız olarak hızla intikal etmesi" olarak da tanımlanmaktadır. 410 Konusu, içeriği açısından birçok sezgi çeşidinden bahsedilir. Bunlardan bazıları "tecrübî, aklî, felsefî, mistik sezgi"dir.411 Aklî sezginin kaynağı akıldır. Tecrübî sezginin kaynağı duyulardır. Aklî ve tecrübî sezgide ortak noktalar vardır. Nitekim tecrübî ile aklî sezgide bilgilenme, bizzat şahıs sebebiyle hâsıl olur. Ayrıca şahısa dışarıdan bir etki bulunmamaktadır. Mistik sezgi bunlardan farklıdır. Zira mistik sezgi yoluyla şahıs sadece var olan güçlerini kullanarak bilgiye erişemez. Şahsın sezgi vasıtasıyla bilgiye ulaşmasını sağlayan yüce bir güç bulunur. Bu sebeple mistik bilgi, şahsın dışında hâsıl olur. Dolayısıyla mistik sezgi, "dinsel, Tanrısal, ilâhi sezgi" gibi isimler alabilir. Kelamcılar bilhassa aklî sezgiye önem vermektedir. Onlar sezgiyi, "aklî öncüllerden neticeye hızlı bir şekilde ulaşmak; basit bir müşahede ile neticeye erişmek; öncülle neticenin 405 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. X, s. 238. 406 Âsım Efendî, a.g.e., C. III, s. 1446. 407 el-İsfehânî, a.g.e., s. 172. 408 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. II, s. 238. 409 Hökelekli, "Sezgi", a.g.md., C. XV, s. 68. 410 el-Cürcânî, a.g.e., s. 156; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 300-301. 411 Cemil Saliba, el-Mu'cemü'l-Felsefî, Beyrût: Dâru'l-Kitâbi'l-Lübnânî, 1982, C. I, s. 454. 73 aynı anda zihne gelmesi" olarak görürler. Bu, zorunlu bir bilgi çeşididir. Filozoflara göre de, sezginin bu manası geçerlidir. Bazı ilim adamları keşf, ilham vb. deruni bilgi çeşitlerini de sezginin çeşidi olarak kabul etmeye meyillidir. İbn Haldûn'a göre, müneccimlerin bilinmeyenle ilgili ulaştırdıkları malumat, sezgi kaynaklı tahminlerdir.412 Birtakım İşrâkiler, kişinin nefsinin gerçeği aktarır hale ulaştığında mistik sezginin tahakkuk edeceğini kabul eder. Bu aşamada ilahi nur, nefsi kaplar. Bu hal, "ilham" ya da "ruhi keşf" olarak adlandırılır. Dolayısıyla sezginin aracısız, istek harici, aniden içe doğma biçiminde meydana gelen bilgi çeşitlerinin tümünü içeren müşterek kelime olduğu söylenebilir.413 Bilginin değeri bakımından incelendiğinde Kur'ân'da, "bilgide kesinlik" kavramı göze çarpmaktadır. Bu açıdan bilgi ilme'l-yakîn "kesin zihni bilgi", ayne'l-yakîn "kesin gözlem" ve hakka'l-yakîn "kesin tecrübe" olmak üzere üç kısma ayrılmıştır.414 Bilginin değeri bakımından yakîn, zann ve vehm kavramlarına değinmek faydalı olacaktır: 1) Yakîn "Yakîn" kavramı sözlükte "bilgi, kuşkuyu gidermek" gibi manaları taşımaktadır.415 İsfehânî bu kavramı, "hükmün kesinleşmesiyle beraber anlayışın istikrarlı bir duruma bürünmesi" olarak tanımlamıştır.416 Diğer bir tanıma göre "yakîn", "hakkında kuşkunun bulunmadığı bilgi ve hakikate mutabık inanç"tır.417 Mütekellimûna göre ilim ve yakîn kelimeleri birbirinden farklı kelimeler değildir. Onlar yakîn kavramını kesin bilgi olarak tarif etmiştir. Gazzâlî bu kavramı, kesin tasdik oluşan, hakkında münakaşa edilemeyen bilgi olarak açıklamıştır. Ayrıca mütekellimûnun yakîn kavramıyla kuşkudan uzak bilgiyi murad ettiklerini nakletmiştir.418 Gazzâlî, kesin bilgiyi "içinde kuşkunun asla bulunmadığı bilgi" olarak ifade etmiştir. Gazzâlî bilgi türlerini "yakiniyyât", "i'tikâdât" ve "zanniyyât" olarak üç kategoride ele almıştır. Bunlar da "ilk bilgiler, iç gözlemler, dış dünyaya dair duyumlar, tecrübî bilgiler, 412.İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed b. Hasen el-Hadramî el-Mağribî, (v. 808/1406), Mukaddime, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayyınları, 1983, C. I, s.113-114. 413 Hökelekli, "Sezgi", a.g.md., C. XV, s. 68. 414 bknz. et-Tekâsür 102/ 5-7; el-Hâkka 69/51. 415 el-Cevherî, a.g.e., C. VI, s. 2219 ; İbn Manzûr, a.g.e., C. VI, s. 4964. 416 el-İsfehânî, a.g.e., s. 718. 417 el-Cürcânî, a.g.e., s. 259 ; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 684. 418.el-Ğazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Ahmed, (v. 505/1111), İhyâu Ulûmi'd-Dîn, I-IV, (çev. Ahmed Serdaroğlu), 3. bs, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1974, C. I, s. 83. 74 tevatür ile edinilen bilgiler, varsayımlar, yaygın kabüller" olmak üzere yedi gruba ayrılmaktadır.419 2) Zann Zann kavramı sözlükte "kuşkulanmak, kesin bilgiye ulaşmak, itham etmek" manalarına gelmektedir. Zann kavramı hem "yakînin zıttı" hem de "düşünerek ulaşılan kesin bilgi" manasında kullanılmaktadır. İsfehânî bu kavramı, "bir emâreden hâsıl olan kanaat" olarak tarif etmiştir. Söz konusu emâre kuvvetliyse ilme ulaştırır, zayıfsa vehim hududunu geçmesi mümkün olmaz.420 Dolayısıyla zann kavramının, yakîn ile vehim kavramlarının arasında bulunduğu söylenebilir. Kesinlik mertebesine ulaşmayan, ancak yüzde ellinin üzerinde bulunan bilgidir. 3) Vehm Vehm kavramı sözlükte, "kuruntu, tahmin, içe doğan şey" manalarına gelir. Bilginin değeri bakımından "iki önermeden tercihe uzak olanı, iki kanaatin daha zayıf olanı" anlamlarını ifade etmektedir.421 Kesinlik mertebesine ulaşmamış olup yüzde ellinin altındaki bilgidir. b. Kelâm'da Bilgi Kelam âlimlerinin bilgiye dair çalışmalarının çoğu, bilginin imkânı hakkındadır. Onlara göre eşyanın tarafsız, bilinebilir bir gerçekliği vardır. Kelam âlimleri, bilgi çeşitlerini "Allah'ın ilmi ve mahlûkatın ilmi" olarak iki kısımda ele almışlardır. İnsanın bilgisini "zorunlu bilgi", "istidlâlî bilgi" şeklinde ayırmışlardır. Örneğin duyularla kazanılan bilgiler zorunludur. İstidlalî bilgide nazarî araştırma gereklidir.422 Nazarî bilgilerin elde edilmesini mümkün kılan kuvvet olarak tarif edilen aklın, kelamcılar nezdinde önemli bir yeri vardır. Cübbâî'ye göre akıl, hatalardan sakındıran, doğruluğa, iyiliğe meylettiren bilgidir. Akıl, zihinden geçirilenler ve eylemler hakkında yol 419 el-Ğazzâlî, el-Munkız mine'd-Dalâl, s. 4-5. 420 Mustafa Çağrıcı, "Zann", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, C. XLIV, s. 120. 421 Ali Durusoy, "Vehim", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2012, C. XLII, s. 615. 422 el-Bâkıllânî, a.g.e., s. 14. 75 gösteren mühim bir bilgi kaynağı olarak görülmüştür. Mutezilî âlimlerin çoğu bu görüştedir. Kâdî Abdulcebbâr'a göre akıl, kişinin mükellef olabilmesini sağlayan bilgilerin bir araya gelmesidir. Bu tarifte aklın, zamanla elde edilen bilgiler olduğu vurgulanmıştır. Dolayısıyla hem nazari bilgileri hem tecrübî bilgileri kapsamaktadır. Bazı kelamcılar aklı, nazarî bilgilerin elde edilmesinden veya yalnızca zaruri bilgilerin tümünden ibaret olarak görmez. Zira nazarî bilgi sadece akılla elde edilir. A'mâ olan kişi de görmeye dair zaruri bilgilere sahip olmasa bile akla sahip olabilmektedir. Gazzâlî, akılla ilgili bahsi geçen farklı fikirleri bir araya getirmiştir. Böylece aklı, zarûrî ve nazarî bilgilerin elde edilmesini mümkün kılan kuvvet olarak benimsemiştir.423 Nazar kavramı sözlükte tefekkür, teemmül manalarını taşmaktadır. Terim olarak, bilinenlerden yola çıkılarak bilinmeyene erişmeyi mümkün kılan düşünce eylem olarak tanımlanmaktadır.424 Nazarî bilgiler düşünme ve akıl yürütmeyle kazanılan bilgileri ifade etmektedir. Aklın iki mühim işlevi bulunmaktadır. Biri duyulardan gelen verileri sunmak, diğeri akıl yürütmeyle bilgi meydana getirmektir. Kelam ilminde mühim olan, akıl yürütmeyle elde edilen bilginin doğruluğudur. Zira duyularla edinilen zarurî veriler zaten mevcuttur. Şeriat, tevhid, nübüvvet gibi konuların doğruluğu nazarî bilginin alanına girmektedir. Bundan dolayı kelam ilminde nazari bilgi elzem bir bilgi kaynağıdır. Kelamcılar aklı nazarî ve amelî olarak iki kısımda ele almıştır. Nazarî akıl, eylemle bağlantısı olmayan bilgileri kavrayan akıldır. Bu idrak gücü olarak da görülür. Amelî akıl, fiilin uygulanıp uygulanmamasının gerekliliğini kavrayan akıldır.425 Kelâm âlimleri, bilginin güvenilirlik kriterlerini açıklamaya gayret etmişlerdir. Onlara göre bilgi edinme yolları "akıl, duyular, sadık haber" olarak üç kısma ayrılır. İlhâm yoluyla oluşan bilgiler güvenilir kabul edilmemektedir.426 Bununla birlikte ilm-i kelamda, birtakım husûsî hallerde ilhâmın bilgi kaynağı olabileceği ifade edilmiştir. Bu da, sadece Peygamberlere gelen ilhâmdır.427 Âyetlerde Meryem428 ile Mûsâ'nın vâlidesine429 geldiği 423.Yusuf Şevki Yavuz, "Akıl (Kelâm'da)", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, C. II, s. 244. 424 el-Cürcânî, a.g.e., s. 121. 425 Yavuz, a.g.md., C. XI, s. 245. 426 el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd, s. 69-72 ; Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî, C. XII, s. 343; el-Pezdevî, a.g.e., s. 18- 20. 427 İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, İstanbul: Matbaa-i Amire, t.y., s. 36. 428 Meryem 19/19. 429 Tâhâ 20/38, el-Kasas, 28/7. 76 belirtilen vahiy, ilhâm anlamındadır. Fakat bu ilhâm, onların peygamber olarak kabul edilmesini sağlayacak bir ilhâm değildir. Yaşayacakları hâdiseler hakkında onları bilgilendirme ile müjdeleme özelliğine sahip bir ilhâmdır.430 "Ashâbü'l-ilhâm" şeklinde isimlendirilen topluluk, aklî bilginin derin düşünme neticesinde ilahi ilham vasıtasıyla hâsıl olduğunu kabul etmiştir. Kâdî Abdulcebbâr, bu topluluğun görüşlerini eleştirerek ilhamın bilgiye kaynaklık edemeyeceğini ifade etmiştir.431 Câhız'ın "Kitâbü'l-İlhâm" isimli bir eser kaleme aldığı belirtilir. O, eserinde ilham kaynaklı olan bilgilerin nesnel bir özelliğe sahip olduğunu belirtmiştir. İlhamın, İslami hususlarda bilgiye dayanak teşkil edemeyeceğini ifade eden ilk ehli sünnet mütekellimi, Mâturîdî'dir. Mâturîdî, şahsın ilminin nâkıs olduğu, kaynağı direkt Hakk olan ilhamî bilgiye yönelmenin lüzumunu savunan farklı toplulukların varlığını belirterek bunların fikirlerini eleştirmiştir.432 Gazzâlî, "beş duyu, akıl ve sadık haber" yanında ilhamı da bilgi kaynağı olarak görmüştür. O, ilhamı, "bir gayret ve çalışma olmaksızın, kalpte doğrudan meydana gelen bilgi" olarak tanımlar. Gazzâlî'ye göre, "akıl, beş duyu, doğru haber" yoluyla bilgi hâsıl olabileceği gibi; ilham vasıtasıyla da bilgi elde edilebilir.433 Gazzâlî haricindeki sünnî kelamcılara göre, kanıtlanamayacağı ve nesnelliği sebebiyle ilham, bilginin dayanağı olarak görülemez.434 Fakat Caferîler ile Rafizîler ilhamı, bilginin dayanağı olarak görmüşlerdir.435 Muhâsibî, Âmidi, Bağdadî, Cürcânî, Râzî gibi kelam âlimleri, ilhâmî bilgiye açık kapı bırakmışlardır. Bu âlimler ilhamın, muayyen ölçütler doğrultusunda marifetullah hakkında bilgi kaynağı olabileceğini belirtmişlerdir.436 Bilgi türleri zâhir ve bâtın olarak iki kısımda incelenmektedir. Zâhirî, bâtınî ilim ayrımını ilk kez Şiiler ileri sürmüştür. Bâtınî ilim, Gazzâlî'nin tesiriyle zahir âlimlerince de kabul edilmiştir. Kelamcılar'ın, bilgi kaynaklarını "akıl, beş duyu, sadık haber" olarak üç grupta ele aldıklarını nakletmiştik. Onlar, peygamberlere ulaşan vahiy ile ilhamı haber başlığı altında değerlendirerek benimserler. Gazzâlî gibi âlimler, tasavvuf âlimlerinin "keşf, ilham, ilm-i bâtın" vb. kavramlarla söz ettikleri hususları, bilginin dayanağı olarak 430 el-Mâturîdî, Te'vilâtu'l Kur'ân, C. VII, s. 279-280; C. VIII, s. 149. 431 Kâdî Abdülcebbâr, el-Muğnî, C. XII, s. 96. 432 el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd, s. 6. 433.el-Ğazzâlî, el-İktisad fi'l-İ'tikâd, (çev. Kemal Işık), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1971, s. 184. 434 Mehmet Şaşa, Kelam ve Tasavvuf Açısında Marifetullah, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2018, s. 89. 435 el-Pezdevî, a.g.e., 18. 436 el-Muhâsibî, a.g.e., s. 78, 100. 77 benimsemişlerdir. Bununla beraber, bu çeşit öznel verileri şüpheden uzak tutmak maksadıyla bu bilgilerin âyetlere, hadislere mutabık olmasına dikkat etmişlerdir. Teftâzânî'nin, "ilhamla ilim meydana gelirse de bu ilim her kişi için bir hüccet teşkil etmez" ifadesi bu hususta kelamcıların müşterek fikirlerinin özeti olarak görülebilir.437 İbn Fûrek'e göre ilham bilgiye dayanak olarak görülemez, hüccet de olamaz.438 Abdülkadir Bağdâdî, birtakım şahıslarda teorik bilginin ilham vasıtasıyla hâsıl olabileceğini kabul etmiştir.439 Gazzâlî'nin ilhamla kazanılan ilmi değerli görmesinin ardından "Fahreddîn er-Râzî, İbn Haldûn, İbnü's-Salâh, eş-Şevkânî, ez-Zebîdî" vb. ilim adamları, muttakî şahıslarda hâsıl olan ilhamın bilginin dayanağı olabileceğini ifade etmişlerdir.440 Keşf ile ilham çeşidinden olan sezgisel verilerin, hâsıl olan tecrübenin aynısını tadmayan kişilere ispatlanma olanağı yoktur. Bundan dolayı kelamcılar böyle bilgileri delil olarak görmemişlerdir. Örneğin, Sühreverdî'ye göre şahısta meydana gelen sezgisel bilgi, bunun benzeri diğer kimselerde meydana gelmedikçe o kimse için kesin hüccet olarak kabul edilemez. Sühreverdî, sezgisel bilgilerle kuruntuların karıştırılabileceğini de ifade eder.441 Kelâm âlimlerine göre deliller, "Kitap, sünnet, icma ve kıyas"tır. İlham huccet olmamakla birlikte bağlayıcı sayılmamaktadır.442 İlhamın kaynağı, kişiye doğrudan Allah'tan ulaştığı belirlenemez. Ayrıca kendilerine ilham geldiğini söyleyenler, aralarında çelişki olan durumların ilham edildiğini belirtebilirler. Bu da, insanı çıkmazda bırakır. Böyle olunca duyulara, akla, nassa zıt olan ilham geçersizdir.443 Netice itibariyle kelâm âlimlerinin çoğu, nesnel özelliğe sahip keşf ile ilhamın, sahih bilginin kaynağı olamayacağı ve bunlarla elde edilen bilginin değer görmeyeceği konusunda görüş birliği içerisindelerdir.444 Bilgi kaynakları içine, ilham ve keşfi dâhil etmemişlerdir. 437.Süleyman Uludağ, "Bâtın İlmi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XII, s. 188-189. 438 İbn Fûrek, a.g.e., s. 316. 439 el-Bağdâdî, a.g.e., s. 14. 440 eş-Şevkânî, a.g.e., s. 415, 416. 441.es-Sühreverdî, Ebû'l-Fütuh Şehâbeddîn Yahya, (v. 587/1191), Hikmetü'l-İşrâk, (thk. Seyid Hüseyin Nasr), Tahran: Ulûm-i İnsâni ve Mütâlaat-i Ferhengi, 2001, s. 42. 442 et-Taftâzânî, Sa'düddîn Mes'ûd b. Ömer (v. 793/1390), Şerhu'l-Akâid, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991, s. 45-46. 443 İbn Teymiyye, Ebû'l-Abbâs Takiyyuddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn el-Harrânî (v. 728/1328), Der'u Teârudi'l-Akl ve'n-Nakl, (thk. Muhammed Reşâd Sâlîm), Beyrût: Dârü'l-Künûzi'l-Edebiyye, 1979, C. VIII, s. 29, 46. 444 el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 69. 78 Çünkü kelamcılara göre, keşf vasıtasıyla kazanılan sonuçlar, derûnî tecrübeyi yaşayana ait olmaktadır ve diğer insanlar için delil olarak kabul edilemez.445 Basiret, keşf ve ilham terimleriyle irtibatlı olan kavramlardandır. Kelam ilmi, basiretin anlamlarından biri olan görme olayının meydana geliş şekliyle ilgilenmez. Fakat bu yolla oluşan bilginin değeri ile ilgilenir. 5. Tasavvuf'ta "Tasavvuf" bölümünde "genel olarak tasavvufî bilgi" başlığı altında tasavvufî bilginin, şeraitten bağımsız olmadığını, amelî hayatın kaynaklık ettiği bir bilgi türü olduğunu aktarmaya çalıştık. "Özel olarak tasavvufî bilgi" başlığı altında ise marifet kavramıyla ilgili bilgi verip ilim-marifet ilişkisine değindik. Daha sonra bilgi edinme yolu olarak keşf ile ilhamı ele alıp bunlar arasındaki ilişkiden söz ettik. a. Genel Olarak Tasavvufî Bilgi Düşünme eylemi, Kur'ân'da farklı sözcüklerle öne çıkmaktadır. Çeşitli âyetlerde insanın akletmeye, tefekkür etmeye davet edildiği görülür. Nazar, tefekkür, teemmül, taakkul düşünme eylemi karşılığında kullanılan bazı sözcüklerdendir. Âyetlerin, düşünmenin amacı, şekli ve çıkış noktasıyla ilgili telkinleri mühimdir. Kişiyi düşünmeye çağıran birçok âyet incelendiğinde söylenebilir ki tefekkür de bir ibadettir. Tefekkür insanın Allah'a karşı kulluk görevlerindendir. Tekekkürün konusu, âyetlerin ışığında yaratıcı-kâinat, kâinat-insan, yaratıcı-insan münasebetidir. Kişiyi hakikatin gereklerine mutabık olarak yönlendiren âyetler, tefekkürün konusunu ortaya koymaktadır. Nitekim " َّسٰمَواِت َوااْلَْر ِض Göklerin ve) " اََولَْم يَْنُظُروا ۪في َملَُكوِت ال yerin melekûtu hakkında düşünmezler mi?)446 , " ِاْلبِلِ َكْيَ ُخِلق َْت Bakmıyarlar) " اَفاََل يَْنُظُروَن اِلَى ا mı deveye, nasıl yaratılmış)447 âyetleri bu hususa örnek olarak verilebilir. Bu âyetlerde tefekkür etmenin, nazarî gayretin önemine işaret edilmiştir. Kur'ân'ın pek çok yerinde taakkul, kalp, âyet sözcükleri arasında bir münasebet olduğu görülür. َِت۪ه لَعَلَُّكْم تَْعِقلُون هَّللاُ اْلَمْوٰتى َويُ۪ريُكْم ٰايَا İşte böylece Allah ölüyü diriltir ve" َكٰذِلَك يُْحـيِ 445 et-Taftâzânî, a.g.e., s. 45-46. 446 el-A'râf 7/185. 447 el-Ğâşiye 88/17. 79 size belki akledersiniz diye âyetlerini gösterir."448, ِب َها اَْو ِفي ااْلَْرِض فَتَُكوَن لَُهْم قُلُو ب يَْعِقلُونَ اَفَلَْم يَ۪سيُروا Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki akledecek kalpleri ve işitecek kulakları" ٰاذَا ن يَْسَمعُوَن بَِه ا olsun"449 gibi âyetler buna misal olarak verilebilir. Âyet kavramı Kur'ân'da vahiy manasına gelmekle birlikte evrendeki olaylar da onun anlam sahasında yer almaktadır. Zira âyet kavramı sözlükte delil manasındadır. Evrendeki olaylar da Allah'ın varlığına, birliğine delil niteliğindedir. Âyetlerde yer alan taakkul eylemi de kalbin ve aklın işlevidir. Cenâb-ı Hak'ın ilmine, gücüne işaret eden âyetler hakkında tefekkür etmek manasındadır. Elmalılı'ya göre, taakkul eylemi gözlemden nazarî alana intikaldir. Âyetlerde insanın, aklını kullanmaya yönlendirilmesinin amacı, onun somut olan duyu sahasından soyut olan teorik sahaya geçmesini sağlamaktır. Âyetlerde duyularla şahid olunan mucizeye dayanan imandan çok, tefekküre dayanan iman vurgulanmaktadır.450 Tasavvuf ilminde düşünme, akletme eylemi rûhî arınma vasıtasıdır. Sûfiler düşünmeyi tedebbür, teemmül, tefekkür, i'tibar gibi kavramlarla ifade ederler. Tedebbür, kişinin kendi durumunu düşünmesidir. Âyetlerdeki derin manayı düşünmeye de tedebbür denilir. Teemmül, zahiri âlemin tesirinden kurtularak ilahi hakikatler hakkında derin düşünmeyi ifade eder. Tefekkür, evrendeki her şeyin yaratılış hikmeti hakkında basîret gözüyle akıl yürütmeyi, nimetler hakkında derin düşünmeyi içine alır. İ'tibar ise evrenin, evrendeki mahlûkâtın geçiciliğini hatırda tutarak, ibret gözüyle bakarak düşünmektir.451 Nazarî bilgi, akıl ve istidlalle elde edilen bilgidir. Tasavvuf ilminde akıl kelimesinin üzerinde fazlaca durulan manalarının, "bağ" ve "engel" manaları olduğu görülmektedir. Akıl için bu anlamların ifade edilmesinin temelde iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki; bilgisizliğin karanlık görülmesi ve aklın aydınlığa ulaştığında karanlığı yok ederek bilgisizliğe duvar örmesidir. Diğer neden, insan aklının ilâhî gerçeklere erişmedeki engelleyici özelliğiyle bağlantılıdır. Bu hal, Allah’ın emirlerini uygulamakla birlikte Hz. Muhammed'e uyduğu için küllî akılda bulunmamaktadır. Böylece küllî akıl nurlanarak cüz’î aklın hudutlarını geçer ve gerçeklerin berisinde engel olmaktan kurtulur.452 448 el-Bakara 2/73. 449 el-Hacc 22/46. 450 Yazır, a.g.e., C. I, s. 564-570. 451 İlhan Kutluer, "Düşünme", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, C. X, s. 57. 452 es-Sühreverdî, a.g.e., s. 592. 80 Tasavvufta akıl, "rahmânî bir cevher" olarak görülmektedir. Aklın yeri dimağ, ışığı kalptir. Tasavvuf ilminde akıl kavramı için farklı tasnifler yapılmıştır. Bir tasnife göre akıl, küllî ve cüz'î olarak iki kısımda ele alınmıştır. Küllî akıl, ruhun nurundan doğmuştur. Cüz'î akıl ise hidayetin nurundan oluşmuştur. Cüz’î akıl, herkeste bulunmaktadır. Küllî akıl, yalnızca tevhid anlayışı olan kişilerde vardır.453 Başka bir tasnife göre akıl, "akl-ı meâş" ve "akl-ı meâd" olarak iki kısma ayrılır. Akl-ı meâş, "dünya işleriyle ilgilenen, gerçeklere erişemeyen akıl"dır. Akl-ı meâd, "âhireti tefekkür eden ve ledünni ilme ulaşıp zât-ı ilahiyeye erişen akıl" şeklinde ifade edilmiştir. Akl-ı meaş, alet, vasıta olmadan kavrayamaz. Sufilere göre bu akıl acizdir, yetersizdir.454 Abdülkerîm Cîlî'ye göre, "Allah, akıl yoluyla kavranamaz" denirse, bununla kastedilen akl-ı meâştır. "Allah, akıl ile bilinir" denirse, kastedilen akl-ı evveldir. Akl-ı evvel, yaratıcıdan mevcudiyeti onaylayan ilk cevherdir. O, akl-ı evvel'i akl-ı mead'a temel olan derece olarak görür. Akl-ı evvel, bedende ilahi ilmin oluşum yeri olarak görülmektedir. Akl-ı meâş'ın akl-ı evvel'e erişmesi mümkün değildir. İnsanın Allah'ı bilebilmesi, akl-ı evvel'in ışığından yararlanan akl-ı meâd'a erişmesiyle mümkün olur.455 Akıl, kötülüklerden sakındıran, iyiliklere meylettiren bilgi olarak da tarif edilmiştir.456 Felsefede akıl, "varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher" şeklinde tanımlanmıştır.457 Tasavvufta ise, insanı öteki canlılardan farklı kılan rûhânî nur olarak görülür.458 İnsan bununla zaruri, nazari bilgileri kavramaktadır. Bu sebeple akıl, nazari bilgilerin elde edilmesini mümkün kılan kuvvet olarak da tarif edilir. Âyetlerde akıl, bilginin kazanılmasını sağlayan kuvvet, bu kuvvetle kazanılan bilgi olarak tanımlanmıştır.459 Akıl ilahi gerçekleri kavrama kuvvetine de sahiptir. Kur'ân'da ُهَّللا "َكٰذِلَك يُبَيُِّن ِت۪ه لَعَلَُّكْم تَْعِقلُو َن"460 .buyruğuyla aklın bu işlevine dikkat çekilmiştir لَُكْم ٰايَا Akıl manevi bir nurdur. Aklın rabbani bir latife olduğu söylenmiştir. Mahalli ise kalp olarak görülmüştür.461 Gazzâlî aklı, "Allah'ın kalbe yerleştirdiği bir nur" olarak tanımlar. 453 es-Sühreverdî, a.g.e., s. 592. 454 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka Yayınları, 2005, s. 44. 455.el-Cîlî, Kutbuddîn Abdulkerîm b. İbrâhîm, (v. 832/1428), İnsân-ı Kâmil, (çev. Abdürrahîm Ayyıldız), İstanbul: Ulu Çınar Yayınları, 1972, s. 297-301. 456 el-Âlûsî, a.g.e., C. XVII, s. 168. 457 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. XI, s. 238. 458 el-Ğazzâlî, Ihyâ, C. I, s. 70. 459 el-İsfehânî, a.g.e., s. 577. 460 el-Bakara 2/ 242; "Allah ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır." 461 el-Ğazzâlî, İhya, C. I, s. 88,95. 81 İman, eşyayı bu nurla idrak eder. Akla nazaran ilim, göze nazaran görmeye benzer. İki dünya mutluluğu onunla elde edilir. Gazzâlî’ye göre "akıl" kavramı sözlükte ve kullanılış itibariyle bu yetinin adıdır. Akıl, "tecrübeden hâsıl olan eşyanın bilgisine sahip bulunmak" olarak da anlaşılmaktadır.462 Akıl doğru yola erişebilmek için yardımcılara gereksinim duyar. Akıl sahih bilgiye erişmede duyu organlarından faydalanır. Aynı zamanda vahiy de hakikati bulmada akla katkıda bulunur. Zira aklı, temele benzetirsek şeriat de yapı gibidir. Yapı bulunmadan yalnızca temel işe yaramaz; temel bulunmada da yapı sübuta erişmez. Aklı göze, şeriatı gözün eşyayı görmesini mümkün kılan nura benzetmek mümkündür. Işık bulunmadıkça göz, bir yarar sağlamaz. Şeriat olmadan da akıl, yeterince yarar sağlamaz.463 Akıl, hakikat üzere olduğunda basiretle güçlendirilir ve doğru yolu gösterir denilebilir. Bu şekilde de bilgi hâsıl olur. Tasavvufî bilginin felsefedeki bilgiden farklı olduğu söylenebilir. Zira felsefî bilgide bulunan sezgicilik teoriye dayalı bir sezgiciliktir. Fakat tasavvufta naslara dayalı bir sezgicilik mevcuttur. Yani, dinin hükümlerine tâbi olmanın ardından ortaya çıkan bir sezgicilik anlayışı bulunmaktadır. Tasavvufta şeriatın uygulanması şarttır. Şeriatsız tasavvuf düşünülemez. Tasavvufta şeriat, tarikat, hakikat bir bütün olarak değerlendirilir ve bunların birbirinden ayrılması mümkün değildir. Tasavvufî bilgi, şeriata dayanan, dolayısıyla amelî hayatın kaynaklık ettiği bir bilgi türüdür. İslâm âlimlerine göre bilgi şu şekilde sınıflandırılmaktadır:464 aa. Zorunlu ve duyulara olan tesirle hâsıl olan bilgi. ab. Duygu ile aklî teklifler neticesinde elde edilen bilgi. ac. Okuma ya da işitme vasıtasıyla hâsıl olan bilgi. ad. Meleğin vahiy vasıtasıyla getirdiği; ilham vasıtasıyla hâsıl olan bilgi. Tasavvuf âlimleri aklî ile naklî bilgilerle beraber ilhamı da mühim görmüşlerdir. İlhamla elde edilen bilgiyi ayrıca izah etme gereksinimi duymuşlardır. Bununla birlikte 462 el-Ğazzâlî, Ihyâ, C. I, s. 70, 88; Necip Taylan, Gazâli’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınları, 1994, s. 74, 75. 463 er-Râğıb el-İsfehânî, Mutluluğun Kazanılması, (çev. Lütfi Doğan), İstanbul: Bahar Yayınları, 1983, s. 126. 464 Şakir Gözütok, Tasavvufi Eğitimde Bilginin Elde Edilmesi, Tasavvuf ve İlmi Araştırmalar Dergisi, Ankara, Sayı: 6, 2001, s. 92. 82 ilham ve vahiy arasında bulunan farkı ortaya koymaya çalışmışlardır. Buna göre peygamber vahiy meleğini görebilmektedir. Fakat ilhama mazhar olan kişide bu mümkün değildir. Mutasavvıflar bilgiyi, "manevî aydınlanmaya veya kesinlik tecrübesine ileten bir nur" olarak tarif etmişlerdir. Onlara göre bu ışık, Hakk’ın nurundan yansımaktadır. Böylelikle "kalp gözü" olarak anılan kabiliyetin gerçeği görmesini sağlar. Hal böyle olunca mutasavvıfların irfan ile ilişkilendirdikleri bilgi, zühde dayalı yaşam biçiminin, kişinin ruhuna tezahür eden aydınlanma aşamasıdır.465 Gazali, tasavvufçuların ilham yoluyla elde edilen bilgiye meylettiklerini ifade etmektedir. Gazâlî'ye göre, peygamberlere ve Allah'ın veli kullarının kalplerine ilahi nur akarak öğrenme gerçekleşmiştir. Bu öğrenme, Hakk’a yönelmeleri vesilesiyle hâsıl olmuştur.466 Sûfîler ilme çok önem vermiştir. Onlara göre ilim, insanı hayvanlardan farklı kılan bir özelliktir. Aynı zamanda "kalbin hayatı ve gıdası" olarak görülmüştür. İçinde ilim bulunmayan bir kalp, ölümü gereken hastaya benzetilmiştir.467 Tasavvuf ilminde bilgi, üzerinde oldukça durulan hususlardandır. Sufilerin, eserlerinde ilim konusuna geniş yer verdikleri görülür. Örneğin Ebû Talib el-Mekkî'nin kaleme aldığı "Kûtu’l-Kulûb" isimli kitapta "ilim" konusu, eserin en geniş kısımlarındandır.468 Aynı şekilde Gazzâlî’nin İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn'i469, Hucvirî’nin Keşfu’l-Mahcûb'u470, Suhreverdî’nin Avârifu’l-Meârif'i471 ilim konusuna geniş yer verilen kaynaklardandır. Tasavvuf âlimleri genellikle bilgi ve ilim kavramlarını müteradif olarak kullanmaktadır. Hâsıl olan bilginin, yaşanan deneyim neticesinde ulaşılan bir hakikat olduğunu düşünürler. Bu hakikat de ilmin kendisi olarak ifade edilir. Tasavvufta ilim, zâhir ve bâtın olarak iki kısımda ele alınmıştır. Kur'ân'da yer alan "Allah'ın göklerde ve yerde bulunan şeyleri hizmetinize verdiğinin, nimetlerini zahir ve batın olarak önünüze bolca serdiğini görmez misiniz"472 âyeti buna delil olarak 465 Kutluer, a.g.md., s. 112. 466 el-Ğazzâlî, İhyâ, C. VIII, s. 171. 467 el-Ğazzâlî, a.g.e., C. I, s. 13, 21. 468.el-Mekkî, Ebû Tâlib Muhammed b. Alî b. Atiyye, (v. 386/996), Kûtu'l-Kulûb fî Muâmeleti'l-Mahbûb ve Vasfi Tarîki'l-Mürîd ilâ Makâmi't-Tevhîd, Kâhire: Dâru't-Turâsi'l-Mekkiyye, 2001, C. I, s. 363,491. 469 el-Ğazzâlî, a.g.e., C. I, s. 8, 92. 470.el-Hucvirî, Ebû'l-Hasan Alî b. Osmân b. Alî, (v. 465/1072), Keşfu’l-Mahcûb, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, s. 205. 471 es-Sühreverdî, a.g.e., s. 38, 42. 472 Lokmân 31/20. 83 gösterilmiştir. Zâhirî ilimden okuyarak, araştırarak elde edilen bilgiler kastedilmiştir. Hadis, fıkıh, kelam gibi ilimler bunun içerisinde değerlendirilmiştir. Onlara göre sırf zihnî etkinlikten oluşan bilgi, yalnız olarak ilmi izah etmesi için kâfi değildir. Mutasavvıflar amellerin en faziletlisinin ilim öğrenmek olduğunu düşünmüştür. Fakat ilim kelimesinden kastedilen, zâhirî veya derûnî olarak insanın görevi olan konulara dair bilgilerdir.473 Sûfiler kesbî bilgiye nazaran, ledünni bilgiyle fazlaca ilgilenmişlerdir. Ayrıca onlar, bilgi hususunda "nûr" terimine vurgu yapmışlardır.474 Bâtın ilmi, "gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevi kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilim" olarak tarif edilmiştir. Tasavvuf ilmine, bâtın ilmi adı verilmiştir. Batın ilmi şeriatın haricinde kalan bir ilim olarak düşünülemez. Zira bu ilim, âyetlerin, hadislerin derin anlamlarından ibarettir. Peygamberimizin bu ilmi sahabîlerin bir kısmına öğrettiği kabul edilir. Ebû Hureyre'nin, "Hz. Peygamber'den iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi"475 dediği nakledilmiştir.476 Mutasavvıflar batınî ilme keşf yoluyla ulaşıldığını ifade etmişlerdir. Bâtın ilmini, keşf ile aracısız bir şekilde Cenâb-ı Hakk'tan gelen bilgiler olarak tanımlamışlardır. Bu ilim, ledün ilmi olarak da zikredilir. Tasavvuf âlimlerine göre Hz. Muhammed'in de zahirî, batınî tarafı vardır. O'nun zahirî tarafını tüm insanların bilebileceği belirtilmiştir. Fakat batınî tarafını sadece müminler ile Allah'ın veli kullarının anlayabileceği ifade edilmiştir. Bu hususa "Sana bakıyorlar ama görmüyorlar"477 âyeti delil olarak gösterilmiştir. Buna göre âyette kâfirlerin Hz. Muhammed'e bakmalarına rağmen görememeleri O'nun derûnî tarafını ortaya koymaktadır. Kelâm ilminde olduğu gibi Tasavvuf'ta da ilim kavramı, "ilme’l-yakîn", "ayne’l- yakîn" ve "hakka’l-yakîn" olarak üç bölümde ele alınmıştır. Kelâm'da “ilme’l- yakîn" denilince, nazar ve istidlal neticesinde hâsıl olan ilim kastedilir. "Ayne’l-yakîn" kavramıyla, görmekle meydana gelen ilim; "hakka’l-yakîn" kavramıyla, bizzat yaşama neticesinde oluşan ilim kastedilir. Tasavvuf'ta "ilme’l-yakîn", istidlal yoluyla hâsıl olan bilgidir. 473.el-Kelâbâzî, Ebû Bekr Muhammed b. İshâk el-Buhârî, (v. 380/990), Kitâbu’t-Ta’arruf li Mezhebi Ehli’t- Tasavvuf, Kâhire: Mektebetu’l-Hâncı, 1994, s. 58, 59. 474 Taylan, a.g.md., s. 158, 159. 475 el-Buhârî, "İlim", 42. 476.Süleyman Uludağ, "Bâtın İlmi", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1992, C. V, s. 188. 477 el-A'râf 7/198. 84 "Ayne’l-yakîn", açıklama ile oluşan bilgidir. "Hakka’l-yakîn" ise, müşahede yoluyla meydana gelen bilgidir. "İlme’l-yakîn" akla sahip olanlar hakkında kullanılır. "Ayne’l- yakîn" ilim sahipleri için kullanılır. "Hakka’l-yakîn" marifet sahipleri hakkında kullanılır.478 Tasavvufta bilgi elde etme vasıtaları arasına duyular, akıl, nakil yanında kalp de ilave edilmiştir. Dolayısıyla kalp tasavvuf ilminde bilgi kaynağı olarak görülmüştür. Mutasavvıflar için hakikat ile ilgili bilgi sahibi olmanın en itimatlı vasıtası kalptir. Akıl bu noktada kifayetsizdir.479 Kalbin sahih bilgiye ulaştırması için kötülükten, cehaletten, bağnazlıktan arınması ve olgunlaşması lazımdır. Sufilere göre, "kalp tasfiyesi" olarak adlandırılan bir metotla arınan kalp, ilâhî hakikatleri vasıtasız bir şekilde direkt elde edebilir.480 Vahiy gibi ilhamın da kalbe aktığını kabul ederler. Kalbin gayb dünyasına bakan penceresi bulunmaktadır. Bu, kalp gözü olarak isimlendirilir. Üzeri cürüm ve cehaletle örtülmüş bu göz, riyâzet yöntemiyle arındırıldığı zaman ilâhî hakikatleri görebilir. Bu şekilde elde edilen bilgiler ilham, ilm-i ledün vb. adlarla ifade edilmiştir.481 Sûfiler kalbin bilgi kaynağı olduğunu ifade ederken "Eğer takva üzere olursanız Allah size bir furkan verir"482 manasındaki âyeti, "Fetvayı kalbinden iste"483 manasındaki hadisleri delil olarak almışlardır.484 Kalp, akla karşıt konumda bulunmamaktadır. Aksine akıl ile iç içedir. Akletme, kalbin fonksiyonudur. Fizikötesi hususlarda kalbin aklı geçtiğini ifade eden mutasavvıflara göre, kalbin sezgisi ön plandadır. Sûfiler aklın icraat sahasının dar ve kısıtlı olduğunu düşünürler. Buna mukabil, kalp dünyası daha engindir.485 Sözlükte, "bir şeyin içini dışına çıkarmak, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek" olarak tanımlanan kalb kavramı, bedende kan dolaşımını mümkün kılan uzvun ismidir. Bu kavram, "nefis, ruh, akıl, tohum" olarak da adlandırılmıştır. Fakat bunlar mecâzî mana içermektedir. Tasavvuf 478 el-Kuşeyrî, Ebû'l-Kâsım Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik (v. 465/1072), er-Risâletu'l-Kuşeyriyye, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2001, s. 121; İbnü'l-Arabî, Ebû Abdillah Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed, (v. 638/1240), el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Litera Yayıncılık, 2006, C. XIV, s. 193, 209; Yavuz, Yusuf Şevki, "İlme’l Yakin", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXII, s. 138. 479 el-Kelabâzî, a.g.e., s. 63; el-Gazzâlî, el-Munkız, s. 16, 75. 480 el-Ğazzâlî, İhya, C. lll, s. 19-21. 481 el-Ğazzâlî, Mişkâtü'l-envâr, s. 43-49; İbnü'l-Arabî, a.g.e., C. IV, s. 26. 482 el-Enfâl 8/29. 483 İbn Hanbel, a.g.e., C. IV, s. 194, 224. 484 Uludağ, "Kalp", a.g.md., C. XV, s. 231. 485 İbnü'I-Arabî, a.g.e., C. II, s.155, 394; C.IV, s. 25. 85 âlimleri bu terimi, "ruh ile nefs arasında soyut, nurlu cevher" şeklinde tarif etmiştir.486 Din ve tasavvuf açısından bilginin, tefekkürün kaynağıdır. Bu manadaki kalp için "rabbânî latife" ,"ilâhî cevher" kelimeleri de kullanılır.487 Ulemânın bir kısmına göre kalbin iki yönü vardır. Bunlardan ilki duyular âlemini, ikincisi gayb âlemini idrak etmeye uygundur. Kişi beş duyu vasıtasıyla dış dünyayı algılar. İç duyular vasıtasıyla gayb âlemini algılar. Kalp gayb âleminden bilgiler elde edebilmesi için kötülüklerden temizlenmelidir. Bu tahakkuk edince kalp örtüsünden kurtulur, Allah'ın gönderdiği bilgilerle dolar.488 İlim, basîret kavramının yakın anlamlı olduğu kelimelerdendir. Zira ilim, eşyayı hakikatiyle idrak etmek olarak tanımlanır. İlmin nazarî ve amelî olarak iki kısma ayrıldığını nakletmiştik. Nazarî ilim, öğrenildiğinde kendisiyle yetkinliğe erişilen ilimdir. Örneğin, evrendeki varlıkları bilmek, idrak etmek.489 Basîretin, aydınlanmış kalbin yetisi olduğunu ifade etmiştik. Kalp bu yetiyle hakikati görür, idrak eder. Filozoflar bunu "aklî-nazarî kuvvet" olarak adlandırmıştır. Kalp nurlandığında Allah'ın hidayetiyle örtüsünün aralanması da "kutsî kuvvet" olarak adlandırılmıştır. Tasavvuf âlimleri basiret kavramını gönül gözü olarak açıklamışlardır. Filozoflar, "nazarî akıl" olarak izah etmiştir.490 Basîret yetisi insanların tümünde kuvve olarak bulunmaktadır. Yani Allah bu kabiliyeti herkesin fıtratına yerleştirmiştir. Bu, akl-ı selim kavramını akıllara getirmektedir. Zira bu kavram basîretle de ilişkilidir. Akl-ı Selîm, doğruyu yanlıştan temyiz eden akıl olarak tarif edilir. Sağduyu da denilmektedir. İbn Sînâ, fıtratın akıl olarak adlandırıldığını ifade etmiştir. Râzî'ye göre, aklın sahih habere erişebilmesi, hiss-i selime sahip olmasına bağlıdır. Yani sağlam duyular bulunuyorsa akıl doğru habere ulaşabilir.491 Yaratıcı, tüm insanlara manevi gerçekleri idrak edecekleri bir basiret bahşetmiştir. Fakat Allah'a inanmayanların bunu kullanmadığı anlaşılmaktadır. ن ْ ِبُّك ْم فََم "قَْد َجاَءُكْم ب ََصائُِر ِمْن َر Doğrusu size Rabbiniz tarafından basîretler geldi. Artık kim kalp) اَْبَصَر فَِلنَْفِس ۪ه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَهاۜ " gözünü kullanarak iman ederse kendi lehinedir. Kim de bunu kullanmazsa kendi 486 et-Tehânevî, a.g.e., C. II, s. 1335. 487 el-Cevherî, a.g.e., C. I, s. 204; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 65. 488.el-Ğazzâlî, İhyâ, C. III, s. 143, 146, 159; İbn Haldûn, Şifâ'ü's-Sâ'il, (v. 808/1406), (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1984, s. 30-31. 489 el-İsfehânî, a.g.e., s. 719. 490 el-Kâşânî, a.g.e., s. 19. 491 Bolay, "Akl-ı Selîm", a.g.md., C. XI, s. 276. 86 aleyhinedir)492 âyetinde görüldüğü üzere basîret, Cenâb-ı Hakk’a iman, itaat vasıtasıyla kişide gelişen bir yetidir. ِفي ااْلَْرِض فَتَُكوَن لَُهْم قُلُو ب يَْعِقلُوَن بِ َها اَْو ٰاذَا ن يَْسَمعُوَن بَِه ا فَِانََّها اَل ت َْعمَ ى ااْلَْبَصاُر "اَفَلَْم يَ۪سيُروا ُّصدُورِ " ِفي ال Peki, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup) َوٰلِكْن تَْعَمى اْلقُلُوُب الَّ۪تي bitenleri kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin. Ne var ki, onlarda kör olan, gözler değil, kör olan göğüslerdeki kalplerdir)493 âyeti de buna kanıt niteliğindedir.494 Basîret yetisi hislerle ilişkili olan idrake mukabil, Yaratıcı kudretten doğan idraktir. Diğer bir ifadeyle idrakin yüceliğe erişmiş biçimidir. Âyetlerde, deruni âlemin inceliklerini duyular ötesi idrakle kavrayabileceğimiz vurgulanır.495 Öyleyse basîretin duyular ötesinde idrak olduğu söylenebilir. Eşyanın hakikatinin anlaşılması da bu idrakle mümkün olur. Basîret kavramının lügat manalarına bakıldığında kalp ile olan ilişkisi açıkça görülmektedir. Bedendeki göz "basar", gönül gözü "basîret" olarak adlandırılmaktadır.496 Tasavvuf terminolojisinde, bu kavramlar arasındaki farklılıklar incelenmiş ve basîretin gönül ile anlayış yönü üzerinde yoğunlaşılmıştır. Nitekim mutasavvıflar, kalbin güçlerini 'basarla görülen', 'basîretle görülen' olarak ayırmışlardır.497 Bedendeki gözün yaptığı işlevi basiret deruni olarak kalpte yapar. Bedendeki göz olayların zahirini görür. Buna karşılık kalp gözü de olayların hakikatini görür.498 Kur'ân-ı Kerîm'de akletme eylemi kalble ilişkilendirilmiş499, "düşünmek" kalbin bir fonksiyonu olarak ifade edilmiştir. İnkârcıların kalpleri olsa da akledemedikleri ifade edilerek akletme ile kalp arasında bağlantı kurulmuştur. Ayrıca fıkhetmenin de kalbin bir fonksiyonu olduğu belirtilmiştir.500 Hakîm et-Tirmîzî'ye göre kalp kavramı, çok manalı kavramlardandır. Buna örnek olarak göz kelimesini vermiştir. Kalp, göz (basar) kavramı gibidir. Göz, içindeki beyazlık ve karalığı anımsatır. Buna benzer olarak göz yuvarlağını, içindeki ışığı da kapsar. Kalp de göz gibi geniş manaları kapsayan bir kavramdır. Ayrıca O, kalb kelimesinin fuâd, lüb, sadr 492 el-En'âm 6/104. 493 el-Hac 22/46. 494 Elmalılı, a.g.e., C. III, s. 427. 495 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'ân’ın Temel Kavramları, İstanbul: Yeni Boyut Yayınları, 1995, s. 53. 496 el-İsfehânî, a.g.e., C. II, s. 94. 497 el-Ğazzâlî, İhya, C. VIII, s. 1347. 498 el-Kâşânî, a.g.e., s. 292, 293. 499 el-Hac 22/46. 500 el-A'râf 7/179. 87 kelimeleriyle benzer anlamlı olduğunu ifade etmiştir.501 Hakîm Tirmîzî, nefs, kalp, sadr terimlerini birbirine geçmiş üç halkaya benzetir. En altta nefs, en üstte kalp vardır. Sadr ise bunların arasında bulunur. Nefis ve kalbin ortak noktası sadrdır. Nefisten yalnızca şer ortaya çıkar. Feyiz sadra kalpten ulaşır. Kalbin iki yönü bulunmaktadır. Biriyle Hakk'a, öbürüyle halka bakar. Kalp Allah'ın arşıdır. İdrak kabiliyeti berrak olan kalp, yol gösterici özelliğe sahiptir. Bir cürüm işlendiğinde sıkılır, sevaplarla ferahlar. Kalp, inandığı şeyde kararlılık gösterir. Bu sebeple imanın mahalli kalp olmaktadır. Tefekkür eden, akleden, ibret alan kalptir. Kalp boş işlerden uzaklaşınca Hakk'ın huzurunda olmanın lezzetini alır. Göz mahlûkatı, âlemi görür. Kalp ise müşahede mahallidir. Bundan dolayı âmâ olmak basiretsizlikten daha hafif kalır. Rabb'e ulaşan kalp, O'ndan başkasına ihtiyaç duymaz. Vücudun görülen dünyayı kavrayan duyulara sahip olması gibi kalbin de sır dünyasını kavrayan duyuları bulunmaktadır. Kişi, kalbini kötülüklerden arındırırsa bu duyular hakikati gösterir.502 Tasavvufta ruhun, dış dünyanın ve hislerin tesirlerinden arındırılıp güçlenmesi mühimdir. Zira ruh bu tesirlerden arındırılırsa eşyanın hakikatini kavrayacak konuma gelir. Bunun için ruhun dış tesirlerden, kötü duygulardan arındırılması hedeflenmiştir. Tasavvuf âlimleri bunu vecd vasıtasıyla gerçekleştirirler. Bu da, ruhun zâhirî âleme dair şeyleri terketme, bir tek düşünceye meyletme durumudur. Kalbi nurlandırmak da ruhun arındırılma yollarındandır. Hz. Muhammed Cenâb-ı Hakk'ın, inananların kalplerini nurlandırdığını, bu nurla onları hakikate ulaştırdığını ifade etmiştir. Dolayısıyla kalp nurla dolduğunda orada hakikat hâsıl olur. Sûfilere göre kalpte hâsıl olan bilgi her daim Allah'tan gelmeyebilir. Kalbe farklı kaynaklardan da bilgi gelebilir. Mutasavvıflar bilginin ses olarak hâsıl olmasını "hatıf sesi" şeklinde adlandırmışlardır. Uyanık durumdayken hâsıl olmasını ilham, uykudayken hâsıl olmasını rüya olarak ifade etmişlerdir. Onlara göre kalpte hâsıl olan bilginin altı kaynağı bulunmaktadır. Bunlardan ruh, melek, nefs, şeytan olmak üzere dördü temel kaynaktır. Diğer kaynaklar ise akıl ile yakindir. Akıl bazı zamanlar meleğin, bazı zamanlar da nefsle şeytanın buyruklarını aşılar. Yakin ise her zaman Allah'ın buyruklarını aşılar. Bu kaynaklardan bilgi gelmesi, insanın muttaki oluşuna, zahiri âleme meyline göre farklılık arz 501.Hakîm Tirmizî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Hasen (v. 320/932), Kalbin Anlamı, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Hayy Kitap, 2009, s. 17,18. 502 İbrâhîm Hakkı, Erzurûmî, (v. 1194/1780), Marifetnâme, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1310, s. 317. 88 etmektedir.503 Şeytan kaynaklı olan telkin, vesvese olarak isimlendirilir. Nefis kaynaklı olan hevâcis olarak isimlendirilir. Cenâb-ı Hakk'tan gelene varid ya da havatır-ı Hakk denir. Melek kaynaklı olan ilham olarak isimlendirilir. Varid ile ilham kalbin hitabı, vicdanın sesi olarak da isimlendirilmektedir.504 b. Özel Olarak Tasavvufî Bilgi: Keşf ve İlhâm Keşf sözlükte, "örtüyü ve perdeyi kaldırmak, gizli olan şeyi ortaya çıkarmak" manalarına gelmektedir.505 Başka bir ifadeyle, "bilinmeyen gizli durumların, aydınlanıp açığa kavuşması"dır.506 Tasavvuf'ta keşf kavramı, "gabya dair birtakım hususları bilmek, Allah'ın tecellilerini temaşa etmek" manalarına gelir. Tasavvuf âlimleri, "müşâhede, muhâdara, yakîn, ilhâm, firâset" vb. kavramları keşf kavramına yakın manalarda kullanmışlardır.507 Serrâc keşf kavramını, "gizli olan hususun açığa çıkması, gözle görülebilir duruma gelmesi" olarak tanımlamıştır.508 Kuşeyrî mükaşefeyi, "Hakk'ı anan sülûk yolunda olan kişinin, galebe anında kalbinde ortaya çıkan şey" olarak tarif etmiştir.509 İlhâm, "Cenâb-ı Hakk'ın, insanın kalbine yerleştirdiği, iyi ile kötüyü ayırt etme hissi", "aracısız idrak kabiliyeti"dir.510 Tasavvuf'ta ilhâm kelimesi ıstılahi olarak, "kalbe yerleştirilen iyilik duygusu"511; "bir şeyi ifa edip etmeme konusunda Allah'ın, insanın ruhuna yerleştirdiği sezgi"512 anlamlarıyla ifade edilmiştir. Mutasavvıfların ilham manasında kullandığı kavramlardan biri firâset kavramıdır.513 Şerîf el-Cürcânî firâseti, "kesin bilginin keşf vasıtasıyla hâsıl olması, gaybın 503 Gözütok, a.g.m., s. 100. 504 el-Kelabâzî, a.g.e., s. 135. 505 et-Tehânevî, a.g.e., s. 1366; Âsım Efendî, a.g.e., C. III, s. 720. 506 es-Serrâc, a.g.e., s. 310. 507.Süleyman Uludağ, "Keşf", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 2002, C. XXV, s. 315. 508 es-Serrâc, a.g.e., s. 422. 509 el-Kuşeyrî , a.g.e., C. I, s. 226, 244, 393. 510 Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Konya: Yediveren Kitap, 2001, s. 98, 99. 511 el-Kâşânî, a.g.e., s. 298; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 1366. 512 İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 555. 513 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. II, s. 37; el-İsfehânî, a.g.e., s. 186; Âsım Efendî, a.g.e., C. II, s. 977. 89 görülmesi" olarak tarif etmiştir.514 Mutasavvıflara göre firâsetli bir kul, Hakk'ın nuruyla sarfı nazar eder. Böylece Hakk, o müminin gören gözü olur.515 Sûfilere göre Allah'ın sevgili kullarının sahip olduğu firâset şaşmaz ve yanlış yapma ihtimalleri oldukça düşüktür. Firâset, Allah tarafından velî kullarına yapılan bir ikram olarak kabul edilmiştir. Evliyâların yaşamını kaleme alan sûfi yazarlar, evliyânın üstünlüğünü belirtirken onların firâsetli oluşuna dikkat çekmişlerdir.516 Örneğin Şücâ-ı Kirmâni'nin, çıkarımlarında isabet ettiği ve firasetinin kuvvetli olduğu ifade edilir.517 Tasavvuf ilminde kalbin önemli bir konumu olduğunu zikretmiştik. Keşf ve ilham kalbin işlevlerinden görüldüğü için tasavvufta önemli bilgi kaynaklarından kabul edilir.518 Hâris el-Muhâsibî, Bayezid-i Bistâmi gibi âlimler ilhamı, bilginin ana kaynağı görmüşlerdir. İlham, kalbe Allah tarafından gelmesinden dolayı sahih bilgi olarak görülmüş ve huccet sayılmıştır. Tasavvuf âlimleri başta olarak, İbn Sînâ, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî gibi din adamları bu fikri savunmuşlardır. İlk dönem tasavvuf âlimleri ilhamı, nasların ışığında ele almış ve yalnızca inanç hususlarında müracaat etmişlerdir. İlerleyen zamanlarda mutasavvıflar ilhamı, dini hususların tümünde yararlanılan bağımsız bilgi kaynağı olarak kabul etmişlerdir.519 Mutasavvıflar, kendileri dışındakilerin elde ettiği bilgilerden farklı bilgiler elde ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu bilgilerle ilgili olarak "marifet, ilim, yakîn, irfân" vb. terimler kullanmışlardır. İlim kavramını marifet manasında ele aldıklarında "bâtın ilmi, ledün ilmi, esrâr ilmi, makam ilmi, hâl ilmi, müşâhede ve mükâşefe ilmi" vb. terimler meydana getirmişlerdir. Bunlarla, hakikatler, nefsin özellikleri ve bilinmeyen konularla ilgili bilgiyi ifade etmeyi murad etmişlerdir. İlmi, irfanın başlangıcı olarak kabul eden mutasavvıflara göre marifet, ledünni ilimdir.520 Marifet kavramı, ( عرف ) "a-r-f" fiilinden türemiş bir mastardır. Sözlükte, "anlamak, idrak etmek, sezgi, iç tecrübe, sağlam görüş, gerçeğe erişme, görerek yaşayarak tadarak 514 el-Cürcânî, a.g.e., s. 172. 515 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 480, 504. 516.Attâr, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm en-Nîsâbûrî (v. 618/1221), Tezkiretü'l- Evliyâ, (çev. Süleyman Uludağ), Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, 1984, s. 157, 242, 372, 521. 517 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 483, 485. 518 el-Muhâsibî, a.g.e., s. 78, 100. 519 Yavuz, "İlhâm", a.g.md., C. XXII, s. 98. 520.Süleyman Uludağ, "Marifet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XVIII, s. 54. 90 kazanılan bilgi" olarak tanımlanır.521 Ayrıca “bilmek, tanımak, ikrar etmek” manalarına da gelir.522 Istılahî olarak marifet, "kişinin okuduğu, gördüğü, işittiği, iç tecrübe vasıtasıyla elde ettiği, keşf ve sezgi vasıtasıyla müşahede ettiği düşünce, kavrayış" manalarına gelmektedir. Başka bir ifadeyle marifet, "sûfîlerin ilahi gerçekleri tadarak deruni tecrübe ile aracısız biçimde kazandıkları bilgi" olarak tanımlanır.523 Hakîkî marifet, eşyadaki zenginliği bir kenara bırakıp, Hakk'la birlikteliğin zenginliğine ulaşmaktır.524 Marifet, hakikat gözüyle gerçeği olduğu gibi kavramaktır.525 "Marifet" ile "irfân" kavramı âyetlerde direkt olarak geçmemektedir. Fakat "a-r-f" maddesi, türevleriyle beraber yirmi âyette kullanılmıştır. Marifet, tasavvuf ilminde, "sezgi, ilhâm, keşf, ilm-i ledün, irfân" vb. kavramlarla da adlandırılır. Bu terim, kalp merkezli, aracısız bilgi olarak kabul edilir. "Ârif" kavramı, irfan sahibi manasında kullanılır. Ârifin bilgisi marifet olarak isimlendirilir. Velâyet mertebesine ulaşan kişi "ârif", onun durumu "marifet" olarak isimlendirilmiştir.526 Tasavvuf'ta ilim terimi çoğunlukla marifet terimiyle ilişkisi açısından mana taşır. Bu alanda çoğunlukla ilim ile marifet terimlerinin muhtelif olduğu düşünülmüş ve aralarındaki farklar ifade edilmiştir.527 Marifet, ilimden daha fazla mühim görülmüştür. Bununla birlikte keşf ile ilham, bilgi kaynaklarından sayılmıştır. Bu vesileyle ortaya çıkan bilgi de marifet adını almıştır. Bu kavram, tecrübî ve irfanî bilgiyi içine alır. İlim, akıl yürütme ile öğrenilerek kazanılan bilgileri ifade eder.528 İlim, yakînden oluşurken; marifet, şuhûddan oluşur.529 İleri dönem literatüründe marifet kelimesinin manası, ilim kelimesine göre daha hususidir. Zira marifette, bilme işlevinin meylettiği nesne tek olmaktadır. İlimde, bilmenin mevzusu geneldir. Marifet 521 el-Cevherî, a.g.e., C. IV, s. 1400; el-İsfehânî, a.g.e., s. 495; İbn Manzûr, a.g.e., C. IX, s. 236; ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXIV, s. 133. 522 el-Kâşânî, a.g.e., s. 363. 523 Uludağ, a.g.e., s. 271; Cebecioğlu, a.g.e., s. 399. 524.Gümüşhânevî, Ahmed Ziyaeddîn (v. 1442/1893), Câmiü'l-Usûl et-Turuku's-Sufiyye, (thk. Edîb Nasreddîn), Beyrût: Müessesetü'l-İntişâri'l-Arabi, t.y., s. 183. 525 el-Kâşânî, a.g.e., s. 363. 526 İbnü'l Arabî, a.g.e., C. II, s. 318. 527.el-Kâşânî, a.g.e., s. 124,125; el-Kuşeyrî, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, s.342, 346; Uludağ, a.g.md., C.XVIII, s. 54. 528 Hasan Kâmil Yılmaz, Marifetullah, İstanbul: Erkam yayınları, 2010, s. 29. 529 el-Kâşânî, a.g.e., s. 124-125. 91 teriminde "unutulan nesnenin hatırlanıp tanınması" manası da bulunmaktadır. Ayrıca marifetin zıttı "inkâr", ilmin zıttı "cehl" şeklinde ifade edilir.530 Mutasavvıflar marifetin üç şekilde tahakkuk ettiğini ifade etmiştir. Bunlar dil, kalp ve ruhtur. Dilin marifeti ikrardır. Kalbin marifeti tasdiktir. Ruhun marifeti yakîndir.531 Marifeti teyid eden birçok huccet bulunmalıdır. Bu huccetler, şer'i veya keşfe dayalı olabilir. Hucvirî'ye göre marifet sadece ilham değildir. O, marifetin şeriat, nübüvvet, hidayet olduğunu ifade etmiştir.532 Mutasavvıflar marifetin hâsıl olmasını keşf, mükaşefe kavramlarıyla belirtirler. İnsan nefsini terbiye etmeli, kendisini marifete götürecek vasıtaları denemeli, gayret göstermelidir. Kişisel çaba mühim görülmekle birlikte, marifetin Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla tahahhuk ettiği kabul edilmektedir.533 Âyetlerde bilgi, çoğunlukla ilahi vahye dayanan, doğrudan Hakk'tan gelen bilgi manasında kullanılmıştır. Bilgi meselesi yönünden incelendiğinde görülür ki âyetlerde, bilgi kaynakları "vahiy, duyular, akıl, kalbî sezgi" şeklinde belirtilmiştir. Âyetlerde gözün, kulağın, kalbin beraber zikredilmesi önemlidir. Bununla beraber, kalbin akledici özelliğinin üzerinde durulması da dikkatleri çeker.534 Göz organında görmenin tahakkuk etmesi onunla nesnenin arasına ışığın girmesine bağlıdır. Göz, görme kabiliyetine sahip olmasına rağmen ışık yoksa göremez. Kalpte de hakikati idrak etme kabiliyeti mevcuttur. Fakat hakikati idrak edebilmesi, kalple varlıklar arasına "nur"un girmesine bağlıdır. Bu, mutasavvıfların "kalbin nurlanması" olarak adlandırdıkları hâdisenin gerçekleşmesidir.535 İnananların, kötülüklere meyletmeyenlerin kalbi Cenâb-ı Hakk tarafından nurlandırılmaktadır. Böylece hakikati olduğu gibi görme imkânına sahip olmaktadırlar. Kötülüklere yönelenlerin kalbi ise katılaşmakta ve hakikati görememektedirler. Kötü işlerin kalpte siyah nokta oluşturduğunu belirten hadisler536 bunu destekler niteliktedir. Sufilere göre de kötü işler kalpte perdeler oluşturur. Sâlih ameller 530 ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXXIII, s. 126. 531 Gözütok, a.g.m., s. 96. 532 el-Hucvirî, Ebû'l-Hasan Alî b. Osmân b. Alî, (v. 465/1072), Keşfu’l-Mahcûb, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, s. 403. 533 el-Ğazzâlî, a.g.e., C. III, s. 4,3. 534 el-A'râf, 71/179; Yûnus, 10/131; en-Nahl, 16/78, 108; el-İsrâ, 17/ 36; el-Hacc, 22/46; es-Secde, 32/9; el- Câsiye, 45/ 23. 535 Gözütok, a.g.m., s. 99. 536 İbn Mâce, "Zühd", 29. 92 vasıtasıyla bu perdenin kaldırılması mümkündür. Salih amel süreklilik kazandığında ise kalp tümüyle nurlanacaktır. Kalp nurlandığında ise hakikate dair bilgilerle dolacaktır.537 İnsanın dış dünyayı görmesini sağlayan iki gözü olduğu gibi iç âlemi görmesini sağlayan iki gözü vardır. Bunlar kalp gözü, marifet gözü olarak adlandırılır. İbn Haldûn, Gazzâlî ve Zebîdî gibi din adamları kalbin iki yönü olduğunu belirtir. Onlara göre bu yönlerden biri gaybî âlemini, diğer yönü melekût âlemini idrak etmemizi sağlar. İnsanın dış duyuları gibi iç duyuları da vardır. İç duyusuyla gayb ve melekût dünyasını idrak eder. Kalp kötülüklerden temizlenirse melekût âlemiyle ilişkide bulunup bilgilerin doğrudan hâsıl olması mümkün olur. Böyle olursa kalpte bulunan örtü kalkar ve kalpte Allah'tan gelen bilgiler hâsıl olur.538 Mutasavvıfların önemli gördükleri keşf ve marifet kalpte hâsıl olur. Bu sebeple keşfe, ilhama büyük önem vermişlerdir. Tasavvuf ilmi "ilmü'l-kulûb, ma'rifetü'l-kulûb"; mutasavvıflar da "ehlü'l-kulûb, erbâbü'l-kulûb" olarak isimlendirilmiştir. Zühd ehli ve mutasavvıflar kalbin önemine, kalp temizliği konusuna dikkat çekmişlerdir. Onlara göre Hakk'ın huzuruna kalb-i selîmle539 varmak, âhireti kazanmanın koşuludur. Hâris el-Muhâsibî kalp tasfiyesi üzerinde durmuştur. Kalbin girdiği farklı durumları, maruz kaldığı değişimleri etkileyen halleri ve bunların neticelerini ele almıştır. Kalb ile nefis hakkında mühim psikolojik çözümlemelerde bulunmuş, Hakk'a kalple yakın olunabileceğini vurgulamıştır.540 Basîret kelimesinin sözlük manaları incelendiğinde kalple ilişkisi açıkça görülmektedir. Mutasavvıflar basîretin kalple kavrama boyutuna yoğunlaşmıştır. Kalbin kuvvetlerini basarla görülen, basîretle görülen olarak ele almışlardır. Beden gözünün yaptığı işlevi basîret kalpte yapar.541 Tasavvuf âlimleri basîreti, bilgi kaynaklarından kabul eder. Nitekim basîret kelimesine akıl manası da vermişlerdir. Mutasavvıflar basîreti akılla da kalple de irtibatlandırmışlardır. Zira kalp ile akıl bilgi kaynaklarından sayılmıştır. Onlar ِبيِلي "َهِذِه َس âyetini kanıt göstererek basiretin bilgi kaynaklarından kabul أَْدُعو ِإلَى َّللّاِ َعلَى بَِصيَر ة "542 537 es-Serrâc, a.g.e., s. 376; es-Sühreverdî, a.g.e., s. 517. 538 el-Ğazzâlî, İhya, C. III, s. I43-146, 159; İbn Haldûn, a.g.e., s. 30-31. 539 eş-Şuarâ 26/89; es-Sâffât 37/84. 540 el-Muhâsibî, a.g.e., s. 129, 197, 291. 541 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. I, s. 142; el-İsfehânî, a.g.e., C. I, s. 94. 542 Yûsuf 12/108. 93 edilebileceğini ifade etmişlerdir. Zira âyette Allah'ın dinine kesin bilgi ve yakîn ile davet edildiğine işaret edilmiştir. Bu, İslâm'ın huccet ve akıl dini olduğunu ortaya koymaktadır.543 543 el-Merâğî, Ebûl-Kâsım Alemülhüdâ Ali b. Hüseyn Şerîf Murtezâ, (v. 436/1044), Şerhu Cümeli'l-İlm ve'l- Amel, (thk. Ya'kûb el-Ca'ferî), Kûm: Dârü'l-Üsve, 1414, s. 52, 295. 94 İKİNCİ BÖLÜM KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMI 95 I. KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMININ TANIMI Bu bölümde "Basîret" kavramının yapısı ve anlam alanı ele alınmıştır. Âyetlerde hangi biçimde yer aldığı ve hangi anlamlarda kullanıldığı örnekler verilerek incelenmiştir. A. LAFIZ YÖNÜYLE: "B.S.R." MADDESİ VE TÜREVLERİ Kur’ân-ı Kerîm’de sözlük olarak "görmek, bilmek" manalarını terim olarak da "hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, hakkı batıldan ayırma kabiliyeti, görme duyusu" anlamını taşıyan "b.s.r." ( بصر) maddesi türevleriyle birlikte 44'ü Mekkî, 18'i Medenî olmak üzere toplam 62 sûrede, 139 âyette ve 148 kez geçmektedir. "Kendisiyle hakikate erişilebilen kalp gözü, beyan, açık huccet, ibret, şâhid" manalarına gelen "basîret" kavramının tekil olarak 2, çoğul olarak 5 âyette geçtiği görülmektedir.544 "Basîret" kavramının türemiş olduğu "b.s.r." (بصر ) kökünün kullanım şekilleri isim, masdar, emir, ism-i tafdîl, ismi fâil ve sıfât-ı müşebbehe şeklindedir. Fiil olarak sülâsi mücerred kullanımının beşinci babdan; sülâsi mezîd kullanımının if'âl ve tef'il bâbından geldiği görülmektedir. 1. Fiil Türevleri Bu başlık altında mâzî, muzârî, emîr fiil ve nehy fiil halinde yer alan âyetlere yer verilecektir. a. Mâzî Fiil "B.s.r." ( بصر) maddesi mazi olarak 4 yerde, 4 âyette geçmektedir. Bunların 2 si sülâsi mücerred olarak beşinci babtan, 2 si sülâsi mezîd olarak if'âl babından gelmektedir. "(Samiri) dedi: Ben onların göremediği bir şeyi gördüm."545 ِ ه" ِب ِبَما لَْم يَْبُصُروا "قَالَ بَُصْرتُ 544 Abdulbâkî, a.g.e., s. 122. 545 Tâhâ 20/96. 96 "İşte bu haldeyken (Musa'nın) kız kardeşine: "Onu izle!" dedi. Ve (kız da), (Firavun ailesinden) kimseye fark ettirmeden o'nu uzaktan gözetledi."546 ْ ت بِِه َعن ُجن ُب َوُهْم اَل يَْشعُُرون " ُِّصيِه فَبَُصَر "َوقَالَْت أِلُْختِِه ق "O halde, kim görmek isterse kendi lehine ve kim de körlüğü tercih ederse kendi aleyhine davranmış olur."547 "فََمنْ أَْبَصرَ فَِلنَْفِسِه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها" " Ey Rabbimiz! Gördük ve dinledik."548 "َربِِّهْم َربَّنَا أَْبَصْرنَا َوَسِمْعنَا " b. Muzârî Fiil Kavramımız muzâri fiil şeklinde, sülâsi mücerred olarak beşinci babta; sülâsi mezîd olarak if'âl ve tef'îl bablarında geçmektedir. Bunlar: ba. Sülâsî Mücerred " (Sâmiri) dedi: Ben onların göremediği bir şeyi gördüm."549 "قَاَل بَُصْرُت بَِما لَمْ يَْبُصُروا بِِه " bb. İf'âl Babı 10 yerde, 9 âyette geçmektedir: "Ve (bir gün) sen de göreceksin, onlar, (şimdi seni küçümseyenler) de görecekler"550 âyetinde 2 yerde geçtiği görülmektedir. َ ويُْبِصُرونَ " "ف ََستْبِصرُ "Kalpleri geçici hoşnutluklar peşinde; bununla birlikte, zulme (böylece) niyetli olanlar (birbirlerine şunu söylerken) gerçek düşüncelerini saklıyorlar: "(Peygamber 546 el-Kasas 28/11. 547 el-En'âm 6/104. 548 el-Secde 32/12. 549 Tâhâ 20/96. 550 el-Kalem 68/5. 97 olduğunu söyleyen) bu kişi sizin gibi ölümlü biri değil mi? Peki öyleyse, böyle göz göre göre büyü ürünü bir söze mi kapılacaksınız?"551 ِّسْحَر َوأَنتُْم تُْبِصُرونَ " ِّمثْلُُكْم أَفَت َأْتُوَن ال َّال بََش ر ِإ ُّرواْ النَّْجَوى الَِّذيَن َظلَُمواْ َهْل َهذَا "اَلِهيَة قُلُوبُُهْم َوأََس "Ve Lut'u da (böyle kurtarmıştık); hani o kavmine "Bu çirkin eylemi, (insanın yapı ve yaratılışına aykırı olduğunu) göre göre, nasıl işliyorsunuz?" demişti. "552 "َولُو طا إِْذ قَاَل ِلقَْوِمِه أَتَأْتُوَن اْلفَاِحشَ ةَ َوأَنتُْم تُْبِصُرونَ " "Hayır! Gördüğünüz şeylere yemin ederim "553 َ ن" ِبَما تُْبِصُرو "فاََل أُْقِسُم "Onların, kendileriyle yürüyecek ayakları mı var? Veya tutacak elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var?"554 ِبَها " ْ م أَْعي ُن يُْبِصُرونَ "أ لَُهْم أَْرُج ل يَْمُشوَن بَِها أَْم لَُهْم أَْي د يَْبِطُشوَن بَِها أَْم لَُه A'râf sûresinin 195. âyetinde olduğu gibi 4 âyette " َيُْبِصُرون " şeklinde muzari olarak geçmektedir.555 Kasas sûresinin 72. âyetinde, Zuhrûf sûresinin 51. âyetinde, Zâriyât sûresinin 21. âyetinde, Tûr sûresinin 15. âyetinde, Vâkıa sûresinin 85. âyetinde ve Hakka sûresinin 39. âyetinde " ال تُْبِصرون " şeklinde olumsuz olarak geçmektedir. bc. Tef'îl Babı 1 kere, 1 âyette geçmektedir: "Onlar birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından kurtulmak için oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye olarak versin de, kendisini kurtarsın."556 ِببَنِيهِ " ََّص ُرونَُهمْ يََودُّ اْلُمْجِرُم لَْو يَْف تَِدي ِمْن َعذَاِب يَْوِمئ ِذ "ي ُب c. Emîr Fiil 551 Enbiyâ 21/3. 552 el-Neml 27/54. 553 el-Hâkka 69/38. 554 el-A'râf 7/195. 555 Hûd 11/20, Yâsîn 36/66, es-Sâffât 37/175-179. 556 el-Meâric 70/11. 