T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI SİYÂSETNÂME VE KABUSNÂME’LERİN MUKAYESESİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Farshad NASIRI BABELANI BURSA – 2016 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI SİYÂSETNÂME VE KABUSNÂME’LERİN MUKAYESESİ (YÜKSEK LİSANS TEZİ) Farshad NASIRI BABELANI Danışman: Yrd. Doç. Dr. Sadettin EĞRİ BURSA – 2016 ÖZET Yazar Adı ve Soyadı : Farshad Nasiri Babelani Üniversite : Uludağ Üniversitesi Enstitü : Sosyal Bilimler Enstitüsü Anabilim Dalı : Türk Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı : Eski Türk Edebiyatı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : XIII + 207 Mezuniyet Tarihi : 07 / 09 / 2016 Tez Danışman(lar)ı : Yrd. Doç. Dr. Sadettin Eğri SİYÂSETNÂME VE KABUSNÂME’LERİN MUKAYESESİ Bu araştırmada büyük Selçuklu dönemine ait Fars edebiyatı ve bir nebze olsa da Türk kültürü tarihini temsil eden iki dev eser hakkında bilgi verilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada güdülen amaç; eserlerin tanıtımı, incelenmesi ve içerik olarak mukayeseleri olup okuyuculara ve araştırmacılara kolaylık sağlamaktır. Araştırma için okunulması gereken kaynakların çoğu Farsça olduğundan dolayı ve bunların Türkiye’de bulunulmaması nedeniyle İran’a seyahat etmek gerekliliği duyuldu. Kullanılan kaynakların hemen hemen hepsi İran’dan getirildi. Çalışmada görüleceği üzere nasihatnâme niteliği taşıyan siyâsetnâmeler ve kabusnâmeler hakkında kısaca bilgiler verilerek bunların arasında daha fazla edebiyatta bilinen Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si ve Keykâvûs’un Kabusnâme adlı eseri incelenerek mukayese edilmiştir. İlk bölümde Siyâsetnâme ve yazarı hakkında detaylı bilgileri okuyup ikinci bölümde ise Kabusnâme hakkında verilen bilgilere ulaşılabilir. Üçüncü bölümde de ele alınan mazmunlar hakkında detaylı bir inceleme yapılmıştır. Her iki eserden ortak konu niteliği taşıyan örnek metinler seçilmiştir. Ayrıca Farsça olan örnek metinlerin düzgün bir şekilde okunuşunu sağlamak amacıyla Türkçe alfabesiyle transkripsiyonu yapılıp Türkçe çevirisi ile birlikte paylaşılmıştır. Anahtar Sözcükler: Selçuklular, Siyâsetnâme, Siyerü’l-Mulûk, Hoca Nizamülmülk, Kabusnâme, Unsuru’l-meali, Keykâvûs ABSTRACT Name and Surname : Farshad Nasiri Babelani University : Uludag University Institution : Social Science Institution Field : Turkish Litrature and Language Branch : Old Turkish Litrature Degree Awarded : Master Page Number : XIII + 207 Degree Date : 07 / 09 / 2016 Supervisor (s) : Ass. Prof. Dr. Sadettin Egri COMPARISON OF SIYASATNAMA & QABUSNAMAS In this study, two masterpieces of Persian literature are studied. The two also resemble the Turkish culture during Seljuk dynasty, whom was originally Turk themselves. The purpose of this study is to analyze and familiarize future researchers with the contents mentioned before. Most of the sources that we needed in order to achieve this purpose were written in Persian language which were not accessible in Turkey, this resulted in urge of traveling to Iran for several times. Almost all the sources were gathered in Iran. As you will read further, information regarding Siyasatnama and Qabusnama are provided in a summary which are concerned as pandnama (a letter of counsel) then Siyasatnama of Nezam al molk and Qabusnama of Keikavus, two of the most well-known literature pieces, are discussed. The first part is dedicated to Siyasatnama and its author and the second part provides some information about Qabusnama. The third section contains detailed information of the selected themes. Briefs are selected and provided for each part as needed. In order to ease reading in Persian, Transcription is provided and shared along with the Turkish translation. Keywords: Seljuks, Siyasatnama, Siyar al moluk, Khawje Nezam al molk, Qabusnama, Onsor al maali, Keikavus ÖNSÖZ Edebiyat hangi biçimde ve şekilde olursa olsun, bireysel ve toplumsal hayatı yansıtan değerler, kriterler ve özellikleri taşıyan bir çarktır. Edebî eserlerin analizi ve tahlili de aynı şekildedir. Yani söylenilen değerler ve kriterlerden uzak olamaz. Başka bir söyleyişle edebî eserlerin tahlili ve mukayesesi tüm kapsamı ve özellikleriyle bir nevi hayat dersi olarak nitelendirilebilir. Edebî eserlerin incelenmesi; onları dil, sanat ve içerik boyutları açısından tahlil etmek demektir. Yani sözcük ve ibârelerin zor taraflarını anlatarak anlamlarını kolaylaştırıp tarihi boyutlarını ve sanatsal değerlerini inceleyip içeriklerini tahlil etmek gerekir. Bu çalışma da benzer amaçları güden fakat farklı konuları içeren diğer çalışmalar gibi gerçekleştirildi. Eserleri okuyanların bu amaçlara varmaları için her bir bölümde yazar ve eserle ilgili detaylı inceleme niteliği taşıyan bilgiler paylaşıldı. Eski ve geleneksel edebiyatlarda özellikle dikkat edilmesi gereken konulardan biri şu ki söz konusu olan eski eserlerin, genç olan; yani günümüze ait olan edebiyattan etkilenmemsidir. 1000 yılı aşkın Türk ve Fars ortak kültürlü geleneksel edebiyatının ömründen geçiyor ve çalışma konusunu teşkil eden eserler de; zaman içerisinde görüntüleri yok olan halkların hayatını anlatmaktadır. İşte söz konusu tüm konulara istinaden Türklerin İran’da iktidarda olduğu sürece özen göstererek Farsça olarak önemli mevki sahibi şahısları tarafından telif edilen eserlerin seçilmesine karar verildi. Bu eserler Türklerin yönetimde olduğu çağdaki İran’ın kültür, sanat ve zevkinin tecelli noktası olmuştur. Bu eserlerin benzerlerine dünya edebiyatında pek az rastlanmaktadır. Birçok dillerin aksine Farsça ve Türkçe, asırlardır ağırlık ve heybetini hiçbir yara almadan ortak bir yapıda korumayı başarmışlardır. Kültürel bağların kurulmasında en önemli etkenlerden ve asıl iletişim aracı olan dil ve edebiyat; sosyal ve kültürel birliktelerin oluşumu ve yayılmasında önemli rol almaktadırlar. Türkler, coğrafi konumları, tarihi münasebetleri, kültürel yapıları ve sosyal nedenlerden dolayı İranlılarla sürekli ilişki içerisinde olmuşlardır. Tüm bilim adamlarının ve tarihçilerin belirttiği üzere İran kültürü yüzyıllar öncesinden beri Türkler arasında yaygınlaşmaya başlamış ve ona paralel bir şekilde de Büyük Selçuklulardan kısa bir süre önce Türklerin kültürü de İranlılar arasında yaygınlaşmaya başlamıştır. İran topraklarında saltanat tahtına geçen Melikşah ve Sultan Tuğrul gibi Farsça şiir söyleyen Selçuklu sultanlarının sarayı, Fars dili ve edebiyatına ev sahipliği yapmış, birçok Türk asıllı sultanların zamanında da Farsça; saray dili olarak vi kullanılmış ve padişahların kendileri Farsça şiir yazmaya merak salmışlardır. Bazıları da kâtiplere veya devlet adamlarına Farsça olarak eser yazmalarını emretmişlerdir. Bütün bu ortak özelliklere dayanarak bu yoldaki tüm zorluklara ve Türkiye’de Farsça olarak kaynak yetersizliğine göz yumarak “Siyâsetnâme ve Kabasnâme’lerin Mukayesesi” ünvanının seçilmesine karar verildi. Yaklaşık bir yıla yakın bir süre içerisinde İran’a gerçekleşen birkaç kısa seyahat kapsamında yeterli kaynakların toplanılmasına ve bu kaynakların okunup iyice incelenmelerinden sonra konuyla ilgili kayda değer biçimde bir tez çalışması ortaya koymaya gayret gösterildi. Ayrıca başta Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı sâyesinde sağlanan Türkiye Bursları programı kapsamında Uludağ Üniversitesi’nde lisansüstü eğitimime devam etmeme yardımcı olan tüm kurum ve kuruluşlara, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü başkanı Sayın Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU, Türkçe dilbilgimi geliştirmeye her türlü yardımcı olan değerli hocam Prof. Dr. Hatice ŞAHİN hanımefendiye ve Allame Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü lisans dönemi dilbilgisi hocamız Sayın Doç. Dr. Ali Temizel beyefendiye ve bana bilimsel destekleriyle rağbetimi eski edebiyat alanına çoğaltan ve bu alanda yürümemi teşvik eden bir üniversite hocasından öte hayatımda saygınlığı benim için önemli olan değerli danışman hocam Sayın Yrd. Doç. Dr. Sadettin EĞRİ beyefendiye ve bölümdeki diğer tüm hocalarıma ve asistanlara manevi ve bilimsel desteklerinden ötürü teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Farshad Nasiri Babelani Bursa-2016 vii İÇİNDEKİLER Sayfa TEZ ONAY SAYFASI ……………………………………………………………………..………………………..…… ii YEMİN METNİ ………………………………………………………………………………………………………………….. iii ÖZET ……………………………………………………………………………………………………………………………………. iv ABSTRACT ………………………………………………………………………………………………………………………… v ÖNSÖZ ………………………………………………………………………………………………………………………………… vi İÇİNDEKİLER ……………………………………………………………………………………………………………………. viii KISALTMALAR ………………………………………………………………………………………………………………… xiii GİRİŞ …………………………………………………………………………………………………………………………………….. 1 BİRİNCİ BÖLÜM (SİYÂSETNÂME) I. KİTABIN TELİF SEBEBİ ………………….………………………………….………………………… 6 II. HOCA NİZAMÜLMÜLK’ÜN HAYATI ………………………………………………………… 7 III. HOCA NİZAMÜLMÜLK’ÜN DİĞER ESERLERİ ………………………………..…..… 8 IV. SİYÂSETNÂME’NİN EDEBÎ VE TARİHİ DEĞERİ ……………………..……….…… 8 V. YAZI ÜSLUBU ……………………….……………………………………………………………………………… 9 VI. BİLİM ADAMLARININ YORUMLARI …………………………………………………….… 9 A. EDWARD BROWNE …………………………………………………………………………….………… 10 B. VASİLY V. BARTOLD ………………………………………………………………………….………… 10 C. HENRY MESSE ………………………………………………………………………………………………… 11 D. JAN RYPKA ……………………………………………………………………………………………………… 11 viii E. ARTHUR JOHN ARBERRY …………………………………………………………………………… 11 F. MUHAMMED TAKİ BAHAR ………………………………………………………………………… 12 G. ZEBİHULLAH SAFA …………………………………………………………………………………….… 12 H. ABBAS İKBAL ……………………………………………………………………………………….………… 12 I. MUCTABA MİNEVİ …………………………………………………………………………………………. 13 J. GULAM HÜSEYİN YUSUFİ …………………………………………………………………………… 14 K. MUHAMMED ALİ İSLAMİ NODUŞEN ………………………………………………………. 15 L. CEVAT TABATABAİ ………………………………………………………………………………………. 15 VII. YAZAR VE ESERLE İLGİLİ HUSUSİYETLER ……………………………………………... 16 FASL-I EVVEL (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ……………………………………………….. 24 BİRİNCİ FASIL (ÇEVİRİ METİN) …………………………………………………………………………… 27 FASL-I DÜVVUM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) …………………………………………… 29 İKİNCİ FASIL (ÇEVİRİ METİN) ……………………………………………………………………………… 31 FASL-I PENCÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ………………………………………….... 33 BEŞİNCİ FASIL (ÇEVİRİ METİN) ………………………………………………………………………….. 42 FASL-I HEFDEHÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ……………………………………… 49 ON YEDİNCİ FASIL (ÇEVİRİ METİN) …………………………………………………………………… 51 FASL-I BİST Ü NUHUM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ………………………………… 53 YİRMİ DOKUZUNCU FASIL (ÇEVİRİ METİN) …………………………………………………… 54 FASL-I Sİ VÜ SEVVÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ………………………………… 55 OTUZ ÜÇÜNCÜ FASIL (ÇEVİRİ METİN) ……………………………………………………………. 57 FASL-I Sİ VÜ ŞEŞÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ……………………………………. 59 OTUZ ALTINCI FASIL (ÇEVİRİ METİN) ……………………………………………………………… 61 ix FASL-I ÇİHİL Ü DÜVVUM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) …………………………… 63 KIRK İKİNCİ FASIL (ÇEVİRİ METİN) …………………………………………………………………… 70 İKİNCİ BÖLÜM (KABUSNÂME) I. KİTABIN TELİF SEBEBİ ….………………………………………………………………………….. 77 II. UNSURU’L-MEALİ’NİN HAYATI ……………………………………………………………… 77 III. UNSURU’L-MEALİ’NİN DİĞER ESERLERİ ……………………………………………. 78 IV. KABUSNÂME’NİN EDEBÎ VE TARİHİ DEĞERİ ……………………………………. 78 V. YAZI ÖZELLİKLERİ ………………………………………………………………………………………..… 79 VI. BİLİM ADAMLARININ YORUMLARI ……………………………………………………… 80 A. GULAM HÜSEYİN YUSUFİ ………………………….…………………………………………… 80 B. MELİKÜŞŞUARA BAHAR ……………..…………………………………………………………… 80 C. BEDİUZZAMAN FURUZANFER ……………………………………………………………….. 81 D. HENRY MESSE ……………………………………………………………………………………………… 81 E. ZEBİHULLAH SAFA ………………….………………………………………………………………….. 81 F. JAN RYPKA ………………………………………………………………………………..………………….. 82 G. ABDÜLHÜSEYİN ZERRİNKÛB ……………………….………………………………………… 82 H. EDWARD BROWNE ……………………………….…………………………………………………….. 83 I. SAİD NEFİSİ …………………………………………………………………………………………………….. 83 VII. YAZAR VE ESERLE İLGİLİ HUSUSİYETLER …………………………………………….. 84 A. KABUSNÂME’NİN HİKÂYELERİ ………………………………………………………………. 86 B. KABUSNÂME’NİN ÜSLUBU ………………………………………………………………………. 86 C. KABUSNÂME’NİN EDEBİYATA OLAN ETKİSİ ……………………………………. 87 x BÂB-I EVVEL (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ………………….……………………………… 88 BİRİNCİ BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) …………………….…………………………………………………. 90 BÂB-I SEVVÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) …………..…………………………………. 91 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) ………………….………………………………………………….. 93 BÂB-I YAZDEHÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ….……………………………………. 95 ON BİRİNCİ BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) .………………………………………………………………… 97 BÂB-I BİST Ü ŞEŞÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ……………….………………….. 99 YİRMİ ALTINCI BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) …………….…………………………………………… 101 BÂB-I SİYÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) …..…..…….…………………………………. 103 OTUZUNCU BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) ……………….………………………………………………… 106 BÂB-I Sİ VÜ HEŞTÜM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) ………….……………………….. 109 OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) ……….……….……………………………………. 111 BÂB-I ÇİHİL Ü DÜVVÛM (TRANSKRİPSİYONLU METİN) …….………………………. 113 KIRK İKİNCİ BÖLÜM (ÇEVİRİ METİN) …………….…………………………………………………. 119 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (ÖRNEK METİNLERDEN HAREKET EDEREK KONULARIN KARŞILAŞTIRILMASI) I. İBÂDET ŞARTLARI …………………..…………………………………………………………………. 125 A. ALLAH’IN ÖVGÜSÜ ……………………………………………………………………………………. 125 B. ALLAH’A ŞÜKRETMEK …………..…………………………………………………………………. 126 II. CEZALNDIRMA USULLERİ ………………………….……………………………………………… 127 III. KADININ YERİ VE KADINLARA DANIŞMAK ………………..……………………. 128 IV. NEDİMLİK ŞARTLARI ……………………………………………..………………………………… 130 V. ŞARAP KÜLTÜRÜ …………………………………….………………………………………………… 131 xi VI. ADÂLET ………………………………………………………………………………………………………………… 133 VII. HALKIN İHTİYAÇLARININ KARŞILANMASI ……………………………………………… 134 SONUÇ VE DEĞERLENDİRMELER ………..…………………………………………………………… 135 KAYNAKÇA ………………………………………………………………………….…………………………………………… 139 EKLER ………………..……………………………………………………………………………………………………………… 142 xii Bibliyografik Bilgiler Uluslararası Türkçe Bakınız V. Bkz.: Adı geçen eser op.cit a.g.e. Yazara ait son zikredilen yer loc.cit a.y. Eserin kendi içinde yukarıya atıf Supra bkz.: yuk. Eserin kendi içinde aşağıya atıf İnfra bkz.: aş. Eserin bütününe atıf passim b.a. Basım yeri yok w. place y.y. Basım tarihi yok w. date t.y. Çok yazarlı eserlerde ilk yazardan sonrakiler et. al. v.d. Sayfa/sayfalar p. / pp. s. Ve benzeri a.s. vb. Ve saire etc. vs. Milattan önce BC. MÖ. Milattan sonra AD. MS. xiii GİRİŞ Her bir edebî ve sanat eseri; etkili ve çekici olabilecek kendine özgü bir estetik tadı, dili ve âhengi vardır. Bu unsurların her biri göz ardı edilirse, o eserin kabul edilme şansı kapatılmış olur veya o eseri beğenecek muhatapların sayısı düşürülmüş olur. Ayrıca şairler, yazarlar ve genel olarak sanat ustaları daima etkili bir rol üstlenmekteler, zirâ halk başka yollarla verilen mesajlara nazaran daha kolay bir biçimde sanatsal bir eserin verdiği mesajın etkisi altında kalıyor. Bu yüzden halkın temiz ve sâf fıtratı; sanatçıların açık ve etkili olan sanat ve zevklerinin muhatabı oluyor. Ancak bir yazarın veya şairin amacını, sadece talim ve irşad yolunda olduğunu düşünmemeliyiz, çünkü ara sıra bazı sanatçılar söz konusu unsurları kötü amaçlarına yönelik kurban etmişlerdir veya etmektedirler. Örneğin bu unsurların kurban edilme numunelerini sanat için sanat ilkesine yönelik yazılan birçok şiir ve yazıda tespit edebiliriz. Bütün bunları bir kenara bırakırsak; geçmişteki yazar ve şairlerin çoğu didaktik edebiyata fazlasıyla ilgi gösterdiklerini görebiliriz. Örneğin Şirâzlı Saadi’nin Bûstan adlı eseri, Nasır Hüsrev’in Kasideleri, Genceli Nizâmi’nin Mahzenü’l-Esrarı, Keykâvûs b. İskender’in Kabusnâme’si vb. eserler sanat unsurları açısından çok zengin olmayıp didaktik boyutları daha fazla göze çarpıyor, ancak Fahreddin Esad Cürcâni’nin Veys ü Râmin adlı eseri didaktik boyutu fakir fakat sanat unsurları açısından zirvede olan bir eserdir. Günümüzde tarihi, sosyal, dil psikolojisi ve estetik eleştirileri dışında didaktik edebiyatının temeli olan ahlâk eleştirisi de önemli bir tenkit kategorisi olarak değer kazanmıştır. Bazıları; ahlâkı değerleri, eleştirinin temeli olarak görmekteler, bu yüzden didaktik yönü ağır basan eserleri daha fazla beğenip övüyorlar ve ahlâk ve hikmet hilafında yazılan eserleri de kötülüyerek yerden yere vuruyorlar. Bu gibi eleştiriler bir hususiyete dayanmaktalar o da şu ki; edebiyat ve sanat, ahlâk için bir malzeme midir yoksa kendine özgü bir amaç mı sayılıyor? Genel olarak dünyada ahlâk kriterlerine dayalı olmayan bir edebiyat bulunmamaktadır, zirâ eğer böyle olmasaydı, adı edebiyat olamazdı. Ahlâk; doğası yüzünden kısıtlı bir kapsamı vardır, muhafazakâr olup hareketsizdir. Hâlbuki edebiyatın kapsadığı alan çok geniş ve akışkandır. Ahlâk; hayatı olduğu gibi kabul ediyor. Edebiyat; hayatı olduğu gibiden geçerek, olması gereken yere doğru gider. Bu konuyla ilgili farklı akımların farklı görüşleri vardır: Eflâtûn ki sosyal eğitimine aşırı olarak önem verip akıl ve mantığa dayanan hükümet inancı tam olan bir kişidir, şairleri “halkın zihnini karıştıran kesim” olarak nitelendiriyor. Bununla beraber MS.1829 yılında Viktor Hugo tarafından ortaya çıkartılan sanat için sanat veya sâf 1 sanat ilkesine dayanrak Parnas ekolü şairlerinin taraftarı olduğu ahlâk kriterinden uzak, serbest bir edebiyat ortaya çıkartıldı.1 Ahlâk prensibinin kriteri olan edebî kibarlık; klasik akımının usullerindan biri sayılır. Bu yüzden ahlâk; Türk ve Fars edebiyatının çoğu muhataplarının ruhunda temel bir sanat prensibi olarak bilinmektedir. Türk ve Fars ortak kültürlü edebiyatlarında; hikmet, bilim ve ahlâka özellikle din ahlâkına dayalı eserler sayı olarak fazlasıyla mevcuttur. Edebiyat alanındaki büyüklerimiz; hem ahlâkı sünnetleri övmekteler, hem ahlâk ve sözün faziletini anlatmaktalar. Leo Telstoy (MS.1828-1910); “Dünyaca beğenilen bir sanat, hep sabit ve geçerli olan bir temele dayalıdır. Tespit edilen bu temel; din ve ruhânilik marifetidir” diyor2. Nitekim bildiğimiz üzere Romantizm akımı serbestlik ilkesine dayalıdır. Bu yüzden bu akıma, sanat serbestiliği akımı adını da vermişlerdir, yani sanatçı kendi hayatının bir kısmını eserinde serbestçe tasvir edebilir. Bu doğrultuda işbu araştırmanın temelini oluşturan pendnâme veya nasihatnâme nitelikli siyâsetnâmeleri ve kabusnâmeleri anlatarak öncelikle bu gibi eserlerin tarihi geçmişi ile ilgili bilgileri paylaşmak gerekiyor. Siyâsetnâme türü özellikleri taşıyan eserlerin yazım geçmişi çok eskiye dayanıyor. Eski İran edebiyatında özellikle Selçuklulardan itibaren Türklerin somut bir şekilde İran’a girişiyle birlikte bu gibi eserlerin ortaya çıkması yoğunlaştı. Bildiğimiz üzere siyâsetnâme yazma metodü; iktidar ve siyâsî gücün meşruiyetini korumak amacıyla ortaya çıkarıldı. Bu niteliği taşıyan eserlerin içinde korumaya yönelik çözüm yolları, malzemeleri ve metodları tespit edilip sultana sunuluyormuş. Böylece siyâstnâme yazarlarının tefsire yönelik odak noktaları; hâkim olan siyâsî güçmüş. Bunlar öz tefsirlerini ve açıklamalarını; din-siyâset, adâlet, ahlâk-din, geçmiş tecrübeler, nasihat ve hikmete dayalı yazmışlardır. Çağın siyâsal ve sosyal gerçeklerine ve geçmişteki tecrübelere gerekçe bildirmek; siyâsetnâmelerin yazarlarını başka yazarlardan ayırt eden özelliklerden biri sayılıyor. Siyâsetnâme yazarlarının en ünlüsü olan Hoca Nizamülmülk; hükümdarlığın ve siyâsî gücün korunması için uygun yolları göstermeye çaba harcamış ve bu yolda sosyal hayatın tüm ahlâkı boyutlarını ele almıştır. 