98 " Gör onları(n akıbeti ne olacak! Onlar da) yakında göreceklerdir "557 ْ م فََسْوَف يُْبِصُرونَ " "وَ أَْبِصْرُه " Gör (ne olacak akibetleri. Onlar da) yakında göreceklerdir."558 ْ ر فََسْوَف يُْبِصُرونَ " َ وأَْبِص " d. Te'accub Fiil "Hani o babasına "Ey babacığım!" demişti, "Ne işiten, ne gören ve ne de sana bir yarar sağlayabilen şeylere niçin tapınıyorsun? "559 َِبيِه يَا أَبَِت ِلَم تَْعبُدُ َما اَل يَْسَمُع َواَل يُْبِصرُ َواَل يُْغنِي َعنَك َشْيئ ا" " إِْذ قَاَل أِل "De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O öyle bir duyar, öyle bir görür ki!"560 ْۜ ع" ِۜض اَْبِصْر بِه۪ َواَْسِمــ َّسٰمَواِت َوااْلَْر َِبثُو ا لَهُ َغْيُب ال هَّللاُ اَْعلَُم بَِما ل "قُِل 2. İsim Türevleri "İsim türevleri" başlığı altında "b.s.r." ( بصر) maddesinin mastarlarını ve türemiş isimlerini inceleyeceğiz: a. Mastarlar Tefîl babının mastarı olarak 1 yerde geçmektedir: "Bütün bunlar, içtenlikle Allah'a yönelen her kulun gönül gözünü açmak ve ona öğüt ve ibret vermek içindir."561 ُّمنِي ب " ِّل َعْب د " تَْبِص َر ة َوِذْكَرى ِلُك Basar ( بََصرا) kavramı, Kur'ân'da tekil olarak 10 yerde geçmekte olup genellikle göz, görme duyusu manasında kullanılmıştır. Bu âyetlerden bazıları: 557 es-Sâffât 37/175. 558 es-Sâffât 37/179. 559 Meryem 19/42. 560 el-Kehf 18/26. 561 Kâf 50/8. 99 " Ve o Son Saat'in gelip çatması ancak bir göz açıp kapaması kadar yahut bundan da kısa (bir an içinde) olup bitecektir."562 ُ ب" َّساَعِة إِالَّ َكلَْمحِ اْلبََصرِ أَْو ُهَو أَْقَر "َوَما أَْمُر ال "Bizim (bir şeyi) takdir etmemiz ve (onun meydana gelmesi) göz kırpması gibi bir anlık bir (fiil)dir."563 َّال َواِحدَة َكلَْم ح ِباْلبََصرِ " ِإ "َوَما أَْمُرنَا "Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi (Hesap Günü'nde) bundan sorguya çekilecektir! "564 ُّل أُولِئَك َكاَن َعْنهُ َمْسُؤوال " َ واْلبََصرَ َواْلفَُؤادَ ُك َّسْمَع َّن ال ِبِه ِعْل م إِ ُ َما لَْيَس لََك "َوالَ تَْق " Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı."565 "َما َزاَغ اْلبََصرُ َوَما َطغَى " " Gözünü bir kez daha (ona) çevir! Hiç kusur görüyor musun? "566 َ ر َهْل تََرى ِمن فُُطور" "فَاْرِج عِ اْلبََص " Ama (o Gün,) göz şimşek çaktığında"567 ُ ر" "فَإِذَا بَِرَق اْلبََص "(ve ona,) "Sen," (denilecek,) "bu (Hesap Günü)nü umursamıyordun, ama şimdi biz senin (gözündeki) perdeni kaldırdık, gözün bugün artık daha keskindir!"568 ِّمْن َهذَا فََكَشْفنَا َعنَك ِغَطاءكَ فَبََصُرَك اْليَْوَم َحِديد " "لَقَْد ُكنَت فِي َغْفل َة Basar kavramı çoğul olarak hem müfred hem de muzaflı şekilde 38 yerde geçmektedir. Bu âyetlerden bazıları: "Allah, dilediğini yardımıyla güçlendirir. Bakın, bunda görecek gözleri olan herkes için muhakkak bir ibret vardır."569 562 en-Nahl 16/77. 563 el-Kamer 54/50. 564 el-İsrâ 17/36. 565 en-Necm 53/17. 566 el-Mülk 67/3. 567 el-Kıyâmet 75/7. 568 Kâf 50/22. 569 Âl-i İmrân 3/13. 100 َّألُْوِلي األَْبَصار " َِّن فِي ذَِلَك لَِعْبَرة "َوَّللّاُ يَُؤيِّدُ بِنَْصِرِه َمن يََشاء إ "O'nu gözler algılamaz, O ise bütün gözleri idrak eder. O öyle latif ve öyle herşeyden haberdardır."570 ُ اْلَخبِيُر َ ر َوُهَو اللَِّطي ُ ر َوُهَو يُْدِرُك األَْبَصا الَّ تُْدِرُكهُ األَْبَصا " De ki: O, sizi hayata getiren, size kulaklar, gözler ve kalpler bağışlayandır; (yine de) ne kadar az şükrediyorsunuz! "571 َّما تَْشُكُروَن َ ر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال َّسْمَع وَ اأْلَْبَصا قُْل ُهَو الَِّذي أَنَشأَُكْم َوَجعََل لَُكُم ال "Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"572 َّما تَْشُكُروَن َ ر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال َ واأْلَْبَصا َّسْمَع ُّروِحِه َوَجعََل لَُكُم ال ِفيِه ِمن َّواهُ َونَفََخ َُّم َس ْ "Geceyle gündüze yer değiştiren Allah'tır ve bunda da görmesini bilenler/gözü olanlar için, şüphesiz, (çıkarılacak) bir ders vardır!"573 ِأّلُْوِلي اأْلَْبَصارِ َِّن فِي ذَِلَك لَِعْبَرة ََّّللاُ اللَّْيلَ َوالنََّهاَر إ َِلُّب يُق "Güçlü bir iradeye ve keskin bir kavrayış yeteneğine sahip olan İbrâhîm, İshâk ve Yakûb'u hatırla. "574 ِ ر َ واأْلَْبَصا َواْذُكْر ِعبَادَنَا إْبَراِهيَم َوإِْسَحَق َويَْعقُوَب أُْوِلي اأْلَْيِدي "… Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri!"575 فَاْعتَبُِروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار "De ki: Ne sanıyorsunuz? Eğer Allah işitme ve görme duyularınızı elinizden alır ve kalplerinizi mühürlerse onları size Allahtan başka hangi ilah geri verebilir? "576 ِ ِه َّمْن إِلَه َغْيُر َّللّاِ يَأْتِيُكم ب ِبُكم قْل أََرأَْيتُْم إِْن أََخذَ َّللّاُ َسْمعَُكْم وَ أَْبَصاَرُكمْ َوَختََم َعلَى قُلُو "Kuşkusuz, o zaman da: "Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı! Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz!" diyeceklerdi."577 570 el-En'âm 6/103. 571 el-Mülk 67/23. 572 es-Secde 32/9. 573 en-Nûr 24/44. 574 Sâd 38/45. 575 el-Haşr 59/2. 576 el-En'âm 6/46. 101 ُ حوُروَن َّمْس ِّكَرْت أَْبَصاُرن َا بَْل نَْحُن قَْو م لَقَالُواْ إِنََّما ُس "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri üzerinde de bir perde vardır; Onları dehşet verici bir azap beklemektedir "578 ْ م ِغَشاَوة َولَُهْم َعذَا ب عِظي م َ وَعلَى َسْمِعِهْم َوَعلَى أَْبَصاِرِه ِبهْم َختََم َّللّاُ َعلَى قُلُو " İşte onlar, Allah'ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar gafillerin ta kendileridir."579 َ ن ْ م َوأُولَئَِك ُهُم اْلغَافِلُو َ وأَْبَصاِرِه أُولَئَِك الَِّذيَن َطبََع َّللّاُ َعلَى قُلُوبِِهْم َوَسْمِعِهْم "Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir yarar sağlamadı."580 ِّمن َشْي ء َ صا را َوأَْفئِدَة فََما أَْغنَى َعْنُهْم َسْمعُُهْم َواَل أَْبَصاُرُهمْ َواَل أَْفئِدَتُُهم َوَجعَْلنَا لَُهْم َسْمع ا َوأَْب "İşte onlar, Allah'ın lanetlediği kimselerdir. Böylece onların kulaklarını sağır, gözlerini kör yaptı."581 َّمُهْم َوأَْعَمى أَْبَصاَرُهمْ َ َص ََّّللاُ فَأ أُْولَئَِك الَِّذيَن لَعَنَُهُم b. Türemiş İsimler "Türemiş isimler" başlığı altında "b.s.r." (بصر) maddesinin Kur'ân-ı Kerîm'deki tekil, çoğul, ism-i fâil ve sıfat-ı müşebbehe kullanımlarına yer vereceğiz: ba. Tekil ve Çoğul İsimleri "Basîret" kavramının hem tekil hem de çoğul kullanımlarını Kur'ân'da görebilmekteyiz: 1) Tekil Basîret kavramı tekil olarak 2 yerde geçmektedir: 577 el-Hicr 15/15. 578 el-Bakara 2/7. 579 en-Nahl 16/108. 580 el-Ahkâf 46/26. 581 Muhammed 47/23. 102 "De ki: Budur benim yolum; akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak (hepinizi) Allah'a çağırıyorum."582 "قُْل َهِذِه َسبِيِلي أَْدُعو إِلَى َّللّاِ َعلَى بَِصيَر ة " "Doğrusu, insan kendisine karşı bir şahittir."583 ِإْلنَساُن َعلَى نَْفِسِه بَِصيَرة " "بَِل ا 2) Çoğul Basîret kavramı çoğul olarak 5 yerde geçmektedir: "Doğrusu Rabbinizden size anlama ve kavrama araçları geldi "584 َّربُِّكم " ِ ئُر ِمن "قَْد َجاءُكم بََصآ "Bütünüyle bu Kur'ân Rabbinizden gelen, kalp gözlerinizi açacak delillerdir. İman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir."585 ِلّقَْو م يُْؤِمنُون " َّربُِّكْم َوُهد ى َوَرْحَمة ُ ر ِمن ِئ ِبّي َهذَا بََصآ َّر " "(Musa) ona: 'Bu (mucizevî olguları, sana) aydınlatıcı belirtiler olarak göklerin ve yerin (gerçek) sahibinden başkasının indiremeyeceğini pekâlâ biliyorsun!' dedi."586 ِئرَ " َّسَماَواِت َواألَْرِض بََصآ ُّب ال "قَاَل لَقَْد َعِلْمَت َما أَنَزَل َهُؤالء إِالَّ َر "Ve gerçek şu (ki), daha önceki nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanlar için bir aydınlanma kaynağı, hidayet olarak Musa'ya (vahyedilmiş) kitabı verdik."587 َ ر لِ لنَّاِس َوُهد ى" ِئ "ولَقَْد آتَْينَا ُموَسى اْلِكتَاَب ِمن بَْعِد َما أَْهلَْكنَا اْلقُُروَن اأْلُولَى بََصا "(İşte) bu (vahiy), insanların kalp gözünü açan bir nur; tereddütsüz bir inanca ve emniyete ulaşanlar için de bir rahmet ve hidayettir."588 َ ن " ِلّقَْوِم يُوقِنُو ُ ر ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة "َهذَا بََصائِ 582 Yûsuf 12/108. 583 el-Kıyâmet 75/14. 584 el-En'âm 6/104. 585 el-A'râf 7/203. 586 el-İsrâ 17/102. 587 el-Kasas 28/43. 588 el-Câsiye 45/20. 103 bb. İsm-i Fâil (ُمْبِصر- ُمْبِصرة ) 1) İf'âl bâbının ism-i fâili olarak, "aydınlatan, ışık veren, kavrayan" anlamlarında tekil müzekker ( ُمْبِصر ) olarak 3, tekil müennes ( ُمْبِصرة ) olarak 3, çoğul ( ُمْبِصرون ) olarak 1 yerde geçmektedir: "(Oysa) bağrında dinlenesiniz diye geceyi ve (işlerinizi) görüp gözetesiniz diye gündüzü var eden O'dur."589 ِفيِه َوالنََّهارَ ُمْبِص را " "ُهَو الَِّذي َجعََل لَُكُم اللَّْيَل ِلتَْسُكنُواْ "Onlar görmüyorlar mı ki, biz geceyi içinde rahat etsinler diye, gündüzü de (her şeyi) gösterici (aydınlık) olarak yarattık."590 َ ر ُمْبِص را " َنا اللَّْيَل ِليَْسُكنُوا ِفيِه َوالنََّها " أَلَْم يََرْوا أَنَّا َجعَْل "Geceyi dinlenmeniz ve gündüzü de görmeniz için yaratan Allah'tır. "591 ِفيِه َوالنََّهارَ ُمْبِص را " ََّّللاُ الَِّذي َجعََل لَُكُم اللَّْيَل ِلتَْسُكنُوا " "Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alamet yaptık. Gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık."592 َنا آيَةَ النََّهاِر ُمْبِصَرة " "وَجعَْلنَا اللَّْيَل َوالنََّهاَر آيَتَْيِن فََمَحْونَا آيَةَ اللَّْيِل َوَجعَْل "Semûd kavmine uyarıcı belirti olarak -mucize olmak üzere- o dişi deveyi verdik."593 "َوآتَْينَا َُْمودَ النَّاقَة َ ُمْبِصَرة " "Fakat ayetlerimiz kendilerine gerçeği gösterecek biçimde gelince: 'Bu apaçık bir büyü!' dediler. "594 ِبي ن" ُّم ََّما َجاءتُْهْم آيَاتُنَا ُمْبِصَرة قَالُوا َهذَا ِسْح ر "فَل 589 Yûnus 10/67. 590 en-Neml 27/86. 591 Mü'min 40/61. 592 el-İsrâ 17/12. 593 el-İsrâ 17/59. 594 en-Neml 23/13. 104 "Allaha karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, içlerinde Şeytanın esinlediği karanlık bir kuruntu uyanacak olsa (Onu anıp) akıllarını başlarına toplarlar ve hemen (olup biteni) açık bir biçimde kavramaya başlarlar."595 َ ن " ُ مْبِصُرو ََّكُرواْ فَإِذَا ُهم َّشْيَطاِن تَذ ِّمَن ال ِئ َّسُهْم َطا َِّن الَِّذيَن اتَّقَواْ إِذَا َم "إ 2) İstif'âl bâbının ism-i fâili olarak ( ُمْستَْبِصر ), "aydınlatan, ışık veren, kavrayan" anlamlarında 1 yerde geçmektedir: "Mesken ve barınakların(ın kalıntıların)dan açıkça görüleceği gibi, Ad ve Semud (kavimlerini de yok ettik). (Onlar yıkılıp gittiler.) Çünkü Şeytan onlara işledikleri (günahları) güzel gösterdi ve böylece onları, hakikati kavrama yeteneğine sahip oldukları halde, (Allah'ın) yol(un)dan alıkoydu."596 ِبيِل َوَكانُوا ُمْستَْبِصِرين َّس َّشْيَطاُن أَْعَمالَُهْم فََصدَُّهْم َعِن ال َّمَساِكنِِهْم َوَزيََّن لَُهُم ال ِّمن وَعاد ا َوَُْمودَ َوقَد تَّبَيََّن لَُكم bc. Sıfât-ı Müşebbehe (بَِصير) Sıfât-ı müşebbehe olarak "gören, açıkça bilen" manasına gelen (بَِصير) kavramı, Kur'ân'da 41'i Allah'ın isimlerinden olmak üzere toplam 51 yerde geçmektedir. Bunlardan birkaçına yer vereceğiz: "Allah onların bütün yapıp ettiklerini görendir."597 "َو َّللّاُ بَِصي ر بَِما يَْعَملون " " Ve Allah her yaptığınızı görendir"598 َ ن بَِصي ر " ِبَما تَْعَملُو ََّّللاُ "َو "Kuşkusuz Allah, bütün yaptıklarınızı görendir."599 َِّن َّللّاَ بَِما تَْعَملُونَ بَِصير " "إ " Allah, kulları hakkıyla görendir." 600 "َوَّللّاُ بَِصي ر بِاْلِعبَاد " 595 el-A'râf 7/201. 596 el-Ankebût 29/38. 597 el-Bakara 2/96. 598 el-Mümtehine 60/3, et-Teğâbûn 64/2. 599 el-Bakara 2/110. 600 Âl-i İmrân 3/15. 105 " Şüphesiz Allah her şeyi işiten, görendir."601 ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر " َِّن "إ " Allah gerçekten her şeyi duyan, her şeyi görendir. "602 "َوَكاَن َّللّاُ َسِميع ا بَِصي ر ا " " Bilakis! (o, Rabbine dönecekti) Rabb'i onu çok iyi görüyordu. "603 َِّن َربَّهُ َكاَن بِِه بَِصي ر ا " "بَلَى إ " Muhakkak ki, Allah kullarından haberdardır, herşeyi görüp gözetendir."604 ِبِعبَاِدِه لََخِبي ر بَِصي ر" ََّّللاَ َِّن "إ " De ki: Hiç gören ile görmeyen bir olur mu? "605 َ واْلبَِصيرُ " "قُْل َهْل يَْستَِوي األَْعَمى " Kör ile gören eşit olmaz."606 "َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى َواْلبَِصيُر " " Kör ile gören, iman edip salih ameller işleyenler ile kötülük yapan bir değildir "607 َّصاِلَحاِت َواَل اْلُمِسيُء قَِلي ال " َ واْلبَِصيُر َوالَِّذيَن آَمنُوا َوَعِملُوا ال "َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى " Şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne bırakın. Gözleri görür hale gelecektir."608 ِبقَِميِصي َهذَا فَأَْلقُوهُ َعلَى َوْجِه أَبِي يَأِْت بَِصي را " "اْذَهبُواْ " Müjdeci gelip gömleği Yakûb'un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi."609 ََّما أَن َجاء اْلبَِشيُر أَْلقَاهُ َعلَى َوْجِهِه فَاْرتَدَّ بَِصي را " "فل " 'Rabbim, beni neden kör olarak haşrettin? Oysa dünyada iken gören biriydim.' der."610 601 el-Hacc 22/75, Lokmân 31/28, el-Mücâdele 58/1. 602 en-Nisâ 4/134. 603 el-İnşikâk 84/15. 604 Fâtır 35 /31. 605 el-En'âm 6/50, el-Râd 13/16. 606 Fâtır 35/19. 607 Mü'min 40/58. 608 Yûsuf 12/93. 609 Yûsuf 12/96. 106 ِّب ِلَم َحَشْرتَنِي أَْعَمى َوقَْد ُكنتُ بَِصي را " "قَاَل َر "Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık."611 ِإْلنَساَن ِمن نُّْطف َة أَْمَشاج نَّْبتَِليِه فََجعَْلنَاهُ َسِميع ا بَِصي ر ا " ِإنَّا َخلَْقنَا ا " B. MANA YÖNÜYLE: "B.S.R." MADDESİNİN SEMANTİK KADROSU Mukâtil b. Süleymân basîret kavramının türediği b.s.r (بصر) maddesini üç vecihte incelemiştir:612 Birinci vecih, "kalb vasıtasıyla görmek" anlamındadır. Buna misâl olarak şu âyetleri gösterir: " ن َ َۜك اَفَاَْنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُوا اَل يُْبِصُرو Onlardan sana bakanlar da) " َوِمْنُهْم َمْن يَْنُظُر اِلَْي vardır, fakat eğer görmüyorlarsa a'mâları sen mi hidâyete ileteceksin?)613 Bu âyette kastedilen, kalbleriyle doğru yolu görmüyor olmalarıdır. "مى وال بَى ِصير َ ْ ع ْ ست َوى اال َ ما يَ A'mâ ile) " وَ basîr bir olmaz.)614 Burda, kalbi imanla gören ile görmeyenin bir olmadığı kastedilmiştir. و" ُ هْ م ي َنْ ظرُ ون ال َيْ كَ وهُ مْ ال يبْ ِصرُ ون " َ را (.Onları sana bakar görürsün. Hâlbuki onlar görmezler) ت َ 615 Bundan maksat kalbleriyle görmedikleridir. İkinci vecih, "gözlerle görmek" manasındadır. Buna örnek gösterdiği âyetler şunlardır: "سمِ يع ا و بَ ِصي ر ا َ َ ج عَلْ نَاه (.Bu sebeble onu semi', basîr yaptık) " ف َ 616 Basîr'den maksad, gözleriyle görendir. "فارتدّ بصي ر ا" (Derhal basîr oldu) 617 Bu âyette kastedilen, gözlerinin görür hale gelmesidir. "حِ ديد َ ْ وم َ ك الي َ َ صرُ (.Bugün basarın pek keskindir) " ف بَ 618 Burda, gözlerinin görmesi kastedilmiştir. 610 Tâhâ 20/125. 611 el-İnsân 76/2. 612 Mukâtil b. Süleymân, Ebû’l- Hasen b. Beşîr el-Belhî el-Ezdî (v. 150/767), el-Vücûh ve'n-Nezâir fi'l Kur'âni'l Azîm, 2.b., (thk. Hâtim Sâlih ed-Dâmin), Riyâd: Mektebetü'r-Rüşd, 1432, s. 274-275. 613 Yûnus 10/43. 614 Fâtır 35/19. 615 el-A'râf 7/198. 616 el-İnsân 76/2. 617 Yûsuf 12/96. 618 Kâf 50/22. 107 Üçüncü vecih, "hüccetten yana basîret sahibi olmak" manasındadır. Şu âyeti örnek olarak vermiştir: " ت بِص ي را ُ ُ كنْ ْ د َ Oysa ben basîr idim.)619) "و قَ Delil getirme kuvvetine sahip olduğu kastedilmiştir. "Basîret" kavramının kökü olan b.s.r (بصر) maddesinin, türevleriyle birlikte Kur'ân'da 148 yerde geçtiğini belirtmiştik. Kavramımızın kökü bakımından ve buna bağlı olarak basîret kavramına yüklenen anlamlarla ilgili müfessirler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu başlık altında klasik tefsir kaynaklarında basîret kelimesine verilen manaları, ilgili âyetler çerçevesinde incelemeye gayret ettik. Aşağıda ele aldığımız kavramlara anlam açısından baktığımızda müşahhas ve mücerred anlamlar olmak üzere iki kategoride incelemeyi tercih ettik. Fakat kesin çizgilerle ayrılamayacak grift kavramların da mevcut olduğunu gördük. Bu sebeple bu kavramları sınıflandırırken ağırlık merkezini esas alarak soyut anlam sahasına geçmeyeni basit, soyut anlam sahasına geçeni mürekkeb alt başlığı altında ele aldık. 1. Müşahhas Anlamlar a. Basit aa. Görmek َّساَعِة .kelimeleri âyetlerde "göz, görüş" manalarında kullanılmıştır " البصر/بصر" "َو َما اَْمُر ال ۜ ُب " ِح اْلبََصِر اَْو ُهَو اَْقَر َّال َكلَْم ِا (Kıyamet bir göz kırpması kadar yahut daha da kısa olacaktır.) َِّن ; 620 "ا ُُ۫ؤ ال " ُّل اُ۬وٰل ئَِك َكاَن َعْنهُ َمْس َّسْمَع َواْلبََصَر َواْلفُٰؤادَ ُك Kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan) ال sorumludur.)621 ; " فَبََصُرَك اْليَْوَم َحِديد " (Gözün bugün artık daha keskindir)622 ; " ُفَإِذَا بَِرَق اْلبََصر " "gözler kamaştığında "623 ; " َما َزاَغ اْلبََصُر َوَما َطغَى " (Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı)624 âyetleri bu kullanıma örnek olarak verilebilir. 619 Tâhâ 20/125. 620 en-Nahl 16/77. 621 el-İsrâ 17/36. 622 Kâf 50/22. 623 el-Kıyâmet 75/7. 624 en-Necm 53/17. 108 kelimelerinin de "göz, görüş" manalarını ifade ettiği görülmektedir.625 "ابصار/االبصار" Buna şu âyetler örnek olarak verilebilir: "ر َ O'nu gözler) "الَّ تُْدِرُكهُ األَْبَصاُر َوُهَو يُْدِرُك األَْبَصا algılamaz, O ise bütün gözleri idrak eder.)626 ; "َ َّسْمَع َواألَْبَصاَر َواألَْفئِدَة Size işitme) " َوَجعََل لَُكُم اْل duyusu, görme duyusu, duyma, düşünme yetisi bahşetti)627 ; فَإِنََّها اَل تَْعَمى اأْلَْبَصاُر َولَِكن تَْعَمى اْلقُلُوُب" ُّصدُور" ِتي فِي ال ِبهْم َوَعلَى ; Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur.)628) الَّ " َختََم َّللّاُ َعلَى قُلُو Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri) َسْمِعِهْم َوَعلَى أَْبَصاِرِهْم ِغَشاَوة " üzerinde de bir perde vardır )629 ; َِوإِذَا ُصِرفَْت أَْبَصاُرُهْم تِْل قَاء أَْصَحاِب النَّاِر قَالُواْ َربَّنَا الَ تَْجعَْلنَا َمَع اْلقَْوم " َّظاِلِميَن " Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce, 'Ey Rabbimiz! Bizi zalim toplumla) ال beraber bulundurma derler.)630 Ben onların görmedikleri şeyi gördüm.)631 âyetinde) " قَاَل بَُصْرتُ بَِما لَْم يَْبُصُروا به " ُ ت" fiili "görmek" anlamında kullanılmıştır. Taberî bu fiili bilmek olarak izah etmiştir.632 "بَُصْر Rabbimiz! Gördük ve işittik, bizi geri gönder) " َربَـّ نَا اَْبَصْر نَا َوَسِمْعنَا فَاْرِجْعنَا نَْعَمْل َصـاِلح ا " de rızâna uygun işler yapalım.)633 âyetinde "اَْبَصْرنَا" fiili görmek anlamına gelir. Günahkârların, yalanladıkları şeylerin doğruluğunu görmeleri sebebiyle gördük, duyduk dedikleri ifade edilmiştir.634 ِببَ۪ني ِه " ََّصُرونَُهمْۜ يََودُّ اْلُمْجِرُم ل َْو يَْفتَ۪دي ِمْن َعذَاِب يَْوِمئ ِذ (Onlar birbirlerine gösterilirler) "يُب 635 âyetinde " ََّْصُرونَُهم fiili "gösterilmek" manasında kullanılmıştır. Yani arkadaş arkadaşa "يُب tanıtılır, o da tanır. Fakat halini sormaz, kendi durumuyla meşguliyetinden dolayı onunla konuşmaz. Taberî, kimlerin birbirine gösterileceği hakkında çeşitli görüşler nakletmiştir. İbn 625 et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, (v. 310/923), Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kurʾân, I-XVI, (thk. Abdullah b. Abdilmuhsîn et-Türkî), Dâru'l-Âlimi'l-Kütüb, Riyâd, 2003, C. I, s. 179, 251, 385; C. V, s. 335, 472; İbnu'l Cevzî, Ebû'l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed el-Bağdâdî, (v. 597/1201), Zâdu'l Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, Beyrût: el-Mektebü'l-İslâmî, 1987, C. I, s. 98, 362, 583; C. II, s. 355; İbn Kesîr, Ebû'l-Fidâ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn (v. 774/1373), Tefsîru'l Kur'âni'l Azîm, I-VIII, 2.b., (thk. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyâd: Dâr Tayyibe, 1999, C. II, s. 244, 361; C. VI, s. 193, 377; el-Kâsımî, Cemâlüddîn Muhammed b. Muhammed Sa'îd Cemâlüddîn (v. 1332/1914), Tefsîru’l-Kâsımî, I-XVII, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrût: Dârü'l-Fikr, 1978, C. XI, s. 211. 626 el-En'âm 6/103. 627 en-Nahl 16/78. 628 el-Hacc 22/46. 629 el-Bakara 2/7. 630 el-A'râf 7/47. 631 Tâhâ 20/96. 632.et-Taberî, a.g.e., C. V, s. 486. 633 es-Secde 32/12. 634 el-Vâhidî, Ebû'l Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî, (v. 468/1075), el-Vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l- Azîz, I-II, (thk. Safvân Adnân Dâvûdî), Beyrût: Dâru'ş-Şâmiyye, 1995, C. I, s. 483; İbnû'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 49-50. 635 el-Meâric 70/11. 109 Abbâs ile Katâde'ye göre o gün birbirine gösterilecek olanlar akrabalardır. Allah herkese akrabalarını gösterip tanıtacak, ardından herkes kendi derdine düşüp birbirinden kaçacaktır. Bu durum şu âyette ifade edilmektedir: " َِِۜت۪ه َوبَ۪نيه ُِّم۪ه َواَ۪بي ِه َوَصاِحب ُّر اْلَمْرُء ِمْن اَ۪خي ِه َوا O gün) " يَْوَم يَِف insan kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve çocuklarından kaçacaktır.)636 Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. Mücâhid, birbirine gösterileceklerden kastedilenin cennetliklerle cehennemlikler olduğunu ifade etmiştir. İbn Zeyd ise bunların önder kâfirler ile bunlara uyan kâfirler olduğunu söylemiştir.637 İbn Kuteybe'ye göre, akraba akrabasından sormaz fakat birbirlerine gösterilirler, tanıtılırlar. Katâde, Ebû İmrân " م ْ ََّصُرونَُه ,"ifadesini sakin "be " يُب şeddesiz ve meksur "sad" harfiyle " يُْبِصرونهم " şeklinde okumuşlardır.638 ِب۪ه َعْن ُجن ُب َوُهْم اَل يَْشعُُرو َن" ْ ت ُّ۪صي ِه فَبَُصَر ۪ ه ق Onu izle' dedi. Ve O da, kimseye') "َوقَالَْت اِلُْختِ fark ettirmeden onu uzaktan gözetledi"639 âyetinde " ْفَبَُصَرت " fiili "gözetlemek" manasında kulanılmıştır. Bu fiili İbn Abbâs, Kuteybe "izle, takip et" olarak ifade etmiştir.640 َ ن " َ ف يُْبِصُرو ; Onların halini gözetle; onlar da gözetleyeceklerdir.)641) "َوأَْبِصْرُهْم فََسْو َ ن" " يُْبِصُرون" Gözetleyiver, onlar da ilerde göreceklerdir)642 âyetlerinde) " َواَْبِصْر فََسْوَف يُْبِصُرو fiili "gözetlemek" manasında kullanılmıştır. Azap indiği zaman onlara bak, demektir. 'Durumlarını kalp gözüyle gör' olarak da açıklandığı ifade edilmiştir.643 Katâde bu ifadeyi, "görmenin onlara fayda vermeyeceği zaman görecekler" olarak açıklamıştır. Başka bir ifadeyle, onlar nasıl bir azaba uğratılacaklarını göreceklerdir.644 ab. Mucize Semud kavmine mucize olarak o dişi deveyi verdik.)645) " َوآتَْينَا َُْمودَ النَّاق َةَ ُمْبِصَرة " âyetinde " ُمْبِصَرة " ifadesi "mucize" manasında kullanılmıştır. Semûd kavmi Hz. Sâlih'ten kendilerine bir mucize göstermesini talep etmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Sâlih onlara bir 636 el-Abese 80/34, 36. 637 et-Taberî, a.g.e., C. VIII, s. 424; İbn Kesîr, a.g.e., C. IX, s. 522. 638 İbnü'l Cevzî, a.g.e. , C. VII, s. 673; el-Âlûsî, a.g.e., C. III, s. 331. 639 el-Kasas 28/11. 640 et-Taberî, a.g.e., C. V, s.236; İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s.522; el-Âlûsî, a.g.e., C. VI, s. 346. 641 es-Sâffât 37/175. 642 es-Sâffât 37/179. 643 eş-Şevkânî, Muhammed b. Alî b. Muhammed, (v. 1250/1854), Fethu'l Kadîr el-Câmiu beyne Fenneyi'r- Rivâyeti ve'd-Dirâyeti min İlmi't-Tefsîr, I-V, 4.b., Beyrût: Dâru'l-Ma'rife, 1428/2007, s. 473; İbnü'l Cevzî, a.g.e., C.V, s. 237. 644 et-Taberî, a.g.e., C. VII, s.110; İbn Kesîr, a.g.e., C. VI, s. 322. 645 el-İsrâ 17/59. 110 dişi deveyi mucize olarak getirmiştir. Ancak onlar deveyi öldürmüşlerdir. Allah da onları helak etmiştir.646 Nesefî " ُمْبِصَر ة " ifadesini apaçık delil olarak açıklamıştır.647 Keşşâf'ta bu ibarenin mim harfinin fetha olmasıyla da okunduğu nakledilmiştir.648 ِبي ن " ُّم ََّما َجاءتُْهْم آيَاتُنَا ُمْبِصَر ة قَالُوا َهذَا ِسْح ر Fakat mucizevî nitelikteki âyetlerimiz) " فَل gelince: 'Bu apaçık bir büyü!' dediler.)649 âyetinde "mucize, apaçık görünen" manasında kullanılmıştır. Burda " اْبصار " âyetlere nispet edilmiştir. Hakikatte bu âyetleri düşünene ait bir özelliktir. Bu da onların iyice düşünmelerinden dolayıdır. Veya âyetlerin âşikar olmalarından dolayı görür ve hakikate erişirler. Zira âyetler hakikate delâlet eder. Alî b. Hüseyin, Katâde " ُمْبِصَر ة " kelimesini " َمْبِصَرة" şeklinde okumuşlardır. Bu, görme ve ibret almanın fazla olduğu yer anlamına gelir.650 b. Mürekkeb ba. Şâhid ِاْلْنَساُن َعٰلى نَْفِس۪ه بَ۪صيَر ة " Doğrusu insan nefsine karşı bir şâhittir.)651 İbn Abbâs'a) " بَِل ا göre " بَ۪صيَر ة " şâhit anlamına gelir. Yani kişinin yaptıklarına bizzat nefsi şâhit olacaktır. Ferrâ bu âyetin anlamı için şöyle söylemiştir: Kişinin kendi nefsinden gözcüleri, şahitleri bulunmaktadır. Bunlar ameline şahitlik eder ki o da organlarıdır. Nitekim Nûr suresinde geçen bir âyette652 insanın yaptıklarının aleyhinde ellerinin, ayaklarının, dilinin şahitlik edeceği belirtilmiştir. Bu ifadenin organlardan dolayı müennes geldiği belirtilmiştir.. Ebû Ubeyde ise bunun mübalağa için olduğunu ifade etmiştir.653 Kişinin dili, amelini saklayınca Allah dillerini mühürleyecek, azaları konuşacak, şirk koştuğuna dair şahitlik edecektir.654 İbn 646 et-Taberî, a.g.e., C. V, s. 297. 647 en-Nesefî, Ebû'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (v. 710/1310), Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't- Te'vîl, I-III, (thk. Yûsuf Alî Bedevî), Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2001, C. II, s. 397. 648 ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer el-Havarizmî, (v. 538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Ğivâmidi't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl, Kâhire: el-Matbaatü'l-İstikâme, 1946, C. II, s. 113. 649 en-Neml 27/13. 650 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. VII, s. 543; er-Râzî, Ebû Abdillah Fahruddîn Mahmûd b. Ömer b. Hüseyn et- Tâberistânî, (v. 606/1210), Mefâtîhu'l-Ğayb, I- XXXII, Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1401/1981, C. XVII, s. 408. 651 el-Kıyâmet 75/14. 652 en-Nûr 24/24. 653 el-Hâzin, Ebû'l-Hasen Alâuddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm el-Bağdâdî, (v. 741/1341), Lübâbü't-Te'vîl fî Me'âni't-Tenzîl, I-IV, (thk. Abdusselam Muhammed Alî Şâhîn), Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1425/2004, C. VII, s. 432. 654 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., C. IV, s. 313; el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, (v. 671/1273), el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, (thk. Abdullah b. Abdulmuhsîn et-Turkî), Beyrût: Müessesetu'r- Risâle, 1427/2006, C. VIII, s. 295. 111 Kuteybe der ki: "Organları kendisinden olması sebebiyle insanın yerine geçirilmiştir." "بَ۪صيَرة" ifadesinden hayrı ve şerri yazan iki kâtibin kastedildiği de ileri sürülmüştür.655 Fahreddîn Râzî, âyette geçen " بَ۪صيَرة" basîre kelimesi hakkında iki açıklama nakletmiştir. Bunlardan biri Ahfeş'in açıklamasıdır. Buna göre Allah, insanı kendi hakkında basîret ve gözcü kılmıştır. Bu " فالن جود و كرم " (Falan kişi mahza cömertlik ve keremdir) denmesi gibidir. İnsan zaruri olarak onu Allah'a yaklaştıran şeyin mutluluk olduğunu, Allah'tan uzaklaştıran şeyin mutsuzluk olduğunu bilir. Yani o yaratılıştan sahip olduğu akl-ı selîm ile iyiyi kötüyü bilir. Diğer açıklamaya göre " بَ۪صيَر ة " ile kastedilen, insanın yaptığı şeyler hakkında kendisinin şâhidi olmasıdır. Böylece onun azaları, yaptığı şeyler hakkında tanık olmuştur. Bu görüş, İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr ve Mukâtil'in görüşüdür.656 ۪ ه بَ۪صيَر ة " ِاْلْنَساُن َعٰلى نَْفِس "ifadesi "belge, apaçık huccet "بَ۪صيَرة " âyetinde geçen " بَِل ا olarak da açıklanmıştır. Basîret olarak vasıflandırılması mecâzdır. Basîret gözü başkasına ihtiyaç duymaz, bizzat kendi delildir.657 Âlûsî'ye göre " بَ۪صيَرة " kelimesi, mukadder hüccetin sıfatıdır. Yani huccet apaçık görünür kılınmıştır.658 Zemahşerî, " ََّما َجاءتُْهْم آيَاتُنَا ُمْبِصَر ة "فَل buyruğunda âyetlerin ibsâr ile vasıflandırılması gibi huccetin de basîret ile mecâzen vasıflandırıldığını belirtmiştir.659 bb. Âyet ْ م ب ََصائِرُ ِمْن َربُِّك ْم" (.Doğrusu size Rabbinizden basîretler gelmiştir) " قَْد َجاَءُك 660 âyetinde ُ ر" kelimesinin çoğulu olan " بَ۪صيَرة" ِئ kelimesi, bir şeyi görmeyi, bilmeyi mümkün kılan " ب ََصا deliller ve âyetlerdir. Zeccâc bunu, içinde açıklama ile basîretler olan Kur'ân olarak açıklamıştır.661 Taberî bu âyeti izah ederken basîreti kalpte oluşan tam idrak olarak tanımlamıştır. Âyetler onların hakikatine vakıf olanlar için idrak vesilesi olurlar. Bundan dolayı basîretler olarak adlandırılmıştır. Basîretin aynı zamanda açık delil anlamına geldiğini 655 el-Kurtubî, a.g.e., C. III, s. 411; eş-Şevkânî, a.g.e., C. IV, s. 361. 656 er- Râzî, a.g.e., C. XX, s. 243. 657.el-Beydâvî, Nâsırüddîn Ebû'l-Hayr Abdullâh b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî eş-Şâfiî, (v. 685/1286), Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't Te'vîl, I-II, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2003, C. II, s. 542. 658 el-Âlûsî, a.g.e., C. III, s. 721. 659 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 436. 660 el-En'âm 6/104. 661 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. V , s. 692. 112 nakletmiştir.662 Beyzâvî'ye göre âyetler hakka delâlet ettiklerinden dolayı böyle isimlendirilmiştir.663 İbn Kesîr ve Mâturîdî " ِر ُ ,kavramını, Kurân'ı kapsayan huccet "ب ََصائ delil, âyet olarak açıklamıştır.664 ِلّقَْو م يُْؤِمنُون " ِبُّكْم َوُهد ى َوَرْحَمة َّر ِبّي َهذ َا بََصآئُِر ِمن َّر ََّي ِمن َّبُِع َما يُوَحى إِل ِإنََّما أَت De ki: Ben ancak) " قُْل Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım! Bu Kur'ân Rabbinizden gelen delillerdir. İman edecek bir kavim için hidâyet ve rahmettir.)665 âyetinde "بََصآئِر" kelimesi delil anlamındadır. Kur'ân insanların akletmesi için gönderilen apaçık bir delildir.666 Râzî'ye göre Kur'ân, akıl sahiplerinin nübüvvet ile âhiret delillerini görmelerinin vesilesi olunca sebebe, neticenin ismi verilerek "basîret" denilmiştir.667 َّسَماَواِت َواألَْر ِض بََصآئَِر َوإِنِّي أَلَُظنَُّك يَا فِْرَعوُن َمثْبُو را " ُّب ال ِإالَّ َر Dedi) "قَاَل لَقَْد َعِلْمَت َما أَنَزَل َهُؤالء ki: İyi biliyorsun ki, bunları ancak, göklerin ve yerin Rabbi apaçık deliller olarak indirmiştir. Ey Firavun, ben de seni kesinlikle helâk olmuş bir kişi olarak görüyorum.)668 âyetinde de kelimesi Allah'ın kudretine ve vahdâniyetine delâlet eden deliller, âyetler "بََصآئِر" manasındadır.669 Râzî bu kelimeyi apaçık huccetler olarak beyan etmiştir. Bunlar aklın basîreti gibidir. Allah bu delilleri Hz. Musa'nın nübüvvetinin doğruluğunu göstersin diye göndermiştir. Bunlar Hz. Musa'nın doğru söylediğine delil olduğundan basîretler olarak adlandırılmıştır.670 ََّكرُ ون" "ولَقَْد آتَْينَا ُموَسى اْلِكتَاَب ِمن بَْعِد َما أَْهلَْكنَا اْلقُُروَن اأْلُولَى بََصائَِر ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة لَّعَلَُّهْم يَتَذ (Muhakkak ki biz, önceki nesilleri yok ettikten sonra, düşünüp ders çıkarsınlar diye Mûsâ’ya insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o kitabı verdik.)671 âyetinde ِئرَ " delil manasındadır. Kitâp'tan kastedilen Tevrat'tır. Allah, onu hakikatin görülmesini "بََصا 662 et-Taberî, a.g.e., C. III, s. 355; Ebû's-Su'ûd, Muhammed b. Muhammed Muhyiddîn el-İmâdî (v. 982/1574), İrşâdü'l-Akli's-Selîm ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm: Tefsîru Ebû’s-Su’ûd, I-IX, Beyrût: Dârû İhyâi't-Türâsi'l- Arabî, t.y., C. III, s. 441. 663 İbn Atiyye, Ebû Muhammed Abdulhak b. Gâlib b. Abdirrahmân b. Gâlib el-Endelûsî, (v. 541/1147), el- Muharreru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, I-V, (thk. Abdusselâm Abduşşâfî Muhammed), Beyrût: Dâru’l- Kütübi’l-İlmiyye, 1993, C. I, s. 469; el-Beydâvî, a.g.e., C. II, s. 383. 664 el-Mâturîdî, Te'vîlâtü'l-Kur'ân, I-V, (thk. Fâtıma Yûsuf el-Heymî), Beyrût: Müessesetü'r-Risâle, 2004, C. III, s. 100, 290; İbn Kesîr, a.g.e., C. IV, s. 336. 665 el-A'râf 7/203. 666 el-Beydâvî, a.g.e., C. II, s. 261; Nesefi, a.g.e., C. I, s. 322; es-Suyûti, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Suyûtî (v. 911/1505), ed-Dürru'l-Mensûr fi't-Tefsîr bi'l-Me'sûr, I-VIII, Beyrût: Dâru'l Fikr, 2011, C. III, s. 415. 667 er-Râzî, a.g.e., C. XI, s. 216. 668 el-İsrâ 17/102. 669 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 387; eş-Şevkânî, a.g.e., C. V, s. 531. 670 er-Râzî, a.g.e., C. XV , s. 101. 671 el-Kasas 28/43. 113 sağladığı için besâir olarak vasıflandırmıştır.672 Kalplerinin hakikati görmesi ve hak ile batılı birbirinden ayırması için aydınlık kılınmıştır.673 ِقنُونَ " ِلّقَْوِم يُو ُ ر ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة Bu Kur'ân, insanlar için açık belgeler; kesin) " َهذَا بََصائِ olarak inanan millet için doğruluk rehberi ve rahmettir.)674 âyetinde " ر ُ ِئ ,ifadesi "delil " بََصا belge" manasındadır. Çünkü içinde insanlara kurtuluş yolunu gösteren deliller bulunmaktadır. Bu ifade beyân, hidâyet, rahmet, nûr manalarına da gelir.675 Kur'ân'daki din bilgileri ve şeriat, kalpteki basiret menzilinde görülmüştür. O, kalp gözünün açılmasını sağlayan bir nurdur.676 Seâlibî " ُِئر kelimesini kendisiyle hidayete ulaşılan yol olarak açıklamıştır.677 " بََصا ِبيِلي أَْدُعو ِإلَى َّللّاِ َِعلَى بَصيَر ة أَنَاْ َوَمِن اتَّبَعَنِي" De ki: İşte benim yolum budur. Ben ve) " قُْل َهِذِه َس bana uyanlar, açık bir delille Allah'ın yoluna çağırırız)678 âyetinde " بَصيَرة " kelimesi delil anlamındadır. Bu âyet, apaçık bir huccetle Allah'ın dinine davet etmeyi ifade etmektedir. Mukâtil b. Süleymân " بَصيَرة " ifadesini "beyan" olarak açıklamıştır. İbn Kesîr ve Taberî bunu "yakîn, burhan" olarak izah etmiştir.679 "Kesin kanaat ve hak" manası da verilmiştir.680 Maverdî, "basîret üzere" ifadesine dair iki görüş nakletmiştir: İlk görüş, bunun "hidâyet üzere" manasına geldiğidir. Bu Katâde'nin görüşüdür. Diğer görüşe göre bu ifade, "hak üzere" anlamındadır. Bu da Abdurrahmân b. Zeyd'in görüşüdür.681 Semerkandî bu ifadeyi hakikat ve yakîn olarak izah etmiştir.682 Beydâvî ile Nesefî, " ifadesini "açık huccet" olarak "بَصيَر ة açıklamıştır.683 َ ر ُمْبِص را " ,Bağrında dinlenesiniz diye geceyi yaratan) "ُهَو الَِّذي َجعََل لَُكُم اللَّْيَل ِلتَْسُكنُواْ فِيِه َوالنََّها -işlerinizi görüp gözetesiniz- diye gündüzü aydınlık kılan O'dur.)684 ; أَلَْم يََرْوا أَنَّا َجعَْلنَا اللَّْيَل" 672 er-Râzî, a.g.e., C. XII, s. 523. 673 el-Âlûsî, a.g.e., C. III, s. 244. 674 el-Câsiye 45/20. 675 el-Mâturîdî, a.g.e., C.IV, s. 224; el-Beydâvî, a.g.e., C.II, s, 588. 676 et-Taberî, a.g.e., C.VII, s. 376; ez-Zemahşerî, a.g.e., C.VI , s.311. 677 es-Seâlibî, Ebû Zeyd Abdurrahmân b. Muhammed b. Mahlûf, (v. 875/1470), el-Cevâhirü'l-Hisân fî Tefsîri'l- Kur'ân, I-V, (thk. Alî Muavvid Âdil Abdulmevcûd), Beyrût: Dâru İhyâi't-Turâsi'l-Arabî, 1418/1997, C. III, s. 243. 678 Yûsuf 12/108. 679 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., C. II, s. 312; et-Taberî, a.g.e., C. VI, s. 572; İbn Kesîr, a.g.e., C. IX , s. 379. 680 el-Beğavî, Ebû Muhammed Muhyissünne el-Hüseyn b. Mes'ûd b. Muhammed el-Ferrâ, (v. 516), Meâlimu't- Tenzîl, I-IV, (thk. Hâlid Abdurrahmân Mervân Süvâr), Beyrût: Dâru'l Ma'rife, 1992, C.I, s.178; el-Kurtûbî, a.g.e., C.V, s. 320. 681 el-Mâverdî, Ebû'l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî (v. 450/1058), en-Nüket ve'l-Uyûn, I-VI, Beyrût: Dâru'l Kutubi’l-İlmiyye, t.y., C. I, s. 631. 682 es-Semerkandî, a.g.e., C. I, s. 531. 683 el-Beydâvî, a.g.e., C. I, s. 422; en-Nesefî, a.g.e., C. II, s. 488. 684 Yûnus10/67. 114 َ ر ُمْبِص ر " ِفيِه َوالنََّها ,Onlar görmüyorlar mı ki, biz geceyi içinde rahat etsinler diye) ِليَْسُكنُوا gündüzü de aydınlık olarak yarattık.)685 ; " ِفيِه وَ النََّهارَ ُمْبِص را ََّّللاُ الَِّذي َجعََل لَُكُم اللَّْيَل ِلتَْسُكنُوا " (İçinde dinlenesiniz diye geceyi, aydınlatsın diye gündüzü yaratan Allah'tır)686 âyetlerinde "ُمْبِصر" kelimesi "aydınlık, görünen" anlamında kullanılmıştır. Göze hitap eden delil manasını da ifade etmektedir.687 Biz geceyi ve gündüzü iki) " وَجعَْلنَا اللَّْ يَل َوالنََّهاَر آيَتَْيِن فََمَحْونَا آيَةَ اللَّْيِل َوَجعَْلنَا آيَةَ النََّهاِر ُمْبِصَرة " alâmet yaptık. Gece alâmetini giderip gündüz alâmetini aydınlatıcı kıldık)688 âyetinde kelimesi "aydınlatıcı, delil" manasında kullanılmıştır. Gündüzün en belirgin alâmeti "ُمْبِصَر ة " güneştir. Güneş öteki yıldızlardan daha aydınlatıcıdır. Allah bu nedenle "gündüzün alâmetini aydınlık kıldık" buyurmuştur. Bunun sebebi, insanların rızkını aramaları ve Rablerinin lütfunu istemeleridir. Gündüze aydınlığın atfedilmesinin mecaz olduğu da söylenmiştir. Kastedilen mana gündüz ehlinin basîrete muttalî kılınmasıdır.689 2. Mücerred Anlamlar a. Basit aa. Kalple Görmek ِبَه ا " (Gözleri vardır ama onlarla görmezler) " َولَُهْم اَْعي ُن اَل يُْبِصُرونَ اْم لَُهْم اَْعي ُن يُْبِصُروَن بَِه ا ,690 (Yoksa onların görebilecekleri gözleri mi var)691, ن َ Sana) َوتَٰريُهْم يَْنُظُروَن اِلَْيَك َوُهْم اَل يُْبِصُرو baktıklarını görürsün, oysa görmezler)692 âyetlerinde " يُْبِصُرون " fiilinin görmek manasında kullanıldığı görülür. Taberî bu âyetleri izah ederken inkârcıların gerçeği görmeyen, işitmeyen kişiler olduklarını ifade etmiştir. Fakat bu kişiler maddi olarak görmeyen, duymayan, anlamayan kişiler değil, hakikati kavramayan kişilerdir. Görme, işitme duyularının onlara bir 685 en-Neml 27/86. 686 Mü'min 40/61. 687 el-Beğavî, a.g.e., C. III, s. 362; İbn Kesîr, a.g.e., C. IV, s. 215. 688 el-İsrâ 17/12. 689.Bursevî, İsmâîl Hakkı, (v. 1137/1725), Rûhu’l-Beyân, I-X, İstanbul: Dersaâdet, 1330, C. VII, s. 526; el- Âlûsî, a.g.e., C. II, s. 734. 690 el-A'râf 7/179. 691 el-A'râf 7/195. 692 el-A'râf 7/198. 115 fayda vermediği anlaşılmaktadır.693 Tüsterî, Allah'ın nuruyla dolu olmayan kalplerin hakikati göremeyeceğini ifade etmiştir.694 ِني ب " ُّم ِّل َعْب د Bütün bunlar, içtenlikle Allah'a yönelen her kulun gönül) " تَْبِصرَ ة َوِذْكَرى ِلُك gözünü açmak ve ona öğüt ve ibret vermek içindir.)695 âyetinde " تَْبِصَر ة " ifadesi "ََّصر yani "ب "gönül gözünü açmak, görmesini sağlamak" anlamındadır. Yerde ve gökteki her şey Allah'ın kudretini gösterir.696 ِ ر" َِّن ۪في ٰذِلَك لَِعْبَرة اِلُ۬وِلي ااْلَْبَصا َۜر ا هَّللاُ الَّْيَل َوالنََّها َِلُّب Allah gece ve gündüzü birbiri ardınca) " يُق getirir. Bunda basîret sahipleri için ibret vardır.)697 Allah'ın nuru varlık âlemine tezâhür eder. Bizler uyanık bir kalple mevcâdâtı tefekkür ettiğimizde Allah'ın nurunu görürüz. Bu nedenle Kur'ân insanları sürekli uyarır, varlıklara ibret gözüyle bakılmasını ister.698 Nitekim yerde ve gökte, kavrayışı, aklı olanlar için ve gönül gözü görenler için nice ibret vardır.699 Neysâbûrî kalp gözünün bedendeki gözden daha kuvvetli olduğunu ifade eder. Yani basîret basardan daha kuvvetlidir. Çünkü basîret kalbin kuvvetidir.700 َّمن يَنُظُر إِلَْيَك أَفَأَنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُواْ الَ ي ُْبِصُرون" Ve yine onların aralarında sana) " َوِمنُهم bakıyormuş gibi yapanlar var; ama, eğer göremiyorlarsa, sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin?)701 âyetinde Hz. Muhammed'e hitap edilmiştir. Müşrikler peygamberimizin ortaya koyduğu delilleri, O'nun ahlâkını görürlerdi; fakat inananların baktığı gibi değil, tahkir gözüyle bakarlardı. Bundan dolayı onlar, hakikati göremeyen körler olarak nitelendirilmiş, basîretleri yani gönül gözleri kapalı görülmüştür.702 Hem önlerinden bir set, hem) " َوَجعَْلنَا ِمن بَْيِن أَْيِديِهْم َسدًّا َوِمْن َخْلِفِهْم َسدًّا فَأَْغَشْينَاُهْم فَُهْم الَ يُبْ ِصُرونَ " arkalarından bir set çektik, böylece onları perdeledik; artık baksalar da görmezler.)703 âyetinde َ ن" ,ifadesiyle müşriklerin hakkı göremez olduklarından söz edilir. Hevâlarına " يُْبِصُرو 693 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 154; İbn Kesîr, a.g.e., C. III, s. 478. 694 et-Tüsterî, Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah, (v. 283/896), Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm: Tefsîru't-Tüsterî, Kâhire: Matbaatu's-saâde, 1908, s. 70. 695 Kâf 50/8. 696 el-Vâhidî, a.g.e., C. II, s. 326; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân el-Endelûsî (v. 745/1344), el-Bahru’l-Muhît, I-VIII, 3.bs., Beyrût: Dâru'l-Fikr, 1983, C. V, s. 614. 697 en-Nûr 24/ 44. 698 Seyyid Kutub, (v. 1386/1966), fî Zilâli'l-Kur'ân, I-VI, Kâhire: Dâru'ş-Şurûk, 1992, C. III, s. 362. 699 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 381; el-Beğavî , a.g.e., C. V, s. 265. 700 en-Neysâbûrî, Nizâmüddîn el-Hasen b. Muhammed b. Hüseyn el-Kummî, (v. 1005/1597), Ğarâ’ibu'l- Kur'ân ve Reğâ'ibu'l-Furkân, I-VI, Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1996, C. V, s. 194. 701 Yûnus 10/43. 702 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 424. 703 Yâsîn 36/9. 116 heveslerine uymaları ve kötü amelleri sebebiyle gözlerine perde çekilmiş ve hakikati göremez olmuşlardır.704 َ ن " ِّصَراَط فَأَنَّى يُْبِصُرو ُِنِهْم فَاْستَبَقُوا ال Eğer dileseydik, onların gözlerini) " َولَْو نََشاء لََطَمْسنَا َعلَى أَْعي büsbütün kör ederdik de (bu halde) yola koyulmak için didişirlerdi, fakat (doğruyu) nasıl görebilirlerdi?)705 âyetinde " ن َ ifadesi gerçeği görememeyi ifade eder. İbn Abbâs' göre " يُْبِصُرو basiret gözünün kör edilmesiyle kimsenin doğru yolu bulamayacağı kastedilmiştir. Yani Allah dileseydi herkesin basîretini, gönül gözünü kör ederdi de kimse hidayete erişemezdi. Fakat Allah herkesin kalbine görme, anlama kabiliyeti vermiştir. Bu kabiliyeti körelmemiş olanlar hakikati görür, doğru yolu bulur.706 " أَولَْم يََرْوا أَنَّا نَُسوُق اْلَماء إِلَى اأْلَْرِض اْلُجُرِز فَنُْخِرُج بِِه َزْر عا تَأُْكُل ِمْنهُ أَْنعَاُمُهْم َوأَنف ُُسُهْم أَفاََل يُْبِصُرون" (Kuru toprakları sulayıp onunla hayvanlarının ve kendilerinin yiyeceği bitkileri yeşerttiğimizi görmezler mi?)707 Âyet bu nimetleri görüp, nimet verene şükretmeye davet etmektedir. Verilen nimetlerin Allah'ın kudretine delâlet ettiğini basîret gözümüzle görmemiz istenmektedir.708 َ ر فَِلنَْفِسِه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها" ْ ن أَْبَص Kim hakkı görürse onun lehinedir , kim de kör kalırsa) " فََم onun aleyhinedir )709 âyetinde َأَْبَصر fiili; رِهْم ِ ِبنُو هَّللاُ "َمثَلُُهْم َكَمثَِل الَِّذي اْستَْوقَدَ نَا ر ا فَل ََّما ا ََضاَءْت َما َحْولَهُ ذََهَب َ ن" Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini) َوتََرَكُهْم ۪في ُظلَُما ت اَل يُْبِصُرو aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.)710 âyetinde " َيُْبِصُرون" fiili; "ن َ ْۜم اَفاََل تُبْ ِصُرو ۪ في اَْنفُِسُك "َوفِي ااْلَْرِض ٰايَا ت ِلْلُمو قِ۪نيَن َو (Sağlam düşünce ve inanç sahipleri için yeryüzünde açık kanıtlar vardır. Hatta kendinizde de. Hiç görmüyor musunuz?)711 âyetinde "تُْبِصُرون" fiili "kalp gözüyle görmek" manasında kullanılmıştır. 704 İbn Atıyye, a.g.e., C. IV, s. 583. 705 Yâsîn 36/66. 706 İbn Âşûr, Muhammed et-Tâhir b. Muhammed b. Muhammed et-Tûnusî (v. 1394/1973), Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I-XXX, Tunus: Dâru't-Tunûsiyye, 1984, C. XXIII, s. 51. 707 es-Secde 32/27. 708.es-Semerkandî, Ebû'l-Leys Nasr b. Ahmed b. İbrâhîm, (v. 373/ 983), Bahru'l Ulûm, I-III, (thk. Alî Muhammed Muavved, Âdil Ahmed Abdulmevcûd), Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1413/1993, C. II, s. 546; el-Âlûsî, a.g.e., C. VII, s. 361. 709 el-En'âm 6/104. 710 el-Bakara 2/17. 711 el-Zâriyât 51/21-22. 117 ُ ر" ,Kör ile gören eşit olmaz.)712 âyetinde mümin ile kâfir) " َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى َواْلبَِصي iman ile inkâr karşılaştırılmıştır. Âyetteki "اْلبَِصير" kelimesi hakikati gönül gözüyle gören manasındadır ve mümini ifade eder. Müminin gönül gözü açıktır; kâfirin gönül gözü kapalı ve kalbi kararmıştır.713 " ََكُرون َّ َّما تَتَذ َّصاِلَحاِت َواَل اْلُمِسيُء ق َِلي ال " َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى َواْلبَِصيرُ َوالَِّذيَن آَمنُوا َوَعِملُوا ال (Kör ile gören, iman edip salih ameller işleyenler ile kötülük yapanlar bir değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz.)714 âyetinde "البَِصير" kelimesinden maksad, Allah'ın delillerini gönül gözüyle görebilen, tefekkür edip ibret alan ve yaratıcısının kudretini idrak eden müminlerdir. ifadesiyle gönül gözü kör olan, delillerden ibret almayan, Allah'ın kudretini "اأْلَْعَمى" anlamayan kafir kastedilmiştir.715 Râzî'ye göre "البَِصير" kelimesinden kastedilen, akla, doğru delillere dayanarak hükümler verendir.716 Basîret kelimesinin kalp vasıtasıyla gören manasını zikrettikten sonra Hızır (a.s.) - Hz. Mûsâ kıssasına değinmek faydalı olacaktır. Hızır ile Hz. Mûsâ arasında gerçekleşen hâdise Kur'ân-ı Kerîm'de Kehf sûresinin 60-82 âyetlerinde şu şekilde geçmektedir: "Ey Muhammed! Bir vakit Musa genç adamına demişti ki: 'İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yahut senelerce gideceğim.' Bunun üzerine ikisi de iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unuttular. Bu arada balık, denizde yolunu bulup kaybolmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman, Musa genç arkadaşına: 'Kuşluk yemeğimizi getir. Gerçekten biz bu yolculuğumuzda epey yorulduk' dedi. Adam: 'Gördün mü' dedi. Kayaya sığındığımız vakit doğrusu ben balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı, muhakkak şeytan bana unutturdu. O denizde garip bir yol tutup gitmişti. Musa da demişti ki: 'İşte aradığımız o idi.' Bunun üzerine izlerine dönüp gerisin geri gittiler. Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona: 'Allah’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?' dedi. (Hızır) dedi ki: 'Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin. İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?' Musa: 'İnşaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim' dedi. (Hızır) dedi ki: 'O halde bana tabi olacaksın; ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!' Bunun üzerine ikisi beraber yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman, o kul (Hızır) gemiyi deldi. 712 Fâtır 35/19. 713 et-Taberî, a.g.e., C. XXII, s. 128, 129; el-Beydâvî, a.g.e., C. II, s. 263. 714 Mü'min 40/58. 715 et-Taberî, a.g.e., C. VII, s. 487; el-Âlûsî, C. IX, s. 233. 716 er-Râzî, a.g.e., C. XXVII, s. 79. 118 Musa, ona şöyle dedi: 'Geminin içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.' (Hızır:) 'Sen benimle asla sabredemezsin, demedim mi?' dedi. Musa dedi ki: 'Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama ve bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma.' Yine gittiler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında Hızır hemen onu öldürdü. Musa: 'Kısas olmadan masum bir cana nasıl kıyarsın? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın' dedi. Hızır dedi ki: 'Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?' (Musa) dedi ki: 'Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.' Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: 'İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın' dedi. Hızır dedi ki: 'İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim. Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı. Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin. Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur."717 Tefsirlerde bu kıssa ile ilgili çeşitli yorumlar yapılmıştır. Beydâvî, bu hâdiseden çıkarılması gereken bazı derslerin olduğunu söylemiştir. Bunlardan birkaçı: Kişinin, ilmiyle övünmemesi, dışarıdan bakınca yanlış görünen bir vakıada bâtınî bir durum olabileceğini aklına getirmesidir.718 Ayrıca söz konusu âyetlerin kapsamlı, derin manalar içerdiği belirtilmiştir. Olayların dıştan görünen kısmı derunî kısmıyla her zaman örtüşmeyebilmektedir. Âyetlerde gizli gayelerin yalnızca Cenâb-ı Hakk ve O'nun bildirdiği kişiler tarafından bilinebileceğine işaret edilmiştir. 717 el-Kehf 18/60-82. 718 el-Beydâvî, a.g.e., C. IV, s.133. 119 Kehf sûresinde yer alan "Derken, kullarımızdan birini buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik."719 âyeti, konumuzla yakından ilgilidir. Bahsi geçen kulun Hızır olduğu rivayet edilmiştir.720 Bu kulun bir peygamber olduğunu söyleyenler de vardır.721 Fahreddîn Râzî, âlimlerin çoğunun "ٰاتَْينَاهُ َرْحَم ة ِمْن ِعْنِدنَا "ifadesindeki rahmet kelimesini nübüvvet olarak yorumladığını ve buna " ََّال َرْحَمة ِمْن َربِّك ,Sen) " َوَما ُكْنَت تَْر ُجوا اَْن يُْلٰق ى اِلَْيَك اْلِكتَاُب اِ Rabbinden bir rahmet olan bu kitabın sana vahyedilmesini ummuyordun)722 âyetini delil getirdiklerini nakletmiştir. Fakat bu görüşe, her rahmetin, peygamberlik anlamını taşımadığını söyleyerek itiraz edilebileceğini ifade etmiştir.723 ibaresi, söz konusu ilmin aracısız bir şekilde Cenâb-ı Hakk'tan "َوَعلَّْمنَاهُ ِمْن لَدُنَّا ِعْلما " gelen bilgiler olduğuna işaret etmektedir. Tasavvuf âlimleri keşf yoluyla hâsıl olan ilimleri ledünni ilim olarak isimlendirmiştir. Kişi, nefsini suflî isteklerden arındırdığında kalbi nurla dolar. Böyle bir durumda herhangi bir zihnî çaba gerekmeksizin bilgiler hâsıl olur.724 Bursevî " َوَعلَّْمنَاهُ ِمْن لَدُنَّا ِعْلما " ifadesinin gabya dair ilimlere, bâtın ilmine işaret ettiğini belirtmiştir. O'na göre ilimlerin hepsi Cenâb-ı Hakk'tandır. Fakat bazı ilimler vasıtalarla elde edilir. Bu tarz ilimler kesbî ilimlerden olup düşünme ve öğrenmeyle hâsıl olur. Ledünnî ilim ise bir aracı olmaksızın direkt kalpte hâsıl olan bir ilimdir. Bu ilim Allah'ın velî kullarına nasip olmaktadır. Hızır'ın ilmi de bu tarz bir ilimdir.725 Hızır (a.s.) tasavvufta basîret ve ferâset örneğidir. Zira işlerin iç yüzüne vâkıf olabilme kabiliyetine sahiptir. Bu kabiliyet O'na, Allah tarafından aracısız bir şekilde verilmiştir. ab. İdrak Etmek َ ن " ِفي ااْلَْرِض ٰايَا ت ِلْلُموقِ۪ني َن َوفِي أَنفُِسُكْم أَف اََل تُْبِصُرو Yeryüzünde açık kanıtlar vardır. Hatta) "َو kendinizde de. Hiç görmez misiniz?)726 âyetinde geçen "تُْبِصُرون " fiilini Mukâtil, "anlamak" 719 el-Kehf 18/65. 720 et-Taberî, a.g.e., C. XV, s. 371; İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 63. 721 er-Râzî, a.g.e., C. XV, s. 220. 722 el-Kasas 28/86. 723 er-Râzî, a.g.e., C. XV, s. 221. 724 er-Râzî, a.g.e., C. XV, s. 222. 725 el-Bursevî, a.g.e., C. V, s. 275. 726 ez-Zâriyât 51/20-21. 120 olarak açıklamıştır. Yani Allah'ın sizi nasıl yarattığını görüp de ölüleri diriltmeye gücünün yettiğini anlamaz mısınız manasındadır.727 Yeryüzünde olduğu gibi insanın kendisinde de birçok delil, ibret vardır. Buna işitmesi, görmesi, kalbi, dili örnek olarak verilebilir. Âyette bu ibretlere bakıp tefekkür etmenin, idrak etmenin gerekliliğine dikkat çekilmiştir.728 ,kelimesi "اْلبَ۪صيرُ " Görmeyenle gören bir olmaz)729 âyetinde) " َوَما يَْستَِوي ااْلَْعٰمى َواْ لبَ۪صي ُر" hakikati idrak eden taat ehlini ifade eder. ََّكُروا فَِاذَا ُهْم َّشْيَطاِن تَذ ِئ ِمَن ال َّسُهْم َطا َِّن الَّ۪ذيَن اتَّقَْوا ِاذَا َم "ا Takvâ sahipleri, içlerine şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu) ُمْب ِصُرو َن " düşünüp hemen gerçeği görürler)730 âyetinde "ُمْبِصُرو َن" kelimesi "hakikati idrak edenler" anlamında kullanılmıştır. Hakikati idrak ederek Allah'a itaat eder ve şeytana uymazlar.731 َ ن" ,Onların önlerinden bir set) " َوَجعَْلنَا ِمْن بَْيِن اَْي۪ديِهْم َسداًّ َوِمْن َخْلِفِهْم َسداًّ فَاَْغَشْينَاُهْم فَُهْم اَل يُْبِصُرو arkalarından da bir set çektik, böylece gözlerini perdeledik; artık görmezler.)732 âyetinde fiili, başında olumsuzluk edatı olması sebebiyle, hakikati görememek, idrak " يُْبِصُرون" edememek anlamındadır. Bu âyetin Ebû Cehîl hakkında nâzil olduğu ifade edilir. Âyetle ilgili çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Birinci görüşe göre Allah onları imandan engellemiştir. Diğer bir görüşe göre Allah onları karanlığa boğarak azap etmiştir. İbn Abbâs, İkrime, Katâde ْ م" َ شْيناُهمْ " ifadesinin " فَاَْغَشْينَاُه şeklinde okunduğunu belirtmiştir.733 " فَأْع ac. Akl-ı Selîm Sahibi ِأّلُْوِلي اأْلَْبَصارِ " ِفي ذَِلَك لَِعْبَرة َّن ََّّللاُ اللَّْيَل َوالنََّهاَر ِإ َِلُّب Allah geceyi gündüze, gündüzü) " يُق geceye çevirir; gören ve düşünenler için bunlardan alınacak ibretler vardır)734 âyetinde ِ ر" ifadesiyle anlayış ve akıl sahipleri kastedilir. Çünkü bunlar Allah'ın her şeyi idare "اأْلَْبَصا edip düzenlediğine delâlet eder. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.735 Bu âyet, insanın eşya hakkında tefekkür etmesinin, aklını kullanmasının gerekliliğini ortaya koymuştur.736 َّس بِيِل َوَكانُوا ُمْستَْبِصِرين" َّشْيَطاُن أَْعَمالَُهْم فََصدَُّهْم َعِن ال َّمَساِكنِِهْم َوَزيََّن لَُهُم ال ِّمن " وَعاد ا َوَُْمودَ َوقَد تَّبَيََّن لَُكم (Âd ve Semûd kavimleri de öyle. Onların durumlarını meskenlerinin kalıntıları size apaçık 727 el-Bağdâdî, a.g.e., C. V, s. 531; İbnu'l Cevzî, a.g.e, C. VI, s. 104. 728 et-Taberî, a.g.e., C. VII, s. 285; el-Beydâvî, a.g.e., C. II, s. 236. 729 Fâtır 35/19. 730 el-A'râf 7/201. 731 es-Suyûtî, a.g.e., C. IV, s. 482. 732 Yâsîn 36/9. 733 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C.V, s. 171. 734 en-Nûr 24/44. 735 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 208. 736 er-Râzî, a.g.e., C. VI, s. 381; en-Nesefî, a.g.e., C. II, s. 473. 121 gösteriyor. Şeytan onlara, (kötü) işlerini güzel gösterip kendilerini doğru yoldan saptırmıştı; oysa gerçeği görme yeteneğine de sahiplerdi.)737 Taberî "ُمْستَْبِصِرين" ifadesini anlayacak durumda olanlar olarak açıklamıştır. Ebus Suud bu ifadeyi nazar ve istidlalda usta olmak olarak yorumlamıştır. Onlar bu yeteneğe sahipti fakat bunu uygulamadılar.738 Mâturîdî bu ifadeyle ilgili ileri sürülen görüşleri nakletmiştir. Buna göre bu ifade onların kendi üzerlerine gelecek azabı bildiklerini ifade eder. Diğer bir yorum, onlar kendilerinin hidayet ve hak üzere olduklarını zannediyorlardı.739 Fahreddîn er-Râzî, âyetteki "ُمْستَْبِصِرين" ifadesini peygamberler vesilesiyle aydınlanmış, uyarılmış olanlar olarak açıklamıştır. Onların bu konuda bir mazereti yoktu. Çünkü peygamberler onlara yolları izah etmişti.740 İbn Kesîr bu kavimlerin, kendilerine gelen peygamberi yalanlamaları sebebiyle doğru yoldan saptıklarını ifade etmiştir. Oysa peygamberleri onlara doğruyu yanlışı anlatarak akl-ı selîm sahibi olmalarını sağlıyordu.741 Kurtubî "َوَكانُوا ُمْستَْبِصِرين " ifadesini açıklarken bu konuyla ilgili iki görüş olduğunu belirtir. İlk görüş Mücâhid'in görüşüdür. Buna göre onlar dalâlete karşı hakikati kavrama kabiliyetine sahip kimselerdi. Diğer görüşe göre onlar, delillerin zuhûru ile hakikati bâtıldan ayıran, ileri görüşlü kimselerdi. Bu görüş, söyleme daha uygundur. Çünkü hakikatle ilgili bir bilgi bilindiğinde anlayışlı manasında "ُمْستَْبِصِرين " denir. Ferrâ şöyle açıklamıştır: Onlar iyi ameller yapan akıllı kişilerdi. Fakat bu onlara fayda sağlamadı.742 1) Fıtrat Fıtrat, sözlükte "ikiye ayırmak, yaratmak" anlamlarında olan "fatr" (فطر) kökünden türemiş olup "yaratılış, belli yeteneklere sahip olma" manasına gelmektedir.743 "Fıtrat", kişide doğuştan var olan tüm nitelikleri belirten bir terimdir. Bu kavram, ilk yaratılışta mahlûkâtın etki altında kalmamış ilk hallerini ifade eder. Âyetlerde fatr kökünün türevleri 19 yerde geçmektedir. Fıtrat kavramı ise 1 âyette yer almaktadır. "هَّللاِۜ الَّ۪تي فََطَر النَّاَس َعلَْيَها ۪دّيِن َح۪نيفا فِْطَرَت ,Sen yüzünü hanif olarak dine) " فَاَقِْم َوْجَهَك ِلل 737 el-Ankebût, 29/38. 738 et-Taberî, a.g.e., C. VI, s. 376; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., C. III, s. 736. 739 el-Mâturîdî, a.g.e., C. II, s. 201. 740 er-Râzî, a.g.e., C. XX, s. 142. 741 İbn Kesîr, a.g.e., C. II, s. 151. 742 el-Kurtubî, a.g.e., C. IV, s. 431 743 Hayati Hökelekli, "Fıtrat", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, s. 47. 122 Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir)744 âyetinde geçen fıtrat kelimesi, kendinden önce geçen dîn ya da hanîf kavramının izahı niteliğindedir. Fıtrat, insanın yaratılıştaki aslî durumuna işaret etmektedir. Fahreddîn er-Râzî ilgili âyette geçen fıtrat kavramını tevhid inancı olarak açıklamıştır. Bununla ilk ahid arasında bağlantı bulunduğunu söylemiştir. Buna göre fıtrat insanların, Allah'ın "ben sizin rabbiniz değil miyim?" sualine "evet, rabbimizsin" cevabını vermelerini ifade etmektedir. Râzî, fıtrî imanın yeterli olmadığını belirterek Allah'a kulluk etmenin gerekliliğini vurgulamıştır.745 Taberî'ye göre fıtrat, Cenâb-ı Hakk'ın bahşettiği tabiat, akl-ı selîmdir. Âyette geçen fıtrat ise İslam'ı, ihlâsı, yaratıcıya verilen sözü ifade etmektedir.746 Fıtrat kelimesi ve türevleri hadislerde de geçmektedir. "Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, mecûsî yapar"747 hadisi konunun anlaşılması bakımından önemlidir. Bu hadis, bir olan Allah'a inanma hissinin fıtrî olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca bireyin çevresinin, ailesinin bu his üzerindeki tesirine dikkat çekilmiştir. Âlimler fıtrata Cenâb-ı Hakk'ı tanıma yatkınlığının verildiğini ifade etmişlerdir. Bu, göze görme yeteneğinin verilmesine benzetilmiştir. Bozulmamış, etki altında kalmamış fıtratın yönü iyiliğe, tevhid inancına meyillidir. Herkesin fıtratında bir marifetullah saklıdır. Fakat haricî faktörler nedeniyle fıtrat bu yatkınlıktan, amacından uzaklaşabilir. Bununla beraber bireyde bulunan öfke, şehvet benzeri yönelimlerin varlığı da bir gerçektir. Bunları da göz önünde bulunduran âlimler, fıtratın yalnız başına kâfi gelmeyeceğini söylemişlerdir. Hak dine çağıracak, hakikati gösterecek bir peygamberin gerekliliğine dikkat çekmişlerdir. Âyetlerde, Hz. Muhammed'in sözlerinde fıtrat kavramı insanın, dış faktörlerin tesiri altında kalmayan aslî karakterini ifade etmektedir. Bireyde gelişen karakter nitelikleri bu fıtrattan beslenmektedir. Fıtratta Cenâb-ı Hakk'ı tanımaya, bilmeye dair bir eğilim bulunmaktadır. Ulemânın çoğuna göre bu, ilk yaratılışta insanın Cenâb-ı Hakk'a verdiği sözle bağlantılıdır. Bir olan Allah'a inanma, O'nu tanıma duygusu fıtrîdir fakat kendiliğinden gelişmesi mümkün değildir. Çünkü kişide hazır bir tevhid düşüncesi değil, onu tevhid 744 er-Rûm 30/ 30. 745 er-Râzî, a.g.e., C. XVIII, s. 110,111. 746 et-Taberî, a.g.e., C. VI, s. 410. 747 el-Buhârî, "Cenâiz", 79, 80, 93; Müslim, "Kader", 22-25 123 düşüncesine ulaştıracak kapasite bulunmaktadır. İnsan varlık hakkında tefekkür edip araştırma gayreti gösterdiğinde bu kapasite onu din duygusuna, tevhid inancına ulaştıracaktır. Nitekim Hz. İbrâhîm daha çocukken tefekkür ederek tevhid inancına erişmiştir. Naslarda geçen fıtrat kavramı dört şekilde yorumlanmıştır:748 a) Ulemânın çoğu âyet ve hadislerdeki fıtrat kavramını "İslam" olarak yorumlamıştır. Öyleyse "Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar" manasındaki hadis, herkesin dininin İslam olduğunu ortaya koymaktadır. "Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasık temizlemek, tırnak kesmek, koltuk altı kıllarını temizlemek, bıyıkları kısaltmak"749 hadisinde de fıtrat, Müslümanlık manasındadır. Buna göre fıtrat kişinin, yaratıcıyı tanıma, bilme eğilimidir. Ayrıca bireyin müspet kabiliyetlerini ifade etmektedir. b) Cenâb-ı Hakk'ın ilk yaratılışta tayin ettiği, teğayyür edilemeyecek olan inanç ile neticesindeki saadet ya da bedbahtlık manasındadır. Nitekim "İlkin sizi yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz"750 âyetinde de bu durum vurgulanmıştır. c) Fıtrattan kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın insanoğlundan bu âleme gelmeden evvel kendisine inandıklarına dair aldığı ahittir. d) "Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar" hadisindeki fıtrat yalnızca mümin doğanlar içindir. Eğer herkes için olsaydı Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki biz cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yarattık"751 buyurmasının manası kalmazdı. İbn Abdilber, bu yorumlardan en akla uygun olanının ilk görüş olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca fıtrat kavramını selâmet, istikâmet olarak tanımlamıştır. "Ben bütün kullarımı hanifler olarak yarattım"752 kutsî hadisinde yer alan "hunefâ" ifadesinin de 748 İbn Abdilber, Ebû Ömer Cemâleddin Yûsuf b. Abdillah, (v. 463/1071), et-Temhîd limâ fi'l-Muvatta Mine'l- Meânî ve'l-Esânîd, I-XXI, (thk. Saîd Ahmed A'rab), y.y., Vizâretü'l-Evkâf ve'ş-Şuûni'l-İslâmiyye, 1982, C. XVIII, s. 70, 74, 83; Hayati Hökelekli, "Fıtrat, a.g.md., C. XIII, s. 47. 