1 Muhammed Ali İslâmi Nodûşen, Cam-ı Cihân-Bīn (Edebi Eleştiri ve Karşılaştırılmalı Edebiyat), Nağme Yayınalrı, Tahran, 1991, s. 223-227 2 Abdülhüseyin Zerrinkûb, Günlerin Defteri (Sözler, Düşünceler ve Araştırmalar Mecmuası), İlmi Yayınları, Tahran, 2010, s. 67. 2 Siyâsetnâme yazarlarının nezdinde; sultan, Tanrının yeryüzündeki halifesidir ve risâlet ile imâmetin kapısı kapandığından itibaren zalimlere karşı savaşmayı ve kullara sahip çıkma görevini sultanlara lâyık görüyorlarmış. İslâmiyetin ilk yüzyılında İslâmî hilafetinin değişmesi, hükümdarların ve divân ehli tabakasının ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden ülke idareciliği ve bu tabakanın en üstün şekilde edeb ve terbiye olması ve bu açıdan halktan ayırt edilmelerine yönelik gereklilik duyuldu. Bu doğrultuda İranlıların sünnetleri; hilafet sistemindeki asilzâdeler, büyükler, vezirler, kâtipler ve hatta halifelerin kendilerine kültür ve terbiye usulü olarak önem kazandı. Arap ve İslâm edebiyatlarının geleceği; İran edebiyatının nasihatnâmeleri ve diğer didaktik eserlerinin etkisi altında kaldı. Örneğin Enûşirevân, Büzürgmihr, Hûşeng, Behmen ve Âzerbâd gibi Sâsâniler ve Selçuklular dönemindeki hükümdarların hikemi ve öğüt verici sözleri Arap ve İslâm edebiyatlarının edebî ve didaktik eserlerinde rivâyet edilmeye başladı. Bu iş öyle bir dereceye ulaştı ki bazı araştırmacıların dediğine göre Enûşirevân’ın öğüt, vaaz ve hikem açısındaki şahsiyeti; Hz. Ali’nin şahsiyetinden sonra Arap ve İslâm edebiyatlarının kaynağı haline gelmiştir1. İranlılar ve Türkler geçmişten beri nasihatnâme yazmaya merak salmışlar ve hatta onu bir sünnet hâline getirmişler. Öyle ki Sâsâniler ve Selçuklular zamanında büyük menseplerden biri “Enderz-Bud” yani öğüt ustası imiş. Zaman içerisinde nasihatnâmelerin içeriği de İslâmiyetin kültür ve normlarıyla değişti ve ülke idareciliği ve siyâsî gücün korunması hakkında sultanlara hitaben yazılan nasihatnâmelere siyâsetnâme adı verildi. Nasihatnâmelere bazen pendnâme, vasiyetnâme, vesâyâ, vaaznâme veya hikeminâme adı da verilmiştir. Ahlâk kitaplarının içeriği genellikle; ana ve babaya, komşuya, büyüklere karşı görevler, babasının çocuğunu yetiştirmesi, evlilik, kula karşı olan davranışlar, yurt, askerlik, çeşitli sanatlarla uğraşma ve bunlarda benimsenmesi gereken yollar, şeref, namus, sözünde durmak, hainlik etmemek, bağışlama, başka dinlere saygı vb.2 gibi konuların etrafında dönmektedir. Siyâsetnâmelerin içerik olarak konuları ise şunlardır: Hükümdarlar Tanrı’nın sevgili kullarıdır, halk Tanrı’nın emanetidir, hükümdar adâletli olmalıdır, saltanatın bakası için gereken temel adâlettir, hükümdarlık şartları, hükümdarlarda bulunması gereken erdemler, dinin ve ahlâkın şartları, kaçınılması gereken haller, hükümdarların yakınları, devlet işlerinin yetenekli kişilere verilmesi, raiyyetin hâli, hükümdarların halkın şikâyetlerini dinlemeleri, memurların görev şartları, şeriatın gerektirdiği cezalar, memeleket yönetiminin dayandığı esaslar vb. Nitekim bunların hemen hemen hepsini kapsamlı bir şekilde Nizamülmülk’ün 1 Hasan Enûşe, Fars Edebiyatı Ansiklopedisi, Çâp ve İntişârât Şti. Yayınları, Tahran, 2002, s. 165. 2 Agâh Sırrı Levend, Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız, TDK Yayınları, İstanbul, 1963. 3 Siyâsetnâme’si, Keykâvûs’un Kabusnâme’si, Yusuf Has Hacib’in Kutdagu Bilig’i, Farâbi’nin Medinetü’l-Fazıla’sı, İbn-i Teymiye’nin Siyâsetü’ş-Şeriyye’si, Bursalı Mehmet Tahir Bey’in Siyâsete Müteallık Âsârı İslâmiye’si, Lütfi Paşa’nın Asafnâme’si vb. birçok eserde fazlasıyla görüyoruz. Siyâsetnâmeler içerik açısından üç ayrı gruba bölünmekteler: İlki; yazar kendi amacına varmak için ahlâkı bir eser yazmayı hedefliyor. Bunlardan Şirazlı Saadi’nin Gülistân adlı eserini örnek olarak zikredebilirz. İkincisi ise; emir yazmayı amaç olarak güden yazarların siyâsetnâmesinden oluşmaktadır; örneğin Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si. Üçüncü grup ise, siyer yazanlardan oluşmaktadır. Örneğin Erdişir Bâbekân’ın Kârnâmesi’ni söyleyebiliriz. Türk edebiyatında da ilk siyâsetnâme temsilcisi olarak bilinen Kutadgu Bilig; içerik olarak ilk grubun örneklerinden biri sayılmaktadır. Nitekim bilindiği üzere eser, insanlara dünyada tam anlamıyla kutlu olmak için gereken yolu göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. İşbu tez çalışması kaynak tabanlı teorik bir araştırma sayılıyor. Bu yüzden nasihatnâmeleri temsil eden ve örnek olarak seçilen Siyâsetnâme ve Kabusnâme’den ahlâk ve didaktik yönü ağır basan ve hemen hemen ortak mazmunları içeren metinler seçilerek transkripsiyonu ve çevirisi yapıldı. Eserlerin Fars ve Türk edebiyatlarının ortak tarihi kültürüne ait olmalarına rağmen araştırılacak kaynakların çoğu Farsça olması için birkaç kez Tahran’a seyahat gerçekleştirildi ve oradaki üniversitelerin kütüphânelerinden, İran Milli Kütüphânesi ve İran uluslararası kitap fuarından yeteri kadar kaynak temin edildi. Tüm bu çalışmalara dayanarak iki ayrı bölümde her eser hakkında tanıtım amacıyla detaylı bilgiler verildi. Birinci bölümde Hoca Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme adlı eseri tanıtılarak, eserin telif sebebi, yazarın hayatı, yazarın diğer eserleri, eserin edebi ve tarihi değeri, eserin yazı üslubu, eserle ilgili Edward Browne, Vasily V. Bartold, Henry Messe, Jan Rypka, Arthur J. Arberry, Abbas İkbal vb. gibi bilim adamlarının yorumları ve yazar ve eserle ilgili hususiyetler başlıkları altında detaylı bilgiler paylaşıldı. Çalışmanın ikinci bölümünde ise yine söz konusu nasihatnâme nitelği taşıyan Unsuru’l-meali Keykâvûs b. İskender’in Gilânşah adlı oğluna öğüt ve vasiyet amacıyla yazdığı Kabusnâme adlı eseri tanıtılarak; telif sebebi, yazarın hayatı, yazarın diğer eserleri, eserin edebi ve tarihi değeri, eserin yazı özellikleri, eserle ilgili Bediuzzaman Furûzânfer, Henry Messe, Zebihullah Safa, Jan Rypka, Edward Browne, Said Nefisi vb. gibi bilim adamlarının yorumları, yazar ve eserle ilgili hususiyetler, eserin içindeki hikâyeler, eserin üslubu ve eserin edebiyata olan etkisi hakkındaki başlıklar altında detaylı bilgiler paylaşıldı. Her iki eserden seçilen örnek metinlerin transkripsiyonu ve çevirisi de iki ayrı alt bölümde söz konusu başlıklardan sonra verildi. Allah’a şükretmek, Allah’ı tanımak, raiyyetin durumu, adâlet, padişaha nedimlik etmek, şarap içme şartları ve şarap meclisi, suç ve 4 günahları cezalandırmak, ehl-i tesettür ve harem ehlinin durumu ve halkın ihtiyaçlarının karşılanması gibi başlıklar, ortak metinlerin genel konusunu teşkil etmektedir. Yine çalışmanın üçüncü bölümünde ise mukayese ve karşılaştırma amaçlı inceleme yapılarak seçilen metinler hakkında bilgi verildi. En son bölümde ise işbu çalışmdan ötürü elde edilen sonuç ve değerlendirmeler paylaşıldı. Ayrıca ekler bölümünde ise her iki eserden taş baskı Farsça yazılarından örnek sayfalar paylaşıldı. 5 Birinci Bölüm SİYÂSETNÂME Siyâsetnâme veya Siyerü’l-Mulûk; Selçuklu döneminin siyasal, yönetişim ve sosyal özelliklerini içeren Farsça yazılan önemli tarihi bir eserdir. Bu eserin tanıtımında detayları göz ardı etmemek gerekçesiyle ilk başta özet olarak eserin edebi ve tarihi değeri, kitabın özellikleri, telif amacı, Hoca Nizamülmülk’ün hayatı ve eserin yazı üslubu incelenecek ve devamında yazar ve eserle ilgili inceleme ve ikisi hakkında edebiyat alanında bu konu ile ilgili detaylı çalışamalar sürdüren bilim adamlarının yorumları paylaşılacaktır. Kitabın mevcut tüm nüshalarında, Keşf’üz-Zünûn kitabında, İbn-i İsfendyar’ın Tarih-i Teberistan’ında, Hemdullah Mustûfī’nin Tarih-i Güzide’sinde ve Ûfi’nin Cevâmiü’l-Hikâyat adlı eserinde kitabın ünvanı Siyerü’l-Mulûk olarak zikredilmiştir, ancak Siyasetnâme ünvanı son zamanlarda revaçta bulundu ki herhangi bir asâleti bulunmamaktadır fakat bu eser edebiyat alanında daha fazla Siyâsetnâme adıyla tanıldığı için bu çalışmada da bu ünvanla adlandırılacaktır. I. KİTABIN TELİF SEBEBİ Hoca Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’de yazdığı önsöz kısmına istinaden Selçuklu Melikşah (h.445-485/MS.1067-1107), saltanatının son yıllarında birkaç vezirinden Al-i Selçuk’un ülke idareciliği ve sultanlık âdetleri hakkında düşüncelerini ve fikirlerini açık bir şekilde yazmalarını ve padişaha arz etmelerini buyurup yazılan konularla ilgili daha sonra bilgiye sahip olup onları düşünerek eksikliklerini gidermeye ve tüm işleri yoluna koymaya karar vermiştir. Emri alan herkes yazdı fakat Melikşah içlerinden Hoca Nizamülmülk tarafından yazılanı beğendi ve kendisine yazıyı bitirmesini emretti. Hoca ilk başta bu eseri 39 bölüm olarak yazdı fakat daha sonra devletin muhalifleri olan İsmaililer, Mezdekiler ve Şiiler’in aleyhinde 11 bölüm daha yazarak esere ilave edip onu Melikşah ile beraber yaptığı son Bağdat seferi (h.485/MS.1107) esnasında sultanın özel kâtibi olan Muhammed Mağrebi’ye teslim etti. Hoca’nın öldürülmesinden sonra, Muhammed Mağrebi, Bâtınilerin çıkışı sebebiyle kitabı yayınlayamadı. Daha sonra işler yoluna girdiğinde Melikşah tekrar saltanat tahtına geçti ve Muhammed Mağrebi de kitabın nüshasını bu sultana tahrir etti. Ancak kitabın telif sebebi bir tek Melikşah’ın isteğine bağlı değildir: Kitabın beş bölümü İsmaililer, Kırmatiler, Mezdekiler, Gebriler ve Hürremdinliler (Bâbekiler)’e ihtisas verilmiştir ve bu konu hakkında detaylıca konular anlatılmıştır. Bazı durumlarda bile yazar bağnazlıktan uzak durmamıştır. Bu yüzden şunu da söyleyebiliriz ki hocanın iyi sıfat ve davranışları şerh 6 edip anlatılması, İslâm dininin tahkimi ve batıl mezhepler ve inançların özellikle Bâtınilerin reddine yönelikmiş. II. HOCA NİZAMÜLMÜLK’ÜN HAYATI Gerçek adı Ebû Ali Hasan olup Hoca Ebulhasan Ali b. İshak’ın oğlu olan Nizamülmülk Siyâsetnâme veya Siyerü’l-Mulûk adlı eserin yazarıdır. O; Tûs etrafındaki bir köyde h.408/MS.1916 yılında dünyaya geldi. Dedelerinin asıl memleketi Sebzevâr bölgesindeki Beyhak yöresiydi. Babası Sultan Mahmud tarafından Horasan’a hükümdar olarak atanan Ebulfezl Suri b. El-Muʿtaz’ın hizmetine girdi ve mali işler idareciliğine yükseldi. Aynı dönemde babasının görev sürdüğü yörede Nizamülmülk dünyaya gözünü açtı ve bu sebepten ötürü “Tûsī” olarak da adlandırılır. Türklerin Horasan’a olan istilası başlayınca (h.428/MS.1036) Belh hükümeti Ebû Ali b. Şadan’ın elindeydi ve hoca da onun hizmetinde kâtiplik yapıyordu. Selçuklu Alp Arslan’ın babası birinci Tuğrul’un kardeşi olan Çuğra, Tırmiz ve Belh’i ele geçirmeyi başardı ve Ebû Ali b. Şadan’ı da vezir olarak tayin etti ve bu şekilde Hoca Nizamülmülk de Selçukluların hizmetine girdi. Ebû Ali de hocayı kâtipliğe ve Çuğra’nın oğlu olan Alp Arslan’ın tedbir sahipliğine seçti. Bu günden itibaren Nizamülmülk, Selçuklu sarayının içine girmeyi başardı ve Tuğrul’un saltanatı boyunca (h.429-455/MS.1037- 1063) Horasan’da ömür sürdürdü. Alp Arslan saltanat tahtına geçtikten sonra, Hoca Nizamülmülk’ü Ebû Nasr Kundurī yerine vezir olarak tayin etti ve hoca h.456/MS.1064 yılından h.485/MS.1103 yılı ramazan ayının 10. gününe (öldürülüğü güne) kadar Alp Arslan ve Melikşah’ın veziri olarak büyük bir iktidarla görevini sürdürdü. Nizamülmülk 29 yıl, 7 aydan az Alp Arslan ve Melikşah’ın vezirliğini yaptığı süre içerisinde işlerin idaresinde, futuhatta ve muhaliflerin öldürülmesinde öyle bir kabiliyet sergiledi ki Halep’ten Kaşgar’a kadar uzanan büyük bir memleket onun emrinin altına geçti ve her iki sultanın adını doğu ve batıda avaze-i nâm etti, öyle ki Alp Arslan ve Melikşah’ın nasibi olan o ün ve başarı hocanın akıl ve düşüncelerinin bereketinden dolayı gerçekleşti. Hocanın öldürülmesine yönelik çoğu kaynakta böyle yazılmıştır: Melikşah; İsfahan’dan Bağdat’a doğru hareket etti ve Nizamülmülk de onunla beraber gitti. Kermanşah bölgesinin yakın civarlarında sufilerin kılıfıyla arzuhâl sormak amacıyla bir adam, hocaya yanaştı ve onu bıçakladı ve hoca da o bıçak yarası yüzünden h.485/MS.1103 yılı ramazan ayının 10. gününde öldü. Daha sonra katilin İsmaililere mensup olduğu öne sürüdürüldü. Bir grup da onun Melikşah gulamlarının birisi tarafından öldürüldüğünü söylediler. Çünkü Melikşah da bir ay 7 sonrası Bağdat’ta bilinmeyen bir şekilde öldü. Bazıları Nizamiye gulamları onu zehirleyerek öldürdüklerini ortaya attılar. III. HOCA NİZAMÜLMÜLK’ÜN DİĞER ESERLERİ Hocanın Siyâsetnâme dışında; Nizamülmülk’ün Vasiyetleri (Vesaya-yı Nizamülmülk) ve Desturu’l-Vuzarâ adlı iki mektubu bulunmaktadır. Bu mektupların birini oğlu Nizamuddin Ebulfeth Fahrü’l-Mülk’e (Alp Arslan zamanında Melikşah ile birlikte Fars yöresine memur olarak atandığı zaman) ve diğerini öbür oğluna Muayyidü’l-Mülk’e hitaben yazdı. Birinci mektup dini ve ahlâkı öğüt ve nasihatlar içermekte olup diğeri ise hükümet ve halk idaresi hakkında bilgiler içermektedir.1 IV. SİYÂSETNÂME’NİN EDEBÎ VE TARİHİ DEĞERİ Türkçe ve Farsça eski metinler arasında; padişahların, emirlerin ve büyüklerin dönemini ve siyâsal ve sosyal meseleleri içeren birçok eser bulunmaktadır. Ancak bu eserlerinin bazıları kendileri kamu görevi olan yazarlar tarafından yazılmıştır, Tarih-i Beyhakkı adlı eserin yazarı Ebulfezl Beyhakkı (Gazneli Mahmud ve Mesud zamanındaki kâtiplerden biri), Kabusname’nin yazarı Unsuru’l-Meali Keykâvûs (Al-i Ziyar’ın emirlerinden “h. 412/MS. 1030”) ve Siyâsetnâme’nin yazarı Nizamülmülk de bunların arasındadırlar. Bu gibi eserlerde, yazarlar; sultan kâtipliği veya ülke yönetiminde bulunarak tüm işlerin detayını bilip birçok siyâsal ve sosyal özellikleri paylaşmışlar. Siyâsetnâme kendi biçim alanında öncü bir kitaptır. Nitekim Abbas İkbal gibi bilim adamı onu eşi benzeri olmayan bir Farsça eser olarak tanımlıyor. Konusu Selçuklu dönemindeki ülke yönetimi, idarecilik ve İranlı ve Türklerin örf ve âdetlerini kapsamakta olup cana yatkın bir üslupla didaktik hikâyelerle birlikte kaleme alınmıştır. Ancak iki konudan gaflet etmememiz gerekiyor: İlki, eserdeki bilgiler genellikle Nizamülmülk’ün öz düşünceleri olup şüphesiz gerçeği yansıtmayan bağnazlığa dayalı bir takım bilgiler içeriyor. Ancak şunu da bilmek lazım ki bu gibi yanlış ve gerçek dışı bilgiler sırf Siyasetnâme’ye mahsus olmayıp buna benzer çoğu eserlerin genel özelliğidir. Ayrıca hurafeler, asılsız hikâyeler ve din aslıyla muhalefet içeren metinler bu eserde sayı olarak az değildir. Hocanın amacı; hakikate dayalı kısmı değil belki Kabusnâme’de olduğu gibi yönetişim sisteminin bakâsıymış. İkinci konu ise metinler arasında göze çarpan tarihi yanlışlardır. Bu yanlışların asıl illeti şu ki hocanın amacı didaktik ve öğretici bir eser ortaya çıkartmakmış ve tarihi boyuta fazla 1 Zebihullah Safa, Tarih-i Edebiyat (Edebiyat Tarihi), C. II, Almanya, 1999, S.908. 8 önem göstermemesi doğal bir olaydır. Ayrıca Nizamülmülk tarihçi değilmiş, bu yüzden başka tarihi eserlerden gerçek olup olmadığını araştırmadan bilgiler paylaşmıştır. O, Şafii koluna bağlı ehl-i sünnet mensuplu bir müslüman imiş ve mezhebine aşırı bağnazmış ve ehl-i sünnet tarafından verilen birçok hadis ve rivayetlere istinat ederek başka fırkalarla düşmanlık benimsemiştir. Siyâsetnâme; taşıdığı öneme istinaden birçok yazar ve bilim adamı tarafından iktibas edilmiştir. İmam Gazzali’nin Nasihatü’l-Mulûk adlı eserinden aynen aktarılan ibareler vardır. Örnek Bahram-ı Gûr ve Vezir-i Hâīn adlı hikâye Nasihatü’l-Mulûk’te de yazılıdır fakat tek bir farkla, o da şu ki Gazzali onu Geştasb’a yönelik nisbette bulunmuştur. Bu yüzden ya İmam Gazzali o ibareleri Siyasetnâme’den almış veya Nizamülmülk’ün kullandığı kaynak farklıymış. Başka taraftan Nizamülmülk kitabın hikâyelerini başka kaynaklardan faydalanarak aktarmış. Örneğin Abbasî halifelerinin tarihini Tarih-i İsfahan veya Tarih-i Teberi’den almıştır. V. YAZI ÜSLUBU Kitabın yazı üslubu öyle ki okuyucu eski metinleri okuma niteliğine sahip olmazsa bile kolay bir şekilde konuları kavrayabilir ve nüdreten zor terimlere denk gelebilir. Kitabın nesri; güzel, akıcı, basit ve çekici olup girift terimlerden uzak kalarak konuşma diline çok yakındır. Güzel sözcük ve ibareler boldur. Ancak güzel olmayan ibarelerin sayısı çok azdır. Bazen de izafeler ve sözcük tekrarlamaları telif zaafının sebebi olmuştur. Siyâsetnâme bugüne kadar birçok kez baskısı yapılmıştır. Ayrıca bu eser Londra’da MS.1978 yılında İngilizce olarak Hubert Darke tarafından “The Books of Gouvernment or Rules for Kings” adı altında, Paris’te MS.1897 yılında Fransızca olarak Carl Scheafer tarafından “Siâset nâmeh, Traite de gouvernment, Compose. pour le Sultan Melik-châh, Par le Vizir Nizam oul- Molk” adı altında ve MS.1949 yılında Petersburg’da Rusça olarak Boris Zaxoder tarafından yayınlanmıştır. Türkçesinin en güncel çeviri nüshası da geçen son aylarda Mehemt Kanar tarafından Say Yayınları vasıtasıyla İstanbul’da yayımlandı. VI. BİLİM ADAMLARININ YORUMLARI Siyâsetnâme ile igili birçok bilim adamı makale, kitap, bildiri vb. gibi çalışamalarda yorumlarını edebiyatseverlerle paylaşmışlar. Burada bilinen bilim adamlarının yorumlarına yer vermekle birlikte bu eserin daha anlamlı bir şekilde tanıtılmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz: 9 A. EDWARD BROWNE1 “Siyâsetnâme; olağanüstü eğitici bir eser olup Fars ederbiyatının gurur verici eserlerinden biridir. Bence Siyâsetnâme iki sebepten ötürü Farsça dilinin en değerli ve ilginç nesirlerinden olmayı başarmıştır: Birincisi birçok tarihi hikâye bu eserde verilmiştir. İkincisi ise doğu medeniyetinde gelmiş geçmiş en büyük vezirlerinin ülke idaresi hakkında düşüncelerini içermektedir. Bu vezirin güçlü ve bilgili olduğunu, onun ölümünden sonra ortaya çıkan kargaşalar ve isyanlar üzerinden anlamak zor değildir. Siyâsetnâme çok basit ve pürüzsüz bir dille yazılmıştır, bezen de günlük konuşmalarda kullanılan ibareleri kullanmaktan çekinilmemiştir. O çağın özelliğini taşıyan birçok eski terkipleri de bu eserde epeyce görmek mümkündür. Siyâsetnâme gayet zengin ve değerli bir eserdir. Ben kendi hitabelerimde Siyâsetnâme’den aldığım zevki hakikaten başka bir Farsça nesrinden alamadım. Benim düşüncemi okuyanlar da aynı kanaate varmalarını umuyorum. Bence bu kitapta yazılan tarihi hikâyeleri az bile olsa ihtiyat şartıyla kabul etmek gerekiyor; zira belli bir dönemin havadisleri, başka bir dönemin havadisleri arasında yazılmıştır ve böylece hadiselerin tarihsel olarak tertibi bozulup büyük hatalar ortaya çıkmıştır.” B. VASİLY VLADİMİROVİCH BARTOLD2 “Bildiğimiz kadarıyla MS. XI. yüzyıldaki Selçuklu sultanlarıyla ilgili özel bir tarihi kitap telif edilmemiştir, ancak o çağın hükümet yapısını ve sosyal hayatının durumunu Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme adlı eserinden öğrenebiliyoruz. Sultan Melikşah (h. 484, MS. 1091) devletin birkaç görevlisine ülkenin durumuyla ilgili rapor bazında yazı yazmalarını emretti. Sultan yazılan raporların arasından 39 bölümden oluşan Nizamülmülk’ün yazısını beğenip onu gündemde tutmaya karar verdi. Yazar bu kitapta çeşitli memurların görevlerine, meslek sahiplerinin durumlarına değinerek mülk idaresine yönelik nasihatlarda bulunmuştur. Nizamülmülk son Bağdat yolculuğundan önce Sultan Melikşah’ın özel kâtibi olan Muhammed Mağrebi’ye 11 bölüm daha ekleyerek yazdığı kitabı teslim edip ölümünden sonra onu sultana takdim etmesini emreder. Kâtip Muhammed Mağrebi’nin söylemine istinaden yazarın son bölümleri devletin muhaliflerinden çektiği acı üzerinden telif ettiğini anlıyoruz. Bu yüzden yazarımızın dil üslubu bu bölümlerde daha sert ve sivri oluyor. Çaresizce itiraf etmeliyiz ki onun düşünceleri katı ve bağnaz inancından doğup nihayeten onun öldürülmesine 1 Edward Browne, Tarih-i Edebî-yi İran (İran Edebiyat Tarihi), C. II, Morvarid Yayınları, Tahran, 1996, s. 412-416. 