749 el-Buhârî, "Libâs", 51, 63, 64; Müslim, "Tahâret", 49-51. 750 el-A'râf 7/29. 751 el-A'râf 7/179. 752 Müslim, "Cennet", 63. 124 selâmet, istikâmet manasında olduğunu söylemiştir.753 İbnu'l Cevzî fıtratı, "Allah'ın insanları onun üzerine yarattığı karakter" olarak açıklamıştır.754 Kurtûbî fıtratı, hakikati kabul etme yatkınlığı olarak izah etmiştir. O'na göre herkes hissetmeye, idrak etmeye, sahih bir şekilde düşünmeye, inanmaya uygun biçimde doğar.755 İbn Teymiyye'ye göre fıtrat üzere doğmak Müslümanlığı ifade etmektedir. O, ilgili hadisin "ebeveyni onu yahudi, hıristiyan yapar" kısmında "ya da müslüman yapar" ifadesinin bulunmamasının, fıtrat kavramının İslam manasında olduğuna işaret ettiğini belirtmiştir.756 İbnü'l Esîr de bu görüşe katılmaktadır. Ayrıca her insanın, fıtratının önündeki engeller kaldırıldığında Allah inancına ulaşacağını ifade etmiştir.757 Aşağıdaki âyetlerde insanın fıtratına görme, işitme, hakikati idrak etme kabiliyetlerinin verildiğine işaret edilmiştir: َّما تَْشُكُروَن " َّسْمَع َواأْلَْبَصاَر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال "قُْل ُهَو الَِّذي أَنَشأَُكْم َوَجعََل لَُكُم ال "De ki: O, sizi hayata getiren, size kulaklar, gözler ve kalpler bağışlayandır; (yine de) ne kadar az şükrediyorsunuz!"758 َّما تَْشُكُرونَ " َّسْمَع َواأْلَْبَصاَر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال ُّروِحِه َوَجعََل لَُكُم ال َّواهُ َونَفََخ فِيِه ِمن َُّم َس ْ" "Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi. Sizin için işitme, görme ve idrak duygularını yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"759 َّربُِّكْم فََمْن أَْبَصَر فَِلنَْفِسِه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها " "قَْد َجاءُكم بََصآئُِر ِمن "Şimdi Rabbinizden size anlama ve kavrama araçları verilmiştir. Kim görürse lehine, kim görmezse aleyhinedir."760 Bu âyetlerde " ََّسْمَع َواأْلَْبَصاَر َواأْلَْفئِدَة ifadeleriyle insana görme, işitme, idrak etme " ال yetilerinin bahşedildiği hatırlatılmaktadır. Onun en önemli özelliğinin gözlem yapma, tefekkür etme kabiliyeti olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu kabiliyet onun fıtratına yerleştirilen, 753 İbn Abdilberr, a.g.e., C. XVIII, s. 70, 71. 754 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 19. 755 el-Kurtubî, a.g.e., C. XIV, s. 29. 756 İbn Teymiyye, a.g.e., C. VIII, s. 444, 445. 757 İbnü'l Esîr, a.g.e., C. III, s. 457. 758 el-Mülk 67/23. 759 es-Secde 32/9. 760 el-En'âm 6/104. 125 küfrü bırakıp imana meyletme kabiliyetidir. Âyetlerde, bu nimetleri bahşeden Allah'a şükredilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu nimetler Cenâb-ı Hakk'ın, her şeye kâdir olduğunu da göstermektedir. Bu âyetlerde insanların doğru yoldan ayrılmaması, yanlış düşünce ve davranışlardan kurtulması istenmiştir.761 Kulak, göz bilgiye ulaşma vasıtalarındandır. Görme, duyma en mühim duyulardır. Bundan dolayı âyetlerde görme, işitme duyusu insana verilen mühim bir kabiliyet olduğu zikredilir. Âyetlerde geçen " َ اأْلَْفئِدَة" ifadesi kalbi ifade eder. Kalp, duyular vasıtasıyla elde edilen malumatı tanzim edip istidlâl yapan akla işaret eder. Allah, "َّسْمع yani işitme kabiliyetini hakikati anlatanları "ال işitebilmemiz için vermiştir. "اأْلَْبَصار" yani görme kabiliyetini tevhidi gösteren delilleri görebilmemiz için vermiştir. "اأْلَْفئِدَة" yani anlama kabiliyetini iyiyi, kötüyü temyiz edebilmemiz için vermiştir.762 ِإْلنَساَن ِمن نُّْطف َة أَْمَشاج نَّْبتَِليِه فََجعَْلنَاهُ َسِميع ا بَِصي را" ,Şüphesiz biz denemek için insanı) "إِنَّا َخلَْقنَا ا karışım halindeki az bir sudan yarattık. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.)763 âyetinde insanın imtihan vesilesiyle dünyada bulunduğuna dikkat çekilmiştir. "فََجعَْلنَاهُ َسِميع ا بَِصي را" ifadesiyle insanın aklı başında ve düşünen biri kılındığı belirtilmişitir. Zeccâc demiştir ki, insanın gören, işiten kılınması onun mükellefiyet verildiğine işaret etmektedir. Âyette duyma, görme lafzıyla kastedilen bilgi kazanma, çıkarımda bulunma kabiliyetidir. Görme, işitme duyuları bilgiye ulaşma vasıtalarındandır. Âyette sadece bu duyuların zikredilmesiyle yetinilmiştir. Fakat temel maksad, kişide bulunan ve bunlar aracılığıyla bilgi kazandığı tüm yetilerdir. Râzî, semi-basar kelimelerinin kişinin kavrama ve temyiz yeteneğinden kinaye olduğunu aktarmıştır. Araplarda semi' kavramının "itaatkâr", basîr kavramının "bilen" anlamına geldiği ifade edilmiştir.764 ِ إْلنَساُن َعلَى نَْفِسِه بَِصيَرة" Doğrusu, insan kendisine karşı bir şâhittir.)765 âyetinde) " بَِل ا insanın kendi yaptığı fiilere şahit olacağı belirtilmiştir. Âyette geçen " بَِصيَر ة " ifadesi iki şekilde yorumlanmıştır. Birinci görüşe göre insan mahza basîret, gören, bilen kılınmıştır. Yani akl-ı selîmle onu ebedi mutluluğa ulaştıracak şeyleri, onu bedbaht edecek şeyleri bilir. Diğer görüşe göre insanın organları, kendisinin amellerine şahittir.766 761 er-Râzî, a.g.e, C. XIII, s. 134; Ebû's-Su'ûd, a.g.e., C. IV , s. 348. 762 et-Taberî, a.g.e., C. IX, s. 471; İbn Âşûr, a.g.e., C. XII, s. 261. 763 el-İnsân 76/2. 764 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s. 230; er-Râzî, a.g.e., C. XXII, s. 335. 765 el-Kıyâmet 75/14. 766 er-Râzî, a.g.e., C. XXII, s. 293. 126 2) Hanîf Hanîf, İslâmiyetten evvelki Hz. İbrahim'in dinine inananlar için kullanılan bir isimdir. Bu kavramın kökeni ve manasıyla ilgili çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Arapça, İbranice ya da Habeşçe bir kelimeden türediği ifade edilmiştir. Kavramın kökü olan "h.n.f.", tüm Sâmi dillerinde müşterektir. Ken'ânîce'de, "kötülüğe meyilli ve sapkın olmak, iftira etmek" manalarına gelmektedir. İbrânice'de "putperest", "doğru yoldan uzaklaşmak, dine karşı kayıtsız kalmak" ve benzeri manaları ifade etmektedir. Batılı araştırmacılara göre bu sözcük Süryanice'den gelmektedir. Süryanice'de "hnp" kökü, "putperestlik (dinlerinden dönmeyen, yani yahudi ve Hıristiyan olmayıp eski yerli dine bağlılığı sürdüren), dinî konularda kararsızlık, farklı inançların bir araya getirilmesi" mânalarına gelmektedir.767 Mes'ûdî, hanîf kelimesinin Arapçalaşmış Süryanice bir sözcük olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca "hunefâ" kelimesiyle Sabiîler'in kastedildiğini belirtmiştir. Başka bir görüşe göre bu kelime, Dâvûd (a.s.) 'ın harb yaptığı Filistinliler ile ilgili olup onların yıldızlara inandığını ifade etmektedir. Buna mukabil Arapça lügatlerde bu kavramın Arapça'dan gelmediği hakkında bilgi mevcut değildir. Bu lügatlerde "h.n.f." kökü meyletmek manasındadır.768 Cevherî'ye göre, tebliğ ettiği topluluğun putlarına tapmayıp İslam'a yönelmesi sebebiyle Hz. İbrahim'e hanîf adı verilmiştir. Ebû Amr bu kavramı, iyilikten kötülüğe ya da kötülükten iyiliğe yönelen olarak tarif etmiştir.769 Fakat lügatler ile dini kaynaklarda "h.n.f." kökü, sapkınlıktan doğru yola, İslam'a dönmek manasında kullanılmıştır. Râğıb el-İsfehânî bu kavramı, şaşkınlıktan kurtulma maksadıyla istikâmete yönelmek olarak açıklamıştır. Nitekim 770"ۜا َولَْم يَُك ِمَن اْلُمْشِركين هّلِِلِ َح۪نيف َُّمة قَانِتا َِّن ِاْبٰر۪هيَم َكاَن ا ," ا âyetleri buna " َكاَن َحنيفا ُمْسِلماۜ "771 işaret etmektedir.772 Hanîf kavramının ilk kullanımını görmek maksadıyla nassların dışındaki kaynaklara bakmak gerekmektedir. Araplarda hanîf kavramı ile müştakları pek çok şairin beyitlerinde 767 Şaban Kuzgun, "Hanîf", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XVI, s. 33. 768 Kuzgun, a.g.md., C. XVI, s. 33. 769 el-Cevherî, a.g.e., s.IV, s. 156. 770 en-Nahl 16/120. 771 Âl-i İmrân 3/67. 772 el-İsfehânî, a.g.e., s. 313. 127 geçmektedir. Ebû Züeyb'in (v. 28/648), "Orada bir hanif gibi iki ay cumada ve iki ay safer olmak üzere dört ay kaldı" beytindeki hanîf kavramının hıristiyan keşişe işaret ettiği belirtilmiştir. Zürrumme'nin (v. 177/735), "Gölge batıya döndüğünde onu hanif sanırsın, güneş doğduğunda ise hıristiyan olur" beytinde bu kavramın, müslüman manasında kullanıldığı görülmektedir. Hz. Muhammed'in zamanındaki şairlerden biri olan Ebu Kays b. Eslet'in (v. 1/623) beyitlerinde de bu kavram kullanılmıştır. O, beyitlerinde kabilesini bölgedeki diğer dinlere mukabil hanif bir din tesis etmeye çağırmıştır. Bu misaller, ilgili kavrama farklı manalar verildiğini ortaya koymaktadır. İslâmın ilk zamanlarında bu kavrama beyitlerinde yer veren şairlerin manasını âyetlerden aldıkları nakledilmiştir.773 İsfehânî, "تحنّ فالن " ifadesinin bir kimsenin istikamet yolunu araştırması manasında olduğunu söylemiştir.774 Cahiliye Arapları, hac yapan kişilere hanif demiştir. Ayrıca sünnet olanlar için de bu ifade kullanılmıştır.775 Taberî haniflik için bu özelliklerin kâfi olmadığını ifade etmiştir. Çünkü o devirlerde müşriklerin bir kısmı da sünnet olup hac yapmaktaydı. Hâlbuki âyetlerde hanîflik, müşrikliğin zıttını ifade etmektedir. Dolayısıyla hanîfliğin özelliklerinden biri, tevhid inancına sahip olmaktır.776 İbn Manzûr putlara tapmamayı, cünüplükten temizlenmeyi de hanifliğin özellikleri arasında saymıştır.777 Âlimlerin çoğuna göre hacca gitmek, Allah'ın emirlerine uymak hanîflikle bağlantılı görülmüştür.778 Âyetlerde "hanîf" ( حني) kavramı 10, cemîsi olan "hunefâ" (حنفاء) kavramı 12 yerde kullanılmıştır. Bu âyetlerde genellikle müşrikliğin zıttını ifade etmektedir.779 Sekiz âyette Hz. İbrahim'in itikadına işaret etmektedir. Bazı âyetlerde Hz. İbrahim'in yahûdi ya da hristiyan olmadığı ifade edilerek hanîf kavramı kullanılmıştır.780 Bazı âyetlerde de Hz. Muhammed ile diğer müslümanlara, hanîf olarak Allah'a kulluk görevini yerine getirmeleri buyrulmuştur.781 Bu âyetlerden hanifliğin, Cenâb-ı Hakk'ın insanın yaratılışına yerleştirdiği tevhid dini olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim "هَّللاِ الَّ۪تي فََطَر النَّاَس عَ لَْيَها ا فِْطَرَت ۜ ۪دّيِن َح۪نيف َِقْم َوْجَهَك ِلل "فَا 773 Kuzgun, a.g.md., C. XVI, s. 34. 774 el-İsfehânî, a.g.e., s. 313. 775 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. I, s. 178, 236; er-Râzî, a.g.e., C. Xlll, s. 57. 776 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 564; C. III, s. 105. 777 İbn Manzûr, a.g.e., C. XXII , s. 104. 778 et-Tabresî, Ebû Alî el-Fadl b. el-Hasen (v. 548/1153), Mecmau'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, I-VI, Beyrût: Dâru Mektebeti'l-Hayât, 1390, C. I, s. 403; er-Râzî, a.g.e., C. IV, s. 89. 779 el-Bakara 2/135, Âl-i İmrân 3/67-95, el-En'âm 6/79-161, Yûnus 10/105, en-Nahl 16/120, el-Hacc 22/31. 780 Âl-i imran 3/67; el-Bakara 2/135. 781 Yûnus 10/105, er-Rûm 30/30 128 (Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir.)782 âyeti bu hususa dikkat çekmektedir. Hanîf kavramı âyetlerde İslâm'ın müterâdifi olarak gelmektedir. Örneğin ِاْبٰر۪هيُم " َما َكاَن ًّ َوٰلِكْن َكاَن َح۪نيفا ُمْسِلماۜ " ًّ َواَل نَْصَرانِيا İbrâhim ne yahudi ne hıristiyan idi; bilâkis o hanîf bir) يَُهوِديا müslümandı)783 âyetinde hanîf ifadesi İslam olarak tefsir edilmiştir. İbn Mesûd ِهَّللا ۪دّيَن ِعْندَ َِّن ال "ا ِاْلْساَل ُم" Allah katında tek din İslâm'dır)784 buyruğunu açıklarken İslâm kavramı için) ا Hanîfiyye kavramını kullanmıştır. Bu âyetlerden de hanîf kavramının müşrikliğin, tahrif edilmiş inancın zıttı olduğu anlaşılmaktadır. َ ن " ۜا َوَما َكاَن ِمَن اْلُمْشِر۪كي Onlar, 'Yahudi) " َوقَالُوا ُكونُوا ُهودا اَْو نََصاٰرى تَْهتَدُوۜا قُْل بَْل ِملَّةَ اِْبٰر۪هيَم َح۪نيف veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız' dediler. Sen de de ki: Hayır! Biz, Hanîf olan İbrâhim’in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi)785 âyetinde Allah'a şirk koşmayan, yahudi veya hristiyan olmayan bir topluluğa işaret edilmiştir ki, bunlara hanîf denilir. Bu âyet hanifliğin tevhîd dini olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Hz. İbrahim tevhid inancına sahiptir. Allah'ın gönderdiği tüm peygamberlerin tebliğ ettiği din hanîflik esasına dayanır. Taberî, hanîf kavramıyla ilgili öne sürülen görüşleri şöyle sıralamıştır:786 1. Hanîf kavramı "hac yapan" manasındadır. Hz. İbrahim ilk hac yapan kişi olduğu için "hanîf" olarak isimlendirilmiştir. O'nun dini de "hanîflik" olarak anılmıştır. Bu görüş Hasan Basrî, Mücâhid ve Dehhâk'tan aktarılmıştır. 2. Mücâhid'den aktarılan diğer bir rivâyete göre hanîf, "tâbi olan" manasındadır. Hz. İbrahim'in dinine tâbi olanlar "hanîf" olarak adlandırılmıştır. 3. Bazı âlimler hanîf kavramının sünnet olan anlamına geldiğini ifade etmiştir. Hz. İbrahim'in ilk sünnet olan kişi olması sebebiyle onun dini hanîf olarak adlandırılmıştır. 4. Hanîf kavramı, ihlâslı manasındadır. Bu görüş Süddî'ye aittir. 5. Hanîf, İslam manasındadır. Hz. İbrahim'in dini İslam olduğundan ona tâbi olanlar hanîf yani müslüman olarak adlandırılmıştır. Taberî de bu görüşü tercih ettiğini belirtmiştir. 782 er-Rûm 30/30. 783 Âl-i İmrân 3/67. 784 Âl-i İmrân 3/19. 785 el-Bakara 2/135. 786 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 351. 129 İbnu'l Cevzî, hanîf kavramıyla ilgili iki görüşü nakletmiştir. İlk görüşe göre hanîf, ibadete meyleden manasına gelmektedir. Bu görüş, hanîf kelimesinin sözlük anlamlarından biri olan "bir şeye yönelmek" manasına dayandırılmştır. Diğer görüşe göre hanîf, doğru anlamındadır. Bu görüş İbn Kuteybe'ye aittir. Hanîf kelimesi için hac yapan, ihlâslı manalarının da verildiği nakledilmiştir.787 Hanîf kelimesi âyetlerdeki manasıyla hadislerde de geçmektedir. Buna "Allah, 'kullarımın hepsini hanîf olarak yarattım' buyurdu"788, "Ben Yahudilik ve Hıristiyanlık'la değil kolaylaştırılmış Hanîflik'le gönderildim"789 hadisleri örnek olarak verilebilir. Bu hadisler de göz önünde bulundurulduğunda hanîfliğin, tüm peygamberlerin tebliğinde müşterek kaideleri yansıttığı anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber de insanlara aynı inancı ulaştırmıştır. Bu sebeple hanîf kavramı, müslim kavramının müteradifi olarak kullanılmıştır.790 3) İlk Ahid (Elest Bezmi) "Bezm" sözcüğü, Farsça'da "sohbet" manasındadır. "Elest" ifadesi ise, Arapça'da "Ben değil miyim?" anlamında " ت ُ fiilinden gelmektedir. "Bezm-i elest", " 'Ben sizin " ألْس rabbiniz değil miyim' hitabının yapıldığı ve ruhların da 'evet' diye cevap verdikleri meclis" manasındadır.791 "Bezm-i Elest" terkibi, ilk yaratılışta Cenab-ı Hakk ile insanlar arasında gerçekleştiği belirtilen ahitleşmeyi ifade etmektedir. Bu ifadedeki "elest" sözcüğü, âyetten alınan bir ifadedir. Âyette de bahsi geçen bu sözleşme, "misak, ahid, kalü bela, bezm-i elest" ve benzeri isimler ile anılmıştır.792 İlgili âyet: ْۜم قَالُوا بَٰل ى َشِهْدن َا " ِب ُّك ِبَر ى اَْنفُِسِه ْم اَلَْسُت ُِّريَّتَُهْم َواَْشَهدَُهْم َعٰل ۪ َني ٰادََم ِمْن ُظُهوِرِهْم ذ Rabbin) " َواِْذ اََخذَ َربَُّك ِمْن ب Âdemoğulları’ndan -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbiniz değil miyim? 'Elbette öyle! Tanıklık ederiz' dediler.)793 Tefsirlerde bezm-i elest ile ilgili öne sürülen görüşler iki noktada toplanabilir: 787 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. I, s. 156. 788 Müslim, "Cennet", 63. 789 İbn Hanbel, a.g.e., C. V, s. 266; C. VI, s. 116. 790 Kuzgun, a.g.md., C. XVI, s. 34. 791 Yusuf Şevki Yavuz, "Bezm-i Elest", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1992, C. VI, s. 106. 792 Yavuz, a.g.md., C. VI, s. 106. 793 el-A'râf 7/172. 130 Birinci görüş: Söz konusu sözleşme insanın dünyaya gelişinden evvel vuku bulmuştur. Bu görüşe göre Allah tüm insanların ruhlarını bezm-i elestte toplamıştır. İnsanlardan onların Rabbi olduğunu kabul ettiklerine dair söz almıştır. Bu bilgilerin mecaz olarak izah edilmesi münasip olmamaktadır. Çünkü nasların zâhirî anlamlarını bırakıp te'vîl etmek için geçerli bir neden bulunmamaktadır. Ayrıca bu sözleşmenin gerçekte vuku bulmuş olması imkân dâhilindedir. Zira Allah buna kâdirdir. Selefiyye, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu, mutasavvıflar, Şia ulemâsı bu düşünceyi savunmaktadır. Bu âlimler bahsi geçen sözleşmenin vuku bulduğu yer hakkında kesin fikir öne sürmekten geri durmuşlardır.794 İkinci görüş: Âyette işaret edilen sözleşme mecâzdır. Bu görüşe göre söz konusu hâdise dünya yaratılmadan evvel gerçekleşmemiştir. Bu ahdin, insanın bedeninin yaratılması esnasında vuku bulduğu düşünülmüştür. İnsan yaratılırken onun fıtratına Cenab-ı Hakk'ın varlığını, birliğini tanıma kabiliyeti yerleştirilmiştir. Böylece insanlar doğru inanca erişebilecek potansiyele sahip kılınmıştır. İnsan tabiatında bulunan iman etme potansiyeli söz konusu âyetlerde temsîlî olarak izah edilmiştir.795 Kur'ân'da bunun gibi temsîlî anlatımlar mevcuttur. Örneğin ۜا قَالَـت َا َّس َماِء َوِهَي دَُخا ن فَقَاَل لََها َوِلاْلَْرِض ائْتِيَا َطْوعا اَْو َكْره َّم اْست َٰوى اِلَى ال ُ ْ" َ ن" ِئ۪عي ,Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza) اَتَْينَا َطا ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler)796 âyetinde temsîlî anlatım söz konusudur. Mutezilî, Mâturîdî ulema bu görüştedir. Eşarî, Şii ulemanın bir kısmının da bu görüşü savundukları nakledilmiştir. Fahreddin Razi de bu görüşü tercih etmiştir. O'na göre böyle bir sözleşme gerçekte vuku bulmuş olsaydı insanlar bunu hatırlardı. Bu sebeple âyetteki anlatım mecâz kabul edilmiştir.797 Bazı âlimler âyette söz edilen sözleşmeyi, bireyin psikolojik muhtevasına Cenab-ı Hakk'ı tanıma, O'na inanma kabiliyetinin yerleştirilmesi, böylece istidlâle gereksinim olmaksızın hakikate erişebilmesi olarak yorumlamıştır. İbn Teymiyye ve bazı Selefîler bu düşüncededirler. "Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar"798 hadisinin bu hususu desteklediğini belirtmişlerdir.799 794 et-Taberî, a.g.e., C. VIII, s. 226. 795 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 103. 796 el-Fussilet 41/11. 797 er-Râzî, a.g.e., C. XV, s. 47. 798 el-Buhârî, "Cenaiz", 79, 93; Müslim, "Kader", 22-25. 799 İbn Teymiyye, a.g.e., C. VIII, s. 411, 414, 483. 131 Söz konusu âyette geçen "َشِهْدنَا (şahidiz)" ifadesiyle ilgi farklı görüşler öne sürülmüştür. İbnü'l Cevzî bu görüşleri şöyle sıralamıştır: 800 a. Allah insanlardan söz alarak onları kendilerine şahit tutmuştur. Bu, Mukâtil'in görüşüdür. b. Allah insanlardan söz aldığında onları birbirlerine şahit tutmuştur. Bu görüş Zeccâc'a aittir. c. Allah insanlardan söz aldığında melekler buna şahitlik etmiştir. Süddî bu görüştedir. Kur'ân'da Allah'ın insanlardan doğru yoldan ayrılmayacaklarına dair aldığı söze işaret eden başka âyetler de bulunmaktadır. Örneğin " ۪دّيُن اْلقَيُِّم âyetindeki "ed-dîn'ül " ٰذِلَك ال kayyîm" ifadesiyle zikredilen dinin, insanın fıtratına yerleştirildiğine, bunun teğayyür edilmeyeceğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca bu ifadeyle onun fıtrî bir din olduğuna işaret edilmiştir." بّي اِٰلى ِصَرا ط ُمْستَ۪قي م ۪دينا قِيَما ِملَّةَ اِْبٰر۪هيَم َح۪نيف ا ۪ ِانَّ۪ني َهٰدي۪ني َر De ki: Şüphesiz Rabbim) " قُْل beni doğru yola, sapasağlam bir dine, Allah’ı bir bilen İbrâhim’in dinine iletti.)801 âyetinde de bu husustan söz edildiği görülmektedir.802 İlk ahid ile ilgili görüşleri naklettikten sonra "mîsak" kavramından bahsetmek faydalı olacaktır. "Mîsak" kavramı da "ahid, antlaşma" manasındadır. Bu kavram Kur'ân'da 25 yerde yer almaktadır. Çeşitli âyetlerde peygamberlerden, onlara tâbî olanlardan doğru yoldan ayrılmayacaklarına dair alınan sözden bahsedilirken "mîsak" kavramının kullanıldığı görülmektedir. Bu hususa " ِباْلَواِلدَْيِن ِاْحَسان ا هَّللاَ َو َّال ِا Bir zamanlar) " َواِْذ اََخْذنَا ۪ميثَاَق ب َ۪ني اِْس َرا۪ يَل اَل تَْعبُدُوَن biz İsrâiloğulları’ndan, 'Yalnız Allah’a kulluk edeceksiniz; ana babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz' diyerek söz almıştık)803, َواِْذ اََخْذنَا ۪ميثَاقَُكْم اَل تَْسِفكُ وَن" ,Vaktiyle sizden, birbirinizin kanlarını dökmeyeceğinize) ِد َماَءُكْم َواَل تُْخِرُجوَن اَْنفَُسُكْم ِمْن ِديَاِرُكمْ " birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair de söz almıştık.)804, ۪يَّن لَـ َما هَّللاُ ۪ميثَاَق النَّبِ "َواِْذ اََخذَ ۜ هُ" َُّن بِ۪ه َولَتَْنُصُرنَّ ِدّ ق ِلَما َمعَُكْم لَتُْؤِمن َُّم َجاَءُكْم َرُسو ل ُمَص Allah peygamberlerden, 'Ben) ٰاتَْيت ُُكْم ِمْن ِكتَا ب َوِحْكَم ة ْ size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekini tasdik eden bir elçi size geldiğinde ona 800 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. II, s. 408. 801 el-En'âm 6/ 161. 802 Yavuz, a.g.md., C. VI, s. 106. 803 el-Bakara 2/83. 804 el-Bakara 2/84. 132 mutlaka inanacak ve yardım edeceksiniz' diyerek söz almıştı)805 âyetleri örnek olarak verilebilir. b. Mürekkeb ba. Nazar Nazar sözcüğü Arapça "n.z.r." maddesinden türemiştir. Sözlükte "görmek, bakmak, bakışları yönlendirmek, beklemek" manalarını ifade etmektedir. "Düşünmek, zihninden geçirmek" manalarını da içermektedir.806 Bu sözcük Türkçe'de "beğenilen şeye kıskançlıkla bakmak, zarar verecek şekilde onu etkilemek" anlamını ifade etmektedir. "Nazar etmek", "nazar değmesi" gibi terkiblerle ifade edilmektedir. Bu, Arapça'da "isabetü'l-ayn" ifadesiyle kullanılmaktadır.807 İsfehânî "nazar" (نظر) kavramını "bir nesneyi algılama maksadıyla gözü çevirmek" olarak tanımlamıştır. "Düşünmek, araştırmak" anlamlarını da kapsamaktadır. "Araştırma neticesinde hâsıl olan bilgi" manasına da gelmektedir. Avam dilinde genellikle "gözle bakmak" manasında kullanılmaktadır. Âlimler nezdinde "basiret" manasında kullanılmaktadır. "Bir nesneye baktım" manasında olan " نظرُت الى كذا " ifadesi "eşyaya bakma amacıyla uzanmak" manasındadır. Buna " فَنََظَر نَْظَرة فِي النُُّجو ِم " (Sonra yıldızlara şöyle bir baktı)808 âyeti örnek olarak verilebilir. "نظرُت فيه " ifadesi ise "bir nesneyi görüp onun hakkında düşünmek" manasındadır. Buna " ِاْلبِِل َكْيَ ُخِلق َْت Peki devenin nasıl) " اَفاََل يَْنُظُروَن اِلَى ا yaratıldığına bakmazlar mı)809 âyeti örnek olarak verilebilir. Bu âyetlerde tefekkür etmenin, nazarî gayretin öneminin vurgulandığı görülmektedir.810 هَّللاُ ِمْن َشْي ء َواَْن َع ٰسى اَْن يَُكوَن قَِد اْقتََرَب اََجلُُه ْم " َّسٰمَواِت َوااْلَْرِض َوَما َخلََق "اََولَْم يَْنُظُروا ۪في َملَُكوِت ال (Göklerin ve yerin egemenliği üzerinde, Allah’ın yarattığı her bir nesne üzerinde ve kendi ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda hiç kafa yormadılar mı)811 âyetinde geçen .ifadesiyle söz edilen şeylerin yaratılışındaki hikmeti düşünmek kastedilmiştir " يَْنُظُروا" 805 Âl-i İmrân 3/81. 806 İbn Manzûr, a.g.e., C. V, s. 215. 807 Salime Leyla Gürkan, "Nazar", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1992, C. XXXII, s. 443. 808 es-Sâffât 37/88. 809 el-Ğâşiye 88/17. 810 el-İsfehânî, a.g.e., s. 1068. 811 el-A'râf 7/185. 133 ِ ة" هَّللاُ َواَل يَْنُظُر ِالَْيِهْم يَْوَم اْلِقٰيَم ِلُّمُهُم Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara) " َواَل يَُك bakmayacak)812 âyetinde Allah'ın kıyâmet gününde, sözünde durmayıp yeminlerini bozanlara bakmayacağı ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, kullarına bakması onları nimetlendirip ihsanda bulunmasıdır. Âyette geçen " ْاَل يَْنُظُر اِلَْيِهم" ifadesi, o kulların Allah katında değerinin olmadığını göstermektedir.813 "Nazar" (نظر) kelimesinin "bekleme" (انتظار) manası da bulunmaktadır.814 نظرتُه" َّساَعةَ اَْن تَأْتِيَُهْم بَْغتَة ifadesi "bekledim, geciktirdim" manasındadır. Buna اْنتظرتُه" َّال ال ِا "َهْل يَْنُظُروَن Bütün yaptıkları, kendileri farkında bile olmadan kıyâmetin ansızın) َوُهْم اَل يَْشعُُرونَ " kopmasını beklemekten ibaret.)815, "ن َ ۪نّي َمعَُكْم ِمَن اْلُمْنتَِظ۪ري ِا ,De ki: Bekleyin bakalım) " قُْل فَاْنتَِظ ُروا ben de sizinle beraber bekliyorum!)816, "ن َ ِاذا ُمْنَظ۪ري O zaman onlar bekletilecek) "َوَما َكان ُوا değildir)817 âyetleri örnek olarak verilebilir. "Nazar" kelimesi "şaşkınlığa düşmek" manasında da kullanılmaktadır. Örneğin َّصاِعقَةُ َواَْنتُْم تَْنُظُرونَ " Bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz de) "فَاََخذَتُْكُم ال bakakalmıştınız)818 âyetinde inkârcıların şaşkınlıkları "تَْنُظُرون" ifadesiyle ortaya konulmuştur. "ن َ ِفْرَعْوَن َواَْنتُْم تَْنُظُرو Sizi kurtardık; Firavun’un adamlarını da) " فَاَْنَجْينَاُكْم َواَْغَرْقـ نَا ٰاَل siz bakıp dururken denizde boğduk)819 âyetinde geçen " َتَْنُظُرون " ifadesi ise "ibretle bakmak" şeklinde izah edilmiştir.820 َ ن" Sana bakıyorlar zannedersin, oysa görmezler)821) " َوتَٰريُهْم يَْنُظُروَن اِلَْيَك َوُهْم اَل يُْبِصُرو âyetinde bakmak ile görmenin farklı şeyler olduğuna işaret edilmiştir. َۜك "َوِمْنُهْم َمْن يَْنُظُر اِلَْي Onların arasında sana bakanlar da var; ama eğer) اَفَاَْنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُوا اَل يُْبِصُرونَ " görmüyorlarsa körlere doğru yolu sen nasıl göstereceksin)822 âyeti de bakmak ile görmenin farkına işaret etmektedir. Bakmak yüzeysel bir durum, görmek ise daha içsel bir durumdur. Dolayısıyla görmek, derûnî gerçeklikleri idrak etmek daha mühimdir. Önemli olan gözün 812 Âl-i İmrân 3/77. 813 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. I, s. 197. 814 el-İsfehânî, a.g.e., s. 1068. 815 ez-Zuhrûf 43/66. 816 Yûnus 10/102. 817 el-Hicr 15/8. 818 el-Bakara 2/55. 819 el-Bakara 2/50. 820 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 422. 821 el-A'râf 7/198. 822 Yûnus 10/43. 134 görmesi değil, kalbin görmesidir. Zira kalp gözleri kapalı olup hakikati göremeyenler kör hükmünde olmaktadır.823 Basîret yetisinin daha nazari akılla ilişkili olduğu görülmektedir. Zira basîret eşyanın batınını idrak etme, hakikati görme, anlama, doğruyla yanlışı ayırt edebilme kabiliyetidir. َّربُِّكمْ "824 ve "قَْد َجاءُكم بََصآئُِر ِمن 825"َ َّسْمَع َواألَْبَصاَر َواألَْفئِد َة gibi âyetler, basîretin nazarî " َوَجعََل لَُكُم اْل boyutuna işaret etmektedir. " ُاألَْبَصاَر , بََصآئِر " kelimeleri idrak etme, kavrama, hakikati görme yetisi olarak da açıklanmıştır. Basîret kabiliyetinin gelişme imkânının olması gibi körelme ihtimali de vardır. İnsan dünyanın süsüne aldanarak nefsini kötülüklerle kirletmezse, aklını doğru yola ulaşmak için kullanırsa kalp gözü olarak da adlandırılan basîret yetisi gelişir. Hakikati bir bakışta idrak edecek mertebeye yükselir. Fakat inkâr, nifâk, kibir gibi menfî inançlara, hislere kapılır ve kötü davranışlar sergilerse basîret yetisi körelir. Böyle bir durumda o kişi, gözleri görse bile kör hükmünde olur. Dolayısıyla Allah'ın insana bahşettiği basîret yetisini iyi değerlendirmek ve bunu salih amelle uygulamaya dökmek gerekmektedir. bb. Rü'yet "Rü'yet" kavramı sözlükte "gözle müşâhade etmek, görmek" manasına gelmektedir.826 "Kalple görmek, bakmak" manasını da taşımaktadır.827 Kelebâzî'ye göre rü'yet, Allah'ın cemalini temaşa etmektir. Ru'yetullâh kavramı, müslümanların âhirette Allah'ı görmesini ifade eden bir terimdir.828 Ru'yetullâh hakkında ileri sürülen görüşler iki grupta ele alınmaktadır: 1) Dünyada ru'yetullâh: Bu hususta iki görüş bulunmaktadır. İlk görüşe göre Cenâb-ı Hakk dünyada görülebilir. Bu, Müşebbihe ve Sufiyye'nin bir kısmının görüşüdür. Delil olarak nefs terbiyesi ve tezkiyesi neticesinde yaşadıklarını ifade ettikleri ruhî tecrübeleri öne sürmektedirler. Fakat bu herkesi bağlayacak bir huccet olmamaktadır.829 Diğer görüşe göre hiç kimse Cenâb-ı Hakk'ı dünyada göremez. Mûsâ (a.s.), Hakk'ı dünyada görmeyi murad 823 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 192; er-Râzî, a.g.e., C. XII, s. 390. 824 el-En'âm 6/106; "Rabbinizden size anlama ve kavrama araçları geldi." 825 en-Nahl 16/78; "Size işitme duyusu, görme duyusu, duyma, düşünme yetisi bahşetti." 826 el-Cürcânî, a.g.e., s. 109. 827 İbn Manzûr, a.g.e., C. XIV, s.291; ez-Zebîdî, a.g.e., s. 102. 828 el-Kelâbâzî, a.g.e., s. 42. 829 İbn Teymiyye, a.g.e., C. V, s. 489. 135 etmesine karşılık "Sen beni asla göremezsin"830 yanıtını almıştır. Bununla beraber ُال تُْدِرُكه" Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak eder.)831) ااْلَْبَصا ُر َوُهَو يُْدِرُك ااْلَْبَصا َر " âyetinde gözlerin Cenâb-ı Hakk'ı göremeyeceğine işaret edilmiştir. Ulemâ bu âyetten hareketle ru'yetullâhın dünyada gerçekleşmeyeceğini ifade etmişlerdir.832 Hz. Peygamberin dünyada Cenâb-ı Hakk'ı görüp görmediği hususu da ihtilaflıdır. Bazı âlimler bu hâdisenin vuku bulduğunu düşünmüştür. Zira mi'rac olayına dair aktarılan bazı rivâyetlerde Hz. Muhammed'in Cenâb-ı Hakk'ı gördüğü belirtilmiştir. Fakat birtakım rivâyetlerin mevzu olması sebebiyle Hz. Muhammed'in miracta Cenâb-ı Hakk'ı gördüğüne dair huccet sayılmamıştır. Dolayısıyla bazı âlimler Hz. Muhammed'in miracta Allah'ı görmediğini ileri sürmüşlerdir. Zira جا ب اَْو يُْرِسَل َرُسو ال َ ِ۬ئ ِح َّال َوْحيا اَْو ِمْن َو َرا هَّللاُ اِ ِلَّمهُ "َوَما َكاَن ِلبََش ر اَْن يَُك ُۜ ء" ِن۪ه َما ي ََشا ِبِاْذ Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde) فَيُوِحَي arkasından ya da bir elçi gönderip, izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir.)833 âyetinde insanın Cenab-ı Hakk'la üç yol haricinde konuşamayacağı belirtilmiştir. 2) Âhirette ru'yetullâh: Bu hususa dair öne sürülen görüşler iki grupta toplanmaktadır. a) Âlimlerin bir kısmına göre müslümanlar âhirette Cenâb-ı Hakk'ı görecektir. Ancak inkârcılar bundan mahrum olacaktır. " ِبَّها نَاِظَر ة ة . ِاٰلى َر Oysa o gün bir kısım) " ُوُجوه يَْوَمِئ ذ نَاِضَر yüzler rablerine bakarak mutlulukla parıldayacaktır)834 buyruğunda yer alan "ِبَّها نَاِظَرة " اِٰلى َر ibaresi bu hususa dair delil teşkil etmektedir. Bu görüşte olan âlimler söz konusu ifadeyi baş gözüyle görmek olarak yorumlamıştır. " َال تُْدِرُكهُ ااْلَْبَصا ُر َوُهَو يُْدِرُك ااْلَْبَصار" (Gözler O’nu idrak edemez, halbuki O gözleri idrak eder)835 buyruğunu gözlerin dünyada Cenâb-ı Hakk'ı idrak edememesi olarak yorumlamışlardır.836 Cenab-ı Hakk'ın âhirette gözle görülmesi aklen uygundur. Zira görülme konusu, var olmayla ilişkilidir. Allah vardır ve görülmesi gerekir.837Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın âhirette insanların gözlerini O'nu görebilecek kabiliyete sahip kılması da mümkündür. Bu görüş Ehl-i sünnet ile Selefiyye'ye aittir. Selefiyye Cenâb-ı 830 el-A'râf 7/143. 831 el-En'âm 6/103. 832 et-Taberî, a.g.e., C. XII, s. 19 833 eş-Şûrâ 42/51. 834 el-Kıyâmet 75/22-23. 835 el-En'âm 6/103. 836 et-Taberî, a.g.e., C. XII, s. 13, 14. 837 İbn Teymiyye, a.g.e., C. VI, s. 136. 136 Hakk'ın âhirette yer, yön bulunmaksızın görüleceğini belirtmiştir. Mâturîdî ile Fahreddîn Râzî de bu görüştedir. Bununla birlikte rü'yetin yalnızca naklen ispatlanabileceğini ifade etmişlerdir.838 Bunların haricindeki Eş'arî ve Mâturîdî âlimlere göre rü'yet aklen de ispatlanabilmektedir. İnkârcıların kıyâmette Cenâb-ı Hakk'ı görmeleri hakkındaki ehl-i sünnet ulemasının muhtelif görüşleri bulunmaktadır. Âlimlerin çoğu inkârcıların mahşerde Cenâb-ı Hakk'ı göreceklerini düşünmüşlerdir. Ancak ardından azap gereği, O'nu görme imkânları olmayacaktır.839 b) Allah'ın ahirette görülmesi imkân dâhilinde değildir. Çünkü ال تُْدِرُكهُ ااْلَْبَصا ُر َوُهَو " َ ر" Gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak eder.)840 âyetinde gözlerin) يُْدِرُك ااْلَْبَصا Allah'ı göremediği ifade edilmiştir. " َّصاِعقَةُ بُِظْلِمِه ْم هَّللاَ َجْهَرة فَاََخذَتُْهُم ال ُوا اَِرنَا Bize Allah’ı) " فَقَال apaçık göster demişlerdi de bu haksız davranışları yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı)841 âyetinde de Cenâb-ı Hakk'ı görmek isteyenlerin cezalandırıldığı bildirilmiştir. Âyette belirtildiği üzere Mûsâ (a.s.) O'nu görememiş, bu talebinden dolayı tövbe istiğfarda bulunmuştur.842 Bu görüşü savunanlara göre " ة .اِٰلى َربَِّها نَاِظَر ة Oysa o gün bir kısım) " ُوُجوه يَْوَمئ ِذ نَاِضَر yüzler rablerine bakarak mutlulukla parıldayacaktır)843 buyruğu rü'yetin âhirette gerçekleşeceğini ispatlamamaktadır. Onlara göre bu âyet müteşâbihtir ve "O gün rablerinin mükâfatını bekleyen parlak yüzler vardır" şeklinde yorumlanmalıdır. Bu görüşte olan âlimler âyetteki "ناظرة" lafzını "beklemek" olarak izah etmiş ve Allah'ın âhirette görülemeyeceğini ifade etmişlerdir.844 Bu âlimlerce Kur'ân'da, beşerin Cenâb-ı Hakk'la konuşma biçimleri arasında yüzyüze konuşmanın yer almadığı belirtilmiştir.845 Mutasavvıflara göre Cenâb-ı Hakk'ın dünyada görülmesi mümkün değildir. Bu, ne gözün görmesiyle ne de kalbin görmesiyle mümkündür. Fakat O'nun kalple bilinmesi imkân 838 el-Mâturîdî, a.g.e., C. II, s. 128; er-Râzî, a.g.e., C. XXX, s. 226. 839 es-Suyûtî, a.g.e., C. II, s. 397-398 840 el-En'âm 6/103. 841 en-Nisâ 4/153. 842 el-A'râf 7/143. 843 el-Kıyâmet 75/22-23. 844 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 264; ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 192; er-Râzî, a.g.e., C. III, s. 85. 845 er-Râzî, a.g.e., C. XXVII, s. 187. 137 dâhilindedir. Burda basîret devreye girmektedir. Allah'ın âhirette görüleceğine dair âyetlerden, hadislerden hareketle O'nun âhirette görülebileceği kabul edilmiştir.846 "Basara" kelimesi ve türevlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de geçen hâlleri ve sayıları aşağıdaki tabloda ifade edilmiştir: َ ن يُْبِصُرو ِئر (17) ااْلَْبَصار (13) اَْبَصارهم َ ن (6) بََصا (12) (1) فَبَُصَرتْ (1)ُمْستَْبِص۪ري (9) تُْبِصُرونَ (1) بَُصْرتُ (3) ُمْبِص را (8) اْلبََصر (1) اَْبَصار (1)اَْبَصارهن ُ ر (1) يُْبِصرُ (3) ُمْبِصَر ة (1) بََصُركَ (27) بَِصي ر (1) اَْبَصاُرَها (1) فََستُْبِص ة (15) بَِصي را (2) اَْبَصارُكمْ ََّصُرونَُهمْ (1) يَْبُصُروا (1) ُمْبِصُرون (2) بَ۪صيَر (1) يُب (1) اَْبَصرَ (1)اَْبَصا را (1) بََصِرِ ه (1) تَْبِصَر ة (10) اْلبَِصيرُ (1) اَْبَصاُرنَا ْ ر (1)اَْبَصْرنَا (3) اَْبِص II. KUR'ÂN'DA "BASÎRET" KAVRAMININ TAHLİLİ "Kur'ân'da Basîret Kavramının Tahlili" başlığı altında basîret kavramı, "Öznesi", "Nesnesi" ve "Yüklemine Göre" ele alınacaktır. A. ÖZNESİNE GÖRE Kur'ân'da basîret kavramı Allah ve insanlar için kullanılmıştır. Bunlar gruplara ayrılarak alt başlıklar halinde incelenecektir. 846 el-Kelâbâzî, a.g.e., s. 42; el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 250. 138 1. Allah Basîretin kaynağı, âlemin müdebbiri olan Allah'tır. İnsan, yaratıcısının emirlerine uyar, salih amel işler ve kötülüklerden uzak durursa kalp gözü denilen basîret yetisi aktif halde olur ve hakikatleri idrak eder. Allah kulun kalbini ilahi nurlarla doldurur. Böylece iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı bir bakışta ayırt edebilecek konuma yükselir. Basîret kavramı sözlükte görme, kavrama, bilme, sezgi, firaset gibi manalara gelmektedir.847 Istılahta ise "kutsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin kuvveti" şeklinde tanımlanır.848 Basîret kalbin nuru olarak görülmüştür. Kalp bu nur vesilesiyle eşyanın hakikatini görür. Basîretin zıddı ise manevi körlüktür. Basîr (بصير ), Allah'ın en güzel isimlerindendir. Bu kelime, görmeye konu olan eşyayı tümüyle kavrayıp gören manasına gelir. İnsanda bu kavrayışın meydana gelmesi bazı şartlara bağlıdır. Fakat Allah için bu şartlar mevzu bahis olmamaktadır. Nitekim O, her şeyi bir vasıtaya ihtiyaç duymadan görür ve bilir. Bu, " ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر ََّن Zira Allah, her şeyi) " أ gören, işitendir.)849 âyeti gibi pek çok âyette ifade edilmiştir. Basîr kelimesi "görmek, bilmek, sezmek" manalarına gelen basar (بصر) maddesinden türemiş olan sıfattır. Ayrıca "gizli ve açık her şeyi bütün özellikleriyle idrak edip gören" manasında Allah'ın isimlerinden biridir. Yaratıcı, yaratılmışların kavradığı veya kavrayamadığı şeylerin tümünü ince ayrıntısına kadar göze ihtiyaç duymadan bilir. Basar, Hakk'ın zatına nisbet edilen manevi vasıflarlardandır.850 İbnü'I-Cevzî'ye göre basîr kelimesi dört farklı manayı ifade eder. Bu manaları "sezen, gözüyle gören, kesin delil vasıtasıyla hakikati kavrayan, ibret gözüyle bakan" olarak tasnif etmiştir.851 Peygamberimizin sözlerinde basîr kavramı, Allah'ın ismi olarak geçer.852 kelimesi âyetlerde "gören" manasında 51 yerde geçmektedir.853 Buna şu âyetler " بَِصير" örnek olarak verilebilir: " ِّب ِلَم َحَشْرتَنِ ى أَْعَمٰى َوقَْد ُكنُت بَِصي را Der ki: Rabbim, beni niçin kör) " قَاَل َر olarak haşrettin? Hâlbuki ben gören biriydim.)854 ; " ُقُْل َهْل يَْستَِوي األَْعَمى َواْلبَِصير " (De ki: Hiç 847 er-Râğıb İsfehânî, a.g.e., s. 49; İbn Manzûr, a.g.e., C. IV, s. 65. 848 el-Cürcânî, a.g.e., s. 31; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 123. 849 el-Hacc 22 /61. 850.Bekir Topaloğlu, İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, İSAM yayınları, 2010, s. 40. 851 İbnu'l-Cevzî, a.g.e., s. 199, 200. 852 İbn Mâce, a.g.e., "Duâ", 10 ; et-Tirmîzî, a.g.e., "Da'avât", 82. 853 Abdülbâkî, a.g.e., s. 122. 854 Tâhâ 20/125. 139 gören ile görmeyen bir olur mu?)855 Bu âyetlerden 41 inde Allah'ın ismi olarak geçmektedir. Bunlardan bazıları: "َوَّللّاُ بَِصي ر بِاْلِعبَاد" (Allah, kullarını hakkıyla görendir. ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر " ; 856 َِّن "إ (Şüphesiz Allah her şeyi gören, işitendir.)857 Basîr sıfatının kullardaki yansıması ise onların kap gözlerinin açık olmasıdır. Bu sıfattan nasibi olmayanlar hakikati göremezler ve kör hükmünde olurlar. İslam âlimleri "basîr" (بصير ), "mübsır" (مبصر) kavramlarının birbirinden farklı olduğunu ifade etmişlerdir. Örneğin Buhârî "basîr" kavramının, gönül gözüyle görmek manasında olduğunu belirtmiştir. O'na göre "mubsir", gözle görmek manasındadır.858 Taberî de bu kavramların birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Allah için kullanılan "basîr" kelimesinin "mübsır" anlamında aktarıldığını söyler.859 El-Eş'arî'nin, "basîr-mübsır" kavramları arasında ayrıma gitmediği nakledilir. O, Allah'a gören manasında "müdrik" kelimesinin atfedilmesini caiz kabul etmiştir.860 Kâdî Abdülcebbâr, bu kelimeler arasındaki anlam farkını şöyle ifade etmiştir: "Basîr", görmeye konu olan eşyanın tümünü kavramayı belirten bir vasıftır. Allah'ın sıfatlarındandır. "Mübsır" kavramı, görülebilecekleri varolduğunda gören anlamındadır. O halde "basîr" kavramı görebilme özelliğini, "mübsır" kavramı görme hadisesini anlatır.861 Basîr kavramı, sübûtî sıfatlardan kabul edilir. "Semi' ve basîr" kelimeleri ile "hay" kelimesi arasında yakın bir bağ kurulmuştur. Hatta bu vasıfların, hay kavramının zorunlu bir neticesi olduğu düşünülmüştür. Bağdat ekolünden olan Mu'tezile ulemasına göre, "basîr" ismi bağımsız vasıf değildir. Bu ismin, "alîm" vasfının farklı bir tabiri olduğunu belirtmişlerdir. Fakat Basra Mu'tezîlîleri ve diğer İslâm ulemâsına göre, görme vasfı "ilim" vasfıyla ilişkili olmakla beraber o da bağımsız bir vasıftır.862 Bu bilgileri verdikten sonra, "Allah'ın sıfatları" alt başlığında Allah'ın isimlerinden olan "basîr" isminin Kur'an'da diğer isimlerle münasebetine dair bazı örneklere yer verilip 855 el-En'âm 6/50. 856 Âl-i İmrân 3/15. 857 el-Hacc 22/75, el-Lokmân 31/28, el-Mücâdele 58/1. 858 el-Buhârî, "Meğâzi", 18. 859 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 341. 860 İbn Fûrek, a.g.e., s. 45. 861 Kâdî Abdulcebbâr, Ebû'l Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed, (v. 415/1025), Tenzîhü'l-Kur'ân ani'l-Metâ'in, (thk. Ahmed Abdurrahîm Seyyâh), Kâhire: Mektebetu'n-nâfize, 2006, s. 135, 138. 862 Topaloğlu, "Basîr", a.g.md., C. V, s. 102-103. 140 bunların tahlili yapılacaktır. Ardından "Allah'ın fiilleri" alt başlığında O'nun, âlemi yaratması, yönetmesi, vahyetmesi ve ilham etmesi ile ilgili bilgi verilecektir. a. Sıfatları aa. Hayy - Basîr "Hayy" kelimesi sözlükte "yaşamak, diri olmak" manasındadır. Âyetlerde geçen "hayat" kelimesi ve türevlerinin hem Allah hem insanlar için kullanılmakta olduğu görülmektedir. Bu ifadenin Allah için kullanıldığında ölümsüzlüğü ifade ettiği anlaşılmaktadır.863 Ulemâya göre " basîr, semi' " kelimeleri "hay" kelimesiyle yakından alakalıdır. Hatta hay vasfının zorunlu bir neticesi olarak görülür. Zira hayat sahibi varlıkta, görme, duyma vasıfları da bulunmalıdır. Görme, duyma yetkinliği belirten ifadelerdir. Dolayısıyla bu yetkinliklerin Allah'ta bulunmaması düşünülemez. Âyetlerde "yaşatmak, diriltmek" manasındaki "ihyâ" kavramının müştakları 47 yerde Cenâb-ı Hakk'a atfedilmektedir. Bu âyetlerde O'nun, yağmur vesilesiyle toprağı yeşerttiği, bu vesileyle de canlıları nimetlendirdiği ifade edilmektedir.864 Hayır işleyenleri iki âlemde de mükâfatlandıracağı, âhiret âleminde ölüleri dirilteceği sıklıkla belirtilmektedir. Kur'ân'da diriltenin, hayatı devam ettirenin, öldürenin Cenâb-ı Hakk olduğu, neticede her şeyin O'na döneceği birçok yerde vurgulanmaktadır. Buna " َواِلَْيِه تُْرَجعُون َ Hayatı veren de) " ُهَو يُْحـ۪ي َويُ۪ميُت alan da O’dur; sonunda O’na döndürüleceksiniz)865, " ََواِنَّا لَنَْحُن نُْحـ۪ي َونُ۪ميُت َونَْحُن اْلَواِرُْون" (Kuşkusuz hayat veren de öldüren de biziz; her şeyin son sahibi de biz oluruz)866 âyetleri örnek olarak verilebilir. Hayy vasfının beş yerde Cenâb-ı Hakk'a izafe edildiği görülmektedir. Bu ismin ve türevlerinin yer aldığı bazı âyetler: ُّي اْلقَيُّو ُم" َّال ُه َو اَْلَح هَّللَاُ اَل اِٰلهَ اِ " 863.Bekir Topaloğlu, "Hayy", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1997, C. XVI, s. 549. 864 Topaloğlu, a.g.md., C. XVI, s. 549. 865 Yûnus 10/ 56 866 el-Hicr 15/23. 141 "Allah, O’ndan başka tanrı yoktur."867 ََّّللاُ بَِما تَْعَملُوَن بَِصي ر" ۗ َو ََّّللاُ يُْحيِي َويُِميُت "َو " Dirilten de Allah’tır, öldüren de ve Allah, bütün yaptıklarınızı görür."868 ِّل َشْي ء قَ۪دي ر" ُت َوُهَو َعٰلى ُك "يُْحـ۪ي َويُ۪مي " Hem hayat verir hem öldürür. O’nun her şeye gücü yeter."869 َّكْل َعلَى اْلَحّيِ الَّ۪ذي اَل يَُموُت َوَسبِّـْح بَِحْمِد۪ ه" "َوتََو "Asla ölmeyecek olan O diri varlığa (Allah’a) dayanıp güven ve O’na hamdederek yüceliğini dile getir."870 ِۜم َوقَْد َخاَب َمْن َحَمَل ُظْلما " "َوَعنَِت اْلُوُجوهُ ِلْلَحّيِ اْلقَيُّو "Diri ve her şeyin varlığı kendine bağlı olan Allah’ın huzurunda yüzler (başlar) hicapla eğilmiştir; zulmü yüklenmiş olan ise hüsrana uğramıştır."871 Bahsi geçen âyetler izah edilirken hayy kavramı, "başlangıcı ve sonu olmayan" şeklinde açıklanmıştır. Ardından bu vasfın, Allah'ın evrenin müdebbiri olmasıyla bağlantı kurulup açıklandığı nakledilmiştir. Bu kavramın 3 âyette tevhid konusu kapsamında geçtiği dikkate alınarak ilah olmaya, kulluk edilmeye layık varlığın hay olmasının gerekliliği belirtilmiştir.872 Hayy kavramı gâfil olmayan, yanılmayan, unutmayan olarak da açıklanmıştır.873 ab. Alîm - Basîr Âlimler tarafından görme vasfının ilim vasfıyla ilişkili olduğunun altı çizilmiştir. Bununla beraber basar vasfı da bağımsız bir vasıf olarak görülmüştür. Nitekim görmeye mevzu bahis olan eşyayı yalnızca bilmek başka, bizzat görerek bilmek başkadır. Hay ve alîm olan Cenâb-ı Hakk'ta görme ve duyma yetkinliğinin bulunmaması düşünülemez. Âyetlerde ve 867 el-Bakara 2/255. 868 Âl-i İmrân 3/156. 869 el-Hadîd 57/2. 870 el-Furkân 25/58. 871 Tâhâ 20/111. 872 et-Taberî, a.g.e., C. III, s. 109; Topaloğlu, a.g.md., C. XVI, s. 549. 873 el-Mâturîdî, a.g.e., C. II , s. 659. 142 Peygamberimizin (s.a.v) sözlerinde görme vasfı, basir kavramı haricinde nazar, ru'yet gibi başka kavramlarla da Allah'a atfedilmiştir. Basîr, ilim sıfatını destekleyici bir özelliğe sahiptir. Bu kavram Kur'ân'da 10 yerde874 semi' (سميع) işiten kelimesiyle birlikte kullanılmıştır. 5 yerde875 habîr (خبير) "haberdar olan" kelimesiyle birlikte kullanılmıştır. Bunların bir kısmında basir kavramının mef'ul almadan, "görme sıfatına konu teşkil eden her şeyi gören" anlamında geldiği görülür. Genelinde "kullarını gören, onların hatalarından haberdar olan, yaptıklarınızı gören" anlamında mef'ul alarak gelmiştir. Bir yerde ise, "O ne mükemmel görendir"876 anlamında taaccüp sigasında gelerek Allah'ı nitelemiştir. Allah Kur'an'da basîr kavramı haricinde, bakmak, görmek anlamında nazar ile rü'yet sözcüklerinin müştaklarıyla da nitelendirilmiştir.877 Ebû Hilâl el-Askerî (v. 400/1009), El-Furûku’l-Luğaviyye adlı eserinde basîr kavramını iki vecihte ele almıştır. Birinci vecihte basir, görenin idrak etmesi anlamındadır ve ru'yetin sıfatıdır. Diğer vecihte basir, alîm manasındadır. Basîr denilince ilim sahibi olmak kastedilir. Fakat basiret, bir eşyayı bilmekten daha geniş mana içermektedir. Allah için kullanılan basîr ifadesinden maksad, O'nun her şeyi görmesi ve bilmesidir. Askerî, basîret ve ilim kelimeleri arasındaki farkı anlatırken basiretin ilim ve marifette tekâmüle ulaşmak olduğunu ifade etmiştir. Allah için tekâmül süreci düşünülemez çünkü O'nda bir eksiklik yoktur.878 ِۜض اَْبِصْر بِ۪ه َواَْسِمــْع " َّسٰمَواِت َوا اْلَْر َِبثُو ا لَهُ َغْيُب ال ِبَما ل هَّللاُ اَْعلَُم De ki: Ne kadar kaldıklarını) " قُِل Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gizli bilgisi O’na aittir. O öyle bir duyar, öyle bir görür ki!)879 âyetinde "ر ْ fiili te'accüb sigasıyla gelmiş ve "ne de güzel görmek" anlamında "اَْبِص kullanılmıştır.880 Bu âyette görmekten maksad, bilmek, her şeyin farkında olmaktır. Zira Allah her şeyi görendir ve kullarının gizli veya açık yaptıklarından haberdardır. ِبِهْم َواَْبِصْر يَْوَم "اَْسِمْع Onlar, bizim huzurumuza çıkacakları gün öyle bir işitirler ve öyle bir görürler ki)881) يَأْتُونَن َا" 874 el-Hacc 22/61-75, Lokmân 31/28, el-Mücâdele 58/1, el-İsrâ 17/1, Mü'min 40/20-56, eş-Şûrâ 42/11, en-Nisâ 4/58-134. 875 el-İsrâ 17/17-30-96, eş-Şûrâ 42/27, Fâtır 35/31. 876 el-Kehf 18/26. 877 Topaloğlu, "Basir", a.g.md., C. V, s. 102. 878 el-Askerî, Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillah b. Sehl, (v. 400/1009), el-Furûku’l-Luğaviyye, (thk. Muhammed İbrâhîm Selîm), Kâhire: Dâru’l İlmi ve’s Sekâfe, 1418/1997, s. 82, 84. 879 el-Kehf 18/26. 880 el-Âlûsî, a.g.e., C. VII, s. 363. 881 Meryem 19/38. 143 âyetinde insana nispet edilen görme vasfı ise onların âhirette tüm gerçekleri anlayacakları, bilecekleri ifade edilmiştir. Fakat bu, dünyada hakikati görmek istemedikleri için bir işe yaramayacaktır. ac. Semi' - Basîr Âyetlerde semi' sıfatının basîr sıfatıyla kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla aralarında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Aşağıdaki âyetler bu hususa örnek olarak verilebilir: ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر" ََّن ِفي اللَّْيِل َوأ ََّّللاَ يُوِلُج اللَّْيَل فِي النََّهاِر َويُوِلُج النََّهاَر ََّن ِبأ "ذَِلَك "Bu böyledir, zira Allah gündüzü kısaltarak geceyi uzatan, geceyi kısaltarak gündüzü uzatandır; Allah olup biten her şeyi işiten, görendir."882 Bu âyette Allah'ın kudretinin nişanelerinden misaller verilmiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter. O, söylenen herşeyi işitir, yapılan her şeyi görür. Kullarının içini dışını bilir. Hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.883 ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر" َِّن ََّّللاُ يَْصَطِفي ِمَن اْلَماَلئَِكِة ُرُس ال َوِمَن النَّاِس إ " "Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, her şeyi işiten, görendir."884 Cenâb-ı Hakk, peygamberlere mesajını ulaştırması için Cebrail adlı meleği seçmiştir. Bunun gibi, insanlara mesajlarını ulaştırsın diye onların içinden seçtiği elçilere vazife vermiştir. Bu âyetin, inkârcıların "Kur’an içimizden birine indirildi" cümlelerine karşılık indirildiği nakledilmiştir. Nitekim müşrikler, elçinin insanların içinden seçilmesini inkâr ediyorlardı.885 "ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر َِّن ََّّللاُ يَْصَطِفي" ,cümlesi "إ " ifadesinin muhtevasını açıklamaktadır. Çünkü O'nun ilmi her şeyi kuşatır, seçmek O'na mahsustur.886 ََّّللاَ َسِمي ع بَِصي ر " َِّن َّال َكنَْف س َواِحدَة إ ِإ "ما َخْلقُُكْم َواَل بَْعثُُكْم "Hepinizin yaratılması ve yeniden diriltilmesi, (O'nun için) tek bir canlının yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, her şeyi işiten, görendir."887 Bu âyetin öncesindeki âyetlerde geçen " ِهّلِِل Bütün övgüler Allah'a mahsustur) hükmü, bu âyete) " اْلَحْمدُ 882 el-Hacc 22/61. 883 en-Nesefî, a.g.e., C. III , s. 218; İbn Kesîr, a.g.e. , C. VI, s. 482. 884 el-Hacc 22/75. 885 et-Taberî, a.g.e., C. XVII, s. 204; Ebû Hayyân, a.g.e. , C. IV , s. 380. 886 İbn Âşûr, a.g.e., C. XVII, s. 344-345. 887 Lokmân 31/28. 144 dayandırılmıştır. Yani Allah, kâinatın yöneticisidir. O, sınırsız ilme sahiptir. Herşeyden haberdardır. Kâinattaki herşeyi kolaylıkla yaratmaktadır.888 َّسِميُع اْلبَِصيرُ " ََّّللاَ ُهَو ال َِّن ِّق َوالَِّذيَن يَْدُعوَن ِمن دُونِِه اَل يَْقُضوَن بَِشْي ء إ ََّّللاُ يَْقِضي بِاْلَح "َو "Allah hakikate ve adalete göre hükmeder; O'nu bırakıp yalvardıkları şu (varlık)lar ise hiçbir hüküm veremezler çünkü her şeyi işiten, her şeyi gören yalnız Allah'tır."889 Âyette müşriklerin yanlış inançlarının düzeltilmesi amaçlanmaktadır. Taptıkları varlıkların görmekten, işitmekten aciz olduklarına dikkat çekilmiştir. Allah kullarının fiillerini, fikirlerini, niyetlerini bilir. Buna göre mükâfatlandırır veya cezalandırır. Bu âyette ve öncesindeki âyetlerde ilahla ilgili bilgiler aktarılmıştır. O, tektir, her şeye gücü yeter. Bilgisi, hükümranlığı gibi vasıflarında benzersizdir. O, hüküm koyucudur. Müşriklerin tanrı diye inandıklarının hüküm koymadan aciz oldukları belirtilmiştir. Bu bile onlara inanmanın anlamsızlığını ortaya koymaktadır. Allah'ın her şeyi işittiği ve gördüğü hatırlatılmış olmaktadır.890 َّمن َكاَن يُِريدُ ََْواَب الدُّْنيَا فَعِ ندَ َّللّاِ ََْواُب الدُّْنيَا َواآلِخَرةِ َوَكاَن َّللّاُ َسِميع ا بَِصي را" " "Kim bu dünyanın nimetlerini isterse, (ona hatırlat ki) hem bu dünyanın hem de âhiretin nimetleri Allah katındadır ve Allah gerçekten her şeyi duyan, her şeyi görendir."891 Âyette müminlerin dünya nimetlerini bırakmaları istenmemiştir. Fakat bu nimetler hayatın gayesi olarak görülmemeli ve âhiret unutulmamalıdır. 'Âyet iki hatayı düzeltmeye yöneliktir. Yaşamını maddi zevkler üzerine kurmuş olanlara âhiret mutluluğu hatırlatılmıştır. İki dünya saadetini istemenin birbiriyle çelişmediği belirtilmiştir. Âhiret saadetini talep edenlerin dünya saadetini de talep etmelerinde bir mahsur bulunmadığına işaret edilmiştir.892 ْ ع " ِ م ِبِه َوأَْس َّسَماَواِت َواأْلَْر ِض أَْبِصْر Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir, O ne) " لَهُ َغْيُب ال eşsiz bir gören ve ne eşsiz işitendir)893 âyetinde Allah'a basîr ve semi' sıfatı taacüb sigasıyla nisbet edilmiştir. Allah'ın her şeyi en iyi şekilde bildiğine dikkat çekilmiştir. Netice olarak semi' ile basîr sıfatının birlikte zikredildiği âyetlerde Allah'ın, her şeyi duyup gördüğü vurgulanmıştır. Bu sıfatlar görme ile işitmenin Allah'ta mükemmel anlamda bulunduğuna dikkat çeker. Bütün sıfatlar hakkındaki mükemmellik yalnızca Allah'a 888 el-Kâsımî, a.g.e., C. X, s. 522. 889 Mü'min 40/20. 890 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 366; en-Nesefî, a.g.e., C. II, s. 197. 891 en-Nisâ 4/134. 892 et-Taberî, a.g.e., C. III, s. 103; el-Kurtubî, a.g.e., C. VI, s. 361; İbn Âşûr, a.g.e., C. V , s. 423. 893 el-Kehf 18/26. 145 mahsustur.894 Allah söylenilen her şeyi duyar, yapılan her şeyi görür. Hiç birşey O'ndan gizli kalmaz. O'nun bir şeyi görmesi ve duyması, başka bir şeyi görmesini ve duymasını engellemez. Âyetlerde bu sıfatlarla Allah'ın kudretine azametine dikkat çekilmiştir. Ayrıca Allah'ın ilminin her şeyi tafsilatıyla kuşattığına delalet eder.895 Âyetlerde semi', basîr sıfatlarının zikredilmesi kâfirlere karşı bir ta'rîzdir. Zira kâfirlerin tapındığı varlıklar bu vasıfları kendilerinde bulundurmaktan âcizdir. Onlar işitemiyor ve göremiyorlarsa nasıl ma'bûd olabilirler?896 Dolayısıyla çoğu âyette insanlar akletmeye, düşünmeye teşvik edilmiştir. ad. Habîr - Basîr "Basîr" kavramı sıfât-ı müşebbehe olduğu için "habîr" manasını da taşır. Eşyayı bütün yönleriyle görme ve ona vâkıf olma manasını da içermektedir.897 "Habîr" kavramı Kur'ân'da 44 yerde geçmektedir. 5 yerde, "gören" anlamındaki basîr kavramıyla beraber kullanıldığı görülmektedir. Habîr ve basîr kavramının birlikte zikredildiği âyetlerden Allah'ın, kullarının tüm hallerini kuşattığı sonucu çıkarılabilir. O, eşyanın tüm inceliklerini, bâtınını ve zâhirini görür, bilir.898 Habîr- basîr isimlerinin birlikte zikredildiği bazı âyetler: ُ ُروِن ِمن بَْعِد نُو ح َوَكفَى بَِربَِّك بِذُنُوِب ِعبَاِدِه َخبِيرا بَِصي را" "َوَكْم أَْهلَْكنَا ِمَن اْلق "Nuh'tan sonraki nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarını hakkıyla bilen ve gören olarak Rabbin yeter."899 Bu âyette evvelki âyette belirtilen hükmün delili ifade edilmiştir. Kötütük yaparak azgınlaşanların hâlinin Allah tarafından bilindiğine işaret edilmiştir. Âyette peygamberlerin tebliğine kulak asmayıp kötülüklere devam eden geçmiş toplumlarla ilgili uyarı amacıyla bilgi verilmiştir. Mukâtil, bu âyetin Mekke müşriklerini korkutma amacıyla nâzil olduğunu söylemiştir.900 Bu âyet, bizler için de bir uyarıdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın her şeyden haberdar olduğunu unutmayarak sahih iman ve itaatle O'na yönelmek gerekir. 894 er-Râzî, a.g.e., C. XIX, s. 432. 895 el-Beydâvî, a.g.e., C. I, s. 516; İbn Kesîr, C. VI, s. 389; İbn Âşûr, a.g.e., C. VII, s. 493. 896 el-Bursevî, a.g.e., C. VII, s. 368. 897 Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur'anî Terimler ve Deyimler, İstanbul: Ağaç yayınları, 2003, s. 73. 898 el-Beydâvî, a.g.e., C. III s. 257 ; Ebû Hayyân, a.g.e., C. II s. 364; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 482. 899 el-İsrâ 17/17. 900 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 254; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 361. 146 ِبي را بَِصي ر ا" ِبِعبَاِدِه َخ ِباّلِّلِ َشِهيد ا بَْينِي َوبَْينَكُ ْم إِنَّهُ َكاَن "قُْل َكفَى "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Kuşkusuz O, kulları için her şeyden haberdar olandır, her şeyi görendir."901 Bu âyette inkârcıların kötülük yapmada ısrar etmeleri karşısında Hz. Muhammed'e güven aşılanmıştır. Allah'ın, yapılanlardan habedar olduğu hatırlatılarak inkârcılar uyarılmıştır. Zira Allah her kulun amelini bâtınıyla zâhiriyle bilir, görür. Hiçbirşey O'ndan gizli kalmaz.902 ِبي را بَِصي را" َ خ ِبِعبَاِدِه ِإنَّهُ َكاَن ِّرْزَق ِلَمن يََشاء َويَْقِدُر َِّن َربََّك يَْبُسُط ال "إ "Şüphesiz dilediğine rızkı bolca, dilediğine de ölçülü, idareli veren senin Rabbin'dir. Ve kullarının durumunu bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O'dur."903 ِبي ر بَِصي ر " ِبِعبَاِدهِ َخ ِإنَّهُ َّما يََشاء َِّزُل بِقَد َر ِفي اأْلَْرِض َولَِكن يُن ِّرْزَق ِلِعبَاِدِه لَبَغَْوا ََّّللاُ ال " َولَْو بََسَط "Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görendir."904 Âlûsî, " ِبي ر kelimesini ise " بَِصي ر " ;kelimesini Allah'ın, kullarının sırlarını bilmesi "َخ kullarının açığa vurduklarını bilmesi olarak açıklamıştır.905 Bu âyetlerde rızıkların insanlar arasında ölçülü bir şekilde paylaştırıldığı belirtilmiştir. Allah müminlere, sâlih amel işleyenlere lütfundan bolca verir. O, her insana rızkı fazla ve eşit verseydi düzenden bahsedilemezdi. Kişi kendini geliştirme gayreti göstermezdi. Düzenli çalışma şekli olmazdı. Sonuç olarak dünyada kargaşa hâkim olurdu. Âyet Allah'ın rızkı ölçülü vermesinde bir hikmet olduğuna işaret etmektedir. İnsanların halinden haberdar olan Allah, nimetleri bir ölçüye göre bahşetmektedir. İnsanın vazifesi, verilen nimetlerin kıymetini bilerek imkânlarını değerlendirerek yaratıcıya şükür ve itaat etmektir.906 Cenâb-ı Hak, sahip olduğumuz her şeyin gerçek sahibidir. Nitekim âyette “Mülk O’nun elindedir”907 buyrulmuştur. O, dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin de kısar. Âyette geçen " إِنَّهُ بِِعبَاِدِه َخبِي ر بَِصي ر " ifadesi bunda bir hikmet bulunduğuna dikkat çekmektedir. Allah kullarının halini görür, bilir. Çoğu insan zenginliği diler, fakirlikten korkar. Ancak Allah, hikmeti gereği bazısına az bazısına fazla verir. Rızkın fazla oluşunun kesin hayır olmadığı 901 el-İsrâ 17/96. 902 et-Taberî, a.g.e. C. VI, s. 431; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 382. 903 el-İsrâ 17/30. 904 eş-Şûrâ 42/27. 905 el-Beydâvî, a.g.e., C. III, s. 383; el-Âlûsî, a.g.e., C. X , s. 268. 906 el-Vâhidî, a.g.e., C. II , s. 187; İbn Kesîr, a.g.e., C. VII, s. 311. 907 Yâsîn 36/83; el-Mülk, 67/1. 147 gibi az olması da kesin şer değildir. İnsan zenginlikten dolayı çoğu şeyini kaybedebilir. Fakirlikten dolayı da manevi şeyleri kazanabilir. Zenginlik bazılarını kurtarır, bazılarını mahveder. Bununla beraber varlık yokluğa tercih edilir. Bu sebeple Kur'an'da, Allah'tan fakirlik talep edilmesine dair bir ifade yoktur. Aksine mal, rızık talep edin manasına gelebilecek ifadeler bulunur. Ancak rızka şükredilmesi, Allah'a gereği gibi kulluk edilmesi vurgulanmıştır.908 ََّّللاَ بِِعبَاِدِه لََخبِي ر بَِصي ر" َِّن ِلَّما بَْيَن يَدَْيِه إ ِدّق ا ُّق ُمَص "َوالَِّذي أَْوَحْينَا إِلَْيَك ِمَن اْلِكتَاِب ُهَو اْلَح "Kitaplar içinde o sana vahyettiğimiz kitap da kendisinden öncekileri doğrulayıcı olmak üzere gerçeğin kendisidir. Muhakkak ki, Allah kullarından haberdardır, herşeyi görüp gözetendir."909 Fahreddîn er-Râzî, Fâtır suresinin otuz birinci âyetini açıklarken iki görüş nakletmiştir. İlk görüşe göre " ِبِعبَاِدِه لََخبِي ر بَِصي ر ََّّللاَ َِّن cümlesi, vahyedilen kitabın hak, gerçek " إ olduğunu belirtir. Zira bu kitap Cenâb-ı Hak'tan gelmiştir. O, eşyanın bâtınını bilen Habîr, eşyanın dış yüzünü bilen Basîr'dir. Allah'ın mesajının bâtınında ve zâhirinde bâtıl yer alamaz. Diğer görüşe göre bu ifade, 'vahiy neden zengin birine gelmedi' diyenlere bir cevaptır. Buna göre Cenâb-ı Hak habîr ve basîrdir. Dolayısısıyla O, seçeceği elçinin teblip vazifesine uygunluğunu bildiği için seçmiştir. Râzî İsra suresinin 17. ayetini ( ِبيرا َوَكفَى بَِربَِّك بِذُنُوِب ِعبَاِدِه َخ ,açıklarken iki hususa değinmiştir. Birinci husus; Allah her şeyi tüm ayrıntısıyla bilen ( بَِصي را görendir. Hiç birşey Allah'a gizli kalmaz. O, her şeye kâdirdir. Bununla birlikte herkese layık olduğu karşılığı verecektir. Kullarının yaptıklarının karşılığını verirken de zulümden berîdir. İlim, kudret, zulümden uzak olma vasıfları inananlara müjdedir. Bu vasıflar inkârcılar için korku vesilesidir. İkinci husus; Âyette " ِّك َ ِبَرب " ifadesindeki "ب" harfi ceri, faili övmek için gelmiştir. Maksad failin övülmesi değilse bu harf faile bitişemez. Yani mana, "O, ne güzel gören ve işitendir." olarak ifade edilebilir.910 b. Fiilleri Kur'ân'da, Cenâb-ı Hakk'ın âlemi yaratması (halk) ve yönetmesine (tedbîr) dair birçok âyet bulunmaktadır. Bazı âyetlerde, O'nun evrene koyduğu düzeni görenler övülmüş ve basîretli sayılmıştır. Bunları görmeyenler, idrak edemeyenler ise kör, sağır, dilsiz kabul 908 en-Nisâ 4/32, el-Ankebût 29/17, er-Rûm 30/46, el-Cum'a 62/10. 909 Fâtır 35/31. 910 er-Râzî, a.g.e., C. XIIIX, s. 407; C. XIV, s. 233. 148 edilmiş ve yerilmiştir. Bu kısımda Allah'ın âlemi yaratması, yönetmesi, vahiy yoluyla insana mesaj vermesi (îhâ'), ilhâm yoluyla hem insana hem diğer canlılara bilgi aktarması (ilhâm) ile ilgili âyetler ele alınacaktır. ba. Halk Halk (خلق) kelimesi lügatte, "yaratmak, meydana getirmek, bir şeyden yeni bir şey icad etmek, imal etmek, ölçüp biçmek" manalarına gelir. Hilkat (yaratılış), hâlik (yaratan), mahlûk (yaratılan), hulk (huy, karakter) kelimeleri de aynı kökten türemiştir.911 İsfehânî'ye göre halk (َخلق) ile hulk (ُخلق) kelimeleri aynı anlama gelmektedir. Bunu " ََّو۪لي َن َّال ُخلُُق ااْل ِا "اِْن ٰه ذَا "Bu, öncekilerin tuttuğu yoldan başkası değildir."912 , " ِانََّك لَعَٰلى ُخل ُق َع۪ظي م Sen elbette üstün) " َو bir ahlâka sahipsin)913 âyetlerini örnek vererek açıklamıştır. Buna göre "halk", beden gözüyle idrak edilebilen eşyanın biçimi, zahiri özellikleri hakkında kullanılır. "Hulk" ise kalp gözüyle idrak edilebilen ruhsal özellikler, kişilik hakkında kullanılır.914 İslâmî literatürde "halk" (خلق), Cenâb-ı Hakk'a has olarak "yaratmak" şeklinde tarif edilmiştir. "Allah bir şeyi halk etti" (خلق هللا الشييء) ifadesi Allah'ın yoktan yaratmasını ifade etmektedir. "Hâlik" (خاِلق), "hallâk" (خاّلق) sözcüklerinin başında elif lam (ال) takısı olduğunda yalnızca Cenab-ı Hakk hakkında kullanıldığı vurgulanmıştır. Ayrıca halk sözcüğünün asıl anlamının "takdîr" olduğu belirtilmiştir. Bu da, "ölçüp biçmek" anlamına gelmektedir.915 İbnü'l Enbârî'ye göre "halk" (خلق) kavramının "inşâ" ile "takdir" manası bulunmaktadır. "İnşâ", ilk kez meydana getirilen misâli dikkate alarak nesneye yapı kazandırmaktır. Buna " ُر ۜ Biliniz ki halk da emir de Allah’ındır)916 âyeti) " ااََل لَهُ اْلَخْلُق َوااْلَْم örnek olarak verilmiştir. "Takdîr" ise olması taleb edilen nesnenin ölçülerini belirlemektir. Buna " ن َۜ هَّللاُ اَْحَسُن اْلَخاِل۪قي (Halkedenlerin en güzeli olan Allah yüceler yücesidir) " فَتَبَاَرَك 917 âyeti örnek olarak verilmiştir.918 ّ۪طيِن َكَهْيـَِٔة ُق لَُكْم ِمَن ال ۪ َنّي اَْخ لُ ِبُّك ْم ا َ۪نّي قَْد ِجئْتُُكْم بِٰاي َة ِمْن َر "َوَرُسوال اِٰلى بَ ۪ني اِْس َرا۪ يَل ا 911 Mustafa Çağrıcı, "Yaratma", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, C. XLIII, s. 325. 912 eş-Şuarâ 26/137. 913 el-Kalem 68/4. 914 el-İsfehânî, a.g.e., s. 241. 915 İbn Sîde, a.g.e., C. IV, s. 389; İbn Manzûr, a.g.e., C. XI, s. 437. 916 el-A'râf 7/54. 917 el-Mü'minûn 23/14. 918 Çağrıcı, a.g.md., C. XLIII, s. 325. 149 هَّللا ِ" ِ ر فَاَْنفُُخ ۪فيِه ف َيَُكوُن َطْيرا بِِاْذِن َّطْي Onu İsrâiloğulları’na elçi kılacak ve o şöyle diyecek: Kuşkuya) ال yer yok, işte size rabbinizden bir mûcize ile geldim; size çamurdan kuş biçiminde bir şey yapar ona üflerim)919 âyetinde yer alan halk kelimesi takdîr anlamındadır. Hz. İsa'nın ifadesinde yoktan yaratma kastedilmemiştir. Âyetin sonunda geçen " ه َّللا ِبِاْذِن " (Allah'ın izniyle) ifadesiyle bunun, Allah'ın izniyle gerçekleştiğine işaret edilmiştir. el-Isfehânî, halk sözcüğünün insanlara da atfedilebileceğini söylemiştir. Fakat insana atfedildiğinde mana yoktan yaratmak değil, "bir nesnenin ölçülerini belirlemek, yakıştırmak, uydurmak" olmaktadır.920 Örneğin " ن َۜ هَّللاُ اَْحَسُن اْلَخاِل۪قي Halkedenlerin en güzeli olan) " فَتَبَاَرَك Allah yüceler yücesidir)921 âyetinde halk kelimesi Allah'a atfedilerek yoktan yaratma manasında kulanılmıştır. " ۜهَّللاِ اَْوَْانا َوتَْخلُقُوَن اِْفكا ِانََّما تَْعبُدُوَن ِمْن دُوِن " (Siz, Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, asılsız inançlar uyduruyorsunuz)922 âyetinde ise uydurma manasında kullanıldığı görülmektedir. " هۜ َِّللا َّن َخلْ َق ٰاَلُمَرنَُّهْم فَلَيُغ َيُِّر َّن ٰاذَاَن ااْلَْنعَاِم َو ٰاَلُمَرنَُّهْم فَلَيُبَتُِّك ِنّيَنَُّهْم َو "َواَلُِضلَّنَُّهْم َواَلَُم (Allah şeytanı lânetlemiştir, o da 'Kullarını doğru yoldan saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler' demiştir)923 âyetinde geçen "ِ هَّللا "َخْلَق ifadesi Allah'ın dini olarak tefsir edilmiştir. Buna " ِ هَّللا هَّللاِ الَّ۪تي فََطَر النَّاَس َعلَْيَهۜا اَل تَْب۪ديَل ِلَخْلقِ "فِْطَرَت "Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz"924 âyeti delil olarak gösterilmiştir. " ِ هَّللا ifadesi "َخْلَق Allah'ın hükmü olarak da yorumlanmıştır.925 Kur'ân'da "halk" (خلق) kavramı 52 âyette yer almaktadır. 171 âyette ise fiil türevleriyle geçmektedir. "Hâlik" kavramı ise Allah'ın isimlerinden biri olarak 14 âyette geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle âlemin, insanın yaratılışından bahsedilmektedir. "Halk" :kavramının geçtiği bazı âyetler (خلق) ْ م ِمْن نَْف س َواِحد َة َوَخلََق ِمْنَها َزْوَجَها" " يَا اَيَُّها النَّاُس اتَّقُوا َربَُّكُم الَّ۪ذي َخلَقَُك 919 Âl-i İmrân 3/49. 920 Çağrıcı, a.g.md., C. XLIII, s. 325. 921 el-Mü'minûn 23/14. 922 el-Ankebût 29/17. 923 en-Nisâ 4/119. 924 er-Rûm 30/30. 925 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 282, 285. 150 "Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının"926 "اَيُْشِرُكوَن َما اَل يَْخلُُق َشْيـ ا َوُهْم يُْخلَقُو َن" "Onlar, kendileri de yaratılmış olup hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları Allah’a ortak mı koşuyorlar?"927 ة" ۜ َّر ََّوَل َم ًّ لَقَْد ِجئْتُُمونَا َكَما خَ لَْقنَاُكمْ ا "َوُعِرُضوا َعٰلى َربَِّك َصفا "Artık hepsi sıra sıra rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır (onlara): "Andolsun ki sizi ilk defasında yarattığımız gibi (tek başınıza) bize geldiniz."928 َُّم َهٰدى" َّل َشْي ء َخْلقَه ُ ْ ۪ ذي اَْعٰطى ُك "قَاَل َربُّنَا الَـّ "Mûsâ, 'Bizim rabbimiz her şeye özüyle ve biçimiyle varlık veren, sonra da işin yolunu yordamını gösterendir' diye cevap verdi."929 ِّل َشْي ء قَ۪دي ر" هَّللاُ َعٰلى ُك ُۜء َو "يَْخلُقُ َما ي ََشا "O dilediğini yaratır. Allah her şeye kâdirdir."930 ُ م" َّالقُ اْلعَ۪لي َِّن َربََّك ُهَو اْلَخ "ا "İyi bilesin ki rabbin, evet O, muhakkak sûrette eşsiz yaratıcıdır, her şeyi bilmektedir."931 "اَلَّ۪ذي َخلَق۪ َني فَُهَو يَْه۪دي ِن " "O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir."932 bb. Tedbîr "Tebdîr" (تدبير) kelimesi Arapça'da "arkasını dönmek" manasına gelen "d.b.r." (دبر) kökünden türemiştir. "Tedbîr" lügatte, "düşünmek, işin sonunu düşünerek gereği gibi davranmak, iyi yönetmek" manalarına gelmektedir.933 "Müdebbir" (ُمدبّر) lafzı ism-i fâil 926 en-Nisâ 4/1. 927 el-A'râf 7/191. 928 el-Kehf 18/48. 929 Tâhâ 20/50. 930 el-Mâide 5/17. 931 el-Hicr 15/86. 932 eş-Şuarâ 26/78. 933 Fahrettin Atar, "Tedbîr", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011, C. XL, s. 258. 151 olarak "işleri gereği gibi yapan" manasındadır. Bu kavram Cenâb-ı Hakk'a nispet edildiğinde, "ilmiyle her şeyin sonunu kuşatarak hikmetle iş yapan" demektir. Allah'ın, âlemi idare etmesini, âlemdeki işleri yürütmesini ifade eder. İnsan için kullanıldığında herhangi bir işini idare etmesi manasına gelmektedir. Fakat insanın müdebbirliği yalnızca cüz'î konularda mümkündür. Allah ise âlemdeki her şeyin müdebbiridir. Kur'ân'da "tedbîr" kavramı ve müştâkları kırk dört yerde geçmektedir. Bazı âyetlerde fiiliyle gelerek "arkasını dönüp gitmek, sırt çevirmek" manasında kullanılmıştır. Bazı " ادبر" âyetlerde " دبَّر " fiiliyle gelerek "işleri idare etmek" manasında kullanılmıştır. Bazı âyetlerde ise "تدبّر " fiiliyle gelerek "gereği gibi düşünmek" manasında kullanılmıştır. Konumuzla ilgili olarak, bu kavramın "işleri idare etmek, düzenlemek" manasında kullanıldığı bazı âyetleri nakledeceğiz: ۜ َر" ُ ر ااْلَْم َِبّ َُّم اْستَٰوى َعلَى اْلعَْرِش يُد َّسٰمَواِت َوااْلَْرَض ۪في ِستَِّة اَيَّا م ْ هَّللاُ الَّ۪ذي َخلََق ال َِّن َربَُّكُم "ا "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır."934 ه َّللاُ فَقُْل اَفاََل تَتَّقُونَ " َۜر فََسيَقُولُوَن ُ ر ااْلَْم "َمْن يُدَبِّ "(Her türlü) işi kim idare ediyor? 'Allah' diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona âsi olmaktan) sakınmıyor musunuz?"935 ِقنُونَ " ٰاْليَاِت لَع َلَُّكْم بِِل قَاِء َربُِّكْم تُو َِّصُل ا ُ ر ااْلَْمَر يُف َِبّ "ي ُد "O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır."936 bc. Îhâ' "Vahiy" sözlükte "hızlı bir şekilde ve gizlice söylemek, işaret etmek" manalarına gelmektedir. Istılahta ise Cenâb-ı Hakk'ın bir hususu peygamberine bildirmesini ifade etmektedir.937 Âyetlerde Allah'tan gelen vahiyler, hakikatin idrak edilmesini sağlaması, gönül gözlerini açması, Allah'ın kudretine ve azâmetine delâlet etmesi sebebiyle "ِئر "بََصا 934 Yûnus 10/3. 935 Yûnus 10/31. 936 er-Ra'd 13/2. 937 Yusuf Şevki Yavuz, "Vahiy", TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2012, C. XLII, s. 440. 152 (besaîr) olarak isimlendirilmiştir.938 Bu kelime "basiret" (بصيرة) kelimesinin çoğuludur. "Besâir" nitelemesi üç ayette Kur'ân, bir âyette de Tevrat için kullanılmıştır. Söz konusu âyetlerin tümü, Mekkî sûrelerde yer almaktadır. Bu âyetleri inceleyeceğiz: َّربُِّكمْ " " قَْد َجاءُكم بََصآئُِر ِمن "Gerçekten Rabbinizden size basiretler geldi."939 Bu âyette geçen "بََصائِر " (besaîr) kelimesi ile Kur'an kastedilmiştir. Basîretler olarak adlandırılan Kur'ân, insanları dalâletten hidâyete, küfürden imana ulaştıran bir özelliğe sahiptir. O, Allah'ın kudretine, azâmetine delâlet eden açık bir huccettir.940 Muhammed Esed, "ِئر besâir) ifadesine "anlama ve) " بََصا idrak etme araçları" olarak mana vermiştir. Buna göre Kur'an, insanların ilmi hakikatleri kavramasını sağlamada bir vasıtadır.941 "Besâir" بََصائِر kavramına müfessirler tarafından çeşitli anlamlar verilmiştir. "Kalpte hâsıl olan idrak, beyan, şahit" verilen manalardan bazılarıdır. "Kuşku barındırmayan doğru bilgi" de basîret olarak isimlendirilir.942 Hâzin, "delilleri ihtiva eden Kur'ân" olarak ifade etmiştir. Zeccâc bunu, "içinde beyan ve basîretler yer alan Kur'ân" olarak açıklamıştır.943 Zemahşerî, basîreti "kalbin nuru" olarak yorumlamıştır.944 Öyleyse Kur'ân'ın, yolumuzu aydınlatan bir nur olduğunu söyleyebiliriz. Bu nuru idrak edemeyen hakikatleri göremez ve kör hükmünde olur. Fahreddîn er-Râzî, âyetteki "besâir" kelimesinin, "kalpte oluşan tam idrak" anlamına gelen "basiret" kelimesinin çoğulu olduğunu ifade etmiştir. "Besâir" ifadesiyle kastedilen önceki âyetlerdir. Bunlar, insanların kavrayabileceği açıklıkta oldukları için hakikati görenlere bir basîrettir. Yani idrak vesilesi olmaktadırlar. Râzî basîretin, Allah'ın insana verdiği bilgi ile düşünme melekesi olduğunu da söylemiştir. Bu meleke, Allah'a iman ve itaatle gelişir, kötülüklerle körelir. Ayrıca basîret kavramıyla kastedilen, insanın zorlanmaksızın iyiliği, imanı tercih etmesidir.945 ِلّقَْو م يُْؤِمنُون" َّربُِّكْم َوُهد ى َوَرْحَمة َّربِّي َهذَا بََصآئِرُ ِمن ََّي ِمن َّبُِع َما يُوَحى إِل ِإنََّما أَت " قُْل 938 el-En'âm 6/104, el-A'râf 7/203, el-Kasas 28/43, el-Câsiye 45/20. 939 el-En'âm 6/104. 940 et-Taberî, a.g.e., C. III, s. 255. 941 Muhammed Esed, Kur'ân Kavramları, (çev. Ömer Aydın, Ertuğrul Özalp), İstanbul: İşaret Yayınları, 2016, s. 480, 481. 942 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C .V , s. 692; Elmalılı, a.g.e., C. III, s. 427. 943 el-Hâzin, a.g.e., C. I , s. 387. 944 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 43. 945 er-Râzî, a.g.e., C. XIII, s. 134. 153 "De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım! Bu, Rabbinizden gelen basiretlerdir; iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir."946 Bu âyette " ِئر (besâir) " بََصآ kelimesinden, kalp gözlerini açan deliller kastedilir. Bu da Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân vasıtasıyla kalp gözleri açılır. Kur'ân'ın "delil, ibret" anlamlarına gelen "basiret" kelimesiyle ifade edilmesi, O'nun birçok delili, ibreti ihtiva ettiğine delâlet eder.947 Seâlibî, âyette geçen bu ifadenin Kur'ân'a işaret ettiğini söylemiştir. Kur'ân'ı hidâyet alâmeti ve onunla kalplerin aydınlandığı nur olarak ifade eder.948 Ayrıca âyette basîretler, hüda, rahmet kelimelerinin birlikte zikredilmesi dikkat çekicidir. Kur'ân'ın, kişinin bunlarla ilgili arayışlarına yanıt olduğu anlaşılmaktadır. Hüdâ kavramı, doğru yol anlamına gelir. Rahmet kavramı, merhamet, nimet, iyilik anlamındadır. Dolayısıyla Kur'ân kişinin, sırat-ı müstakime ulaşmasını, hakikati görmesini sağlar. Kur'ân, tevhide ve nübüvvete delâlette akılların hakikati idrak etme sebebidir.949 ََّكُرون" ِئرَ ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة لَّعَلَُّهْم يَتَذ َ ن اأْلُولَى بََصا "ولَقَْد آتَْينَا ُموَسى اْلِكتَاَب ِمن بَْعِد َما أَْهلَْكنَا اْلقُُرو "Şüphesiz biz ilk nesilleri helak ettikten sonra, Mûsâ'ya insanlar düşünsünler diye, insanların basiretlerini açacak deliller, hidayet rehberi ve rahmet kaynağı olarak kitabı verdik."950 Bu âyette Allah'ın Hz. Mûsâ'ya gönderdiği Tevrat, "ر َ ِئ besâir) olarak) "بََصا nitelendirilmiştir. Tevrat'ın, insanların kalbine nur olması için gönderildiği kastedilmektedir. Tevrat, İsrailoğulları için bir nurdur. Ayrıca hidâyet ve rahmete erişme vesilesi olduğu belirtilmiştir. Çünkü inkârcılar dalâlet içindelerdir. Allah'ın vahyine tabi olanlar doğru yolu bularak hidayete mazhar olmuşlardır.951 Muhammed Esed " َبََصائِر" (besâir) ifadesini aydınlanma kaynağı olarak açıklamıştır.952 Allah vahyi, insanların basiretlerinin açılması ve hakikati kalp gözüyle idrak etmeleri için göndermiştir. İnsanların vahiy vesilesiyle hak ile bâtılı birbirinden ayırmaları kolaylaşır.953 O halde vahyin, gerçeklerin kavranmasını mümkün kılan kesin bilgiler ve huccetler olduğu söylenebilir. َ ن" ِلّقَْوِم يُوقِنُو ِئرُ ِللنَّاِس َوُهد ى وَ َرْحَمة "َهذَا بََصا 946 el-A'râf 7/203. 947 el-Kurtubî, a.g.e., C. VII, s. 560-561. 948 es-Seâlibî, a.g.e., C. I, s. 471. 949 er-Râzî, a.g.e., C. V, s. 287. 950 el-Kasas 28/43. 951 et-Taberî, a.g.e., C. XX, s. 94; en-Nesefî, a.g.e., C. III, s. 406-407. 952 Esed, a.g.e., C. I, s. 571. 953 el-Kurtubî, a.g.e., C. XIII, s. 316, 317; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 302. 154 "Bu (Kur'ân), insanlar için basîrettir, kesin bilgiyle inanan bir kavim içinde bir hidâyet ve bir rahmettir."954 Bu âyette de "بََصآئِر" (besâir) kelimesi Kur'ân olarak açıklanmıştır. İbn Zeyd âyette bahsi geçen hidâyetin, rahmetin, basîretin kalpte olduğunu söylemiştir. O'na göre manevî olarak işitme, görme kalpte gerçekleşir. Bu hususta فَإِنََّها اَل تَْعَمى" ُّصدُور" Gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler kör olur)955) اأْلَْبَصاُر َولَِكن تَْعَمى اْلقُلُوُب الَِّتي فِي ال âyetini zikreder.956 Kur'an'ın içinde yer alan din ve şeriat, kalpteki basîret menzilesindedir. Basîretin nasıl ki kalbin nuruysa ve hakikati görmeyi sağlıyorsa âyetler de bu işlevi yapar. Yani insanların gerçeği görüp hakikate ulaşmalarını sağlar. Din tüm insanlar için bir nurdur. İnsanları akletmeye, tefekkür etmeye, imana çağırır. Âyetler, inananlar için hidâyet ve rahmet kaynağıdır.957 Seâlibî, âyette geçen "بََصآئِر " (besaîr) ifadesinden Kur'ân'ın kastedildiğini ifade etmiş ve basîreti de bir şeye sağlam inanç olarak açıklamıştır.958 Basîret kavramının delil anlamına da geldiğini ifade etmiştik. Kur'ân, kurtuluşa ulaşmayı sağlayan delillerdir. Bu sebeple besâir (basîretler) olarak adlandırılmıştır. O'nda bulunan deliller, ibretler insanları doğru yola iletir. Netice olarak, delile, şâhide, hidâyet vesilelerine basîret denilir. Âyetlere de basîret denilmektedir. Zira âyetler, idrak kabiliyetini güçlendirir. İdrak gücü anlamındaki basîret, bahsi geçen diğer anlamları da kapsar. Nitekim basîretin kendisi huccet, ibret kaynağıdır. O olmadan hiçbir şey kavranamaz. Bundan dolayı âyetler basîret olarak adlandırılmıştır. Söz edilen âyetlerde hakikate erişmenin idrak vasıtasıyla gerçekleşeceğine işaret edilmiştir. Bununla birlikte, âyetlerden idrak yetisinin bütün insanlara bahşedildiği de anlaşılmaktadır. İnkârcılar kötülüklerinde ısrar ettikleri sürece bu yeti körelir. İyilik ve salih amel vesilesiyle müminlerin bu yetisi gelişir. Öyleyse insanların, kendilerinde bulunan idrak yetisini fark edip hakiki bilgiye ulaşması gerekir. Âyette de belirtildiği üzere, kim gönül gözüyle bakıp Allah'tan gönderdiği huccetlerle hakikati idrak etmeyi dilerse bu, onun faydasınadır.959 bd. İlhâm 954 el-Câsiye 45/20. 955 el-Hacc 22/46. 956 el-Taberî, a.g.e., C. XX, s. 253. 957 en-Nesefî, a.g.e., C. II, s. 214; el-Âlûsî, a.g.e., C. VII, s. 511. 958 es-Seâlibî, a.g.e., C. III, s. 361. 959 Elmalılı, a.g.e, C. VI, s. 555. 155 "İlhâm" kelimesi, sözlükte "içmek, birden yutmak, yutturmak" anlamındaki "l-h-m" maddesinden türemiştir. "İlhâm" kavramı terim olarak, "bir şeyin feyz aracılığıyla kalbe ilka edilmesi", "Allah tarafından doğrudan kişinin kalbine doğan şey" şeklinde tanımlanmıştır.960 Bu kavram genel olarak, "Hakk'ın direkt olarak ya da melek vasıtasıyla insana öğrettiği ve onun kalbine ulaştırdığı şeyleri" ifade eden bir kavramdır. Nitekim "Allah, ona iyiliği ilham etti" ifadesi, "Allah ona iyiliği öğretti" manasına gelmektedir.961 İlhâm, "basiret gözüyle misal âlemindeki gaybi sırlara şeksiz şüphesiz, gaybi bir şekilde muttali olamaktır."962 Bilgi kaynaklarından yararlanmadan, kişinin kalbinde birden bire meydana gelmesi ilhâmın temelini oluşturur. İlhâm kelimesi için "havâtır", "firâset" kavramları da kullanılmıştır. "Sezgi, keşif, vârid" ilhâm kelimesine yakın manalı olan diğer kavramlardan bazılarıdır. Kur'an'da ilham kelimesi yalnızca bir âyette963 yer alır. Bu âyette Hakk'ın, kişinin iç dünyasına manevi zaaflarını yerleştirdiği ifade edilir. Tefsir âlimlerine göre, Mûsâ peygamberin annesine ulaştırılan vahiy, onun gönlüne yerleştirilen ilhâmdır. İlhâm ifadesi hadislerde de geçmektedir. Peygamberimizin, Husayn isimli sahabiye aktardığı duada, "Allah'ım! Bana hakikati bulma kabiliyetini ilham et"964 ifadesi yer almaktadır. Kur'ân'da "ilhâm" kavramı lafız olarak, "ها َ Ona fücûrunu da) "فَاَلْ َهَمَها فُُجوَرَها َوتَْقٰوي takvasını da ilhâm etti.)965 âyetinde olmak üzere yalnızca bir yerde yer almaktadır. Bu âyette Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin iç dünyasına manevî zaaflarını yerleştirdiği ifade edilmiştir. İlhâm insan için söz konusu olduğu gibi hayvanlar için de söz konusudur. Nitekim َّما يَْعِرُشو َن" َّشَجِر َوِم Ve rabbin bal arısına şöyle) " َواَْوٰحى َربَُّك ِالَى النَّْحِل اَِن اتَِّخ۪ذي ِمَن اْلِجبَاِل بُيُوتا َوِمَن ال ilhâm etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin.)966 âyetinde bunun bir örneği görülmektedir. Bu âyette Allah'ın arıya, yapması gereken işi ilhâm etmesi "اَْوٰحى " kelimesiyle ifade edilmiştir. Burda vahyetmekten maksad, Cenâb-ı Hakk'ın arıya, ihtiyaç duyduğu becerileri ilhâm etmesidir. Bu, içgüdü kavramıyla ifade 960 el-İsfehânî, a.g.e., s. 748; İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 554; el-Cürcânî, a.g.e., s. 35; et-Tehânevî, a.g.e., s. 13. 961 el-Ferâhidî, a.g.e., C. IV, s. 57. 962 el-Kâşânî, a.g.e., 298. 963 eş-Şems 91/ 8. 964 et-Tirmîzî, "Da'avât", 69. 965 eş-Şems 91/8. 966 en-Nahl 16/68. 156 edilmektedir.967 Âyette Cenâb-ı Hakk'ın arıya ilhâm etmesinin söz edilmesindeki maksad, akıl sahiplerinin bundan ibret almaları ve O'nun kudretini görmeleridir. 2. İnsan "Basîret" kavramının kökü olan b.s.r maddesinin, âyetlerde mü'minler ve mü'min olmayanlar için kullanıldığı görülür. "Mü'minlerin 'Basîret'i" başlığı altında peygamberlerin ve diğer mü'minlerin "basîret"inden söz edeceğiz. "Peygamberlerin "Basiret'i" kısmında, "Şerh-i sadr" başlığı altında Hz. Muhammed'in basîretine ve peygamberlerin kişilik temizliğine değineceğiz. "Ulû'l eydî ve'l ebsâr" başlığı altında bu şekilde nitelendirilen peygamberlerin basîretinden bahsederek peygamberlerdeki kişilik olgunluğunu ele alacağız. "Nusret" başlığı altında ise peygamberlere yapılan manevî destekten söz edeceğiz. "Diğer mü'minlerin 'Basîret'i" başlığı altında ilgili ayetleri naklederek takva sahiplerinin basîretini ele alacağız. "Kâfirlerin 'Basîret'i" başlığı altında ise ehl-i kitap, müşrik ve münâfıkların basîretini değerlendirceğiz. a. Mü'minlerin "Basîret"i aa. Peygamberlerin "Basîret"i Peygamberler dünyaya aşırı önem vermeyen, âhiret âlemine dair tefekkürde bulunan, sorunlara metanet gösteren güçlü kimselerdir. Allah'ın rızasına uygun yaşamışlar, kendilerini tebliğe adamışlardır. Onlar hakikati idrak etmiş, iradeli, basîretli kişilerdir.968 1) "Şerh-i Sadr" Şerh "genişletmek", sadr "göğüs" anlamını taşımaktadır. Şerh-i sadr ifadesi "göğsün genişletilmesi" anlamını ifade etmektedir. Literatürde "selc-i sadr", "şakk-ı sadr" ifadeleri de kullanılmaktadır. Bu tabirler Hz. Muhammed'in beşerî arzularının alınıp kalbinin üstün vasıflarla donatılmasını belirtmektedir. Kaynaklarda bu hâdiseye dair izahlar şu şekilde özetlenebilir: "Bir gün Cebrail veya insan şekline girmiş iki melek Resul-i Ekrem'in yanına gelip göğsünü yarmış, kalbini çıkardıktan sonra ondan bir kan pıhtısı almış, ardından kalbi yıkayıp yerine koymuş, yarığı da kapatmıştır." Literatürde bu hâdisenin, Peygamberimiz dört 967 İbn Kesîr, a.g.e., C. IV, s. 501-503; eş-Şevkânî, a.g.e., C. III, s.200. 968 İbn Kesîr, a.g.e., C. VII, s. 66-67. 157 veya on yaşlarında, mi'raca yükselmeden evvel meydana geldiği hakkında rivâyetler bulunmaktadır.969 Bazı âlimler şakk-ı sadr hâdisesinin misal ve cisim âlemi arası bir durumda gerçekleştiğini kabul etmiştir. Örneğin Dıhlevî bu hâdiseyi, kalbin inançla, itikadla doldurulması ve ilahî lütufları onaylamaya uygun hale getirilmesi, insânî hislerin azaltılması olarak açıklamıştır.970 Tefsir âlimlerinden bir kısmı İnşirâh suresinde yer alan " ْصدْ رَ ك َ َ ك َ رحْ لَ ْ ش Biz) " اَ لَمْ نَ senin göğsünü açıp genişletmedik mi)971 âyetinin bu olaya delâlet ettiğini ileri sürmüşlerdir. Elmalılı bedenen şakk-ı sadr hâdisesinin tartışmalı bir konu olduğunu ifade etmiştir. Bilmukâbil ruhânî şerh-i sadr hakkında görüş birliği olduğunu belirtmiştir.972 Buna göre Hz. Muhammed'in göğsü imanla, ilahî hakikatlerle kuşatılmıştır. İbn Âşûr, " ك ْ َ ر َ صْ د َ ك ْ ح ل َ ْ م نَشْ رَ " اَ لَ âyetinin ilim ve hikmet nuruyla Hz. Muhammed'in göğsünün genişletilmesi olarak açıklandığını aktarmıştır.973 İbnu'l Cevzî, âyette geçen "göğsün genişletilmesi" ifadesinin kavramayı engelleyen şeylerin giderilmesi olarak açıklamıştır. Böylece Hz. Muhammed'in göğsü hidâyete, marifete açılmış olmaktadır.974 Fahreddîn Râzî, ilgili âyeti tefsir ederken iki görüş aktarmıştır. İlk görüşe göre şakk- ı sadr hâdisesi ile Hz. Muhammed'in kalbi temizlenmiş ve imanla doldurulmuştur. Bu, O'nun peygamber olmadan önceki mucizelerinden biridir ki, bu tür mucizelere irhâs denilir. İkinci görüşe göre, şerh-i sadr marifetullah ve taat ile ilişkilidir. "Göğsün genişletilmesi", Hz. Muhammed'in her türlü sıkıntısının küçültülmesi ve O'nun dünyanın süflîliğini, âhiretin yüceliğini idrak etmesi olarak yorumlanmıştır. ِاْلْساَل ِم َوَمْن يُِرْد اَْن هَّللاُ اَْن يَْهِديَهُ يَْشَرْح َصْدَرهُ ِل "فََمْن يُِرِد ِيّقا َحَرجا " ;Allah, hidâyetini dilediği kimselerin göğsünü İslâm'a açar) يُِضلَّهُ يَْجعَْل َصْدَرهُ َض dalâletini dilediği kimselerin kalbine darlık ve sıkıntı verir.)975 âyetinin bu anlamda olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca "şerh" kelimesinin genişletmek, sıkıntıdan kurtarmak manasında 969 Erdinç Ahatlı, "Şakk-ı Sadr", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXXVIII, s. 309. 970.ed-Dıhlevî, Ebû Abdilazîz Kutbüddîn Şâh Veliyyullâh Ahmed b. Abdirrahîm, (v. 1176/1762), Huccet'ullâhi'l-Bâliğa, Kâhire: Dârû'l-Kütübi'l-Hadise, t.y., C. II, s. 557, 561. 971 el-İnşirâh 94/1. 972 Elmalılı, a.g.e., C. VIII, s. 5914. 973 İbn Âşûr, a.g.e., C. XXX, s. 361. 974 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s. 486. 975 el-En'âm 6/125. 158 olduğu belirtilmiştir. Araplarda üzüntü, keder için "ضيق الصدر " (göğüs darlığı) tabirinin kullanıldığı aktarılmıştır.976 Konunun basîretle ilgisini vurgulamak için bazı âyetler hakkında bilgi vermeyi uygun gördük: Örneğin, 977"َوَمِن اتَّبَعَنِي ْ .âyetinde Hz " قُْل َهِذِه َسبِيِلي أَْدُعو ِإلَى َّللّاِ َعلَى بَِصيَر ة أَنَا Muhammed'in ve O'na tâbi olanların, Allah'ın dinine basîret üzere davette bulunduğuna dikkat çekilmiştir. "ُ ifadesi, kesin huccet, inanç, gönül gözü, fehm manalarını "اَْلبَ۪صيَرة taşımaktadır. Basîret, kuşkunun yer almadığı bir beyandır. Basîretli kimseler deruni âlemlerinde hakikate ulaşırlar. Hz. Muhammed ile O'na tabi olanlar, basiret üzere İslâm'a çağırırlar. İnkârcılar gibi düşünüp taşınmadan değil, kesin kanıtla, ihlâsla, bilinçli kavrayışla dine davet ederler. Âyette geçen basiret kavramıyla, tebliğin koşulları en güzel biçimde açıklanmıştır.978 Muhammed Esed, "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basîretle davet ederim"979 âyetini açıklarken basîreti ayrıntılı biçimde ele almıştır. O'na göre basîret, kognitif biçimde görmek, sezmek gibi mücerret manaları çağrıştırmaktadır. Ayrıca bu kelime sağduyuya, idrak etme kabiliyetine işaret eder. Aklın onayladığı delil manasını da içermektedir. Bundan dolayı Hz. Muhammed'in İslâm'a daveti akla münasip bir idrakin neticesi olarak ifade edilmiştir. Bu ifade ahlâkî hususlardaki problemleri ele alma biçiminde sahihliği, yetkinliği, birliği özetlemektedir. Ayrıca âyetlerde genellikle "belki akledersiniz, tefekkür edersiniz, anlarsınız" tabirleriyle öne çıkar.980 Göz ne kaydı ne de hedefinden şaştı)981 âyeti, mirac) " َما َزاَغ اْلبََصرُ َوَما َطٰغى" hadisesiyle alakalıdır ve peygamberimizden söz etmektedir. Âyet şu manaya gelmektedir: Sidre-i müntehâ'yı görünce Hz. Muhammed'in gözü kaymamıştır. Peygamberimizin o esnada hayrete düşürecek şeyler gördüğü ifade edilmiştir. Fakat gözü şaşmamış, hududunu aşıp sağa sola yönelmemiştir. Cenâb-ı Hakk'ı zikretmiş, müşahade etmiştir. Âyette " غ َ ifadesi " َما َزا O'nun edebini göstermektedir. "َوَما َطٰغى " ifadesi, O'nun kudretine işaret etmektedir. Fahreddîn Râzî'nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed'in müşahadesi Hz. Mûsâ'nınkine benzer olmamıştır. Hz. Mûsâ hadisesinde O, bayılarak yere düşmüştür. Hz. Muhammed'de ise 976 er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s. 231. 977 Yûsuf 12/108; "De ki: Budur benim yolum. Ben ve bana uyanlar basire üzere Allah'a çağırırız." 978 el-Kurtubî, a.g.e., C. IX, s. 413; Esed, a.g.e., C. II, s. 481. 979 Yûsuf 12/108. 980 Esed, a.g.e., C. II, s. 480-481. 981 en-Necm 53/17. 159 herhangi bir sarsılma olmamıştır.982 Bursevî bu âyeti açıklarken, Peygamberimizin zâhirî ve derûnî gözünün aynı zamanda gördüğünü ifade etmiştir. Bundan dolayı Allah, "Göz şaşmadı ve aşmadı" buyurmuştur. Yani zâhiri göz, bâtıni gözün gördüğünden farklı yere meyletmemiş, kaymamıştır. Herşeyde sadece Cenâb-ı Hakk'ı müşahede etmiştir. Bursevî, " َُما َزاَغ اْلبََصر " cümlesinden görme olayının beden gözüyle gerçekleştiğini söylemiştir. Gönül gözüyle gerçekleşseydi, "kalp kaymamıştır" denilirdi.983 İşte biz, daha önceki) " ولَقَْد آتَْينَا ُموَسى اْلِكتَاَب ِمن بَْعِد َما أَْهلَْكنَا اْلقُُروَن اأْلُولَى بََصاِئَر ِللنَّاِس " isyankar nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, kalplerine gerçekleri gösterecek apaçık deliller olmak üzere o kitabı verdik.)984; " م ْ َّربُِّك Bu, Rabbinizden gelen, kalp gözlerinizi) "َهذَا بََصآئُِر ِمن açacak delillerdir)985 gibi âyetlerde peygamberlere gönderilen vahiy, basîretler olarak nitelendirilmiştir. Bu âyetlerde basîret kelimesiyle, kalbin hakikati görmesine vesile olan deliller kastedilmiştir. Vahyin gönderilmesinde maksad, insanların tefekkür edip nasihat almalarını sağlamaktır.986 2) "Ülû'l-Eydî ve'l-Ebsâr" Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İbrâhîm, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb'un güç ve basîret sahibi oldukları zikredilmiştir: ِ ر" "َواْذُكْر ِعبَادَنَا إْبَراِهيَم َوإِْسَحَق َويَْعقُوَب أُْوِلي اأْلَْيِدي َواأْلَْبَصا "Güçlü bir iradeye ve keskin bir kavrayış yeteneğine sahip olan İbrâhîm, İshâk ve Yakûb'u hatırla."987 Bu âyette müşriklerin inkârcı tavırları karşısında Hazreti Muhammed'e, daha önce gelmiş elçilerin kuvvetli iradeleri, basîretli oluşları hatırlatılmıştır. Hz. İbrâhîm, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb, kendilerine tâbi olunması gereken örnek şahsiyetlerdir. İbrâhîm peygamber, halkının zulümlerine, ateşe atılmaya sabrıyla tanınır. Hazreti İshâk ile Hazreti Yakûb derin kavrayış, fehm yetisiyle öne çıkmışlardır. Bundan dolayı Hazreti İbrâhîm'le zikredilmişlerdir. Âyet, Hz. Muhammed ile kavminin tevhid inancını tebliğ etmede güçlü, sabırlı; hakikati idrak etmede derin kavrayış sahibi olmaları amacıyla gönderilmiştir. 982 et-Taberî, a.g.e., C. XXVII, s. 42-57; er-Râzî, a.g.e., C. XXVIII, s. 284-295. 983 el-Bursevî, a.g.e., C. IX, s. 218, 228. 984 el-Kasas 28/43. 985 el-A'râf 7/203. 986 et-Taberî, a.g.e., C. XX, s. 94; en-Nesefî, a.g.e., C. III, s. 406-407; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 302. 987 Sa'd 38/45. 160 Bahsi geçen âyette Hz. İbrâhîm'in, Hz. İshâk'ın ve Hz. Yakûb'un müşterek niteliklerine vurgu yapılmıştır. " ِأُْوِلي اأْلَْيِدي َواأْلَْبَصار " ifadesi, bu niteliklerdendir. " ااَْلَْي۪دي " ifadesi, dini yaşamada, tebliğ etmede kuvvet manasındadır. Onların güç sahibi olmalarının nedeni, iyi davranışlar sergilemelerinden ve kötü davranışlardan uzak durmalarından kaynaklanır. Peygamberler, İslamı yüceltmek için birçok mücadele vermişlerdir. " ُاَاْلَْبَصار " ifadesi, basîret diye bilinen fikrî güçtür. Şeriati tatbik etmede, şeriate uygun yaşamada basîret sahibi olmak, kalp gözünün açıklığını ifade eder. Buna göre peygamberler sahih kavrayışa, sahih düşünceye, güçlü idrak yetisine sahiptirler. Basîret kelimesiyle maksad, hakikati görerek bilmeleri ve idrak etmeleridir. Peygamberler dünyada a'mâ gibi yaşamazlardı. İlimleriyle, basîretleriyle iyiyi, doğruyu görürlerdi.988 Âyetten anlaşılan şudur ki, doğru yolda olanlarda güç ve basiret özellikleri bulunur. Zira basîretli olmak, doğru yolda ilerlemeye, Allah'ın rızasına uygun yaşamaya bağlıdır. ُ ر" .ifadesi, taatte kuvvet manasındadır " أُْوِلي اأْلَْيِدي" kelimesi, dinde, ilimde "ااَْلَْبَصا basîretli manasındadır. İbn Cerîr, ellerden örnek olarak bahsedildiğini söylemiştir. Zira el ile kavranılır. Bununla da işlevin gücü bilinir. Bundan dolayı kuvvetli kişiye " أُْوِلي اأْلَْيِدي " (el sahibi) denilmiştir. " ر ُ gözler) kelimesinden kastedilen gönül gözdür. Eşyanın iç yüzü) " ااَْلَْبَصا kalp gözüyle bilinir.989 Râzî'ye göre, işler için el, kavrama için göz kelimesini kullanmak yerindedir. Ruhun iki gücü bulunmaktadır. Biri çalışan, öteki kavrayan güçtür. Çalışan güçte ortaya çıkan en yüce şey, Hakk'a itaattır. Kavrayıcı güçten ortaya çıkan en yüce şey, marifetullahtır. Bunların haricindeki şeyler boş, bâtıl olarak kabul edilir. Âyetteki ifadeler buna işaret etmektedir.990 İbn Kesîr " ِأُْوِلي اأْلَْيِدي َواأْلَْبَصار" ifadesiyle sâlih amelin, fayda veren ilmin, ibadet etmede kuvvetin ve kalp gözünün kastedildiğini ifade etmiştir. İbn Abbâs " ُأُْوِ لي ااَْلَْبَصار " ile dinde anlayış sahibi olmanın kastedildiğini söylemiştir. Mücâhid, bu ifadeyi hakikati görmek olarak açıklamıştır.991 Seâlibî " ُأُْوِ لي ااَْلَْبَصار " ifadesini Allah'ın nuruyla bakmak, gerçekleri görmek şeklinde ifade etmiştir.992 988 İbn Âşûr, a.g.e., C. XXIII, s. 276. 989 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 273. 990 er-Râzî, a.g.e., C. XVIII, s. 95. 991 et-Taberî, a.g.e., C. VII, s. 138; İbn Kesîr, a.g.e., C. XIV, s. 363. 992 es-Seâlibî, a.g.e., C. II, s. 416. 161 Ebû's-Su'ûd, " ِأُْوِلي اأْلَْيِدي َواأْلَْبَصار " ifadesini amel ve fikir sahibi olarak beyan etmiştir. Yani salih işler yapan, güzel fikir sahibi kastedilmiştir.993 Zemahşerî, âhiret âlemine hazırlık yapmayanları, tefekkürde bulunmayanları a'mâ ve aklı olmayan kimselere benzetir. Ayrıca bu âyette, Hakk'ın emirlerini uygulamayan, O'nun rızasına uygun yaşamayan kişilere Hakk'ın gazabının ulaşacağına tembih bulunduğunu ifade etmiştir.994 Hâzin, âyetin Hz. Muhammed'e, müslümanlara hitap ettiğini ifade etmiştir. Bu âyet, dereceleri yükseltilen peygamberlerden bazılarını hatırlatmıştır. Onların iyi işler yapan, Allah'a itaat eden basiretli kişiler olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca âyet, siyâkın devamı niteliğindedir.995 Devamındaki iki ayette Hz. İbrâhîm'in, Hz. İshâk'ın ve Hz. Yakûb'un diğer özellikleri zikredilmiştir.996"ِا نَّا اَْخلَْصنَاُهْم بَِخاِلَص ة ِذْكَرى الدَّار " ifadesiyle bilhassa âhireti düşünen ihlaslı kullardan kılındıkları belirtilmiştir. Onlar nefsin kötü duygularından temizlenmiştir. Dolayısıyla nefisleri tüm kötülüklerden pak duruma gelmiştir. Bu, peygamberlerin sahip olduğu ismet vasfıyla açıklanır. İsmet, peygamberlerin günah işlemekten korunmuş olmaları anlamına gelir. Âyette geçen "الدَّار " kelimesiyle bir görüşe göre cennet, diğer görüşe göre ahiret âlemi kastedilir.997 Peygamberler âhiret âlemini daima hatırlarlar. Âhireti unutup dünyaya meyletmezler. Âhireti kazanmalarının sebebi, bütün gayretlerinin âhirete dair olmasıdır. Peygamberler âhireti hatırlarlar, diğer insanlara da hatırlatırlardı. Allah bu nedenle onların derecelerini yükseltmiştir. Bahsi geçen peygamberlerin diğer bir özelliği الُمْصَطفَْيَن" ِ ر" kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu ifade, onların seçilmiş en hayırlı kişiler olmalarını ااْلَْخيَا belirtir.998 3) "Nusret" Peygamberler, Allah'ın kendilerine Cebrail vasıtasıyla ilahi mesajları ulaştırmasıyla manevi destek görmüşlerdir. O, elçilerini ruh ile desteklemiş kalplerini teskin etmiştir. Örneğin Hz. Muhammed peygamberlik gelmeden evvel içerisinde bulunduğu toplumun haddi aşan davranışlarından hoşnut değildi. Toplumun yanlış inanç içerisinde olduklarını 993 Ebû's-Su'ûd, a.g.e., C. VII , s. 311. 994 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. III, s. 331. 995 et-Taberî, a.g.e., C. XXIII, s. 199; el-Hâzin, a.g.e., C. VI, s. 51. 996 es-Sa'd 38/ 46; "Biz onları, özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık." 997 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 273; es-Suyûtî, a.g.e., C. IV, s. 411. 998 el-Mevdûdî, a.g.e., C. V, s. 82. 162 fark ediyor, bu duruma üzülüyordu. Allah O'na vahiy göndererek kalbinin ferahlamasını, bir nevi manevi destek görmesini sağladı. Kur'ân'da "tevfîk", "nusret" kavramları Allah tarafından gelen manevi desteği ifade etmektedir. "Tevfîk" kavramı Cenâb-ı Hakk'ın, insanların yaptığı işleri, davranışları rızasına uygun kılması olarak açıklanmıştır.999 "Nusret" kavramı da Allah'ın, doğru yolda olan kullarına yardım etmesi manasındadır. Bu kavramlar iyiliğe yönelik fiilere has kılınmıştır.1000 Allah'ın, peygamberlerini desteklemesinin "rûh" kavramıyla ifade edildiği görülmektedir. "Rûh" kavramı lügatte, "gitmek, geçmek, ferahlık verici olmak" anlamlarındaki "revh" sözcüğünden türemiştir.1001 Istılahta, canlılarda hayatın devamlılığını mümkün kılan unsur olarak tarif edilmektedir. Kendisinin bir parçasını oluşturan, sürekliliğini mümkün kılan nefes anlamını da kapsamaktadır.1002 Ulemâya göre "rûh", insanın kavrayıcı, bilici hakikatidir. Kişinin rûhunda bilinç, akıl, irade vb. özellikler bulunmaktadır. İnsan hayvandan farklıdır. Çünkü rûhları farklı yaratılmıştır. İnsanlar arasında da farklar mevcuttur. Bu da ruhlarının değişik seviyelerde olmasından kaynaklanmaktadır. Peygamberler üstün bir ruhî seviyeye sahiptirler. Gayba dair haberler almaları bununla ilişkilidir.1003 Rûh kelimesi nefsle müterâdif olarak görülmüştür. Ancak aralarında fark olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Ulemanın bir kısmına göre rûh nurânî bir tabiata sahiptir. Nefs ise ateş ile toprak tabiatlı sayılmıştır.1004 Mukâtil b. Süleymân âyetlerde rûh kelimesinin beş şekilde açıklandığını nakletmiştir:1005 1) Rahmet manasındadır. Buna " ُ ۪اْليَماَن َواَيَّدَُهمْ بُِرو ح ِمْنهۜ ِئَك َكتََب ۪في قُلُوبِِهُم ا İşte Allah bu) " اُ۬وٰل müminlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir)1006 âyeti örnek olarak verilebilir. 999 el-Cürcânî, a.g.e., s. 546. 1000 el-İsfehânî, a.g.e., s. 623. 1001 Yusuf Şevki Yavuz, "Ruh", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXXV, s. 187. 1002 el-İsfehânî, a.g.e., s. 641; İbn Manzûr, a.g.e., C. III, s. 322. 1003 Elmalılı, a.g.e., C. I, s. 408, 409. 1004 el-Âlûsî, a.g.e., C. XV, s. 157; Reşîd Rızâ, Muhammed, (v. 1865/ 1925), Tefsîru'l-Ku'’âni'l-Hakîm: bi Tefsîri'l-Menâr, I-XII, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2005, C. IV, s. 329. 1005 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., s. 542. 163 2) Yüzü insan, bedeni melek suretinde olan bir melek olarak açıklanmıştır. Buna يَْوَم" "ًّ ۜ ِ ئَكةُ َصف ا ُ ح َواْلَمٰل ُّرو Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu o gün)1007 âyeti örnek) يَقُوُم ال verilebilir. Ruh olarak bahsi geçen bu melek, öteki melekler için bekçi mahiyetindedir. Arşın bir tarafında bu melek, bir tarafında öbür melekler saf saf duracaklardır. ُّرو حِ قُِل "َويَْسـَٔلُونََك َعِن ال ۪بّي" ُّروحُ ِمْن اَْمِر َر Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruhun ne olduğunu ancak rabbim) ال bilir)1008 âyetinde de bu melekten bahsedilmektedir. 3) Cebrail olarak yorumlanmıştır. Buna " ََِّّزلَهُ ُروُح اْلقُدُِس ِمْن َربَِّك بِاْلَحق Kur'ân'ı) " قُْل ن Ruhulkudüs'ün indirdiğini söyle.)1009, " ُّروُح ااْلَ۪مي ُن ِبِه ال (.O'nu Rûhulemîn indirmiştir) " نََزَل 1010, ِبُروحِ اْلقُد ُِس" Meryem oğlu Îsâ’ya da deliller verdik ve onu) " َوٰاتَْينَا ۪عيَسى اْبَن َمْريََم اْلبَيِّنَاِت وَ اَيَّْدنَاه ُ Rûhulkudüs ile destekledik.)1011, " ًّ Derken, ona ruhumuzu) " فَاَْرَسْلـ نَا اِلَْيَها ُروَحنَا فَتََمثََّل لََها بََشرا َسِويا gönderdik; ruh ona tam bir insan şeklinde göründü)1012 âyetleri örnek olarak verilebilir. 4) Vahiy anlamındadır. Buna " ح ِمْن اَْمِر۪ه َعٰلى َمْن ي ََشاُء ِمْن ِعبَاِد ۪ه ِ رو ُّ ِبال َِّزُل اْلَمٰلئَِكةَ Allah) " يُن kullarından dilediğine, emri uyarınca vahyi taşıyan melekler indirir)1013 âyeti örnek olarak verilebilir. 5) Hz. İsa kastedilmiştir. Buna وُرو ح َ هَّللاِ َوَكِلَمت ُهُ اَْلٰقي َها اِٰلى َمْريََم "اِنََّما اْلَم۪سيُح ۪عيَسى اْبُن َمْريََم َرُسوُل Meryem oğlu Îsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı) ِمْن هُ" kelimesidir ve O’ndan bir ruhtur)1014 âyeti örnek olarak verilebilir. Kur'ân'da ruh kavramı 21 âyette yer almaktadır. Bu âyetlerden 4' ünde " روح " olarak yalın şekilde gelmiştir. 12'sinde farklı terkiplerle Allah'a izafe olunmuştur. 4 yerde ُّروُح " ُّروُح ااْلَ۪مي ُن " yerde 1 ااْلَمين" şeklinde gelmiştir.1015 "ال َ ن" ْ ن ُرو ۪حي فَقَعُوا لَهُ َساِج۪دي َّوْيتُهُ َونَفَْخُت ۪فيِه ِم Onun şeklini tamamladığım ve ona) "فَِاذَا َس ruhumdan üflediğim vakit siz de hemen onun için secdeye kapanın.)1016, هويهُ َونَفََخ ۪فيِه ِمْن َُّم َس ْ" 1006 el-Mücâdele 58/22. 1007 en-Nebe 78/38. 1008 el-İsrâ 17/85. 1009 en-Nahl 16/102. 1010 eş-Şuarâ 26/193. 1011 el-Bakara 2/87, 253. 1012 Meryem 19/17. 1013 en-Nahl 16/2. 1014 en-Nisâ 4/171. 1015 Abdülbâkî, a.g.e., s. 783. 1016 el-Hicr 15/28. 164 ۪ ه " Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş)1017 âyetlerinde Cenâb-ı ) ُروِح Hakk'ın Hz. Âdem'i yaratırken topraktan şekillendirdikten sonra ona ruhundan üflediği belirtilmiştir. Bu âyetlerde insanın insan olmasını mümkün kılan şeyin ruh olduğuna işaret edilmiştir. " ِمْن ُرو۪حي " ifadesi Kabe'ye "Allah'ın beyti" demeye benzetilmiştir. Bu, onların şerefli, değerli kılınmalarına işaret etmektedir. " ِمْن ُرو۪حي " ifadesinin, Cenâb-ı Hakk'ın parçası olarak algılanması O'nun zatına, sıfatlarına aykırıdır.1018 Cenâb-ı Hakk'ın Âdem'e, Âdemoğluna ruh üflemesi, onlara eşyayı idrak etme yetisini vermesi olarak izah edilmiştir.1019 Bazı âyetlerde Cebrail'den "ruhum, ruhumuz" ( روحنا - روحي) ifadeleriyle bahsedildiği görülmektedir. Müfessirlere göre bu, Cebaril'in üstün mertebesini ortaya koyma amacını taşımaktadır.1020 Tefsir âlimleri "۪بّي ُّروُح ِمْن اَْمِر َر âyetinde yer alan ruh kavramını insan "ال hayatının devamlılığını mümkün kılan ruh şeklinde açıklamışlardır. Ulemanın bir kısmına göre ayette söz edilen ruhtan maksad Cebrail'dir. Diğer bir kısmına göre maksad, ruh üflemekle vazifeli, "Rûh" adına sahip melektir.1021 ِبُروحِ اْلقُد ُِس" Meryem oğlu Îsâ’ya da deliller verdik ve) " َوٰاتَْينَا ۪عيَسى اْبَن َمْريََم اْلبَيِّنَاِت وَ اَيَّْدنَاهُ onu Rûhulkudüs ile destekledik)1022 gibi âyetlerde Allah'ın, peygamberlerini desteklediğine işaret edilmiştir. Cenâb-ı Hakk, peygamberlerine pek çok nimet bahşetmiştir. İnsanların bu nimetlerin hepsini kavramaları mümkün değildir. Ruhun gelmesi, vahiy, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerine muhatap kılınmaları bu nimetler arasında sayılabilir. Peygamberlere verilen gaybî bilgiler, levh-i mahfûz gibi diğer insanların duyularıyla algılayamadıkları hususlar da bunlardandır. ab. Diğer Mü'minlerin "Basîret"i Kavramımızın türevlerinin yer aldığı aşağıdaki âyetlerde müminlerin kastedildiği anlaşılmaktadır: 1017 es-Secde 32/9. 1018 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 344. 1019 er-Râzî, a.g.e., C. XXII, s. 65. 1020 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 404; C. III, s. 2; el-Mâtürîdî, a.g.e., C. I, s. 173 1021 el-Beyhakî, a.g.e., s. 459; er-Râzî, a.g.e., C. XXI, s. 37; el-Kurtubî, a.g.e., C. X, s. 331. 1022 el-Bakara 2/87, 253. 165 ُّ مْبِصُرونَ " َّ َكُرواْ فَإِذَا ُهم َّشْيَطاِن تَذ ِّمَن ال ِئ َّسُهْم َطا َِّن الَِّذيَن اتَّقَواْ ِإذَا َم Takvâ sahipleri, içlerine) " إ şeytandan gelen bir saptırıcı fikir doğduğunda O’nu düşünüp hemen gerçeği görürler.)1023 Bu âyette, muttakîlerin içlerine kötü düşünceler doğduğunda nasıl davrandıkları belirtilmiştir. Buna göre onlar böyle bir durumda hakikati bulmak için tefekkür edip yaratıcının buyruklarını akıllarına getirirler. Cenâb-ı Hakk'a inanan kişi, O'nun ilminin her şeyi kuşattığını tefekkür ederler. " َمُ ْبِصُرون" kelimesiyle hakikati görmek kastedilmiştir. Böylelikle şeytanın tuzaklarına düşmezler, her daim gözleri açık olur.1024 َ ن" َّظاِلِمي Gözleri cehennem) "َوإِذَا ُصِرفَْت أَْبَصاُرُهمْ تِْلقَاء أَْصَحاِب النَّاِر قَالُواْ َربَّنَا الَ تَْجعَْلنَا َمَع اْلقَْوِم ال ehli tarafına döndürülünce, 'Ey Rabbimiz! Bizi zalim toplumla beraber bulundurma' derler.)1025 Bu âyetin öncesinde cennetle cehennem arasında perde, a'râf olduğu zikredilmiştir. Fahreddîn Râzî, bunun "sur" manasında olduğunu ifade etmiştir.1026 A'râftakilerin kimler olduğuyla ilgili çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Bir görüşe göre onlar, Allah'a inanan fakat ilahi terazide iyilikleri kötülükleri müsavi olan gruptur. Diğer bir görüşe göre onlar, peygamber, ulema gibi üstün mertebeli kişilerdir. Bunlar orada görevlendirilmiştir. Başka bir görüşe göre onlar, henüz cennete girmemiş olup girmeyi dileyen kişilerdir. Cehennemlikler onlara gösterildiğinde onlarla olmaktan Cenâb-ı Hakk'a sığınırlar.1027 Bu âyette "ر ُ " أَْبَصا kelimesi göz manasında kullanılmıştır. ُْوِلي اأْلَْبَصارِ " ِ أّل ِفي ذَِلَك لَِعْبَرة َّن ِإ ََّّللاُ اللَّْيَل َوالنََّهاَر َِلُّب Geceyle gündüze yer değiştiren) "يُق Allah'tır; şüphesiz bunda basîret sahibi olanlar için, bir ibret vardır)1028 âyetinde " ِِأّلُْوِلي اأْلَْبَصار " ifadesiyle akıl sahipleri, kalp sahipleri kastedilmiştir.1029 "اأْلَْبَصار" ifadesi gönül gözü manasındadır. Kalp gözü Allah'ın varlığını idrak eden, O'nun kudretinin delillerini gören, hakikati kavrayan kabiliyettir.1030 Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri)1031ِ) " فَاْعتَبُروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار " âyetinde Hz. Muhammed'le yapılan anlaşmayı bozmalarına karşılık ehl-i kitaba verilen ceza misal olarak verilmiştir. Ardından basîret sahipleri düşünmeye, ibret almaya davet edilmiştir. 1023 el-A'râf 7/201. 1024 el-Kuşeyrî, a.g.e., C. I, s. 375. 1025 el-A'râf 7/47. 1026 er-Râzî, a.g.e., C. XIV, s. 86. 1027 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. II, s. 331; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 178. 1028 en-Nûr 24/44. 1029 Vehbe Zuhayli, et-Tefsîru'l-Munîr, I-XXXII, Beyrût: Dâru'l-Fikr, 1991, C. IX, s. 490-491. 1030 el-Kurtubî, a.g.e., C. XI, s. 247 ; İbn Kesîr, a.g.e., C. VIII, s. 338; el-Âlûsî, a.g.e., C. XI, s. 211. 1031 el-Haşr 59/2. 166 Basîret sahipleri ifadesinden, gönül gözüyle hakikati gören kimseler kastedilmiştir. Allah'ın kendilerine verdiği idrak yetisini kullananların bunlardan ders çıkarması istenmiştir.1032 َ ن" ِلّقَْوِم يُوقِنُو ُ ر ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة ِئ َ هذَا بََصا " (Bu, insanların kalp gözünü açan bir nur; tereddütsüz bir inanca ve emniyete ulaşanlar için de bir rahmet ve hidayettir.)1033 Bu âyet, Kur'ân'ın insanların akıllarını kullanmalarını, hakikati görmelerini sağlayan bir nur, yakîn inanca sahip olanlar için bir hidayet ve rahmet olarak gönderildiğine işaret etmektedir. Yani âyetler müminler için hidayet ve rahmet kaynağıdır.1034 ُُّضوا ِمْن أَْبَصاِرِهمْ َويَْحفَُظوا فُُروَجُهْم ذَِلَك أَْزَكى لَُهمْ " ِنيَن يَغ ِلّْلُمْؤِم ,Mü'min erkeklere söyle) " قُل gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir.)1035; َّن " َّن َويَْحفَْظَن فُُروَجُه ِ ه ِلّْلُمْؤِمنَاِت يَْغُضْضَن ِمْن أَْبَصاِر Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini) " َوقُل haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar)1036 âyetlerinde "أَْبَصار" kelimesinden bedendeki göz kastedilmiştir. Âyetlerde müminlerin, haram olan şeylere bakma konusunda gözlerini koruması gerektiği belirtilmiştir. Bu âyetler incelendiğinde, Allah'a samimiyetle inanan insanların basîret sahibi olarak nitelendirildiği görülmektedir. Müminler gözlerini haramdan koruduklarında, Allah'ın rızasına uygun yaşadıklarında kendilerinde bulunan basîret yetisi gelişir ve hakikati olduğu gibi görürler. İbn Kayyîm basîretin, Cenâb-ı Hakk'ın, inanan insanın gönlüne yerleştirdiği nur olduğunu ifade etmiştir. Kişi, Peygamber'in getirdiği vahyin hakikati yansıttığını bu nur vesilesiyle idrak eder. Böylece kuşkudan, şaşkınlıktan kurtulur. Basîret sahibi istikbalinden endişe duymaz. Çünkü istikbale dair tedbirleri noksansız almıştır. Dünyadaki hadiselerin yerli yerince meydana geldiğine inanır. Gönlünden marifet fışkırır. Tasavvuf ilminde basîret, Hakk'ın nuru vesilesiyle görme olarak da tanımlanır.1037 b. Kâfirlerin "Basîret"i 1032 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 79; el-Beydâvî, a.g.e., C. III, s. 469; el-Âlûsî, a.g.e., C. XIX, s. 39. 1033 el-Câsiye 45/20. 1034 en-Nesefî, a.g.e., C. II, s. 214; es-Seâlibî, a.g.e., C. III, s. 361. 1035 en-Nûr 24/30. 1036 en-Nûr 24/31. 1037 Uludağ, "Basîret", a.g.md., C. V, s. 103. 167 "B.s.r" maddesi ve müştaklarının kâfirler hakkındaki kullanımını ehl-i kitap, müşrikler ve münâfıklar olarak oluşturduğumuz alt başlıklarda ele alacağız: ba. Ehl-i Kitap Bu kısımda "b.s.r." maddesi ve türevlerinin ehl-i kitap hakkındaki kullanımı gösteren bazı âyetleri örnek olarak verip izah edeceğiz: "َختََم َّللّاُ َعلَى قُلُوبِهْم َوَعلَى َسْمِعِهْم َوَعلَى أَْبَصاِرِهمْ ِغَشاَوة " "Allah onların kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri üzerinde de bir perde vardır."1038 Bu âyette inkârcıların gerçeği görmek, kavramak için çaba göstermemeleri üzerine kalplerinin mühürlenme aşamasına geldiği belirtilmiştir. Bu, kutunun mühürlenmesine benzetilmiştir. Bir kutu kilitlendiğinde artık içine eşyalar giremez, çıkamaz. İnkârcıların kalpleri de kilitlendiğinde dalâlet içinde kalır, hidayete erişemez.1039 Âyette َعلَى أَْبَصاِرِهْم" cümlesi kalp ve kulaklarının mühürlenmesinin ardından gelmiştir. Bununla ِغَشاَوة" inkârlarındaki ısrar ortaya koyulmuştur. Burada Yahudi din adamlarının durumu betimlenmiştir. Kalplerinin mühürlenmesiyle, vahyi düşünmedikleri anlaşılmaktadır. Kulaklarının mühürlenmesiyle uyarıları, nasihatleri dinlemedikleri anlaşılmaktadır. Gözlerinde perde olmasından, hakikati ve nübüvvetin delillerini görmedikleri anlaşılmaktadır. Onlar, Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu bilmelerine rağmen onu yalanlamışlardır. Hakikati görmek istemedikleri için, içinde bulundukları sapıklığı anlayamamışlardır.1040 َّمن يَنُظُر إِلَْيَك أَفَأَنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُواْ الَ يُْبِصُرونَ " " َوِمنُهم "Ve yine onların aralarında sana bakanlar var; ama eğer göremiyorlarsa, sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin?"1041 âyetine göre basîret hakikati görme kabiliyeti olarak yorumlanmıştır. Âyette, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin delillerini görseler bile gönül gözleri kör olduğu için hakikati kabul etmeyenler kastedilmiştir. İlâhî gerçekleri görmeyenler kör hükmünde sayılmıştır. Müşrikler Hz. Muhammed'in söylediklerini dinliyor, kişiliğini biliyorlardı. Fakat iman etmeyip onu yalancılıkla itham ediyorlardı. Bu da onların basîretlerinin kapalı olduğunu göstermektedir. Buna göre insan için önemli olan, Allah'ın 1038 el-Bakara 2/7. 1039 el-Kuşeyrî, a.g.e., C. I, s. 72; el-Mevdûdî, Ebu'l-A'lâ (v. 1399/1979), Tefhîmu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Anlamı ve Tefsîri), (çev. Muhammed Hân Kayânî, v.d.), I-VII, 2.bs., İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, C. I, s. 63. 1040 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 120; Seyyid Kutub, a.g.e., C. I, s. 607. 1041 Yûnus 10/43. 168 verdiği aklı kullanarak hakikati idrak etmektir. Bunun yolu da gönül gözünü açık tutmaktan geçmektedir. 1042 ِبَها " ِبَه ا َولَُهْم ٰاذَا ن اَل يَْسَمعُوَن ِبَه ا َولَُهْم اَْعي ُن اَل يُْبِصُروَن "لَُهْم قُلُو ب اَل يَْفقَُهوَن "Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavramazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler."1043 Bu âyette kalp, göz, kulak duyularından kişiyi hakikati idrake ulaştıran kabiliyetler kastedilmiştir. Allah'ın verdiği bu kabiliyetlerden maksadına uygun yararlanmayanlar hatalı davranışlar sergilerler. Bundan dolayı bu kişiler kulakları, gözleri olsa bile hakikati, Allah'ın kudretine işaret eden delilleri göremez, duyamaz hale gelirler ve hidayete ulaşamazlar.1044 ِإنَّا ُموقِنُونَ " "َربَّنَا أَْبَصْر نَا َوَسِمْعنَا فَاْرِجْعنَا نَْعَمْل َصاِل حا "Ey Rabbimiz! Gördük ve duyduk. Öyleyse bizi geri döndür ki doğru işler yapalım, artık hakikate kâni olduk!"1045 Bu âyetteki "أَْبَصْرنَا "ifadesi yalanladığımız şeylerin gerçekliğini, sahihliğini gördük manasındadır. Âyette ahiret sahnesi tasvir edilmiş olup imtihan müddeti sona erdikten sonra pişmalığın bir değerinin bulunmadığı ortaya koyulmuştur.1046 bb. Müşrikler Bu kısımda "b.s.r." maddesi ve türevlerinin müşrikler hakkındaki kullanımı gösteren bazı âyetleri örnek olarak verip bir kısmını ayrtınlı olarak ele alacağız: َ ن" ْ ُم تُْبِصُرو "َولُو طا إِْذ قَاَل ِلقَْوِمِه أَتَأْتُوَن اْلفَاِحَشةَ َوأَنت "Ve Lut da kavmine 'Bu çirkin eylemi, (insanın yaratılışına aykırı olduğunu) göre göre, nasıl işliyorsunuz?' demişti."1047 "أَْسِمْع بِِهْم وَ أَْبِصرْ يَْوَم يَأْتُونَنَا" "Bizim karşımıza çıkacakları o gün, (gerçeği) nasıl da apaçık işitecek ve görecekler!"1048 1042 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 192; el-Kurtubî, a.g.e., C. VIII, s. 532-533; el-Âlûsî, a.g.e., C. VII, s. 183. 1043 el-A'râf 7/179. 1044 e-Taberî, a.g.e., C. I , s. 381; el-Beydâvî, a.g.e., C. I , s. 216. 1045 es-Secde 32/12. 1046 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C.V, s. 49; İbn Kesîr, a.g.e., C. IX, s. 142. 1047 en-Neml 27/54. 1048 Meryem 19/38. 169 َ ن" "َوَجعَْلنَا ِمن بَْيِن أَْيِديِهْم َسدًّا َوِمْن َخْلِفِهْم َسدًّا فَأَْغَشْينَاُهْم فَُهْم ال َ يُْبِصُرو "Hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik, böylece onları perdeledik; artık baksalar da görmezler."1049 ِبآيَاِت َ ن ِّمن َشْي ء إِْذ َكانُوا يَْجَحدُو ْ م َواَل أَْفئِدَتُُهم "... َوَجعَْلنَا لَُهْم َسْمع ا َوأَْبَصا ر ا َوأَْفئِدَة فََما أَْغنَى َعْنُهْم َسْمعُُهْم َواَل أَْبَصاُرُه ََّّللا ِ" "Kendilerine kulaklar, gözler ve kalpler bahşetmiştik; ama Allah'ın mesajlarını reddetmeye devam ettikleri için ne kulakları, ne gözleri ne de kalpleri onlara bir fayda sağladı. "1050 َّمْسُحوُرونَ " ِّكَرْت أَْبَصاُرن َا بَْل نَْحُن قَْو م "لَقَا لُواْ إِنََّما ُس "Kuşkusuz, o zaman da: 'Bizim düpedüz gözlerimiz bağlandı! Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz' diyeceklerdi."1051 َ ن" ِبِهْم َوَسْمِعِهْم وَ أَْبَصاِرِهمْ َوأُولَئَِك ُهُم اْلغَافِلُو "أُولَئَِك الَِّذيَن َطبََع َّللّاُ َعلَى قُلُو "İşte onlar, Allah'ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar gâfillerin ta kendileridir."1052 َّمُهْم َوأَْعَمى أَْبَصاَرُهمْ " ََّّللاُ فَأََص أُْولَئَِك الَِّذيَن لَعَنَُهُم "İşte onlar, Allah'ın lanetlediği kimselerdir. Böylece onların kulaklarını sağır, gözlerini kör yaptı."1053 ُّمنتَِش ر" ُ هْم يَْخُرُجوَن ِمَن اأْلَْجدَاِث َكأَنَُّهْم َجَراد َّشع ا أَْبَصاُر "ُخ "Gözleri dehşetten ve zilletten düşmüş olarak, etrafa savrulan çekirgeler gibi mezarlarından kalkacaklar."1054 ِني َعنَك َشْيئ ا" َِبيِه يَا أَبَِت ِلَم تَْعبُدُ َما اَل يَْسَمُع َواَل يُْبِصُر َواَل يُْغ "إِْذ قَاَل أِل "Hani o babasına "Ey babacığım!" demişti, "Ne işiten, ne gören ve ne de sana bir yarar sağlayabilen şeylere niçin tapıyorsun?"1055 َ ن" ُّسُجوِد َوُهْم َساِلُمو ْ م تَْرَهقُُهْم ِذلَّة َوقَْد َكانُوا يُْدَعْوَن إِلَى ال "َخاِشعَة أَْبَصاُرُه 1049 Yâsîn 36/9. 1050 el-Ahkâf 46/26. 1051 el-Hicr 15/15. 1052 en-Nahl 16/108. 1053 Muhammed 47/23. 1054 el-Kamer 54/7. 1055 Meryem 19/42. 170 "Gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet sarmış bulunur, hâlbuki onlar sağlıklarında o secdeye da'vet olunuyorlardı."1056 "َوإِن تَْدُعوُهْم إِلَى اْلُهدَى الَ يَْسَمعُواْ َوتََراُهْم يَنُظُروَن إِلَْيَك َوُهْم الَ يُْبِصُرونَ " "Eğer onları hidayete çağırsanız sizi duymazlar. Onların, sana baktıklarını görürsün, oysa onlar görmezler"1057 âyeti iki farklı şekilde açıklanmıştır. Birincisi; Bu vasıflardan kasıt putların vasfıdır. Müşrikler değerli taşlarla göz biçimi vererek onları süslerdi. Âyetteki görme, beden gözüyle görmedir ve müşriklere seslenilmiştir. Taptıkları taşların görmekten, duymaktan aciz oldukları vurgulanmıştır. İkinci yoruma göre âyet, Hz. Muhammed'e hitap etmektedir. Yani müşrikler beden gözüyle Hz. Muhammed'e bakarlar, ancak gerçeği görmezler, kavramazlar. Buna göre âyette basîret gözüyle, gönül gözüyle görmenin önemine dikkat çekilmiştir.1058 َّسبِيِل َوَكانُوا ُمْستَْبِصِرين " َّشْيَطاُن أَْعَمالَُهْم فََصدَُّهْم َعِن ال "َوَزيََّن لَُهُم ال "Şeytan onlara işledikleri (günahları) güzel gösterdi ve böylece onları, hakikati kavrama yeteneğine sahip oldukları halde, (Allah'ın) yol(un)dan alıkoydu."1059 Bu âyette Âd ve Semûd kavminin, hakikati görme kabiliyetine sahip oldukları halde işledikleri kötülüklerden dolayı doğru yoldan sapmalarından bahsedilmiştir. Şeytan onlara güzel gösterdiği kötülüklerin yanlış şeyler olduğunu idrak edemeyip hakikati göremez duruma gelmişlerdir. " ُمْستَْبِصِرين " ifadesinden doğru ile yanlışı temyiz etme, hakikati görme yetisine sahip olmak kastedilmişitir. Kendilerine gönderilen peygamberler onlara hakkı batılı göstermiş fakat onlar gerçeği görmek istemeyip dünya hayatının süsüne meyletmişlerdir.1060 bc. Münafıklar Bu kısımda b.s.r. maddesi ve türevlerinin minafıklar hakkındaki kullanımı gösteren bazı âyetleri örnek olarak vereceğiz: َ ن" هَّللاُ بِنُوِرِهْم َوتََرَكُهْم ۪في ُظلَُما ت اَل يُْبِصُرو ا فَل َّ َما ا ََضاَءْت َما َحْولَهُ ذََهَب " َمثَلُُهْم َكَمثَِل الَِّذي اْستَْوقَدَ نَار (Onların misali, bir ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah ışıklarını yok eder de onları karanlık içinde, hiçbir şeyi görmez bir halde bırakıverir)1061 âyetinde 1056 el-Kalem 68/43. 1057 el-A'râf 7/198. 1058 er-Râzî, a.g.e., C. III, s. 309. 1059 el-Ankebût 29/38. 1060 el-Vâhidî, a.g.e., C. I, s. 526; el-Âlûsî, a.g.e., C. XI, s. 159. 1061 el-Bakara 2/17. 171 benzetim metodu kullanılarak münafıkların halinden bahsedilmiştir. Tefsirlerde bununla ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Aydınlık iman, karanlık imansızlık şeklinde yorumlanmıştır. Başka bir yoruma göre aydınlık "duyular, akıl"; karanlık "dünya hayatı" olarak yorumlanmıştır.1062 Yani İslâm nurunun, görme, işitme gibi duyuların, akıl yetisinin insanın dünyasını aydınlattığı söylenebilir. "ن َ ifadesinden, insanın kendisine verilen "اَل يُْبِصُرو imkânlara rağmen hakikati görmek istemediğinde kör hükmünde olduğu kastedilmiştir. İncelediğimiz âyetlerde "b.s.r." maddesi ve türevlerinin inkârcılar hakkında göz, kalp gözü, hakikati idrak etme yetisi manasında kullanıldığı görülmektedir. İnkârcılar hidayete ulaşamamaları, doğru yolu görememeleri sebebiyle kör sayılmıştır. Peygamberin davetini duymalarına ve mucizeleri görmelerine rağmen davete icab etmemiş, hakikati görmek istememişlerdir. Bu kişiler âyetlerde bakar kör olarak nitelendirilmiştir. Çünkü gönül gözleri körleşmiş duruma gelmiştir. Ayrıca âyetlerden basîret yetisinin herkese verildiği, fakat bunu gereği gibi kullanmayıp dünyanın süsüne aldanan, kötülüklere dalan kişilerin bu yetisinin körleştiği anlaşılmaktadır. Basîret, ilahi vasıflardan biri olan basarın insanlardaki yansımasıdır. Bundan nasibi bulunmayanların gözlerinde örtü mevcuttur. Bu nedenle mü'min olmayanların hakikati görmeleri mümkün olmaz. B. NESNESİNE GÖRE Bu bölümde basîret kavramınının türediği "b.s.r." maddesini nesnesine göre nazarî ve amelî alanda ele alacağız. Nazarî alanda ilk olarak tevhîd, nübüvvet, âhiret alt başlıkları halinde itikadî olarak ele alacağız. Ardından ahlâk açısından inceleyeceğiz. Amelî alanda ibâdât, muâmelât ve ukûbât açısından değerlendireceğiz. 1. Nazarî Alanda a. İtikâdât aa. Tevhîd 1062 Ebû's-Su'ûd, a.g.e., C. II, s. 253; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 496. 