2 Vasily Vladimirovich Bartold, Türkistannâme, C. I, Agâh Yayınları, Tahran, 1987, s. 80-81. 10 sebep olmuştur. O, İsmaililerle yaptığı düşmanlığın sonunu ölümle sonuçlanacağını biliyor, ancak ölümünden sonra inancının kalıcı olacağına inanıyormuş. Şüphesiz Nizamülmülk’ün telif ettiği Siyâsetnâme; doğu müslüman ülkelerinin siyâsî yapısını analiz etmek için ana kaynak niteliğini taşıyor. Eserdeki son bölümler İsmaililerle ilgili olduğuna rağmen birçok tarihi olayı içermektedir.” C. HENRY MESSE1 “Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si; tarih ve siyâsî bilimleri içeren yazarın öz deneyimlerinden oluşan bir eserdir. Kitaptaki tarihi yanlışlara göre bu eserin acele ile telif edildiğini anlayabiliriz. Kitabın ilk yarısı usulle ilgilidir fakat ilginç hikâyeler onu sunʿi bir biçime büründürmüştür ve yazar bir taraftan padişahın ve etrafındaki kişilerin görevlerini beyan eder, diğer taraftan ise yönetimin farklı yollarını aktarıyor. İkinci yarısındaysa çeşitli mezhep ve fırkalarla ilgili faydalı bilgiler veriyor.” D. JAN RYPKA2 “Siyâsetnâme biçim olarak Kabûsnâme kadar zarif bir eser değildir, lâkin önem olarak onunla eşdeğer bir nitelik taşıyor. Siyâsetnâme, Kabûsnâme gibi o çağın toplum yapısını ve düşüncelerini yansıtıyor. Bu eser Selçuklu Melikşah’ın isteği üzerine Nizamülmülk tarafından yazılmıştır. Sultan Melikşah, üstün bir politikacının deneyimlerini feodalite bir ülkenin yönetiminde kullanmayı planlıyormuş.” E. ARTHUR JOHN ARBERRY3 “Alp Arslan’ın bilgili veziri olan Nizamülmülk; aydınlık çağı, bilim ve eğitimin en büyük destekçisiydi. O, Bağdat’ta Nizâmiye adlı medreseleri kurdu. Daha sonra bu medresede Şirazlı Saadi gibi öğrenciler yetiştirildi. Nizamülmülk Siyâsetnâme adı altında vasiyetnâme nitelikli bir eser ortaya koydu. Bu eserde yazarın kendisi sultana karşı Büzürgmihr’in rolünü oynuyor. Bu yüzden bu eser kendi alanında en üstün kaynaklardan biri sayılıyor. Siyâset, özellikle İran’da ahlâka yakındır, nitekim siyâsetle ilgili konuşan bir vezire karşı sultanın torunu ahlâkla ilgili konuşuyormuş.” 1 Henry Messe, Tarih-i Temeddün-i İran (İran Medeniyet Tarihi), Temeddün Yayınları, Tahran, 1960, s. 277. 2 Jan Rypka, İran Edebiyat Tarihi, Suhan Yayınları, Tahran, 2004, s. 377-378. 3 Arthur J. Arberry, İran Mirası, Neşr-i Kitap Yayınları, Tahran, 1957, s. 346-347. 11 F. MUHAMMED TAKĪ BAHÂR (MELİKÜŞŞUARÂ)1 “Siyâsetnâme, ibarelerin akıcılığı ve sâdeliği açısından Belʿami nesrine yakındır, ancak yeni sözcük ve terimler, kinâyeler, istiâreler, irsal-ı mesel, tasvirlendirme, detaylandırma ve konunun aydınlatması açısından Beyhakkı Tarihi’ne benzemektedir. Dilbilgisi ve cümle yapısı olarak da Beyhakkı ve Bûnesr-i Mişkân’dan daha az etki alarak Arapçanin etkisi altında kalmıştır. Bu eserin tamamına bakarsak Beyhakkı’nın girift ve mübalağalı cümlelerine benzer bir cümle bulmak hemen hemen zordur. İcâz konusunda da Belʿami nesrine varamaz, nedeni de bellidir. Yazar kitabını sultan için yazdı ve hedefi de o çağın meselelerini anlatmakmış, bu yüzden ihtilal yaratan icâzlardan uzak durması gerekiyormuş. Ancak okuyucu uzun sözlere ve gevezeliklere denk gelemiyor, belki bazen zarif ve yumuşak icâzlara denk gelir ki bu da bilim adamlarını şaşkına çeviren eserin başka bir özelliğidir.” G. ZEBİHULLAH SAFA2 “Nizamülmülk’ün yıllarca vezaret makamında biriktirdiği tecrübeler, Siyâsetnâme veya Siyerü’l-Mulûk adlı eserde toplanmıştır. Bugün bu eser Fars edebiyatının en değerli eserlerinden biri sayılır. Bu kitap inşa netliği, ibare zenginliği ve konu aydınlığı açısından eşsiz bir eserdir. Nitekim yüzyıllar sonra hâlâ o tezeliğini kaybetmemiştir. Siyâsetnâme’nin hikâyeleri tarihi yanlışları olduğuna rağmen değerli bilgiler içermektedirler. Bu kitaptaki değerli bilgilere istinaden Moğolların istilasından önceki çağda yaşayan Büyük Selçukluların dönemine ait siyâsî ve yönetim teşkilatıyla ilgili birçok bilgiyi elde edebiliriz. İşte Siyâsetnâme’yi başka eski eserlerden ayırt edebileceğimiz üstün niteliği de budur.” H. ABBAS İKBAL3 “Siyâsetnâme; inşa netliği, ibare zenginliği, konu aydınlığı ve çeşitliliği açısından eşsiz bir eserdir. Son bölümünde de yazıldığı üzere; ‘Hem nasihattır, hem hikmet, hem söz, hem Kurʿan-ı Kerim tefsiri, hem peygamber ve enbiya kıssaları, hem âdil padişahların hikâyeleri ve hem geçmişten haber getiren uzun ama muhtasar bir kitaptır ki adâleti yayan padişaha yakışır.’ Nizamülmülk bu kitabın yazımında belâgatta sanatını en üstün şekilde gösterdiğine rağmen tarihi meselelere fazla dikkat etmeyerek mezhepsel bağnazlığa kapılmıştır. Böylece hem tarihi hatalar bu eserde göze çarpıyor, hem ehl-i sünnet mezhebine mensup olmayan tüm halklara ve inançlara küfür ve iftira etmekten kaçınmamıştır. Hocanın hedefi tarihi bir eser 1 Muhammed T. Bahar, Sebk-Şenâsī (Biçembilimi), C. II, Emir Kebir Yayınları, Tahran, 1947, s. 96. 2 Zebihullah Safa, Tarih-i Edebiyat der İran (İran’da Edebiyat Tarihi), C. II, Firdevs Yayınları, Tahran, 1976, s. 905. 3 Abbas İkbal, Siyâsetnâme’nin Mukaddemesi, İran Kültür Bakanlığı Yayınevi, Tahran, 1941. 12 ortaya çıkartmak değilmiş belki daha çok ibret verici ve doğru siyâset yolunu gösteren yazılar sunmaya çalışmış. O kâtipmiş, tarihçi değil. Bu yüzden tarihi açıdan yaptığı hataların nedeni olarak yazarın bu boyutunu illet gösterebiliriz. Ayrıca o devirde mezhepsel bağnazlık revaçta olduğundan dolayı Şafiilere mensup olan Nizamülmülk de bu konudan uzak kalmayarak kendi inancını üstün göstermeye yönelik çaba harcamıştır.” İ. MUCTABA MİNEVĪ1 “Hoca Nizamülmülk 30 yıla yakın vezirlik yaptı ve bu görevin 20 yılını Melikşah zamanında yaptı. Ona iki padişahın vezirliğini yaptığı için ‘Tâcü’l-Hazreteyn’ yani hazretlerin tacı diyordular. Hoca, divândaki normal bir vezir değildi, o sırf memleketin idaresi ve divânın tedbirleriyle uğraşmıyordu, belki sipahilerin ve savaşların planlamasını da o yapıyordu ve kendisi de oğulları ve gulamlarıyla birlikte askerlerin önünde gidiyordu. Çoğu savaşı kazanmıştı. Melikşah memleket konusunda tahtı dışında bir işle uğraşmıyordu ve eğlencesi de ava çıkmak idi. Dünyaya geldiğinden itibaren hocayı başı ucunda görmüş ve onun vasıtasıyla eğitim almıştı. Hocanın tedbiriyle tahta çıktı ve düşmanlarını mağlup etti. Melikşah devrinde İran’ın hakiki sultanı ve doğu hilafetinin tüm topraklarının hükümdarı Nizamülmülk olduğunu söyleyebiliriz. Al-i Selçuk sultanları zamanında bu kadar düzenli bir şekilde büyük bir memkleketi idare etmek mümkün değildi, çünkü Selçuklular; Sâmânileri ve Gaznelileri yenmediler ve onlar gibi olamadılar. Bu silsilenin hiçbir sultanı marifetli ve bilgili olamadı. Nizamülmülk; Melikşah’ın emirleri kanuni bir şekilde yerine getirilmesini ve divan ehalisinin görevlerini tespitlemeyi düşünüyordu ancak bunu bir türlü sağlayamadı. Çünkü memleketin diktatörlük tarzında yönetilmesine aykırı bir düşünce yapısına sahipti. Bir vezire verilen yetkilerin sayısının çoğalması sultanla onun arasında bozuşmalara neden oluyordu. İranlılara göre mutlak hükümdar, sultandır. Ancak çöl halkı olan Selçuklular bu düşünceye yabancıydılar ve ülkenin tamamını ağaya ve sülalesine ait olarak biliyordular. Özellikle bu düşünceden o kadar uzaktaydılar ki Horasan’ın bazı şehirlerinde saltanat hutbesini Tuğrul adına okuyordular başka şehirlerde ise kardeşi Davud’a hitaben okuyordular. Ayrıca farklı bölgelerde beylikler vardı ve onlar kendi bölgelerinde özerklik içinde görev yapıyordular ve tabii olarak da bunların arasında sürekli kavgalar ve savaşlar çıkıyordu. Belirttiğim üzere İranlılar mutlak muktadir bir sultana inanıyorlar, bu yüzden Selçuklular İran arazilerini ele geçirdikten itibaren zaman geçtikçe İranlıların bu düşüncesini kabul etmeye mecbur kaldılar ve böylece mutlak iktidar havasına büründüler. Selçuklu sultanları diktatörlüğe yöneldikçe bir o kadar da Türkmen kabileleri onlardan uzaklaşmaya başladılar. 1 Muctaba Minevī, Nakd-i Hâl, Harezmî Yayınları, Tahran, 1979, s. 228-243. 13 İranlı devlet adamları tabii olarak Türkmen kabilelerini muhafız olarak görüyordular, bu yüzden onları daha önceki sultanların zamanında yaşayan altınla satın alınan gulamlar ve işkenceci sipahiler gibi yönetmek istiyordular. Ancak Nizamülmülk bu düşünceye karşıydı. Ona göre Türkmenler Selçuklu silsilesinin bir parçasıydılar ve bu silsilenin hükümet kurmasına çok yardımcı olmuştular, bu yüzden onlara karşı tedbir almakta aşırılığa kaçmamaya gerekliliğini savunuyordu. Ancak çölde doğup büyüyen insanları bir çatı altında gulam olarak tutmak zor bir işti. Daha zor olan kısmı da ehaliyi menfaatları hakkında anlaşmaya vardırmak idi. Çünkü Türk beyleri gittikçe duruşlarını değiştirip İranlı diktatör bir emir kılıfına bürünerek İranlı ve Türkmen çiftçileri arasında çıkan kavgalarda İranlıların lehine hüküm veriyordular. Bu da gittikçe İranlıların hakkını Türkmenlere karşı çoğaltmaya neden oluyordu. Bu yüzden Türkmenler ya daha uzak bölgelerde yaşamayı tercih ediyordular veya İlgarlıların fethettiği bölgeye göç etmeyi göze alıyordular. Bu konuya istinaden Nizamülmülk’ün aklında olan tertibe varması ne kadar zor bir iş olduğunu anlayabiliriz. Dolayısıyla Nizamülmülk, İsmaililerin gittikçe güçlenmelerinden şüphe duymaya başladı ve onları yok etmeye karar verdi. Nizamülmülk’ün devletin bakâsına tehlike olan başka bir konuyu da kadınların nüfuzu olarak tanımlıyordu. Çöl insanları arasında kadının makamı, İran’da şehir içinde yaşayan insanların kadın hakkında düşündükleriyle apayrı bir şey idi. Bu yüzden Siyâsetnâme adlı eserinde bu konuya ayrı bir bölüm tahsis etmiştir.” J. GULÂM HÜSEYİN YÛSUFĪ1 “Siyâsetnâme, Nizamülmülk’ün son yaşam yıllarındaki inanç, düşünce ve tecrübelerinin aromasıdır. Büyük bir vezirin siyâsî hatırâlarını içeren bu eser, yazarın kendi hayatındaki hadiselerden fazla, memleket idaresiyle ilgili tavsiyelerden doludur. Bu kitapta okuduğumuz tüm konular Nizamülmülk’ün inanç ve düşünce tarzından çizilmiş şemanın bir parçasıdır; başka bir söyleyişle onun kendi çağındaki siyasal ve sosyal görüşlerini kavramaya yönelik bir kaynaktır. O zaman hocanın tüm alanlardaki düşünce ebatlarının yansımasını görebiliriz. Nizamülmülk dini terbiye almış inancına düşkün bir karaktere sahipmiş. Herkes onun ibadet ehli olduğunu ve çocuklarını da bu işe zorladığını ve din âlimlerinden ders almalarını istediğini söylemiş. Öyle ki bir rivâyete göre Melikşah ile yaptığı bir müzakere esnasında fakirlere, miskinlere, ulema ve fazilet sahiplerine infakta ve yardımda bulunmayı devletin bakası için etkili olacağını söylemiştir. O çağdaki en önemli vakaların, ihtilafların, savaş ve 1 Gulam Hüeyin Yusufi, Didârī Bâ Ehl-i Kalem, İlim ve Kültür Yayınevi, Tahran, 1988, s. 114-118. 14 kan dökmelerin nedeni; dini ve mezhebi konularmış. Bu yüzden hoca da inandığı dini yönde hareket ediyormuş. Onunla ilgili söylenen birçok hikâyede dini boyutu öne sürdürülmüştür. Nizamülmülk muhafazakâr olması dışında, bağnaz ve ciddi bir kişiliğe sahip olup kendi mezhebi düşüncelerine aykırı herhangi bir düşünceyi reddediyor. O yüzden devletin bakâsını, diğer müslüman mezheplerinin yok edilmesine bağlı kılıyor ve Şiilere ve İsmaililere karşı savaşıyor. Onun 30 yıllık siyasi hayatı da bu yönde olan bir düşünceden ibarettir. O çağda bağnazlığın herşeye gölge saldığı söyleyişi doğrudur, bu yüzden kimi hangi yolda adım atıyorsa başkalarının hata yaptığını zannediyormuş.” K. MUHAMMED ALİ İSLÂMĪ NODÛŞEN1 “Nizamülmülk, bağımsız bir hükümetin destûrnâmesi niteliğinde olan Siyâsetnâme adlı eserinde ‘din, devlet ve kitabet’ üçlüsünün ortak yönlerini övmekte olup Türk hükümeti ile halk arasında bir bağ oluşturmaya çalışmıştır. Nizamülmülk’ün eserinden tespit edebileceğimiz sosyal hayatı şöyle özetleyebiliriz: İtaat, tertib, görünüş düzeni. Ayrıca ilim olarak bir tek “din” vardır (Bağdat’ta yaygın olan din) veya eğer ilim “dünya” ise, hükümetin yoluna engel olmamalıdır.” L. CEVAT TABATABAİ2 “Hoca Nizamülmülk ideal krallık teorisine dayanarak bu düşünceyi İslam’dan sonraki halife ve padişahlara da yansıtmayı gütmüştür. Hoca; eski çağ özleminden İslâmî çağ gerçeklerine geçiş yapmayarak böyle bir teoriyi gerçekleştiremez. Bu geçiş öyle bir durumda hasıl olmuş ki Nizamülmülk’e göre âlemin halinde derin bir değişiklik olmuş ve faziletsiz ve sanatsız Türkler hükümeti ele geçirmiş ve iş başına koydukları insanların ne yaptıklarından bile habersizler. Bu durumda da özlem duymak zordur. Bunun gerçekleşmesinin tek bir yolu vardır, o da acem meliklerinin sünnetini devam etmek ve sultanın orta çizgide yürümesidir. Bu yüzden Siyâsetnâme’nin yazmasından güttüğü amaçlardan biri, sultanın sünnete devam etmesi yönünde olmasını sağlamakmış. Böylece özlem ve siyâsî gerçeklerin siyâsetnâmelerde birbirine karışması, siyâsetnâmelerin analizini ve araştırılmasını zor kılmaktadır. Nizamülmülk kendi çağındaki sultanın İran asıllı büyük bir padişah olmaması nedeniyle sultanı, acem sultanlarının yolunu izlemeye teşvik ediyor. Siyâsetnâme’nin bazı bölümlerine istinaden hoca, sultanı din bilgisi olmayan bir kişi olarak tanımlıyor, onu yetişmiş fakat 1 Muhammed Ali İslami Nudûşen, Âvâha ve İmâhâ (Sesler ve İmalar), Katre Yayınları, Tahran, 2008, s. 193-194. 2 Cevat Tabatabai, İran Siyâsî Düşünce Tarihine Felsefi Yaklaşım, Kevir Yayınları, Tahran, 2014, s. 50-54. 15 bilimsiz ve egolu bir çocuk gibi gösterip onunla çocuk dilinden konuşmaya çaba harcayıp şöyle yazıyor: ‘Bu dünya, sultanların gazetesidir. Eğer iyi olsalar onlardan iyilikle yâd eyleyip tahsin ederler ve eğer kötü olsalar, kötülükle yâd eyleyip beddua okurlar.’ Nizamülmülk’ün siyâsî tahlili, yeniçağdaki siyâset analizine aykırı olup güç yapısıyla siyâsî güçler arasındaki ilişkinin farkında değildir, aksine tahlilin odak noktası sultandır. İran’ın siyâsî tahlilinde herşeyi belirten sultandır ve dünyada değişen herşey sultanın tedbirine bağlıdır. Diğer bazı tarihi devirler gökten inen kazalardan kötü olup bazıları da bahtın yönü onlara doğru olmasından dolayı iyi olmuşlar. Böylece tüm işlerin tertibi hep dağınık olup fertlerin mensebi, esnaf ve tabakaların yeri her zaman düzensiz olmuştur. Ayrıca İran’ın siyâsî düşüncelerini güden Nizamülmülk, siyâsî tahlilinin odak noktasında sultanı tutuyor ve başka bir hedef olarak da acem meliklerinin sünnetini canlı tutmaya çalışıyor. Belirttiğimiz üzere hocanın çağındaki sultan, din bilgisine sahip değildir ve Selçukluların vezir-i azamı, yıkmak değil yapmayı güderek bir konuşma tarzını seçmiştir. Ancak hocanın Melikşah ile ilgili yaptığı yorum, tutarsızlıktan arı değildir, zirâ Haricilerin çıkışı her bir siyâsî toplumun gerekçelerinden olduğu için, Melikşah’ın bulunduğu mübarek devirde de hiçbir kulun başı itaat çenberinden dışarıda olduğuna inanmıyor. Hoca, Melikşah çağını işlerin tertibini düzensiz bulduğuna rağmen sukün ve barış devri olarak nitelendiriyor.” VII. YAZAR VE ESERLE İLGİLİ HUSUSİYETLER Selçuklu döneminin meşhur veziri ve ünlü Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı; Hoca Nizamülmülk-i Tûsi, kış mevsimi gecelerinin soba kenarında uzun hikâye ve destanlarda anlatılan bir gün üstün mevkiilere ve mesnetlere geldiklerinde bir takım ortak işler yapacaklarına dair birbiriyle anlaşan üç kişiden oluşan bir ilkokul dostluk grubunun üyelerinden birisi sayılır. Bu dostluk grubunun diğer iki kişisi ise; herkesin bildiği üzere Şair Hayyâm ve meşhur matematikçi ve İsmailiye Fırkası kurucusu Hasan Sabbah’tır. İngiliz Haldine Magfale’nin kayda değer bir eserinde bunların görüşme yeri hakeza mektepten meyhaneye yönelik olarak gösterilmiştir. Bu meyhane Nişâbur bölgesinde Zerdüşt dinine mensup şarap satışı yapan yaşlı bir adama aitmiş. Haldine Magfale’in destanında sürekli mektepten meyhaneye giden çocuk, birden bire Ceyhun nehrinin kaptan-ı deryalarına ait maaşları Antakya’ya havale eden şark devletlerinin en iktidarlı ve büyük devletinde vezirlik mertebesine ulaştı. Böyle büyük bir ortaçağ ülkesinde isyancıların ve kurallara uymayan sipahilerin yönetilmesinin üstesinden ancak dirayetli ve iktidarlı olan ve tüm üstünlükleri taşıyan bir siyâsetçi gelebilirdi. Tüm bu üstünlüklere sahip 16 bir tek Nizamülmülk var idi. O kendisini ilim ve bilginin asıl hizmetkârı olarak tanıtıyordu. Nizâmiye adlı medreseler kurdu. Bu medreseler yüzyıllar sonra batı medeniyetlerinin üniversitelerine örnek tutuldu. Bağdat, İsfahan, Nişabur ve Belh nizâmiyelerinde Gazzali, Şirâzlı Ebu İshak, İmâmü’l-Haremeyn Ceveynī, İmam Muhammed Yahya ve Sadreddin Hocendi gibi hocaların elinde değerli öğrenciler yetiştirildi. Bunların arasından; Şirâzlı Saadi, Enveri, Reşidüddin El-Vatvat ve Zehirüddin Farabī gibi isimleri söyleyebiliriz. Ancak bu gibi medreselerde öğrenciler herhangi bir konuyla alakalı nitelik ve nicelik anlamı taşıyan soru soramazdı. Zirâ bu medreselerde akıl ve felsefeye dayalı ilimlerin öğretilmesi yasaktı ve insanların düşünceleri sansürleniyordu. Ayrıca müderrislerin çoğu da Şafii mezhebine mensup radikal kişilerdi. Selçuklu Melikşah böyle bir dirayetli ve muktadir vezirinden siyâset ve ülke idaresiyle ilgili bir kitap yazmayı talep eder. Böylece Hoca Nizamülmülk Siyasetnâme’yi yazar. Bu yüzden Siyâsetnâme’nin tarihi ve sosyal alanındaki önemini göz ardı edemeyiz. Bu konuyla ilgili şunu da eklemek gerekiyor ki politik olarak sosyal meselelerden bahseden eserlere geçmişten beri filozoflar ve düşünürler tarafından önem verilmiştir. Nitekim bildiğimiz üzere eski Yunan’da Aristo ve Eflatûn bu konuya önem vermişler ve sonraki çağlarda da doğulu ve batılı Müslüman ve Hıristiyân hükümdarlar bu alanda kalemlerini yormuşlardır. Genel olarak politik ikiye bölünür: Birincisi şeriat kurallarını içeren yasa veya nevamis bilimi ve diğeri ise siyâset bilimi ki Siyâsetnâme’nin adı da politikanın bu boyutundan alınmıştır. Siyâset bilimini bazen siyerü’l-mulûk veya adâbu’l-mulûk olarak da tabir etmişler. Siyâset bilimiyle ilgili eserleri de iki ayrı bölüme ayırt etmemiz mümkündür: İlkini; kuramsal (teorik) olarak konuları inceleyen kitaplar oluşturuyor. Bu kitaplarda bir takım açıklamalar getirilerek ülke yönetiminin en iyi yolları anlatılır. Ancak akıl ve mantık kurallarına istinat etmemeleri için sosyal gerçeklerden uzak kalıp bilimsel değerlerini kaybetmişlerdir. Farâbī, İbn-i Sinâ ve İbn-i Rüşd’ün kitapları genellikle bu grubun içinde yer almaktadırlar. İkinci grup ise büyüklerin, hükümdarların ve düşünürlerin kısa, öz ve akıllı sözlerini içeren didaktik türlü eserlerdir. Bu gibi kitaplarda olaylar ve