172 Âyetlerde "b.s.r." kökünün nesnelerini incelediğimizde tevhid konusuna işaret edildiğini görmekteyiz. Bununla ilgili âyetleri nakledip müfessirlerin açıklamalarını aktaracağız: ِفي أَنفُِسُكْم أَفاََل تُْبِصُرونَ " "َو "Tıpkı kendi üzerinizde de (O'nun işaretleri bulunduğu) gibi. (Bunları) görmüyor musunuz?"1063 Âyetin evvelinde ihlâslı bir şekilde inananlar için yeryüzünde birçok delilin bukunduğu zikredilmiştir. Bu âyette de, söz edilen delillerin insanın bizzat kendinde de bulunduğu belirtilmiştir. Burda insan, Cenâb-ı hakk'ın kudretinin kâinattaki işaretlerine bakmaya, tefekküretmeye çağırılmaktadır. Önceki âyette yer alan " موقنين" lafzı tefsirlerde, âleme ibretle bakarak sağlam inanca erişenler olarak izah edilmiştir. Bu bakış ve iman arasında bir münasebet vardır. Söz edilen kimseler kesin huccete dayalı ve hakikate götüren yolu izeleyenlerdir. Bunlar basîret sahipleridir. Zira kalp gözüyle bakarlar, bir delili müşahade edince bununla ilgili tefekkür edip imanlarını arttırırlar.1064 ِبِه َزْر عا تَأُْكُل ِمْنهُ أَْنعَاُمُهْم َوأَنفُُسُهْم أَفاََل يُْبِصُرون" "أ َولَْم يََرْوا أَنَّا نَُسوُق اْلَماء إِلَى اأْلَْرِض اْلُجُرِز فَنُْخِرُج "Üzerinde ot bitmeyen kuru topraklara yağmur indirip kendilerinin ve hayvanlarının yiyeceği bitkileri bizim yeşerttiğimizi görmezler mi?"1065 Bu âyette ve evvelinde, Allah'ın varlığını, birliğini gösteren bazı hususlar nakledilmiştir. Geçmişte helak olan nesillerde birçok ibret bulunduğu ifade edilmiştir. Ardından canlıların, onların yaşam kaynağı olan suyla nimetlendirildiği zikredilmiştir. İnkârcılar kâinattaki hâdiselere yön veren kudret hakkında tefekkür etmeye, O'nun varlığını, birliğini görmeye davet edilmiştir. Bu ayet ahretin varlığına dair delilleri de içermektedir. Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın, ahirette ölüleri nasıl dirilteceğine dair örnek niteliğindedir. Zira kuru toprakları suyla yeşerten Allah, hesap günü ölüleri diriltmeye kâdirdir.1066 َ َصَر َهْل تََرى ِمن فُُطور َّرْحَمِن ِمن تَفَاُو ت فَاْرِجعِ اْلب َّما تََرى فِي َخْلِق ال ِذي َخلََق َسْبَع َسَماَوا ت ِطبَاق ا "الَّ ْ ب إِلَْيكَ اْلبََصُر َخاِسأ َوُهَو َحِسي ر" َّرتَْيِن يَنقَِل َُّم اْرِجعِ اْلبََصَر َك ْ "Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O'dur! Rahman'ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü çevir de bir bak! Hiç kusur görüyor musun? Evet, gözünü 1063 ez-Zâriyât 51/21. 1064 et-Taberî, a.g.e., C. XXVI, s. 204; ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s.28; İbn Atiyye, a.g.e., C. V, s. 126. 1065 es-Secde 32/27. 1066 et-Taberî, a.g.e., C. XXVIII, s. 341. 173 tekrar çevir de bak: gözün, şaşkın ve bezgin bir şekilde önüne geri dönecektir."1067 Âyetlerde Cenâb-ı Hakk'ın yüceliğine, kudretine dair misaller verilmiştir. Kâinatın kusursuz yaratılışına, kâinattaki nizama dikkat çekilmiştir. Bunların ancak her şeyi bilen, her şeye kudreti yeten Cenâb-ı Hakk tarafından gerçekleştirebileceği belirtilerek O'nun birliğine işaret edilmiştir. Ayrıca bu âyetlerde "gözünü tekrar çevir de bak" ifadesi tekrarlanmış olup birçok kez bakmaya işaret etmektedir.1068 ِّمن دُونِِه ِمن َوِلّي َواَل يُْشِرُك فِي ُحْكِمِه أََحد ا" َّسَماَواِت َواأْلَْرِض أَْبِصْر بِِه َوأَْسِمْع َما لَُهم "لَهُ َغْيُب ال "Göklerin ve yerin gizli gerçekleri (yalnızca) O'nun elindedir; O ne eşsiz bir görücü, ne eşsiz bir işiticidir! Onların O'ndan başka koruyucusu, kayırıcısı yoktur; çünkü O hükmünde kimseyi kendine ortak tutmaz!"1069 Bu âyetin evvelinde Ashâb-ı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldığına dair tartışmalar aktarılmıştır. Kimisi 300, kimisi 309 yıl demiştir. Söz konusu ayette de bu süreyi en iyi bilenin Cenâb-ı Hakk olduğu belirtilmiştir. Ashâb-ı Kehf kıssasının paylaşılmasında önemli olan bunların adedi değil, aktarılmak istenilen mesajlardır. Allah'a samimiyetle inananlar, baskı altında olsalar da doğru yoldan dönmemelidir. Allah'a güvenip dayanmalıdır. Ayrıca bu hâdise Cenâb-ı Hakk'ın, insanları ahirette tekrar diriltmeye gücünün yettiğini göstermektedir.1070 ََّّللاِ يَأ ْتِيُكم بِلَْي ل تَْسُكنُوَن فِيِه أَف َاَل تُْبِصرونُ " ََّّللاُ َعلَْيُكُم النََّهاَر َسْرَمد ا إِلَى يَْوِم اْلِقيَاَمِة َمْن إِلَه َغْيُر "قْل أََرأَْيتُْم إِن َجعََل "De ki: Hiç düşündünüz mü: Allah gündüzü üzerinize Kıyâmet Günü'ne kadar sürekli kılacak olsa, söyleyin, Allah dışında, bağrında dinlendiğiniz geceyi size (geri) getirebilecek başka bir tanrı var mı? Peki, artık (gerçeği) görmeyecek misiniz?"1071 Âyette, kâinattaki nizâmın, olabileceklerin en kusursuzu olduğuna işaret edilmektedir. Bu nizâmın kendi kendine vuku bulması aklen mümkün olmamaktadır. Nizâmın bozulmadan, değişmeden süregelmesinden anlaşılıyor ki o, bir iradeye tâbidir. Bu iradeye ve kudrete sahip olan Cenâb-ı Hakk birdir, tektir. O'nun her şeye kudreti yetmektedir. ِني ب " ُّم ِّل َعْب د " تَْبِصَر ة َوِذْكَرى ِلُك 1067 el-Mülk 67/3-4. 1068 İbn Âşûr, a.g.e., C. XXIX, s. 19-20. 1069 el-Kehf 18/26. 1070 el-Mevdûdî, a.g.e., C. III, s. 165. 1071 el-Kasas 28/72. 174 "Bütün bunlar, içtenlikle Allah'a yönelen her kulun gönül gözünü açmak ve ona öğüt ve ibret vermek içindir."1072 Bu âyetin evvelinde Allah'ın kâinatı kusursuz bir şekilde yaratmasına yeryüzünden, gökyüzünden misaller verilmiştir. Ardından bu misâllerin insanların basîretini açmak, hakikatleri görmesini sağlamak amacıyla zikredildiği ifade edilmiştir. Ayrıca bu misâller Allah'ın varlığın, birliğini, kudretini göstermektedir.1073 َِّن ِبنَْصِرِه َمن يََشاء إ ِّمثْلَْيِهْم َرأَْي اْلعَْيِن َو َّللّاُ يَُؤيِّدُ ِفي فِئَتَْيِن اْلتَقَتَا فِئَة تُقَاتُِل فِي َسبِيِل َّللّاِ َوأُْخَرى َكافَِرة يََرْونَُهم "قْد َكاَن لَُكْم آيَة َّألُْوِلي األَْبَصار" فِي ذَِلَك لَِعْبَر ة "(Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki grupta sizin için bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan bir grup, diğeri ise gözleriyle bunları kendilerinin iki misli imiş gibi gören kâfir grup. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır."1074 Söz konusu âyette Bedir Savaşı'nda Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere müminleri sayı olarak daha çok göstermesinden bahsedilmiştir. Böylelikle müminler Allah'ın yardımı ile zafer elde etmişlerdir. Âyetin sonunda bu hadisede birçok ibret bulunduğu zikredilmiştir. Burda çıkarılması gerekn dersler vardır. Kâfirlerin sayıca fazla olmalarına rağmen müminlerin zafer elde etmeleri mucize niteliğindedir. Bu, Allah'ın desteğini ve müminlerin iman gücünü göstermektedir.1075 Böylelikle doğru inanca sahip olmanın önemi ortaya çıkmaktadır. ُ ر" ِبي ُ اْلَخ "الَّ تُْدِرُكهُ األَْبَصاُر َوُهَو يُْدِرُك األَْبَصاَر َوُهَو اللَِّطي "Gözler O'nu algılayamaz, O ise bütün gözleri idrak eder. O en ince şeyleri bilir, herşeyden haberdardır."1076 Cenâb-ı Hak duyularla algılanamayacak derecede aşkın, üstündür. Gözler Allah'ı göremez. Kalp, akıl Allah'ın mahiyetini kavramaktan acizdir. Ancak Allah, her şeyi görür, idrak eder, kuşatır. Sünnî ulema söz konusu âyete dayanarak Cenâb-ı Hakk'ın dünyada görülemeyeceğini ifade etmişlerdir. Bununla beraber, âhirette müslümanların O'nu görebileceklerini kabul etmişlerdir. Âyette " ُالَّ تُْدِرُكهُ األَْبَصار " cümlesiyle Cenâb-ı Hakk'ın maddî bir varlık olmadığı belirtilmiştir. Bu cümleyle maddî şeyleri, cisimleri, suretleri putlaştıran sistemler reddedilmiş olmaktadır.1077 ِبَها فَإِنََّها اَل تَعْ َمى اأْلَْبَصاُر َولَِكن ت َْعَمى اْلقُلُوُب ِبَها أَْو آذَا ن يَْسَمعُوَن "أ فَلَْم يَِسيُروا فِي اأْلَْرِض فَتَُكوَن لَُهْم قُلُو ب يَْعِقلُوَن ُّصدُور" ِتي فِي ال الَّ 1072 Kâf 50/8. 1073 İbn Kesîr, a.g.e., C. XIII, s. 452. 1074 Âl-i İmrân 3/13. 1075 İbn Atiyye, a.g.e., C. I, s. 407; er-Râzî, a.g.e., C. VII, s. 189; eş-Şevkânî, a.g.e., C. I, s. 356. 1076 el-En'âm 6/103. 1077 eş-Şevkânî, a.g.e., C. II, s. 170. 175 "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur."1078 Bu âyette kâfirlerin kâinatı ibret nazarıyla incelemedikleri, bu sebeple Allah'ın varlığına, birliğine işaret eden delilleri göremedikleri belirtilmiştir. İnsan evrene ibret gözüyle bakıp tefekkür ederse basîret gözü açılır ve hakikatleri görmeye başlar. Önemli olan gözün görmesi değil, kalbin görmesidir.1079 Zira âyetten, kâfirlerin gözleri görse bile kalpleri kör oldukları için ibret alabilme yetilerini yitirdikleri anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Allah'ın birliğine ters düşecek inançlara sahip olmakta ve O'na şirk koşmaktadırlar. ِبِه " ِْتيُكم َّمْن إِلَه َغْيُر َّللّاِ يَأ ْ م َوَختََم َعلَى قُلُوبُِكم َ وأَْبَصاَرُك "قْل أََرأَْيتُْم إِْن أََخذَ َّللّاُ َسْمعَُكْم "De ki: Ne sanıyorsunu? Eğer Allah işitme ve görme duyularınızı elinizden alır ve kalplerinizi mühürlerse onları size Allahtan başka hangi ilah geri verebilir?"1080 Bu âyette Cenâb-ı hakk'ın kudretine, birliğine işaret edilmiştir. Kişinin işitme, görme duyularının elinden alınması halinde bunları ona verecek başka bir ilah bulunmadığı belirtilmiştir. Bununla birlikte " ِه ِ َّ مْن إِلَه َغْيُر َّللّاِ يَأْتِيُكم ب " ifadesiyle müşrikler, Allah'a şirk koşmak suretiyle yaptıkları hatalarını fark etmeye teşvik edilmiştir.1081 Nitekim onlar yaratıcının Cenâb-ı Hakk olduğunu kabul etmekte fakat putlara da tapmaktalardı. Hâlbuki taptıkları varlıklar hiçbir kudrete sahip değildi. Âyette müşrikler akıllarını kullanıp gerçeği görmeye, Allah'ın birliğini kabul etmeye davet edilmiştir. ِأّلُْوِلي اأْلَْبَصارِ " َِّن فِي ذَِلَك لَِعْبَرة ََّّللاُ اللَّْيَل َوالنََّهاَر إ َِلُّب "يُق "Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir; gören ve düşünenler için, bunlardan alınacak ibretler vardır!"1082 Bu âyette Allah'ın kudretine işaret edilmiştir. Geceyle gündüzü çeviren O'dur. Kalp gözü açık olanlar kâinata ibret gözüyle bakarak tefekkür ederler. Böylelikle Allah'ın birliğine dair inançları artar. Nitekim "ر ِ ِأّلُْوِلي اأْلَْبَصا ِفي ذَِلَك لَِعْبَرة َِّن ,ifadesi " إ aklı olanlar için Allah'ın birliğine işaretler bulunur manasındadır.1083 ab. Nübüvvet 1078 el-Hacc 22/46. 1079 et-Taberî, a.g.e., C. XVII, s.183; İbn Âşûr, a.g.e., C. XVII, s. 287. 1080 el-En'âm 6/46. 1081 es-Seâlibî, a.g.e., C. I, s. 521. 1082 en-Nûr 24/44. 1083 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 388. 176 Ayetlerde "b.s.r." kökünün nesnelerini incelediğimizde nübüvvet konusuna da işaret edildiğini görmekteyiz. İlgili âyetleri nakledip müfessirlerin açıklamalarını aktaracağız: "أَفَِسْح ر َهذَا أَْم أَنتُْم اَل تُْبِصُرونَ " "Peki, bu bir yanılsama mı yoksa görmüyor musunuz?"1084 İnkârcılar peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatler hakkında tefekkür etmek yerine onları yalan saymışlardır. Gösterdikleri mucizeleri ise sihir diyerek kabul etmemişlerdir. Bu âyette inkârcılara, hakikatle yüzleştiklerinde "Bu da mı sihir? Yoksa dünyada gerçeklere karşı kör davrandığınız gibi burada da gözünüz görmüyor mu?" şeklinde seslenileceği bildirilmiştir.1085 İnsan bir hususu tam tersi olarak görüyorsa görülende veya görende hata vardır. Kâfirlerin kabul etmedikleri hakikatler hesap günü gün yüzüne çıkacaktır. Hatanın görende olduğu anlaşılmış olacaktır. Âyet kâfirlerin bu halini ortaya koymaktadır.1086 ََّي قُْل َهْل يَْستَِوي األَْعَمى ِبُع إِالَّ َما يُوَحى إِل َّ "قل الَّ أَقُوُل لَُكْم ِعنِدي َخَزآئُِن َّللّاِ َوال أَْعلَُم اْلغَْيَب َوال أَقُوُل لَُكْم إِ ِنّي َمل َك إِْن أَت ََّكُرون" وَ اْلبَِصيرُ أَفاَلَ تَتَف "De ki: Ben size 'Allahın hazineleri bendedir' demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.' De ki: Hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz"1087 Hz. Peygamber insanlara ilâhî mesajları aktardığında inkârcılar O'nu kâhin, sihirbaz olarak adlandırıyorlardı. Onlar bu kişilerde olağanüstü durumların bulunduğuna inanıyorlardı. Hz. Peygamberden gökyüzünden melek indirmesini ve meleklerle konuştuğunu göstermesini talep ediyorlardı. َك ۜ "َوقَالُوا لَْو اَل اُْنِزَل َعلَْيِه َمل Ona bir melek indirilseydi ya!' dediler. Eğer biz bir melek' " َولَْو اَْنَزلْ نَا َملَكا لَقُِضَي ااْلَْمرُ " indirseydik elbette iş bitirilmiş olur"1088 âyeti bunu ortaya koymaktadır. Âyet Hz. Muhammed'in bu isteklere vermesi istenen yanıtı yansıtmaktadır. "ر ُ "َهْل يَْستَِوي األَْعَمى َواْلبَِصي ifadesiyle kör ile görenin bir olmadığı belirtilmiştir. Bundan kastedilen, hakikati gören ile görmeyenin bir olmadığıdır.1089 َ ن" ِّسْحَر َوأَنتُمْ تُْبِصُرو ِّمثْلُُكْم أ َفَتَأْتُوَن ال َّال بََش ر ُّرواْ النَّْجَوى الَِّذيَن َظلَُمواْ َهْل َهذَا إِ "اَلِهيَة قُلُوبُُهْم َوأََس 1084 et-Tûr 52/15. 1085 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 34. 1086 er-Râzî, a.g.e., C. XXVIII, s. 246. 1087 el-En'âm 6/50 1088 el-En'âm 6/8. 1089 et-Taberî, a.g.e., C. VI, s. 525. 177 "O zalimler 'Bu da sizin gibi sadece bir insan değil mi? Öyleyse, göz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?"1090 Âyette müşriklerin Hz. Peygamber'e yönelik ithamlarından biri aktarılmaktadır. Onlar Hz. Muhammed'i sihirbazlıkla, büyücülükle itham ediyorlardı. Bununla birlikte O'nun tebliğ ettiği hakikatleri kendisinin uydurduğunu söylemekten çekinmiyorlardı. "Göz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?" demeri de hakikati göremediklerini, basîretlerinin kör olduğunu ortaya koymaktadır. ِلّ قَْو م يُْؤِمنُون" َّربُِّكْم َوُهد ى َوَرْحَمة ِئُر ِمن َّربِّي َهذَا بََصآ ََّي ِمن َّبُِع َما يُوَحى إِل ِإنََّما أَت ِْتِهم بِآي َة قَالُواْ لَْوالَ اْجتَبَْيتََها قُْل "وإِذَا لَْم تَأ "Sen onlara bir âyet getirmediğin zaman 'Derleyip toplasaydın ya!' derler. De ki: 'Ben ancak Rabbimden bana ne vahyolunuyorsa ona uyarım! Bütünüyle bu Kur'ân Rabbinizden gelen kalp gözlerinizi açacak delillerdir, iman edecek bir kavim için hidayet ve rahmettir."1091 İnkârcılar Hz. Muhammed'in gösterdiği mucizelere karşı alaycı tavırlar sergilemiştir. Onların mucize talep etmesinin nedeni, Hz. Muhammed'in gönlünü daraltmak, küçük düşürmekti. Hz. Muhammed bunu yapamayacağını söyleyince "لَْوالَاْجتَبَْيتََها " (onu da derleyip toplasaydınya) benzeri alaycı ifadeler sarfetmişlerdir. Söz konusu âyette müşriklerin bu alaycı tavırlarını " ِبّي َّر ََّي ِمن َّبُِع َما يُوَحى إِل ِإنََّما أَت " diyerek yanıtlaması istenmiştir. Böylelikle asıl yetkinin Cenâb-ı Hakk'a ait olduğu ortaya konulmuştur. Ayrıca Hz. Muhammed'in en büyük mucizesi Kur'ân'dır. " َّْربُِّكم ِئُر ِمن ifadesi de Kur'ân'ın bu " َهذَا بََصآ yönüne işaret etmektedir. Kur'ân hakikatin ortaya çıkmasını sağladığı için "ر ُ (besâir)" بََصآئِ olarak isimlendirilmiştir.1092 َ ر" ِئ َّسَماَواِت َواألَْر ِض بََصآ ُّب ال ِإالَّ َر "قَاَل لَقَْد َعِلْمَت َما أَنَزلَ َهُؤالء "(Musa) da ona: 'Bu (mucizevî olguları, sana) aydınlatıcı belirtiler olarak göklerin ve yerin (gerçek) sahibinden başkasının indiremeyeceğini pekâlâ biliyorsun' diye karşılık verdi."1093 Hz. Musa'nın Firavun'a " ُّب ِإالَّ َر demesi O'nun inkârının " لَقَْد َعِلْمَت َما أَنَزَل َهُؤالء inatçılıktan kaynaklandığını ortaya koymaktadır.1094 Bu âyette de ilahi mesaj besâir olarak nitelendirilmiştir. Aydınlatııcı belirtiler olarak da yorumlanmıştır. Zira Allah'ın gönderdiği mesajlar insanların hakikati görmelerini sağlayıp yollarını aydınlatmaktadır. ِا نَّهُ لَقَْوُل َرُسو ل َك۪ري م" "ف اََل اُْقِسُم بَِما تُْبِصُرو َن َوَما اَل تُْبِصُرو َن 1090 Enbiyâ 21/3. 1091 el-A'râf 7/203. 1092 İbn Âşûr, a.g.e., C. IX, s. 238. 1093 el-İsrâ 17/102. 1094 İbn Atiyye, a.g.e., C. III, s. 489. 178 "Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur'ân elbette değerli bir elçinin sözüdür."1095 " َبَِما تُْبِصُرو َن َوَما اَل تُْبِصُرون " ibaresi âlemde müşâhade edilen veya edilmeyen yemin edilmeye layık her şeyi içine almaktadır. Örneğin Cenâb-ı Hakk'ın zatı, sıfatları ile gücünün her şeye yettiğine işaret eden somut veya soyut varlıklar. ََّكُرون" ِئرَ ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة لَّعَلَُّهْم يَتَذ "ولَقَْد آتَْينَا ُموَسى اْلِكتَاَب ِمن بَْعِد َما أَْهلَْكنَا اْلقُُروَن اأْلُولَى بََصا "Ve gerçek şu (ki), daha önceki (günahkâr) nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanlar için bir aydınlanma kaynağı, bir doğru yol bilgisi ve bir rahmet olarak Mûsâ'ya (vahyedilmiş) kitabı verdik ki, (bizi) anıp düşünsünler."1096 Âyette Hz. Mûsâ'ya gönderilen kitap besâir olarak isimlendirilmiştir. Ardından hidayet ve rahmet vasıfları eklenmiştir. O'nun basiret olarak adlandırılması, Allah'ın varlığına, birliğine delil olmasından kaynaklanmaktadır. İlahi mesajlar hakikatin idrak edilmesini sağlayan delillerdir. ِلّقَْوِم يُوقِنُوَن " ِئُر ِللنَّاِس َوُهد ى َوَرْحَمة "َهذَا بََصا "(İşte) bu (vahiy,) insanlık için bir kavrayış aracıdır; tereddütsüz bir inanca ve emniyete ulaşanlar için de bir rahmet ve hidayettir."1097 Bu âyette de Kur'ân besâir olarak adlandırılmıştır. O, doğru yolu gösteren ilahi mesajları içermektedir. Kur'ân tüm insanlar için bir nurdur. Kişiyi aklını kullanmaya, doğru inanca, salih amele davet etmektedir. "َوآتَْينَا َُْمودَ النَّاقَةَ ُمْبِصَر ة فََظلَُمواْ بَِها َوَما نُْرِسُل بِاآليَاِت إِ الَّ تَْخِويف ا" "Semûd kavmine mucize olarak o dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kale almadılar. Oysa biz bu kabil belirtileri yalnızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir."1098 Bu âyette inkârcıların keyfi şekilde talep ettikleri mucizeleri gönderemesinin sebepleri zikredilmiştir. Çünkü inkârcıların amacı alay etmektir. Mucize gelse bile inanmayacaklardır. Bu âyete Hz. Salih'e mucize olarak verilen deve " ُمْبِصَرة " olarak nitelendirilmiştir. Cenâb-ı Hakk Semûd kavminin mucize talebine karşılık dişi deve göndermiştir. Fakat inanmak yerine deveyi kesmiş ve sonunda helak olmuşlardır. Allah mucize gönderirken insanların hidayete erişmelerini murad etmektedir. Fakat bazıları bunlardan gereken ibreti almamıştır. Zira kalp gözleri kör olduğu için gerçeği görüp kabul etmeleri mümkün olmamaktadır. ُّمبِي ن " ََّما َجاءتُْهْم آيَات ُنَا ُمْبِصَرة قَالُوا َهذَا ِسْح ر "فَل 1095 el-Hâkka 38-40. 1096 el-Kasas 28/43. 1097 el-Câsiye 45/20. 1098 el-İsrâ 17/59. 179 "Fakat onlara gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan mesajlarımız gelince: 'Bu apaçık bir büyü!' dediler."1099 Hz. Mûsâ'ya dokuz mucize verilmiştir. Bunlardan ikisi (asasının yılana dönüşmesi, elini koynuna kyunca bembeyaz çıkması) bu âyetin evvelinde zikredilmektedir. Diğerleri farklı surelerde geçmektedir. Firavun, Mûsâ'nın gösterdiği mucizeleri inatçılık, gurur sebebiyle kabul etmemiş, bunların sihir olduğu iddia etmiştir. Firavun'un ve kavminin bu durumu Hz. Peygambere sihirbaz diyen müşriklerin durumuna benzemektedir.1100 ِذّْكَر َويَقُولُوَن إِنَّهُ لََمْجنُو ن " ََّما َسِمعُوا ال ِ هْم ل ِبأَْبَصاِر "َوإِن يََكادُ الَِّذيَن َكفَُروا لَيُْزِلقُونََك "İnkâr edenler bu uyarı ve öğüdü her duyduklarında neredeyse seni gözleriyle devirecekmiş gibi olsalar ve 'O kesinlikle bir delidir!' deseler bile, (sabırlı ol.)"1101 İnkârcılar Hz. Muhammed'e düşmanlık besliyorlardı. Kur'ân'ın belâgat özelliği karşısında O'nu eleştirecek bir şey bulamayınca Hz. Muhammed'in deli olduğunu iddia ediyorlardı. Hz. Muhammed'i gördüklerinde O'nu öldürecekmiş gibi bakarlardı. Âyette onların bu hali betimlenmiştir. Ayrıca bu âyetin göz değmesiyle ilgili olduğu ifade edilmiştir. Fakat bu görüş kesin bilgiye dayanmamaktadır. İbn Kuteybe'nin bu âyeti izah ederken nazar değmesinden bahsetmediği nakledilmiştir.1102 ac. Âhiret Âyetlerde "b.s.r." kökünün nesnelerini incelediğimizde âhiret konusuna işaret edildiğini görmekteyiz: َ ن" ِقنُو ِإنَّا ُمو "َربَّنَا أَْبَصْرن َا َوَسِمْعنَا فَاْرِجْعنَا نَْعَمْل َصاِل حا "Rabbimiz! Görük ve işittik; bizi geri gönder de rızana uygun işler yapalım, çünkü artık kesin olarak inandık!"1103 Âyette inkârcıların âhirette yaşayacağı durum tasvir edilmiştir. İş işten geçtikte sonra inanmanın, pişmanlığın bir yararı olmayacaktır. Bundan dolayı insan vakit dolmadan aklını kullanmalı, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun yaşamalıdır. Âyette yer alan "مجرمون" ifadesi günahkârlar mnasındadır. Âyetin evvelinde âhireti inkâr edenlerden 1099 en-Neml 27/13. 1100 et-Taberî, a.g.e., C. XIX, s. 132, 133; İbn Âşûr, a.g.e., C. XIX, s. 230. 1101 el-Kalem 68/51. 1102 eş-Şevkânî, a.g.e., C. V, s. 319. 1103 es-Secde 32/12. 180 bahsedildiği için kâfirler manasını da içermektedir. "أَْبَصْرنَا َوَسِمْعنَا" ifaesi bu kimselerin, dünyada inkar ettikleri âhiretin hak olduğunu görmelerini ifade etmektedir.1104 َّال تُْبِصُرونَ " "َونَْحُن أَْقَرُب إِلَْيِه ِمنُكْم َولَِكن "Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz."1105 Bu âyet ve evvelindeki âyetler âhireti, yeniden dirilmeyi kabule yanaşmayanları ölüm hakkında tefekküre davet etmektedir. Âyette geçen "م ْ ,cümlesine dair iki görüş bulunmaktadır. İlki " نَْحُن أَْقَرُب إِلَْيِه ِمنُك ölüm meleğidir. Ölen kişiye bu melek daha yakındır fakat insanlar göremez. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür. İkinci görüş, "Biz ona kudret, görme yönünden daha yakınız, siz göremezsiniz." manasındadır. Bu görüşe göre görememek bilmemeyi ifade etmektedir. Bu görüş Vâhidî'ye aittir.1106 ُّمبِي ن " َّظاِلُموَن اْليَْوَم فِي َضاَل ل ْ ر يَْوَم يَأْتُونَنَا لَِكِن ال "أَْسِمْع بِِهْم وَ أَْبِص "Bizim huzurumuza çıkacakları gün, öyle bir işitirler ve görürler ki! Ne var ki, o zalimler bugün tam bir sapıklık içindedirler."1107 Dünyada hakikati idrak edemeyen inkârcılar o gün idrak edecek ve göreceklerdir. Pişmanları fayda vermeyecektir. Zira dünyadaykn gerçekleri görmezden gelip inkâr etmeyi tercih etmiştirler. Bu âyetten sonra gelen âyette "onları pişmanlık günü hakkında uyar" ifadesi yer alamktadır. Bu gün, kıyâmet günü olarak yorumlanmıştır. Bir diğer görüşe göre pişmanlık günü, hesap günüdür.1108 ِّب ِلَم َحَشْرتَنِي أَْعَمى َوقَْد ُكنُت بَِصي ر ا" "قَاَل َر "O der ki: Rabbim, beni neden kör olarak haşrettin? Oysa dünyada iken gören biriydim."1109 Âyetteki körlük iki şekilde yorumlanmıştır. Birinci görüşe göre bu, göz körlüğüdür. Kabirden çıkarken görür. Ancak mahşere sürüldüğünde kör olur. Çünkü dünyada göz nimetinin hakkını verememiş, gerçeklere gözünü kapamıştır. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. İkinci görüşe göre bu, delil körlüğünü ifade etmektedir. Yolunu aydınlatacak delili bulunmaz. Zira peyamberin tebliğine kulak asmamış, onu yalanlamıştır. Bundan dolayı artık yol gösteren bir delil bulamayacaktır. Dünyada hakikati inkâr etmesi sebebiyle kör olarak haşredilmiştir.1110 ِح اْلبََصرِ أَْو ُهَو أَْقَرُب " ِإالَّ َكلَْم َّساَعِة "َوَما أَْمُر ال 1104 eş-Şevkânî, a.g.e., C. IV, s. 290; İbn Âşûr, a.g.e., C. XXI, s. 225. 1105 el-Vâkıa 56/85. 1106 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s. 116. 1107 Meryem 19/38. 1108 et-Taberî, a.g.e., C. IV, s. 441. 1109 Tâhâ 20/125. 1110 er-Râzî, a.g.e., C. XXII, s. 124; eş-Şevkânî, a.g.e., C. III, s. 439. 181 "Son Saat'in gelip çatması ancak bir göz kırpması kadar yahut bundan da kısa bir an içinde olup bitecektir."1111 İnkârcılar bazen alaycı bir şekilde kıyâmetin zamanını soruyorlardı. Âyet, müşiklerin bu sorusuna yanıt niteliğindedir. İnsanlara ikaz mahiyetinedir. Zira kıyamet ansızın gelecektir. Âyette geçen " ِح اْلبََصر göz kırpması, göz açıp kapaması " َكلَْم manasına gelmektedir. Burada kıyâmetin, göz kırpması kadar az bir zamanda vuku bulacağına işaret edilmiştir. Nitekim Allah buna kâdirdir.1112 ِ ر" ِباْلبََص َّال َواِحدَة َكلَْم ح ِإ "َوَما أَْمُرنَا "Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayınca olup biter."1113 Bu âyetin evvelinde, her şeyin bir ölçüye göre yaratıldığı belirtilmiştir. Bu âyette ise emrinin tek ve göz açıp kapayıncaya kadar bittiğinden söz edilmiştir. Söz konusu âyetlerde Allah'ın kudretine işaret edilmiştir. Ayrıca Allah için yer, zaman mefhumlarının mevzu bahis olmadığını ortaya koymaktadır. "أَْمُرنَا " ifadesinden maksadın kıyâmet olduğu ifade edilmiştir. Bu ifadeyle Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatının üzerindeki emrinin kastedildiği söylenmiştir. Buna göre O, bir şeyin olmasını murad ettiğinde ona "ol" der ve olur.1114 ُّسُجوِد َوُهْم َساِلُمونَ " "َخاِشعَة أَْبَصاُرُهْم تَْرهَ قُُهْم ِذلَّة َوقَْد َكانُوا يُْدَعْوَن إِلَى ال "O sırada gözlerine korku çökmüş, perişan olmuşlardır. Hâlbuki onlar sağlıklarında secdeye çağrılmışlardı."1115 Âyette kıyamet gününde bahsedilmektedir. Kıyâmet gününün sıkıntıları ortaya konulmaktadır. Bu âyetin evvelinde, o gün secdeye davet edildikleri fakat bunu yapamadıkları belirtilmiştir. Bir görüşe göre kâfirler dünyada secdeye yanaşmamaları sebebiyle o gün yerilmek amacıyla secdeye davet edilmişlerdir. Âhirette kâfirlerin secde etmek isteyeceklerini ancak bunu gerçekleştiremeyceklerini ifade eden hadisler mevcuttur.1116 "أَتََّخْذنَاُهْم ِسْخِريًّا أَْم َزاَغْت َعْنُهُم ا أْلَْبَصارُ " "Hani kendileriyle alay ettiklerimiz? Yoksa (onlar burada da) biz mi göremiyoruz?"1117 Kâfirler dünyada Allah'a inananlarla alay etmiş, onları hakîr görmüşlerdir. Âhirette yaptıkları amellerle yüzleştiklerinde hakîr görülmesi gerekenlerin 1111 en-Nahl 16/77. 1112 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 338. 1113 el-Kamer 54/50. 1114 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s. 71. 1115 el-Kalem 68/43. 1116 er-Râzî, a.g.e., C. XXX, s. 96; eş-Şevkânî, .g.e., C. V, s. 317. 1117 Sâd 38/63. 182 kendileri olduğunu kavrayacaklardır. Ferrâ'ya göre âyette şaşma, kınama ifadesi vardır. Kâfirler inananlara yaptıklarından ötürü kendilerini kınarlar manasındadır.1118 ُ ر" ِفيِه اْلقُلُوبُ َوا أْلَْبَصا َّزَكاةِ يََخافُوَن يَْو م ا تَتَقَلَُّب ِإيتَاء ال َّصاَلةِ َو ِإقَاِم ال ََّّللاِ َو َّال تُْلِهيِهْم تَِجاَرة َواَل بَْي ع َعن ِذْكِر "ِرَجا ل "Kimseler (vardır ki,) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı Allah'ı anmaktan, namazı hakkıyla kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar."1119 Âyette " ر ُ ifadesiyle ilgili üç görüş " يَْو ما تَتَقَلَُّب فِيِه اْلقُلُوُب َواأْلَْبَصا bulunmaktadır. Birinci görüşe göre âhirete, haşra inananlar ahireti gördüklerinde basîretleri artar. Buna inanamayanlar ise gördüklerinde inanacak duruma gelirler. Bu görüş Zeccâc'a aittir. İkinci görüşe göre kalpler felaha erme ümidi ve helak korkusu arasında döner durur. Gözler kitabın sağdan mı soldan mı verileceğine bakar durur. Bu, İbn Cerîr'in görüşüdür. Üçüncü görüşe göre kalpler döner gırtlağa ulaşır. Gözler ise görüyorken körlüğe döner.1120 ُّمنتَِش ر " ُ هْم يَْخُرُجوَن ِمَن اأْلَْجدَاِث َكأَنَُّهْم َجَراد ُ ر َّشع ا أ َْبَصا "ُخ "Onlar kederli gözlerle, etrafa yayılmış çekirgeler gibi mezarlarından kalkacaklar."1121 Bu âyette " َّْشع ا أَْبَصاُرُهم ifadesiyle kastedilen, kâfirlerin azabı görmeleriyle "ُخ gözlerini zilletten yere dikmeleridir. ِفيِه األَْبَصارُ " ِّخُرُهْم ِليَْو م تَْشَخُص َّظاِلُموَن إِنََّما يَُؤ َّما يَْعَمُل ال ََّن َّللّاَ َغافاِل َع "َوالَ تَْحَسب "Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptığı şeylerden habersiz sanma; Onları gözlerin belereceği güne erteliyor."1122 Âyette "ر ُ ِفيِه األَْبَصا ifadesiyle hesap gününde "ِليَْو م تَْشَخُص gözlerin dehşete düşüp kapanmaması manasındadır. ِّمْن َهذَا فََكَشْفنَا َعنَك ِغَطاءَك فَبََصُركَ اْليَْوَم َحِديد " "لَقَْد ُكنَت فِي َغْفل َة "Sen bundan gaflet içindeydin, ama biz perdeni kaldırdık, gözün bugün artık daha keskindir!"1123 Âyetteki hitabın kime yapıldığı hakkında üç görüş vardır. Birincisi; hitap kâfiredir. Bun göre mana, sen dünyada gafletteydin, âhireti görmekle gözündeki perde kalktı. İkincisi; hitap genele yapılmış bir hitaptır. Buna göre mana, sen dünyada kıyamet korkularından gafildin. Üçüncüsü; hitap Hz. Peygamber'edir. Bun göre mana, nübüvvet gelmeden evvel gafletteydin, vahiyle gözün keskin hale geldi. بََصُرك ifadesine dair iki 1118 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 278. 1119 en-Nûr 24/37. 1120 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 383. 1121 el-Kamer 54/7. 1122 İbrâhîm 14/42. 1123 Kâf 50/22. 183 yorum bulunmaktadır. Bir görüşe göre normal göz kastedilmiştir. Bir görüşe göre ilim kastedilmiştir.1124 b. Ahlâk Bu kısımda âyetlerde "b.s.r." maddesinin nesneleri ahlâk yönünden ele alınacaktır: َ واْلبَِصيُر " "َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى "Kör ile gören eşit olmaz."1125 Âyette "ر ُ kelimesi inananları, imanı temsil "اْلبَِصي etmektedir. "اأْلَْعَمى " kelimesi ise kâfirleri, batılı temsil etmektedir. Allah'a inanan kişinin basireti açık, gittiği yol sağlamdır. Hakikati idrak ettiği için yaptığı işler de doğru olmaktadır. İnkârcının ise basîreti kapalı, kalp gözü kör olup yaptığı işler ona bir fayda vermemektedir. Dolayısıyla âyette hakikati gören ile görmeyen bir olmadığı ifade edilmiştir.1126 َ ن" ََّكُرو َّما تَتَذ َّصاِلَحاِت َواَل اْلُمِسيُء قَِلي ال َ واْلبَِصيرُ َوالَِّذيَن آَمنُوا َوَعِملُوا ال "َوَما يَْستَِوي اأْلَْعَمى "Kör ile gören, iman edip salih ameller işleyenler ile kötülük yapan bir değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz."1127 Âyette " اأْلَْعَمى " kelimesiyle kastedilen, böbürlenme, kin ve benzeri menfi duygulara göre hüküm veren kişidir. "اْلبَِصير " kelimesiyle kastedilen akla, bilgiye, sahih delillere göre hüküm veren kişidir. Aklını kullanıp hakikati idrak edene basîr denir. Hakikate kaşı kör olana a'mâ denir. Âyette iyilik yapanlarla kötülük yapanların eşit olmadığı belirtilerek ahlakî kaidelerin neye göre oluştuğu ortaya konulmuştur. Hayr, şerr kavramına dikkat çekilmiştir. َََّكُرون َّما تَتَذ ifadesi, âyetin hitap ettiği inkarcıların bilginin قَِلي ال cehaletten evlâ olduğunu bildiklerini, ancak yeterince düşünmediklerini göstermektedir.1128 ُّل أُولِئَك َكاَن َعْنهُ َمْسُؤوال " َ ر َواْلفَُؤادَ ُك َّسْمَع وَ اْلبََص َّن ال ِإ ُ َما لَْيَس لََك بِِه ِعْل م "َو الَ تَْق "Bilmediğin şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."1129 Kişinin bilmediği şeyin ardından gitmemesi, herhangi bir hususta bilgisiz olarak hüküm vermemesini ifade etmektedir. " َوالَ تَْقُ َما لَْيَس لََك بِِه ِعْل م " ifadesi kişiyi bilgisizce konuşmak, iftira atmak gibi kötü hasletlerden menetmektedir. Bir kimse gördükleriyle, işittikleriyle, aklıyla işe koyulur. Bilgiler haber, gözlem veya akılla hâsıl olur. Bunlar bilgi 1124 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 548. 1125 Fâtır 35/19. 1126 et-Taberî, a.g.e., C. XXII, s. 128; er-Râzî, a.g.e., C. XXVI, s. 16. 1127 Mü'min 40/58. 1128 er-Râzî, a.g.e., C. XXVII, s. 79. 1129 el-İsrâ 17/36. 184 kaynaklarından kabul edilmektedir. Âyette insanın bunlardan mesul olduğu ifade edilmiştir.1130 Dolayısıyla hakkında kesin bilgiye sahip olunmayan şeyle ilgili konuşulması, tahminde bulunulması, sû-i zan edilmesi yanlış bir davranış olacaktır. َّما تَْشُكُروَن " َّسْمَع َوا أْلَْبَصاَر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال "َوُهَو الَِّذي أَنَشأَ لَُكُم ال "Sizi gözler, kulaklar ve akıllarla donatan O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz!"1131 Bu âyette de Allah'ın insanlara bahşettiği görme, işitme, akletme kabiliyetinden bahsedilmiştir. Buna karşılık gözü, kulağı, aklı amacına uygun olarak kullanmak gerekmekte ve bunları verene şükretmek gerekmektedir. Böyle olursa göz hakikati görür; kulak hakikati işitir. Akıl da doğru inanca, hakikat bilgisine ulaştırır. ِبأَْيِديِهْم ُّرْعَب يُْخِربُوَن بُيُو تَُهم ََّّللاُ ِمْن َحْيُث لَْم يَْحتَِسبُوا َوقَذَفَ فِي قُلُوبِِهُم ال ََّّللاِ فَأَتَاُهُم ِّمَن َّمانِعَتُُهْم ُحُصونُُهم "َوَظنُّوا أَنَُّهم َِبُروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار" ِنيَن فَاْعت َوأَْيِدي اْلُمْؤِم "Onlar kalelerinin kendilerini Allah'a karşı koruyacağını sandılar ama Allah onlara hiç beklemedikleri bir tarzda vurdu ve kalplerine korku saldı; onlar (böylece) yurtlarını kendi elleriyle ve müminlerin eliyle yok ettiler. Öyleyse bundan ders alın siz ey derin kavrayış sahipleri!"1132 Yahudiler müşriklerle iş birliği yaparak müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozdular. Kalelelerine ve inkârcılardan gelecek yardımlara güvendiler. Ancak bekledikleri yardım gelmedi. Cenâb-ı Hakk onların kaplerine korku saldı. Böylece inananlara karşı direnemeyip meskenlerini terk ettiler. Âyette ihanet hâdisesi ve bağlanan hüküm misal olarak verilmiştir. Âyetin sonunda yer alan "َِبُروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار ifadesiyle de akıl sahipleri ibret " فَاْعت almaya davet edilmiştir. "َِبُرو ifadesinin sözlükte, "bir halden bir hale geçme" manası " اْعت vardır. Dolayısıyla âyette, söz edilen hâdiseye benzer hâdiselerin benzer neticeleri hak edeceğine dair düşünülmesi istenmiştir.1133 َّما تَْشُكُرونَ " َ ر َواأْلَْفئِدَةَ قَِلي ال َّسْمَع وَ اأْلَْبَصا "قُْل ُهَو الَِّذي أَنَشأَُكْم َوَجعََل لَُكُم ال "De ki: Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!"1134 Âyette insana kulaklar, gözler, kalpler verildiğinin ifade edilmesi, onun en mühim özelliğinin düşünme, akletme kabiliyeti olduğuna dikkat çekmektedir. Bu kabiliyetler Cenâb-ı Hakk'ın sanatını, gücünü göstermesi açısından da mühimdir. İnsanın, 1130 eş-Şevkânî, a.g.e., C. III, s. 257. 1131 el-Mü'minûn 23/78. 1132 el-Haşr 59/2. 1133 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 79; el-Beydâvî, a.g.e., C. VI, s. 217. 1134 el-Mülk 67/23. 185 aklını kullanarak hakikati görmesi, batıl inançları terk etmesi istenmiştir. Ayrıca bunları bahşeden Allah'a şükretmek gerektiğini vurgulanmıştır. َ ر َواألَْفئِدَةَ لَعَلَُّكْم تَْشُكُرون " َ واألَْبَصا َّسْمَع ِتُكْم الَ تَْعلَُموَن َشْيئ ا َوَجعََل لَُكُم اْل َُّمَها ِّمن بُُطوِن أ "وَّللّاُ أَْخَرَجُكم "Ve sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez bir halde çıkarıp size, şükredesiniz diye kulaklar, gözler, kalpler bahşeden Allah'tır."1135 Âyette Cenâb-ı Hakk'ın insana bahşettiği işitme, görme, idrak etme kabiliyetlerini bahşettiği belirtilmiştir. "َ األَْفئِدَة " ifadesinin müfredi olan fuâd sözlükte, "bilme, idrak etme yetisi" manasındadır.1136 Taberî bu âyetin tefsirinde kelimesini ukûl (akıllar) kelimesiyle izah etmiştir. Buna göre âyet, Allah'ın insana "األَْفئِد َةَ" doğruyla yanlışı temyiz edebilmesi için akıl nimetini bahşettiğine işaret edilmiştir.1137 İnsana َّسْمَع َواألَْبَصاَر َواألَْفئِدَة َ" ,kulaklar, gözler, kapler) verildiği hatırlatılmıştır. Bu da düşünme) "اْل anlama, öğrenme kabiliyetinin insanın en mühim niteliklerinden olduğunu ortaya koymaktadır. İlgili âyet, insanın tefekkür etmesini, ibret almasını, hidâyete erişmesini sağlamak açısından da mühimdir. َ واأْلَْبَصارِ " "َواْذُكْر ِعبَادَنَا إْبَراِهيَم َوإِْسَحَق َويَْعقُوَب أُْوِلي اأْلَْيِدي "Güçlü ve basîretli kullarımız İbrâhîm, İshâk ve Yakûb'u hatırla."1138 Âyette inkârcıların hak inancı kabul etmemelerine mukâbil Hazreti Muhammed'e diğer peygamberlerin kuvvetli iradeleri ile basîretli oluşları hatırlatılmaktadır. " أُْوِلي اأْلَْيِدي " ifadesi, Allah'a itatte kuvvet sahibi manasındadır. "اأْلَْبَصار" ifadesi, dinde, ilimde basîretli manasındadır. Cenâb-ı Hakk onları, sıkıntılara, zulümlere sabretmeleri sebebiyle günahsızlık vasfıyla donatmıştır. Bu vesileyle seçkin ve salih kullardan olmuşlardır. Onların bu mertebeye erişmelerinin bir diğer sebebi, âhireti unutmama konusundaki hassasiyetleridir. Âhireti unutmak kişiyi, Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarını hiçe sayarak dünya zevklerine meylettirir.1139 Böyle olmaması için âhireti hatırlayarak iyiliklere yönelip şerden uzak durmak gerekmektedir. ِبُّكْم فََمْن أَْبَصَر فَِلنَْفِسِه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها" َّر "قَْد َجاءُكم بََصآئِرُ ِمن "Doğrusu Rabbinizden size anlama ve kavrama araçları verilmiştir. O halde, kim görmek isterse kendi lehine ve kim de körlüğü tercih ederse kendi aleyhine davranmış olur!"1140 Âyette geçen " ُبََصآئِر" ifadesi basîretin çoğuludur. Akıl yetisiyle algılamak, 1135 el-Nahl 16/78. 1136 el-İsfehânî, a.g.e., s. 809. 1137 et-Taberî, a.g.e., C. XIV, s. 152. 1138 Sâd 38/45. 1139 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 274. 1140 el-En'âm 6/104. 186 hakikatleri idrak etmek basîret olarak adlandırılır. Âyette basîretle doğru yola çağıran, hidayete ulaştıran Kur'ân kastedilmiştir. Allah'ın insanın fıtratına yerleştirdiği, tevhid inancına yönelme kabiliyeti, düşünme yetisi olarak da yorumlanmıştır.1141 " ِفََمْن أَْبَصَر فَِلنَْفِسه" ifadesi kişinin, Hazreti Muhammed'in tevhid çağrısını doğru olarak idrak etmesinin, Allah'ın bahşettiği akıl melekesini amacına uygun kullanmasının kendi lehine olduğunu ifade etmektedir. " َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها " ifadesi ise, yanlış inançlara meyledip aklını doğru kullanamayan hakikati göremeyen kişinin kendi aleyhine davranmış olduğuna işaret etmektedir.1142 ِبنُوِرِهْم َوتََرَكُهْم فِي ُظلَُما ت الَّ يُْبِصُرون" ََّما أََضاءْت َما َحْولَهُ ذََهَب َّللّاُ "مثَلُُهْم َكَمثَِل الَِّذي اْستَْوقَدَ نَارا فَل "Onların hali, ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah ışıklarını yok eder de onları karanlık içinde, hiçbir şeyi göremez halde bırakıverir."1143 Bu âyette geçen ışık ifadesi İslam, karanlık ise inaçsızlık olarak yorumlanmıştır. Başka bir yoruma göre ışık aklı ve duyuları ifade eder. Karanlık ise kişinin dünya hayatını ifade eder. İnsan sıkıntıları halletmeye çabalarken Kur'ân'ın, Hz. Muhammed'in yol göstericiliğinden yararlanmalıdır. Âyette kâfirlerin Kur'an'ın, sünnetin yol göstericiliğine başvurmadıkları için karanlıklar içinde kaldıkları ifade edilmiştir. Dolayısıyla insan, Cenâb-ı Hakk'ın verdiği aklı kullanırken Kur'ân ve sünneti rehber edinmelidir. Böyle olursa Kur'ân ve sünnet, onun hayatını aydınlatır. Aksi halde aklını amacına uygun kullanamayıp karanlıklar içinde kalır ve hidâyeti bulamaz. ِبَها" ِبَها َولَُهْم آذَا ن الَّ يَْسَمعُوَن ِّن َواإِلنِس لَُهْم قُلُو ب الَّ يَْفقَُهوَن بَِها َولَُهْم أَْعي ُن الَّ يُْبِصُروَن ِّمَن اْلِج ِثي را "ولَقَْد ذََرأْنَا ِلَجَهنََّم َك "Andolsun biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitmeyen cinlerden ve insanlardan çok canlar ayırmışızdır."1144 Âyette kalpten maksad, insanın idrak etme, algılama kabiliyetidir. Kalp, göz, kulak ile kişiyi tefekküre, bigiye götüren kabiliyetler kastedilmiştir. Fıkh kelimesi de eşyanın mahiyetini derinlemesine ve doğru idrak etmek manasındadır. Bu ve benzeri âyetlerde Allah'ın verdiği akletme, görme, işitme, anlama kabiliyetlerini doğru bir şekilde kullanmayanların hakikati göremeyecekleri ifade edilmiştir. Bundan dolayı bu kimselerin gözleri olsa da görmediği, kulakları olsa da duymadığı, kalpleri olsa da anlamadığı belirtilmiştir. 1141 er-Râzî, a.g.e., C. XIII, s. 134. 1142 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 413. 1143 el-Bakara 2/17. 1144 el-A'râf 7/179. 187 َ ن" "َوإِن تَْدُعوُهْم إِلَى اْلُهدَى الَ يَْسَمعُواْ َوتََراُهْم يَنُظُروَن إِلَْيَك َوُهْم الَ يُْبِصُرو "Eğer onları hidayete çağırsanız sizi duymazlar. Sana bakıyorlar zannedersin, oysa onlar görmezler."1145 Âyette bakmak ile görmenin ayrı şeyler olduğuna işaret edilmiştir. Hitap Hz. Peygamber'edir. İnkârcıların Hz. Muhammed'e baksalar da gerçeği görmek istemedikleri için hakikati görmedikleri ifade edilmiştir. Zira hakikati görebilmek için kalp gözünün açık olması gerekmektedir. Bu da aklı doğru kullanmakla, iyi işler yapmakla mümkündür. َّمن يَنُظُر إِلَْيَك أَفَأَنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُواْ الَ يُْبِصُرونَ " "َوِمنُهم "Onların aralarında sana bakanlar da var; ama eğer göremiyorlarsa, sen hiç körlere doğru yolu gösterebilir misin?"1146 Müşrikler Hz. Muhammed'i işitiyor, sahip olduğu karakteri görüyorlardı. Fakat O'nun İslâm'a davetini kabul etmeyip O'nu tekzib ediyorlardı. Bu, kalp gözlerinin kapalı olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed'i görüp işitmelerine rağmen hakikati görme istekleri bulunmadığı için akıllarını kullanamamış ve hidayete erişememişlerdir. Dolayısıyla asıl önemli olan görme, işitme duyuları değil akletme ve gerçeği idrak etme kabiliyetleridir.1147 ِّصَراَط فَأَنَّى يُْبِصُرونَ " َنا َعلَى أَْعيُنِِهْم فَاْستَبَقُوا ال "َولَْو نََشاء لََطَمْس "Dilesek (dünyada da) gözlerini büsbütün kör ederdik de doğru yolu bulmak için çabalayıp dururlardı, ama o takdirde nasıl görebileceklerdi ki?"1148 " َْولَْو نََشاء لََطَمْسنَا َعلَى أَْعيُنِِهم" ifadesi Cenâb-ı Hakk'ın, isterse inkarcıların gözlerini tamamen kör edebileceği belirtilmiştir. Burdaki mananın kalp gözlerinin kör edilmesi olduğu da söylenmiştir.1149 Âyette kastedilmek istenen, inanmak ile inkâr etmek arasında tercih imkânı verilmesinde bir hikmet olduğudur. İnsanlar dünyada imtihan içerisindedir. Aklını doğru kullanarak hakikati idrak edenler kurtuluşa ulaşacaktır. Aklını kullanmayıp hevasına uyanlar hakikati göremeyip azaba muttalî olacaktır.1150 "َختََم َّللّاُ َعلَى قُلُوبِهْم َوَعلَى َسْمِعِهْم َوَعلَى أَْبَصاِرِهْم ِغَشاَوة " "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri üzerinde de bir perde vardır."1151 Âyette inkârcıların kalplerinin mühürlenmesinde maksad idrak etme yetilerinden yoksun bırakılmalarıdır. Kulaklarının mühürlenmesi, hakikati işitemeyeceklerini; 1145 el-A'râf 7/198. 1146 Yûnus 10/43. 1147 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 192. 1148 Yâsîn 36/66. 1149 İbn Atiyye, a.g.e., C. IV, s. 461. 1150 İbn Âşûr, a.g.e., C. XXIII, s. 51. 1151 el-Bakara 2/7. 188 gözlerinin üzerinde perde olması ise hakikati göremeyeceklerini göstermektedir. Bu netice, kâfirlerin inkârda ve günahta ısrar etmeleri sebebiyle hâsıl olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın varlığına, birliğine işaret eden delilleri ve hakikati görmek istemedikleri için hidayete erememişlerdir. Bu nedenle âyette, kalplerinin, kulaklarının mühürlendiği, gözlerinin üzerinde perde bulunduğu ifade edilmiştir. 2. Amelî Alanda a. İbâdât Bu kısımda "b.s.r." maddesi ve türevlerinin geçtiği ibadet temalı âyetlere yer verilecektir: ُ ر َواَل يُْغنِي َعنَك َشْيئ ا" "إِْذ قَاَل أِلَبِيِه يَا أَبَِت ِلَم تَْعبُدُ َما اَل يَْسَمُع َواَل يُْبِص "Bir gün babasına şöyle demişti: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin tapıyorsun?"1152 Âyette putların görmediği, işitmediği, fayda sağlamadığı belirtilerek onların ilah olamayacaklarına işaret edilmiştir. Hz. İbrâhîm babasını ve kavmini putlara tapmaktan vazgeçirmeye çabalamıştır. Onları aklını kullanmaya davet etmiş, putların taştan ibaret olduğunu, tek ve bir olan Allah'a kulluk etmek gerektiğini anlatmıştır. َِني َوُسْبَحاَن َّللّاِ َوَما أَنَاْ ِمَن اْلُمْشِرِكينَ " "قُْل َهِذِه َسبِيِلي أَْدُعو إِلَى َّللّاِ َعلَى ب َِصيَر ة أَنَاْ َوَمِن اتَّبَع "De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bilinçli bir kavrayışa dayanarak Allah'a çağırıyoruz."1153 Bu âyette geçen " بَِصيَر ة " kelimesi kesin delil, bilgi, idrak olarak açıklanmıştır. Akla uygun bir kavrayış olarak da ifade edilmiştir.1154 Basîret içerisinde kuşku bulunmayan bir beyandır. Bu âyetten Allah'ın dinine davet ederken basîret üzere davet etmenin gerekliliği anlaşılmaktadır. Allah'ın dinine davet etmek bir nevi ibadettir. İbadeti de bilinçli olarak, ne yaptığının farkında olarak yerine getirmek gerekir. ُ ر" ُ ع اْلبَِصي َّسِمي ََّّللاَ ُهَو ال َِّن ِنِه اَل يَْقُضوَن بَِشْي ء إ ِّق َوالَِّذيَن يَْدُعوَن ِمن دُو ِباْلَح ََّّللاُ يَْقِضي "َو "Allah adaletle hükmeder; O'ndan başka taptıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Çünkü her şeyi işiten ve her şeyi gören yalnız Allah'tır."1155 Bu âyette müşrikleri yanlış inançlardan terk ettirmek hedeflenmektedir. Kulluğun ancak Allah'a yapıması gerektiği ortaya 1152 Meryem 19/42. 1153 Yûsuf 12/108. 1154 Esed, a.g.e., C. II, s. 480. 1155 Mü'min 40/20. 189 konulmuştur. Zira her şeyi gören, bilen yalnız O'dur. Fakat müşriklerin taptığı varlıklar ne görür ne işitir ne de fayda sağlar. Dolayısıyla bu âyette putlara tapmanın yersiz bir davranış olduğuna işaret edilmiştir. ًّرا قُْل َهْل يَسْ تَِوي َياء الَ يَْمِلُكوَن أِلَنفُِسِهْم نَْفع ا َوالَ َض ِّمن دُونِِه أَْوِل َّسَماَواِت َواألَْرِض قُِل َّللّا ُ قُْل أَفَاتََّخْذتُم ُّب ال َّر "قْل َمن األَْعَمى وَ اْلبَِصيُر " "De ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' 'Allah'tır.' der. De ki: 'O'nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?' 'Kör ile gören bir olur mu?' "1156 Bu âyette de müşriklerin Allah'tan başka varlıklara tapmasının akla mantığa uymadığı ortaya konulmuştur. Zira " َُهْل يَْستَِوي األَْعَمى َواْلبَِصير " ifadesi hakikati idrak eden ile hakikate karşı kör olanın bir olmadığını vurgulamaktadır. Aklını doğru bir şekilde kullanan kişi Allah'a ortak koşmaz ve kulluğunun gereğini yapar. َ ن" ُّمبْ ِصُرو ََّكُرواْ فَإِذَا هُ م َّشْيَطاِن تَذ ِّمَن ال َّسُهْم َطائِ َِّن الَِّذيَن اتَّقَواْ إِذَا َم "إ "Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiği zaman, düşünürler ve hemen gerçeği görürler."1157 Âyete göre Allah'tan korkanlar şeytandan vesvese geldiğinde hemen akıllarını kullanarak hakikati görmek için tefekkür ederler. Böylece gerçeği idrak ederler. Bu da basîretli bir tutumu yansıtmaktadır. "ََّكُرو ifadesine dair üç görüş "تَذ bulunmaktadır. İlki; günaha niyetlendiklerinde Cenâb-ı Hakk'ı düşünür ve vazgeçerler. İkincisi; Cenâb-ı Hakk'ın beyan ettiği delilleri düşünürler. Üçüncüsü; harama düşecekleri zaman Cenâb-ı Hakk'ın gazabını düşünür ve hatalarını fark ederler.1158 b. Muâmelât Bu kısımda "b.s.r." maddesi ve türevlerinin geçtiği muâmelât temalı âyetlere yer verilecektir: "َولُو طا إِْذ قَاَل ِلقَْوِمِه أَتَأْتُوَن اْلفَاِحَشةَ َوأَنتُْم تُْبِصُرونَ " "Ve Lut, kavmine: 'Bu çirkin eylemi, göz göre göre, nasıl işliyorsunuz?' demişti."1159 Lût'un kavminde eşcinsellik oldukça yaygınlamıştı. Bu çirkin işlerinden vazgeçmedikleri için helak olmuşlardır. Bu âyette geçen " َأَنتُْم تُْبِصُرون " ifadesiyle ilgili çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Birincisi; bu ifade Lût'un kavminin, bu kötü işi önemsemeyerek, gizlemeksizin 1156 er-Ra'd 13/16. 1157 el-A'râf 7/201. 1158 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. II, s. 430. 1159 en-Neml 27/54. 190 yaptıklarını ortaya koymaktadır. Allah, yaptıkları işin yanlışlığını vurgulamak amacıyla Lût'un kavmine o işin kötü bir şey olduğuna işaret eden bir tabir kullanmıştır. İkincisi; bu ifadeyle kalbin görmesi, tefekkür etmesi kastedilmiştir. Buna göre, bu çirkin işin insanın yaratışına ters olduğunu biliyorsunuz manasına gelmektedir. Üçüncüsü; geçmişte yaşamış isyankâr kavimlerin akıbetlerini biliyorsunuz manasındadır. Bu açıklamaları aktardıktan sonra, bunun çirkin bir iş olduğunu bilmenize rağmen bilmeyenler gibi hareket ediyorsunuz anlamında olduğu söylenebilir.1160 َّما تَْعَملُون" ِّم ََّّللاَ اَل يَْعلَُم َكثِي را ََّن "وَما ُكنتُْم تَْستَتُِروَن أَْن يَْشَهدَ َعلَْيُكْم َسْمعُُكْم َواَل أَْبَصاُركُ ْم َواَل ُجلُودُُكْم َولَِكن َظنَنتُْم أ "Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Lakin yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz."1161 Âyette, inkârcıların kötülük yaparken gizlemeye çalıştıkları, fakat bunun fayda vermeyeceğin işaret edilmiştir. İnkârcılar Cenâb-ı Hakk'ın gizli yapılan fiileri bilemeceği düşüncesine sahipti. Âhireti inkâr ettikleri için de uzuvlarının günahlarına şahitlik edeceği edişesi taşımıyorlardı. " ْجلُودُُكم ُ .ifadesiyle ilgili farklı görüşler vardır " يَْشَهدَ َعلَْيُكْم َسْمعُُكْم َواَل أَْبَصاُرُكْم َواَل İkine göre Cenâb-ı Hakk gözlerde, kulaklarda, derilerde anlayış ve konuşma işlevini yaratacaktır. Diğer görüşe göre günahkâr kişide, günahını ortaya çıkaran durumlar yaratacaktır. Âyette bu durumların günaha şahitlik edeceği kastedilmiştir.1162 "َحتَّى إِذَا َما َجاُؤوَها َشِهدَ َعلَْيِهْم َسْمعُُهْم َوأَْبَصاُرهُ ْم َوُجلُودُُهْم بَِما َكانُوا يَْعَملُونَ " "Cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şahitlik ederler."1163 Bir önceki âyette açıkladığımız gibi bu âyete de insanın uzuvlarının, günahları hakkında şahitlik edeceği belirtilmiştir. Dolayısıyla hiçbir günah gizli kalmayacaktır. ِإْلنَساُن َعلَى نَْفِسِه بَِصيَرة " "بَِل ا "Doğrusu, insan kendisine karşı bir şahittir."1164 İnsanın kendisine şahitlik etmesi, uzuvlarının günahlarına şahitlik etmesi olarak izah edilmiştir. İbn Abbâs bu âyeti, insan ne 1160 er-Râzî, a.g.e., C. XVII, s. 440. 1161 Fussilet 41/22. 1162 et-Taberî, a.g.e., C. XXIV, s. 106; er-Râzî, a.g.e., C. XIX, s. 374. 1163 Fussilet 41/20. 1164 el-Kıyâmet 75/14. 191 yaptığını bilmektedir şeklinde açıklamıştır.1165 Zira insan, işlediği amelleri, yaptığı iyilikleri ve kötülükleri, bunların farkında olarak yapar. Akıl sahibi bir varlık olması bunu gerektirir. َ ن" ِبَما يَْصنَعُو ِبي ر َّ َّللاَ َخ َِّن ُُّضوا ِمْن أَْبَصاِرِهْم َويَْحفَُظوا فُُروَجُهْم ذَِلَك أَْزَكى لَُهْم إ ِلّْلُمْؤِمنِيَن يَغ "قُل "Mü'min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından haberdardır."1166 Âyette gözü haramdan sakınmanın nezih bir davranış olduğu belirtilerek müminler günaha girmekten sakındırılmıştır. ِبَما يَْعَملون " (.Allah onun bütün yapıp ettiklerini görmektedir) " َوَّللّاُ بَِصي ر ِبَما ,1167 "إِنَّهُ ِبيرا ب َِصي ر ا " ,O, yaptığınız her şeyi görür.)1168) تَْعَملُوَن بَِصير" ِبَربَِّك بِذُنُوِب ِعبَاِدِه َخ Kullarının) "َوَكفَى günahlarını hakkıyla bilici ve görücü olarak Rabbin yeter.)1169, "ِبي را بَِصي ر ا ِإنَّهُ َكاَن بِِعبَاِدِه َخ " (Kullarının durumunu bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O'dur)1170 gibi âyetler ise insanlara bir uyarı niteliğindedir. Nitekim Allah, kullarının O'nu her daim hatırlamalarını ve O'nun rızasına uygun amel işlemelerini istemektedir. c. Ukûbât Bu kısımda "b.s.r." maddesi ve türevlerinin geçtiği ukûbât temalı âyetlere yer verilecektir: Sâffât suresinde yer alan " ََوأ َْبِصْرهُ ْم فََسْوَف ي ُْبِصُرون" (Gör onları (n akıbeti ne olacak! Onlar da) yakında göreceklerdir.)1171, " َر فََسْوَف يُْبِصُرون ْ Gör (ne olacak akibetleri. Onlar) "وَ أَْبِص da) yakında göreceklerdir)1172 âyetlerinde kâfirlerin dünyada yaptıkları kötülüklerin cezasını ahirette göreceklerine işaret edilmiştir. ُم َّ ِفي ااْلَْرِض َج۪ميعا ْ ۪تي تُـْ۪ٔوي ِه َوَمْن َلتِِه الَّ َِت۪ه َواَ۪خي ِه َوفَ۪صي ََّصُرونَُهمْ يََودُّ اْلُمْجِرُم لَْو يَْفتَِدي ِمْن َعذَاِب يَْوِمئ ِذ بِبَنِيِه َوَصاِحب "يُب يُْن۪جي ِه " "Onlar birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından kurtulmak için oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde 1165 et-Taberî, a.g.e., C. VIII, s. 498. 1166 en-Nûr 24/30. 1167 el-Bakara 2/96. 1168 Fussilet 41/40. 1169 el-İsrâ 17/17. 1170 el-İsrâ 17/30. 1171 es-Sâffât 37/175. 1172 es-Sâffât 37/179. 192 bulunanların hepsini fidye olarak versin de, kendisini kurtarsın."1173 Bu âyette günahkâr kimselerin âhirette birbirlerine gösterildiklerine, amellerinin karşılığını gördüklerine işaret edilmiştir. Ayrıca ne yaparsa yapsın kendisine verilecek azabı kaldıramayacağı, kendini kurtaramayacağı belirtilmiştir. Basîrete nazarî akıl da denildiğini belirtmiştik. Bu yetinin amelî boyutunun da bunduğunu söylemek gerekir. "َِبُروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار (Ey basîret sahipleri! İbret alın) "فَاْعت 1174 âyetinde insana verilen basîret yetisinin uygulamaya dökülmesi, hakikatin idrak edilmesi, Allah'ın gösterdiği delillerden ibret alınması istenmiştir. Yani nazarî olarak bulunan bu yetinin amele dökülmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Zira bu kabiliyet uygulamaya geçmediğinde akıl ve kalp doğruyu yanlışı ayırt edemez, hakikate karşı körleşir. 1175 فََما أَْغنَى َعْنُهْم َسْمعُُهْم َواَل " ََّّللا ِ ِبآيَاِت ِّمن َشْي ء إِْذ َكانُوا يَْجَحدُوَن ,"أَْبَصاُرهُ ْم َواَل أَْفئِدَتُُهم ْ م "1176 َختََم َّللّاُ َعلَى قُلُوبِهْم َوَعلَى َسْمِعِهْم َوَعلَى أَْبَصاِرِه ,gibi âyetlerde inkarcıların yanlış inanç ve davranışlarından ötürü gözlerinin ِغَشاَوة " kulaklarının, kalplerinin kendilerine fayda vermediğinden ve hakikati görme yetilerinin körleştiğinden bahsedilmiştir. Birçok âyette basîreti körleşenlerin, işledikleri fiillerin cezasını âhirette görecekleri açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Amelî akıl, nazarî aklın tatbik boyutudur. Onun, nazarî olan aklın hizmetinde olduğu söylenebilir. Nitekim nefis-beden münasebetinde hedef, nazarî aklı kemale ulaştırmak, kötü duygu ile düşüncelerden arındırmaktır. Amelî akıl, bu münasebetin yöneticisi gibidir. Ayrıca amelî aklın hakikati kendi başına bulması mümkün değildir. Nazarî akılla iş birliği içerisinde olması gerekir. Yani nazarî aklın idrak ettiği, kavradığı şeylerden yararlanarak duygu ve düşünceleri uygulamaya geçirir. Burada basîret melekesi devereye girer ve nazarî akıl, amelî aklı doğru bir şekilde yönlendir. Dolayısıyla basîret melekesi gelişen kişi hak ile batılı ayırt ederek, hakikati idrak ederek doğru fiiller ortaya koyar. Yanlış yola sapmaktan kurtulur. Fakat basiret melekesi körleşmişse kişi, hak ile batılı ayırt edemez. Böylelikle yanlış fiiller ortaya koyarak dalalete düşer. 1173 el-Meâric 70/11. 1174 el-Haşr 59/2. 1175 el-Ahkâf 26/46; "Allah'ın mesajlarını reddetmeye devam ettikleri için ne kulakları, ne gözleri ne de kalpleri onlara bir fayda sağlamadı." 1176 el-Bakara 2/7; "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözleri üzerinde de bir perde vardır." 193 Basîret kavramıyla yakın anlamlı olan ilmin, amelî boyutu da bulunmaktadır. Amelî ilim, uygulamaya dökülmedikçe tamamlanmayan ilimdir. Örneğin ibadetlere dair ilim.1177 Dolayısıyla ilim, uygulandığı sürece değer kazanır. C. YÜKLEMİNE GÖRE Bu bölümde Kur'ân'da "basiret" kavramının eş ve zıt anlamlı kavramları ele alınacaktır. 1. Eş Anlamlıları Âyetlerde "basiret" kavramıyla yakın anlamlı kavramlar akıl odaklı, kalp odaklı olamak üzere ayrıntılı olarak incelenerek "basiret" ile münasebetinden söz edilecektir. a. Akıl Odaklı Eşanlamlılar aa. Akıl ( العقل) "Akıl" kavramı "iyiyi kötüden ayırt etme kuvveti, düşünme ve idrak etme yetisi" olarak tanımlanmaktadır. Eşyanın hakikatini kavrayan manevi bir cevherdir.1178 "Bilgi elde etmeyi mümkün kılan güç" olarak da tanımlanmıştır.1179 Cübbâi'ye göre, "kötülüklerden sakındıran bilgi"dir.1180 Mâverdî akıl kavramını, "eşyanın hakikatini anlama, doğruyu yanlıştan ayırma gücü" olarak tarif etmiştir.1181 Cürcânî'ye göre herşeyin hakikati akılla idrak edilir.1182 Bu tanımlar incelendiğinde akıl kavramının basîret kavramıyla benzerlik arz ettiği anlaşılmaktadır. Zira basîret hakikati idrak etme, sezme, iyiyi kötüden ayırma anlamlarını taşır. Âyetlerde insanın akıl sayesinde mükellef bir varlık kılındığı belirtilir. "Akıl" kavramı Kur'ân'da 49 yerde yer almaktadır. Bu ayetlerde insanların akletmeye, düşünmeye davet edildiği görülmektedir. Ayetlerde evrendeki düzeni kavrama gücü bulunan aklın hakikati idrak etme, tefekkür edip yorumlama vazifesinin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Zira 1177 el-İsfehânî, a.g.e., s. 719. 1178 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. V, s. 238. 1179 el-İsfehânî, a.g.e., s. 716. 1180 el-Âlûsî, a.g.e., C. XVII, s. 168. 1181 el-Mâverdî, a.g.e., s. 6,7. 1182 el-Cürcânî, a.g.e., s. 154. 194 ِت۪ه لَعَلَُّكْم تَْعِقلُو َن"1183 هَّللاُ لَُكْم ٰايَا (Allah ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır) "َكٰذِلَك يُبَيُِّن buyruğunda aklın bu işlevi vurgulanmıştır. Kur’ân'da "akıl" kavramının yer aldığı bazı âyetler: َ ن" 1184 َّال اْلعَاِلُمو ِا ِ ربَُها ِللنَّا ِس َوَما يَْعِقلُـ َها İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz) "َوتِْلَك ااْلَْمثَاُل نَْض ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır) buyruğunda bilenlerin akledebileceği vurgulanmıştır. Bilenler ifadesinden kastedilen, ilahi gerçekleri kavrama kabiliyeti bulunan, tefekkür ederek sahih çıkarımda bulunan, kavrayışlı zihinlerdir.1185 َ ن" 1186 ٌّم بُْك م ُعمْ ي فَُهْم اَل يَْعِقلُو ۜ ء ُص َا َّال د َُعا ء َونِد ِا âyetinde "َوَمثَُل الَّ۪ذيَن َكفَُروا َكَمثَِل الَّ۪ذي يَْنِعُق بَِما اَل يَْسَمُع kendisine verilen yetileri kullanmamaları sebebiyle inkârcıların akledemedikleri ifade edilmiştir. Bu âyete dair iki görüş öne sürülmüştür. Birinci görüş; Hayvan, çobanı işittiğinde ne dediğini anlamaz. İnkârcının kendisine izah edilen âyetler karşısındaki durumu buna benzetilmiştir. Âyetleri işitir, fakat gösterdiği hakikatleri idrak edemez. İkinci görüş; İnkârcıların putlarına yakarışları, çobanın dediklerini anlamayan hayvanlar gibidir. Onların bu tutumu kınanmıştır. Taberî, âyetin yahudilerden bahsettiğini belirterek ilk görüşü seçmiştir. İkinci görüşe göre ayet müşriklerden bahsetmektedir.1187 İnkârcıların atalarını körü körüne takip etmeleri sebebiyle kör, sağır oldukları, akledemediklerine işaret edilmiştir. َّس۪عيرِ " ۪ في اَْصَحاِب ال Yine şöyle derler: Eğer kulak vermiş) " َوقَالُوا لَْو ُكنَّا نَْسَمُع اَْو نَْعِقُل َما ُكنَّا veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık)1188 âyetinde geç olmadan, fırsat varken akıl, işitme gibi yetileri kullanarak hakikati görmek gerektiğine dikkat çekilmiştir. Âyette dinlemenin, akletmekten evvel gelmesinde bir hikmet bulunmaktadır. Peygamberin çağrısından yararlanabilmek için önce o çağrıya kulak vermek gerekmektedir. Gerçekliğini idrak etmek için düşünmek ondan sonra gelmektedir.1189 Öyleyse vahiy olmadan salt akılla hakikate ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla âyetlere kulak verip düşünenler, akledenler söz edilen azaptan uzak olacaklardır. 1183 el-Bakara 2/ 242. 1184 el-Ankebût 29/ 43. 1185 eş-Şevkânî, a.g.e., C. IV, s. 235. 1186 el-Bakara 2/171; "İnkârcılara seslenenin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana haykıran çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler." 1187 et-Taberî , a.g.e., C. II, s. 79; İbn Atıyye, C. I, s. 238, 239. 1188 el-Mülk 67/10. 1189 er-Râzî, a.g.e., C. XXII, s. 241. 195 ِۜر اَفاََل تَْعِقلُوَن " Yaşatan da öldüren de O’dur. Gece) "َوُهَو الَّ۪ذي يُْحـ۪ي َويُ۪ميُت َولَهُ اْختاَِلُف الَّْيِل َوالنََّها ile gündüzün yer değiştirmesi de O’nun eseridir. Artık aklınızı kullanmayacak mısınız)1190 buyruğunda Allah'ın kudretine işaret eden deliller gösterilmiştir. Örneğin geceyle gündüzün birbirini izlemesi nimetinden söz edilmiştir. Bu, insanın hayatını devam ettirmesi için önemli âmillerdendir. Aklını kullananların bu nimetleri görüp Cenâb-ı Hakk'ı tanımaları, şükretmeleri gerekir. Öyleyse âyette insanlar hakikati idrak etmeye, akıllarını kullanmaya davet edilmiştir.1191 ََّن اَْكثََرُهْم يَْسَمعُوَن اَْو يَْعِقلُونَ " Yoksa sen, onların çoğunluğunun senin davetine) " اَْم تَْحَسُب ا kulak verdiklerini yahut aklettiklerini mi sanıyorsun)1192 buyruğundan önceki âyette arzularını tanrılaştıranın durumundan söz edilir. Bu âyette ise, arzularını ilahlaştırmaya devam edenlerin vahyi kavrayamayacakları, akledemeyecekleri belirtilmiştir. Dolayısıyla yanlış inanç ve tutumların, hakikati idrak etmeye engel olduğu söylenebilir. َ ن " ُّب اْلَمْشِرِق َواْلَمْغِرِب َوَما بَْينَُهَمۜا اِْن ُكْنتُْم تَْعِقلُو Mûsâ devamla şunu söyledi: Şayet) " قَاَل َر aklınızı kullanırsanız anlarsınız ki O, doğunun, batının ve bu ikisi arasında bulunanların rabbidir)1193 buyruğunda akıl yetisini gereği gibi kullananların her şeyin sahibinin Allah olduğunu kavrayacaklarına, hakikati idrak edeceklerine işaret edilmiştir. َ ن " ُّم اْلبُْكُم الَّ۪ذيَن اَل يَْعِقلُو ُّص هَّللاِ ال ِّب ِعْندَ َّر الدَّ َوا َِّن َش Allah katında canlıların en aşağı derecede) " ا olanları, sağır, dilsiz ve düşünemez olanlarıdır)1194 âyetinde Allah'ın verdiği yetileri kullanmayıp hakikati görmek istemeyenler sağır, dilsiz, akledemez olarak nitelenmiştir. Gözleri, kulakları, akılları olmasına rağmen hakikate kulak vermeyenlerin, düşünmeyenlerin sağır, dilsiz, kör hükmünde olduğuna işaret edilmiştir. ِبه ا" ِفي ااْلَْرِض فَتَُكوَن لَُهْم قُلُو ب يَْعِقلُوَن بِ َها اَْو ٰاذَا ن يَْسَمعُوَن Yeryüzünde hiç) "اَفَلَْم يَ۪سيُروا dolaşmıyorlar mı ki ibret almış kalplere yahut işitmiş kulaklara sahip olsunlar)1195 buyruğunda kafirlerin çevreye ibretle bakmadıkları, duyduklarından ibret almadıkları ifade edilmiştir. İbret almada görmenin, duymanın konumu mühimdir. Ancak bu duyulara kalbin düşünmesi 1190 el-Mü'minûn 23/80. 