meselelerinin pratik boyutuna daha çok önem verilmiştir. İbn-i Mukaffa ve Câhiz’in eserleri, Gazzali’nin Nasihatü’l-Mulûk adlı kitabı, Mirzâ Şerifüddin Gazvini’nin Tuhfe’si ve Hoca Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si bu grup içerisinde yer almaktadırlar. Nizamülmülk konuları işleterek onların bilimsel değeri ve boyutuna önem verdiği için bazen meselelerinin tanıtımına da önem vermiştir. Örneğin; padişaha haftada iki kez divâna oturmasını ve haksızlığa uğrayan kimilerin şikâyetini duymasını tavsiye ederken, Ceyhun’dan Antakya’ya kadar uzanan büyük bir yurtta ara sıra kendisi de oturup haksızlığa uğrayanların 17 sesini duyabileceğini ve adâleti yaygınlaştırabileceğini göstermeye çalışmış. Bu yüzden hikâyelerin birçoğunda meselelerin tanıtılmasına da yönelik bir şeyler anlatmaktan çekinmemiştir. Siyâsetnâme; Nizamülmülk’ün yaşadığı son yıllardaki düşüncelerin, akidelerin ve deneyimlerin aromasıdır. Kendi hayatındaki havadisleri anlatmaktan sakınan ve daha çok ülkenin yönetilmesi ile ilgili yazılan büyük bir politikacı vezirin tecrübeleridir. Siyâsetnâme çeşitli konuları içeren 50 bölümden oluşuyor. Ancak bu eseri sırf bir tarihi eser olarak nitelendirmemiz de doğru bir tespit değildir. Çünkü tarihi yanlış bilgileri de içermektedir fakat tarihi boyuttan faydalanabileceğimiz eserlerden biridir. Beş bölümden oluşan her bir fasıl çeşitli konularla Selçuklu döneminin hükümet durumunu, idari yapısını, sosyal tabakalarını, örf ve âdetlerini iyice anlatıyor. Bu açıdan eser çok kıymetlidir. Kitapta ele alınan konular başlıca aşağıdaki başlıklardan ibarettir: İkta meselesi, kadılığın önemi ve yetkisi, muhtesip ve yaptığı işler, casus göndermek, ulak göndermek, sarhoşluk ve bilinçli zamanlarında pervanelerin ihtiyat etmeleri, has vekil, nedimler ve nedimlik koşulları, müfettişler ve görevleri, haber sahiplerinin önemi, müfretler ve çalgıları, teşrifat için özel süslü silahlar, elçilerin durumu ve onların işlerinin kontrolü, saray gulamlarının eğitimi, has ve avam kişilerin karşılanması, kulların hizmet esnasında duruş sırası, emirlik ve halk nezdindeki makamı. Bu eserde gördüğümüz tüm konular bir nevi Nizamülmülk’ün düşüncesinin ve akidesinin şemasıdır. Başka bir söyleyişle, öz çağındaki siyâsî ve sosyal gelişmelerin kavramı ve tanıtımıdır. Nizamülmülk dindar ve itikatlı bir kişiliğe sahipti. Tüm kaynaklarda onunla ilgili ibadet ehli olan ve çocuklarını din âlimlerine saygı göstermeye yönelik teşvik ettiği söylenmektedir. Hatta bazı rivayetlere istinaden Selçuklu Melikşah ile yaptığı bir müzakerede fakirlere infakta ve yardımda bulunmayı ülkenin bakâ ve gelişmesine sebep olabileceğine dair söyleyişte bulunduğunu aktarabiliriz. O dönemde savaşların illetini genel olarak mezhepsel kavgalardan oluşan kan dökmeler oluşturuyordu. Bu yüzden Hoca Nizamülmülk de bu konuda sürekli mensubu olan Şafii mezhebine yöneliyordu. Hind-i Şah Nahçivânī’nin söylediğine göre, “Hoca itikadı gayet temiz olan müslüman bir insandı ve ahir zamanı daha fazla düşünürdü.” Genel olarak Nizamülmülk ile ilgili anlatılan çoğu hikâyeler onun dini boyutuna dikkat çekmişlerdir. Nizamülmülk sırf inandığı şeylere değil belki aşırı bağnaz bir insandı. Onun mezhebine yönelik olmayan tüm düşünceleri inkâr ve redderdi ve bir vezir olarak ülkenin ve halkın iyiliğini başta Şiilik mezhebi ve İsmailiye fırkası olmak üzere başka İslâmî mezheplerinin yok 18 edilmesine bağlıyordu. Onun pratik hayatı bu amaca yönelik harcanan otuz yıllık bir düşünceden oluşuyor. Şu doğru ki o devirde aşırı bağnazlık her şeye gölge salmıştı ve herkes gittiği yolda başkalarının saptığını zannediyordu. Nitekim Nasır Hüsrev de, o yüce kültürlü ve edebî kişiliğine rağmen, bağnazlıktaki inançlarından bile vaz geçmiyordu, ancak onun gibi o çağın güçlü ülkeleriyle güçlü bir inançla savşamakla İslâmî ülkelerde mezhepsel savaş peşinde olan Nizamülmülk arasında yerden göğe kadar fark var. “Acaba İsmaililer veya Nasır Hüsrev gibi şahıslar da iktidara gelseydi onun gibi muhaliflerle ölümcül olarak savaş eder miydiler?” sorusuna olası bir cevap vermek doğru nitelik taşıyabilir. Bu eserde dikkate değer başka bir konu de hocanın devirle ilgili tenkitli görüşüdür. O kendi devrinin birçok örf ve âdetlerini beğenmiyor ve hatta tenkitte bulunuyor. Bazen şöyle diyor: “Bu devrin emirleri harâm olan bir dinârdan bile korkmuyorlar ve on harâm malı helâl kılıp on hakkı haksız ederler ve akıbeti hiç düşünmüyorlar.” Ve bezen de şöyle söylüyor: “Bugün öyle adamlar vardır ki hiçbir kabiliyetleri yoktur ancak on tane iş ona veriyorlar. Ve düşünmüyorlar ki bu adam o işi yapabilir mi gerçekten?” Başka yerde lakapların değersiz oluşundan tenkit ederek şunu söylüyor: “Dünyada daha kötü mezheplisi bulunmayan Türk gulamları ülkeyi bin türlü fesada boğuyorlar ve sonra da kendilerine müʿinüddin ve tacuddin lakabı veriyorlar.” Ve Selçuklu devletinin yargı sistemiyle ilgili de şöyle tenkitte bulunuyor: “Bu devrin şahları eğer hizmetkârlarına Belh valisiyle veya Merv valisiyle şeriat meclisine git emri verseler, hiç kimse onların emrine uymaz ve iki arpa ekmeğe o emri satarlar.” Nizamülmülk ülkenin idaresinde adâlete önem veriyor. Bu konuya da genel olarak eserin birçok bölümünde değinmektedir. Allah’ın rızasını, Sultan Melikşah’ın gücünü ve sipahilerle halkın iyiliğini adâlette görüyor. Onun düşüncesine göre “Mülk adâletle kalıcı olur ve zulümle yok olur.” Nizamülmülk adâletin istikrarı için hükümetin tüm memurlarının görevlerine dikkat eder ve her bölümde düşüncesini paylaşıyor. Âmillere; yani memurlara devletin aidatlarını almak görevinde halkla iyi davranmalarını tavsiye eder. Hocanın devrine özel bir başka âdet de ikta imiş. Bazen birilerine devlet tarafından orayı ekip biçmek amacıyla bir parça arsa veriliyordu ve kazancın onda birini sultanın hazinesine veriyordu ve yaşadığı sürece o arsayı kullanmak hakkına sahipti. Selçuklu devrinde miras hakkında ikta âdeti revaçtaydı. Bu yüzden Nizamülmülk ayrı bir bölüm içinde ikta sahiplerinin konusunu ele alarak onlara havale edilen mal dışında halktan fazla bir şey talep etmemeleri gerektiğini vurguluyor. Ayrıca ikta sahiplerinin, halkın sultanın sarayına gitmelerini engellememelerini aksi şekilde cezalandırılacaklarını söylüyor. 19 Kadılık konusu da Nizamülmülk’ün gözünde çok ince ve zarif bir iştir. Çünkü hocanın düşüncesine göre kadılar müslümanların kan ve malına musallattırlar. O yüzden onlara sınırlı yetki verilmesini tavsiye eder. Kadıları padişahın vekili olarak tanımlar ve padişaha nasıl saygı gösteriliyorsa onlara da gösterilmesini uygun görüyor. Buna ilaveten söz konusu amaçlara varmak için Sultan Melikşah’ın yurtiçinde olan herşeyden haberdar olmasını zaruri kılıyor ve burada konuyu haber sahiplerine ve ulaklara getiriyor. O devrin durumu ile ilgili şöyle yazıyor: “Padişahın halktan, sipahilerden, yakın ve uzak akrabalardan hal ve hatır sorması gerekiyor ve neler olduğuna dair bilgi sahibi olması lazım. Eğer bunu yapmazsa hata yapmış olur ve gaflete düşerek zulüm yapmış olur.“ Hocanın gözünden hiçbir şekilde kaçmayan bir konu, hükümet memurlarının, habercilerinin ve müşriflerinin geçinmeleridir. O; söz konusu şahısların maişet olarak yeteri kadar temin olmalarını tavsiye eder. Zira temin olmazsalar ihanet edip rüşvet almaya yönelik iş yaparlar diyor. Böyle olursa da getirdikleri haberlere de şüphe etmek lazım, çünkü gerçek dışı haber getirmiş olabilirler. Nizamülmülk ülkenin yönetiminde politikanın tüm inceliklerini ve noktalarını bilmekte olup tedbir ve çözüm ararak problemleri çözmeye çalışmış bir vezirdir. Onun inandığı usullerden birisine istinaden her kişiye bir veya iki iş verilmelidir. Ayrıca bir işi de iki adama vermeyi uygun bulmuyor. Zirâ ilkinde şahıs, işlerin üstesinden gelemez, ikincisinde ise bir mutfağı 2 usta aşçıya veya bir köyü iki muhtara vermek gibi olur kanaatindedir. O devirde garaz sahiplerinin bir kısmı, Sultan haremindeki bayanlar arasına nüfuz ederek padişahın işlerine müdahele etmeye çalışıyorlardı. Hocanın düşüncesi o çağın ilzamından dolayı kadınları siyâsetten uzak tutmaktan yanaydı. Melikşah’ın hükümetinin istikrarı için şöyle yazıyor: “Önemli olmayan durumlarda olağan meclislerden bir şey yazılmamalı. Yazıldığı takdirde önemle saklanmalı ki kimse ona dokunmaya cüret etmesin.“ Ayrıca eserin belli yerlerinde nedimlerin sultan tarafından hüküm verilmesi gereken cezalardan kaçınmalı ve suçluları o cezalara çarpmaktan uzak durmalarnı tavsiye eder. Aksi takdirde hatalı nedimi cezalandırmak kanaatindedir. O çağda sipahiler ulusal bir ordu şeklinde kurumsal hâle gelmemişlerdi ve sipahilik ulusal ve zorunlu bir görev değildi. Ancak sipahilerin çoğu yol kesen insanlardan oluşuyordu ve bu yoldan geçimlerini sağlıyordular. Ayrıca ırk ve milliyetleri de birbirinden farklıydı. Bu yüzden o çağdaki geleneğe göre hocanın da düşüncesi bu yönden yana olup şöyle yazmıştır: “Sipahilerin ırkı aynı olursa tehlike çoğalır ve çaba göstermezler. O yüzden her cins ırktan bulunmalıdır.” Sonra da Gazneli Mahmûd’un sipahını örnek olarak gösteriyor ki Türklerden, 20 Horâsânîlerden, Araplardan, Hintlilerden, Gurilerden ve Deylemilerden oluşmuş ve her bir grup öbür grubu kolluyor ve bunlar elele verip ittifak içinde isyan yapamayacaklarını vurguluyor. Savaş döneminde de birbirinden daha üstün çıkmaları için en büyük çabalarını gösterirler diye kanaatini sürdürüyor. Nizamülmük sipahın işine, geçimine, sipahilerin maaşına ve diğer ilgili konulara hep teveccüh sağlamıştır ve kitabında da yer yer bununla ilgili tavsiyelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Zirâ sipahın önemli olduğuna ve ülkenin bela siperi olduğuna inanıyor. Nizamülmülk’ün verdiği emirlere istinaden onun halkın düşünce ve isteklerini bilmekte ne kadar marifetli olduğunu anlamak zor değildir. Bu yüzden yıllarca uzun bir süre olarak kocaman bir memleketi yönetebilimiştir. Örneğin hatâ işleyen şahıslarla sultanın nasıl davranacağına dair şöyle yazıyor: “Eğer açıkça onları cezalandırırsak haysiyetimiz gider ve yerine ne kadar iyilik yaprsan yap o davranışın yerini dolduramaz. En iyisi eğer birisi hatâ eylerse, onu çağırıp hatâsını ona bildirip uyarıda bulunup bir seferlik affedildiğini söylemek gerekiyor. O zaman hatâlı şahıs kendisini korur ve bir daha aynı hatâyı yapmaz.“ Ancak hoca, hakediş kadarıyla ödül ve ceza verilmesini ve zamanında affetmeyi de göz ardı etmiyor. Hocanın başka bir hususiyeti olan psikolojik bilgisi ve halkın ve bireylerin keyfiyetini bilmek ve hayat tarzlarıyla bilgiye sahip olması onun nedimlerine verdiği emirlerden anlamak zor değildir. Örneğin: “Nedim... Padişaha karşı çıkmayacak ve sultan ne dilerse sormadan kulak asıp yapması gerekiyor ve daima sultanı övmelidir. Çünü bunu yap onu yapma sultan için zor gelir ve iş yokuşa doğru sürüklenir.” Nizamülmülk şehircilik ve çevre sistemine de çok önem vermiştir. Sultana köprü yapmasını, yeni şehirler kurmasını, yüksek binalar inşa etmesini ve okullar açmasını tavsiye eder. İmaduddin Katib-i İsfahani, Tarih-i Devlet-i Al-i Selçuk adlı eserinde diyor ki eskiden vergiyi toplamak ve onu sipahilere harcamak âdetti, hiç kimse ikta sahibi değildi. Nizamülmülk gördü ki memleketin durumu kötüye gidiyor ve onlardan fazla mal elde edilmiyor, arazileri sipahilere dağıttı ve ordan gelen kazançları da onlara maaş olarak bıraktı. Bu neticede araziler gelişti ve en kısa süre içerisinde mülkün değeri yükseldi. Hocanın yazdığı diğer bölümlerde onun ekonomi meselelerine de önem verdiğini anlayabiliyoruz. İki farklı hazinenin bulunmasını tavsiye eder. Biri gelir hazinesi, diğeri ise gider hazinesi. Bu şekilde vilâyetlerdeki malların hesabı tutulacak, harcamalar kontrol edilecek, malların değeri ve ağırlığı denetlenecek, sikkeler darbedilir ve ayarlarına dikkat edilir. 21 Hocanın politika çarkındaki zekâsı; onun önemli işlerinin olmasına rağmen herşeye dikkatlice zaman ayırması ve her şeyle ilgili detaylı bilgiye sahip olmasında anlaşılır. Örneğin önemli işlerde divân tarafından bir gulamın gönderilmesi ve halkın çektiği zorlukları öğrenilmesi ve onlardan nasıl haraç alındığına dair bilgi gelmesi hakkında hüküm sürdürülmesine yönelik verdiği öğütler konuyu tespit ediyor. Diğer ülkelerin padişahları ve devletleriyle olan ilişkilerin düzgün tutulmasına yönelik yazdığı bölümler de onun elçilere verdiği önemi göstermektedir. Bu konuda çok ince detaylara dikkat çekiyor. Elçinin araştırılması, elçiyle beraber çalışanların araştırılması, onun her evde nasıl karşılanacağı usulü vs. Elçilerle ilgili böyle bir söyleyişte bulunuyor hoca; “Ona yapılan tüm iyilik ve kötülükler onu gönderen padişaha yapılmıştır.“ Nizamülmülk Arap, Kürt, Deylemi, Rumi emirleri ve ahit konusunda yeni olan kimileri hakkında şöyle yazıyor: “Herbiri dergâhta çocuğunu veya kardeşini mukim etsin, en az 500 kişi ve en fazla 1000 kişi olmaları gerekiyor. Bir yıl geçtikten sonra onun yerine başkasını göndermeleri lazım ve yerleri değiştirilmeli. Onların yerine bedel kişi gönderilmediği sürece bu kavim geri gitmeyecektir ve rehine olarak tutulan kişiler sayesinde kimse padişaha başkaldıramaz.“ O çağda açıkta haber getiren ulaklar dışında, casusların da önemli bir görevi vardı. Hoca bu konu hakkında şöyle yazıyor: “Her zaman her yere casusların gitmesi, tüccarları, yolcuları, sufileri, eczacıları, dervişleri ve başka tüm kişilerden ne duyduysalar haber getirmeleri gerekiyor ve hiçbir şeyin gizli kalmaması lazım, tâ ki bir vaka olunca derhal müdahele edilebilsin.“ Hoca siyâset işinde hep ortada durmayı tercih etmiştir ve Melikşah’ı da bu yönde yürümesini tavsiye etmiştir. Cihan yönetiminde danışmayı ve fikir almayı tavsiye ederek şöyle yazıyor: “Tek kişilik bir tedbir, bir adamın gücüne benzer. Ama on kişilik bir tedbir, on adamın gücüne benzer.... Ayrıca işlerde danışmak zaafiyet alameti değildir.“ Hoca buna ilaveten siyâsette bilirkişilerle, yaşlılarla ve dünya görüşü açık olanlarla danışmayı uygun bulmuştur. Genel olarak o çağda sultana ve halka yönelik olan hocanın gözünden kaçan herhangi bir konu kalmamıştır. Ayrıca Nizamülmülk’ün düşüncesine göre; “Bu cihan, padişahın gazetesidir“ diye sözüne istinaden kitabın neresinde ihtiyaç gördüyse eski hikâye ve rivâyetlerden yararlanarak onları aktarmaya gayret etmiştir. Bu açıdan düşüncelerinin ispatı için ibret verici hikâyeleri aktarmış ve böylece yazdığı eseri zenginleştirmiş. Bazı hikâyeler kısa ve özdür ve bazıları da tarihi olayları içeren uzun rivâyetlerden oluşuyor. 22 Siyâsetnâme’nin nesri basit, açık ve güzeldir. Cümleler kısa ve âhenklidir. Her mevzu tam anlamıyla verilmiştir. Konularla eksik bırakılan bilgi ortada gözükmüyor. Bu yüzden eserimiz anlamlı nesrin bir örenk niteliğini taşımaktadır. İnşâsı o kadar canlıdır ki Farsçayı bilen herkes yüzyıllar geçmesine rağmen konuları okuyunca yazarın amaç ve hedeflerini kolayca anlayabilecektir. 23 Faṣl-ı Evvel Ender Aḥvāl-ı Merdüm ve Gerdiş-i Rüzgār ve Medḥ-i Ḥüdāvend-i ʿĀlem1 (Ḫalledellāhu-Mülke) Īzed-i teʿālā, der her ʿaṣri ve rüzgārī yekī rā ez mīyān-ı ḫalḳ ber-gozīned ve ū rā bē hünerhā-yı padişāhāne ve sütūde ārāste gerdāned ve meṣāliḥ-i cihān ve ārām-i bendegān rā bēdū bāz-bended ve der-i fesād ü āşūb u fitne rā bēdū beste gerdâned ve heybet ü ḥaşmet-i ū ender dil-hā ve çeşm-i ḫālāyıḳ begosterāned, tā merdüm ender ʿadl-i ū mī-goẕerāned2 ve āmen hemī bāşend ve baḳā-yı devlet hemi ḫāhend ve çün – ve’lʿayāḍu billāh – ez bendegān-ı ʿiṣyānī ve istiḫfāfī ber şeriʿat veyā taḳṣīrī ender ṭāʿat ve fermānhā-yı ḥaḳ teʿālā pedīdār āyed ve ḫāhed ki bedīşān ʿukūbeti resāned ve pādāş-i kirdār-i īşān, īşān rā beçeşāned - Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, mā rā çünīn menemāyād3 ve ez çünīn muddabirī4 dūr dārād – her āyna şūmī-yi ān ʿiṣyān ve ḫeşm ve ḫiẕlān-ı ḥaḳ teʿālā, der ān merdümān ender resed: Pādişāh-ı nīk ez mīyân bereved ve şemşīrhā-yı muḫtelif keşīde şeved ve ḫūnha rīḫte-āyed ve herki rā dest-i ḳavi-ter herçī ḫāhed mī-koned, tā ān günāhkārān heme ender mīyān-ı ān fitnehā ve ḫūn-rīzeş helāk şevend ve cihān ez īşān ḫālī ve ṣāfī şeved ve ez cihet-i şūmī-yi īn günāhkārān besyārī ez bī-günāhan der ān fitnehā nīz helāk şevend. Ve miṡāl-ı īn çünān bāşed ki çün āteş ender neyestān ofted, herçi ḫuşk bāşed heme besūzed ve ez cihet-i mucāviret-i ḫuşk, besyār nīz ez ter sūḫte āyed. Pes, ez bendegān yekī rā ki ez taḳdir-i īzedī saʿādeti ve devleti ḥāṣıl şeved, ū rā, ḥaḳ teʿâlâ, ber endāze-i ū iḳbāli erzānī dāred ve ʿāḳli ve dāneşī dehed ki ū bedān ʿāḳl u dāneş, zīr-destān- ı ḫīş rā, her yekī rā ber endāze-i ḫīş, bedāred ve her yek rā ber ḳadr-ı ū mertebeti ve maḥallī nehed ve ḫidmetkārān ve kesānī ki şāyeste bāşend, īşān rā ez mīyān-ı merdümân ber-gīred ve her yekī rā ez īşân pāygāhi ve menzeleti dehed ve der kefāyet-i mühimmāt-i dīnī ve dünyevi ber īşān iʿtimād koned ve reʿāyā rā, ānki rāh-i ṭaʿāt seporend ve bē kār-ı ḫīş meşġūl bāşend, ū ez renchā āsūde dāred, tā der sāye-i ʿadl-ı ū bē vācib rüzgār mi-gozerāned. Ve bāz eger kesī ez ḫidmetkārān ve gomāştegān nā-şāyestegī ve derāz-destī pedīd āred, eger bē taʾdībī ve pendī ve māleşī edeb gīred ve ez ḫāb-i ġaflet bīdār şeved, ū rā ber ān kār bedāred ve eger bīdārī neyābed hīç ibḳa nekoned: Ū rā bē kesī dīger ki şāyeste bāşed bedel koned. Ve ez reʿāyā kesānī kī īşān ḥaḳḳ-ı niʿmet neşnāsend ve ḳadr-ı īmenī ve rāhat nedānend ve bē dil ḫiyānetī endīşend ve tamarrudī nemāyend ve pāy ez endāze-i ḫīş bīrūn nehend, ber 1 Maksat; Selçuklu Melikşah’dır. 2 Goẕārden, goẕerānīden (Geçinmek). 3 Kelimenin sonunda yazılan uzun sesli elif (الف) eskiden dua amacıyla yazılıyormuş. Bugün; “nenemāyed (nişān nedehed)” (Göstermemek) şeklinde kullanılıyor. Bu eserde epeyce dua fiilleri bulunmaktadır. 4 “ī” masdar olarak kullanılmıştır (Talihsizlik). 24 endāze-i günāh bā īşān ḫitāp koned ve īşān rā ber miḳtar-ı cürm-i īşān māleş fermāyed ve bāz dāmen-iʿafv ber günāh-ı īşān pūşāned ve ez ser-i ān der-goẕered. Ve dīger ānçē bē ʿimāret-i cihān peyvended1 ez bīrūn āverden-i kārīzhā ve kenden-i cūyhā-yı maʿrūf ve pülhā kerden ber goẕer-i ābhā-yı ʿaẓīm ve ābādān kerden-i deyh-hā ve mezreʿihā ve ber-āverden-i ḥiṣārhā ve sāḫten-i şehirhā-yı nev ve ber-āverden-i bināhā-yı rafīʿ ve neşestgāh-hā-yı bedīʿ, becây-âred ve ber şāhrāh-hā rubāṭhā fermāyed kerden ve medresehā2 ez cihet-i ṭālibân-ı ʿilim, tā ān nām hemīşe ū rā bemāned ve ṡevāb-ı ān meṣāliḥ, bedān cihān, ū rā ḥāṣıl būved ve duʿā-yı ḥayır peyveste gerded. Ve çün taķdīr-i īzed-i teʿālā, çünān būd ki īn rüzgār, tārīh-i3 rüzgārhā-yı güẕeşte gerded ve ṭarāz-ı kirdārhā-yi melikān-ı pīşīn şeved ve ḫālāyıķ rā saʿādeti bē erzānī dāred ki pīş ez īn dīgerān rā nedāşte est, ḫüdāvend-i ʿālem şāhenşāh-ı āʿẓem rā ez dü aṣl-ı büzürgvār – ki pādişāhi ve pişrevi hemīşe der ḫānedān-ı īşān būd ve peder ber peder hemçünīn tā Efrāsyāb-ı4 Büzürg – pedīdār āverd ve ū rā bē kirāmethā ve büzürgīhā ki mulūk-i cihān ez ān ḫālī būdend ārāste gerdānīd. Pes ānçi bedân ḥācet bāşed mulūk rā, ez dīdār-ı ḫūb ve ḫūy-i nīkū ve ʿadl ve merdānegī ve delīrī ve süvārī ve dāneş ve bē kār-besten-i envāʿ-i silāḥ ve rāh borden-i bī-hünerhā ve şefķat ve raḥmet ber ḫalķ-ı Ḫüdā-yı ʿazze ve celle ve vefā kerden-i naẕırhā ve vaʿadhā ve dīn-i dürüst ve iʿtīķād-i nīkū ve dūst-dāşten-i ṭāʿat-ı īzed-i teʿālā ve becāy-āverden-i fażāyil ez namāz-ı şeb ve zīyādet-i rūze ve ḥürmet dāşten-i ʿūlemā-yı dīn rā ve girāmī kerden-i zāhidān ve pārsāyān rā ve ḫarīdārī kerden-i ehl-i dāneş ve ḥekīmān rā ve ṣadaķıhā-yı mütevātir dāden ve bā dervīşān nīkûyī kerden ve bā zīr-destān ve ḫidmetkārān bē ḫulķ-i ḫoş zīsten ve sitemkārān rā ez raʿīyyet bāz-dāşten, ū rā erzānī dāşt. Lā-cerem īzed-i teʿālā, ber endāze-i şāyestegī ve iʿtīķād-ı nīkū devlet ve memleket dād ū rā ve heme-i cihān rā musaḫḫar-ı ū gerdānīd ve heybet ve sīyāset-i ū bē heme-i iķlimhā beresânīd, tā cihānīyān ḫarāç-gozār-ı ū bāşend ve bē taķarrubī ki bedū mī-konend ez şemşīr-i ū āmenend. Ve eger bē rüzgār-ı baʿżı ez ḫulefā, ender mülk besṭī ve vusʿatī bûde est, bē hīç vaķit ez dil-meşġūlī ve ḫurūc-i ḫāricīyān5 ḫālī nebūde est. Ve enderīn rüzgār-ı mübārek, be ḥamdillâh- i teʿālā, ender heme-i cihān, kesī nīst ki bē dil hilāf endīşed veyā ser-i ū ez çenber-i ṭaʿāt bīrūn est. Īzed-i teʿālā, īn devlet rā tā ķıyāmet peyveste gerdānād ve çeşm-i bed ez kemāl-ı īn 1 İlgili olmak. 