1191 et-Taberî, a.g.e., C. VIII, s. 308; el-Âlûsî, a.g.e., C. XIV, s. 173. 1192 el-Furkân 25/44. 1193 eş-Şuarâ 26/28. 1194 el-Enfâl 8/22. 1195 el-Hacc 22/46. 196 eklendiğinde hakikate ulaşılabilabilir. Zira düşünmeyen kişi, gördüklerinden işittiklerinden ibret alamaz.1196 Basîret, kalbin işlevi olarak görülmesiyle birlikte, akıl manası yüklenmiştir. Muhasibi’ye göre akıl, "Allah'ın, insanların kalbine onları imtihan etmek amacıyla koyduğu bir meleke, bir basiret nurudur".1197 Din adamları, aklın vücuttaki konumunun beyin olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak aklın yerinin kalp olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Örneğin tasavvufçular bu düşüncededir.1198 "Zihnin, ilkelerden neticelere aracısız bir şekilde ulaşması" olarak tanımlaman sezgi, akli sezgiyi çağrıştırmaktadır. İstidlal ile bilgi elde etme iki şekilde meydana gelir. İlkinde, bilinen ana önermelerden yola çıkılarak neticeye erişilir. Burada birbirini izleyen kararlar zinciri bulunmaktadır. Diğerinde nereden, nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bir fikir sahibi olunamayan önermeye dayanılarak aniden neticeye erişilir.1199 Basîret de doğrudan ve aniden bir kavrayış olduğu için zihinle ilişkisi bulunmaktadır. Akıl ile basîret arasındaki irtibatı değerlendirildiğinde basîretin aklî bir gerçeklik olduğu söylenebilir. Aklî basiret, "mevcudatın ilahi değerlerini kavramak için varlığın iç âlemine işleyen bir karakter"dir. Bu aşama aklın, Hakk'ı anlama aşamasıdır. Muhâsibî, kişinin akıl vesilesiyle Allah'a kulluk ettiğini ifade eder. Bu, karakter olan akıldan oluşan aklın basîretidir.1200 ab. Fıtnat (الفطنة) Fıtnat kelimesi sözlükte "anlamak, kavramak, kıvrak zekâ" manalarına gelen "f.t.n." kökünden müştaktır.1201 Bu kavram, "zihin açıklığı, hızlı anlama ve idrak etme (فطن) kabiliyeti" manalarını ifade etmektedir. Ahmaklığın, idrak eksikliğinin karşıtıdır. Peygamberlerin akıllı, zeki olduklarını ifade eden bir vasıftır. Fıtnat, basîretin anlam sahasına giren bir kavramdır.1202 1196 er-Râzî, a.g.e., C. XVI, s. 346; İbn Âşûr, a.g.e., C. XVII, s. 287, 288. 1197 el-Muhâsibî, Ebû Abdillah Hâris b. Esed, (v. 243/858), el-Vesâyâ, (thk. Abdülkâdir Ahmed Atâ), Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1986, s. 251-252. 1198 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. XI, s. 238. 1199 Hökelekli, a.g.md., C. IX, s. 68. 1200 el-Muhâsibî, el- Akl ve Fehmü'l Kur'ân, (çev. Veysel Akdoğan), İstanbul: İşaret Yayınları, 2003, s. 160- 162. 1201 İbn Manzûr, a.g.e., C. VI, s. 241. 1202 İbn Manzûr, a.g.e., C. VI, s. 242; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X, s. 197. 197 "Fıtnat", "fetânet" kelimeleri Kur'ân'da yer almamaktadır. Ancak bu kelimenin mana alanına işaret eden konular âyetlerde bahsi geçen peygamberlerin sözlerinde, fiillerinde görülmektedir. Fetânet kavramı peygamberlerin yüksek idrak seviyesini, zihin duyarlılığını ortaya koyan bir kavramdır. Allah'tan aldıkları mesajlar onları akıl, muhakeme yönünden olgunluğa eriştirmiştir. Peygamberler bazı zamanlar vahiy vasıtasıyla ikaz edilerek bu kabiliyetleri geliştirilmiştir. Vahyin muhatabı insandır. Allah'ın insanlara gönderdiği ilahi mesajlar öz, temel kaideleri sunmuştur. İlahi mesajlar insanın her problemine dair bilgiyi içermemektedir. Peygamberler bu hususta devreye girmekte, akıl yürütmede bulunmaktadırlar. Fakat bu akıl yürütmeler, yorumlar vahiy olarak görülmemektedir. Allah'ın görevlendirdiği elçiler, vahiy çerçevesinde detaya dair konularda olaya, koşula göre yorumlar getirmişlerdir. Onların fetânet vasfı bağlamında örneklikleri mühimdir. Âyetlerde bazı peygamberlerin ismi diğerlerinden çok geçmektedir. Bu duruma Hz. İbrahim ve Hz. Musa örnek olarak verilebilir. Kur'ân'da belirtildiğine göre ikisi de sorgulayıcı özelliğe sahiptir. Cenâb-ı Hakk insanların onlar gibi sorgulama, araştırma özelliklerinde sahip olmalarını istemektedir. " ن َ ُّ م اْلبُْكُم الَّ۪ذيَن اَل يَْعِقلُو ُّص هَّللاِ ال ِّب ِعْندَ َّر الدَّ َوا َِّن َش Allah katında canlıların en) " ا aşağı derecede olanları, sağır, dilsiz ve düşünemez olanlarıdır)1203 olduğu gibi, aklını amacına uygun kullanmayanları yermektedir. Hz. Mûsâ'nın, Hz. İbrâhim'in sağduyuyla hareket ettikleri, üstün muhakeme yeteneğine sahip olduklarına işaret edilmiştir. Başka bir deyişle bu peygamberler, Allah'ın herkese verdiği basîret yetisini aktif hale getirmişlerdir. "ِب۪ه َعاِل۪مي َن "َولَقَْد ٰاتَْي نَا اِْبٰر۪هيَم ُرْشدَهُ ِمْن قَْبُل َوُكنَّا "Biz daha önce İbrâhim’e doğru düşünme yeteneği vermiştik. Biz onu biliyorduk"1204 ayetinde buna vurgu yapılmıştır. Hz. İbrâhim'in istidlal vasıtasıyla Allah'ın varlığı, birliği inancına ulaşması da bu konuda önemlidir. Nitekim En'âm suresinin 76.-79. ayetlerinde bu durum ortaya konulmuştur. Peygamberler tebliğ görevini yaptıkları topluluklarda delilikle, akılsızlıkla itham edilmişlerdir. Ancak peygamberler ikna edici deliller, açıklamalar sunarak bu suçlamaların yerinde olmadığını ortaya koymuşlardır. Nitekim Hz. Nuh, kavmine اََوَعِجْبتُْم اَْن َجاَءُكْم ِذْك ر ِمْن" َ ن" Ne yani, sizi uyarsın, sorumluluğunuzu hatırlatsın) َربُِّكْم َعٰلى َرُج ل ِمْنُكْم ِليُْنِذَرُكْم َوِلتَتَّقُوا َولَعَلَُّكْم تُْرَحُمو 1203 el-Enfâl 8/22. 1204 Enbiyâ 21/51. 198 ve bu sayede rahmete nail olasınız diye içinizden bir adam eliyle Rabbinizden size bir bildiri gelmesinde şaşılacak ne var)1205 buyurmuştur. Müşrikler Hz. Muhammed'e mecnun ithamında bulunmuşlardı. Buna karşılık Cenâb-ı Hakk Hz. Muhammed'e hitaben, "ِنْعَمِة َربَِّك بَِمْجنُو ن ِب " َما اَْنَت (Sen -rabbinin lutfu sayesinde- asla deli değilsin)1206 buyurarak müşriklerin ithamlarını reddetmiştir. Hz. Yûsuf ve babası fetânet konusunda söz edilebilecek misaller arasında yer almaktadır. Nitekim " ٰۜاتَْينَاهُ ُحْكما َوِعْلما ُ َّما بَلََغ اَُشدَّه Yûsuf erginlik çağına erişince, ona güçlü bir) " َولَ muhâkeme yeteneği ve ilim verdik.)1207, ر َلُكْم اَْنفُُسُكْم اَْمرا فََصبْ ۜ َّولَْت ۜ ب قَاَل بَْل َس ُُ۫ؤ َعٰلى قَ۪ميِص۪ه بِد َم َكِذ "َو َجا Gömleğinin üstünde uydurma bir kan izi de gösterdiler. Ya‘kub, 'Hayır! Nefsiniz sizi) َج۪مي ۜ ل" kötü bir iş yapmaya sürüklemiş; artık (bana düşen) güzelce sabretmektir' dedi)1208 âyetlerinde bu peygamberlerin fetânet özelliklerinin kuvvetli olduğuna işaret edilmiştir. Peygamberler özellikle akıl, firâset olarak tüm yönlerden tepe noktada bulunurlar. Onların hafızası, mantığı oldukça kuvvetlidir. Peygamberlerin özelliklerinden olan fetânet, dâhiliğin de ilerisinde bir idrak mertebesidir. Kalble irtibatlı bulunan aklın, firâset ile basîretin göstergesidir. Peygamberlerin kendilerine verilen tebliğ görevini noksansız tamamlayabilmeleri, böyle bir zekâyı gerektirir. Peygamberler en çetin problemleri bile sühuletle çözerler. Bu vasıf her peygamberde çeşitli şekillerde tezahür etmiştir. Hz. Muhammed'in hayatının tamamı bu tezahürlerle doludur. Örneğin Kâbe hakemliği hadisesinde oluşan karmaşayı firâsetiyle çözmüştür. Böylelikle anlaşmazlığın savaş boyutuna varmasına engel olmuştur. Hz. Muhammed'in tevhid inancı uğrunda yaptığı savaşlarda sergilediği yetenek, Hudeybiye'de gösterdiği zekâ O'nun fetânetine verilen örnekler arasındadır.1209 Bir mümin, fetânet vasfından kendine pay biçip aklını etkili biçimde kullanmalıdır. Neyi, nerede söyleceğinin, nasıl hareket etmesi gerektiğinin bilincinde olmalıdır. Örneğin Cafer-i Tayyâr'ın Habeşistan liderine dini anlatırken takındığı üslup, müminin zekâsını ortaya koyması açısından ders verici niteliktedir. Olaya göre Necâşî, Hz. Cafer'den Kur'ân'dan bazı cümleler okumasını istemiştir. Bunun üzerine o, evvel olarak İsa ile validesinden övgüyle söz 1205 el-A'râf 7/ 63. 1206 el-Kalem 68/ 2. 1207 Yûsuf 12/22. 1208 Yûsuf 12/18. 1209 Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet Hz. Muhammed Mustafa, İstanbul: Erkam Yayınları, 2006, s. 186. 199 eden bölümü okumuştur. Hz. Cafer'in okuduğu ayetleri işiten Necâşî kısa süre sonra müslüman olmuştur. ac. Fehm (الفهم ) "Fehm", idrak edilen şeylerin kendisiyle kavrandığı, insana has bir yetidir. Bu kelime, "eşyayı kalp ile kavramak, anlamak, akletmek, zihninde canlandırmak" manalarını taşımaktadır. Birine zihninde canlandırıncaya dek bir hususu anlattığında "أْفَهْمتُه" (ona kavrattım) fiili kullanılır.1210 Zebîdî, "ilim" ve "fehm" kelimeleri arasındaki farka değinmiştir. O'na göre "ilim", eşyayı mutlak olarak kavramaktır. "Fehm", ortaya çıkan hadiseleri kavramadaki intikal hızıdır. "Fehîm" (فهيم) hızlı kavrayan, akıllı, zeki anlamlarına gelir. 1211 Kur'ân'da "fehm" kavramı yalnızca bir yerde, fiil kalıbında geçmektedir. Bu âyeti inceleyeceğiz: ًّال ٰاتَْينَا ُحْك ما َوِعْل ما" ََّهْمنَاَها ُسلَْيٰم َن َوُك "فَف "Biz, hüküm vermeyi Süleymân’a kavratttık. Zâten biz, her birine hüküm ve ilim vermiştik."1212 Taberî, hüküm ile nübüvvetin söz edilen iki peygambere de bahşedildiğini belirtmiştir. Bununla birlikte davanın hükmünün açıklanmasının yalnızca Hz. Süleymân'a bahşedildiğini ifade etmiştir.1213 Tefsirlerde "ََّهْمن َا .ifadesi ilhâm verilerek öğretmek olarak da açıklanmıştır " فَف "Fehm" kelimesi "âyetleri beyan etme, yorumlama ilmi" şeklinde de tarif edilmiştir.1214 Râğıb el-İsfehânî "hüküm vermeyi kavrattık" ifadesini üç şekilde beyan etmiştir. Birinci mana; Süleymân'a anlama yeteneği bahşedilmiştir. İkinci mana; Süleymân'ın gönlüne o hüküm ilhâm olunmuştur. Üçüncü mana; hüküm Süleymân'a vahyedilmiştir. Âyette hükmün kavratılmasından maksad, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Süleymân'a anlama kabiliyetini bahşetmesidir. Bu, hükmün O'na has kılınması olarak da açıklanmıştır.1215 1210 er-Râğıb, a.g.e., s. 808; el-Cürcânî, a.g.e., s. 173. 1211 ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXXIII, s. 224. 1212 Enbiyâ 21/79. 1213 et-Taberî, a.g.e., C. V, s. 261. 1214 İbn Kesîr, a.g.e., C. X, s. 382; es-Suyûtî, a.g.e., C. VI, s. 443. 1215 er-Râğıb, a.g.e., s. 808. 200 Başka bir görüşe göre Hz. Davûd ve Süleymân'ın verdiği hüküm, ictihadla verilmiştir. Hüküm nas ile verilseydi ihtilaf etmezleri mümkün olmazdı.1216 Fakat Cübbâi gibi bazı âlimler, "Biz onun hükmünü Süleymân'a kavratmıştık" ifadesinden dolayı verdikleri hükmün ictihâd olmadığını savunmuşlardır. Fahreddîn Râzî, Hz. Davûd ve Süleymân'ın hâdiseyle verdiği hükmün ictihâd olduğu görüşündedir. Çünkü bu hüküm nas ile verilmiş olsaydı Hz. Davûd oğlunun fikrini söylemesini istemezdi. Hz. Süleymân'ın verdiği hüküm de ictihâdladır. Zira nas ile olsaydı, hüküm vermek için babasının kendisinden hükmü söylemesini istemesini beklemezdi.1217 ad. Fıkh (الفقه ) "Fıkh" (فقه) kavramı sözlükte "bilmek, derinlemesine idrak etmek, eksiksiz anlamak" anlamlarını taşımaktadır. "Dinde anlayış sahibi olma"yı da ifade etmektedir. Bir hususu derinlemesine idrak eden kişi "fakîh" (فقيه) olarak adlandırılır. İbn Manzûr bu kavramı "bilmek, anlamak" şeklinde izah etmiştir. Ayrıca fıkıhtan maksadın, İslâmî ilimlerin kavranması olduğunun altını çizmiştir.1218 Fıkh, ilim kelimesine nazaran hususi bir manaya sahiptir. "Bilinen bir bilgiden bilinmeyen bilgiye erişmek" olarak da açıklanmıştır. İdrak sahibi olunca " َفِق ه " ifadesi kullanılır. İslâmî ilimlerde derinlemesine bilgili olunca " َ تفقّه" ifadesi kullanılır. İsfehânî, "tefakkuh" kelimesini "konuyla ilgili mütehassıs olmak, konunun ayrıntılarını derinlemesine bilmeye gayret etmek" olarak tanımlamıştır.1219 Ebû Hanife "fıkh" kavramını, "kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi" şeklinde tanımlamıştır.1220 Diğer bir tanıma göre "fıkh", "şer'i, ameli hükümleri detaylı delillerden çıkararak bilmektir."1221 Cürcânî'ye göre, hükme taalluk eden hususta murad edilen anlama erişmeye "fıkh" denilir. Fıkhın ictihad ile rey yoluyla meydana getirildiğini belirtmiştir. Bu da tefekkürle mümkündür. Bu sebeple Allah fakih olarak isimlendirilemez. Zira O, tefekküre gereksinim duymaz. O, her şeyi bilir.1222 Hakîm Tirmizî "fıkh" kelimesini "anlayış" olarak açıklamış, hakikatte kalbin anlayışı manasına geldiğini belirtmiştir. O'na göre dinde kavrayış sahibi olmak, Cenâb-ı Hakk'ın 1216 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. III, s. 369. 1217 er-Râzî, a.g.e., C. XVI, s. 188, 189. 1218 İbn Manzûr, a.g.e., C. XIII, s. 522, 523; Kahraman, "Fıkıh", a.g.md., C. XIII, s. 1. 1219 el-İsfehânî, a.g.e., s. 384. 1220 Ömer Nasûhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve İstılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, C. I, s. 14. 1221 et-Tehânevî, a.g.e., C. II, s. 1157. 1222 el-Cürcânî, a.g.e., s. 173. 201 insanın gönlüne yerleştirdiği nurdur. Fakat bu nur ancak müminlerde bulunur, inkârcılarda ve münafıklarda bulunmaz. Nitekim 1223" ََّن اْلُمنَافِ۪قيَن اَل يَْفقَُهون âyeti buna işaret etmektedir.1224 "َوٰلِك "Fıkh" kavramı başlangıçta sözlük manası çerçevesinde kalmıştır. Ayrıca naslara dayalı dini bilginin kastedildiği bir kelime şeklinde görülmüştür. İlerleyen zamanlarda şer'î amelî hükümleri bilmeyi belirten bir terim olarak kabul edilmiştir. Evvelde dini ilimlerin tümünü kapsayan fıkh kavramından, ilerleyen devirlerde sadece ibadet, muâmelât anlaşılmaya başlanmıştır.1225 Fıkh bilgi elde etmenin, kavrama aşamalarının üst seviyelerindendir. Bu ifade yalnızca kavramayı değil, anlamı ve kastedileni idrak etmeyi de ifade eder. Aynı zamanda huccete dayalı ve huccetten yola çıkarak yeni bilgiler edinmeye dair bilgidir. Zihin etkin gayret gösterir ve tefekkür ile nazar neticesinde hâsıl olur. Fıkh, müminin naslar ışığında bir hükme varma amacıyla sarfettiği zihni gayrettir.1226 Fıkhın hikmet anlamına geldiği de ifade edilmiştir. Buna, 1227"ُ ِبِهْم اَِكنَّة اَْن يَْفقَُهوه , "َوَجعَْلنَا َعٰلى قُلُو ٰاْليَاِت لَعَلَُّهْم يَْفقَُهونَ "1228 ِّرُف ا "اُْنُظْر َكْيَ نَُص âyetleri huccet olarak gösterilmiştir.1229 Kur'ân'da "fıkh" (فقه ) kavramı 20 âyette yer almaktadır.1230 Bu âyetlerde çoğunlukla, bir hususu eksiksiz anlamak, idrak etmek, hakikatini bilmek vb manalarını ifade etmektedir. Bir âyette1231 yer alan "fi'd-dîn" (فى الدين) ifadesi kavrama "dinde derin bilgi sahibi olma" biçiminde hususi mana katmıştır.1232 Bazı âyetlerde fıkhetmenin kalbin fonksiyonu olduğuna işaret edilmiştir.1233 Peygamberimizin sözlerinde yer alan "fıkıh" kavramı ile müştâkları, genellikle "derinlemesine bilgi, anlayış" anlamında kullanılmıştır. "Fi'd-dîn" (فى الدين) ifadesiyle geçtiğinde "dini bilgi" kastedilmiştir.1234 "F.k.h." maddesinin yer aldığı bazı âyetler: 1223 el-Münâfikûn, 63/7; "Fakat münâfıklar anlamazlar." 1224 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 78, 79. 1225 Elmalılı, a.g.e., C. VIII, s. 4792, 4796. 1226 Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoloji Sorunu, Ankara: T.D.V. Yayınları, 1997, s. 13,14. 1227 el-En'âm 6/25; "Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler kıldık." 1228 el-En'âm 6/65; " Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!" 1229 Reşîd Rızâ, a.g.e., s. 252. 1230 Abdülbâkî, a.g.e., s. 357. 1231 et-Tevbe 9/ 122. 1232 Kahraman, "Fıkıh", a.g.md., C. XIII, s. 1. 1233 el-A'râf 7/179; "Onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar." 1234 el-Buhârî, "İlim", 10, 20; Müslim, "İmâre", 175; "Zekât", 98, 100. 202 َ ن" ٰاْليَاِت ِلقَْو م يَْفقَُهو ََّصْلنَا ا "قَْد ف "Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık. "1235 ُ۬ؤ اَلِء اْلقَْوِم اَل يََكادُوَن يَْفقَُهوَن َح۪ديث ا" ِ ل ٰه "فََما "Bu topluluğa ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!"1236 "لَُهْم قُلُو ب اَل يَْفقَُهوَن بَِها" "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar."1237 َ ن" "لَْو َكانُوا يَْفقَُهو "Keşke anlasalardı."1238 ِبِهْم فَُهْم اَل يَْفقَُهونَ " "ُطبَِع َعٰلى قُلُو "Onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden anlamazlar."1239 Bu âyetlerde "fıkh" kavramının "bilmek, anlamak" anlamında kullanıldığı görülmektedir. Kastedilen, eşyanın mahiyetini doğru bir şekilde kavramak, hakikati idrak etmek, doğruyu yanlışı görmek, aklı gereği gibi kullanarak hidayete ulaşmaktır.1240 ِ ن" ۪دّي ِفي ال ِّل فِْرق َة ِمْنُهْم َطائِفَة ِليَتَفَقَُّهوا "فَلَْواَل نَفََر ِمْن ُك "Onların her kesiminde bir grup dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır."1241 Bu âyette ilmin önemine işaret edilmiştir. Âyette " ِ۪دّين ِفي ال ibaresi, dini eğitimin amacını göstermek için " ِليَتَفَقَُّهوا kullanılmıştır. Dinde fıkıh sahibi olmak, onu her yönüyle kavramak ve onun gayesini idrak etmektir.1242 Mevdûdî âyete geniş açıdan bakarak yorumlamıştır. O'na göre dinde fıkıh sahibi olmak, yaşamımızda İslama uygun olmayan davranışları temyiz edip dinin ruhuyla hemhâl olmak anlamına gelmektedir. ن ِ ۪دّي tabiriyle maksad sadece dini ilimleri ِليَتَفَقَُّهوا فِي ال öğrenmek değil, dinle ilişkili olan ilimlerin tümünü öğrenmektir.1243 1235 el-En'âm 6/98. 1236 en-Nisâ 4/78. 1237 el-A'râf 7/179. 1238 et-Tevbe 9/81. 1239 et-Tevbe 9/87. 1240 İbn Atiyye, a.g.e., C. II, s. 68; el-Kâsımî, a.g.e., C. V, s. 1404. 1241 et-Tevbe 9/122. 1242 el-Taberî, a.g.e., C. XI, s. 66-71; İbn Atıyye, a.g.e., C. III, s. 96, 97; er-Râzî, a.g.e., C. XVI, s. 225, 228. 1243 el-Mevdûdî, a.g.e., C. II, s. 273. 203 ae. İlim ( العلم) "İlim" kavramı "a.l.m." (علم) maddesinden türemiş bir masdardır. Aksi mümkün olmayacak biçimde anlamları birbirinden tefrik etme özelliğidir.1244 Klasik literatürde ilim, "eşyayı hakikatiyle idrak etmek, hakikatle uyuşan inanç, eşyanın gizliliğinin zâil olması" olarak tanımlanmıştır. İlmin zıttı, cehâlet (جهالة) ile ifade edilmiştir.1245 Ayrıca "şuur, eşyayı birbirinden tefrik eden alâmet" manalarını da taşımaktadır. Bir hususun kendisiyle kavrandığı işaret olarak da tanımlanmıştır.1246 Mukâtil b. Süleymân ilim kelimesini üç vecihte incelemiştir. Birinci vecih; ilim görmek manasındadır. Buna, 1247"م ْ هَّللاُ الَّ۪ذيَن َجاَهدُوا ِمْنُك ََّم ا يَْعلَِم .âyeti örnektir "اَْم َحِسْبتُْم اَْن تُتَْرُكوا َول İkinci vecih; bizâtihi ilim anlamındadır. Buna, 1248" َُّروَن َوَما يُْعِلنُون هَّللاَ يَْعلَُم َما يُِس ََّن âyeti "اََواَل يَْعلَُموَن ا örnek olarak verilebilir. Üçüncü vecih; izin manasındadır. Buna, 1249"ِه َّللا ِبِعْلِم "فَاْعل َُموا اَنَـّ َما اُْنِزَل âyeti örnek olarak verilebilir.1250 İlim kavramıyla bir kökten türeyen مْعلومات , متعلم , معلم , معلوم , عاّلمة , عالم , عليم , عالم kavramları bilgi manasıyla ilişkili bir şekilde kullanılır. "Âlim" (عالم), "alîm" (عليم) kelimeleri genellikle Allah hakkında kullanılmaktadır. "Allâm" (عالم) kelimesi Allah hakkında, "allâme" "ma'rifet" ,(عرفان) "irfân" ,(تفقّه) "kelimesi insan hakkında gelmektedir.1251 "Tefakkuh (عاّلمة) vb. kavramlar da "bilmek" anlamında kullanılır. Bununla beraber aralarında, bilgide (معرفة) kesinlik mertebeleri açısından farklılıklar bulunmaktadır.1252 Râğıb el-İsfehânî'ye göre "ilim", eşyayı hakikatiyle kavramaktır. O, ilmi iki açıdan ele almıştır. Birincisi, eşyanın zatını kavramaktır. Bu manadaki ilim cümlede bir mef'ul alır. Buna ْ م"1253 هَّللَاُ يَْعلَُمُه âyeti örnek olarak verilebilir. İkincisi, eşyaya kendisi için mevcud olan "اَل تَْعلَُمونَُه ْم 1244 İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 417; et-Tehânevî, a.g.e., s. 1219. 1245 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. III, s. 202; İbn Fâris, a.g.e., C. IV, s. 109; el-Kâşânî, a.g.e., s. 363; el-Cürcânî, a.g.e., s. 130. 1246 el-İsfehânî, a.g.e., s. 721; ez-Zebîdî, a.g.e., s. 126; Âsım Efendi, a.g.e., s. 1305. 1247 et-Tevbe 9/ 16; "Allah sizden cihad edenleri görmeden kendi halinize bırakılacağınızı mı sandınız?" 1248 el-Bakara 2/77; "Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açığa vurduklarını da Allah bilmektedir!" 1249 Hûd 11/14; "Bilin ki Kur’an ancak Allah’ın ilmiyle (izniyle) indirilmiştir." 1250 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., s. 241. 1251 el-İsfehânî, a.g.e., s. 721. 1252 İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 417. 1253 el-En'fâl 8/60; "Siz onları bilmezsiniz Allah onları bilir." 204 eşyanın mevcudiyetiyle hükmetmektir. Bu manadaki ilim iki meful alır.1254 َّن "فَِاْن َعِلْمتُُموُه âyeti buna örnek olarak verilebilir.1255 ُمْؤِمنَا ت " İlim farklı şekillerde tasnif edilmiştir. Mütekellimuna göre ilim "kadîm", "hâdis" olarak tasnif edilmiştir.1256 "Nazarî" ve "amelî" olarak tasnif edenler de olmuştur.1257 Sufiler ise ilmi "zâhirî" ve "bâtınî" olarak tasnif etmişlerdir.1258 İlim kavramı, "ilme’l-yakin", "ayne’l- yakin" ve "hakka’l-yakîn" olarak üç bölümde de ele alınmıştır. "İlme’l-yakîn" denilince, nazar ve istidlal neticesinde hâsıl olan ilim kastedilir. "Ayne’l-yakîn" kavramıyla, görmekle meydana gelen ilim; "hakka’l-yakîn" kavramıyla, bizzat yaşama neticesinde oluşan ilim kastedilir.1259 Kur'ân'da "ilim" kavramı ve müştâkları takriben 750 âyette geçmektedir. Bu, bilginin dindeki önemini gözler önüne sermektedir. Âyetlerde ilim kelimesi genel olarak vahiy, ilahi bilgi manasında gelmiştir. Bununla birlikte kişinin gerçeklik hakkındaki ilmi, bilme yetisiyle edindiği dünyevi ilim manalarında geldiği de görülmektedir.1260 Âyetlerde kişinin kognitif yetileriyle edindiği bilme, kavrama, hatırlama işlevleri ifade edilirken "a.l.m." (علم) maddesinden türemiş fiiller kullanılmıştır. Örneğin 1261" َرِض ْ âyetinde "لَقَْد َعِلْمتُْم َما ِجئْنَا ِلنُْفِسدَ فيِ ااْل şuurluluk durumu kastedilmiştir. 1262"م ْ ُّل اُنَا س َمْشَربَُه ,âyetinde yahudi topluluklarının "قَْد َعِلَم ُك fışkıran kaynakların hangisinden su içeceklerini bildikleri belirtilmiştir. "İlim" kelimesinin geçtiği bazı âyetler: ۪ نّي اَْعلَُم َما اَل تَْعلَُمونَ " ِا "قَاَل "Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi."1263 ُّجوَن ۪فيَما لَْيَس لَُكْم بِ۪ه ِعْل م" "فَِلَم ت َُحا "Fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz."1264 1254 el-Mümtehine 60/10; "Eğer siz onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz..." 1255 el-İsfehânî, a.g.e., s. 719. 1256.el-Bağdâdî, a.g.e., s. 8; el-Cüveynî, İmâmû’l-Harameyn Abdulmelik b. Abdilâh b. Yûsuf, (v. 478/1085), Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâdi’l-Edilleti fi Usûli’l İ’tikâd, Mısır: Mektebetu’l-Hancı, 1950, s. 13; el-Cürcânî, a.g.e., C. I, s. 98. 1257 el-İsfehânî, a.g.e., s. 721. 1258 el-Kelâbâzî, a.g.e., s. 58,59. 1259 es-Semerkandî, a.g.e., s. 155. 1260 Kutluer, "İlim", a.g.md., C. X, s. 110. 1261 Yûsuf 12/73; "Bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz." 1262 el-Bakara 2/60; "Her bölük, içeceği kaynağı bildi." 1263 el-Bakara 2/30. 1264 Âl-i İmrân 3/ 66. 205 هَّللاَ َكاَن َع۪لي ما َح۪كي ما" َِّن "ا "Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir."1265 َّل َشْي ء ِعْل ما" ۪بّي ُك "َوِسَع َر "Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır."1266 َ ن" َّن َعلَْيِهْم بِِعْل م َوَما ُكنَّا َغائِ۪بي َُّص فَلَنَق "Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız."1267 Bu âyette inkârcıların kötülüklerinin hesap günü ortaya serileceğinden haber verilmektedir. Allah gizli ve açık her şeyi bilir. ُُ۫وتُوا اْلِعْلَم دََرَجا ت" "َوالَّ۪ذيَن ا "Allah, kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin."1268 Bu âyetten ilim mertebelerinin farklılaşabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca derecelerin yükseltilmesi hakkında iki görüş öne sürülmüştür. Birinci görüşe göre bu, cennetteki mertebelerinin yükseltilmesini vurgulamaktadır. İkinci görüşe göre dünyadaki mertebelerinin yükseltimesini ifade eder. İlimdeki faziletlerine göre olur. İbn Mesûd, bu âyetin ilme teşvik ettiğini söylemiştir.1269 َّراِسُخوَن فِي اْلِعْلِم ِمْنُهمْ " "...ال "İçlerinden ilimde derinleşmiş olanlar"1270 ifadesinden ilim yolunda kararlılık gösteren, imanında kuşku bulunmayan, hakikati idrak eden kimseler kastedilmiştir. Bu mertebeye ulaşanlar, ilimleriyle amel edenlerdir. İbn Abbâs bunların, ilimleri sağlam olan kimseler olduğunu ifade etmiştir.1271 (...Kitaptan bir bilgisi olan dedi) " قَاَل الَّ۪ذي ِعْندَهُ ِعْل م ِمَن اْلِكتَاب... " 1272 Bu âyette kitaptan bilgisi olmakla ilgili farklı yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan birine göre kastedilen, ismi azamdır. İbn Abbâs, Mücâhid bu görüştedir. Diğer bir görüşe göre bu, Süleymân'ın Belkıs'a gönderdiği mektupla ilgili bilgidir. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın insanlar hakkında yazdıklarının bilgisi olduğu da ifade edilmiştir. Bu görüş, o bilgiye sahip olanın melek olduğunu varsayar.1273 1265 en-Nisâ 4/ 24. 1266 el-En'âm 6/80. 1267 el-A'râf 7/7. 1268 el-Mücâdele 58/11. 1269 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s.146; er-Râzî, a.g.e., C. XXIX, s. 268, 269. 1270 en-Nisâ 4/162. 1271 et-Taberî, a.g.e., C. VII, s. 312; İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. VI, s. 159. 1272 en-Neml 27/40. 1273 İbnü'l Cevzî, a.g.e., C. IV, s. 493; İbn Kesîr, a.g.e., C. XI, s. 411. 206 هَّللاِ ِمْن َوِلّي َواَل نَ۪صي ر " "َولَئِِن اتَّبَْعَت اَْه َواَءُهْم بَْعدَ الَّ۪ذي َجاَءَك ِمَن اْلِعْل ِم َما لََك ِمَن "Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."1274 Bu âyette ilimle kastedilen Kur'ân'ın ortaya koyduğu hakikatler kastedilmiştir. َِّن اْلِخْزَي اْليَْوَم َوال ُّسوَء َعلَى اْلَكافِ۪ري َن " ُُ۫وتُوا اْلِعْلَم ا "قَاَل الَّ۪ذيَن ا "Kendilerine ilim verilmiş olanlar, 'Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük inkâr edenlerin başına' derler. "1275 Bu âyette " َُُ۫وتُوا اْلِعْلم ifadesiyle dünyada hakikati idrak ederek ona göre " ا doğru inanç ve davranışlara sahip olanlar kastedilmiştir. Bu ifadeden meleklerin kastedildiği de ifade edilmiştir.1276 ِباْلِقْسط" ِئ ما ئَِكةُ َواُ۬ولُوا اْلِعْلِم قَا َّال ُه َو َواْلَمٰل ِا هَّللاُ اَنَّهُ اَل اِٰلهَ َ شِهدَ " "Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka tanrı olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler."1277 Âyette söz edilen ilim sahipleri hakiki âlimlerdir. Onlar delillerden yola çıkarak hakikate ulaşırlar ve Allah'ın birliğine şahitlik ederler. af. Yakîn (اليقين ) "Yakîn" (اليقين) kavramı ن َ ,kökünün masdarı ve sıfât-ı müşebbehesidir. Sözlükte يَِق "kuşkunun zâil olması, bilgi" manalarına gelir. Müştâkları olan َن , تَيقّنَ , اْستَْيقَن َ ifadeleri اَْيق "bilmek, kesin kanata ulaşmak" manasındadır.1278 Bu kavram marifet, dirâyet gibi kavramların kapsadığı mananın üzerinde bir bilme mertebesidir. Bu sebeple ilmin sıfatı olarak denilemez. Dolayısıyla "yakîn", kararın aynı kalmasıyla َمْعِرفة يَِقين denilebilir. Ancak ِعل م يَِقين birlikte olan kavrayış, anlayış dinginlidir. Nitekim 1279 " َِّال لَْو تَْعلَُموَن ِعْلَم اْليَ۪قين gibi âyetlerde bu " َك mana açıkça görülür.1280 Cürcânî bu kavramı, "kuşku barındırmayan bilgi, kesin inanç" olarak tarif etmiştir.1281 "Yakîn" tasdike, inanca erişilmesini sağlayan sahih bilgidir. Bu çeşit bilgi, "burhânî bilgi" adını alır. "Yakîn" ile "bilgi"yi açıklarken aralarında fark olduğunu belirtenler olmuştur. 1274 el-Bakara 2/120. 1275 en-Nahl 16/27. 1276 er-Râzî, a.g.e., C. XX, s. 21; eş-Şevkânî, a.g.e., C. II, s. 180. 1277 Âl-i İmrân 3/18. 1278 el-Cevherî, a.g.e., C. VI, s. 2219; İbn Manzûr, a.g.e., C. VI, s. 4964. 1279 et-Tekâsür 102/5; "Hayır! Eğer kesin bilgi ile bilseniz." 1280 el-İsfehânî, a.g.e., s. 718. 1281 el-Cürcânî, a.g.e., s. 259 ; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 684. 207 Bunlar yakîn kavramını kuşkunun zıttı, bilgiyi cehâletin zıttı olarak görmüşlerdir.1282 Yakîn ile bilgi kavramları arasında mana yakınlığı olduğunu söyleyenler de vardır. Nitekim yakînin, bilgi çeşitlerinin üzerinde bir kesinliğe sahip olduğu belirtilmiştir.1283 Zihnin istidlal ile kesinliğe erişmesi "îkân" (ايقان) olarak adlandırılır. Yakîn, "düşünme ile istidlal vasıtasıyla elde edilen bilgi" olarak da tarif edilmiştir. Bu tariften yola çıkılarak yakîn vasıtasıyla edinilen bilgi, "kesbi bilgi" şeklinde isimlendirilmiştir.1284 Yakîn kavramını istidlalle ilgili görmeyip onu "kalp gözü" olarak da tanımlayanlar olmuştur.1285 Yakîn mertebeleri "ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn" olarak tasnif edilmiştir. "İlme'l-yakîn"; akıl, nakil ve haberle elde edilen bilgidir. "Ayne'l-yakîn"; dış duyu ve gözlemle elde edilen bilgidir. "Hakka'l-yakîn", iç tecrübe ve sezgi yoluyla elde edilen bilgidir. Hâsıl olması kesin olan şeyin fiilen vuku bulmasıdır.1286 Mutasavvıflar ilme'l-yakînin huccetle edinilen bilgi oldugunu ifade etmiştir. Ayne'l-yakîn ilhâm vasıtasıyla ulaşılan bilgidir. Hakka'l-yakînin ise müşahede vasıtasıyla edinilen bilgi olduğunu belirtmişlerdir. Dolayısıyla ilki akıl sahiplerine, ikincisi ilim sahiplerine hastır. Hakka'l-yakîn ise marifet sahiplerine hastır.1287 Müfessirler yakîn kavramını genellikle "kesin bilgi" olarak tanımlamışlardır. Burdan hareketle "el-mûkın" (ُموقِن ) ifadesinin "kesin şekilde bilen, kesin bilgiyi talep eden" manasında olduğu ifade edilmiştir. Yakîn, teemmül vasıtasıyla kuşkunun ortadan kalkmasıyla oluşan bilgidir. Burda teemmülden maksad nazar ve istidlaldir. Yakîn, düşünme vasıtasıyla kuşkuyu yok ederek bilgiyi kesinleştirmektir.1288 Gazzâlî, yakînin tasdike ulaştıran bilgi olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca hakkında tartışılamayan, zıttı düşünülemeyen bilgi olduğunu ifade etmiştir. Yakîn, akılda veya kalpte tasdikin hâsıl olmasıdır.1289 1282 İbn Manzûr , a.g.e., C. VI, s. 4964; ez-Zebîdî, a.g.e., C. X s. 386. 1283 el-İsfehânî, a.g.e., s. 718. 1284 et-Tehânevî, a.g.e., C. II, s. 1548. 1285 el-Kelâbâzî, a.g.e., s. 154; İbn Kayyîm, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb el- Cevziyye, (v. 751/1350), Medâricu's Sâlikîn, I-III, Kâhire: Dâru'l Hadîs, 1996, C. II, s. 375, 376. 1286 Osman Demir, "Yakîn", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XL, s. 272. 1287 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 133. 1288 er-Râzî, a.g.e., C. XIII, s. 48; el-Kurtubî, a.g.e., C. XIX, s. 105; el-Beydâvî, a.g.e., C. I, s. 20. 1289 el-Ğazzâlî, İhya, C. I, s. 83; el-Munkız, s. 538. 208 Kur'ân'da "yakîn" kelimesinin 28 yerde geçtiği görülmektedir. Bu âyetlerin yirmisinde fiil olarak geçer ve mana olarak inançtaki netliği ifade eder. Buna aşağıdaki bazı âyetler örnek olarak gösterilebilir: ِقنُونَ " ٰاْليَاِت ِلقَْو م يُو "قَْد بَيَّنَّا ا "Biz gerçekleri kabul edenlere âyetleri apaçık gösterdik."1290 ْ م" َ وَجَحدُوا بَِها َواْستَْيقَنَت َْها اَْنفُُسُه " "Kendileri de bunlara yakînen inandıkları halde, onları inkâr ettiler."1291 ِة ُهْم يُوقِنُون" ٰاْلِخَر ِبا َّزٰكوةَ َوُهْم "َويُْؤتُوَن ال "Zekâtı verirler; onlar ahirete de kesin olarak iman ederler."1292 "Yakîn" kavramı, dört ayette farklı sözcüklerle terkip oluşturmuştur. Bu âyetler: ِ ن" َّال لَْو تَْعلَُموَن ِعْلَم اْليَ۪قي "َك "Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız."1293 ِ ن" َُّم لَتََرُونََّها َعْيَن اْليَ۪قي ْ" "Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz."1294 ِ ن" ُّق اْليَ۪قي َِّن ٰهذَا لَُهَو َح "ا "Şüphesiz bu, kesin gerçektir."1295 ُّق اْليَ۪قينِ " "َواِنَّهُ لََح "O, gerçekten kesin bilgidir."1296 ,Kesin olan (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!)1297) "َواْعبُْد َربََّك َحتهى يَأْتِيََك اْليَ۪قينُ " ُ ن" Sonunda bize ölüm geldi çattı)1298 âyetlerinde ise yakîn kavramıyla ölüm) "َحت هى اَٰتينَا اْليَ۪قي 1290 el-Bakara 2/118. 1291 en-Neml 27/14. 1292 Lokmân 31/ 4. 1293 et-Tekâsür 102/5. 1294 et-Tekâsür 102/7. 1295 el-Vâkıa 56/95. 1296 el-Hâkka 69/ 51. 1297 el-Hicr 15/99. 1298 el-Müddessir 74/47. 209 kastedilmiştir. "اْليَ۪قين" ifadesi bu âyetlerde vuku bulacağı kesin biçimde bilinen şey manasındadır.1299 b. Kalp Odaklı Eşanlamlılar ba. Kalb (القلب ) "Kalb" kavramı sözlükte "bir şeyin içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, bir şeyi başka bir şeye dönüştürmek" manalarına gelir. Bu kavram, "nefis, ruh, akıl, tohum" olarak da adlandırılmıştır. Fakat bunlar mecâzi mana içermektedir. Tasavvuf âlimleri bu terimi, "ruh ile nefs arasında soyut, nurlu cevher" şeklinde tarif etmiştir.1300 Basîret, kalbin kavrama gücü manasını da gelir. Kalbin hakikati görmesini ifade ederken basîret kavramı kullanılmıştır.1301 Dolayısıyla kalp kavramı basîret kavramıyla yakından ilişkilidir. Basîret, kalbin parçası olarak görülmüştür. Basîret kalbin hakikati görmesi, hidayete ulaşmasıdır. Eşyanın hakikatini idrak etme basiretle mümkündür. İnsanın kalp gözünün, yani basîretinin açık olması için Allah'a itaat etmesi, kötülüklerden uzak durması ve salih amel işlemesi gerekir. İyi işler yapanların basîreti aktif durumdadır. Kötülüklerle kirletilmemiş kalp nurla doludur. Allah'a gönülden bağlanan kişi bu nur vesilesiyle hakikati kavramaktadır.1302 Kâfirlerin kalbi bu işlevi göremez. Zira 1303 لَُهْم قُلُو ب اَل يَْفقَُهوَن بَِه ا âyeti bunu ortaya koymaktadır. İslâm'da kalp, iman mahalli olarak görüldüğü için mühim bir konuma sahiptir. İman nuru orada bulunur. Ulemanın çoğunluğuna göre, imanın temel koşulu kalbin tasdikidir.1304 İçten olarak kalp ile onaylayarak kelime-i tevhidi söyleyen bir birey, İslâm'a girmiş olur.1305 Kalpleri nur ile kaplayan Allah'tır. İslâm'da mühim bir konuma sahip olan takvanın da yeri kalptir.1306 Fahreddîn Râzî'ye göre kalbin iyiyi kötüden ayırma vasfı bulunduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bilginin, tefekkürün kaynağı da kalptir.1307 Gazzâlî'ye göre "kalp, ruh, nefs" kavramları birbirinden değişik manalara sahiptir. Bununla birlikte bu kavramların "rabbâni latife" olarak adlandırılan terime işaret ettiğini, 1299 eş-Şevkânî, a.g.e., C. II, s. 164; C. V, s. 384; Elmalılı, a.g.e., C. V, s. 3080. 1300 et-Tehânevî, a.g.e., C. II, s. 1335. 1301 el-Kâşânî, a.g.e., s. 19. 1302 Elmalılı, a.g.e., C. III, s. 427. 1303 el-A'râf 7/179; "Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar." 1304 el-Ğazzâlî, İhya, C. I, s. 21; er-Râzî, a.g.e., s. I, s. 74; et-Teftâzânî, a.g.e., C. ll, s. 249. 1305 el-Buhârî, "'İlim", 33, 39. 1306 el-Hacc 22/32. 1307 er-Râzî, a.g.e., C. V, s. 541, 544. 210 filozofların bunu "nefsi nâtıka" olarak isimlendirdiklerini belirtmiştir. Bunun vasıflarını ise "bilen, idrak eden, tanıyan, sorumlu" olarak ifade etmiştir. İlâhi latifenin, kişiyi öteki canlılara karşı seçkin kıldığını, bazen buna "akıl, ruh, kalp" isimlerinin verildiğini nakletmiştir.1308 Kur'ân'da yer alan "kalb" kavramı insanın, onu öteki canlılardan farklı kılan en önemli özelliğini ifade eder. Bu özellikleri, anlama, idrak etme, eşyanın hakikatini bilmedir. İslâmî hayatın odak noktasının kalp olduğu âyet ile hadislerde net bir şekilde belirtilmiştir. "Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar"1309; "Akletmek için onlarda kalb yok mu?"1310; "Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır"1311 manasındaki âyetlerde kalbin ilim, kavrama, düşünme vasıtası olarak ifade edildiği görülmektedir. Âyetlerde, hadislerde kalbin fonksiyonları, özellikleri üzerinde durulmuştur. Kur'ân'da, Peygamberimizin sözlerinde kalp kavramının kişinin anlama, gerçeği idrak etme, tefekkür etme yönünün vurgulanmıştır. Bunlar insanı öteki canlılardan farklı kılan özelliklerdir. Bundan dolayı kalp vahye muhataptır ve mükelleftir. Âyetlere, hadislere göre dini yaşayışın merkezi kalptir. "Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar"1312; "Akletmek için onlarda kalb yok mu?"1313; "Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır"1314 manasındaki âyetlerde kalbin ilim, kavrama, düşünme vasıtası olarak ifade edildiği görülmektedir. Buna göre kalbin, hakikati görmek ve ibret almak isteyenleri hidayete ulaştıracağı söylenebilir. Kalp kavramı Kur'ân'da türevleriyle birlikte 168 yerde geçmektedir. Bunların bazısı müfred (قلب), bazısı cemi' (قلوب) olarak gelmiştir. Tesniye olarak ( 1315(قلوبكما bir yerde gelmiştir.1316 Kur’ân'da kalp kavramının yer aldığı bazı âyetler: هَّللاُ َعٰلى قُلُوبِِهْم َوَعٰلى َسْمِعِهمْۜ َوَعٰل ى اَْبَصاِرِهْم ِغَشاَو ة " "َختََم 1308 el-Ğazzâlî, İhyâ, C. lll, s. 3-5. 1309 el-A'râf 7/ 179. 1310 el-Hacc 22/46. 1311 Kâf 50/37. 1312 el-A'râf 7/ 179. 1313 el-Hacc 22/46. 1314 Kâf 50/37. 1315 et-Tahrîm 66/4; "Onlara de ki: İkiniz de tövbe ederek Allah'a yönelin. Çünkü ikinizin de kalbi haktan ayrıldı." 1316 Abdulbâkî, a.g.e., s. 549-551; el-İsfehânî, a.g.e., s. 386. 211 "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde gerilmiştir."1317 هَّللاُ َمَر ض ا " ِبِهْم َمَر ض فََزادَُهُم "۪في قُلُو "Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır."1318 ِ ه" ِدّق ا ِلَما بَْيَن يَدَْي هَّللاِ ُمَص ِبِاْذِن ََّزلَهُ َعٰلى قَْلبَِك "فَِانَّهُ ن "Allah'ın izniyle Kur'ân'ı senin kalbine hidayet rehberi, önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirmiştir."1319 ه َّللاِ فَِانََّها ِمْن تَْقَوى اْلقُلُوبِ " َِّظْم َش عَائَِر "َوَمْن يُع "Her kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır."1320 ه ّلِل" ِبا ِب َما اَْشَرُكوا ُّرْعَب "َسنُْل۪قي ۪في قُلُوِب الَّ۪ذيَن َكفَُروا ال "Allah'a ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız."1321 ْ م" ِبِه "يَقُولُوَن بِاَْفَواِهِهْم َما لَْيَس ۪في قُلُو "Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. "1322 ُ هْم َوَجعَْلنَا قُلُوبَُهْم قَاِسي َة " َِبَما نَْقِضِهْم ۪ميثَاقَُهْم لَعَنَّا "ف "Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık."1323 َ ن" َّشْيَطاُن َما َكانُوا يَْعَملُو "قََسْت قُلُوبُُهْم َوَزيََّن لَُهُم ال "Kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını câzip gösterdi."1324 Âyetlere ve Hz. Muhammed'in sözlerine bakıldığında "fuâd, sadr, Iüb, nüha" gibi kavramların çoğunlukla "kalb" anlamını ifade ettiği görülmektedir. Bu kavramlar "sezme, 1317 el-Bakara 2/7. 1318 el-Bakara 2/10. 1319 el-Bakara 2/97. 1320 el-Hacc 22/32. 1321 Âl-i İmrân 3/151. 1322 Âl-i İmrân, 3/167. 1323 el-Mâide 5/13. 1324 el-En'âm 6/43. 212 idrak etme kuvveti" manalarını içermektedir. Bunlar, kişinin iç âlemine hitap etmek için kullanılmıştır. bb. Sadr ( الصدر ) "Sadr" kelimesi "göğüs" anlamına gelir. Kur'ân'da ُهَّللاُ اَْن يَْهِديَه ُ يَْشَرْح َصْدَره "فََمْن يُِرِد ِاْلْساَلم"1325 ُّصدُورِ "1326 ,ِل هَّللاَ َع۪لي م بِذَاِت ال َِّن , "ا ِبّه۪ "1327 ِاْلْساَلِم فَُهَو َعٰلى نُو ر ِمْن َر هَّللاُ َصْدَرهُ ِل gibi "اَفََمْن َشَرَح âyetlerde "kalp" anlamında kullanılmıştır.1328 Sadr sözcüğü bir şeyin baş kısmını ifade etmek için de kullanılmıştır. Buna "صدر الكالم " (kitabın başı), "صدر الكتاب " (sözün başı) ifadeleri örnek olarak verilebilir.1329 Hakîm Tirmizî'ye göre sadrın ortasında "kalp" yer alır. "Sadr", kalbin içinde bulunduğu yerdir. "Sadr" şüphelerin, arzuların kalbe giriş mahallidir. Aynı zamanda nefsin yönetim mahallidir. Sadr İslam nurunun mahallidir. İşitilen bilginin muhafaza yeri olduğu da ifade edilmiştir. İnanç, bilgi kalpten akmak suretiyle sadra ulaşır. Öyleyse kalbin kök, asıl; sadrın dal olduğu söylenebilir. Dal sadece kök sayesinde kuvvetlenir. Sadr da kalp sayesinde kuvvetlenmektedir.1330 "Sadr" ile "kalp" birbirine girmiş halkalara benzetilir. Nefs en alttadır. Sadr orta kısımdadır. Kalp ise üstte yer alır. Sadr, kalp ile nefsin müşterek alanıdır. Nefsten yalnızca kötülük meydana gelir. Sadra kalpten feyiz akmaktadır. Sadr günahın da yeridir. Zira nefs günahkârdır. Sadrı tesiri altına alır. Sadr bu şekilde sınanır. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: 1331"ر ُ ِتِهُم ااْلَْنَها ,Burada cennetliklerin "َونََزْعنَا َما ۪في ُصدُوِرهِ ْم ِمْن ِغ ّل تَْج۪ري ِمْن تَْح kaplerinde kin duygusu olmadan cennete girecekleri belirtilmiştir. Allah'a inanan kulun kalbi kinden korunmuştur. Çünkü onun kalbi iman yeridir. İnkârcıların, Allah'a şirk koşanların kalplerinde kin, zulüm gibi kötü duygular bulunmaktadır. Âyette bununla ilgili olarak şöyle 1325 el-En'âm 6/125; " Allah bir kimsenin hi dayetini dilerse onun kalbini İslam'a açar." 1326 Âl-i İmrân 3/119; "Şüphesiz Allah, kalplerde olanı hakkıyla bilir." 1327 ez-Zümer 39/22; " Allah kimin kalbini İslâm'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir?" 1328 Süleyman Uludağ, "Kalp", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2001, C. XIV, s. 230. 1329 el-İsfehânî, a.g.e., s. 560, 561. 1330 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 17, 33. 1331 el-A'râf 7/43; "(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa çıkarıp atarız." 213 buyrulmuştur: 1332" َّال ِكْب ر ِا ِاْن ۪في ُصدُوِرِهْم هَّللاِ بِغَْيِر ُسْلَطا ن اَٰتيُه ْم َِّن الَّ۪ذيَن يَُجاِدلُوَن ۪في ٰايَاِت ,Âyette "ا inkârcıların sadrlarında sadece kibrin bulunduğu ifade edilmiştir. Sadr kimi zaman daralır, kimi zaman ferahlar. Âyetlerde genişletmek, daraltmak ifadeleri sadra atfedilmiştir. Nitekim 1333"ِبَما يَقُولُو َن âyeti buna örnek "َولَقَْد نَْعلَُم اَنََّك يَ۪ضيُق َصْدُرَك olarak verilebilir. Âyette inkârcıların sözlerinden dolayı peygamberin gönlünün daraldığı belirtilmiştir. "Sadr" kelimesi Kur'ân'da 10 âyette tekil (34 ,(صدر ayette çoğul ( صدور) olarak geçmektedir. Bu âyetler incelendiğinde "َصْدر" ifadesinin "gönül, kalp, yürek" anlamında kullanıldığı görülmektedir. İki âyette ise muzari fiil kalıbında (يصدر) gelmiş ve "geri dönmek" manasında kullanılmıştır. Sadr kelimesinin geçtiği bazı âyetler: هَّللا ُ" "قُْل اِْن تُْخفُوا َما ۪في ُصدُوِرُكْم اَْو تُْبدُوهُ يَْعلَْمهُ "De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. "1334 ُّصدُورِ " هَّللاُ َع۪لي م بِذَاِت ال "َو "Allah gönüllerinizde ne varsa hepsini bilir. "1335 ِيّق ا َحَر جا" ِاْلْساَل ِم َوَمْن يُِرْد اَْن يُِضلَّهُ يَْجعَْل َصْدَرهُ َض هَّللاُ اَْن يَْهِديَهُ يَْشَرحْ َصْدَرهُ ِل "فََمْن يُِرِد "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.1336 ِ ر" ُّصدُو "قَْد َجاَءتُْكْم َمْوِعَظة ِمْن َربُِّكْم َوِش فَا ء ِلَما فِي ال "Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa gelmiştir. "1337 ُ صدُوَرُهْم ِليَْستَْخفُوا ِمْنه ُ" ِانَُّهْم يَثْنُوَن "ا اََل 1332 Mü'min 40/56; "Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler var ya, şüphesiz, onların kalplerinde kibirden başka bir şey yoktur." 1333 el-Hicr 15/97; "Andolsun onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını biliyoruz." 1334 Âl-i İmrân 3/29. 1335 Âl-i İmrân 3/154. 1336 el-En'âm 6/125. 1337 Yûnus 10/57. 214 "Bilesiniz ki, onlar Peygamber'den, (düşmanlıklarını) gizlemek için göğüslerini çevirirler."1338 ِّب اْشَرْح ۪لي َصْد۪ري" "ق َاَل َر "Dedi ki: Rabbim! Yüreğime genişlik ver."1339 ِ ر" ُّصدُو "فَِانََّها اَل تَْعَمى ااْلَْبَصاُر َوٰلِكْن تَْعَمى اْلقُلُوُب الَّ۪تي فِي ال "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur. "1340 Âyette inkârcıların gözleri olsa da inkârlarından dolayı kalplerinin hakikati idrak edemez olduğu belirtilmiştir. "يَْوَمئ ِذ يَْصدُُر النَّاُس ا َْشتَات ا" "O gün insanlar darmadağınık geri dönerler."1341 Bu âyette muzari fiil olarak gelmiş ve geri dönmek anlamında kullanılmıştır. bc. Fuâd ( الفؤاد ) "Fuâd" kelimesi bazı âlimlere göre "kalp" kelimesi ile müterâdiftir. Bazı âlimlere göre ise "kalp", "fuâd" kelimesinden daha özeldir. Râğıb Isfehânî'ye göre fuâd ( فؤاد ), kalp (قلب) gibidir.1342 Âsım Efendî "kalp" kelimesini "gönül" olarak, "fuâd" kelimesini ise "yürek" olarak tercüme etmiştir.1343 "Fuâd", Arap dilinde duyguları, düşünceleri temsil eden ifadedir.1344 Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: " وجعل لكم السع و االبصار و االفئدة " (Ve sizi işitme, görme melekeleriyle, düşünce ve duygularla donatmıştır."1345 Hakîm Tirmizî "fuâd"ın kalbin makamlarından olduğunu ifade etmiştir. "Fuâd"ı gözün renkli kısmındaki gözbebeğine benzetmiştir. Kandildeki fitili de örnek olarak vermiştir. Yani "fuâd" kalbin ortasında yer almaktadır. Fuâd, düşüncenin bilginin mahallidir. Görme de orada gerçekleşmektedir. Bir husus öğrenildiğinde ilk olarak fuâd denilen kısım öğrenir. Sonra da 1338 Hûd 11/5. 1339 Tâhâ 20/25. 1340 el-Hacc 22/46. 1341 ez-Zilzâl 99/6. 1342 el-İsfehânî, a.g.e., s. 809. 1343 Âsım Efendî, a.g.e., C. I, s. 445. 1344 Esed, a.g.e., s.103. 1345 es-Secde 32/9. 215 kalp öğrenir. Fuâd görür, kalp bilir. Böylelikle bilgi katmerlenir. Tirmizî, böyle bir durumda gaybın, hakikatin açıkça ortaya çıktığını belirtmiştir.1346 "Basar" (göz), "basiret" (kalp gözü) kavramları "fuâd" kavramı için kullanılabilir. Zira bunlar da görmeyle ilgilidir. Nitekim "فَاْعتَبُِروا يَا أُوِلي اأْلَْبَصار" 1347 âyetinde basîret sahiplerinin ibret alması istenmiştir. Onlar her şeyde hakikati görerek ders çıkaran, ibret alan kişilerdir.1348 "Fuâd" (فؤاد) kavramının çoğulu, " أفئدة " olarak gelir. Âyetlerde "fuâd" (فؤاد) kavramı 5 yerde müfred olarak, 11 yerde cemi' olarak geçmektedir.1349 "Fuâd" kelimesinin geçtiği bazı âyetler: "َما َكذََب اْلفُٰؤادُ َما َرٰاى" "Onun gördüğünü gönül yalanlamadı."1350 Bu âyette geçen " َاْلفُٰؤا د" kelimesi kalp olarak açıklanmıştır. Hz. Muhammed'in miraç hadisesinde gördükleri hayal değildi. Zira bunları kalbinin de tasdik ettiği belirtilmiştir.1351 ُُ۫ؤ ل" ُّل اُ۬وٰل ئَِك َكاَن َعْنهُ َمْس َّسْمَع َواْلبََصَر َواْلفُٰؤادَ ُك َِّن ال ۜ م ا ُ َما لَْيَس لََك بِ۪ه ِعْل "َواَل تَْق "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur."1352 Bu âyette Allah'ın insana kulak, göz, gönül verildiği hatırlatılmıştır. Âyette geçen "َ اْلفُٰؤاد" ifadesi kendisiyle düşünülecek akıl ve kalp olarak yorumlanmıştır.1353 ِب۪ه فُٰؤاد ََك" ُّرُسِل َما نُثَبُِّت ُُّص َعلَْيَك ِمْن اَْن بَاِء ال ًّال نَق "َوُك "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz."1354 Bu âyette kalbe metanet olması amacıyla peygamberlerin kıssalarından söz edildiği ifade edilmiştir. َۜةَ قَ۪لي ال َما تَْشُكُرونَ " َّسْمَع َوااْلَْبَصاَر َوااْلَْفـ ِد "َوَجعََل لَُكُم ال 1346 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 20, 59, 66. 1347 el-Haşr 59/2. 1348 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 61. 1349 el-Cevherî, a.g.e., s. 514; el-İsfehânî, a.g.e., s. 386; İbn Manzûr, a.g.e., C. III, s. 329. 1350 en-Necm 53/11. 1351 eş-Şevkânî, a.g.e., C. V, s. 124. 1352 el-İsrâ 17/36. 1353 et-Taberî, a.g.e., C. XVI, s. 261; el-Âlûsî, a.g.e., C. XIII, s. 422. 1354 Hûd 11/120. 216 "Size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!"1355 Âyette insana göz, kulak, kalp nimetlerinin bahşedildiği belirtilmiş, buna karşılık Allah'a gereği gibi şükretmek gerektiği vurgulanmıştır. ِ َة" َطلِ ُع َعلَى ااْلَْفـ ِد َّ "نار هللا الموقدة اَلَّ۪تي ت "Allah'ın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir."1356 Âyette geçen ِۜااْلَْفـ ِدَة ifadesiyle iki husus belirtilmiştir. Birincisi; gönül, kalp vücudun nazik alanıdır. En ufak acıyı dahi hisseder. Ateşin kalbe varması, cehennemliklerin çekeceği şiddetli azaba işaret eder. İkincisi; kötülüklerin kalpten sadır olmasından kaynaklanır. Kalp, gönül düşüncelerin yeridir. Ateş kötü düşüncelere sahip olan gönlü saracaktır.1357 ْ م" "فَاْجعَْل اَْفـ ِدَة ِمَن النَّاِس تَْه ۪وي اِلَْيِه "Artık insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl."1358 Bu âyette de ifadesi gönül anlamında kullanılmıştır. Kalbe gönül denmesinin sebebi kalbin gönle yakın اَْفـ ِدَة olmasındandır.1359 ُؤِسِهْم اَل يَْرتَدُّ اِلَْيِهْم َطْرفُهُ ْم َواَْفـ ِدَتُُهْم َه َوا ء" ُ۫ "ُمْهِط۪عيَن ُمْقنِ۪عي ُر "Gönülleri bomboş olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda, gözleri göğe dikilmiş bir vaziyette koşarlar."1360 Âyetin öncesinde zalimler ifadesi geçmektedir ve öüşrikler kastedilmiştir. Bu âyette de müşriklerin durumu tasvir edilmiştir. Gönüllerinin boş olmasından kasıt, kalplerinin akıl ve anlayıştan uzak olmalarıdır. İbnu'l Cevzî bununla ilgili farklı görüşleri nakletmiştir. Bir görüşe göre bundan, gönüllerinde iyiliğe, hayra dair bir şey olmaması kastedilmiştir. Diğer bir görüşe göre zalimler, dehşet verici şeyler görmeleri sebebiyle akıldan hâli olmuşlardır. İbn Kuteybe, korku sebebiyle kalplerinin titrek olduğunu söylemiştir.1361 bd. Lübb ( اللب ) 1355 el-Mülk 67/23. 1356 el-Hümeze 104/6-7. 1357 er-Râzî, a.g.e., C. XXXII, s. 208. 1358 İbrâhîm 14/ 37. 1359 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. III, s. 339, 340. 1360 İbrâhîm 14/ 43. 1361 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. III, s. 343, 344; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 581. 217 "Lübb" kavramı sözlükte "her şeyin özü, cevheri, hakikati" manasına gelir.1362 "Lübbü'l-lüb" kavramı, "özün özü, şüpheden arınmış ve kutsal nurla aydınlanmış akıl" manalarına gelmektedir. Bu kavram tasavvuf ıstılahında "akla güç veren ilahi ve kutsi nur" olarak tarif edilmiştir.1363 "Lübb" kelimesinin kaynağı, ayetlerde yer alan "ülü'l-elbab" kelimesidir. Örneğin ayette1364" ََّكُر اُ۬ولُوا ااْلَْلبَا ِب buyrularak ancak akıl sahiplerinin hakkıyla düşündüğü "اِنََّما يَتَذ vurgulanmıştır. Kutsî nurla kuvvetlenen, şüphe kabuğundan temizlenen aklın ilahi hakikatleri idrak edebileceği ifade edilmiştir. Burada kabuk (قشر) ifadesiyle kastedilen zâhir ilmidir. Çünkü o, bâtın ilmini tahriften korumaktadır.1365 Gazzâlî, tevhid aşamalarından bahsederken "lüb" (لب), "kışr" (قشر) kelimelerini kullanmıştır. Gazzâlî münafıkların imanını, özü bulunmayan kabuğa benzetmiştir. O iman şekilden ibarettir. Gaflette olanların imanı da kabuk gibidir. Allah dostlarının imanı lüb'tür. Sıddıkların imanı "lübbü'l-lüb"dür. Gazzâlî bu durumu ceviz örneğiyle açıklar. Cevizin katı kabuğu (قشر) "kışr"dır. Yeşil kabuğu (قشرالقشر) "kışrü'l-kışr"dır. Katı kabuğun içinde bulunan ceviz "lüb(لب)"dür. Onun içinde bulunan yağ ise "lübbü'l-lüb (لب اللب)"dür. Nihâi hedef buna ulaşmaktır. Tevhid inancında da özün özüne ulaşmaya, içinde gaflet bulunmayan bir imana erişmeye gayret etmek gerekir.1366 Sufilere göre insan-ı kâmil, mevcudatın özünün özüdür. "Zübde-i âlem", "hulâsâ-i mevcudât" gibi kavramlar bunu ortaya koyar. Ruh öz, beden kabuk gibidir. Başka bir açıdan mana öz, manayı ifade eden terim kabuktur.1367 Hakîm Tirmizî, lübbü gözün görme nuruna benzetir. Lübbü cevizde bulunan yağa da benzetmiştir. O, en güvenli mertebedir. İslamın fiili mevcudiyeti ona bağlıdır. Nurların hepsi onun çevresinde dönmektedir. Lüb yani öz iyi değilse öteki nurlar tamamlanamaz. Lüb tevhid ışığının kaynağıdır. Lüb aynı zamanda bir akıldır. O, tevhid toprağına ekilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın insana bahşettiği dinin kökü ve ihsanıdır. Lüb yalnızca müminlerde bulunmaktadır. Çünkü onlar dünyaya meyletmemiş, Allah'a yönelmişlerdir. Âyetlerde bu kişiler, "lüb 1362 el-İsfehânî, a.g.e., s. 446; İbn Manzûr, a.g.e., C. II, s. 490. 1363 el-Kâşânî, a.g.e., s. 72; el-Cürcânî, a.g.e., s. 190. 1364 ez-Zümer 39/9. 1365 el-Kâşânî, a.g.e., s. 72, 144. 1366 el-Ğazzâlî, İhyâ, C. IV, s. 240. 1367 Süleyman Uludağ, "Lüb", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXIII, s. 241. 218 sahipleri" (ülû'l-elbâb) olarak adlandırılmıştır. Böylelikle akıl sahipleri övülmüş, hakikati idrak konusundaki üstünlükleri belirtilmiştir. Lüb sahipleri, Allah'ı bilenlerdir. Allah'ı bilenler akıllıdır. Nitekim âyette 1368"وما يعقلها اال العالمون" (Onları sadece bilenler akledebilir) buyrulmuştur.1369 "Lübb" kelimesi âyetlerde tekil olarak geçmez. Bu kelime çoğul olarak ( ِاُ۬وِلي ااْلَْلبَاب) şeklinde 16 yerde geçmektedir. "Ûlü'l-elbâb" (ب ِ kavramı "selim akıl sahibi" anlamını (اُ۬وِلي ااْلَْلبَا ifade etmektedir. Bu tabirle kalp sahiplerine seslenilmiştir. "Ülû'l-elbâb" ifadesinin geçtiği bazı ayetler: َ ن" ِفي اْلِقَصاِص َحٰيوة يَا اُ۬وِلي ااْلَْلبَاِب لَعَلَُّكْم تَتَّقُو "َولَُكْم "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız."1370 هَّللاَ يَا اُ۬وِلي ااْلَْلبَاِب لَعَلَُّكْم تُْفِلُحو َن" "فَاتَّقُوا "Öyleyse ey akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz."1371 ِا َّال اُ۬ولُوا ااْلَْلبَابِ " َّكُر "َوَما يَذَّ "Ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar."1372 ََّكُر اُ۬ولُوا ااْلَْلبَا ِب " "اِنََّما يَتَذ "Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür."1373 ۜ ِب" "لَقَْد َكاَن ۪في قََصِصِهْم ِعْبَرة اِلُ۬وِلي ااْلَْلبَا "Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır."1374 ِ ب" ََّكَر اُ۬ولُوا ااْلَْلبَا ِكتَا ب اَْنَزْلنَاهُ اِلَْيَك ُمبَاَر ك ِليَدَّبَّ ُروا ٰايَاتِ۪ه َوِليَتَذ 1368 el-Ankebût 29/43. 1369 Hakîm Tirmizî, a.g.e., s. 61, 73. 1370 el-Bakara 2/179. 1371 el-Mâide 5/100. 1372 Âl-i İmrân 3/7, el-Bakara 2/269. 1373 ez-Zümer 39/9, er-Ra'd 13/19. 1374 Yûsuf 12/111. 219 "(Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik."1375 ِ ب" ِئَك ُهْم اُ۬و لُوا ااْلَْلبَا هَّللاُ َواُ۬وٰل ئَِك الَّ۪ذيَن َهٰديُهُم َۜهُ اُ۬وٰل ِبعُوَن اَْحَسن َّ "اَلَّ۪ذيَن يَْستَِمعُوَن اْلقَْوَل فَيَت "(Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.1376 Bu âyetler incelendiğinde " ب ِ ifadesiyle akıl sahiplerinin, derin kavrayış " اُ۬ولُوا ااْلَْلبَا sahiplerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim hakikati idrak edip ibret alabilmek selim akıl sahibi olmaya bağlıdır. Söz edilen akıl, imanla olgunluğa erişmiş akıldır.1377 be. Firâset (الفراسة ) "Firâset", sözlükte "sezme, keşfetme, ileri görüşlülük, öngörü, ince kavrayış" anlamlarını taşır.1378 Dar manada bir kişinin görünümünü inceleyerek onun huyu, mizacı ile ilgili tahmin yürütmek anlamına gelir.1379 Kapsamlı olarak bakıldığında, akıl ile duyularla değil, yalnız sezgi ile erişilen bilgilerin tümünü içine alan bir kavram olduğu görülür. Belirli bir hüccet bulunmaksızın zihinde beliren bilgi, yargı olarak da tanımlanır.1380 İhtiyatlı davranmak, dikkatli olarak tefekkür edip karar vermektir.1381 Cenâb-ı Hakk'ın, kalbine yerleştirdiği nur vesilesiyle kişinin iyiyi kötüden, güzeli çirkinden tefrik etmesine, "ilahi firâset" denilmiştir. " اتقوا فراسة المؤمن فانه ينظر بنور هللا" (Müminin firâsetinden sakınınız, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar)1382 anlamındaki hadiste ilâhî firâsete dikkat çekilmiştir.1383 Bu tür firâsetin tasavvufçular arasında yaygın olduğu görülür. Kaynaklarda eş-Şâfî'nin, firâsetli bir âlim olduğu nakledilir. Ayrıca islam âleminde firâset ile ilgili ilk eseri kendisinin kaleme aldığı belirtilir.1384 1375 Sâd 38/29. 1376 ez-Zümer 39/18. 1377 Elmalılı, a.g.e., C. IV, s. 2978, 2979. 1378 Erdoğan, a.g.e., s. 46, 146. 1379 el-İsfehânî, a.g.e., s. 186. 1380 Süleyman Uludağ, "Firâset", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XIII, s. 116. 1381 İbn Manzûr, a.g.e., C. VI, s. 160. 1382 et-Tirmizî, "Tefsir", 16. 1383 Uludağ, "Firâset", a.g.md., C. XIII, s. 116. 1384 Uludağ, "Firâset", a.g.md., C. XIII, s. 116. 220 Tasavvuf ilminde "firâset", bilgiye ulaşma araçlarından biri olarak görülmüştür. İlk devirlerde birtakım tasavvuf uleması "firâset" terimini, "yakînin keşf edilmesi ve gaybın açıkça ortaya çıkması" şeklinde tanımlamışlardır.1385 Mutasavvıfların "firâset" kavramını, "ilhâm" manasında kullanmışlardır.1386 Cürcânî firâseti, "kesin bilginin keşf vasıtasıyla hâsıl olması, gaybın görülmesi" olarak tarif etmiştir.1387 Mutasavvıflara göre firâsetli bir kul, Hakk'ın nuruyla sarfı nazar eder. Böylece Hakk, o müminin gören gözü olur.1388 İbn Kayyîm el-Cevziyye gibi fakihler firâsete kapsamlı manalar vermişlerdir. Onlara göre firaset, hüküm koyucunun, kanıtları ayrıntılı olarak ele alıp hadiseler arasında ilişki kurması neticesinde hakikati sezinlemesidir. İbn Kayyîm'e göre firâset, hüküm koyucu ve liderlerde olması gereken mühim bir özelliktir. O, firâsetle hareket edilmezse hatalı kararlar alınacağını belirtir. Aynı zamanda hukuki dayanaklar bırakılıp firasetle karar verme hakkında ileri gidilirse hata edilebileceğini belirterek dengeli bir usül takip edilmesinin lüzumuna değinmiştir.1389 Sufilere göre Allah'ın sevgili kullarının sahip olduğu firâset şaşmaz ve yanlış yapma ihtimalleri oldukça düşüktür. Firâset, Allah tarafından veli kullarına yapılan bir ikram olarak kabul edilmiştir. Evliyaların yaşamını kaleme alan sufi yazarlar, evliyanın üstünlüğünü belirtirken onların firâsetli oluşuna dikkat çekmişlerdir.1390 "Basîret, keşf, ilhâm" firâset terimiyle irtibatlı olan kavramlardandır. Basîret kelimesi sözlükte "kalbî itikati delil, hüccet, burhan" gibi manalara gelmektedir.1391 Ayrıca basiret kavramı, "idrak etme, görme, bir şeyin iç yüzüne vakıf olma, sezmek, bir şeyin hakikatini bilmek, kesin kanıt, ibret alınacak şey" anlamlarını da taşır. "Doğru idrak etme" manasında doğru firaset için "basîretli firâset" tabiri kullanılmıştır.1392 ِّسِمين" Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler) " اِّن في ذلك آليات لْلُمتََو vardır)1393 buyruğunda geçen "ِّسِمين ifadesi genel olarak "firâset sahibi" olarak "ُمتََو açıklanmıştır. Taberî bunu, "firâset sahibi müminler" olarak beyan etmiştir. Firâset 1385 el-Kuşeyrî, a.g.e., C. I, s. 267. 1386 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. II, s. 37; el-İsfehânî,a.g.e., s. 186; Âsım Efendî, a.g.e., C. II, s. 977. 1387 el-Cürcânî, a.g.e., s. 172. 1388 el-Kuşeyrî, a.g.e, C. I, s. 271. 1389 İbn Kayyîm, a.g.e., s. 3, 5. 1390 el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 483, 485. 1391 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. I, s. 141; Âsım Efendî, a.g.e., C. II, s. 162-163. 1392 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. I, s. 142. 1393 el-Hicr 15/ 75. 221 sahiplerinin hakikati sezerek ibret aldıkları ifade edilebilir.1394 Rivayete göre Hz. Muhammed yukarıdaki hadisi okuduktan sonra bu âyeti okumuştur. Ardından "ِّسِمين " ُمتََو ifadesi için, onların firâsetli kişiler olduklarını söylediği nakledilmiştir. Zeccâc bu ifadenin sözlükte, bir şeyi iyi inceleyerek hakiki alametini idrak eden manasına geldiğini söylemiştir. Bu ifadeye gören, derin düşünen, ibret alan manaları da verilmiştir.1395 Netice olarak firâset, kalbin hakikatleri idrak etmesi ve görmesidir. Dolayısıyla firâsetin basîret kavramıyla yakından ilişkili olduğu söylenebilir. bf. Hads (الحدس ) Sezgi, "zihnin, birlikte meydana gelmeleri sebebiyle ilkelerden sonuçlara vasıtasız olarak hızla ulaşması" olarak tanımlanmaktadır.1396 Arapça'da "hads" kavramıyla ifade edilir. Sözlükte, "vehmetmek, hayal etmek, kastetmek, hızlı ve doğru yürümek, çabuk kavrayış" olarak tarif edilir.1397 Sezgi, "bir şeyle ilgili tahminde bulunma, anî olarak idrak etme" manalarını içerir. Sezgi, zihnin akıl yürütmeye ihtiyaç olmaksızın hakikatleri aracısız bir şekilde bilmesidir. Dolayısıyla sezgi, zihinsel bir işlevdir. Zihnin bilgiyi birden bire elde etmesini sağlayan fonksiyonudur. Elde edilen bilgi bir tohum gibidir. Zira yeni bilgilerin ondan yeşertilmesi mümkündür. Sezginin, eşyayı bir anda idrak edebilen zihinsel bir faaliyet olduğu söylenebilir. Bu manada sezgi iyi ve sıhhatli gören göz gibidir. Konusu, içeriği bakımından farklı sezgi çeşitleri vardır. "Akli, tecrübî, felsefi, mistik" sezgi bunlardan bazılarıdır.1398 Kelamcılara göre bilhassa aklî sezgi mühimdir. Onlar sezgiyi, akli öncüllerden neticeye hızlı bir şekilde erişmek olarak kabul eder. Bu çeşit bir bilgi zorunludur ve kuşku barındırmaz. Filozoflar nezdinde de sezginin bu manası muteberdir. Nefsin, gerçeği aksettiren ayna haline ulaştığında mistik sezginin vuku bulacağı da ifade edilmiştir. Nefis bu durumda ilahi nura erişir. Nefsin bu duruma ulaşmasına "ilhâm" adı verilir. Sûfiler bilgi edinme metodu olarak sezgi ile ilhâmı benimsemişlerdir. Zira onlar, 1394 et-Taberî, a.g.e., C. V, s. 166. 1395 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. III, s. 377. 1396 el-Cürcânî, a.g.e., s. 511; et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 300, 301; Hökelekli, "Sezgi", a.g.md., C. XV, s. 68. 1397 Âsım Efendî, a.g.e., s. 893. 1398 Saliba, a.g.e., C. I , s. 454. 222 kişinin kabiliyetlerinin yalnızca istidlalle sınırlandırılmasını eleştirerek, tecrübe vasıtasıyla bilgi elde edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.1399 Sezgi gücü insanların tümünde doğuştan mevcut olan bir yetidir. Bu güç kimi insanda az, kiminde ise çok bulunur. Sezgi yönünden kişiler arasında mertebe farklılıkları bulunur. Kiminin sezme miktarı çok, kiminin sezme müddeti hızlıdır. Bu farklılaşmada çoğalmalar, azalmalar meydana gelebilir. Zekâdaki parlaklık belli bir dereceye çıktığında kişinin, taallüm tefekkür gereksinimi olmaz. Nitekim bu halde olan kişide bilgiler, araç ile deliller bir kerede oluşur. Fakat bu vasıf, istisnai kişilere özeldir. İbn Sînâ ile Gazzâlî'ye göre böyle üst seviyedeki sezgi kabiliyeti peygamberliğin bir vasfıdır. Aklın ulaştığı üst mertebeye "kutsal akıl" peygamberliğin bu üstün kuvvetine "kutsal güç" adı verilir.1400 Doğuştan bulunan, insandan insana değişiklik gösteren sezgi yetisinin sonradan edinilmesi de mümkündür. Öğrenme, sezgiye vesile olmakla birlikte onu kolay hale getirir. Zihnî açıdan kemale ulaşma, muayyen alanda ihtisas kazanma o husustaki sezgileri kuvvetlendirir. Ruhi durumları kötü etkileyen hissî gerilimler, düşünceler sezgi kuvvetini azaltır. Basîret yetisinde de buna benzer bir durum söz konusudur. Nitekim kötü işler yapanların kalp gözleri körleşir ve gerçeği sezemez olurlar. İyi işler yapanların bu yetisi gelişir ve hakikati bir bakışta sezecek mertebeye yükselirler. Dolayısıyla sezgi ile basîret yakın anlamlı kavramlardır. Keşf ile ilhâm kavramları sezgi kavramına anlamca yakın olan kavramlardandır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Gazzâlî gibi âlimler keşf ve ilhâmı sezginin çeşidi olarak görmüştür. Keşf kavramı sözlükte, "bir şeyin örtüsünün, perdesinin kaldırılması; gizli olan şeyin açığa çıkarılması, bir işin açıklanması" manalarına gelmektedir.1401 Istılahta, "Allah'ın kişinin kalbinde hâsıl ettiği ve onun bu vesileyle başka kişilere kapalı olan konuları bildiği bilgidir" olarak tarif edilmiştir.1402 Kur'ân'da türevleriyle beraber "sıkıntıyı, çaresizliği ortadan kaldırmak" anlamında kullanılır.1403 ء َ َّر ِاذَا دََعاهُ َويَْكِشُ ال ُّسوَء َويَْجعَلُُكْم ُخلَـ فَا ََّمْن يُ۪جيُب اْلُمْضَط "ا Çaresiz kalana dua ettiğinde cevap veren, sıkıntısını kaldıran ve sizi yeryüzünde) ااْلَرْ ِض " 1399 Hökelekli, a.g.md., C. IX, s. 68. 1400 İbn Sînâ, a.g.e., s. 168; el-Ğazzâlî, Me'âricü'l-Kuds, s. 160; a. mllf., Mişkâtü'l-Envâr, s. 81. 1401 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. IV, s. 32; el-İsfehânî, a.g.e., s. 411; İbn Manzûr, a.g.e., C. IX, s. 300; el-Cürcânî, a.g.e., s. 184; Âsım Efendî, a.g.e., C. III, s. 718. 1402 İbn Kayyîm, Medâricu's-Sâlikîn, C. III, s. 209-218. 1403 el-İsfehânî, a.g.e., s. 466. 223 halifeler kılan kimdir)1404 âyetinde keşf bu manada kullanılmıştır. Bununla birlikte Allah'a, sıkıntıyı ortadan kaldıran anlamında "kâşif" denilmiştir.1405 Başka bir âyette de, فََكَشْفنَا َعْنَك" Senin perdeni kaldırdık, artık bugün gözün keskindir)1406) ِغ َطاَءَك فَبََصُرَك اْليَْوَم َح۪ديد " buyurulmuştur. Gazzâlî'ye göre kesin bilgiye erişmede en güvenilir yol sezgidir. O, kesin bilgiyi şöyle tanımlar: "Yakin bilgi, bilinenin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktığı; yanılgı, yanlışlık ihtimali olmayan bilgidir."1407 Gazzâlî kuşku bulunmayan, güvenilir bilginin yalnızca Allah tarafından verilen bilgi olduğunu ifade eder. Gazzâlî bu bilgiyi "nûr" olarak isimlendirmektedir. İnsanın aklındaki problemlerin güvenilir yanıtı, direk Hakk’tan gelen, insanın kalbine akan nurda gizlidir. Bilginin direkt Allah’tan gelmesi, aniden gerçekleşmesi vb vasıflar, sezginin ana vasıflarıdır. Gazzâlî’nin anlayışındaki sezginin, ilâhi sezgi olduğu görülmektedir. Gazzâlî’ye göre bilgi derecelerinin alt basamağında duyular bulunur. Duyuların üzerinde akıl gücü vardır. Akıl gücünün üzerinde sezgi ve sezginin üzerinde vahiy yer almaktadır. Gazzâlî’nin anlayışında sezgi ile ilhâm terimleri aynı manayı ifade etmektedir.1408 O'na göre vahiy, bir tür sezgidir. Fakat vahiy, her kişinin erişebileceği bir sezgi türü olarak görülmemektedir. Vahiy, peygamberlere özeldir. Vahiy ve ilhâm kavramları arasındaki ayrım, sezginin kaynağıyla alakalıdır. İlhâmda sezginin nereden geldiği anlaşılmazken, vahiyde anlaşılmaktadır. Gazzâlî’nin anlayışında ilhâm yoluyla hâsıl olan bilgiler iki grupta ele alınır: Kalpte hâsıl olan bilginin kaynağı biliniyorsa, "vahiy" olarak adlandırılır. Bu, peygamberlere hastır. Bilginin kaynağı bilinmiyorsa bu bilgi "ilhâm" olarak adlandırılır. Bu bilgi ise, velilere özeldir. Vahiy, derece bakımından ilhâmdan üst konumdadır.1409 Âlimlerin bir kısmı eğitimin dayanağının sezgi olduğunu kabul etmektedir. Zira neticede nesnelerin idrak edilmesi sezgilerle gerçekleşir. Ayrıca sezgi açısından kişiler arasında mertebe farklılıkları bulunmaktadır. Bazı kişilerin orta terimi kavrama, sezme 1404 en-Neml 27/62. 1405 el-En'âm 6/17, Yûnus 10/107. 1406 Kâf 50/22. 1407 el-Ğazzâlî, el-Munkizü mine’d Dalâl Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler, (çev. Salih Uçan), s. 6. 1408 Aykut Küçükparmak, Gazzâlî’nin Bilgi Sisteminde Hadsî Bilgi, Muş: Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, Cilt 1, Sayı 2, s. 248. 1409 Mehmet Vural, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2004, s. 154. 224 miktarı çoktur. Bazı kişilerin de sezme hızı yüksektir. Gazzâlî'ye göre en üstün sezgi gücü, peygamberliğin vasfı olarak görülür.1410 Gazzâlî, sezgisel bilgileri deneyimle elde edilmiş bilgiler olarak kabul eder. Bu bilgilerde kesinlik vasfı bulunmakla beraber pak zihinde ortaya çıkarlar. Bu çeşit bilgilerden şüphe duyulması mümkün değildir. Ancak bu tür bilgileri kabul etmeyen kişiye bunların sahihliğini, kesinliğini kanıtlama imkânı yoktur. Zira sezgisel bilgiye delil tatbik edilememekle beraber talim yoluyla diğer kişiler buna ortak kılınamaz. Fakat bu bilgiye götüren metod anlatılabilir. Bu metodu talim eden kişi müsait durumdaysa, sezgisel bilgi hâsıl olur. Sezgisel bilgilerin benzer deneyimi yaşamamış kişilere ispatlanması mümkün değildir. Bundan dolayı kelamcılar bu çeşit bilgileri delil olarak kabul etmemiştir. Gazzâlî'ye göre, "Tatmayan bilmez, ulaşmayan idrak edemez."1411 Sühreverdî'nin görüşü de benzerdir. Sühreverdî, kişide meydana gelen sezgisel bilginin, bunun aynısı diğer kişilerde hâsıl olmadıkça o kişi için kesin kanıt olarak kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir.1412 bg. İlhâm (اإللهام ) "İlhâm" kavramı, sözlükte “içmek, yutmak " manasına gelen "l.h.m." (لهم) fiilinden türemiştir. "İlhâm" if'âl babından olup "yutturmak" manasına gelir. Yutma fiili gerçekleştiğinde ya " لَِهَم الشيء" ya da " اِْلتََهَمه " denilir. Istılahta "bir şeyin kalbe ilka edilmesi", "insanı bir şey meydana getirmeye, bir şey yapmaya sevk eden güç, heyecan" şeklinde tanımlanmıştır. " اْلهمه هللا الخير" ifadesi, "Allah ona iyiliği öğretti" manasına gelmektedir.1413 Râğıb el-İsfehânî'ye göre terim olarak "ilham", "Cenâb-ı Hakk'tan gelen iletimlere" denir. Taftâzânî, "feyz vasıtasıyla anlamın kalbe ilkası" olarak tanımlamıştır. Cürcânî'ye göre, "feyz vasıtasıyla kalpte hâsıl olan bilgi"dir. El-Askerî ilhamı, "iyiliğin uygulanması ve kötülükten uzak durulmasına dair kalpte meydana gelen bilgiler" olarak tanımlamıştır.1414 Bu manalardan hareketle basîret kavramının ilhâmla mana münasebeti olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim basîret kalpte hâsıl olan, iyiyi kötüden tefrik eden nûr olarak ifade edilmiştir. 1410 el-Ğazzâlî, Me'âricü'l-Kuds, s. 160; a.mlf., Mişkâtü'l-Envâr, s. 81. 1411 el-Ğazzâlî, Me'âricü'l-Kuds, 1990, s. 141, 191. 1412 es-Sühreverdî, a.g.e., s. 42. 1413 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. IV, s. 57; İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 555; el-İsfehânî, a.g.e., s. 687; el-Cürcânî, a.g.e., s. 25. 1414 el-Askerî, a.g.e., s. 96; el-İsfehânî, a.g.e., s. 687; et-Taftâzânî, a.g.e., s. 45; el-Cürcânî, a.g.e., s. 23. 225 Sezginin bir türü sayılan ilhâm, bazı filozoflara göre pak nefislerin faal akılla ittisalde bulunmasıyla haberlerin onlara aktarılmasını ifade eder. Bilginin meydana geliş nedeni faal akıldır.1415 İbn Sînâ ile Gazzâlî, üst derecedeki sezgi kabiliyetini peygamberliğin vasfı şeklinde görmüşlerdir. Sezginin bu seviyesine erişen kişi, biçimlerin tümünü orta terimleri kapsayan düzenle idrak eder. Aklın bu mertebesi "kutsî akıl", peygamberliğin bu üstün kuvveti de "kutsî güç" adını almaktadır.1416 Din uleması şeytanın şerri ilkasına mukâbil, Allah'ın iyiliğe ulaştıran bilgileri ilhâm vasıtasıyla gönderdiğine dair müşterek düşünceye sahiptirler. Mutezile uleması dahi, Allah'ın insana tefekkür etsin diye birtakım düşünceleri ilhâm vasıtasıyla ilettiğine inanmıştır. Bununla birlikte yaratıcının, tevfike erişsin diye inananlara şeceat, yenilsinler diye inanmayanlara korku verdiğini kabul etmişlerdir.1417 İlhâm kavramına anlamca yakın olan kelimelerden biri firâsettir. Bununla birlikte, aralarındaki farklılıklara da değinilmiştir. Firâsette bazı işaretleri göz önünde bulundurmak lazım gelir. İlhâmda böyle bir koşul bulunmamaktadır. Firâset vasıtalı bir şekilde kalpte hâsıl olan nurdur. İlhâm ise vasıta olmaksızın kalpte hâsıl olur.1418 Firset, dış hallerle ilgili akıl yürüterek, gizli halleri idrak etmektir. Bunun gerçekleşmesi de basîret ile mümkün olur. Bilinmeyen şeylere, bir çeşit keşf ve sezgi vasıtasıyla muttalî olmak olarak da ifade edilmiştir. Netice olarak mutasavvıflar, bütünüyle eş anlamlı değilse de, firâset kelimesini ilhâm manasında da kullanmışlardır. Ayrıca bilgi kaynakları arasında kabul etmişlerdir.1419 Kur'an'da "ilhâm" kavramı yalnızca bir yerde yer almaktadır: "فَاَْلَهَمَها فُُجوَرَها َوتَْقٰويَها" "(Allah) ona (nefse) fücûrunu da takvasını da ilhâm etti."1420 Bu âyette Cenâb-ı Hakk'ın, kişinin iç dünyasına manevi zaaflarını yerleştirdiği ifade edilmiştir. " َها" zamiri, önceki âyette yer alan nefse delâlet eder. Nefis kelimesiyle Hz. Âdem'in ve tüm insanların nefsinin kastedildiği söylenmiştir.1421 Bazı müfessirler bununla, Hz. Muhammed'in ve tüm 1415 eş-Şehristânî, Ebû’l-Feth Tâcuddîn Muhammed b. Abdulkerîm (v. 548/1153), el-Milel ve'n-Nihâl, (çev. Mustafa Öz), İstanbul: Ensar Neşriyat, 2005, C. ll, s. 201, 230. 1416 İbn Sînâ, a.g.e., s. 168; el-Ğazzâlî, Me'âricü'l-Kuds, s. 160; a.mlf, Mişkâtü'l-Envâr, s. 81. 1417 el-Eş'arî, a.g.e., s. 264. 1418 Hakîm Tîrmizî, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Hasen, el-Hakîm (v. 320/932), Hatmü'l-Evliyâ, (thk. Osmân İsmâîl Yahyâ), Beyrût: Ma'hedü'l-Âdâbi'ş-Şarkiyye, 1965, s. 392. 1419 el-Kâşânî, Letâifu'l-A'lâm, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: İz Yayıncılık, 2004, s. 561. 1420 eş-Şems 91/8. 1421 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 258. 226 insanların nefsinin kastedildiğini ifade etmiştir. Râzî " م َ ifadesini "yaratmak, tedbîr" olarak " اَْلَه beyan etmiştir. Buna göre âyet Allah'ın hayrı, şerri nefiste yaratmış olmasını ifade eder.1422 Elmalılı âyetteki "فُُجور" ifadesini "doğru yoldan ayrılıp şerre, isyana düşmek" olarak açıklamıştır. "Takva"yı, "nefsin kötülüklerden sakınmasının ilmi" şeklinde açıklamıştır.1423 Cenâb-ı Hakk'ın nefse hayrı şerri ilhâm etmesi, kişiye doğuştan verilmiş olan yeti şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca nefse hayrı, şerri iradesiyle seçme hakkının verilmesi anlamına da gelmektedir.1424 Dolayısıyla ilham, insanın kendi çabasına uygun olarak zuhur etmez. Nitekim 1425"وهديناه النجدين" âyeti bunu destekler niteliktedir. Öyleyse ilhâm insana doğuştan verilen bir yeti olarak görülmektedir. Taberî, ayetteki "فُُجور " kavramını "kötülük, isyan" olarak; "تَْقٰوي " kavramını "iyilik, itaat" olarak açıklamıştır. " َاَْلَهم " ifadesinin ise "bildirmek, açıklamak" manasında olduğunu ifade etmiştir. Cenâb-ı Hakk, insana iyiyi kötüyü temyiz etme gücünü vermiştir. İbn Zeyd bu ifadenin yaratma anlamını ifade ettiğini söylemiştir. Buna göre anlam, "fücûru, takvâyı nefiste yarattı." olmaktadır.1426 Tefsir âlimlerine göre, Mûsâ peygamberin annesine ulaştırılan vahiy, onun gönlüne yerleştirilen ilhâmdır. "İlhâm" ifadesi hadislerde de geçmektedir. Peygamberimizin, Husayn isimli sahabiye aktardığı duada, "شِدي ْ ِني ُر Allah'ım! Bana gerçeği bulma kabiliyetini) "اللهم اَْلهْم ilhâm et)1427 ifadesi yer almaktadır. Reşîd Rızâ'ya göre ilhâm husûsî bir bilgi çeşididir. O, ilhâmı ruhî bir idrak aracı olarak görmüş, bununla bilgiye erişilebileceğini belirtmiştir. İlhâmı, keskin gözlü kişilerin, diğer insanların göremediği noktaları görmesine benzetmiştir.1428 Dolayısıyla ilhâm iyiliği kötülükten, doğruyu yanlıştan temyiz etme yetisidir. Kalbi kötülüklerden arınmış olan kişi, hakikati bir bakışta idrak eder. Burdan da ilhâm kavramının basîretle ilişkisi ortaya çıkmaktadır. 1422 er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s. 169,170. 1423 Elmalılı, a.g.e., C. IX, s. 241. 1424 İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (v. 276/889), Tefsîru Garîbi'l-Kur'ân, (thk. Seyyîd Ahmed Sakr), Beyrût: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1978, s. 529; ez-Zemahşerî, a.g.e., C. IV, s. 759; er- Râzî, a.g.e., C. XXIII, s. 169, 170; el-Kurtubî, a.g.e., C. X, s. 133,134; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 516. 1425 el-Beled 90/10; "Biz ona (insana) eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?” 1426 et-Taberî, a.g.e., C. XV, s. 264–265. 1427 et-Tirmizî, "Da'avat", 69. 1428 Reşîd Rızâ, Muhammed, (v. 1865/1925), Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm: bi Tefsîri'l-Menâr, I-XII, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2005, C. VII, s. 422-423. 227 bh. Marifet ( المعرفة ) "Marifet", "a.r.f." (عرف) kökünden türeyen bir kelimedir. Sözlükte "bilmek, kavramak, sezgi, derûnî tecrübe, gerçekliğe ulaşmak" şeklinde tanımlanır.1429 "İkrar etmek, tanımak" manasını da kapsadığı belirtilmiştir.1430 Masdar olarak "bilgi" manasına gelmektedir. İrfan ile marifet kavramı, "düşünerek kavramak" anlamında da kullanılmaktadır.1431 Marifet kavramı iki anlamı barındırmaktadır. İlk anlam; açık olan husustan çıkarımda bulunarak ulaşılan kapalı, gizli hususu bilmektir. Zâhirden yola çıkılarak batına ulaşmaktır da denilebilir. Nitekim 1432"ل ِ ْۜم َولَتَْعِرفَنَُّهْم ۪في لَْحِن اْلقَْو buyruğunda marifet "َولَْو ن ََشاُء اَلََرْينَاَكُهْم فَلَعََرْفتَُهْم بِ۪سيٰميُه kelimesi bu manada gelmiştir. Buradan marifetin, bir hususu gösteren işaretleri tanıma aşamasında hâsıl olan ilim olduğu anlaşılmaktadır. Diğer manaya göre marifet, evvelde görmekle, tanık olmakla bir hususu bilmektir. Örneğin evvelde görülmüş kimsenin, sonradan karşılaşıldığında tanınması, bilinmesidir.1433 Marifet bazen ilimle müterâdif olarak kullanılmaktadır. Fakat aralarında birtakım farklılıklar bulunmaktadır. İlim umûmi özellikteki bilgiler için kullanılırken marifet husûsî özelliğe sahip bilgiler için kullanılır. Yani marifet daha husûsî bir manaya sahiptir. Zira marifette bilme eyleminin nesnesi tektir. İlimde bilme eyleminin nesnesi geneldir. Marifette, unutulan hususun hatırlanması manası da bulunmaktadır. Ayrıca ilmin zıttı cehl, marifetin zıttı inkârdır.1434 Bundan dolayı ilim kavramı daima marifetin yerini alamaz. Mutasavvıflar ilim kavramını marifet manasında kullandıklarında bunu, "ledün ilmi, bâtın ilmi, esrâr ilmi, hâl ilmi, mükâşefe ve müşâhede ilmi" kavramlarıyla ifade etmişlerdir. Söz edilen kavramlarla ilâhî sırlara, gerçekliklere, nefsin özelliklerine dair bilgiler kastedilmiştir. Marifet, çıkarım yapma yoluyla edinilen bilgilerden değerli kabul edilmiştir. Zira marifet vasıtasız bir şekilde hâsıl olur.1435 1429 el-Cevherî, a.g.e., C. IV, s. 1400; İbn Manzûr, a.g.e., C. IX, s. 236; ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXIV, s. 133. 1430 el-Kâşânî, a.g.e., s. 363. 1431 el-Ferâhîdî, a.g.e., C. III, s.135-136; el-İsfehânî, a.g.e., s. 495. 1432 Muhammed 47/30; "Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın." 1433 et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 1584. 1434 el-Kâşânî, a.g.e., s. 363; ez-Zebîdî, a.g.e., C. XXIV, s. 133. 1435 Süleyman Uludağ, "Marifet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXVII, s. 54, 55. 228 Mutasavvıflar bilgiyi, "ilahi aydınlanmaya vesile olan nur" olarak tanımlamışlardır. Bu nur, Cenâb-ı Hakk'ın nurundan yansır. Basîret olarak adlandırılan kabiliyet, bu nurla hakikati idrak eder. Dolayısıyla tasavvuf âlimlerinin marifet diye adlandırdıkları bilgi manevi nurlanma süreci şeklinde görülmektedir. Sûfiler marifeti, "birbirini izleyen nurlarla Hakk'ın kalplere doğması" olarak tanımlanmıştır.1436 Marifet kalp gözüyle hakikati görmektir. Kalp kaynaklı bir bilgidir. Bunlardan hareketle marifet kavramının basiret kavramıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Âyetlerde marifet ve irfan kavramları doğrudan geçmemektedir. Fakat " عرف" fiili, müştâklarıyla beraber yaklaşık yirmi yerde geçmektedir. Ayrıca âyetlerde bu kökten türemiş olan " عرفات , معروف , ُعْرف" gibi kavramların da geçtiği görülmektedir.1437 "عرف " fiilinin geçtiği bazı âyetler: ِ ر" "يَأُْمُروَن بِاْلَمْعُروِف َويَْنَهْوَن َعِن اْلُمْنَك "Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar."1438 ِ م" "تَْعِرُف ۪في ُوُجوِهِهْم نَْضَرةَ النَّ۪عي "Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün."1439 ْ َو ال َمْعُروف ا" "َوقُْلَن ق "Güzel söz söyleyin."1440 ْ م " "اَلَّ۪ذيَن ٰاتَْينَاُهُم اْلِكتَاَب يَْعِرفُونَهُ َكَما يَْعِرفُوَن اَْب نَاَءُه "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar."1441 "اَْلَوِصيَّةُ ِلْلَواِلدَْيِن َوااْلَْقَر۪بيَن بِاْلَمْعُرو ِف َحقًّا َعلَى اْلُمتَّ۪قينَ " "Anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir haktır."1442 1436 es-Serrâc, a.g.e., s. 56; el-Kelâbâzî, a.g.e., s. 63; el-Kuşeyrî, a.g.e., s. 601. 1437 Abdulbâkî, a.g.e., s. 348. 1438 et-Tevbe 9/71. 1439 el-Mutaffifîn, 83/24. 1440 el-Ahzâb 33/32. 1441 el-Bakara 2/146. 1442 el-Bakara 2/180. 229 bı. Hikmet ( الحكمة ) "Hikmet" kavramı, "h.k.m." (حكم) maddesinden türemiş bir isimdir. Sözlükte "engellemek, menetmek, alıkoymak" anlamlarına gelir.1443 "Bir şeyi sağlamlaştırmak, sağlam olmak" anlamlarını da taşımaktadır. "Yargıda bulunmak, adaletle hükmekmek" de sözlük anlamları arasında zikredilmiştir.1444 "El-kelime mine'l-hikme" (الكلمة من الحكمة) ifadesindeki "hikmet" kelimesinde "sakındırmak, engellemek" manası net olarak görülmektedir. Bu ifadeyle kişiyi iyiye meylettiren, yanlıştan sakındıran söz kastedilmiştir. Bu şekildeki sözler "hüküm" olarak da adlandırılmaktadır.1445 "Hikmet" kelimesinin Cenâb-ı Hakk'a nisbet edildiğinde mevcudatı en yüksek bilgiyle bilmek anlamını ifade ettiği nakledilmiştir. "Hikmet" (حكمة) ile "hüküm" (حكم) kavramları, "bilmek" (علم) ile "anlamak" (فقه) anlamlarında müteradiftir. Örneğin 1446"ِبيًّا "َوٰاتَْينَاهُ اْلُحْكَم َص buyruğunda yer alan hüküm kavramı, bilme ile anlama anlamıyla hikmeti ifade eder. Hüküm kavramı bilme, anlamayla beraber kullanıldığında yargıda bulunmak manasına gelmektedir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "hakîm" ( حكيم) olarak adlandırılması, O'nun hükmün sahibi olmasından kaynaklanır. Bu kavramın bireye nisbetinde, mutedillik ile adalet özelliğine olma manalarını ifade ettiği nakledilmiştir. Ayrıca tecrübeli, olgun kişiye "muhakkem" (كم َّ dendiği (ُمَح belirtilmiştir. Böylelikle insandaki hikmetin tecrübeyle bağlantısına işaret edilmiştir.1447 Cevherî "hakîm" (حكيم) kavramına "işleri gereği gibi sağlam yapan, ilmi hüküm sahibi" anlamlarını vermiştir. Farâbî hikmeti, "manaları kavramak" olarak beyan etmiştir. Batı kaynaklarında hikmetin "zihnî yetenek" manasına geldiği ifade edilmiştir.1448 Cürcânî hikmeti, "kişinin kuvveti çerçevesinde eşyanın hakikatini bilmesi" olarak tarif etmiştir. O'na göre hakikati yansıtan, akla uygun her söz hikmettir. Cürcânî, bu kavramın tamlamalarla kullanıldığında içerdiği anlamları nakletmiştir. Örneğin "ilâhi hikmet" ( الحكمة 1443 İbn Fâris, a.g.e., C. II, s. 91; el-İsfehânî, a.g.e., s. 248; İbnü'l-Cevzî, a.g.e., s. 261. 1444 İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 140; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., C. XII, s. 487; ez-Zebîdî, a.g.e., C. VIII, s. 353. 1445 İbn Dureyd, Ebû Bekr Muhammed b. Hasen el-Ezdî el-Basrî, (v. 321/933), Cemheretu’l-Luğa, I-III, Beyrût: Dâru'l İlm li'l-Melâyîn, 1987, C. I, s. 564. 1446 Meryem 19/12 ; "Ona (Hz. Yahya'ya) çocukken hüküm verdik." 1447 İbn Manzûr, a.g.e., C. XXII, s. 140. 1448 İlhan Kutluer, "Hikmet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1998, C. XVII, s. 503. 230 kavramı, insanî kuvvetin müdahalede bulunamadığı soyut varlıkların hallerini inceleyen (االهية ilmin ismidir. Bu, metafizik disiplinini akla getirmektedir. Ayrıca hikmetin daha hususi kullanımlarını aktarmıştır. Mesela şeriat ilimleri kapsamında ifade edilmiş hikmetten bahsetmektedir. O'na göre ifade dilmeyen hikmet, yalnızca bazı seçkin kullara özeldir. Bunlardan hareketle Cürcânî'nin hikmeti ilahi, beşeri olarak tasnif ettiği söylenebilir.1449 Tehânevi hikmeti, "şeytanın yol açabileceği felaketleri bilmek" olarak açıklamıştır. Ayrıca "bu felaketlerden muhafaza edici riyazet usüllerini bilmek" manasını ilave etmiştir. Tehanevi'ye göre "hikmet ilmi" (علم الحكمة) ifadesi, felsefeyi yansıtmaktadır.1450 Mutasavvıflar ilhâm, keşf, marifet vb. kelimeleri hikmet terimiyle ilişkilendirirler. Hikmet, hakikatin bilgisi demektir. Hikmet bilgisinin kazanılması ilim-amel birliğine ihtiyaç duyulan öğrenme aşamalarını içermektedir. Fakat bu öğrenme süreci, hikmetin yalnızca kişisel çabayla kazanılmasını temin için yeterli değildir. Çünkü Allah hikmeti dilediği kuluna verir. Peygamberler topluluğu buna örnektir.1451 Peygamberler haricinde de Allah dilediği insana hikmeti bahşeder. Bunun en belirgin örneği Hz. Lokman'dır.1452 Âyetlerde Hz. Lokman'ın peygamber olduğu ifade edilmemiştir. Fakat kendisine hikmet bahşedilen seçkin şahsiyet olarak öne çıktığı görülmektedir. İslam filozofları hikmet bilgisinin nebevi geleneğe dayandığını ifade etmiştir. Bu gelenek peygamberimiz ile nihayete ermiştir. Fakat âyetlerde Lokman(a.s.)'a hikmet bahşedildiği belirtilerek üstün kulların da hikmete muttalî olabileceklerine dikkat çekilmiştir. Öyleyse hikmetin, kişinin gerçek bilgiyi araştırma gayreti olduğu ifade edilebilir. Bu gayretin amacı Allah'ı tanıma yani marifetullah'tır.1453 Mukâtil b. Süleymân "hikmet" kelimesini beş yönden ele almıştır:1454 (1) Öğüt manasındadır. 1455"ِبه َ ل َعلَْيُكْم ِمَن اْلِكتَاِب َواْلِحْكَمِة يَِعُظُكْم هَّللاِ َعلَْيُكْم َو َما اَْنَز ِنْعَمَت " َواْذُكُروا buna misal olarak verilebilir. Burda Kur'ân ve içerisindeki öğütler kastedilmiştir. Başka bir misal, 1456" َ هَّللاُ َعلَْيَك اْلِكتَاَب َواْلِحْكَمة .âyetidir "َواَْنَزَل 1449 el-Cürcânî, a.g.e., s. 91. 1450 et-Tehânevî, a.g.e., C. I, s. 370. 1451 Âl-i İmrân 3/81. 1452 Lokmân 31/12. 1453 Selçuk, a.g.e., C. I. , s. 315-316. 1454 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., s. 87-88. 1455.el-Bakara 2/231; "Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın." 1456 en-Nisâ 4/113; "Allah sana Kitabı ve hikmeti indirdi." 231 (2) Anlayış, ilim manasındadır. Nitekim 1457"ِبيًّا ve "َوٰاتَْينَاهُ اْلُحْكَم َص "َولَقَْد ٰاتَْينَا لُْقٰمَن 1458 .âyetlerinde hikmet kavramı anlayış, ilim manasında kullanılmıştır اْلِحْكَمة َ" (3) Nübüvvet manasındadır. Buna 1459 "َهَّللاُ اْلُمْلَك َواْلِحْكَم ة ِاْبٰر۪هيَم اْلِكتَاَب ,"َوٰاٰتيهُ "فَق َْد ٰاتَْي نَا ٰاَل .ayetleri örnek olarak verilebilir َواْلِحْكَمة َ"1460 (4) Kur'ân'ın tefsiri manasındadır. Buna 1461"ُُ۫وتَِي َخْي را َك۪ثي را âyeti "َوَمْن يُْؤَت اْلِحْكَمةَ فَقَْد ا örnektir. (5) Kur'ân manasındadır. Bu manaya 1462 " ِاُْدُع ِاٰلى َس۪بيِل َربَِّك بِاْلِحْكَمة" âyeti örnek olarak verilebilir. İsfehânî "hikmet" kavramını "ilimle, akılla hakikate vâkıf olma" olarak tarif etmiştir. Hikmet, "bilginin hakikate uygun olması"dır. Bu kavram, Cenâb-ı Hakk hakkında kullanıldığında "her şeyi bilmek, sağlam biçimde yaratmak" manasını ifade etmektedir. İnsan hakkında kullanıldığında ise, "yaratılan şeyleri bilip iyilik işlemek" manasını taşır. Lokman'a bahşedilen hikmet bu anlamdaki hikmettir. "Hüküm" kavramı, "hikmet" kavramından daha umumidir. Nitekim çoğu hikmet hükümdür. Ancak hükümlerin hepsi hikmet değildir. Hikmet nübüvveti, Kur'ân ilmini de ifade etmektedir.1463 Âyetlerde "hikmet" kavramı ile müştakları 210 yerde geçmektedir.1464 "Hikmet" (حكمة) kavramı, 10 yerde kitap ifadesiyle birlikte geçmektedir. 3 kez "mülk" (ُمْلك), birer kez "öğüt" ifadeleriyle yer almaktadır. "Hikmetün baliga" ifadesi (َخْير) "hayır" ,(آية) "âyet" ,(مْوعظة) Kur'ân için kullanılmıştır.1465 "Hikmet" kavramının geçtiği bazı âyetleri inceleyeceğiz: ِتَي َخْي را َك۪ثي را " ُُ۫و ِتي اْلِحْكَمةَ َمْن ي ََشا ُء َوَمْن يُْؤَت اْلِحْكَمةَ فَقَْد ا "يُْؤ "Hikmeti dilediğine verir; kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir."1466 Müfessirler bu âyette hikmeti açıklarken çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Taberî bu kavramı sözde, davranışta isabet etmek olarak açıklamıştır. Hikmetin, "Kur'ân'ın anlaşılması, İslâm'ı bilmek, İslam'a tabi olmak" olarak yorumlandığını da aktarmıştır.1467 1457 Meryem 19/12; "Ona (Hz. Yahya'ya) çocukken hüküm verdik." 1458 Lokmân 31/12; "Andolsun biz Lokman’a hikmet verdik." 1459 el-Bakara 2/251; "Allah, ona (Davud’a) mülk (hükümdarlık) ve hikmet verdi." 1460 en-Nisâ 4/54; "Şüphesiz biz, İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermişizdir." 1461 el-Bakara 2/269; "Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir." 1462 en-Nahl 16/125; "(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle çağır." 1463 el-İsfehânî, a.g.e., s. 299. 1464 Öztürk, a.g.e., s. 402. 1465 Kutluer, a.g.md.,C. XVII, s. 503. 1466 el-Bakara 2/269. 1467 et-Taberî, a.g.e., C. I, s. 558; C. III, s. 89-91. 232 Zemahşerî bu ayeti açıklarken hikmeti "ilim, fiil uygunluğu" biçiminde ifade etmiştir. "Hakîm" kavramını, "ilmini fiile döken âlim" olarak açıklamıştır.1468 Râzî bu âyeti açıklarken hikmeti 4 mana üzere ele almıştır. Bunlar "öğüt, anlayış, ilim, nübüvvet"tir. O'na göre bu manaların müşterek yönü ilimdir. Hakikati bilmeye ilaveten hakikate münasip davranmak da hikmetin kapsamındadır. Nitekim ِّب َهْب ۪لي ُحْك ما َواَْلِحْق۪ني "َر َّصاِل۪حين" (Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat) بِال 1469 âyetinde geçen "حْك ما ُ " ifadesini "nazarî hikmet", "َّصاِل۪حين ِبال .ifadesini "amelî hikmet" olarak açıklamıştır "َواَْلِحْق۪ني Hikmet sadece peygamberlere ya da müminlere verilmemiştir. Her insanda düşünme yetisi bulunmaktadır. Bunu gereği gibi kullanan hikmete ulaşır.1470 İbn Kesîr'e göre de hikmet sadece peygamberliğe has değildir. En üstün beşeri tecellisi peygamberliktir. O, hikmeti daha geniş içerikli bir kavram olarak görmektedir. Çünkü peygamber olmayanların hikmete sahip olması mümkündür.1471 َِلُّمُهُم اْلِكتَاَب َواْلِحْكَمة َ" ِ هْم َرُسو ال ِمْنُهْم يَتْلُوا َعلَْيِهْم ٰايَاتَِك َويُع "َربَّنَا َواْبعَْث ۪في "Ey Rabbimiz! Onlara, senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek bir peygamber gönder."1472 Burda geçen hikmet, yalnızca peygamberin açıklamasıyla kavranılabilecek dini hükümleri bilmek olarak açıklanmıştır. Ayrıca bunların işaret ettiği öteki hükümleri kavramaktır. Taberî hikmeti, peygamberlik vazifesinin bir yönü olarak düşünmüştür. Dolayısıyla peygamberlerin, vahyi nasıl beyan edeceğini bilmeleri hikmettir. Vahyi diğer insanlara bildirmeleri de hikmetin içerisindedir. Bu şekilde kazanılan bilgi de hikmet olarak adlandırılmaktadır. Nitekim O, 1473"َهَّللاُ اْلُمْلَك َواْلِحْكَم ة âyetini "َوٰاٰتيهُ yorumlarken hikmeti nübüvvet olarak açıklamıştır.1474 Kurtûbî, hikmetin "Kur'ân ve sünnet" manasına geldiğini söylemiştir. ََِلُّمُهمُ اْلِكتَاب "يُع .ifadesine "kitabın sahih biçimde yorumlanması ile uygulanması" manasını vermiştir َواْلِحْكَمة َ" Bu mananın sünnet terimine yaklaştığını belirtmiştir. Ayrıca هَّللاِ َعلَْيُكْم َو َما اَْنَزَل َعلَْيُكْم ِنْعَمَت "َواْذُكُروا 1468 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. I, s. 396. 1469 eş-Şuarâ 26/83. 1470 er-Râzî, a.g.e., C. VII, s. 67,68, 69. 1471 İbn Kesîr, a.g.e., C. I, s. 322. 1472 el-Bakara 2/129. 1473 el-Bakara 2/251; "Allah, ona (Davud’a) mülk (hükümdarlık) ve hikmet verdi." 1474 et-Taberî, a.g.e., C. II, s. 632. 233 ayetindeki hikmeti, Kur'ân'da hükmü belirtilmeyen hususlarla ِمَن اْلِكتَاِب َواْلِحْكَمِة يَِعُظُكْم بِه"1475 ilgili Hz. Muhammed vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk'ın muradını beyan eden sünnet olarak açıklamıştır.1476 َ ل" ِاْلْن۪جي َِلُّمهُ اْلِكتَاَب َواْلِحْكَمةَ َوالتَّْوٰريةَ َوا "َويُع "Allah O'na (İsa'ya) kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek."1477 Bu buyrukta hikmet kavramı Tevrat'tan, İncil'den evvel gelmiştir. Buna göre kutsal kitaplara dair gaybi hususların sadece nazari, dini ilimlerin idrak edilmesiyle öğrenilebileceği beyan edilmiştir. Ayrıca ilâhî kitaplardaki inceliklerin idrak edilebilmesi hikmete sahip olmakla ilişkili görülmüştür.1478 ِبَّك بِاْلِحْكَمِة َواْلَمْوِعَظِة اْلَحَسنَةِ " "اُْدُع اِٰلى َس۪بيِل َر "(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır"1479 Âyette tebliğin metodu gösterilmiştir. Bu buyruktaki hikmet, kesin huccete dayanan bilgidir. Hakikati beyan eden, kuşkuyu yok eden doğru söz olarak da açıklanmıştır. Râzî buradaki hikmetin itikadi hususlardaki kesin deliller olduğunu beyan etmiştir.1480 İbn Abbâs hikmeti "Kur'ân bilgisi" olarak açıklamıştır. Süddî'ye göre hikmet, "nübüvvet"tir. Katâde, "Kurân'a dair sahih anlayış" olarak beyan etmiştir. Mücâhid ise, "kelamda, fiilde doğruyu yakalamak" olarak ifade etmiştir. Hikmet, "din hakkında tefekkür etmek, akıl yürütmek" şeklinde de yorumlanmıştır.1481 Hikmet kavramı tasavvufta genel olarak, "kalbin ilâhî hakikatlere vakıf olması" olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla bu kavram basîretle yakından ilişkilidir. 2. Zıt Anlamlıları a. Akıl Temalı Zıt Anlamlıları aa. Humk (الحمق) 1475 el-Bakara 2/231; "Allah'ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın." 1476 el-Kurtubî, a.g.e., C. II, s. 131; C. lll, s. 157, 330. 1477 Âl-i İmrân 3/48. 1478 er-Râzî, a.g.e., C. VIII, s. 54. 1479 en-Nahl 16/125. 1480 ez-Zemahşerî, a.g.e., C. II, s. 435; İbn Atıyye, a.g.e., C. III, s. 432; el-Beydâvî, a.g.e., C. I, s. 574; en- Nesefî, a.g.e., C. II, s. 304; el-Bursevî, a.g.e., C. V, s. 97; eş-Şevkânî, a.g.e., C. III, s. 203; İbn Âşûr, a.g.e., C. XIV, s. 326-327. 1481 İbn Atiyye, a.g.e., C. I, s. 364. 234 Akıl, insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerdendir. İsfehânî aklı, "bilginin hâsıl olmasını sağlayan kuvvet, bu kuvvetle kazanılan bilgi" olarak tanımlamıştır.1482 Dînî sorumluluktaki temel şart birinci manadaki akıldır. Kâşânî'ye göre akıl, "varlığı, Rabbinden kabul eden ilk cevherdir". O, "rabbini ilk bilen ve feyzini kabul eden şey" olduğu için akıl olarak adlandırılmıştır.1483 Aklın zıttı ahmaklıktır. Âkil (َعاقِل), "fikir kuvveti bulunan, işini doğru bir şekilde ifa eden, nefsinin iplerini elinde tutabilen kimse" olarak tanımlanmaktadır.1484 Kur'ân'da kişinin düşüncelerine, davranışlarına mana kazandıran ve mükellef kılan şeyin akıl olduğu belirtilir. "Akıl" kavramı 49 âyette yer almaktadır.1485 Bu âyetlerde çoğunlukla aklı amacına uygun kullanmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Allah Teâlâ akla, hakikatleri idrak etme, kavrama, onlar hakkında tefekkür etme vazifesi vermiştir. Nitekim هَّللاُ لَُكْم ٰايَاتِ۪ه لَعَلَُّكْم تَْعِقلُو َن" (Allah ayetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır) "َكٰذِلَك يُبَيُِّن 1486 buyruğunda aklın bu işlevine dikkat çekilmiştir. Akıl bu işlevini yerine getirmediğinde insan akılsız konumuna düşer. Zira aklını gereği gibi kullanmamaktadır. Hakikati görmeyen kişinin, gözleri görse bile kör kabul edilmesine benzer bir şekilde, ilahi gerçeklikler üzerine düşünmeyen, aklını kullanmayan kişi de aklı bulunsa bile akılsız sayılır. Âyetlerde bazı kimseler, Allah'ın bahşettiği aklı aktif olarak kullanmadıkları için akılsız olarak nitelenmişlerdir. İnsanın fıtratına, tefekkür ederek Allah'ın varlığı ve birliği inancına erişebilecek kabiliyet verilmiştir. Bu kabiliyetin insanı doğru inanca ulaştırması için aklın gereğine uygun, doğru bir şekilde kullanılması gerekir. Aklını yerli yerinde kullanmayanlar yaratıcısnı inkâra kadar gider. Nitekim " َِّرْجَس َعلَى الَّ۪ذيَن اَل يَْعِقلُون ,O) "َويَْجعَلُ ال akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır)1487 âyetinde Allah'ın verdiği bu kabiliyeti gereği gibi kullanmayanların küfr içerisinde kalacakları ifade edilmiştir. ٌّم بُْك م "ُص َ ن" (Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü onlar düşünmezler) ُعْم ي فَُهْم اَل يَْعِقلُو 1488 âyetinde akletmeyenler kınanmıştır. "ر ِ َّس۪عي ۪ في اَْصَحاِب ال Şayet kulak vermiş) " َوقَالُوا لَْو ُكنَّا نَْسَمُع اَْو نَْعِقُل َما ُكنَّا veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi şu alevli cehennemin mahkûmları arasında 1482 el-İsfehânî, a.g.e., s. 719. 1483 el-Kâşânî, a.g.e., s. 396, 397. 1484 İbn Manzûr, a.g.e, C. XI, s. 458. 1485 Bolay, "Akıl", a.g.md., C. V, s. 238. 1486 el-Bakara 2/242. 1487 Yûnus 10/100. 1488 el-Bakara 2/171. 235 olmazdık derler)1489 âyetinde ise akledenlerin cezalandırılmaktan kurtulacakları ifade edilmiştir. Netice olarak akılsızlık içerisinde olmamak ve aklı doğru bir şekilde kullanmak için araştırmak ve doğru bilgiye ulaşma hakkında gayretli olmak gerekmektedir. َوتِْلَك ااْلَْمثَاُل" َ ن" َّال اْلعَاِلُمو İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların) نَْضِربَُها ِللنَّا ِس َوَما يَْعِقلُـ َها اِ hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır)1490 âyetinde bilenlerin akledebileceği vurgulanmıştır. ab. Sefâhet (السفاهة ) "Sefâhet" kavramı "s.f.h." kökünden türemiştir ve "tutumda hafiflik" anlamına gelmektedir. Mutluluk ya da öfke anında kişinin aklın zıttına iş yapmasına sebep olan bir durumdur. Ayrıca kişi böyle bir durumda şer'in gereklerini de yerine getirmemektedir.1491 Hilmin karşıtı olup cehl manasında da kullanılmaktadır.1492 "Akıl eksikliği" manasını da içermektedir.1493 Sefeh kavramı fıkıh ıstılahında, "akla ve şeriate ters olacak şekilde malı israf etmek" manasında kullanılmaktadır. Kendisinde sefâhet bulunan kişi "sefih" olarak adlandırılır. Sefih kimse akla ve şeraite ters düşecek şeyler yapmaktadır. Böyle bir kimsenin eleştirme, sorgulama kabiliyeti gelişmemiş olduğundan fiillerinde isabet etmesi mümkün olmaz. Bu hal, atalarının dinini taklit eden müşriklerin durumuna benzemektedir. Kur'ân'da "sefeh" kelimesi müştaklarıyla beraber 11 âyette yer almaktadır.1494 Bu kavram âyetlerde iki manada kullanılmıştır. Birincisi, inkârcıların müslümanlara karşı alaycı tavırlarını ortaya koyan ayetlerde "akılsız, cahil" manasındadır. İnkârcılar her daim kendilerini üstün görerek inananları akılsızlıkla, câhillikle itham etmişlerdir. Bu, her çağda vâki olan bir durumdur. Âyetlerde müşriklerin bu psikolojik yapısı ortaya konulmaktadır. Aşağıdaki âyetler bu hususa örnek olarak verilebilir: ُّسفَـ َهاُء وَ ٰلِكْن اَل يَْعلَُمونَ " ُۜء ا اََل اِنَُّهْم ُهُم ال ُّسفَـ َها "َواِذَا ۪قيَل ل َُهْم ٰاِمنُوا َك َما ٰاَمَن النَّاُس قَال ُوا اَنُْؤِمُن َك َما ٰاَمَن ال 1489 el-Mülk 67/10. 1490 el-Ankebût 29/43. 1491 İbn Fâris, a.g.e., C. III, s. 80; el-Cürcânî, a.g.e., s. 158. 1492 İbn Manzûr, a.g.e., C. XIII, s. 497. 1493 İbn Fâris, a.g.e., C. III, s. 79; Âsım Efendî, a.g.e., C. VI, s. 5571. 1494 Abdülbâkî, a.g.e., s. 110. 236 "Onlara 'Diğer insanlar gibi siz de iman ediniz' denildiğinde, 'Akılsızların inandıkları gibi biz de inanalım mı?' derler. Biline ki, asıl akılsızlar onlardır, fakat bilmezler."1495 ِانَّا لَنَُظنَُّك ِمَن اْلَكاِذ۪بيَن "قَاَل اْلَمََلُ الَّ۪ذيَن َكفَُروا ِمْن قَْوِم ۪ه اِنَّا لَنَٰريَك ۪في َسفَاَه ة َو َ ن" ِّب اْلعَالَ۪مي ۪نّي َرُسو ل ِمْن َر قَاَل يَا قَْوِم لَْيَس ۪بي َسفَاَهة َوٰلِك "Kavminden ileri gelen kâfirler, 'Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz' dediler. 'Ey kavmim!' dedi, 'Ben akılsız değilim, ama âlemlerin rabbinin gönderdiği bir elçiyim.' "1496 "Sefih" kelimesinin ikinci manada, aklî yetileri zayıf kimse hakkında kullanıldığı görülmektedir. Bu duruma örnek olarak verilebilecek ayetler şunlardır: ِقيَاما وَ اْرُزقُوُهْم ۪فيَها َواْكُسوُهْم َوقُولُوا لَُهْم قَْوال َمْعُروف ا " هَّللاُ لَُكْم ُّسفَـ َهاَء اَْمَوالَُكُم الَّ۪تي َجعََل "َواَل تُْؤتُوا ال "Allah’ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel şeyler söyleyin."1497 ِ ل" ِباْلعَْد َّل ُهَو فَْليُْمِلْل َوِليُّهُ ُّق َس۪فيها اَْو َض۪عيفا اَْو اَل يَْستَ۪طيُع اَْن يُِم "فَِاْن َكاَن الَّ۪ذي َعلَْيِه اْلَح "Allah'ın, sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."1498 Sefihlik "beyinsiz" manasında da kullanılmıştır. Örneğin ِهَّللا "َواَنَّهُ َكاَن يَقُوُل َس۪فيُهنَا َعلَى Demek aramızdaki beyinsiz, Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyormuş)1499) َشَطط ا " âyetinde müslüman olan cinlerin şeytanları ya da cinlerin inkârcı olanlarını beyinsiz olarak vasıflandırdıkları görülmektedir. ac. Cehâlet (الجهالة ) "Cehl" (جهل ) kavramı sözlükte, "bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak" manasına gelmektedir.1500 Cehâlet (جهالة), "bir eylemi bilmeden uygulamak"tır. İnsanı cehâlete yönlendiren şeye (ِمْجَهلة) denir. Araplarda (جهلُت الشيء) ifadesi, "onu bilmiyorum" 1495 el-Bakara, 2/13. 1496 el-A'râf, 7/66-67. 1497 en-Nisâ 4/5. 1498 el-Bakara 2/282. 1499 el-Cin, 72/4. 1500 Mustafa Çağrıcı, "Cehâlet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. VII, s. 218. 237 manasındadır. Cehâlet, ilmin zıttıdır.1501 Zebîdî'ye göre cehâlet, "bir bilgiye sahip olunmayan hususlarda bilgisizce davranmak"tır.1502 El-İsfehânî, cehâlet kavramını üç manada ele almıştır. İlk mana; kişinin bilgiden yoksun olmasıdır. Cehâletin temel manası budur. İkinci mana; bir hususa olduğundan farklı şekilde inanmaktır. Diğer mana; eşyaya hak ettiğinden farklı biçimde davranmaktır. Bunu uygularken inancının sahih ya da hatalı olması fark etmez. Râğıb el-İsfehânî buna şu âyetleri örnek göstermiştir:1503 َ ن" هّلِلِ اَْن اَُكوَن ِمَن اْلَجاِه۪لي ُوا اَتَتَِّخذُنَا ُهُز وۜا قَاَل اَُعوذُ بِا "قَال "Bizimle alay mı ediyorsun demişlerdi. O da: Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım, demişti."1504 Bu âyette, dalga geçmek câhillik olarak ifade edilmiştir. " يَا اَيَُّها الَّ۪ذيَن ٰاَم نُوا اِْن َجاَءُكْم فَاِس ق بِنَب َا فَتَبَيَّن ُوا اَْن تُ۪صيبُوا قَْو ما بَِجَهال َة " "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz."1505 Cehâlet kelimesinin hilmin zıt anlamlısı olduğu da ifade edilmiştir. Izutsu, buna ilk kez Goldziher'in dikkat çektiğini nakleder. Izutsu'ya göre cehl kavramının en dikkat çekici niteliği, kişinin hareket biçimine dair kısmıdır. Cehl, sinirlendiğinde kendisine hâkim olamayıp, neticesini düşünmeden fiiller sergileyen bireyin sorumsuz hareketleridir. Hilm ise, cehâleti dizginleyebilen kişinin tutumudur. Halîm olan kişi kendine hâkim olmasını, arzularıyla baş etmesini, sakinliğini korumasını bilir.1506 "Cehâlet" kelimesi ile müştakları Kur'ân'da 24 yerde geçmektedir. Kur'ân'da çoğunlukla cehaletin zararlarından, cahillerin yanılgılarından söz edilmiştir. İlk nâzil olan âyetlerde kişiye bilmediği hususların öğretildiği belirtilmiştir. Buradan hareketle cehâletin, bilgisizliğin insan için kötü durumlardan olduğu sonucu çıkarılabilir. Akıl ile bilgi, insanı öteki canlılardan farklı kılan özelliklerdendir. Yaşamını cehâletle geçiren kişinin hayvanlık 1501 İbn Manzûr, a.g.e., C. XI, s. 129, 130. 1502 ez-Zebîdî, a.g.e., C. Vll, s. 26. 1503 el-İsfehânî, a.g.e., s. 143. 1504 el-Bakara 2/67. 1505 el-Hucûrât 49/6. 1506 Toshihiko lzutsu, Kur'ân'da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul: Pınar Yayınları, 1991, s. 51, 52. 238 seviyesini aşamamış olduğu kabul edilir. Bunun sebebi, kendisine verilen akıl ve idrak etme yetisini amacına uygun kullanmayıp cehâleti kabullenmesidir. Âyetlerde cehâlet kavramı hem "bilgisizlik" manasında hem de "hiddet, kin, saldırganlık" vb. menfî hasletlerin karşılığı olarak yer almaktadır. Bu hasletler cahiliye devrinin ahlâkî yapısını yansıtmaktadır. Kur'ân insanları bu tarz cehâletten arınmaya davet etmiştir. Nitekim 1507" َِباْلعُْرِف َواَْعِرْض َعِن اْلَجاِه۪لين âyetinde câhillerden, cahillikten "ُخِذ اْلعَْفَو َوأُْمْر uzak durulması emredilmiştir. "َواِذَا َخاَطبَُهُم اْلَجاِهلُوَن قَالُوا َساَل ما" (Cahiller kendilerine sözle sataşınca 'selam' derler)1508 âyetinde câhillerin tavrına karşılık müminlerin faziletli davranışlarından söz edilmiştir. Bu ayette cehâlet ile hilmin zıt anlamlı olduğu açıkça görülmektedir. Hilm, müslümanın aslî karakterini yansıtmaktadır.1509 Hz. Muhammed'in, "Biri ona karşı bir câhillik ederse oruçlu olduğunu söylesin"1510 hadisinde ve "O iyi bir insandı, fakat öfke onu câhilleştirdi"1511 hadisinde câhillik kelimesi hilm, sakinliği koruma gibi davranışların zıttı olarak kullanılmıştır. Cehâlet âyetlerde "hakikati idrak edememek, anlayamamak, Allah'ın kudretine dair delilleri görememek" anlamında da kullanılmıştır. Dolayısıyla cehâlet ile hakikati görme yetisi olan basîret kelimesinin zıt anlamlı olduğu anlaşılmaktadır. Doğru inanç ve sâlih amel ile gönül gözünü açık tutan kişi câhillikten berî olur. Kötülüklerle, yanlış inançla gönül gözü körelen kişi câhillikten kurtulamaz ve hakikati göremez. ad. Ğaflet (الغفلة) "Ğaflet" sözlükte "bir şeye yeterli ölçüde dikkat ve özen göstermediği için unutmak, dalgınlıkla veya unutmadığı halde terk ve ihmal etmek, aldanmak, farketmemek, boş bulunmak" manalarına gelmektedir.1512 İbn Manzûr "ğaflet" kelimesini, "nefsin hevaya tâbi 1507 el-A'râf 71/199; "Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." 1508 el-Furkân 25/163. 1509 Çağrıcı, a.g.md., C. VII, s. 219. 1510 İbn Mâce, "Sıyâm", 21. 1511 Müslim, "Tevbe", 56, 57. 1512 Yunus Apaydın, "Gaflet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. XIII, s. 284. 239 olması, vaktin boşa harcanması" olarak açıklamıştır.1513 Bu kavram, "dikkatli olunmama sebebiyle kişide oluşan yanılgı durumu" olarak da tanımlanmıştır.1514 "Ğaflet" kelimesi "nisyan, yanılma" anlamlarını içermekle beraber bu kelimelerden ayrıdır. Kişinin, bir hususu bildiği halde bırakması "ğaflet", bilmeden bırakması "nisyan"dır. Birşeyin lüzumunun muayyen olmasına rağmen bunun kavranamaması ğafleti ifade eder. Diğer bir tabirle mühim olan şeyin önemini idrak edememektir. Kur'ân'da "ğaflet" kavramı 35 âyette yer almaktadır. Âyetlerde, kendisine yarar sağlayacak şeyleri bilmeyenler "gâfil" olarak adlandırılmıştır. لَُهْم قُلُو ب اَل يَْفقَُهوَن بَِه ا َولَُهْم اَْعي ُن اَل" َ ن" ُّل اُ۬وٰل ئَِك ُهُم اْلغَافِلُو ۜ ِبَهۜا اُ۬وٰل ئَِك َكااْلَْنعَاِم بَْل ُهْم اََض Kalpleri vardır ama) يُْبِصُروَن بَِه ا َولَُهْم ٰا ذَا ن اَل يَْسَمعُوَن onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl ğâfiller onlardır)1515 buyruğunda hakikati görmek istemeyenlerden, kalpleri kilitli olanlardan gafil olarak söz edilmiştir. " َٰاْلَصاِل َواَل تَُكْن ِمَن اْلغَاف ِ۪لين ِّو َوا ُّرعا َو۪خيفَة َودُوَن اْلَجْهِر ِمَن اْلقَْوِل بِاْلغُد ُ "َواْذُكْر َربََّك ۪في نَْفِسَك تََض (Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam rabbini zikret, gafillerden olma)1516 âyetinde ise inananlara, ğafil olmamalarına dair öğüt verilmişitir. ال ٰذِلَك بِاَنَُّهْم َكذَّبُوا بِٰايَاتِنَا َوَكانُوا َعْنَها َغافِ۪لينَ " ۜ ِ يَتَِّخذُوهُ َس۪بي Fakat eğrilik yolunu) "َواِْن يََرْوا َس۪بيَل اْلغَّي görürlerse hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalan saymalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir)1517 buyruğunda ğafil kimselerin yanlış yola meylettikleri ifade edilmiştir. ُّق فَِاذَا ِهَي َشاِخَصة اَْبَصاُر الَّ۪ذيَن َكفَُروۜا يَا َوْيلَنَا قَْد ُكنَّا ۪ في َغْفل َة "َواْقتََرَب اْلَوْعدُ اْلَح َ ن" Şaşmaz sözün gerçekleşmesi yaklaşmıştır; bir de bakarsın ki inkârcıların) ِمْن ٰهذَا بَْل ُكنَّا َظاِل۪مي gözleri yerinden fırlamış! 'Gerçekten biz, bu konuda ğaflet içindeymişiz; daha da ötesi büsbütün zulme batmışız' diye yakınmaktadırlar)1518 âyetinde ise ğaflette bulunanların öbür dünyada pişmanlık duyacaklarına dikkat çekilmiştir. Âyetlerde "ğaflet" kavramının "habersiz olma" anlamında da geçtiği görülmektedir. Aşağıdaki âyetler buna örnek olarak verilebilir: َۗن َوِاْن ُكْنَت مِ ْن قَْبِل۪ه لَِمَن اْلغَافِ۪لينَ " ِب َما اَْوَحْي نَا اِلَْيَك ٰهذَا اْلقُْرٰا ُُّص َعلَْيَك اَْحَسَن اْلقََصِص "نَْحُن نَق 1513 İbn Manzûr, a.g.e., C. II, s. 361. 1514 el-İsfehânî, a.g.e., 236. 1515 e1-A'râf 7/179. 1516 el-A'râf 7/205. 1517 el-A'râf 7/146. 1518 Enbiyâ 21/97. 240 "Biz bu Kur'ân'ı sana vahyetmekle (başka konular yanında) en güzel kıssayı da anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen daha önce bunları bilmiyordun."1519 Bu âyette ğaflet kelimesiyle bilmemek, haberi olmamak kastedilmiştir. Nitekim Hz. Muhammed O'na vahiy gelmeden evvel Hz. Yûsuf kıssasına dair bilgiye sahip değildi. Allah'ın bu hâdiseyi O'na vahiyle bildirdiğine dikkat çekilmiştir. "لَقَْد ُكْنَت ۪في َغْفل َة ِمْن ٰهذَا فََكَشْفنَا َعْنَك ِغ َطاَءَك فَبََصُرَك اْليَْوَم َح۪دي د " "Sen bu konuda tam bir gaflet içindeydin, artık gözünden perdeni kaldırdık, şimdi gözün keskindir"1520 Bu âyette insanın hesap günü, dünyadayken görmediği bilmediği birçok şeyi artık göreceğine, bileceğine işaret edilmiştir. Âyette geçen "gözün keskindir" ifadesinin üç şekilde yorumlandığı nakledilmiştir. İlki; kişinin ilahi tartıya konulan amellerini görmesidir. Bunu Mücâhid ifade etmiştir. İkincisi; kişinin ahireti görmesi sebebeiyle gözünü kırpmamasıdır. Bu Mukatil'in görüşüdür. Üçüncüsü; ilerisi görüş manasındadır. Bu Zeccac'ın görüşüdür.1521 َ ن" َّما يَْعَملُو هَّللاُ بِغَاف ِل َع (.Allah onların yaptıklarından habersiz değildir) " َوَما هَّللاُ ,1522 "َوَما َّما تَْعَملُونَ " (Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir) بِغَاف ِل َع 1523 âyetlerinde Cenâb-ı Hakk'ın gâfil olmadığı, her şeyden haberdar olduğu vurgulanmıştır. Mutasavvıfların gaflet konusunu ayrıntılı olarak ele aldıkları görülmektedir. Gafleti "en büyük musibet" şeklinde tarif eden sufiler vardır. Gaflet uykusunu "derin uyku" olarak ifade ederler. Onlara göre gaflet olmasaydı nefis hevâya tâbi olmazdı. Sufiler kalbin gaflette olmaması gerektiğini söylemişlerdir. Eğer kalpte Allah korkusu varsa orda gaflet yer almaz. Sufiler gafleti, biri rahmet öteki felaket olmak üzere iki kısımda ele almışlardır. Bazı durumlarda gafletin gerekliliğine inanmışlardır. Gafetin rahmet olan hâli Allah'a kulluk etmekten alıkoymaz. Gafletin felaket olan hali ise günah işlemiş kimseyi kulluğu yerine getirmekten alıkoyar.1524 1519 Yûsuf 12/3. 1520 Kâf 50/22. 1521 İbnu'l Cevzî, a.g.e., C. V, s. 548. 1522 el-Bakara 2/144. 1523 el-Bakara 2/149. 1524.Süleyman Uludağ, "Gaflet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. XIII, s. 283. 241 Zâhirî ulemânın çoğunluğuna göre kişinin bazen eğlencelere dalmasına yol açan gaflet durumu günah olarak görülmemiştir. Mutasavvıfların tehlikeli gördükleri gaflet, kişiyi Allah'a kulluk etmekten alıkoyan gaflettir. b. Kalp Temalı Zıt Anlamlıları ba. A'mâ ( األمعم ) "A'mâ" kelimesi sözlükte, "görme yeteneğini yitirmiş kimse" anlamında gelmektedir. Mecaz olarak "basîret melekesine sahip olmayan, hakikati göremeyen, düşüncesiz" manalarını ifade etmektedir.1525 Mukâtil b. Süleymân "a'mâ" kavramını üç manada ele almıştır: (1) Gönül gözünün körlüğü anlamındadır. Buna 1526 " َاَفَاَْنَت تَْهِدي اْلعُْمَي َولَْو َكانُوا اَل يُْبِصُرون" âyeti örnek olarak verilebilir. (2) Beden gözünün körlüğü anlamındadır. Buna 1527"اَْن َجاَءهُ ااْلَْعٰمى" âyeti buna örnek olarak verilebilir. (3) Huccetten yana kör anlamındadır. Buna َُّن لَهُ َم۪عيَشة َضْن كا َونَْحُشُره "َوَمْن اَْعَرَض َعْن ِذْك۪ري فَِا .âyeti örnek olarak verilebilir يَْوَم اْلِقٰيَمِة اَْعٰمى"1528 "A'mâ" kavramı Kur'ân'da, otuz üç yerde geçmektedir. Bu kavram, 13 yerde müfred olarak geçmektedir. 8 yerde ( اْلعَمى( yerde masdar 2 ,( َع۪مي َن ,ُعْمي ,َعُمو َن ) 'yerde cemi 10 ,( أعمى) ise fiil kalıbında geçtiği görülmektedir. Bu âyetlerde genel olarak manevi körlüğü, basîretsizliği, hidayetten yoksunluğu ifade etmiştir. Hakikati görmek istemeyenler, peygamberlerin davetine karşı inatçı olanlar, inkâr ve sapkınlık içinde olanlar kör olarak nitelendirilmiştir. Âyetlerde inkâr, münâfıklık, hased gibi sebeplerle gönül gözü körleşenlerle ilgili "körler"1529, "kalpleri olup da bununla idrak edemeyenler"1530, "bakar körler"1531 benzeri 1525 İbn Manzûr, a.g.e., C. XI, s. 263, 264. 1526 Yûnus 10/43; "(Gerçeği) göremiyorlarsa körleri sen mi doğru yola ileteceksin?" 1527 el-Abese 80/2; "Kendisine o a'mâ (gözleri görmeyen kişi) geldi diye." 1528 Tâhâ 20/124; "Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." 1529 el-Bakara 2/18. 1530 el-A'râf 71/179. 1531 el-A'râf 71/197. 242 ifadeler kullanılmıştır. İnananlar, peygamberin davete kulak verenler basîretli; inkârcılar ise kör sayılmıştır.1532 Peygamberimizin sözlerinde "a'mâ" kelimesi genellikle körlerle ilgili hükümlerden bahsedilirken kullanılmıştır. Örneğin bir hadiste, gözlerini kaybedenlerin buna sabretmeleri durumunda mükâfatlandırılacakları zikredilmiştir. Hadiste, gözlerini kaybetmiş kişilere kötü muamelede bulunanların da kınanacağı belirtilmişitir.1533 Abese sûresinde, gözleri görmeyen kişilerin hakkına dikkat çekmek amacıyla Abdullah b. Mektûm isimli sahabiden "a'mâ" kelimesiyle söz edilmiştir. Fakat âyetlerde bu kavram genellikle "kalp gözünün körlüğü, düşünce yoksunluğu" manasıyla kullanılmıştır. Bunun kişiye ve topluma vereceği zararlar anlatılmıştır. Kur'ân, insanın idrak etme, kavrama yetisine hitap etmektedir. Onu daima bu yetisini doğru kullanmaya davet etmektedir. Âyetlerde bedendeki gözlerin görme yetisini kaybetmesi gibi, gönül gözünün de görme yetisini kaybedebilceği vurgulanmıştır. Gönül gözünün hakikati görme yetisini kaybetmesinin diğerinden daha çok tehlikeli olduğu belirtilmiştir.1534 Bu durum, 1535 فَِانََّها اَل تَْعَمى ااْلَْبَصاُر َوٰلِكْن" ِ ر" ُّصدُو ِفي ال .âyetinde açıkça görülmektedir تَْعَمى الْ قُلُوُب الَّ۪تي Âyetlerde, gerçekte kör olan kişilerin basîret yetisini yitiren, hakikati göremeyen kişiler olduğu ifade edilmiştir. Gönül gözü açık olup gerçekleri görebilen kişilerle, gerçeği göremeyen kişiler aynı değildir. Nitekim çoğu âyette gören ile görmeyenin bir olmayacağı vurgulanmıştır. Bu âyetlerden bazıları: ُ ر" "َوَما يَْستَِوي ااْلَْعٰمى َواْلبَ۪صي "Körle gören bir olmaz. "1536 ُ ر" "َهْل يَْستَِوي ااْلَْعٰمى َواْلبَ۪صي "Kör ile gören hiçbir olur mu?"1537 ُّق َكَمْن ُهَو اَْعٰمى" "اَفََمْن يَْعلَُم اَنَّ َما اُْنِزَل اِلَْيَك ِمْن َر ِبَّك اْلَح "Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu?"1538 1532 Uludağ, "Basîret", a.g.md., C. V, s. 103. 1533 İbn Hanbel, a.g.e., C. I, s. 217, 309; C. lll, s.144. 1534.Ahmet Saim Kılavuz, "A'mâ", TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. IV, s. 553. 1535 el-Hacc 22/46; "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur." 1536 Fâtır 35/19. 1537 el-En'âm 6/50. 243 Âyetlerde toplumların da sapmış, basîretsiz duruma gelebilecekleri belirtilmiştir. Körlüğün şahsî, toplumsal tarafları olan bir hastalık ve tehlike olduğu vurgulanmıştır. Nitekim 1539"اِنَُّهْم َكانُوا قَْو ما َع۪مي َن" âyetinde bu duruma dikkat çekilmiştir. bb. Dalâlet ( الضاللة ) Dalâlet" (ضاللة) kavramı sözlükte, "kaybolmak, yanılmak, şaşırmak" olarak tarif edilmektedir. Bununla birlikte, farkında olarak ya da olmayarak doğru yoldan sapmayı ifade eder. Dalâlet akla, duyulara, hakikate zıt düşen düşünceleri benimsemektir. Amaca erişmeyi sağlayan yolu bulamamak, iyi neticeye eriştirmeyen yola gitmektir. Genellikle "dini yoldan uzaklaşmak" manasında kullanılmıştır.1540 İbn Manzûr dalâleti, "doğru yoldan ayrılmak, azmak, bir şeyi yitirmek, ölmek, helak olmak, hata etmek, gizlenmek, yolsuzluk" olarak tanımlamıştır. Dalâlet kavramı hidâyetin zıttıdır.1541 Râğıb el-İsfehânî, isteyerek ya da istemeyerek, az ya da fazla, sırât-ı müstakîm'den uzaklaştıran her çeşit sapmanın "dalâlet" olarak adlandırıldığını ifade etmiştir. İsfehânî, râzı olunan yolun zor ve meşakkatli olduğunu belirtir. Zira Hz. Muhammed'in "اْستقيموا ولن تحصوا" "İstikamet üzere olun, ama buna güç yetiremezsiniz"1542 hadisinden bu sonuca erişilebilir. "Dalâl" (ضالل) kavramı hata eden kimse hakkında da kullanılabilir.1543 Mukâtil b. Süleymân dalâlet kelimesini sekiz vecihte ele almıştır:1544 (1) Küfür manasındadır. Buna 1545"م ْ .ifadesi örnek olarak verilebilir " َواَلُِضلَّنَُّه (2) Bir şeyden uzaklaştırmak manasındadır. Buna 1546"ك َ َّمْت َطائِفَة ِمْنُهْم اَْن يُِضلُّو âyeti "لََه örnek olarak verilebilir. (3) Hüsrân, ziyân manasındadır. Buna 1547"َّال ۪في َضاَل ل ِا âyeti örnek olarak "َوَما َكْيدُ اْلَكافِ۪ريَن verilebilir. 1538 er-Ra'd 13/19. 1539 el-A'râf 71/64; "Çünkü onlar kör kavimlerdi." 1540 el-Cürcânî, a.g.e., s. 478; et-Tehânevî, a.g.e., s. 683; Harman, Ömer Faruk, "Dalalet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. IX, s. 427. 1541 İbn Manzûr. a.g.e., C. XII, s. 544; Âsım Efendî, a.g.e., C. III, s. 261. 1542 İbn Hanbel, a.g.e., C. V, s. 280. 1543 el-İsfehânî, a.g.e., s. 297, 298. 1544 Mukâtil b. Süleymân, a.g.e., s. 351, 352. 1545 en-Nisâ 4/119; "Onları mutlaka saptıracağım." 1546 en-Nisâ 4/113; "Onlardan bir taife seni saptırmaya (Hak'tan uzaklaştırmaya) yeltenmişti." 1547 Mü'min 40/25; "Kâfirlerin tuzağı elbete bir ziyan içindedir. " 244 (4) Bedbahtlık manasındadır. Buna 1548"د ِ َّضاَلِل اْلبَ۪عي ِفي اْلعَذَاِب َوال ٰاْلِخَرةِ "بَِل الَّ۪ذيَن اَل يُْؤِمنُوَن بِا âyeti örnek olarak verilebilir. (5) İbtâl, boşa gitmek manasındadır. Buna 1549" َّْل اَْعَمالَُهم هَّللاِ اََض " اَلَّ۪ذيَن َكفَُروا َوَصدُّوا َعْن َس۪بيِل âyeti örnek olarak verilebilir. (5) Hata, yanlışlık manasındadır. Buna 1550"هَّللاُ لَُكْم اَْن تَِضلُّوا âyeti örnek olarak "يُبَيُِّن verilebilir. (7) Cehâlet manasındadır. Buna 1551"ن َ ۪لّي ِاذ ا َواَنَ۬ا ِمَن ال َّضا âyeti örnek olarak "قَاَل فَعَْلت َُها verilebilir. (8) Unutmak manasındadır. Buna 1552"َِّكَر اِْحٰديُهَما ااْلُْخٰرى ِاْحٰديُهَما فَتُذ َّل âyeti örnek "اَْن تَِض olarak verilebilir. İbnu'l-Cevzî, "dalâlet" kavramının âyetlerde 10 manada kullanıldığını aktarmıştır. Bu manalar şunlardır: Doğru yoldan sapmak, sapıklığına hükmetmek, şakîlik, batıl olmak, zarar, hata, helak, unutma, cahillik, hidayetin zıddı.1553 "Dalâlet" kelimesi Kur'ân'da türevleriyle beraber 218 yerde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle hidâyetin zıttı şeklinde geldiği, inkârı içine alan sapıklık manasını ifade ettiği görülmektedir.1554 Âyetlerde hak yolun haricinde kalan şeylerin tümü dalâlet sayılmıştır. Ayrıca uzak, açık, büyük dalâlet türlerinden bahsedilmiştir. Buna şu âyetler örnek olarak verilebilir: ئَِك ۪في َضاَل ل بَ۪عي د " "اُ۬وٰل "Onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler."1555 "َواِْن َكانُوا ِمْن قَْبُل لَ۪في َضاَل ل ُم۪بي ن" "Daha önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler."1556 َّال ۪في َضاَل ل َك۪بي ر" ِا "اِْن اَْنتُْم "Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz."1557 1548 Sebe 34/8; "Hayır, âhirete îmân etmeyenler azâb ve uzak bir dalâl (bir bedbahtlık} içindedirler." 1549 Muhammed 47/1; "İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır." 1550 en-Nisâ 4/176; "Dalâlete (hataya) düşmeyesiniz diye Allah size bildiriyor." 1551 eş-Şuarâ 26/20; "Dedi ki: Ben, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım." 1552 el-Bakara 2/282; "O ikisinden biri dalâlete düşerse, (şehadet edeceği hususu unutursa) diğeri hatırlatsın." 1553 İbnu'l-Cevzî, a.g.e., s. 406-409; Mehmet Bulut, Hidâyet-Dalâlet ve İnsanın Sorumluluğu, D .E. Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı IX, lzmir, 1995, s. 231. 1554 Abdülbâkî, a.g.e., s. 437. 1555 İbrâhîm 14/3. 1556 Âl-i İmrân 3/164. 245 Kur'ân'da, Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri inkâr etmek1558, Allah'a şirk koşmak1559, peygamberin davetine uymamak ve onunla dalga geçmek1560, kıyâmet vuku bulacağından şüphe etmek1561, âhirete inanmamak1562, hüküm verirken hevâya hevese uymak1563, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek1564, aklı duyuları kullanmamak1565 dalâlet olarak ifade edilmiştir.1566 Âyetlerde "dalâlet" kavramının, hakikati idrak etme kabiliyeti olan "basiret" kavramının zıttını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Buna şu âyetler örnek olarak verilebilir: ُّل َس۪بي ال " ِة اَْعٰمى َواََض ٰاْلِخَر "َوَمْن َكاَن ۪في ٰهِذ ۪ه اَْعٰمى فَُهَو فِي ا "Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır."1567 ْ م" َِتِه ِبَهادِ ي اْلعُْميِ َعْن َضاَلل "َو َما اَْنَت "Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin."1568 Allah insana iyiyi kötüyü temyiz etme, hakikati görme yani basîret kabiliyetini vermiştir. Ayrıca doğru yola yönlendiren peygamberler göndermiştir. Dolayısıyla âyetlerde geçen 1569"ء ُ ُّل َمْن ي ََشا هَّللاَ يُِض َِّن ifadesinin, bu kabiliyetlere sahip olduğu ve kendisine uyarcı "ا geldiği halde inkâr yolunu seçenler, hakikati görmek istemeyenler için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1570"فََمْن َشاَء فَْليُْؤِمْن َوَمْن َشاَء فَْليَْكفُر" buyruğu bunu destekler niteliktedir. Sonuç olarak Cenâb-ı Hakk'ın insana doğru yolu bulabilmesi için akıl, idrak kabiliyeti bahşettiği, bu kabiliyetleri amacına uygun kullanıp hakikati gönül gözüyle görenlerin kurtuluşa erecekleri ifade edilebilir. 