2 Medresehā fermāyed kerden. 3 Tarih; burada “örnek” anlamında kullanılmıştır. 4 Selçukluların Türk olduğuna değinmiştir ve anlatılan hikâyelere göre Türkleri Efrasyab’ın evlatları olarak tanımlıyor. 5 Hükümet ve hilafet aleyhinde çıkanlar. 25 memleket dūr dārād, tā ḫalāyıķ ender ʿadl ve sīyāset-i īn ḫüdāvend rüzgâr mī-gozeranend ve bē duʿā-yı ḫayır meşġūl mī-bāşend. Ve çün ḥāl-i devlet çünin est ki gofte āmed, endāze-i dāneş ve şenāḫten-i rusūm-i nīkū ber ķıyās-ı devlet būved. Ve dāneş çün şemʿī bāşed ki besyār rūşenāyīhā ez ān şemʿ efrūḫte bāşend ve merdümān bedān rūşenāyī rāh-yābend1 ve ez tārīkī bīrūn āyend ve ū rā hīç muşīrī ve rāhnemāyī ḥācet nebāşed. Velīken ḫüdāvend rā endīşehā bāşed ve meger ḫāhend ki bendegān rā bīyāzmāyend ve endāze-i ḥāl ve ʿakıl ve dāneş-i īşān bedānend. Ve çün bende rā fermūd ki baʿżı ez sīyer-i nīkū, ez ānçē pādişāhān rā ez ān çāre nebāşed, benevīsed ve her çīzī ki pādişāhān ber kār dāşte-end ve eknūn şart-ı ān becây nemīyārend ve çē pesendīde est ve çē nāpesendīde, ānçē bende rā ez dīde ve şenūde ve dāneste ve ḫānde ferāz āmed yād kerde şod ve ber ḥükm fermān-i ālī refte-āmed ve īn çend faṣıl ber sebīl-i iḫtiṣār neveşte şod ve ānçē lāyıķ-ı her faṣlī būd der ān faṣıl yād kerde şod bē ʿibāret-i rūşen. 1 Onun vesilesi ile aydınlığı ve aydınlığıyla da yolu bulacaklar. 26 Birinci Fasıl Devrin Gidişatı, Halkın Halleri ve Yeryüzündeki Saltanatı Daim Olası Hükümdar Efendi’nin Övgüsü Yüce Allah her çağda halk arasından birini seçerek onu sultanlara yakışır birtakım özelliklerle donatır. Dünya işleri ve cihan ahalisinin kamu düzeninden onu sorumlu kılarak fitne ve kargaşa kapısını onun eliyle kapatır. Adâleti sayesinde hoşça zaman geçirip kendilerini güvende hissetmeleri ve idaresine duacı olmaları için insanların gönlünde ve gözünde ona dair derin bir saygı uyandırır. Allah yazdıysa bozsun, bir başkaldırı, ilâhi kuralları hafifseme yahut yüce Alla’ın emirlerini yerine getirmekte bir gevşeme ortaya çıkması durumunda yüce hak sahibi onları cezalandıracak ve yaptıkları çirkin işlerin karşılığını verecektir; yüce Allah bize böylesi günleri göstermesin, böylesi talihsizlikleri yaşatmasın! Ve katiyen, isyanın uğursuzluğu, yüce Allah’ın gazabını bu tür insanlara eriştirir. Öyle ki aralarından basiretli idareciler çıkmaz; tefrika kılıçları çekilir ve kanlar dökülür. Bu günahkâr takımı, kargaşa ve dökülen kanlar arasında helak ve dünya onlardan temiz olana değin eli güçlü, sırtı pek olanlar istediği şekilde davranır. Tıpkı neyestâna düşen ateş gibi, kurunun yanında olduğundan dolayı yaşı da yakıp kavuracak. Nihâyet, yüce Allah’ın takdiri ile kulların birisi saadet ve devlete erişir. Yüce hak sahibi bu kişinin bahtını açarak talihini ona yaver kılar, ona verdiği akıl ve fikirle eli altındakileri lâyıkıyla işe alır, onları başarılı olabilecekleri makam ve mevkiide yerleştirir. Halk arasından hizmetkârlarını ve adamlarını tek tek seçerek her birine birtakım rütbeler ve mertebeler verir. Din ve dünya meselelerinin niteliklerinde onlara güvenir. Sağladığı adâlet sayesinde hayatlarını rahatça devam etsinler diye, itaat yolunu yol bilen ve kendi işleriyle meşgul olan halkı da sıkıntılara karşı kollar. Ve dahi hizmetkâr ve atanmışların biri yakışıksız bir davranış yahut bir yolsuzluk ederse o kişinin birtakım yaptırımlar, kınamalar ve öğütlerle yola gelmesi ve gaflet uykusundan uyanması durumunda görevinin devamını sağlar; ancak eğer uyanmazsa görevine derhal son verir ve yerine o makama lâyık birisini tayin eder. Ve dahi nankör olan ve huzurun kadrini ve kıymetini bilmeyen, içlerinde ihanet tasarlayıp isyankârlık gösteren, haddi olmayan işlere burunlarını sokan kimseler hak ettikleri ölçüde onlara karşılık verilir, hak ettikeri ölçüde cezalandırılırlar ve dahi; ola ki yaptıklarından vazgeçerler diye bağışlama kapısı her daim açık tutulur. Öte yandan hükümdar dünyayı bayındır kılar. Taşradan yeraltı suları için kanallar açar, ırmaklara yataklar yaptırır, büyük suların akışı için köprüler inşa eder, yerleşim birimlerini düzenler, tarlaları ekime elverişli kılar, surları yükseltir, yeni şehirler kurar, yüksek yapılar ve 27 görkemli meskenler tesis eder, ana ve işlek yollarda konaklar inşa eder, ilim talipçileri için medreselerin inşasını emreder. Böylece adı her zaman baki kalır, kazandığı duaların sevabına da öbür dünyada nail olur. Yüce Allah, bu dönemi de eski çağlarda yaşamış sultanların dönemi gibi olmasını sağlar ve daha önceki halklara vermediği saadeti ve huzuru verir, dünyanın sahibi Allah; büyük sultana iki yüce aslı nasib eder – babadan babaya tâ Efrasyab’a dayanan ulu padişahlığı ve yüceliği bahşeder – ve onu dünya sultanlarının hiçbirine vermediği yücelik ve kerametle süsler. Güzel bir yüz, temiz ahlâk, adâlet, cömertlik, yiğitlik, binicilik, ilim, her çeşit pusatları kullanma becerisi, muhtelif sanatlara vâkıf olmayı, yüce Allah’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet, vaat ve adaklarına vefa, dinde istikamet, derin ve temiz bir itikat, yüce hak sahibine kulluğu sevmek, teheccüd ve nafile oruçlara riayet, din bilginlerine saygı göstermek, zahit ve dervişleri saygılı ve muteber tutmak, ilim ehlini himaye etmek, yoksullara iyilik eylemek, küçük dereceli memurları ve hizmetkârları teşvik etmek ve zalimlerin kökünü tamamen yok etmek gibi hükümdarlığa yakışan huyları hak sahibi ona nasib etsin. Muhakkak yüce Allah, onun lâyıkı ve itikadı ölçüsünce kendisine devlet ve memleket verdi. Dünyayı ona bağlı kılarak onun iktidar ve saygınlığını tüm dünyaya yaydı. Bütün dünya ahalisinin ona vergi ödenmesini sağladı ve ona yakın oldukları ölçüde kılıcının gazabından korudu. Halifelerden bazısı devrinde her ne kadar memleket sınırları genişlemiş ise de bu halifelerin zihinleri sürekli âsîlerin kendi iktidarlarına karşı isyanlarıyla meşgul idi. Allah’a şükürler olsun ki, bu devirde ona karşı içinde muhalefet arzusu besleyen yahut ona itaat dairesinden çıkan hiç kimse yoktur. Yüce Allah bu devleti kıyamete kadar dayanıklı kılsın ve halk bu hükümdarın siyaset ve adâleti sayesinde hoşça zaman geçirsin, hayır dualar etsinler diye kötü gözleri bu muhteşem devletten uzak tutsun. Devletin durumu beyan edilen şeklindedir. İlmin ölçüsü ve iyi törelerin tesisi devletin hâli ile kıyasla anlaşılır. Cihan sultanının ilmi birçok aydınlığın kendisinden beslendiği, insanların yolunu aydınlatıp onları karanlıktan kurtaran bir mumu andırır. Onun hiçbir kılavuza, hiçbir rehbere ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte cihangir sultanın kafası birtakım kaygılarıdan da rahat değildir; belki de kullarını sınamak, onların kabiliyet ve özelliklerini bilmeyi arzu eder. Şu aciz kulluğa padişahlarda olmazsa olmaz birtakım nitelikleri ve sultanların uyguladıkları halde bugünkülerin tatbik etmedikleri noktaları hoşa giden yahut gitmeyen taraflarıyla ne var ise bildiklerim, okuduklarım, duyduklarım kadarı ve hatırımda kaldığı nispette kaleme almam emir ve fermanlar buyurdu. Yüca ferman gereğince birkaç fasıl kısaca yazıya döküldü. Her fasıl, o fasla yakışır ve anlaşılır bir tarzla zikredildi. 28 Faṣl-ı Düvvūm Ender Şenāḫten-i Ķadr-ı Niʿmet-i Īzed-i Teʿālā Mulūk Rā Şenāḫten-i ķadr-ı niʿmet-i īzed-i teʿālā, negāh-dāşt-i rıżā-yı ūst, ʿazzismuhū. Ve rıżā-yı ḥaķ teʿālā ender iḥsānī bāşed ki bā ḫalķ kerde şeved ve ʿadlī ki mīyān-ı īşān gosterde āyed. Çün duʿā-yı ḫalķ bē nīkūyī peyveste gerded1, ān mülk pāydār būved ve her rūz zīyādet bāşed ve īn mülk ez devlet ve rüzgār-ı ḫīş berḫūrdār bāved ve bedīn cihān nīkūnām būved ve bedān cihān restegārī yābed ve ḥesābeş āsān-ter bāşed ki gofte-end büzürgān-i dīn ki “el-mülkü yabķā maʿekküfr velā yabķa maʿeẓẓulm.” Maʿnī ān est kī mülk bā küfr bepāyed ve bā sitem nepāyed. *** Çünīn āmede est ender aḫbār ki Yūsuf-i Peyġamber (ṣ.s), çün ez dünyā bīrūn reft, mīyāverdend ū rā, tā der ḥaẓīre-i İbrāhīm (ṣ.s), nezdīk-i pederān-i ā, defn konend. Cebrāʾil (a.s), bīyāmed. Goft: “Hem īncā bedārīd ki ān cāy-ı ū nīst. Çē, ū rā cevāb-i mülk ki rānde est, bē ķıyāmet bāyed dāden.” Pes çün ḥāl-i Yūsuf-i Peyġamber çünīn bāşed, benger tā kār-ı dīgerān çēgūne būved! Ve der ḫaber ez Peyġamber (ṣ.s), çünān est ki herki rā rūz-ı ķıyāmet ḥāżır konend ez kesānī ki īşān rā ber ḫalķ desti2 ve fermānī būde bāşed, desthā-yı ū beste būved. Eger ʿādil būde bāşed, ʿadleş ū rā goşāde koned ve bē bihişt resāned ve eger ẓālim būved, cevreş hemçünān beste bā ġalethā, ū rū bē dūzaḫ efgened. Ve hem der ḫaber est ki rūz-ı ķıyāmet, herki ū rā ber kesī fermānī būde bāşed der īn cihān, ber ḫalķ yā ber muķīmān-ı sarāy ve ber zīr-destān-ı ḫīş, ū rā bedān sūʾāl konend ve şabānī ki gūsifendān negāh dāşte bāşed, cevāb-ı ān ez ū beḫāhend. *** Gūyend ʿAbdullāh bin ʿÖmer bin Ḫaṭṭāb, bē vaķt-ı bīrūn reften-i pedereş ez dünyā – Ömer-i Ḫaṭṭāb – porsīd ki “Ey peder, tū rā key bīnem?” Goft: “Bedān cihān.” Goft: “Zūd-ter mīḫāhem.” Goft: “Şeb-i evvel yā şeb-i düvvūm yā şeb-i sevvūm me-rā der ḫāb bīnī.” Düvāzdeh sāl ber-āmed ū rā bē ḫāb nedīd. Pes ez düvāzdeh sāl bē ḫāb dīd. Goft: “Yā peder, 1 Duʿā-yı merdüm bā iḥsān ve nīkūkārī hemrāh bāşed... 2 Dest mecaz anlamıyla kudret ve saltanat olarak kullanılmıştır. 29 negofte būdī ki pes ez se şeb tū rā bīnem?” Goft: “Meşġūl būdem ki der savād-i Baġdād1 pülī vīrān şode būd ve gomāştegān tīmār-i ābādān kerden-i ān nedāşte būdend, gūsifendūn ber ān mīgoẕeştend: Gūsifendī rā ber ān pül dest bē sūrāḫī furû şod ve beşekest. Tā kunūn cevāb-ı ān mīdādem.” *** Ve ber ḥaķīķat, ḫudāvend-i ʿālem bidāned ki ender ān rüzgār-ı büzürg, cevāb-ı īn ḫalāyıķ ki zīr-i fermān-ı ūyend, ez ū ḫāhend porsīd ve eger bē kesī ḥavālet koned neḫāhend şenūd. Pes çün çünīn est, bāyed ki melik īn mühim bē hīç kes negoẕāred ve ez kār-ı ḫalķ ġāfil nebāşed ve çünān ki tevāned ez penhān ve āşikārā ez aḥvāl-ı īşān ber mīresed ve desthā-yı derāz rā kūtāh mīkoned ve ẓulm-i ẓālimān rā ez maẓlūmān bāz mīdāred, tā berekāt-ı ān ender rüzgār-ı devlet-i ū mīresed ve duʿā-yı ḫayır tā ķıyāmet bē rüzgār-ı ū mīpeyvended. 1 Bu vakanın Ömer b. Ḫaṭṭâb döneminde Bağdat’ta gerçekleşmesi tarihi bir yanlıştır, çünkü Bağdat (h. 145) yılında Manṣûr ʿAbbasī zamanında inşa edildi ve Senâi Ḥadiķat ül Ḥaķīķa’nın sekizinci bölümünde “Bağdat”a değinmiştir. 30 İkinci Fasıl Padişahların, Yüce Allah Tarafından Kendilerine Verilen Nimetlerin Değerini Bilmeleri Yüce Allah tarafından verilen nimetlerin değerini bilmek; O’nun rızasını gözetmektir. Yüce hak sahibinin rızası topluma yapılan ihsan ve onların arasında yaygınlaştırılan iltifat ile sağlanır. Halkın hayır duası sürekli olunca o memleket ayakta kalır ve her geçen gün gelişir. O padişah, o devir ve devletten nimetlenir ve bu dünyada iyi bir ün, öbür dünyada kurtulaşa ererek vereceği hesap epeyce kolay olur. Nitekim atalar demişlerdir ki: “Saltanat küfür ile devam bulur; ama zulüm ve gaddarlıkla paydâr kalmaz.” *** Rivâyet edilmiştir ki Hz. Yusuf (s.s) bu dünyadan göç edince, onu atalarının civarına gömmek için Hz. İbrahim (s.s) türbesinin yanı başına getirdiler. Cebrâil (a.s) geliverdi; “Durun, tutun onu tuttuğunuz yerde, burası onun mekânı değildir, kıyamet günü, hükmettiği saltanatın hesabını vermek zorundadır” dedi. Şimdi Hz. Yusuf’un hâli böyle olunca başkalarının hesabını bir düşün! Peygamber efendimizden şöyle rivâyet edilmiştir ki: “Bu dünyada halkı yönetenler, mahşer günü huzura elleri bağlı getirilirler. Eğer âdil imişse, adâlet onun ellerini çözer ve cennete kavuşur; ancak eğer zalim imişse zülmü ellerini bağlar ve elleri boynundan zincire vurulmuş bir şekilde onu cehenneme sevkeder.” Ve dahi rivâyet olunur ki, kıyamet günü kimi, idaresi altında bulunan bir şahıstan, halktan, ev sakinlerinden, eli altındakilerden hesaba çekilecek; hatta koyunları güden çobandan sürüsüyle ilgili soruları cevaplaması istenecektir. *** Rivâyet edilir ki, Abdullah b. Ömer Hattab; babası bu fani dünyadan göçmeden önce ondan şöyle sual etmiş: “Babacığım, bir daha seni ne zaman ve nerede göreceğim?” Babası: “Öbür dünyada.” diye cevap vermiş. Abdullah, “Daha erken görmek istiyorum.” dedi. Babası, “Birinci gece olmazsa ikinci gece, o da olmazsa üçüncü gece beni rüyanda göreceksin.” dedi. Abdullah, tam on iki yıl babasının sözünü ettiği rüyayı görmedi. Nihayet bir gece onu rüyasında görünce dedi ki: “Babacığım, vefatından sonra üç gün içinde seni göreceğimi söylememiş miydin?” Babası: “Sevgili oğlum, Bağdat civarından harabe bir köprü var idi, 31 görevliler de onarımını ihmal etmişler idi, bir koyunun da ayağı oradaki bir deliğe denk gelmişti ve kırılmıştı. Şimdiye kadar onun davasıyla meşgul idim.” diye cevap verdi. *** Âlemin efendisi, saltanatı boyunca şunu kesinlikle bilmelidir ki, o büyük gün, hükmettiği topluma dair bizatihi kendisi hesap verecektir; bu hesabı başka birine havale etmesi söz konusu olmayacaktır. Mademki durum böyleyken böyledir, bu büyük meseleyi başkasına bırakmaması gerekir. Toplumun işlerinden gaflet etmemesi gerekir. Elinden geldiğince, gizliden yahut açıktan halkla hemhal olması, halka kıyan elleri kırıp zalimlerin zülmünden halkı muhafaza etmesi gerekir ve bunun sonucunda gelecek bereket onun hükümet devrine dokunur ve onun devrine kıyamete dek hayır dua yetişir. 32 Faṣl-ı Pencüm Ender Muķṭaʿān ve Ber-resīden ez Aḥvāl Tā Bā Reʿāyā Çün Mīrevend Muķṭaʿān ki iķṭāʿ dārend, bāyed bedānend ki īşān rā ber reʿāyā cüz ān nīst ki māl-ı ḥaķ ki bedīşān ḥavālet kerdi-end ez īşān besetānend ber vechī nīkū ve çün ān besetedend, ān reʿāyā, bē ten ve māl ve zen ve ferzend ve żiyāʿ ve esbāp, ez īşān īmen bāşend ve muķṭaʿān rā ber īşān sebīlī nebūved1. Ve reʿāyā, eger ḫāhend ki bē dergāh āyend ve ḥāl-i ḫīş bāz-nemāyend, mer īşān rā ez ān bāz nedārend. Ve her maķṭaʿī ki cüz īn koned desteş kūtāh konend ve iķṭāʿeş bāz-setānend ve bā ū ʿitāb konend, tā dīgerān ʿibret gīrend. Ve īşān rā bē ḥaķiķat bāyed dānest ki2 mülk ve raʿīyyet; heme, sulṭān rāst. Muķṭaʿān ber ser-i īşān ve vāliyān hemçünīn, çün şaḥneyī-end: Bā raʿīyyet hemçünān revend ki pādişāh bā dīger reʿāyā, tā pesendīde bāşed ve ez ʿuķūbet-i pādişāh ve ʿaẕāb-ı āḫiret īmen bâşend. Ḥikāyet-i Melik-i ʿĀdil Çünīn gūyend ki çün Ķubād-ı Melik fermān yāft, Nūşīrevān-ı ʿĀdil ki piser-i ū būd, bē cāyī peder beneşest. Hijdeh (hicdeh) sāle būd ve kār-ı pādişāhī mīrānd ve merdī būd ki ez ḫurdegī ʿadl ender ṭabʿ-i ū sereşte būd ve zeştīhā rā bē zeşt dāştī ve nīkīhā rā bē nīk ve hemīşe goftī: “Pederem żaʿīf re’y est ve selīm dil ve zūd ferīfte şeved ve vilāyet bē dest-i kārdārān goẕāşte est tā her çend ḫāḫend mīkonend ve vilāyet vīrān mīşeved ve hāzāne tohī, ve sīm ez mīyān mīberend, zeşt-nāmī ve ẓulüm der gerdan-i ū hemī māned. Yek bār bē goftār ve neyreng-i mezdek-i bed-kīş ferifte şod ve yek bār bē goft-i falan vālī ve ʿāmil ki īşān ān vilāyet rā ez ḫāst-i nā-ḥaķ3 vīrān kerdend ve raʿīyyet dervīş şod. Ez cihet-i bedre-i dīnār ki pīş-i ū āverdend, ez sīm-i dūstī-yi ki būd, ferīfte şod ve ez īşān ḫoşnūd geşt. Īn māye4 temyīz nekerd ve ez īşān neporsīd tū ki vālī ve emīr-i ān vilāyeti, men tū rā bedān vilāyet çendān ḥavālet kerdi-em ki mevācib-i kefâf ve cāmigī-yī tū ve ḫayl-i tū bāşed. Dānem ki ez īşān besutūdeī. Īn zīyādet-ī ki pīş-i men āverdeī ve tecammülī ki ān hergiz nedāştī ve bē tāzegī sāḫtī ez kucā āverdī? Dānem ki ez mīrāṡ-ı peder-i men nedāştī. Heme ān est ki bē nā-ḥaķ ez merdümān sutūdeī. Ve ʿāmil rā hem-çünīn negofteī ki: Māl-ı vilāyet çendīn est, baʿżī bē berāt ḫarc kerdī ve baʿżī bē ḫazāne resānīdī, īn zīyādetī-hā ki bā tū mībīnem ez kucā āverdī? Ne ān est ki bē nā-ḥaķ sutūdeī? Taʿarruf-ı ān bē cāy neyāverdī tā dīgerān rāstī pīşe kerdendī.” 1 Bē īşān taʿarūż netevânend kerd. (Ona dokunamazlar). 2 Ve īşān bē ḥaķiķat bāyed bedānend ki... (Onlar gerçek olarak bilmeleri lazım ki...) 3 Haksız yere vergi almak. 4 Īn endāze (Bu kadar). 33 Çün se çihār sāl ez pādişāhī-yī ū bogzeşt, muķṭaʿān ve gümāştegān hemçünān derāz destī mīkerdend ve mutaẓallimān ber dergāh bāng mīdāştend. Nūşīrevān-ı ʿĀdil meẓālimī sāḫt1, ve heme-i büzürgān ḥāżır şodend. Nūşīrevān ber taḫt neşest ve evvel Ḫüdāy rā sepāsdārī kerd ve goft: “Bedānīd ki merā īn pādişāhī Ḫüdā-yı ʿāzze ve celle, dād, diger ez peder bē mīrāṡ dārem ve sedīger-i ʿumm ber men ḫurūc kerd ve bā ū mużāf kerdem ve diger bāre bē şemşir, mülk begereftem. Ve çün Ḫüdā-yı ʿāzze ve celle, cihān bē men erzānī dāşt men bē şumā erzānī dāştem ve herkesī rā vilāyetī dādem ve herki rā der īn devlet ḥaķķı būd bī-nāṣīb negoẕāştem ve büzürgān ki büzürgī ve vilāyet ez pederem yāfte-end, īşān rā hem bedān mertebet ve maḥal bedāştem ve ez manzelet ve nān-pāre-i īşān hīç kem nekerdem ve peyveste şumā rā hemī gūyem ki bā reʿāyā nīkī revīd ve bē cüz māl-ı ḥaķ mesetānīd; men ḥürmet-i şumā nigāh mīdārem ve şumā nigāh nemīdārīd! Ve şumā suḫan-ı men der gūş nemīgīrīd ve ez Ḫüdāy nemītersīd ve ez ḫalķ şerm nemīdārīd! Ve men ez pād-afrāh-ı yezdān hemī tersem, nebāyed2 ki şūmī-yi bīdād-ı şumā bē rüzgār-ı devlet-i men beresed. Cihān ez muḫālif ṣāfī est; kefāf ve āsāyīş dārīd; eger bē şükr-i niʿmet-i īzedī ki mā rā ve şumā rā erzānī dāşte est meşġūl gerdīd ṣevāb-ter bāşed ki bīdādī ve nā-sepāsī kerden ki ẓulüm mülk rā zavāl āvered ve nā-sepāsī niʿmet rā bibered. Bāyed ki pes ez īn bā ḫalķ-ı Ḫüdā-yı ʿāzze ve celle, nīkū revīd ve reʿāyā rā sebük-bār dārīd ve żaʿīfān rā meyāzārīd ve dānāyān rā ḥürmet dārīd ve bā nīkān beneşīnīd ve ez bedān beperhīzīd ve ḫīşkārān rā meyāzārīd. Ḫüdāy rā ve feriştegān rā ber ḫīşten güvāh gereftem ki eger kesī bē ḫilāf-ı īn ṭarīķī sepord, hīç ibķā nekonem.” Heme goftend: “Çünīn konīm ve fermān-berdārīm.” Çün rūzī çend ber-āmed, heme bē ser-i kār-ı ḫīş bāz şodend, heman bīdādī ve derāz-destī ber dest gereftend ve Melik Nūşīrevān rā bē çeşm-i kūdekī nigāh mīkerden ve her gerdankeşī çünan mīdanestend ki Nūşīrevān rā ū ber taḫt-ı pādişāhī neşānde est, eger ḫāhed ū rā pādişāh dāred ve eger neḫāhed nedāred. Nūşīrevān ten mīzed ve bā īşān rüzgārī migoẕerānīd tā ber īn, çend sāl bogẕeşt. Meger sipāhsālārī būd Nūşīrevān-ı ʿĀdil rā ve ū vālī-yi Āẕerbāygān bād. Der heme-i memleket-i ū hīç emīrī ve sipāhsālārī ez ū tevānger-ter ve bā niʿmet-ter nebūd ve hīçkes rā ān ālet ve ʿiddet ve ḫayl ve tecammül nebūd ki ū rā. Meger ū rā ārzū çünān oftād, der ān şehir ki mīneşest ki ber ḥavālī-yi ān şehir neşestgāhī ve baġı sāzed ve der ān buķʿat pāre-ī zemīn būd ez ān-ı pīr-i zenī, bedān miķtar ki daḫl-ı ān her sāl çendān būdī ki ḥiṣṣe-i pādişāh bī-dādī ve berzīger nāsīb-i ḫīş berdāştī ve çendān bemāndī ki īn pīr-i zen rā sāl tā sāl her rūz çihār tā nān resīdī cev āmīz. Nānī bē nānḫūreş dādī ve nānī bē rūġan-ı çırāġ ve yek nān bē çāşt ḫūrdī ve 1 Adālet meclisi düzenledi. 