1557 el-Mülk 67/9. 1558 en-Nisâ 4/136. 1559 en-Nisâ 4/116, Lokmân 31/11. 1560 Furkân 25 /41-42, el-Ahkâf 46/32. 1561 eş-Şûrâ 42/18. 1562 Sebe 34/8. 1563 el-En'âm 6/56, Sâd 38/26. 1564 ez-Zümer 39/53. 1565 el-A'râf 71/179. 1566.Cihat Tunç, "Dalâlet (Kur'ân ve Sünnet'e göre)", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. IX, s. 428. 1567 el-İsrâ 17/72. 1568 en-Neml 27/81. 1569 er-Ra'd 13/27; "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır." 1570 el-Kehf 18/29; "Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin." 246 bc. Zulüm (الظلم) "Zulüm" kavramı sözlükte, "bir şeyi ona ait olmayan yere koymak" manasına gelir. Istılahta "hududu aşma, doğru yoldan sapma, zorbalık, diğer insanların hakkını çiğneme" manalarını ifade etmektedir. Adalet zulüm kavramının zıttıdır. Adaletsiz uygulamalar da zulüm kavramının içine girer.1571 Zulüm, zararı yok etme veya insanlara yararlı olma maksadı bulunmayan, neticesinde zarar görülen davranıştır.1572 İbn Fâris'e göre "zulüm" kavramının iki kök anlamı vardır. Birinci anlamı, nurun zıttı olmasıdır. İkinci anlamı, eşyayı kendi yerinden farklı yere koymaktır.1573 İkinci anlamda dilcilerin hepsinin görüşü müşterektir.1574 Rağıb el-İsfehânî bunun, eşyayı azaltmak, çoğaltmak veya eşyanın zamanını, yerini değiştirmekle olduğunu belirtmiştir. Bu manaya Arap dilinden misâller verir. Mesela süt, vakti haricinde içildiğinde "ظلمُت السقء" ifadesi söylenir. İçilen süt için " ظليم" ifadesi kullanılır. "ض َ ,ifadesini de örnek verir. Bu "ظلمُت االر "yeri kazdım" anlamına gelir. Kazılacak yer orası olmadığı için bu ifade söylenmiştir. Kazılan yer için " مظلومة" ifadesi, çıkarılan toprak için "ظليم" ifadesi kullanılır. İsfehânî ister az ister fazla olsun, hududu aşmaya "zulüm" )ظ لُم ُ ( dendiğini belirtmiştir.1575 Bazı âlimler "zulüm" kavramını üç kısımda ele almışlardır:1576 1. İnsan ile Cenâb-ı Hak arasındaki zulüm. Bu zulmün en büyüyğü küfür, şirk, nifaktır. Nitekim 1577"ِّشْرَك لَُظْل م َع۪ظيم َِّن ال âyetinde şirkin en büyük zulüm olduğuna dikkat " ا çekilmiştir. 1578" َّظاِل۪مي َن هَّللاِ َعلَى ال .âyetinde de şirk kastedilmiştir "ااََل لَْعنَةُ 2. İnsan ile öteki insanlar arasındaki zulüm. Bu manadaki zulme şu âyetler örnek olarak verilebilir: 1579"ن َ َّظاِل۪مي ُّب ال ِانَّهُ اَل يُِح َّۜللاِ ه ,Bu âyette insanlar "فََمْن َعفَا َواَْصلََح فَاَْجُرهُ َعلَى birbirlerine karşı affedici olmaya ve aralarında barışı sağlamaya teşvik edilmiştir. َّس۪بيُل ِانََّما ال " 1571 Mustafa Çağrıcı, "Zulüm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, C. XLIV, s. 507. 1572 et-Tehânevî, a.g.e., C. II, s. 1152, 1153. 1573 İbn Fâris, a.g.e., C. III, s. 468, 469. 1574 İbn Dureyd, a.g.e., C. III, s. 124; lbn Manzûr, a.g.e., C. Vll, s. 373; ez-Zebîdî, a.g.e., C. VIII, s. 383. 1575 el-İsfehânî, a.g.e., s. 658. 1576 el-İsfehânî, a.g.e., s. 659,660. 1577 Lokmân 31/13; "Şirk, elbette büyük bir zulümdür." 1578 Hûd 11/18; "Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!" 1579.eş-Şûrâ 42/40; "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez." 247 ِبغَْيِر اْلَحقِّۜ "1580 ِفي ااْلَْرِض َ س َويَْبغُوَن ,Bu âyette ise insanlara zulmedenlerin َعلَى الَّ۪ذيَن يَْظِلُموَن النَّا yeryüzünde taşkınlık yapanların cezalandırılacağı bildirilmiştir. 3. İnsan ile nefsi arasındaki zulüm. Bu manaya örnek olarak verilebilecek âyetler şunlardır: "فَِمْنُهْم َظاِل م لِ نَْفِسه" (Onlardan kendilerine zulmedenler var.) ۪نّي َظلَْمُت نَْفسِ ي" ,1581 ِا ِّب "قَال َْت َر (Dedi ki: Rabbim! Ben gerçekten kendime zulmetmişim.)1582 "Zulüm" kavramı Kur'ân'da 269 yerde geçmektedir. Bu kavram âyetlerde genellikle küfür, şirk, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine karşı gelme, kötülük yapma, insanî ilişkilerde adaletsiz davranma manalarına gelmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, kullarına zulmetmeyeceği; insanların kendi yaptığı amellerden dolayı cezalandırılacaklarına dikkat çekilmiştir. Ayrıca kâfirlerin ve günaha girenlerin kendilerine zulmetmiş oldukları vurgulanmıştır.1583 "Zulüm" ve "cehâlet" kavramları mana olarak birbiriyle ilişkilidir. Âyetlerde zulüm kavramı inançta, ahlâkta iyiliği ve doğruluğu terk etmeyi vurgular biçimde gelmiştir. Bu âyetlerde Cahiliye devrindeki yanlış inanışlara, davranışlara itiraz etme amacı taşımaktadır. Bu sebeple âyetlerde zulüm kavramıyla şirk, küfür, hududu aşma gibi hususlar kastedilmiştir. Buna aşağıdaki âyetler örnek olarak verilebilir: َ ن" َّظاِلُمو ه َّللاِ فَاُ۬وٰل ئَِك ُهُم ال "َوَمْن يَتَعَدَّ ُحدُودَ "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir."1584 َ ن" َّظاِل۪مي َّشَجَرةَ فَتَُكونَا ِمَن ال "َواَل تَْقَربَا ٰهِذِه ال "Şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz."1585 هَّللاِ فَقَْد َظلََم نَْفَس هُ" "َوَمْن يَتَعَدَّ ُحدُو دَ "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur."1586 "اَلَّ۪ذيَن ٰاَمنُوا َولَْم يَْلب ُِسوا ۪ايَمانَُهْم بُِظْل م اُ۬وٰل ئَِك لَُهُم ااْلَْمُن َوُهْم ُمْهتَدُو َن" 1580 eş-Şûrâ 42/42; "Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır"." 1581 Fâtır 35/32. 1582 en-Neml 27/44. 1583 Abdülbâkî, a.g.e., s. 14; Çağrıcı, a.g.md., C. XLIV, s. 507. 1584 el-Bakara 2/229. 1585 el-A'râf 7/19. 1586 et-Talâk 65/1. 248 "İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır."1587 Bu âyette geçen zulüm kavramının şirk koşmak manasında olduğu beyan edilmiştir.1588 Âyetlerde şirk, zulüm olarak ifade edilmiştir. Bunun nedeni, Cenâb-ı Hak'tan başkasına tapan kişinin doğru yoldan ayrılmasıdır. Ayrıca kulluğu Cenâb-ı Hakk'a değil, değersiz bir varlığa karşı yapmasıdır.1589 Eşyayı yerli yerine koymama manasından hareketle zulmün, hikmete aykırı davranmak olduğu söylenebilir. Bu, insana verilen aklı, idrak yetisini amacına uygun kullanmamayı da ifade eder. İnsan kendisine verilen idrak etme, hakikati görme kabiliyetini gereği gibi kullanamazsa gönül gözü körelir ve hakikati kavrayamaz hale gelir. Bu kişiler kendilerine zulmetmiş olurlar. Dolayısıyla zulüm kavramı ile basîret kavramı dolaylı olarak zıt anlamlıdır. bd. Nifâk (النفاق ) "Nifâk" kelimesi "n.f.k." (نفق) fiilinin masdarıdır. Sözlükte "nifâk" kelimesine verilen anlamlar iki noktada toplanmaktadır. Birincisi, tarla faresinin yuvasına girmesiyle ilgilidir. Fare yuvasının biri üzeri açık, diğeri üzeri örtülü iki deliği bulunur. Üzeri örtülü, gizli olan yuvaya "nâfika" (نافقة) denir. Fare üzeri açık olan delikte tehlike gördüğünde gizli delikten kaçabilmektedir. Nifâk özelliğine sahip kimsenin hali bu mananın ifade ettiği duruma benzemektedir. Zira nifâk özelliğine sahip kimse de fare gibi kaçacak yol bulur.1590 İkincisi, çıkışı olan geçit anlamı üzerinde yoğunlaşmıştır. Nifâk kavramının, geçit anlamındaki "nefak" ِ ن اْستََطْعَت اَْن تَْبتَِغَي نَفَق ا فِي ااْلَْرِض "kavramından geldiği ileri sürülmüştür. El-İsfehânî, 1591 (نفق) "فَِا âyetinin bu anlamı desteklediğini söylemiştir. "Nâfika" ile "nefak" kavramları arasında benzerlikler vardır. Nitekim iki kavram da gizlilik, kapalılık manasına sahiptir.1592 "Münâfık" kavramı "nifâk"tan türemiş bir terimdir. Bu kavram, inanmamasına rağmen kendisini müslüman gösteren kişiyi ifade eder. Kavramın, "tarla faresinin yuvası için hazırladığı birden fazla çıkış noktasının birinden girip diğerinden çıkması" şeklindeki kök anlamından yola çıkılarak münâfık, "dinin bir kapısından girip diğerinden kaçan çifte 1587 el-En'âm 6/82. 1588 İbn Kesîr, a.g.e., C. II, s. 153. 1589 er-Râzî, C. XXV, s. 146; el-Âlûsî, a.g.e., C. XXI, s. 85. 1590 İbnü'l-Esîr, a.g.e., C. V, s. 98; İbn Manzûr, a.g.e., C. X , s. 359; ez-Zebîdî, a.g.e., C. VII , s. 12, 79. 1591 el-En'âm 6/35; " Eğer yapabilirsen yer altında bir delik ara." 1592 el-İsfehânî, a.g.e., s. 766. 249 şahsiyetli kimse" olarak tarif edilmiştir.1593 Münâfık, Allah'ı inkâr ettiğini gizleyen, kendini inanıyor gibi gösteren kişidir.1594 Kurtubî, münâfığın köstebeğe, tarla faresine benzetildiği manaya katılmaktadır. Nitekim münâfık, köstebeğe benzer şekilde maksadını, niyetini gizlemektedir.1595 "Nifâk" kelimesi ve müştâkları Kur'ân'da yaklaşık olarak 38 yerde geçmektedir. "Münâfikûn" isimli bir sûre bulunmaktadır. Kur'ân'da genel olarak münâfıkların inanç durumlarından, psikolojik hallerinden, ahlâkî yoksunluklarından bahsedilmiştir. Münâfıkların Hz. Muhammed'e karşı davranışları detaylı olarak izah edilmiştir. Münâfığın peygambere, İslâma, müslümanlara karşı nefretini ve düşmanlığını gizleyen kişi olduğu vurgulanır. Münâfığın alâmetlerini belirten hadisler de mevcuttur. Peygamberimiz münâfığın alâmetlerini "yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete ihanet etmek" olarak ifade etmiştir.1596 Başka bir hadisinde münâfıkların haksızlığa sapma özelliklerinin de olduğu belirtilmiştir.1597 Diğer bir rivâyete göre kötü söz, gereksiz yere konuşmak da münâfıklığın işaretidir.1598 Bu tarz hadislerde geçen "nifâk" kelimesi inançtaki bozukluğa delâlet etmektedir. Birtakım ulema nifâk kavramını itikâdî, amelî olarak iki kısımda ele almıştır. İbn Hacer'e göre rivâyetlerde yer alan nifâk kelimesi amelî alana dikkat çekmektedir. Kurtubî de aynı görüştedir.1599 Âyetlerde münâfık kavramı iki çeşit insan hakkında kullanılmıştır. Biricisi; hâlis münâfıklardır. Bu kişiler inanmamalarına rağmen "inandık" derler.1600 Dolayısıyla içlerinde imandan bir parça dahî bulunmamaktadır. Diğer grup, imanla inkâr arasında kalıp inkâra daha yakın olanlardır. Bu hususu aşağıdaki âyetler ortaya koymaktadır: َّصٰلوةِ قَاُموا ُكَساٰلى" ِاذَا قَا ُموا ِالَى ال هَّللاَ َوُهَو َخاِدُعُه ْم َو َِّن اْلُمنَافِ۪قيَن يَُخاِدُعوَن "ا 1593 el-İsfehânî, a.g.e., s. 766; Hülya Alper, "Münâfık”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. IX, s. 565. 1594 İbn Kesîr, a.g.e., C. I, s. 47. 1595 el-Kurtubî, a.g.e., C. I, s. 195. 1596 el-Buhârî, "İmân", 24; Müslim, "İmân", 107-108. 1597 el-Buhârî, "İmân", 24; "Mezâlim", 17. 1598 et-Tirmîzî, "Birr", 80; İbn Hanbel, a.g.e., C. V, s. 269. 1599 el-Kurtubî, a.g.e., C. IV, s. 113. 1600 el-Bakara 2/8; "İnsanlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları halde 'Allah’a ve âhiret gününe inandık' derler." 250 "Münâfıklar Allah’a oyun etmeye kalkışıyorlar. Hâlbuki Allah onların oyunlarını kendi başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıklarında üşenerek kalkarlar."1601 َ ن" ٰاْلِخِر َواْرتَابَْت قُلُوبُُهْم فَُهْم ۪في َرْيبِِهْم يَتََردَّدُو هّلِلِ َواْليَْوِم ا ِبا "الَّ۪ذيَن اَل يُْؤِمنُوَن "Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler ve şüpheye kapılmış olanlardır; onlar şüpheleri içinde bocalayıp dururlar." 1602 Âyette münâfıkların durumundan bahsedilmiştir. ْ م" ُ۬ؤ اَلِء ۪دينُُه َّر ٰه ِبِهْم َمَر ض َغ ِفقُوَن َوالَّ۪ذيَن ۪في قُلُو "اِْذ يَقُوُل اْلُمنَا "Münâfıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar, (sizin için), 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı."1603 Münâfığın inkârını gizleyen, kalbindekini dışa vurmayan, içi dışı bir olmayan kimse olduğu anlaşılmaktadır. İnkâra devam edildiğinde, hakikat bile bile görülmek istenmediğinde kalpler katılaşır; gerçeği göremez ve idrak edemez hale gelir. Artık bu kişiler, gören gözlere sahip olmalarına rağmen kör hükmünde olurlar. Zira gözleri görse bile kalp gözleri görmemektedir. be. Küfr ( الكفر) "Küfr" kelimesi sözlükte, "örtmek, gizlemek, elde edilen menfaatleri örtmek, bunlara karşı nankörlük etmek" gibi anlamları taşımaktadır.1604 Istılahta, Allah'a, peygambere inanmamayı ifade eder.1605 Küfür içerisinde olan, fıtrî kabiliyetini köreltip örten kişi için "kâfir" )كافر ) ifadesi kullanılır. Gece için de "كافر " kelimesi kullanılır. Bunun sebebi, gecenin kişileri örtme vasfına sahip olmasıdır. Çiftçiye de tohumu toprağa ekip gizlediği için "كافر" denir. "İnkâr" kelimesi de küfür manasında kullanılmaktadır. Bu kelime de "reddetmek, onaylamamak" anlamına gelir. İnkâr eden kişiye "mükir" )ُمنِكر ) denir.1606 "Küfrân" (كفران) kelimesi, nimeti inkâr hakkında kullanılır. "Küfr" (كفر) ise Allah'ı, peygamberi, dini inkâr hakkında kullanılır. Ayrıca "küfür" (كفر) kelimesinin "fısk" (فسق) kelimesinden daha kapsamlı olduğu aktarılmıştır. Allah'ı inkâr eden, O'nun hükümlerini 1601 en-Nisâ 4/142. 1602 et-Tevbe 9/45. 1603 el-Enfâl 8/49. 1604 el-Cevherî, a.g.e., s. 916; İbn Manzûr, a.g.e., C. XII, s. 118, 124. 1605 et-Teftâzânî, a.g.e., s. 189. 1606 el-İsfehânî, a.g.e., s. 435, 438. 251 çiğnemiş olur. Nitekim 1607" ََفاِسقُون .âyetinde buna işaret edilmiştir "َوَمْن َكفََر بَْعدَ ٰذِلَك فَاُ۬وٰل ئَِك ُهُم اْل Bu âyette "َر َ ifadesiyle "hakkı gizlemek" kastedilmiştir. Bundan dolayı o kişi fâsık, yani " َكف şeriatın hükümlerini çiğnemiş sayılmıştır. "كفور " kelimesi, nankörlükte ileri giden manasına gelir.1608"َّال اْلَكفُور ِا َ ك َجَزْينَاُهْم بَِما َكفَُروۜا َوَهْل نَُجا ۪زي "ُكْفر" .âyeti bu manaya örnek olarak verilebilir " ٰذِل kelimesi bazen uzaklaşmak manasında kullanılır. Nitekim 1609 "ل ُۜ ِب َما اَْشَرْكتُُموِن ِمْن قَْب ۪نّي َكفَْرُت ِا " âyetinde bu manada gelmiştir. "تْكِفير " kelimesi de bir şeyi îfâ edilmemiş gibi örtmeyi ifade eder. "كافور " ise ağaçların meyveden evvel oluşan, meyveyi örten çiçeği manasındadır. Bu kelime koku anlamını da taşır. Nitekim 1610"َِّن ااْلَْبَراَر يَْشَربُوَن ِمْن َكأ ْس َكاَن ِمَزاُجَها َكافُو ر ا âyetinde "ا bu manada kullanıldığı görülmektedir.1611 Ayetlerde "küfür" kelimesi ile türevleri 522 kez yer almaktadır.1612 Kur'ân'da ortak koşmak (اِْشراك), yalanlamak (تَْكذيب) da küfür anlamında kulanılmıştır. Haddi aşmak (ُطْغيان), haksızlık yapmak (ُظلم), günah işlemek (ِاْْم ) ifadeleriyle de küfür ve inkârcılar kastedilmiştir.1613 "Küfür" kavramı Kur'ân'da genellikle, "inanmamak" manasıyla imanın zıttını ifade eder. "Nankörlük etmek" manasında da kullanılmıştır. Bazı âyetlerde "örtmek, kapatmak" manasında gelmiştir. Bu kavramın kullanıldığı âyetler genel olarak ehl-i kitapla, müşriklerle, zalimlerle, münâfıklarla ilgilidir. Küfür kavramının yer aldığı bazı âyetler: َِّن الَّ۪ذيَن َكفَُروا َس َوا ء َعلَْيِهْم َءاَْنذَْرتَُهْم اَْم لَْم تُْنِذْرُهْم اَل يُْؤِمنُونَ " "ا "Şüphesiz kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler."1614 ْ م" ُ كْنتُْم اَْمَوات ا فَاَْحيَاُك هّلِلِ َو َ تَْكفُُروَن بِا "َكْي "Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr edersiniz."1615 ِف۪رينَ " هَّللاِ َعلَى اْلَكا "فَلَْعنَةُ 1607 en-Nûr 24/55; "Kim bundan sonra inkar ederse, onlar fasıkların ta kendileridir." 1608.Sebe 34/17; "Nankörlük ettikleri için onları böyle cezalandırdık. Biz nankör olandan başkasını cezalandırmayız." 1609 İbrâhîm 14/22; "Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızdan teberi ediyorum." 1610 el-İnsân 76/5; "İyiler ise, kâfûr katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler." 1611 el-İsfehânî, a.g.e., s. 435-438. 1612 Abdülbâkî, a.g.e., s. 709. 1613 Mustafa Sinanoğlu, "Küfür", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2002, C. XXVI, s. 533-536. 1614 el-Bakara 2/6. 1615 el-Bakara 2/28. 252 "İşte Allah'ın laneti inkârcıların üzerinedir."1616 ِ ب" هَّللاَ َس۪ريُع اْلِحَسا َّن هَّللاِ فَِا "َوَمْن يَْكفُْر بِٰايَاِت "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur."1617 Küfür kavramı imanın zıttıdır. İman, kalbin tasdik etmesine bağlıdır. İmanın kalple ilgili olduğuna 1618" ٰاْلِخَرةِ قُلُوبُُهْم ُمْنِكَر ة , "فَالَّ۪ذيَن اَل يُْؤِمنُوَن بِا ۪اْليَماُن ۪في قُلُوبُِكمْ "1619 ََّما يَْدُخِل ا َلْمنَا َول "قُو لُوا اَْس âyetleri işaret etmektedir. Bundan yola çıkılarak küfür, kalbin temel itikâdî hususları onaylamaması olarak ifade edilmiştir.1620 Bazı âyetlerde Allah'ın kâfirlerin kalbini mühürlediği belirtilmiştir. Nitekim 1621" َهَّللاُ َعٰلى قُلُوِب اْلَكافِ۪رين âyetinde bu hususa dikkat "َكٰذِلَك يَْطبَُع çekilmiştir. 1622"هَّللاُ اَل يَْهِدي اْلقَْوَم اْلَكافِ۪ري َن âyetinde de Allah'ın kâfir kavimleri hidâyete "َو erdirmeyeceği vurgulanmıştır. Âyetlerde küfür, inkâr sebebiyle kalpleri körleşen kişiler kör olarak nitelendirilmişdir. Örneğin 1623"َولَُهْم اَْعي ُن اَل يُْبِصُروَن بَِها" âyetinde inkârcıların gözleri olsa bile gerçeği göremeyecekleri belirtilmiştir. Dolayısıyla küfür kavramının dolaylı olarak basîretin zıttı olduğu söylenebilir. Zira Allah'ı inkâr edenlerin kalp gözü körleşir, hakikati göremez ve hidâyete erişemez hale gelirler. 1616 el-Bakara 2/89. 1617 Âl-i İmrân 3/19. 1618 en-Nahl 16/22; "Âhirete inanmayanlara gelince, işte onların kalpleri inkârcıdır." 1619 el-Hucûrât 49/14; "Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, boyun eğdik diyin." 1620 el-Mâturîdî, a.g.e., s. 601-611; en-Nesefî, a.g.e., s. 808; et-Teftâzânî, a.g.e., C. V, s. 224-225. 1621 el-A'râf 7/101; "İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." 1622 et-Tevbe 9/37; "Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." 1623 el-A'râf 71/179; "Gözleri vardır ama onlarla göremezler." 253 SONUÇ İnsanoğlu hayatı boyunca hem maddi hem manevî olaylarla kuşatılmıştır. Bu olayların sadece akılla izah edilemeyeceğini düşünen insanlar, bilimsel manada çözüme kavuşturamadıkları problemleri çeşitli yöntemlerle yanıtlamaya gayret etmişlerdir. Bu nedenle hem maddî hem de manevî olanla ilişki kurmaya, eşyanın hakikatini anlamaya çalışmışlardır. Eşyanın hakikatini anlama gayreti ve bundan doğan sorulara insanlık tarihi süresince pek çok cevaplar üretilmiş, gerek felsefî gerek bilimsel gerekse de dini inanışlar ile bu cevaplar temellendirilmeye çalışılmıştır. Şüphesiz bu sorulara verilen cevaplar içerisinden ilâhi vahiy ve peygamber kaynaklı olanlar her zaman daha fazla rağbet görmüştür. Bu vahiyler içerisinden de en sonuncusu, kendi içerisinde en ahenklisi, çelişki ve şüphelere en kapalısı ve akıl ile kalp bütünlüğü içerisinde insanlığa şifa ve hidâyet sunabileni hiç şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Her yönüyle mucize olan Kur'ân'ın kendine hâs bir üslûbu vardır. Kur'ân birbirine uzak ya da yakın, zıt ya da anlamdaş birçok kavramı bünyesinde barındırmaktadır. Bu kavramların Kur'ân bütünlüğü içerisinde doğru anlaşılması önem arz etmektedir. Bu noktada Kur'ân'a dair yapılan kavramsal çalışmaların önemli bir yere sahip olduğunu söylemek mümkündür. Zira bu tür çalışmaların temel amacı, Kur'ân'a ait bir kavramı, O'nun genel çerçevesi içerisinde, derinlemesine incelemek ve o kavramla anlatılmak istenen hususu insan aklına yaklaştırmaktır. İşte "Kur'ân'da Basîret kavramı" adlı çalışmamız, bu amaca hizmet yolunda ortaya konulmuş bir gayretin ürünüdür. "Basiret" kavramını detaylıca incelediğimiz bu çalışmayı iki ana bölüme ayırdık. İlk bölümde genel olarak basîret kavramını sözlük ve terim anlamları ile açıkladık. Ayrıca Din Bilimleri ve Temel İslam Bilimleri alanlarında kavramın tahlilini yaptık. İkinci bölümde ise "Kur'ân'da Basîret kavramı"nı ele aldık. Kavramı Kur'ân da geçtiği şekilde lafız ve mana yönüyle tanımladık. Son olarak Kur'ân da basîret kavramını, öznesine, nesnesine ve yüklemine göre tahlil ettik. Bu kısımda özellikle basîret kavramı ile eş ve zıt anlamlı olan kavramlara önem verdik. Çünkü bir kavramın tam anlaşılabilmesi için önemli bir parametre onun ile yakın veya zıt anlamlı kavramların karşılaştırılarak anlamının en doğru şekilde tespit edilebilmesidir. Söz konusu kavramları gerek kadîm Arapça lügatlardan sözlük anlamını vererek gerekse de ıstılahtaki karşılıkları ile tafsilatlı işledikten sonra basîret ile olan ilişkisine yer verdik. 254 "Basîret" (بصيرة) kelimesinin kökü olan "B.S.R." ( بصر) maddesinin fiili sözlükte "görmek, bilmek, sezmek, görme duyusu ve göz, şahit, delil, ibret, anlayış, fetanet" anlamlarına gelmektedir. Istılâhî olarak "kutsiyet nuruyla aydınlanmış kalbin hakikatleri görme kabiliyeti" anlamına gelir. Bedendeki göz eşyanın suretini görür; kalp de eşyanın hakikatini, iç yüzünü görür. Filozoflar bunu "el-Âkiletü'n-Nazariyye" olarak isimlendirmiştir. Kalbin kutsiyet ışığıyla nurlanıp Allah'ın yol göstermesiyle örtüsünün kalkmasını "el-Kuvvetu'l-Kudsiye" olarak isimlendirmişlerdir. Tasavvuf âlimleri bu güçleri "kalp gözü" olarak ifade etmişlerdir. "Basîret" kalbin nuru olarak görülmektedir. Kalp bu nur vesilesiyle gerçeği görmektedir. O halde "basîret", bir işin derûnî boyutuna vâkıf olabilmek, hakikatini kavrayabilmektir. "Basîret", Allah'ın basar sıfatının insandaki tecellisidir. Bu tecelliye erişemeyenlerin gözlerinde perde bulunur; bu nedenle hakikati göremezler. İşte Kur'ân da "âyetler"i, kulların dînî hakikatleri görmelerini sağlamak amacıyla "بصائر" (besâir) olarak isimlendirmiştir. Âyetler kâfirleri, münafıklıkları inançsızlıkları sebebiyle "a'mâ", "kalpleri bulunduğu halde onunla kavrayamayanlar"; müminleri "basîret sahipleri" olarak tavsif etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de "B.S.R." (بصر) maddesi türevleriyle birlikte 44'ü Mekkî, 18'i Medenî olmak üzere toplam 62 sûrede, 139 âyette ve 148 kez geçmektedir. Âyetlerde "açık huccet, beyan, ibret, şâhid, kalp gözü" manalarına gelen "basîret" kavramının tekil olarak iki, çoğul olarak beş yerde geçtiği görülmektedir. Bu kavramın " ََّّللاِ َعلَى بَِصيَر ة Ben) "أَْدُعو إِلَى bilgiye dayanarak Allah'a çağırıyorum) âyetinde "bilgi, tahkik" manasında; ع لَى َ ْ ل اإلنْ سَ انُ " بَ َ ر ة " "Doğrusu insan kendine karşı hüccettir) âyetinde "şahit, huccet, burhan) نَْ فسِ هِ بَ ِصي manasında kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca gerçeği keşfetme, doğruyu bulma, iyiliği kötülükten ayırma kabiliyeti anlamlarında kullanılması da dikkat çekmektedir. "Basîret"le aynı kökten türemiş olan "basîr" (بصير ) kelimesi âyetlerde 51 defa geçmektedir. Bu âyetlerin 41'inde Allah'ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Bazı âyetlerde hakikati gören kişinin basîr, göremeyen kişinin a'mâ olduğuna işaret edilerek basîr ile a'mânın eşit olamayacağı vurgulanmıştır. Basîr (بصير), Allah'ın isimlerinden olup, "görmeye konu olan her şeyi tümüyle kavrayıp gören" manasına gelir. İnsanda bu kavrayışın meydana gelmesi bazı şartlara bağlıdır. Fakat Allah için bu şartlar söz konusu değildir. Nitekim O, her şeyi bir vasıtaya ihtiyaç duymadan görür ve bilir. 255 "Basîret"in görme hissinin üzerinde rûhî bir yeti olduğunu belirten hadisler bulunmaktadır. Bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.v.), "Ruh bedenden ayrıldığında görme gücü de (basar) onunla birlikte gider" buyurmuştur. Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadis benzer anlamı destekler niteliktedir. Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in kalplerin uyanıklığına dair hadisleri de bulunmaktadır. Bu hadislerden, "basîret" yetisinin peygamberlerdeki yansımasının yüksek seviyede olduğu anlaşılmaktadır. Zira peygamberlerin görmüş olduğu sâdık rüyalar "basîret" yetisinin bir neticesidir. Yaratıcı, peygamberler dışında diğer insanlara da manevî gerçekleri idrak edebilecekleri bir "basîret" bahşetmiştir. Fakat Allah'a inanmayanların bunu kullanmadığı anlaşılmaktadır. "َّربُِّكْم فََمْن أَْبَصَر فَِلنَْفِسِه َوَمْن َعِمَي فَعَلَْيَها Doğrusu size Rabbiniz) "قَْد َجاءُكم بََصآئُِر ِمن tarafından basîretler geldi. Artık kim kalp gözünü kullanarak iman ederse kendi lehinedir. Kim de bunu kullanmazsa kendi aleyhinedir) âyetinde görüldüğü üzere "basîret", Hakk’a iman ve itaat vasıtasıyla gelişen bir yetidir. Bu yeti duyularla ilişkili olan idrake mukabil, yaratıcı kudretten doğan idraktir. Diğer bir ifadeyle idrakin yüceliğe erişmiş biçimidir. Âyetlerde, derûni âlemin inceliklerini duyular ötesi idrakle kavrayabileceğimiz vurgulanır. Öyleyse "basîret"in duyuların ötesinde bir idrak olduğu söylenebilir. Eşyanın hakikatinin anlaşılması bu idrakle mümkün olur. 256 KAYNAKÇA KUR'ÂN-I KERÎM ABDULBÂKÎ, Muhammed Fuâd b. Sâlih el-Mısrî, el-Mu'cem el-Mufehres li Elfâzi'l Kur'ân el-Kerîm, Mısır: Matbaatü'ş-Şa'b, 1364/1945. ADAM, Bâki,"İnsan Zihninin Ortak Doğası ve Din", Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 24, Sayı 1, 2014, s. 205-206. AHATLI, Erdinç, "Şakk-ı Sadr", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2010, C.XXXVIII, s. 309. AHMED RIZÂ, (v. 1373/1953), Mu'cemu Metni'l-Luğa, I-V, Beyrût: Dâru Mektebeti'l- Hayât, 1958/1377. AKARSU, Bedia, Felsefi Terimler Sözlüğü, İstanbul: İnkılap Yayınları, 1998. ALPER, Hülya, "Münafık", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2006, C. XXXI, s. 565. el-ÂLÛSÎ, Ebû’l-Fadl Şihâbüddîn es-Seyyid Mahmûd, Rûhu'l-Me'ânî fî Tefsîri'l- Kur'âni’l Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, (v. 1270/1854), I-XXX, 2.b., Beyrût: Dârû İhyâi't Turâsi’Arabî, 1417. APAYDIN, Halil, Din Psikolojisi Terimler Sözlüğü, Samsun: Bilimkent Yayınları, 2016. APAYDIN, Yunus, "Gaflet", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1996, C. XIII, s. 284. …………..., "Mütevatir", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2006, C.XXXII, s. 208. ARIKDAL, Ergün, Metapsişik Terimler Sözlüğü, İstanbul: Ruh ve Madde Yayınları, 1971. ARKONAÇ, Sibel Ayşen, Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, İstanbul: Alfa Basım Yayınları. ARSLAN, Hasan, Din Psikolojisi Açısından İnsanda Yaratıcı Düşünce, Dinî Araştırmalar Dergisi, Mayıs-Ağustos, 2009. ÂSIM EFENDÎ, Ebu’l-Kemâl Ahmed (v. 1235/1819), el-Ukyânûsu’l-Basît fi Tercemeti’l- Kâmûsi’l-Muhît, I-ΙΙΙ, İstanbul: Âsitane Yayınevi, ts. el-ASKERÎ, Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillah b. Sehl, (v. 400/1009), el-Furûku’l- Luğaviyye, (thk. Muhammed İbrâhîm Selîm), Kâhire: Dâru’l İlmi ve’s Sekâfe, 1418/1997. 257 ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuk Neşriyat, 1988. AYDIN, Mehmet, "Hıristiyanlık" (Hıristiyan İnançları), TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1998, C. XVII, s. 345. ………, Din Felsefesi, Ankara: Selçuk Yayınları, 1992. ATAR, Fahrettin, "Tedbîr", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2011, C. XL, s. 258. ATTÂR, Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr İbrâhîm en-Nîsâbûrî (v. 618/1221), Tezkiretü'l-Evliyâ, (çev. Süleyman Uludağ), Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, 1984. el-BAĞDÂDÎ, Ebû Mansûr Abdulkâdir b. Tâhir b. Muhammed, (v. 429/1037), Usûlü'd- Dîn, Beyrût: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1981. el-BÂKILLÂNÎ, Tayyîb b. Muhammed el-Basrî, (v. 403/1013), et-Temhîd fi'r-Red ale'l- Mülhideti'l-Muattıla, (thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü'l- Kütübi's-Sekâfiyye, 1947. BARDAKOĞLU, Ali, vd., İslamî Kavramlar, Ankara: Sema Yazar Gençlik Vakfı, 1997. BAŞ, Erdoğan - İNCİ, Salih, Ana Hatlarıyla Yahudilik Hristiyanlık ve İslam, İstanbul: Erkam yayınları, 2003. el-BEĞAVÎ, Ebû Muhammed Muhyissünne el-Hüseyn b. Mes'ûd b. Muhammed el- Ferrâ', (v. 516/1122), Meâlimu't-Tenzîl, I-IV, (thk. Hâlid Abdurrahmân Mervân Süvâr), Beyrût: Dâru'l Ma'rife, 1992. BEYAZÎZÂDE, Ahmed Efendî, (v. 1098/1687) İşârâtü'l Merâm min İbârâti'l-İmâm, (thk. Yûsuf Abdurrezzâk), Kâhire, y.y., 1949. el-BEYDÂVÎ, Nâsırüddîn Ebû'l-Hayr Abdullâh b. Ömer b. Muhammed eş-Şîrâzî eş-Şâfiî, (v. 685/1286), Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't Te'vîl, I-II, Beyrût: Dâru'l- Kütübi'l-İlmiyye, 2003. el-BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî b. Mûsâ, (v. 458/1066), el-Esmâ ve's- Sıfât, Cidde: Memleketü'l Arabiyyetü's-Suudiyye, 1413. BİLGİN, Nuri, Sosyal Psikoloji Sözlüğü, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2003. BİLMEN, Ömer Nasûhî, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, I-VIII, İstanbul: Bilmen Yayınevi, 1988. BOLAY, Süleyman Hayri, "Akıl", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1989, C. II, s. 238-242. ……..….., "Akl-ı Selîm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV 258 İslamAraştırmaları Merkezi, 1989, C. II, s. 275. ….…......, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yayınları, 1996. el-BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî, (v. 256/870), el- Câmi'u's-Sahîh, I-XXIII, İstanbul: el-Mektebetü’l İslâmiyye, 1979. ……..….., Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, (çev. Mehmed Sofuoğlu), I-XVI, İstanbul: Ötüken Yayınları , 1989. BULUT, Mehmet, Hidâyet-Dalâlet ve İnsanın Sorumluluğu, D.E.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı IX, lzmir 1995, s. 231. el-BURSEVÎ, İsmâîl Hakkı, (v. 1137/1725), Rûhu’l-Beyân, I-X, İstanbul: Dersaâdet, 1330. CANAN, Mehmet Zeki, Ansiklopedik Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul: Fatih Gençlik Vakfı Matbaa İşletmesi, 1983. CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Ankara: Rehber Yayınları, 1997. el-CEVHERÎ, Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd, (v. 398/1007), Tâcu'l-Luğa ve Sıhâhu'l- Arabiyye, I-VI, 2.b., Beyrût: Dâru'l-İlmi li'l-Melâyin, 1979. CEVİZCİ, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Sözlüğü, 2000. CİLACI, Osman, Dinler ve İnançlar Terminolojisi, İstanbul: Damla Yayınevi, 2001. el-CÎLÎ, Kutbuddîn Abdulkerîm b. İbrâhîm, (v. 832/1428), İnsân-ı Kâmil, (çev. Abdürrahîm Ayyıldız), İstanbul: Ulu Çınar Yayınları, 1972. el-CÜRCÂNÎ, Ebû’l-Hasen Alî b. Muhammed b. Alî es-Seyyîd eş-Şerîf el-Hanefî (v. 816/1413), et-Ta’rifât, (thk. Muhammed Abdurrahmân), Beyrût: Dâru'n- Nefâis, 1424/2003. el-CÜVEYNÎ, İmâmû’l-Harameyn Abdulmelik b. Abdilâh b. Yûsuf, (v. 478/1085), Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâdi’l-Edilleti fi Usûli’l İ’tikâd, Mısır: Mektebetu’l- Hancı, 1950. ÇAĞRICI, Mustafa, "Cehâlet", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1993, C. VII, s. 218-219. ………...., "Zann", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2013, C. XLIV, s. 120. ……..…., "Zulüm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2013, C. XLIV, s. 507-509. ÇELEBİ, İlyas, "Kâhin" (Kelamda), TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV,İstanbul: 259 TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2001, C. XXIV, s. 171. ÇELİK, Ali, İslâm'ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, İstanbul: Beyan yayınları, 1995 ÇELİK, Yusuf, İsmâîl Hakkı Bursevî'de Basîret Anlayışı, Ankara: Fecr Yayınları, 2012. DEMİR, Osman, "Yakin", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2013, C.XLIII , s. 272. DEMİR, Ömer, Acar Mustafa, Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ankara: Vadi Yayınları, 1977. DEMİRCİ, Kürşad, "Hinduizm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1998, C. XVIII, s. 114 ………...., "Şintoizm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2010, C. XXXIX, s. 177, 178. DEMİRTAŞ, Hasan, Güneş Hasan, Eğitim Yönetimi ve Denetimi Sözlüğü, Ankara: Anı Yayıncılık, 2002. ed-DIHLEVÎ, Ebû Abdilazîz Kutbüddîn Şâh Veliyyullâh Ahmed b. Abdirrahîm, (v. 1176/1762), Huccet'ullâhi'l-Bâliğa, I-II, Kâhire: Dârû'l-Kütübi'l-Hadise, t.y. DURUSOY, Ali, "Vehim", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2012, C. XLII, s. 615. EBÛ DÂVÛD, Süleymân b. el-Eş’as b. İshâk es-Sicistânî el- Ezdî (v. 275/889), Sünenü Ebî Dâvûd, I-V, Beyrût: Dâru'l-Hadîs, 1388/1969. ……………, Sünenü Ebî Dâvûd, (çev. Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz), I-IX, İstanbul: Şamil Yayınevi, 1988. EBU HAYYÂN, Muhammed b. Yûsuf b. Alî b. Yûsuf b. Hayyân el-Endelûsî (v. 745/1344), el-Bahru’l-Muhît, I-VIII, 3.bs., Beyrût: Dâru'l-Fikr, 1983. EBÛ'S-SU'ÛD, Muhammed b. Muhammed Muhyiddîn el-İmâdî (v. 982/1574), İrşâdü'l- Akli's-Selîm ilâ Mezâya'l-Kitâbi'l-Kerîm: Tefsîru Ebû’s-Su’ûd, I-IX, Beyrût: Dârû İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, t.y. ELİADE, Mircea, Şamanizm, (çev. İsmet Birkan), Ankara: İmge Kitabevi, 1999. ER, İzzet, "Din Sosyolojisi", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1994, C. IX, s. 345. ERDEM, Hüseyin, Problematik Olarak Din-Felsefe Münâsebeti, Konya: Yeni Zamanlar Yayınları, 1997. 260 ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, İstanbul: Ensar Yayınları, 4.bs., 2005. EROĞLU, Ayşe, "Henri Bergson'da Bilinç-Sezgi İlişkisi", Isparta: SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Aralık 2012, Sayı: 27, s. 92. ESED, Muhammed, Kur'ân Kavramları, (çev. Ömer Aydın, Ertuğrul Özalp), İstanbul: İşaret Yayınları, 2016. …….., Kur’an Mesajı, (çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İstanbul: İşaret Yayınları, 1996. el-EŞ'ARÎ, Ebu’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk el-Basrî (v. 324/936), Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Kâhire: Mektebetü'n-Nehdâti'l-Mısriyye, 1969. el-EZHERÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed (v. 370/980), Tehzîbu'l-Luğa, I-XV, (thk. Rıyâd Zekî Kâsım), Beyrût: Dâru'l-Ma'rife, 1422/2001. el-FERÂHÎDÎ, Ebû Abdurrahmân Halîl b. Ahmed b. Amr, (v. 175/791), Kitâbu'l-Ayn: Müratteben alâ Hurûfi'l-Mu'cem, I-IV, 1.bs, (thk. Abdülhamîd Hindâvî), Beyrût: Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1424/2003. el-FÎRÛZÂBÂDÎ, Ebû't-Tâhir Mecdüddîn Muhammed b. Ya'kûb b. Muhammed, (v. 817/1415), el- Kâmûsû'l-Muhît, I-IV, (thk. Muhammed Alî en-Neccâr), Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1426/2005. ………, Besâiru Zevi't-Temyîz fî Letâifi'l-Kitâbi'l-Azîz, I-VI, Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrût, ts. FOULQUIE, Paul, Pedagoji Sözlüğü, (çev. Cenap Karakaya), İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1994. GÖRMEZ, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılmasında Metodoloji Sorunu, Ankara: TDV Yayınları, 1997. GÖZÜTOK, Şakir, Tasavvufi Eğitimde Bilginin Elde Edilmesi, Tasavvuf ve İlmi Araştırmalar Dergisi, Ankara, Sayı 6, 2001, s. 92. GÜÇ, Ahmet, "Konfüçyüsçülük", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2002, C. XXVI, s. 167. GÜMÜŞHÂNEVÎ, Ahmed Ziyaeddîn (v. 1442/1893), Câmiü'l-Usûl et-Turuku's-Sufiyye, (thk. Edîb Nasreddîn), Beyrût: Müessesetü'l-İntişâri'l-Arabi, t.y. GÜNDÜZ, Şinasi, "Sâbiîlik" , TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2008, C. XXV, s. 342. GÜNGÖR, Harun "Şamanizm", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. IX, s. 325-326 261 GÜRKAN, Salime Leyla, "Nazar", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2006, C. XXXII, s. 443. el-ĞAZZÂLÎ, Ebû Hâmid Muhammed b. Ahmed, (v. 505/1111), Mîzânu'l-Amel, (thk. Süleyman el-Bevvâb), Beyrût: Dâru’l-Hikme, 1406/1986. ………….., İhyâu Ulûmi'd-Dîn, I-IV, (çev. Ahmed Serdaroğlu), 3. bs, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1974 ….………., el-İktisad fi'l-İ'tikâd, (çev. Kemal Işık), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1971. ………..…, el-Munkizü mine’d Dalâl Şerhi ve Tasavvufî İncelemeler, (çev. Salih Uçan), İstanbul: Kayhan Yayınları, 1990. ……........., Me'âricü'l-Kuds fi Medârici Ma'rifeti'n-Nefs, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l- İlmiyye, 1988. HAKÎM TİRMÎZÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Alî b. Hasen, (v. 320/932), Hatmü'l-Evliyâ, (thk.Osmân İsmâîl Yahyâ), Beyrût: Ma'hedü'l-Âdâbi'ş-Şarkiyye, 1965. ……….…, Kalbin Anlamı, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Hayy Kitap, 2009. HAMİDULLAH Muhammed, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi, (çev. Mehmet Sait Mutlu), İstanbul: Yağmur Yayınevi, 1965. HANÇERLİOĞLU, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1996. ……......…, Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1982. HARMAN, Ömer Faruk, "Dalâlet", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 19963, C. VIII, s. 427. ………….., "Yahudilik" (İnanç Esasları), TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2013, C. XLIII, s. 204. ……........., "Kâhin", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2001, C. XXIV, s. 116-117. HASANOV, Eldar, Yahudilik'te Peygamberlik ve Peygamberler, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 4, 2014. el-HAYYÂT, Ebû'l-Hüseyn Abdurrahîm b. Muhammed b. Osmân, (v. 300/903), el- İntisâr, Beyrût: İdâretu Ma'hedi'l-Edebi'ş-Şarkiyye, 1957. el-HÂZİN, Ebû'l-Hasen Alâuddîn Alî b. Muhammed b. İbrâhîm el-Bağdâdî, (v. 741/1341), Lübâbü't-Te'vîl fî Me'âni't-Tenzîl, I-IV, (thk. Abdusselam Muhammed Alî Şâhîn), Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1425/2004. HÖKELEKLİ, Hayati, "Fıtrat", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam 262 Araştırmaları Merkezi, 1996, C. XIII, s. 47. …………., "Sezgi", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1997, C. XV, s. 68-69. ………....., "Duyu", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1994, C. X, s. 8. ………....., Din Psikolojisi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993. ………….., İslam Psikolojisi Yazıları, İstanbul : Değerler Eğitim Merkezi, 2009. el-HUCVİRÎ, Ebû'l-Hasan Alî b. Osmân b. Alî, (v. 465/1072), Keşfu’l-Mahcûb, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergah Yayınları, 1982. İBN ABDİLBERR, Ebû Ömer Cemâleddin Yûsuf b. Abdillah, (v. 463/1071), et-Temhîd limâ fi'l-Muvatta mine'l-Meânî ve'l-Esânîd, I-XXI, (thk. Saîd Ahmed A'rab), yy. , Vizâretü'l-Evkâf ve'ş-Şuûni'l-İslâmiyye, 1982. İBNÜ'L ARABÎ, Ebû Abdillah Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed, (v. 638/1240), el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Litera Yayıncılık, 2006. İBN ÂŞÛR, Muhammed et-Tâhir b. Muhammed b. Muhammed et-Tûnusî (v. 1394/1973), Tefsîru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I-XXX, Tunus: Dâru't- Tunûsiyye, 1984. İBN ATİYYE, Ebû Muhammed Abdulhak b. Gâlib b. Abdirrahmân b. Gâlib el- Endelûsî, (v. 541/1147), el-Muharreru’l-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz, I- V, (thk. Abdusselâm Abduşşâfî Muhammed), Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyye, 1993. İBNU'L-CEVZÎ, Ebû'l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed el-Bağdâdî, (v. 597/1201), Nüzhetü'l-A'yüni'n-Nevâzir fî İlmi'l-Vucûhi ve’n-Nezâir, (thk. Muhammed Abdülkerîm Kâzım er-Râzî), Beyrût: Müessesetü’r- Risâle, 1987. ….……..., Zâdu'l Mesîr fî İlmi't-Tefsîr, I-IX, Beyrût: el-Mektebü'l-İslâmî, 1987. İBN DUREYD, Ebû Bekr Muhammed b. Hasen el-Ezdî el-Basrî, (v. 321/933), Cemheretu’l-Luğa, I-III, Beyrût: Dâru'l İlm li'l-Melâyîn, 1987. İBNÜ'L-ESÎR, Mecdüddîn Ebi's-Seâdât el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî, (v. 606/1260), en-Nihâye fî Ğarîbi'l Hadîsi ve'l Eser, I-IV, Riyâd: Dâru İbnu'l-Cevzî, 2000. İBN FÂRİS, Ebû'l Hüseyn Ahmed b. Zekeriyyâ, (v. 395/1004), Mu'cemu Mekâyîsi'l- Luğa, I-VI, (thk. Abdusselâm Muhammed Hârun), Beyrut: Daru’l Fikr, 1979. 263 ……........, Mücmelü'l-Luğa, (thk. Züheyr Abdulmuhsîn Sultân), Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1984. İBN FÛREK, Ebû Bekr Muhammed b. Hasan, (v. 406/1015), Şerhu'l-Âlim ve'l- Müte'allim, (thk. Ahmed Abdurrahîm es-Sâyih), Kâhire: Mektebetü's- Sekâfeti'd-Dîniyye, 2009. İBN HALDÛN, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed b. Hasen el-Hadramî el-Mağribî, Şifâ'ü's-Sâ'il, (v. 808/1406), (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergah Yayınları, 1984. ………...., Mukaddime, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergah Yayınları, 1983. İBN HANBEL, Ebû Abdillah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Mervezî (v. 241/885), el-Müsned, I-VI, Beyrût: Darû'l-Beyrût, 1955. …………., el-Müsned, (çev. Rıfat Oral), I-III, Konya: Ensar Yayıncılık, 2003. İBN KAYYÎM, Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb el-Cevziyye, (v. 751/1350), et-Turûku'l-Hükmiyye fi's-Siyâseti'ş-Şer'iyye, Kâhire: Matbaatü'l-Âdâb, 1317. ……….…, Medâricu's Sâlikîn, I-III, Kâhire: Dâru'l Hadîs, 1996. İBN KESÎR, Ebû'l-Fidâ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn (v. 774/1373), Tefsîru'l Kur'âni'l Azîm, I-VIII, 2.b., (thk. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyâd: Dâr Tayyibe, 1999. İBN KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (v. 276/889), Tefsîru Garîbi'l-Kur'ân, (thk. Seyyîd Ahmed Sakr), Beyrût: Dârü'l-Kütübi'l- İlmiyye, 1978, s. 529. İBN MANZÛR, Ebû'l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Alî er-Rüveyfî (v. 711/1311), Lisânu’l-Arab, I-XV, Beyrût: Dâru Sâdr, t.y. İBN MEYMÛN, Ebû İmrân Maimonides Mûsâ, Delâletü'l-Hâirîn (v. 601/1204), Kâhire: Mektebetü's Sekâfeti'd-Dîniyye, t.y. İBN RÜŞD, Ebû'l Velîd Muhammed b. Ahmed b. el-Kurtûbî, (v. 595/1198), Faslu'l- Makâl: Felsefe Din İlişkileri, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergah Yayınları, 1985. İBN SÎDE, Ebû'l Hüseyn Alî b. İsmâîl, (v. 458/1066), el-Muhkem ve'l Muhît'ul A'zâm, I-XI, (thk. Abdulhamid Hendavî), Dâru'l Kitâbi'l İlmiyye, Beyrût, 2000. İBN SÎNÂ, Ebû Alî el-Hüseyn b. Abdillah b. Alî, (v. 428/1037), el-İşârât ve’t- Tenbîhât, (çev. Süleyman Dünya), I-IV, Kâhire: Dâru’l-Maârif, 1960. İBN TEYMİYYE, Ebû'l-Abbâs Takiyyuddîn Ahmed b. Abdilhalîm b. Mecdiddîn el-Harrânî 264 (v. 728/1328), Der'u Teârudi'l-Akl ve'n-Nakl, (thk. Muhammed Reşâd Sâlîm), Beyrût: Dârü'l-Künûzi'l-Edebiyye, 1979. İBRÂHÎM HAKKI, Erzurûmî, (v. 1194/1780), Marifetnâme, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1310. İKBÂL, Muhammed, (v. 1357/1938), İslâm’da Din Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, (çev. Sofi Huri), Çeltüt Matbaacılık, İstanbul, 1964. İSLÂMİ BİLGİLER ANSİKLOPEDİSİ, İsmâîl Kara, vd., İstanbul: Dergah Yayınları, 1981. İNAN, Abdulkâdir, Eski Türk Dini Tarihi, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1976. İSMÂÎL FENNÎ, Ertuğrul, (v. 1365/1946), Lugatçe-i Felsefe, (çev. Nejdet Ertuğ), İstanbul: Düşünce Yayıncılık, 2014. İZMİRLİ, İsmâîl Hakkı, (v. 1366/1346), Yeni İlm-i Kelâm, (çev. Sabri Hizmetli), Ankara: Umran Yayınları, 1981. KÂDÎ ABDÜLCEBBÂR, Ebû'l Hasan Abdülcebbâr b. Ahmed, (v. 415/1025), Tenzîhü'l- Kur'ân ani'l-Metâ'in, (thk. Ahmed Abdurrahîm Seyyâh), Kâhire: Mektebetu'n-nâfize, 2006. …………..., el-Muğni fi Ebvâbi't-Tevhîd ve'l-Adl, Kâhire: ed-Dârü'l-Mısriyye, 1963. KAFESOĞLU, İbrahim, Eski Türk Dini, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1980.. KAL'ACÎ, Muhammed Revvâs, Fıkıh Lugatı, (çev. Ayhan Ak), İstanbul: Ocak Yayıncılık, 2012. KARAMAN, Hayreddin, "Fıkıh", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1996, C. XIII, s. 1-14. KÂSIMÎ, Cemâlüddîn Muhammed b. Muhammed Sa'îd Cemâlüddîn (v. 1332/1914), Tefsîru’l-Kâsımî, I-XVII, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrût: Dârü'l-Fikr, 1978. el-KÂŞÂNÎ, Kemâlüddîn Abdürrezzâk b. Ebî'l-Ganâim Muhammed (v. 736/ 1335), Istılâhâtü’s-Sûfiyye, (çev. Ekrem Demirci), İz Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 19. KAYA, Mahmut, Kindi Felsefi Risaleler, İstanbul: Klasik Yayınları, 3.bs., 2014. ……….., "Felsefe", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1995, C. XII, s. 311. el-KELÂBÂZÎ, Ebû Bekr Muhammed b. İshâk el-Buhârî, (v. 380/990), Kitâbu’t-Ta’arruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, Kâhire: Mektebetu’l-Hâncı, 1994. KILAVUZ, Ahmet Saim, "A'mâ", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV 265 İslam Araştırmaları Merkezi, 1989, C. II, s. 553. KILIÇ, Ahmet Faruk, Din Sosyolojisinde Dini Grup Tipolojileri, Değerler Eğitimi Dergisi, Değerler Eğitimi Merkezi, 2007, Cilt 5, Sayı 13, s. 40. KİRPİTÇİ, Eyüp, "Din Eğitimi Açısından Baba-Oğul İlişkisi", Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Sayı 30, s. 223-239. KUR'ÂN YOLU TEFSİRİ: Kur’ân Yolu: Türkçe Meâl ve Tefsîr, Hayrettin Karaman vd., I-V, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007. el-KURTÛBÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, (v. 671/1273), el-Câmi' li- Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, (thk. Abdullah b. Abdulmuhsîn et-Turkî), Beyrût: Müessesetu'r-Risâle, 1427/2006. el-KUŞEYRÎ, Ebû'l-Kâsım Abdülkerîm b. Hevâzin b. Abdilmelik (v. 465/1072), Letâifü'l-İşârât, (thk. Abdüllatîf Hasen Abdurrahman), I-III, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2000. ………….., er-Risâletu'l-Kuşeyriyye, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2001. KUTLUER, İlhan, "Düşünme", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1994, C. X, s. 57. ………...., "Hikmet", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1998, C. XVII, s. 503. ………....., "İlim", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, C. XXII, s. 109-114. KUTUB, Seyyid, (v. 1386/1966), fî Zilâli'l-Kur'ân, I-VI, Kâhire: Dâru'ş-Şurûk, 1992. KUZGUN, Şaban, "Hanîf", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1997, C. XVI, s. 33. ……….…, Dört İncil: Yazılması, Derlenmesi, Muhtevası, Farklılıkları, Çelişkileri, Ankara: Ertem Matbaa, 1996. KÜÇÜKPARMAK, Aykut, Gazzalî’nin Bilgi Sisteminde Hadsî Bilgi, Muş: Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, Cilt 1, sayı 2. el-MÂTURÎDÎ Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, (v. 333/944) Kitabu't-Tevhîd, (çev. Bekir Topaloğlu), İstanbul: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi, 2003. ……….…, Te'vîlâtü'l-Kur'ân, I-V, (thk. Fâtıma Yûsuf el-Heymî), Beyrût: Müessesetü'r-Risâle, 2004. ………....., Şerhü'l-Fıkhi'l-Ekber, (çev. Adnan Bülent Baloğlu, Murat Memiş), 3.bs., 266 İstanbul: Bilge Kültür Sanat, 2013. el-MÂVERDÎ, Ebû'l-Hasen Alî b. Muhammed b. Habîb el-Basrî (v. 450/1058), en- Nüket ve'l-Uyûn, I-VI, Beyrût: Dâru'l Kutubi’l-İlmiyye, t.y. el-MEKKÎ, Ebû Tâlib Muhammed b. Alî b. Atiyye, (v. 386/996), Kûtu'l-Kulûb fî Muâmeleti'l-Mahbûb ve Vasfi Tarîki'l-Mürîd ilâ Makâmi't-Tevhîd, Kâhire: Dâru't-Turâsi'l-Mekkiyye, 2001. el-MERÂGÎ, Ebûl-Kâsım Alemülhüdâ Ali b. Hüseyn Şerîf Murtezâ, (v. 436/1044), Şerhu Cümeli'l-İlm ve'l-Amel, (thk.Ya'kûb el-Ca'ferî), Kûm: Dârü'l-Üsve, 1414, s. 52. el-MEVDÛDÎ, Ebu'l-A'lâ (v. 1399/1979), Tefhîmu'l-Kur'ân (Kur'ân'ın Anlamı ve Tefsîri), (çev. Muhammed Hân Kayânî, v.d.), I-VII, 2.bs., İstanbul: İnsan Yayınları, 1996. el-MUHÂSİBÎ, Ebû Abdillah Hâris b. Esed, (v. 243/858), Risâletü'l-Müsterşidîn, (thk. Abdulfettâh Ebû Ğudde), Haleb: Mektebetü'l-Matbaati'l-İslâmiyye, 1964. MUKÂTİL B. SÜLEYMÂN, Ebû’l- Hasen b. Beşîr el-Belhî el-Ezdî (v. 150/767), el-Vücûh ve'n-Nezâir fi'l Kur'âni'l Azîm, 2.b., (thk. Hâtim Sâlih ed-Dâmin), Riyâd: Mektebetü'r-Rüşd, 1432. MÜSLİM, Ebû'l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî (v. 261/875), Sahîhu Müslim, I-V, (thk. Muhammed Fu'âd Abdülbâkî), Beyrût: Dâru İhyâi'l- Kütübi'l-İlmiyye, 1374/1955. ……….., Sahîh-i Müslim, (çev. Ahmed Davudoğlu), I-XI, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1980. NECATİ, Osman, Kur'ân ve Psikoloji, (çev. Hayati Aydın), Ankara: Fecr Yayınları, 1998. en-NESÂÎ, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/915), es-Sünen, I-IV, Mustafâ el-Bâbî el-Halebî, Kâhire, 1964. ………., Sünen-i Nesâî Tercemesi, (çev. Abdullah Parlıyan), Konya: Konya Kitapçılık, 2005. en-NESEFÎ, Ebû'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (v. 710/1310), Medârikü't- Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, I-III, (thk. Yûsuf Alî Bedevî), Beyrût: Dâru'l- Kütübi'l-İlmiyye, 2001. en-NEYSÂBÛRÎ, Nizâmüddîn el-Hasen b. Muhammed b. Hüseyn el-Kummî, (v. 1005/1597), Ğarâ’ibu'l-Kur'ân ve Reğâ'ibu'l-Furkân, I-VI, Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1996. ORUÇ, Cemil, "Din Eğitiminin Hedefleri", Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 13, sayı 1, 2008, s. 261. 267 ÖĞÜT, Sâlim, "Firâset (Fıkıh'ta)", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1996, C. XXIII, s. 117, 118. ÖNCÜL, Remzi, Eğitim ve Eğitim Bilimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 2000. ÖRNEK, Sedat Veyis, İlkellerde Dinsel Temel Kavramlara Genel Bir Bakış, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Dergisi, C. 20, sayı 3-4, 257- 258. ÖZGENÇ, Semahat, "Musa b. Meymûn’un Nübüvvet (Vahiy) Anlayışı", Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2006. ÖZTEN, Ersan, Hıristiyan Kutsal Metinlerindeki Gayb Anlayışının Kelâm Açısından Değerlendirilmesi, Iğdır: Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, III, Nisan, 2013. ÖZTÜRK, Yaşar Nûrî, Kur'ân'ın Temel Kavramları, I-II, 26.b., İstanbul: Yeni Boyut Yayınları, 2014. PAZARLI, Osman, Din Psikolojisi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1982. el-PEZDEVÎ, Ebû'l-Yüsr Muhammed b. Muhammed, (v. 493/1100), Usûlu’d-Dîn, (çev. Şerafeddin Gölcük), İstanbul: Kayıhan Yayınevi, 1980. er-RÂĞIB el-İSFEHÂNÎ, Hüseyn b. Muhammed, (v. 502/1108), el-Müfredât fî Ğarîbi'l- Kur'ân, Kâhire: Mektebetü'l-Mısriyye, 1970. …………, Mutluluğun Kazanılması, (çev. Lütfi Doğan), İstanbul: Bahar Yayınları, 1983. er-RÂZÎ, Ebû Abdillah Fahruddîn Mahmûd b. Ömer b. Hüseyn et-Tâberistânî, (v.606/1210), Mefâtîhu'l-Ğayb, I-XXXII, Beyrût: Dâru’l-Fikr, 1401/1981 REŞÎD RIZÂ, Muhammed, (v. 1354/1925), Tefsîru'l-Kur’âni'l-Hakîm: bi Tefsîri'l- Menâr, I-XII, Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2005. …........., Muhammedî Vahiy, (çev: Salih Özer), Ankara: Fecr Yayınları, 1991. SALİBA, Cemil, el-Mu'cemü'l-Felsefi, Beyrût: Dâru'l-Kitâbi'l-Lübnânî, 1982. SAYIM, Huzeyfe, "Sih Dini", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2009, C. XXXVII, s. 167. es-SEÂLİBÎ, Ebû Zeyd Abdurrahmân b. Muhammed b. Mahlûf, (v. 875/1470), el- Cevâhirü'l-Hisân fî Tefsîri'l-Kur'ân, I-V, (thk. Alî Muavvid Âdil Abdulmevcûd), Beyrût: Dâru İhyâi't-Turâsi'l-Arabî, 1418/1997. SELÇUK, Mualla, vd., İslâmiyet-Hıristiyanlık Kavramları Sözlüğü, I-II, Ankara: 268 Ankara Üniversitesi Yayınevi, t.y. es-SEMERKANDÎ, Ebû'l-Leys Nasr b. Ahmed b. İbrâhîm, (v. 373/983), Bahru'l Ulûm, I-III, (thk. Alî Muhammed Muavved, Âdil Ahmed Abdulmevcûd), Beyrût: Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, 1413/1993. es-SEMÎN el-HALEBÎ, Ebû'l Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Yûsuf (v. 756/1355), Umdetu'l- Huffâz fî Tefsîri Eşrâfi'l-Elfâz: Mu'cem Luğavî li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, I-IV, (thk. Muhammed et-Tuncî), Beyrût: İlmü'l-Kütüb, 1993. es-SERRÂC, Ebû Nasr Abdullah b. Alî et-Tûsî, (v. 378/988), el-Lüma', (çev. Hasan Kamil), İstanbul: Altınoluk Yayınları, 2001. SEYYİD, Hüseyin Nasr, İslâm İdealler ve Gerçekler, (çev. Ahmet Özel), İstanbul: İnsan Yayınları, 2008. SİNANOĞLU, Mustafa, "İlhâm" (Diğer Dinlerde İlhâm), TDV İslam Ansiklopedisi, I- XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, C.XXII, s. 100. ……….…, "Kitâb-ı Mukaddes ve Kur'ân-ı Kerîm’de Nübüvvet", İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, 1995, s. 35. ……….…, "Küfür", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2002, C. XXVI, s. 533-536. SMART, Ninian, "The Religious Experience of Mankind", (Tarih Öncesine Ait Dinlerle İlkel Dinler), (çev. Günay Tümer), Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1982, s. 321. SOYALAN, Mehmet Yaşar, Elmalılı Tefsîrinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, İstanbul: Ağaç Yayınları, 2003. SÖNMEZ, Veysel, "Türkiye'de Eğitimin Kalitesi ve Geleceği", 1986, Ankara, Eğitim Fakültesi Dergisi, sayı: 1, H.Ü. Eğitim Fakültesi Yayını, s. 18. SÖYLEMEZ, Mahfuz, Cahiliyye Araplarının Ulûhiyet Anlayışı, Ankara: Ankara Okulu, 2015. SUNAR, Cavit, Mistisizm Nedir, İstanbul: Kılıç Kitabevi, 1979. es-SUYÛTÎ, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Suyûtî (v. 911/1505), ed- Dürru'l-Mensûr fi't-Tefsîr bi'l-Me'sûr, I-VIII, Beyrût: Dâru'l Fikr, 2011. es-SÜHREVERDÎ, Ebû'l-Fütuh Şehâbeddîn Yahya, (v. 587/1191), Hikmetü'l-İşrâk, (thk. Seyid Hüseyin Nasr), Tahran: Ulûm-i İnsâni ve Mütâlaat-i Ferhengi, 2001. ŞAŞA, Mehmet, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Ma'rifetullâh, Ankara: Nobel Yayıncılık, 2018. 269 eş-ŞEHRİSTÂNÎ, Ebû’l-Feth Tâcuddîn Muhammed b. Abdulkerîm (v. 548/1153), el-Milel ve'n-Nihal, (çev. Mustafa Öz), İstanbul: Ensar Neşriyat, 2005. eş-ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Alî b. Muhammed, (v. 1250/1854), Fethu'l Kadîr el- Câmiu beyne Fenneyi'r-Rivâyeti ve'd-Dirâyeti min İlmi't-Tefsîr, I-V, 4.b., Beyrût: Dâru'l-Ma'rife, 1428/2007. et-TABÂTABÂÎ, Seyyîd Muhammed Hüseyn, (v. 1401/1981), el-Mîzân fî Tefsîri'l-Ḳur'ân, I-XXII, Beyrût: Müessesetu’l-Âlemi lil-Matbuât, 1417/1997. et-TABERÎ, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr, (v. 310/923), Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kurʾân, I-XVI, (thk. Abdullah b. Abdilmuhsîn et-Türkî), Dâru'l- Âlimi'l-Kütüb, Riyâd, 2003. et-TABRESÎ, Ebû Alî el-Fadl b. el-Hasen (v. 548/1153), Mecmau'l-Beyân fî Tefsîri'l- Kur'ân, I-VI, Beyrût: Dâru Mektebeti'l-Hayât, 1390. et-TAFTÂZÂNÎ, Sa'düddîn Mes'ûd b. Ömer (v. 793/1390), Şerhu'l-Akâid, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul: Dergâh Yayınları, İstanbul, 1991. TANBAĞ, Zeynel Abidin, Cin Sihir Büyü, İstanbul: Alioğlu Yayınevi, 2004. TANYU, Hikmet, "Ahd-i Cedîd", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1998, C. I, s. 506. TARAKÇI, Muhammed, "Eski Kültürlerde ve Doğu Dinlerinde Vahiy ve Peygamberlik", Vahiy ve Peygamberlik, İstanbul: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, Kur'an Araştırmaları Merkezi Yayınları, s. 20-21. ………..., Hıristiyanlık'ta Vahiy Anlayışı, Bursa: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Cilt: 12, Sayı 2, 2003. ………..., "Vahiy" (Diğer Dinlerde), TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2012, C. XLII, s. 443. TAYLAN, Necip, "Bilgi", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C.VI, s. 157-161. …….….., Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1994. ……..…., İslâm Düşüncesinde Din Felsefeleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1994. et-TEHÂNEVÎ, Muhammed Alî b. Alî b. Muhammed el-Hanefî (v. 1158/1745), Keşşâfu Istılâhâti'l Funûn ve'l Ulûm, I-VI, (thk. Alî Dehrûc), Beyrût: Mektebet-u Lübnân, 1996. et-TİRMÎZÎ, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, (v. 279/892), es-Sünen, I-XXIII, Riyâd: Mektebetü't-Terbiyeti'l Arabiyyi li Düveli'l- Halîc, 1988. 270 TOLSTOY, Lev Nikolayeviç, Din Nedir, (çev. Murat Çiftkaya), İstanbul: Furkan Yayınları, 1998. TOPALOĞLU, Bekir, "Basîr", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C.V, s. 102-103. …………, "Hayy", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1997, C. XVI, s. 549. TOPALOĞLU, Bekir, ÇELEBİ İlyas, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, İSAM Yayınları, 2010. TOPBAŞ, Osman Nuri, Emsalsiz Örnek Şahsiyet Hz. Muhammed Mustafa, İstanbul: Erkam Yayınları, 2006. TOSHIHIKO, lzutsu, Kur'ân'da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul: Pınar Yayınları, 1991. ………..., İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul: Pınar Yayınları, 1984. et-TRÂBLÛSÎ, Ebû'l Hasen Alî b. Halîl, Mu'înü'l-Hükkâm, 2.bs., Kâhire: y.y.,1973. TUNÇ, Cihat, "Dalâlet (Kur'ân ve Sünnet'e göre)", TDV İslam Ansiklopedisi, I- XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1996, C. IX, s. 428. TÜMER, Günay, "Din", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1994, C. IX, s. 312-320. ………..., "Âyin", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1991, C. IV, s. 248. ………..., Çeşitli Yönleriyle Din, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1987, Cilt 28, Sayı 1, s. 249-250. ………..., "Budizm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C.VI, s. 353. et-TÜSTERÎ, Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah, (v. 283/896), Tefsîru'l-Kur'âni'l- Azîm:Tefsîru't-Tüsterî, Kâhire: Matbaatu's-Saâde, 1908. ULUDAĞ, Süleyman, "Basîret", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C.V, s. 103. …….….., "Bâtın İlmi", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. V, s. 188. …….….., "Firâset", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1996, C. XIII, s. 116-117. 271 …….…., "Gaflet", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1993, C. XIII, s. 283. ….…….., "Kalp", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi, 2001, C. XXIV, s. 230. ………..., "Lüb", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2003, C. XXVII, s. 241. ………..., "Marifet", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2003, C. XXVIII, s. 54, 55. ………..., Tasavvuf Terimler Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları, 3.bs., 1996. UYSAL, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Konya: Yediveren Kitap, 2001. ÜNAL, Mehmet Süheyl, Dînî ve Mistik Tecrübe Yazıları, Rize: y.y., 2012. WENSINCK, Arent Jean, el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l Hadîsi'n-Nebeviyye, I-VII, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1955. el-VÂHİDÎ, Ebû'l Hasen Alî b. Ahmed b. Muhammed en-Nîsâbûrî, (v. 468/1075), el- Vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l-Azîz, I-II, (thk. Safvân Adnân Dâvûdî), Beyrût: Dâru'ş-Şâmiyye, 1995. VURAL, Mehmet, Gazzâlî Felsefesinde Bilgi ve Yöntem, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2004. ……….., İslam Felsefesi Sözlüğü, Ankara: Elis Yayınları, 2003. YAVUZ, Kerim, "Din Psikolojisi", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1994, C. IX, s. 341. YAVUZ, Yusuf Şevki, "Akıl (Kelâm'da)", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1989, C. II, s. 244. ……….., "Bezm-i Elest", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. VI, s. 106. ………..., "İlhâm", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, XXII, s. 98-100. ………..., "İlme'l Yakîn", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2000, C. XXII, s. 138. ………..., "Ruh", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1996, C. XXXV, s. 187. 272 …………, "Vahiy", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 2012, C. XLII, s. 440. YAZIR, Elmalılı Hamdi, (v. 1361/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, İstanbul: Azîm Yayınları, t.y. YERLİKAYA, İlhan, "Basîret", TDV Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. V, s. 103. YILMAZ, Hasan Kâmil, Marifetullah, İstanbul: Erkam Yayınları, 2010. YURDAGÜR, Metin, "Basar", TDV İslam Ansiklopedisi, I-XLIV, İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi, 1992, C. V, s. 101. ez-ZEBÎDÎ, Ebû'l Feyz Murtezâ Muhammed b. Muhammed, (v. 1205/1791), Tâcu'l Arûs min Cevâhiri'l Kâmûs, I-X, (thk. Abdulalîm et-Tahâvî), Beyrût: Dâru Sadr, 1889. ez-ZEMAHŞERÎ, Ebû'l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer el-Havarizmî, (v. 538/1143), el- Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl, I-IV, Kâhire: el-Matbaatü'l-İstikâme, 1946. ………., Esâsu'l Belâğa, I-II, (thk. Muhammed Bâsil Uyûnu's-sûd), Beyrût: Dâru'l Kütübi'l-İlmiyye, 1992. ez-ZUHAYLÎ, Vehbe, et-Tefsîru'l-Munîr, I-XXXII, Beyrût: Dâru'l-Fikr, 1991. 273