2 Asla. 34 dīgeri bē şām ve cāme-i ū, bē teraḥḥum, merdümān kerdendī1; ve hergiz ez ḫāne bīrūn neyāmedī ve der meşaķķat ve nīyāz rüzgār mīgoẕāştī. Meger īn sipāhsālār rā ān pāre zemīn-i ū der ḫūrd būd ki der cümle-i bāġ ve sarāy gired2. Kes bē gond-pīr ferestād ki “Īn pāre zemīn beforūş ki merā der ḫūrd est.” Gond-pīr goft ki “Neforūşem ki merā der ḫūrd-ter est ki merā der heme-i cihān īn ķadar zemīn est ve ķuvvet-i men est, kes ķuvvet-i ḫīş neforūşed.” Goft: “Men bahā bedehem3 veyā ʿaveżeş zemīnī dīger bedehem ki hem çendān deḫl bāşed.4” Gond-pīr goft: “Īn zemīn-i men ḥelāl est. Ez peder ve māder mīrāṡ dārem ve ābḫūreş nezdīk est ve hemsāyegān muvāfıķ-end ve merā āzerm dārend. Ān zemīn ki tū merā dehī īn çend maʿnī der ū nebāşed. Eger ḫāhī dest ez īn zemīn berdār.” Īn sipāhsālār gūş bē suḫan-ı pīr-i zen nekerd ve bē ẓulüm zemīn-i ū rā begereft ve divār-ı bāġ gird-i ū der-keşīd. Gond-pīr dermānd ve kāreş bē żarūrat resīd. Bedān rāżī şod ki bahāş5bedehed yā ʿaveż. Ḫīşten rā pīş-i ū efgend ve goft: “Bahā bedeh ya ʿaveż.” Der gūş negereft ve der ū nenegerīst, ū rā bē çīz nedāşt6. Gond-pīr nevmīd (nā-ümīt) ez pīş-i ū bīrūn āmed ve nīz ū rā der sarāy-ı ḫūd negoẕāşt ve hergāh ki īn sipāhsālār berneşestī ve bē temāşā ve şikār şodī, gond-pīr ber rāh-ı ū beneşestī. Çün ū ferāz resīdī bāng berdāştī ve bahā-yı zemīn ḫāstī; hīç cevābeş nedādī ve ez ū dergoẕeştī ve eger bā ḫaṣṣegiyān ve nedīmān ve ḥācibāneş begoftī, goftendī: “Ārī begūyīm.” Ve hīçkes bā ū negoftī. Ve ber īn ḥadīṡ dü sāl ber-āmed. Gond-pīr seḫt ender mānd ve hīç inṣāf neyāft. Ṭamaʿ ez vey beborīd ve bā ḫūd goft: “Āhen serd mīkūbem. Ḫüdā-yı teʿālā, zē ber-i her destī, destī āferīde est. Āḫir, īn bā heme-i cabbārī çākir ve bende-i Nūşīrevān-ı ʿĀdil est. Tedbir-i men ān est ki renc ber ten nehem ve ez īncā bē Medāyīn revem ve ḫīşten pīş-ī Nūşīrevān efgenem ve ḥāl-i ḫīş maʿlūm-i ū gerdānem, bāşed ki inṣāf-ı ḫīş ez ū bīyābem.” Pes bā hīçkes ez īn maʿnī negoft ve nāgāh berḫāst ve bē renc ve düşvārī ez Āẕerbāygān bē Medāyīn şod ve çün der(b) ve dergāh-ı Nūşīrevān bedīd, bā ḫīşten goft: “Merā key bogẕārend ki men der īncā revem? Ān ki vālī-yi Āẕerbāygān est ve çākir-i īn est, merā der sarāy-ı ū nemīgozāştend. Pes īn ki ḫüdāvend-i cihān est, key goẕārend merā ki der sarāy-ı ū revem ve ū rā tevānem dīd? Tedbīr ān est ki hem der īn nezdīkī cāygāhī bē dest ārem ve pūşīde mīdārem, bāşed ki der ṣaḥrā pīş-i ū efkenem ve ḥāl ve ķıṣṣa-yı ḫīş ber ū ʿarża konem.” Ķażā rā, ān sipāhsālār ki zemīn-i ū sutūde būd bē dergāh āmed. Melik Nūşīrevān ʿazm-i şikār kerd. Gond-pīr ḫaber yāft ki melik bē falān şikārgāh bē şikār ḫāhed şod bē filān rūz. 1 Merhamet üzerinden halk ona elbise temin ediyordu. 2 Kendi bahçe ve sarayına katacaktı. 3 Bedehem: Mīdehem (Ödemek, vermek). 4 Başed: Vucüd dâşte bâşed (Bulunmak). 5 Ū rā bahā (Parası karşılığında). 6 Önemsememek, önemsemedi. 35 Gond-pīr berḫāst, pürsān pürsān bē seḫtī ve düşvārī, bedān şikārgāh şod ve pes-i ḫāşākī beneşest ve ān şeb beḫoft. Diger rūz Nūşīrevān der-resīd ve büzürgān-ı leşker, heme, der-goẕeştend ve bē şikār kerden meşġūl şodend; çünānki Nūşīrevān bā silāḥdārī bemānd ve der şikārgāh mīrānd. Gond- pīr, çün melik rā tenhā yāft, ez pes-i ḫārbon berḫāst ve pīş-i melik devīd ve ķıṣṣa berdāşt ve goft: “Ey melik, eger cihāndārī, dād-ı īn pīr-i zen-i żaʿīfe bedeh ve ķıṣṣa-yı ū rā beḫān ve ḫāl-i ū rā bedān.” Nūşīrevān çün Gond-pīr râ bedīd ve suḫan-ı ū beşenīd, dānest ki tā ū rā seḫt żarūret nebūdī bē şikārgāh neyāmedī. Esb sūy-i ū rānd ve ķıṣṣa-yı ū besutūd ve beḫand ve suḫan-ı ū beşenīd. Āb der dīde-i Nūşīrevān begerdīd1. Gond-pīr rā goft: “Hīç dil meşġūl medār, tā eknūn kār tū rā oftāde būd, eknūn ki maʿlūm-ı mā geşt tū fārıġ şodī, kārī est ki mā rā oftāde est2. Murād-ı tū ḥāṣıl konem, āngāh tū rā bē şehr-i3 tū firestem. Rūzī çend īncā ber āsāy ki ez rāh-ı dār āmedeī.” Ez pes negerīst, ferrāşī rā dīd ez ān-ı ḫīş ki ber ester-i mevkebī neşeste būd ve hemī āmed. Ū rā goft: “Furūd āy ve īn zen rā ber ester nişān ve bē deyhī ber ve bē deh-mehter sepār ve ḫūd bāz āy. Çün ez şikār bāz-gerdīm, ū rā ez ān deh bē şehir ber ve bē ḫāne-i ḫīş mīdār ve her rūz dü men nān ve yek men gūşt ve her māh penç dīnār zer ez ḫazine-i mā bedū mīresān tā ān rūz ki mā ū rā ez tū ṭaleb konīm.” Pes ferrāş hemçünīn kerd.” Ve çün Melik Nūşīrevān ez şikār bāzgeşt, heme-i rūz mī-endīşīd ki çēgūne çāre koned tā ḥaķīķat-ı īn ḥāl maʿlūm şeved, çünānki hīç kes rā ez büzürgān maʿlūm nebāşed. Pes, nīmrūzī, bē vaķt-i ķaylūle4, ḫalķ heme ḫofte būdend ve saray ḫālī būd. Ḫādimī rā fermūd ki “Bē falān viṡāķ rev ve filān ġulām rā bīyār.” Ḫādim bereft ve ān ġulām rā bīyāverd. Melik goft “Ey ġulām, dānī ki merā ġulāmān-ı şāyeste ferāvānend, ez heme tū rū bergozīdem ve iʿtīmād-ı kārī ber tū kerdī-em; bāyed ki nafaķātī ez ḫazīne besetānī ve bē Āẕerbāygān revī ve bē falān şehir ve filān maḥallet furūd āyī ve bīst rûz muķām konī, ve bedān merdümān çünān nemāyī ki men bē ṭaleb-i ġulāmī gorīḫte āmede-em ve pes, bā her gūne merdüm neşest ü ḫāst konī ve bā īşān der-āmīzī, ve der mīyān-ı suḫan, bē mestī ve hūşyārī, ez herkes bepürsī ki “Der īn maḥallet-i şumā zenī pīr būd, filān nām, kucā şod ki ez ū nīşānī nemīdehend ve ān pāre zemīn ki dāşt çē 1 Eşk der çeşmeş ḥalķa zed (Gözleri doldu). 2 Tā künūn ḥādiṡe cenbe-i ḫuṣūṣī dāşt, ama ḥalā cenbe-i dīgerī peydā kerde ve gūyī berā-yi ḫūd-ī mā pīş āmede est (Bugüne kadar bu hadise özel idi, ama şimdi başka bir yön buldu ve sanki bu olay benim başıma gelmiş). 3 Bē şehīr (Şehire). 4 Uyku. 36 kerd?” Beşnev tā herkesī çē gūyend ve nīk yādgīr1 ve merā ez dürüstī-yī ān ḥāl ḥaber bāz- āver. Tū rā bedīn kār mīferestem, velīken tū rā der bārgāh, ferdā, pīş-i ḫūd ḫānem ve bē āvāz-ı bülend, çünānki heme mīşenevend, begūyem: “Berev ez ḫazīne nafaķāt besetān ve ez īncā bē Āẕerbāygān rev ve bē şehrī ve nāḥīyetī resī bebīn ve bepürs tā ḥāl-i ġallehā ve meyvehā imsāl çēgūne est, cāyī āfet-i semāvī resīde est yā ne ve hemçünīn aḥvāl-ı merāʿī ve şikārgāhhā bebīn ve bepürs; çünānki yābī, bē zūdī bāzgerd ve merā maʿlûm kon.” Tā hiçkes nedāned ki men tū rā bē çē kārı mīferestem. Ġulām goft: “Fermān berdārem.” Nūşīrevān dīger rūz çünīn kerd ve ġulām bereft ve bedân şehir şod ve bīst rūz āncā muķām kerd ve bā herkesī ki mīneşest, aḥvāl-ı pīr-i zen mīpürsīd. Heme hemīn goftend ki “Īn pīr-i zen mestūr ve aṣilzāde būd ve mā ū rā bē şūy ve niʿmet ve ferzendān dīde būdīm; şūy ve ferzendāneş heme bemordend ve niʿmeteş bepālūd2, ve ū mānde būd ve pāre-ī zemīn dāşt, bē berzīgerī dāde būd tā mīkeşt ve ānçē ez ān zemīn ḥāṣıl āmedī, çendān būdī ki, çün ḥiṣṣe-i pādişāh ve ķısṭ-ı berzīgerī bedādī, naṣīb-i ū çendān bemāndī, ki tā vaķt-i irtifâʿ-i dīger, her rūz çihār tā nān rızķ-ı ū būdī: Yekī bē nānḫūreş dādī ve yekī bē rūġan-ı çırāġ ve yekī bē çāşt ve dīgerī bē şām beḫūrdī. Meger, vālī rā murād oftād ki manẓarī ve bāġī sāzed, zemīn-i ū rā bē zūr begereft ve der cümle-i bāġ peyvest3, ne bahā dād ve ne ʿaveż; ve sālī dü4 īn pīr-ī zen ber der-ī sarāy-ı ū mīşod ve bāng hemī dāşt ve bahā mīḫāst, kes gūş bedū nekerd ve eknūn müddetī est tā kes ū rā der īn şehir nemībīned; nedānīm tā kucā reft, morde est yā zinde.” Ġulām bāz-geşt ve bē dergāh bāz-āmed. Nūşīrevān-ı ʿĀdil bār dāde būd. Ġulām pīş reft ve ḫidmet kerd. Nūşīrevān goft: “Begūy tā çün yāftī?” Goft: “Bē devlet-i ḫüdāvend, imsāl bē heme cāyī ġallehā nīk est ve hīç āfet neresīde est ve murġzārhā ḫürrem est ve şikārgāhhā ābādān.” Nūşīrevān goft: “Elḥamdilullāh, ḫoş ḫaberī est.” Çün bār goseste şod5 ve sarāy ez bigāne ḫālī mānd, ġulām rā fermūd ḫānden6, ve aḥvāl ber-resīd. Ġulām ber ān cümle ki şenīde bād bāz rānd. Nūşīrevān rā taḥķīķ şod ki herçi gond- pīr gofte būd heme rāst būd. Ān rūz ve ān şeb, ū rā ez endīşe ve teġābun ḫāb nebord. Dīger rūz, pegāh, ḥācib-i büzürg rā pīş ḫānd ve fermūd ki “Çün büzürgān der-āmeden gīrend, çün falān der-āyed, ū rā der dehlīz beneşān tā begūyem ki çē bāyed kerd.” 1 Aklıda tutmak, hatırda saklamak. 2 Kayboldu. Palūden fiili tasfiye etmek dışında kaybetmek, kaybolmak anlamında da kullanılır. Burada ikinci anlamda kullanılmıştır. 3 Bahçeye kattı. 4 Dü sālī (İki yıl). 5 Genel konsey bitti, genel toplantı bitti. 6 Onun huzuruna çıkmasını emretti. 37 Çün büzürgān ve mū’bidān bē bārgāh ḥāżır şodend, Nūşīrevān bīrūn āmed ve bār dād. Zamānī būd1, rūy bē büzürgān ve mū’bidān kerd ve goft: “Suḫanī ez şumā bepürsem, çünānki dānīd ez rūy-i ķıyās taḫmīnen bē rāstī begūyīd.” Goftend: “Fermān berdārīm.” Goft: “Īn falān rā ki emīr-i Āẕerbāygān est çē māye destgāh bāşed ez zer-i naķit?” Goftend: “Meger dü bār hezār hezār dīnār2 dāred ki ū rā bedān ḥācet nīst, bē kâr nehāde.” Goft: “Meclis3 ve mitāʿ tā çē ḫad bāşed?” Goftend: “Pānṣed hezār dīnār sīmīne ve zerrīne dāred.” Goft: “Ez cevāhir?” Goftend: “Şeş ṣed hezār dīnār dāred.” Goft: “Ferş ve tecammül?” Goftend: “Seṣ sed hezār dīnār dāred.” Goft: “Mülk ve müstaķil ve żīyāʿ ve ʿaķār?” Goftend: “Der Ḫorāsān ve ʿIrāķ ve Fārs ve Āẕerbāygān hīç nāḥīyetī ve şehrī nīst ki ū der āncā deh pāre ve heft-heşt pāre deyh ü mülk ü sarāy ü kervānsarāy ü germābe vü āsyā(b) vü müstaķil nīst.” Goft: “Esb ve ester?” Goftend: “Sī hezār dāred.” Goft: “Gūsifend?” Goftend: “Meger4 düvīst hezār dāred.” Goft: “Şotor?” Goftend: “Bīst hezār dāred.” Goft: “Bende-i dir(h)em ḫarīde?” Goftend: “Hezār ü heftṣed ġulām dāred ez Türkī vü Rūmī vü Ḥabeşī, ve çihārṣed kenīzek-i māhrā.” Goft: “Kesi ki çendīn niʿmet dāred ve her rūz ez bīst gūne tere ve ebāhā ve ķılāyā ve çerb ü şīrīn ḫūred ve yekī hem ez gevher-i ū5 ādemī ve bende ve perestār-ı Ḫūdā-yı ʿazze ve celle, żaʿīfī ve bīçāreī, ki der heme-i cihān dü tā nān dāred ḫuşk, yekī bāmdād ḫūred ve yekī şebāngāh, īn kes bereved, bē nā-ḥaķ ān dü tā nān ez vey besetāned ve ū rā maḥrūm bogẕāred, ber ū çē vācib āyed?” Heme goftend: “Īn kes müstecūb-i heme ʿuķūbetī bāşed ve her bedī ki bē cāy-ī ū6 konend, dūn ḥaķķ-ı ū būved7.” Pes Nūşīrevūn goft: “Hem eknūn ḫāḫem ki pūst ez teneş kenīd ve gūşteş bē segān dehīd ve pūsteş pür-i kāh konīd ve ber der-i sarāy bīyāvīzīd ve heft rūz münāda-yı heme konīd ki baʿd ez īn herki ber kesī sītem koned ve tūbre-ī kāh ve murġī ve deste-ī tere, bē bī-dâd, ez kesī besetāned veyā mutẓẓalīmī bē dergāh āyed, bā ān kes hemīn reved ki bā īn reft.” Hemçünān kerdend. Pes, ān ferrāş rā fermūd ki “Ān gond-pīr rā bīyāver.” Çün gond-pīr rā bīyāverdend, büzürgān rā goft: “Īn sitem resīde est ve ān sitemkār ki cezā-yı ḫīş yāft.” Ve ān ġulām rā ki bē Āẓerbāygān ferestāde būd, āncā ḥāżır būd, goft: “Ey ġulām men tū rā bē çē kārī bē Āẓerbāygān ferestādem?” Goft: “Bedānki ez aḥvāl-ı īn gond-pīr ve teẓallüm-i ū ber resem ve bē dürüstī ve rāstī melīk rā maʿlūm konem.” 1 Zaman geçti. 2 Yalaşık iki milyon Dinâr. 3 Kürsü, mevkii, koltuk. 4 Yaklaşık, takribi. 5 Hem cevher, hem çeşit. 6 Onun hakkında, onunla ilgili. 7 Az yapmışlar. 38 Pes büzürgān rā goft: “Tā dānīd ki men īn sīyāset ez gezāf nekerdem ve baʿd ez īn bā sitemkārān cüz bē şemşir suḫan neḫāḫem goften ve mīş ü berre rā ez gürg nigāh ḫāḫem dāşt ve desthā-yı derāz kūtāh konem ve müfsīdān rā ez rūy-ī zemīn bergīrem ve cihān bē dād ve ʿadl ve emn ābādān konem ki merā ez cihet-i īn kār āferīde-end. Eger şāyestī ki merdümān herçē ḫāstendī kerdendī, Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, pādīşāh pedīdār nekerdī ve ber ser-i īşān negümāştī. Eknūn şumā cehd konīd tā kārī nekonīd ki bā şumā hemīn reved ki bā īn ḫüdāy nā- ters-i sitem-pīşe reft.” Herki der ān meclis būd, ez heybet ve sīyāset-i Nūşīrevān zehreşān beşod1. Pes ān pīr-i zen rā goft: “Ānki ber tū sitem kerd cezāş dādem ve ān serā ve bāġ ki zemīn-i tū der ān mīyān est bē tū baḫşīdem ve çihār-pāy ve nafaķa-yı fermūdem, tā bē selāmet bā tevķīʿ-ī men bē şehir ve vaṭan-ı ḫīş bāz-revī ve mā rā bē duʿā-yı ḫayır yād dārī.” Pes goft: “Çērā bāyed ki der-i sarāy-ı mā ber sitemkārān goşāde būved ve ber sitem resīdigān beste! Ki leşkerīyān ve reʿāyā her dü zīrdestān ve kārkonān-ı mā-end, belki reʿāyā dehende-end ve leşkerīyān setānende. Pes vācib çünān koned2 ki ber dehende, der güşāde-ter bāşed ki ber setānende. Ve ez bī-resmīhā ki mīreved ve bī-dādīhā ki mīkonend ve ez bī- pervāyīhā yekī ān est ki mutaẓallimī bē dergāh āyed, bengozārend ū rā ki pīş-i men āyed ve ḥāl-i ḫīş benemāyed. Eger īn zen īncā rāh yāftī, ū rā bē şikārgāh reften ḥācet neyoftādī.” Pes befermūd tā silsile-ī sāzend ve cereshā der ū āvīzend, çünānki dest-i heft sāle bedū resed, tā her mutaẓallimī ki bē dergāh āyed, ū rā bē ḥācibī ḥācet nebūved: Silsile becünbāned, cereshā bē bāng āyend3, Nūşīrevān beşeneved, ānkes rā pīş ḫāned, suḫan-ı ū beşeneved ve dād-ı ū bedehed. Hemçünīn kerdend. Çün büzürgān ez pīş-i ū bereftend ve bē sarāy-ı ḫīş şodend, derhāl, vekīlān ve ḫayl u zīrdestān-ı ḫīş beḫāndend ve goftend: “Bengerīd tā der īn deh sāle ez ki çīzī bē nā-vācib4 sutūdeīd veyā kesī rā ḫūnī ez bīnī bīyāverde ve bē mestī vü hūşyārī kesī rā bīyāzordeīd, bāyed ki mā ve sumā der īn kār bengerīm, tā heme-i ḫaṣmān rā ḫoşnūd konīm pīş ez ānki kesī bē dergāh reved ve ez mā taẓallüm koned.” Pes hemegān der-īstādend ve ḫaṣmān rā bē vech-i nīkū mīḫāndend ve bē der-i serāhā-yı īşān mīşodend ve her yekī rā bē ʿöẕr ve bē māl ḫoşnūd mīkerdend ve bā īn heme ḫaṭṭī bē iķrār-ı ū mīsutûdend ki falān ez filān ḫoşnūd geşt ve bā ū hīç daʿvī nedāred. 1 Aşırı korktular. 2 Çünan lazım āyed (Öyle gerekiyor). 3 Bē ṣedā der āyend (Ses çıkartsınlar). 4 Bē nā-ḥaķ (Haksız olarak). 39 Bedīn yek sīyāset bē vācib ki Melik Nūşīrevān bekerd, heme-i memleket-i ū rāst be-īsted ve desthā-yı derāz kūtāh şod ve ḫalķ-ı ʿālem bīyāsūdend, çünānki heft sāl bogẕeşt hīçkes bē dergāh ez kesī taẓallüm nekerd. Enūşīrevān ve Zincīr-i ʿAdālet Baʿd ez heft sāl, nīm-rūzī ki sarāy ḫālī būd ve merdümān heme refte būdend ve növbetīyān ḫofte, ez cereshā bāng beḫāst ve Nūşīrevān beşenīd. Der vaķit1, dü ḫādim rā beferestād, goft: “Bengerīd tā kīst ki bē taẓallüm āmede est.” Çün ḫādimān der-i sarāy bāz- āmedend, ḫerī rā dīdend pīr ve lāġar ve gürgen ki ez der-i sarāy ender āmede ve poşt ender ān silsilehā mīmālīd ve ez cünbīş-i zincīr ez cereshā bāng mī-āmed. Ḫādimân reftend ve goftend: “Hīçkes bē taẓallüm neyāmede est, meger2 ḫer-i lāġar ve pīr ve gürgen ez der ender āmede est ve çün āsīb-i zincīr bē poşt-i ū resīde est ū rā ḫoş āmede est ve bē sebeb-i ḫāriş-i ger, ḫīşten rā der ān zincīr mīmāled.” Nūşīrevān goft: “Ey nā-dānān ki şumā-īd3, ne çünīn est ki şumā mīpendārīd. Çün nīk negāh konī, īn ḫer hem bē dād ḫāsten āmede est. Çünān ḫāḫem ki her dü ḫādim berevīd ve īn ḫer rā der mīyān-ı şehir berīd ve ez aḥvāl-ı īn ḫer ez herkesi bepürsīd ve bē rāstī merā maʿlûm konīd.” Ḫādimān ez pīş-i Melik Nūşīrevān bīrūn āmedend ve īn ḫer rā der mīyān-ı şehir ve bāzār āverdend ve ez merdümān pürsīden gereftend ki “Hīçkes hest ez şumā ki īn ḫerek rā beşenāsed?” Heme goftend: “Eyvallāh, kem kes est der īn şehir ki īn ḫerek rā neşenāsed!” Goftend: “Çün şenāsīd? Ber-gūyīd.” Goftend: “Īn ḫerek ez ān-ı falān merd-i Gāzer est ve ķarib-i bīst sāl est tā mā īn ḫerek rā mībīnīm: Her rūz cāmehā-yı merdümān ber poşt-i ū nehādī ve bē Gēzerān bordī ve şebāngāh bāz-āverdī. Tā civān būd ve kār mītevānest kerd, ʿalefeş mīdād, eknūn ki pīr şod ve ez kār furū mānd āzādeş kerd ve ez ḫāne bīrūn kerd ve eknūn müddet-i yek sāl est tā4 nām-ı āzādī ber īn ḫerek oftāde est ve şeb ü rūz der maḥallethā ve köy ve bāzār mīgerded ve herkes, muzd-i ḫüdāy rā5, ʿalefī ve ābī ve müştī gīyāh bedū mīdehend. Meger6 dü şebāne rūz est ki āb ve gīyāh neyoftāde est ve harze mīgerded7.” Çün her dü ḫādim ez herki pürsīdend hemīn şenīdend, sebük bāz-geştend ve maʿlûm-ı Melik Nūşīrevān kerdend. Nūşīrevān goft: “Ne şumā rā goftem ki īn ḫerek hem bē dād-ḫāsten 1 Derhal, hemen, acil. 2 Cüz anki (Gayri, dışında). 3 Siz ne kadar aptalsınız. 4 Burada “ki” olarak kullanılmıştır. 5 Allah rızası için. 6 Sanki, şayet, güya. 7 Serbest dolaşıyor. 40 āmede est? Īn ḫerek rā imşeb nīkū dārīd ve ferdā ān merd-i Gāzer rā bā çihār merd-i kedḫüdāy ez maḥallet-i ū bā īn ḫerek bē bārgāh pīş-i men ārīd, tā ānçē vācib āyed befermāyem.” Diger rūz ḫādimān çünīn kerdend. Ḫer rā ve Gāzer rā bā çihār merd-i kedḫüdāy, bē vaķt-i bār, pīş bordend. Nūşīrevān Gāzer rā goft: “Tā īn ḫerek civān būd ve kār-ı tū mītevānest kerd, ʿalefeş hemī dādī ve tīmāreş mīdāştī; eknūn ki pīr geşt ve ez kār kerden furū-mānd, ez bahr-ı ānki ʿalefeş bāyed dāden, nām-ı āzādī ber vey nehādī ve ez dereş bīrūn rāndī? Pes ḥaķķ-ı renc ü ḫidmet-i bīst sāle-i ū kucā reved?” Befermûd tā çihil dirreeş zedend ve goft: “Tā īn ḫerek zinde bāşed, ḫāḫem ki her şebān- rūzī, çendānki īn ḫerek kāh ve cev ve āb tevāned ḫūred, bē ʿilm-i īn çihār merd, bedū mīdehī ve eger taķṣīr konī ve maʿlûm-ı men gerded, tū rā edebī belīġ fermāyem.” Tā dāneste bāşī ki pādişāhān hemīşe der ḥaķķ-ı żüʿefā, endīşehā dāşte-end ve der kār-ı gümāştegān ve muķṭaʿān ve ʿālimān iḥtīyāṭ kerde-end, ez bahr-ı nīk-nāmi-yī īn cihān ve restegārī-yī ān cihān. Ve her dü-se sālī, ʿummāl ve muķtaʿān rā bedel bāyed kerd, tā īşān pāy seḫt nekonend ve ḥüṣnā nesāzend ve dil meşġūlī nedehend ve bā reʿāyā nīkū revend ve vilāyet ābādān bemāned. 41 Beşinci Fasıl İkta Sahipleri ve Halka Karşı Davranışları İkta sahibi olan kişileri, kendilerinden tahsil etmeleri istenen mal dışında halktan bir şey almaya hakları yoktur. Bu şekilde tahsil ettikleri takdirde, halkın kendisi, malı, zevcesi, evladı, arazi ve mülkü muhafaza altına alınmış olur. İkta sahipleri bu mal üzerinde daha fazla hak iddia edemez. Ve dahi eğer halk maruzatını arz etmek için divana gelmeyi arzu ederse onlara mani olunmamalıdır. Bundan gayrısını eyleyen ikta sahibinin görevine son verilip iktasına el konması ve ibret-i âlem olsun diye kınanması emrolunur. Onların, mülk ve milletin sultana ait olduğunu iyi bellemesi gerektir; ikta sahipleri ve valiler halk ve ikta toprakları üzerinde şahne gibidirler; halkın padişahın adâletinden hoşnut ve padişahın da âhiret azâbından emin olması için onlara padişahın diğerlerine davrandığı gibi davransınlar. Âdil Nûşīrevân’ın Hikâyesi Rivâyet olunur ki, Şah Kubât dünyadan göçtükten sonra tahta henüz on sekiz yaşında olan oğlu Nûşirevan-ı âdil geçerek saltanat sürdü. Akıl ve adâletin mayasında yoğrulan bu genç iyiyi kötüden ayırabilecek nitelikteydi. Daima şöyle düşünürdü: “Babam mülayim, kararlarında esnek ve saf gönüllü olduğundan memleket idaresini ellerine teslim ettiği vezirler keyfince davranarak hazineyi boşlatmış, altın ve gümüşleri silip süpürmüş ve padişahın adını kötü ve zalime çıkarmışlardır. Böyle giderse memleketin hâli haraptır.” Kubât, Mezdek taraftarı dini eğri birinin desisesine kanarak falan vilâyeti zülm ile harap ve tâlân eden, halkı yoksulluğa düşüren falan vali ve tahsildardan hoşnudâne, önüne koydukları birkaç kese altına kanıp tamah eyledi. Şu kadarının farkına varıp onlara demezdi ki: “Yahu siz o vilâyetin emiri, valisisiniz. Maişetinizi devam ettirecek ve öteberinizi karşılayıp maiyetinizdekilerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir vilâyet geliri tayin ettim. Bu meblağı halkın sırtından çıkarttığınızı biliyorum. Önüme koyduğunuz bu fazlalığı babanızdan miras kalmadı ya! Bunların hepsi halktan haksız yere gasp ettiklerinizdir.” Ve aynı şekilde âmile demezdi ki, “Vilâyetin geliri şudur, bir kısmını beraat ile harcadınız bir kısmını da hazineye yolladınız. Peki ya sizdeki bu şatafatı nereden edindiniz? Haksız yere aldıklarınızdan değil mi?” Başkalarının kendilerine çeki düzen vermesi için konuyla ilgili tahkikat ve gerekenlerin yerine getirilmesini emr ü ferman buyurmazdı. Tahta çıkmasının üzerinden üç dört yıl geçtikten sonra bile ikta sahipleri ve memurlar alıştıkları şekilde zorbalıklarına devam ediyorlar, mağdurlar ise dergâha yüz sürüp feryad ü figan eyliyorlardı. Nûşirevan-ı âdil divanı toplayarak mezâlim meclisi kurulmasını emretti. 42 Devletin ileri gelenleri mecliste hazır oldular. Şah evvela Allahü Teâlh azze ve celleye hamd ü sena eyleyerek şöyle dedi: “Biliyorsunuz ki bu saltanatı Tanrı azze ve celle bana bahşetti. Öte yandan babamdan miras aldım ve bana karşı ayaklanan amcamla kavgaya tutuştuk; ona galip gelerek bir kez daha tahtı kılıcımla zapt ettim. Tanrı azze ve celle bu mülkü bana ihsan edince, her birinize bir vilâyet vererek ben de size bahşettim. Devlette hakkı olana, hakkı olanını vermekten sakınmadım. Babamdan izzet ve ikram görenlerden izzet ve ikramı, makam bulanlardan mevkilerini esirgemedim. Rütbelerine ve iktalarına elimi bile sürmedim. Şimdi size diyorum ki, halka ve hakkın kullarına güzellikle muamele ediniz, alınması gereken vergi dışında vergiyi almaya kalkışmayınız. Ben size saygıda kusur eylemezken siz sözlerime kulak asmıyorsunuz. Allah’tan hiç mi kork muyorunuz? Allah esirgesin ya uğursuzluk üstüme sıçrar da devletime zeval verirse? Cihanda düşmanlarımızdan eser yok, refah ve asayişiniz berkemâldir. Bundan ötürü Allahü Teâlâ’nın bizlere ve sizlere ihsan buyurduğu nimetlere şükürle vaktimizi geçirmemiz evladır. Çünkü zulüm devlete, nankörlük nimete zeval verir. Bundan böyle Hakk’ın kullarına iyilikle muamele edeceksiniz; halkın işini kolay kılacaksınız, zayıfları incitmeyeceksiniz, âlimleri aziz tutacaksınız, salihlerle düşüp kalkacaksınız, kötülüklerden sakınacaksınız. Allah ve melekleri şahit olsun ki, kimisi bundan gayrı kendine bir yol bellerse onu sağ koymayacağım!” Bu sözlerden sonra oradakilerin hepsi: “Buyurduğunuz gibi eyler, itaat ederiz” dediler. İşlerinin başına geçtikten birkaç gün sonra adâletsizlik ve tamahkârlıklarına devam ettiler. Bu çapulcuların her birisi Nûşirevan’a çocuk gözüyle bakarak, onun kendileri sayesinde hüküm sürdüğünü, onu istediği vakit tahttan indirebileceklerini sanıyorlardı. Nûşirevân bunlardan haberdar olmasına rağmen onları idare ediyordu. İşler bu minval üzere, beş yıl geçti. Ve fakat Nûşirevân’ın, kendi mülkünde ondan daha zengini ve azametlisi bulunmayan, Azerbaycan ve Horâsân’ı idare eden bir kumandanı var idi. Mal ve mülkçe, teçhizat ve levazımatça hiçbir eksiği yok idi. Bu şahıs, ikamet ettiği şehir civarında bir malikâne ve bahçe yaptırmak istedi. O havalide yaşlı bir kadına ait bir parça arazi var idi. Padişaha verdiği vergisini buradan temin ediyordu. Kadının günlük 4 somunluk nafakası vardı. Bir somunla çerağına yağ, biriyle ekmeğine katık alır, geriye kalan iki somun ise sabah ve akşam yemeğine yetiyordu. Halk Allah rızası için üstüne başına giyecek bir şeyler veriyordu. Yaşlı kadın dışarı hiç çıkmaz, bütün vaktini evde geçirirdi. Derken bu sipah-sâlâr yaşlı kadının bir parça toprağına “işimi görür” diye tamah ederek kendisine satması için birini yolladı. Koca karı: “Satamam, zirâ bu toprak benim daha çok işimi görmektedir. Rızkımı kazandığım dünyalık, bütün sermayem budur” diye cevapladı. Sipah-sâlâr: “Bedeli neyse öderim ya da 43 karşılığında geliri daha yüksek bir arazi veririm” dedi. Koca karı: “Katiyen olmaz, bu toprak benim meşru arazimdir. Atam babam yadigârıdır. Komşuların hepsi beni tanır ve bana sahip çıkarlar, oysa senin bana teklif edeceğin toprak bana uzak düşer” dedi. Sipah-sâlâr bu sözleri umursamadan zorbalıkla kadının arazisine el koyarak çevresini duvarla ördü. Acze ve yoksulluğa düşen kadın sonunda ya toprağının bedelinin ödenmesine yahut kendisine başka bir yerde arazi verilmesine rıza gösterdi. Daha sonra yaşlı kadın onun dergâhına varıp dil döktüğü halde sipah-sâlâr başını öne eğdi; sessiz kalarak konuya teveccüh etmedi. Kadın huzurdan umutsuzca ve boynu bükük ayrıldı. Sipah-sâlârın ata binmesini kollayan kadın onun geçeceği yolda durdu. Sipah-sâlâr yaklaşınca feryad ve figan ile arazisinin bedelinin ödenmesini talep etti. Emir ona hiçbir karşılık vermedi. Dert yandığı her hacibden “Tamam biz meseleyi emire iletiriz” cevabını alıyordu. Derken hadisenin üstünden iki yıl geçti. Koca karı iyiden iyiye yoksulluk ve zaruret içindeydi. Elinde avucunda bir şey kalmamış, umutları tükenmişti. Bir gün kendi kendine “Kalkıp şahın kapısına varayım. Çünkü bu zalimi başımıza musallat eden onun kendisidir. Kulağıma adil birisi olduğu çalındı ve biliyorum ki nice meşakkatlere katlandım. Varıp Nûşirevân’ı bir göreyim. Eğer hakkımı teslim ederse ne âlâ, yok eğer umursamazsa ben de işimi Allah’a havale ederim. Belki sonra insafa gelir” dedi. Hâlini kimseciklere açmadı. Bir gün meşakkatler içinde Azerbaycan’dan mahzum melûl bir hâlde yola çıkıp Medayin’e revan oldu. Şahın dergâhına varıp Nûşirevân’ı azametli ve görkemli bir şekilde gördüğünde kendi kendine şöyle düşündü: “Korkarım ki girmeme müsaade etmezler. İyisi mi şu civarda bir yerlere pusayım da padişah atına bindiği anda önüne atlayıp feryadlar eylerim. Bakarsın dediklerime kulak verir de maruzatımı ona arz etme imkânı bulurum.” Kadının arazisine el koymuş olan o sipah-sâlâr da hasbelkader Nûşirevân’ın yanında idi. Nûşirevân da o gün ava çıkamaya niyet etmişti. Avın hangi mahalde yapılacağını da öğrenen koca karı, yerinden zahmetle doğrularak avın yapılacağı yere doğru yol aldı. Ertesi gün Nûşirevân şikargâha vardığında askerler dört bir yana dağıldı ve Nûşirevân’ın çevresi bir anda boşaldı. Yanında maiyetinden kimse kalmadı. Koca karı bismillah diyerek saklandığı çalılıktan fırladı. Nûşirevân’a doğru koşarak maruzatını arz eyledi: “Ey melik eğer cihangir isen şu zavallı kadının hakkını teslim et ve arzuhâlime kulak ver” dedi. Nûşirevân derhal durdu. Arzuhâlini alıp okudu. Kadının sözlerini can kulağıyla dinledi. Anlatılanları dinleyen Nûşirevân’nın gözleri dolmuştu. Yaşlı kadına dönerek: “İçin rahat olsun, işin buraya kadar olan kısmı seni, bundan sonrası bizi ilgilendirir, muradına ereceksin ve şehrine seni geri göndereceğim. Buralarda birkaç gün istirahat eyle. Zirâ uzun yoldan gelmişsin” dedikten sonra ferraşı çağırarak; “Bu kadını bir katıra bindir ve şehre götürüp kendi evinde misafir 44 eyle, kendisini çağıracağımız güne kadar her gün ona iki çeyrek ekmek, bir çeyrek et, her ay da hazineden beş altın dinar ver” diye ferman buyurdu. Ferraş buyurulanları harfiyen yerine getirdi. Melik Nûşirevân şikargâhtan döndükten sonra gece gündüz koca karının anlattığı hadisenin aslını esasını, olayın kadının dediği gibi vuku bulup bulmadığını düşünüyordu. Nihayet bir gün uyku vakti uşaklardan birisini çağırarak falan eve gidip falan gulamı huzura getirmesini emretti. Uşak giderek emredilen şekilde gulamı getirdi. Melik gulama: “Ey gulam! Pek âlâ ve muhterem gulamlarımız olduğundan haberin vardır. Ve hepsi arasından seni seçip sana itimad ettim. Bu iş için hazineden harcırah alıp Azerbaycan’da falan şehre gitmeli, falan menzilde inmeli, yirmi gün boyunca oraya yerleşmeli, her çeşit insanla oturup kalkmalı, laf arasında, “Sizin buralarda falan isimli bir koca karı vardı, nicedir hâli, görünürlerde yok, bir parça toprağı vardı ne oldu?” diye herkesten bir güzel sorup soruşturulmalı ve olan biteni bana eksiksiz nakletmelisin. Seni bunun için gönderiyorum. Fakat yarın sarayda ordunun ileri gelenlerinin huzurunda sana, “Azerbaycan’a git, her şehirden hazineye mal getir, gelirat ve akarat ne durumdadır bir bak, bir yerlerde tabii afet olmuş mudur bir gör” diyeceğim. Mümkün olduğunca çabucak dönüp beni bilgilendirmelisin.” Gulam: “Baş üstüne efendim” dedi. Nûşirevân ertesi gün aynen söylediği gibi yaptı. Daha sonra gulam yola çıkarak sözü edilen şehre vardı. Burada yirmi gün konaklayarak her çeşit insanla hasbihâl eyledi. Daha konu açılmadan cümlesi şunları söylüyordu: “O biçâre onurlu bir kadındı. Kocası, malı mülkü vardı. Fakat feleğin sillesini yedi. Maişetinin devamını sağlayan bir parça toprağı var idi. Geçmini oradan temin ederek yaşamını sürdürüyordu. Her gün dört ekmeği olurdu, biriyle çerağına yağ, diğeriyle yemeğine katık, geriye kalan ikisiyle karnını doyururdu. Padişaha da payına düşeni verir, hayatını bu şekilde devam ettirirdi. Tâ ki şehrin valisi onun sahip olduğu toprak civarına bir köşk inşa edene dek. Vali o toprağı ondan zorla aldı. Ne bedelini ödedi ne de karşılığında ona bir toprak verdi. Zavallı kadın tam iki yıl boyunca sarayının kapılarını aşındırdı ama nafile, eline hiçbir şey geçmedi. Nicedir koca karı ortalıklara gözükmüyor; bilmiyoruz ki ne âlemdedir, öldü mü kaldı mı hiç haberimiz yok.” Gulam meselenin aslını esasını kavrayınca melikin dergâhına dönerek, Nûşirevân’ın huzuruna vardı ve “Haşmet meablarının sayesinde cihanın dört başı memur, gelirat gayetle bereketli, dallar meyvelere durmuş, çemenzârlar şâd ü hürrem, şikargâhlar bayındırdır” diyerek olan biteni Nûşirevân’ın bilgisine arz etti. Nûşirevân “Elhamdulillâh” diye karşılık verdi. Meclisten el ayak çekilince, “Koca karının meselesine dair kulağına gelenleri anlat bakalım” dedi. Gulam bütün duyduklarını bir bir anlattı. Nûşirevân kadının söylediklerinde 45 haklı olduğuna kanaat getirerek gün boyunca kederli hâlde bekledi. Nihayet ertesi gün baş hacibi emretti ve “Devlet erkânı ve emirler huzura geldiklerinde falanca şehrin valisini ikinci emrime kadar koridorda tutuver” diye emir verdi. Cümle devlet erkânı saraya teşrif eyleyip huzurda el pençe divan durdular. Nûşirevân: “Azerbaycan emirliğine verdiğimiz falanca kimsenin ne kadar malı mülkü vardır?” diye sordu. Huzurdakiler: “Bildiğimiz kadarıyla ihtiyacı olmadığı hâlde iki milyon dinarı, beş yüz bin dinarlık altın ve gümüşten ziyafet eşyaları, üç yüz bin dinar değerinde yaygı ve zinet eşyasına maliktir. Irak, Fars ve Azerbaycan diyarlarında emlakının olmadığı kasaba yoktur. Denebilir ki ondan daha zengin bir emir bulamazsınız” dediler. Nûşirevân: “Peki ya hayvan cinsinden nesi var?” Huzurdakiler: “Tahminen otuz bin kadar hayvanı vardır.” Nûşirevân: “Ya köle?” Hazırûn: “Bin yedi yüz gulam, dört yüz cariyesi vardır. Sizin devlet-i şâhâneniz sayesinde daha ne şatafatı olduğunu bir tek Tanrı azze ve celle bilir.” Nûşirevân: “Allah’ın kendisine nice nimetler ihsan buyurmuş olduğu mal sahibi mülk sahibi birini düşünün ki; zavallı, takati kalmamış, sabaha birini akşama birini yediği sadece iki ekmeği olan zayıf bir koca karının elindekine tamah ederek tutup ekmeğini zorbalıkla gasp ediyor. Böyle birinin hakkı nedir?” diye sordu. Ekâbir başını öne eğerek: “İmkân dairesinde verilebilecek en şiddetli cezaya çarptırılmalıdır!” dediler. Nûşirevân: “Çebuk bu herifin tepeden tırnağa derisinin yüzülmesini, etini köpeklere verip ve derisinin içine ot tıkıp sarayın kapısına asmanızı ve dahi münadinin yedi gün halka zulmü revâ gören mahlûkun akıbeti bu olur diye çağrışmasını emrediyorum!” dedi. Söz konusu emirin derisini yüzdüler ve içine ot doldurup Nûşirevân’ın sarayının kapısına asarak emri aynıyla icra ettiler. Münadi tam yedi gün bu haberi duyurdu. Ve sonra Nûşirevân ferraşı çağırarak: “Sana emanet eylediğim koca karıyı getir” diye emretti. Ferraş kadını getirdi. Ardından Azerbaycan’a yolladığı gulamı da huzura çağırarak ona: “Seni niçin Azerbaycan’a yolladım?” diye sual etti. Gulam: “Şu ihtiyar kadın meselesini açıklığa kavuşturmam için yolladınız efendim. Meseleyi vuzuha kavuşturup size arz ettim” dedi. Nûşirevân ekâbire şöyle seslendi: “Biliniz ki ben laf olsun diye iş yapıp söz konusu kişiye karşı bir hata işlemedim. Bundan böyle Tanrı azze ve celle rağmına zulüm ve gaddarlık eyleyen kişi aynı kaderi paylaştı. Yeryüzünde bozguncuların kökünü kazır, zalimin elini eyledikleri zulümden çekerek cihanı adâlet ve hakk ile memur kılarız. Değil mi ki Tanrı azze 46 ve celle bizi bunun için yarattı! Değil mi ki zorbaların ve zalimlerin mazluma uzanan ellerini kırmak için bizi kullarına şah eyledi. Aynı akıbeti paylaşmamak için elinizden geldiğince iyi işler yapmaya azmediniz.” Nûşirevân’ın azametinden ve celallenerek çarptıracağı cezadan mecliste hazır bulunan herkesin ödü koptu. Daha sonra ihtiyar kadına: “Sana zulmü revâ görenin hakkından geldim. Senin arazinin ortasında kaldığı konak ve bağı da sana bağışladım” dedi ve ona bir binek hayvanıyla, masraflarını karşılaması için harçlık verdi. Kendisinden bir daha vergi alınmaması için ferman buyurarak onu şehrine yolladı ve “Dergâhımızın kapısı zulme maruz kalanlara her daim sonuna kadar açıktır. Tanrı azze ve celle zalimlerin elini mazlumların yakasından çekmek için bize bu saltanatı ihsan eylemiştir” dedi. Daha sonra sarayın hacib, hizmetkârlarına dönerek: “Her nereden gelirse gelsin dergâhımıza iltica eden kimi kimsesi olmayan düşkün ve miskinlerin hâllerini saklı tutmayıp devamlı bizi haberdar kılasınız” dedi. Ardından dergâha gelenlerin hacibe ihtiyaçları olmasın diye, yedi yaşındaki bir çocuğun dahi elinin erişebileceği zillerin asılı olduğu bir zincir yapmalarını emretti. Dergâha şikâyet için varanlar o zinciri sallayarak zilleri çaldırırdı. Zillerin sesini duyan Nûşirevân çalan kişiyi huzura kabul eder, maruzatını dinler ve hakkını zalimden alırdı. Aynen öyle yaptılar. Nûşirevân’ın bu cezasından cümle ordu ve halk derin bir korkuya kapıldı. Haksızlığa uğrayanların hakkını teslim ediyor, hiç kimsenin zulüm ve zorbalık etmeye gözü kesmiyordu. Nûşirevân’ın devleti sapasağlam ayakta kaldı. Cümle âlem huzur içindeydi. Yedi yıl boyunca bir Allah’ın kulu o zincire dokunmadı. Hiç kimse Nûşirevân’ın bargâhına kendisine haksızlık yapıldı iddiasıyla gelmedi ve kimse kimseye zulmetmedi. Nûşirevân ve Adâlet Zinciri Yedi yıl sonra bargâhta ve saray kapısının önünde kimseciklerin olmadığı, muhafızların pineklediği bir öğle vakti zil sesleri yükseltmeye başladı. Nûşirevân sesi duyar duymaz derhal iki hadimi görevlendirerek: “Bakın bakalım kimmiş şikâyete gelen” dedi. Hadimler gelip baktıklarında bir de ne görsünler: Sarayın kapısından bir yol içeri dalarak sırtını zincirlere sürten sıska, çelimsiz, uyuz bir eşekten başka bir şey değildi. İki hadim Nûşirevân’ın huzuruna vararak, “Efendimiz, şikâyete gelmiş birisi mevzubahis değildir. Sadece sıskası çıkmış, çelimsiz, uyuz bir eşek; ya keyif aldığından ya da kaşındığından sırtını zincire sürtüyor” dediler. Nûşirevân: “Yanlış düşünüyorsunuz aptal herifler. Zirâ bu eşek bile adâlet talep etmeye gelmiştir. Gitmenizi ve eşeği şehrin merkezinde dolaştırarak sahibini bulmanızı ve ardından 47 beni haberdar etmenizi emrediyorum” dedi. Hadimler Melik Nûşirevân’ın huzurundan ayrılıp eşeği şehrin meydanına götürerek: “Bu eşeği tanıyan var mı?” diye sordular. Dediler ki: “Evet, şehir ahâlisi onu tanır. Bu eşek falanca çamaşırcınındır. Yirmi yıldır onu tanırız. Her Allah’ın günü çamaşırları bu eşeğe yükleyip akarsu kenarına yıkamaya götürüp akşama geri getirirdi. Tabii o zamanlar bu genç bir eşekti, ama artık yaşlandığı için sahibi onu kovdu. Şehirde millet Allah rızası için ona ottur, sudur falan verir. Birkaç gündür de ortalıkta onu göremedik.” Hâdimler meseleye vâkıf olunca derhâl saraya dönerek Nûşirevân’ın huzuruna varıp meseleden onu haberdar kıldılar. Nûşirevân: “Size bu eşeğin bile adâlet istemek için dergâha geldiğini söylememiş miydim? Bu gece hayvancağızı yemleyiniz ve yarın da gereken ne ise yapmak için çamaşırcıyı mahallenin dört kethüdasıyla birlikte huzuruma getiriniz” dedi. Ertesi gün hadimler aynen kendilerine emredildiği gibi yaptılar. Eşeği, sahibiyle birlikte mahallenin dört kethüdasını Nûşirevân’ın sarayına getirdiler. Nûşirevân çamaşırcıya dedi ki: “Bu eşek genç iken onu işe koşuyordun, yemini veriyordun. Şimdi ise yaşlanıp elden ayaktan düştüğünden ötürü ona yem vermez oldun. İşlerini göremez olunca onu sokağa attın. Peki, sorarım sana, onun o yirmi yıllık yaptığı hizmet nereye gitti?” Şah, çamaşırcıya kırk sopa vurulmasını emrederek şöyle ferman buyurdu: “Bu dört kethüdanın nezareti altında, yaşadığı müddetçe eşeğe ihtiyacı olduğu kadar yemini temin edeceksin; bir aksaklık olduğu takdirde seni ben nasıl terbiye edeceğimi bilirim, bunu iyi belle!” Şu halde, padişahlar işte böyle idiler. Fakir fukarayı, kimi kimsesi olmayanları gözetirlerdi. Memur olarak atadıklarına, ikta sahiplerine ve gulamlara dikkatli olmalarını buyurur idiler. Zirâ bu cihanda iyi bir namla anılmak diğer cihanda ise kurtuluşa ermenin sırrı bundadır. İkta sahiplerinin, memur ve gulamların yerlerine çakılıp kalmamaları, ulaşılmaz yapılar ardına sığınmaları ve rahatsızlık vermemeleri, halka aklı başında ve iyi muamele etmeleri ve dolayısıyla memleketin huzuru için onları iki yılda bir değiştirmelidir. 48 Faṣl-ı Hefdehüm Ender Nedīmān ve Nezdīkān-ı Pādişāh ve Tertib-i Kār-ı Īşān Pādişāh rā çāre nīst ez nedīmān-ı şāyeste dāşten ve bā īşān güşāde ve güstāḫ der-āmeden ki büzürgān ve ṣāḥib-ṭarafān ve sipeh-sālārān rā besyār neşesten, şukūh ve ḥaşmet-i pādişāhān rā zīyān dāred ve īşān delīr1 gerdend. Ve der cümle, herki rā şuġlī ve ʿamelī fermūdend, ū rā bāyed ki nedīmī2 nefermāyend ve herki rā nedīmī fermūdend, bāyed ki hīç ʿamelī nefermāyend ki bē ḥükm-i inbisāṭī ki ber besāṭ-ı pādişāh dāred derāz destī koned ve merdümān rā renc resāned. ʿĀmil hemīşe bāyed ki ez pādişāh tersān bāşed ve nedīm güstāḫ. Ve çün nedīm güstāḫ nebāşed pādişāh ez ū ḥalāvet neyābed. Ve ṭabʿ-ı pādişāh ez nedīm güşāde şeved. Ve īşān rā3 vaķtī maʿlūm bāşed, çün pādişāh bār bedād ve büzürgān heme bāz-geştend, āngeh növbet-i vaķt-i īşān bāşed. Ve der nedīm çend fayda est: Yekī ānki pādişāh rā mūnis bāşed ve diger ānki çün şeb ü rūz bā ū bāşed bē maḥall-ı cāndārī4 būved ve eger neʿūẕubillāh ḫaṭarī pīş āyed, nedīm bāk nedāred ki ten-i ḫīş rā siper-i belā koned. Ve diger hezār-gūne suḫan bā nedīm betevān goften, ez cidd ü hazl ki bā vezīrān ve büzürgān netevān goft ki īşān ṣāḥib ʿāmelend ve kārkünān-ı pādişāh bāşend. Ve nīz ez nedīmān hezār-gūne suḫan şenevend ve aḥvāl nemāyend, bē ḥükm- i güstāḫī ez ḫayır ve şer der mestī ve hūşyārī, ki der ān fayda ve maṣlaḥat bāşed. Velīken nedīm bāyed ki gevherī ve fāżıl ve tāze-rūy ve pāk-meẕheb ve rāz-dār ve pākīze- cāme būved ve semer ü ķıṣāṣ ü nevāder, ez hazl ü cidd, besyār yād dāred ve nīkū rivāyet koned ve hemvāre nīkū-gūy ve nīk-peyvend5 bāşed ve nerd ve şaṭranc dāned bāḫt ve eger rūdī bedāned zed ve melāhi-yī kār dāned best6 beh-ter bāşed. Ve bāyed ki muvāfıķ-ı pādişāhān bāşed ve herçē pādişāh gūyed ve koned, zēh ve aḥsent ber zefān dāred ve muʿallimī nekoned ki “Īn bokon.” ve “Ān mekon.” ve “Ān çērā kerdī?” ve “Ān nebāyed kerd.”, ki īşān rā düşvār āyed ve pes bē kerāhiyet keşed. Ve herçē taʿalluķ bē ʿişret ve temāşā ve meclis-i ūns ve şarāb ve şikār ve gūy-zeden ve ḫūrd ve bord ve mānend-i īn dāred, revā bāşed ki bā nedīmān tedbīr koned ki īşān īn maʿnī rā muhayyā-end. Ve bāz herçē taʿalluķ bē memleket ve ʿimāret ve maṣāf ve tāḫten ve sīyāset ve ẕaḫīre ve vuṣlat ve sefer ve maķām ve leşker ve reʿāyā dāred ve mānend-i ān, bā vezīr ve 1 Küstah, Cesur. 2 “ī” burada Farsça masdar “ی” olarak kullanılmıştır. (Nedimlik yapmak, hizmet etmek). 3 Nedīmān rā (Nedimleri). 4 Bekçi, koruma, muhafız. 5 Güzel söz söyleyen ve ilgili makama hitap eden tarzda konuşan birisini kastediyor. 6 Bilmek, başarmak, becermek. 49 büzürgān-ı devlet ve pīrān-ı cihān-dīde tedbīr koned ūlā-ter bāşed ki īşān der īn maʿnī dāhī-ter bāşend, tā heme kārhā bē vech-i ḫīş reved. Ve baʿżı pādişāhān, ṭabīb ve müneccim rā nedīm kerde-end. Ve gofte-end: Tā herçē ḫūred, ṭabīb mīgūyed ki menfaʿat ve meżirrat-ı her yekī çīst ve ū rā çē sāzed ve çē nesāzed ve ṭabiʿat-ı mizāc-ı ū1 negāh dāşte-āyed. Ve müneccim vaķit ve saʿat negāh mīdāred ve ez saʿd ve naḥs āgāhī mīdehed ve şuġlī rā ki ḫāhed kerd vaķteş iḫtīyār mīkoned. Ve baʿżı ez pādişāhān īn her dü rā kāhil būde-end. Goftend: “Ṭābīb mā rā hemīşe, bē bīmārī, ez ḫūrdenīhā-yı ḫoş ve pākīze bāz dāred ve bē ʿilletī dārū dehed ve bē rencī feṣad koned. Ve müneccim hemçünīn ez kārhā kerden menʿ koned ve ez mühimmāt bāz dāred. Ve çün negāh konī her dü ānend ki mā rā ez murād ve leẕẕet ve şahvet-i dünyā hemīşe bāz dārend ve ʿayş ber mā munaġġıż konend ve ān ūlā-ter ki īşān rā bē vaķt-i ānki ḥācet bāşed ṭaleb konīm.” Ama eger nedīmān cihān-dide ve bē her cāyī resīde bāşend ve büzürgān rā ḫidmet kerde, nīkū-ter bāşed. Ve çün merdümān ḫāhend ki ez ḫūy ve ʿādet-i pādişāh bedānend ez nedīmāneş ķıyās konend; eger nedīmāneş ḫoş-ḫūy ve güşāde-ṭabʿ ve bord-bār ve civān-merd ve ẓarīf bāşend, brdānend ki pādişāh ḫoş-ḫūy ve ḫoş-ṭabʿ ve nīkū-sīret ve pesendīde ʿādet est; ve eger nedīmāneş torş-rūy ve ḫīşten sāḫte ve mustaḫīf ve mütekebbir ve baḫīl ve müḥāl-ṭaleb ve raʿnā bāşend, bedānend ki pādişāh nā-ḫoş tabʿ ve bed-ḫūy ve bed-sāz ve bed-sīret est ve kef- beste ve mutahavvir. Ve diger her yekī rā ez nedīmān mertebetī ve manzeletī bāşed: Baʿżı rā maḥall-ı neşesten bāşed ve baʿżı rā maḥall-ı īstāden, çünān ki ez ķadīm bāz, ʿādet-i meclis-i mulūk ve ḫülefā būde est ve henūz īn resm der ḫanedān-ı ķadīm mānde est. Ve ḫalīfe rā hemīşe çendān nedīm bāşed ki pederān-ı ū rā būde est. Ve sulṭān-ı Ġazneyn rā hemīşe bīst nedīm būde est: Deh ber pāy ve deh neşeste ve īşān īn resm ve tertīb ez Sāmānīyān dārend. Ve bāyed ki nedīmān-ı pādişāh rā kefāfī ve ḥürmetī tamām bāşed mīyān-ı ḥaşem ve īşān bāyed ki ḫīştendār ve muhaẕẕab bāşend ve pādişāh-dūst. 1 Mizāc-ı Pādişāh (Padişahın mizacı). 50 On Yedinci Fasıl Padişahın Nedimleri ve Yakınlarının İşlerinin Düzeni Padişahın liyakatlı nedimler edinip onlarla güzel yüzlü ve samimi olmaktan başkaca yolu yoktur. Zirâ padişahın devletin ileri gelenleri, sınır muhafızları, sipah-sâlârlar ile ziyâdesiyle düşüp kalkması onları pervasız kılar; bu da onun hükümranlığına noksan getirir. Bu minvalde kendisine devlet işi tevdi edilen birine nedimlik buyurmak olmaz; aynı şekilde padişahtan gördüğü güzel muamele kendisini şımartıp birtakım kanunsuzluklara tevessül ettireceğinden ötürü şahsına nedimlik buyrulan kişiye resmi hiçbir iş tevdi etmek olmaz. Âmil her daim padişahtan korkmalı; nedim de pervasız olmalıdır. Eğer ki nedim laubali olmazsa padişah ondan hiç keyif almayarak ruhu sükûn bulmaz. Padişahla bir araya gelecekleri vakitler belirlenmelidir. Hükümdar destur, izin verdiğinde veya devletin ileri gelenleri meclisten el etek çektiklerinde nedimlerle görüşme sırası gelmiştir. Nedim edinmede birkaç faydaya dikkat edilir. Birisi padişahın can dostu olması, diğeri onu gece gündüz kollayan bir muhafız olmasıdır. Maazallah bir tehlike baş göstermesi durumunda nedim gözünü kırpmadan bedenini belâlara cansiperâne kalkan eyler. Bir diğeri, padişah nedimle havadan sudan konuşabilir; aynı zamanda kendilerine iş buyurulduğu ve işleri yapmaya memur kılındıklarından ötürü vezirleri yahut devletin ileri gelenleriyle konuşamayacağı gayri ciddi yahut ciddi birçok meseleyi nedimle paylaşabilir. Faydalı ve pek makbul bir durum olarak padişahlar, nedimlerin her konudan dem vurmalarına; hayır olsun şer olsun nice mevzularda, ayık yahut sarhoşken vaziyet hakkındaki nükte yollu beyanlarına kulak verirler. Bu arada nedim asil, erdemli, güleç, itikadı saf, ketûm ve giyimi kuşamı şık; kitaplardan, kıssalardan, pek az kişinin bildiği konulardan, mizahi yahut ciddi meselelerden nice şeyi hatırında tutarak onları güzel bir şekilde nakledebilmeli; her daim neşeli, kafadar olup tavla ve satrancı iyi bilmelidir. Baht ya da Rûd çalabiliyor yahut bir pusatı kullanabiliyorsa ne âlâ! Nedim padişaha mutâbık olur ve olması da önemlidir. Padişah ne der ve ne eyler ise nedime “çok yaşa” ve “aferin” demek düşer. Padişahların pek zoruna gidip hışımlarına neden olacağından ötürü nedim padişaha “bunu yap”, “şunu yapma” ve “onu niye böyle yaptın?” ve “öyle yapmamak lazım” gibi talimatlarda bulunmamalıdır. Bütün işler hakkıyla yürüsün diye, eğlenceye, seyrana, dostlarla çevrili meclise, şaraba, ava, çevgâna, yemeye, içmeye ilişkin ne varsa, zaten bu meselelerle alakalı olduğu için nedimlere danışılarak yapılması en uygundur; diğer yandan imaret, harb, taarruz, siyâset, tasarruf, hediye, makam, sefer, ordu ve reâyâya 51 ilişkin her ne var ise böylesi konuların daha salahiyetli olduklarından ötürü vezirler, ekâbir ve devletin ileri gelenleriyle istişare edilmesi önceliklidir. Bir kısım padişah, nedimlerini yediği yiyecekleri tayin etmeleri ve bu gıdaları fayda ve zararları, etkileri ve yan etkilerinden kendilerini haberdar kılmaları, onların sağlık ve bünyelerini muhafaza etmeleri için tabiplerden; vakit ve saatlerini gözetlemeleri, uğur ve uğursuzlukları onlara bildirmeleri, icra edecekleri bir iş için en elverişli zamanı seçmeleri için müneccimlerden seçmişlerdir. Padişahlardan bazısı da bu iki tayfayı sırtlarına bir yük olarak görerek tabip için, “Hasta olmadığımız hâlde bizi leziz ve sağlıklı yiyeceklerden alıkoymakta, sıhhatimiz yerinde olduğu hâlde bize ilaçlar vermekte, ağır duymadığımız hâlde bizden kan almaktadırlar” demişlerdir. Müneccim için de buna benzer olarak, “Bizi işleri icra etmekten, meselelere koyulmaktan alıkoymaktadırlar; bunları göz önüne aldığımızda bu iki tayfa bizi dünya arzu, nimet ve lezzetlerinden mahrum ederek hayatı burnumuzdan getirirler. En güzeli onları kendilerine ihtiyaç duyulduğunda çağırmaktır” demişlerdir. Ve fakat nedimin görmüş geçmiş, cihanın dört yanında bulunmuş ve ululara hizmet etmiş olanları evladır. Halk, padişahın huyunu suyunu nedime kıyasla bilir. Eğer ki nedim geçimli, mülayim, sabırlı, cömert, zarif ve latif biri ise halk padişahın da huyu suyu güzel, tıyneti pir ü pâk, seçkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. Öte yandan eğer ki nedim çehresi asık, kibirli, her şeye dudak büken, pinti, ebleh ve kibirli biri ise halk padişahın da sütü bozuk, huysuz, hırçın ve çirkin davranışlara sahip biri olduğunu anlar. Bunun yanı sıra köklü hanedanlarda hâlâ görüldüğü üzere bir kısmına makam sunularak, bir kısmına da pâye verilerek halife ve meliklerin divan toplama âdetlerinden kadim zamanlardan beri nedimlerden her birisi bir makam ve mevkiye sahip olagelmiştir. Halifeler bu töreyi Sâmânilerden görerek yanlarında on tanesi ayakta, diğer onu da oturmuş olmak üzere yirmi nedim bulundururlar idi. Padişahın nedimlerinin maiyet arasında hatırı sayılmalı ve tatmin edecek şekilde ihtiyaçları karşılanmalıdır. Nedimler de iffetli, kusurlardan arınmış ve padişaha karşı gönülleri sevgi dolu olmalıdır. 52 Faṣl-ı Bīst ü Nuhum Ender Tertib-i Meclis-i Şarāb ve Şerāyīṭ-i Ān Ender haftayī ki nişāṭ-ı unsī ofted, yek rūz yā dü rūz bār-ı ʿām bāyed dād, tā herki ʿādet refte est der-āyend ve kesī rā bāz nedārend ve īşān rā āgāh kerde bāşend ki rūz-ı āmeden-i īşān est ve rūzhāyī ki cāy-ı ḫavāṣ bāşed, ān ķavim dānend ki cāy-ı īşān nīst, ḫūd neyāyend; tā bedān ḥācet neyofted ki yekī rā bār-dehend ve yekī rā bāz gerdānend. Ve īn ķavim ki meclis-i ḫāṣ rā şāyend, bāyed ki heme maʿdūd bāşend ve hem maʿlūm bāşed ki īşān kī-end. Ve şarṭ çünān būved ki her yekī ez īşān çün der-āyend, cüz bā yekī ġulām nebāşend. Ve īn ki herkesī ṣürāḥī ve sāķī-yī ḫīş mī-ārend revā nīst ve hergiz ʿādet nebūde est ve seḫt nā-pesendīde est. Çē, bē heme-i rūzgār, ḫūrdenī ve nuķl ve şarāb ez sarāy-ı mulūk bē ḫāne-i ḫīş bordendī ne ez ḫānehā-yı ḫīş bē meclis-i mulūk; ez bahr-ı ānki sulṭān kedḫüdā-yı cihān bāşed ve cihānīyān heme ʿayāl-i vey-end: Vācib nekoned ki1 ez ḫāne-i ān kes ki ʿayāl-i vey bāşed ve nānḫāre-i vey, şarāb ve ḫūrdenī bē meclis-i vey berend! Çē, kedḫüdāy-ı ū bāyed ki ez ān-ı heme-i büzürgān bīşter ve beh-ter ve nīkū-ter ve pākize-ter bāşed. Ve eger ez bahr-ı ān şarāb-ı ḫīş mī- ārend ki şarāb-dār-ı ḫāṣ şarāb bed mīdehed, ū rā māliş bāyed dād ki şarābhā heme nīk bedū misepārend, çērā bed mīdehed? Tā īn ʿözr ber-ḫīzed ve īn güstāḫī ki herkes der meclis-i pādişāh şarāb āred, nebūved. Ve pādişāh rā ez nedīmān-ı şāyeste bengozīred2; ki eger bīş-ter bā bendegān neşīned, īşān rā güstāḫ gerdāned ve ḥaşmet rā zīyān dāred ve ḥürmet-i ḫīş rā şekeste būved ve rekīk tabʿī bāşed ki īşān ḫidmet rā şāyend3; ve eger bā büzürgsālān ve sipāh-sālārān ve ʿamīdān-ı muḥteşem muḫāliṭet konend, şukūh-ı pādişāh rā zīyān dāred ve der fermānhā-yı ū sostī konend ve delīr şevend ve bīm ez mīyān beberend. Ve bā vezīr der mühimmāt-ı vilāyet ve leşker ve vucūh-i māl4 ve ʿimāret ve tedbir-i ḫaṣmān ve memliket ve ānçē bedīn māned vācib koned suḫan goften. Ve īn heme ān est ki ez ān melāmet ve endīşe efzāyed ve ṭabʿ der işkence bāşed; ez ānki ḫired ve nefs ruḫṣat nedehed bā īn ṭāyfa mizāḥ ve güstāḫī kerden ez bahr-ı maṣlaḥat-ı mülk rā. Ve ṭabʿ-ı pādişāh bengoşāyed illā ez nedīm. Ve eger ḫâhed ki ferāḫ-ter ziyed5 ve hazl ve muṭāyibet der hem āmized ve ḥikāyethā-yı meżāḥek ve nevāder brgūyed ve der pīş-i ū begūyend nedīmān, ḥaşmet ve pādişāhī-yi ū rā hīç zīyān nedārend. Çē, īşān rā ez bahr-ı īn kār dārend. Ve pīş ez īn der īn maʿnī faṣlı gofte-īm. 1 Doğru değil ki... 2 Farsça gozirden fiilinin şimdiki zaman olumsuz şekli (Çaresiz, mecbür). 3 Çünkü onlar hizmete layıklardır/hizmeti hakediyorlar. 4 Belki burada “mâl ve cihâtı” kastetmiş olabilir. Merhum Gazvini’nin araştırmasına istinaden emlak ve arazi aidatlarını ve belki de özellikle kamu mülk ve arazilerine deyinmektedir. 5 Farsça zīsten fiilinin şimdiki zaman şekli: Zindegi koned. 53 Yirmi Dokuzuncu Fasıl Şarap Meclisinin Tertibindeki Bütün İncelikler Eğlence ve şenlik olduğu hafta bir yahut iki gün bâr-ı umumi ilan edilerek âdet edinmiş olanların davet edilmesi ve hiç kimsenin men edilmemesi ve kabul sırasının onlarda olduğundan haberdar kılınmaları gerekir. Böylece hass işret meclisi günlerinde mezkûr kişiler kabul edilmeyeceğinden ötürü dergâha teşrif etmezler. Böylece bir kısmının kabul, bir kısmı red olunmasına mahal bırakılmaz. Meclis-i hassa layık görülen cemaat, yanlarında en fazla bir gulam getirmeleri şartıyla ve kim oldukları tespit olunarak, usulen nasıl geldikleri hakkında malumat edinmelidir. Davet edilen şahısların beraberlerinde sürahi ve sakilerini getirmeleri kati surette uygunsuz bir davranıştır. Böylesi bir davranış hiçbir vakit usulde yer almadığı gibi aynı zamanda çirkin karşılanan bir tavırdır. Hükümdar cihanın kethüdâsı ve cümle âlem onun ailesi olduğundan ötürü tarihin her devrinde insanlar kendi evinden padişahın meclisine bir şey getiremez, bilakis padişahların sarayından kendi evlerine yiyecek, meze ve şarap götürürlerdi. Padişahın, reisi olduğu ailesi ve ekmek kapısı olduğu yerden kendisine şarap ve yiyecek alması kabul edilemez. Zirâ onun reisliği bütün reislerden daha fazla, daha mükemmel, daha iyi ve daha temiz olması icap eder. Şayet bu kişiler şarapdârın kendilerine sunduğu şarabın kötülüğünden dolayı şarap teslim edildiği halde kötü şarap vermesinden dolayı cezalandırılarak yanlışın ıslah edilmesi gerekir. Böylece kimse padişahın meclisine şarap getirmek cüretinde bulunamaz. İşinin ehli nedimler padişah için vazgeçilemezdirler. Padişahın, sadece hizmette bulunmaları münasip olan bendegân ile haddinden fazla düşüp kalkması onun zayıf tabiatlı biri olduğuna yorularak hükümdarlık itibarının zedelenmesine, şanına halel gelmesine yol açar. Aynı şekilde padişahın ekâbir, sipah-sâlâr ve serdar ile haddinden fazla birlikte olması onları emre itaatte gevşeklik göstermeye ve küstahça davranmaya ve çalıp çırpmaya götürür, bu da padişahın heybetine zarar verir. Öte yandan padişahın vilâyet meseleleri, ordu, iktisat, imar ve bayındırlık, memleket ve düşmanlarla ilgili izlenecek siyâset ve benzeri konularda konuşması gerektir. Her ne kadar bu mevzular padişahta gam kasavet, ruhsal çöküntü ve kaygıya yol açmasına rağmen akıl ve sağduyu memleketin selameti için onun mezkûr kişilerle kaynaşıp eğlenmesine müsade etmez. Dolayısıyla padişahın gönlü ancak nedimler sayesinde feraha kavuşur. Padişah eğer ki nedimlerle gönlünce vakit geçirmek, şaka yollu konuşup nükteler anlatma ve mizah yapmayı arzu ederse azametine bir noksan gelmez. Zirâ zaten nedimler böylesi işler içindir. Nitekim bu konuyu daha önce ayrı bir fasılda anlattık. 54 Faṣl-ı Sī vü Sevvüm Ender ʿİtāb Kerden Bā Ber-keşīdegân Bē Hingām-ı Ḫaṭā ve Günāh Kesānī rā ki ber-keşend ve büzürg gerdānend, ender ān rūzgārī ve rencī bāyed bord1. Ve çün sehvī ve ḫaṭāyı ki īşān rā ofted eger āşikārā bā īşān ʿitāb reved, āb-ı rūy rīḫtegī ḥāṣıl āyed ve bē nevāḫt ve nīkūyī-yi ān ḥāl bāz cāy-ı ḫīş reved, ūlā-ter ān bāşed ki çün kesī ḫaṭāyı koned, derḥāl, iġmāż kerde-āyed ve pūşīde2 ū rā beḫānend ve begūyend: “Çünīn ve çünān kerdī. Ve mā ez bahr-ı ān tā ber-āverde-i ḫīş rā furū neyārīm ve ber-keşīde-i ḫīş rā benefkenīm, ez ser-i ān der-güẕeştīm, pes ez īn, ḫīşten negāh dāred ve nīz3 çünīn delīrī nekoned. Pes eger cüz īn koned, ez pāygāh ve ḥaşm-ı mā bīyofted ve āngāh ān kerde-i ū būved ne ān-ı mā.” Ḥikāyet Emirü’l-mü’minīn rā, raḍyallāhu ʿanhu, pürsīdend ki “Ez merdān-ı merd kudām mübāriz- terend?” Goft: “Ānki bē vaķt-i ḫeşm ḫīşten rē negeh tevāned dāşt ve kārī nekoned ki çün ez ḫeşm bīrūn āyed peşīmānī ḫūred ve sūdeş nedāred.” Ve kemāl-ı ḫired-i merd ān bāşed ki ḫūd ḫeşm negīred; pes eger gīred bāyed ki ʿaķl-ı ū ber ḫeşm çīre bāşed ne ḫeşm-i ū ber ʿaķıl. Ve herki rā havā-yı nefs-i ū ber ḫired çīre bāşed çün beşūred, ḫeşm-i ū mer çeşm-i ḫired ū rā bepūşāned ve heme ān koned ve fermāyed ki ez dīvānegān bē vucüd āyed ve bāz herki rā ḫired-i ū ber havā-yı nefs-i ū ġālib bāşed bē vaķt-i ḫeşm, ḫired-i ū ḫāst-ı nefs-i ū rā beşekened ve heme ān koned ve fermāyed ki bē nezdīk-i heme-i ʿāķılān pesendīde bāşed ve merdümān nedānend ki ū der ḫeşm şode est. Bord-bārī-yi Ḥüseyīn bin ʿAlī (ṣ.ʿa.) Rūzī Ḥüseyīn b. ʿAlī, riżvānullāh-ı ʿaleyhumā, bā ķavmī ez ṣaḥābe ve vucūhān-ı ʿArab ber ser-i ḫān neşeste būd ve nān mīḫūrd ve cübbe-i dībā-yi Rūmī-yi girānmāye-i nev pūşīde būd ve destārī bē ġāyet nīkū ber ser beste. Ġulāmī ḫāst ki kāse-i ḫūrdenī der pīş-i ū benehed ve ez bālā-yı ser-i ū īstāde būd. Ķażā rā kāse ez dest-i ġulām rehā şod ve ber ser ve dūş-i Ḥüseyīn b. ʿAlī āmed ve destār ve cübbe, bīş-ter, ez ḫūrdenī ālūde şod, beşerīyyetī der Ḥüseyīn pedīdār āmed ve ez ṭīre ve ḫacālet ruḫsār-ı ū ber-efrūḫt. Ser ber-āverd ve der ġulām negerīst. Ġulām çün çünān dīd, betersīd ki ū rā edeb fermāyed, goft: “Vel kāẓımīnel ġayẓa vel ʿāfīne ʿanin 1 Uzatmak, sabretmek, beklemek, fırsat bulmak. 2 Gizlice. 3 Artık. 55 nās.1” Ḥüseyīn raḍyallāhu ʿanhu, rūy tāze kerd ve goft: “Ey ġulām, tū rā āzād kerdem tā bē yek-bāregī ez ḫeşm ve māliş-i men īmen gerdī.” Heme-i ḥāżırān rā ez ān ḥilm ve büzürgvārī- yi Ḥüseyīn der çünan ḥāl ʿaceb āmed ve pesendīde dāştend. Ve dānāyān gofte-end: Bord-bārī nīkūst velīken bē vaķt-i kāmkārī nīkū-ter ve ʿilim nīkūst velīken bā hüner nīkū-ter, niʿmet nīkūst velīken bē şükr ü berḫūrdārī nīkū-ter, ṭaʿāt nīkūst velīken bā ʿilim ve ḫüdāy-tersī nīkū-ter. 1 Bkz. Kur’ân-ı Kerim Âl-i ʿİmrân Sûresi 134. Âyeti “Onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir.” 56 Otuz Üçüncü Fasıl Hata Eyleyen Yüksek Mevkidekilerin Paylanması Nice bir meşakkatle büyütülüp terfi edilmiş kişiler küçük bir kusur işlediklerinde yahut hataya düştüklerinde alenen azarlanmaları haysiyetlerine dokunabilir. Bu durumda ne kadar sevecen davranılırsa davranılsın gönüllerini almak mümkün olmaz. Bir yanlışlık yapan kişiye göz yumularak gizlice çağırılması gerekir ve kendisine, “Şöyle böyle eyledin ve biz önünü açtığımız kişiye engel olmak, terfi ettiğimizin rütbesini düşürmesini arzu etmeyiz. Seni bu defalığına mazur gördük. Bundan böyle yaptıklarında dikkatli olup böylesi küstahlıklar sergileyip hatalara düşme” diye ikâz edilir. Buna mugayir davranışlarına devam ederse gözümüzden düşer. Artık bizden değil bizzat kendi yaptıklarının cezasını çeker. Böyle bilinsin. Hikâye Emirü’l-mü’mīnin radyallahu anhu’ya sordular: “En cengâver insan kimdir?” Dedi ki: “Öfke anında kendini zapt eden ve harekete geçmeyen kimsedir. Çünkü öfke ve hiddet anı geçince pişmanlık duyar, lâkin bu pişmanlık fayda etmez.” İnsanoğlunun olgunluğu ve aklı, kendisini öfkelenmemekte gösterir. Şayet öfkelenirse, öfkenin akla değil, aklın öfkeye tahakküm etmesi gerekir. Kimin nefsi eğilimleri akl-ı selimine galebe çalarsa o kişi kızdığında kızgınlığı sağduyusunu örtüvererek çıldırmışlarda görülen davranışları segiler ve dahi kimin akl-ı selimi hava-yı nefsine galip gelirse o kişi ariflerce itibar görür ve kimse onun öfkelendiğinin farkına bile varmaz. Hüseyin bin Ali’nin Sabrı Rivâyet olunur ki Hüseyin bin Ali radyallahu anhu sırtında yepyeni Rûm işi ipekten pahalı bir cübbe, başında hallice bir sarık olduğu halde bir grup sahabe ve Arap reisi ile sofranın başına oturmuş yemek yemekteyken hemen arkasında hazır bulunan köle yemek kâsesini onun önüne koymak isteyince kazadan kâse elinden kayıp Hüseyin efendimizin başına ve omuzuna dökülüverdi. Cübbe ve sarığı kirlenen Hz. Hüseyin tabii olarak öfke ve hayâdan ötürü yüzü kızardı ve başını kaldırıp köleye baktı. Köle, Hz. Hüseyin’i böyle görünce kendisini cezalandıracağından korkarak: “Onlar öfkelerini tutanlar ve insanları affedenlerdir” ile başlayan ayeti okudu. 57 Bunun üzerine Hüseyin radyallahu anhu, sakinleşerek: “Ey köle, ansızın öfkelenip uğramaktan emin olasın diye seni âzât ediyorum” dedi. Hüseyin b. Ali’nin bu davranışı meclisteki büyüklerin hepsinin gayet hoşuna gitti. Ve âlimler şöyle derler: “Tehammül iyidir fakat daha az incitmek vaktince yapılınca daha iyidir. İlim iyidir fakat sanatla beraber daha iyidir, nimet güzeldir fakat şükranla birlikte daha güzelleşir ve baht iyidir fakat bilim ve Allah korkusuyla daha da iyi olur.” 58 Faṣl-ı Sī vü Şeşüm Ender Ḥaķ Gozārden-i Ḫidmetkārān ve Bendegān-ı Şāyeste Herki ez ḫidmetkārān ḫidmet-i pesendīde kerd, bāyed ki, der vaķit, nevāḫtī yābed ve ṡamart-ı ān bedū resed ve ānki taķṣīrī koned, bē żarûretī ve sehvī, ān kes rā bē endāze-i günāh mālişī resed, tā raġbet-i bendegān ber ḫidmet zīyādet gerded ve bīm-i günāhkārān bīş-ter mī- beşeved1 ve kārhā ber istiķāmet mīreved. ʿUķūbet-i Günāh Piser-i Hāşimī ber gurūhī merdümān ʿarbede kerd. Pīş-i pedereş āmedend ve ez vey benālīdend ve gele kerdend. Peder ḫāst ki ū rā ʿuķūbet koned, piser goft: “Yā peder, men günāhī kerdem ve ḫired bā men nebūd, tū merā ʿuķūbet mekon ki ḫired bā tūst.” Pedereş rā īn suḫan ḫoş āmed ve ʿafveş kerd. Ḫüsrev-i Pervīz ve Bārbud Ḫurdādbeh goft: “Melik Pervīz ber yekī ez ḫāṣegīyān-ı ḫīş ḫeşm gereft ve mer ū rā bāz- dāşt ve hīçkes nezdīk-i ū neyārest şoden2 meger Bārbud-ı muṭrib, her rūz ū rā ṭaʿām ve şarāb bordī. Melik Pervīz rā ḫaber kerdend. Bārbud rā goft: “Kesī rā ki ender bāz-dāşt-ı mā bāşed tū rā çē yāregī-yi ān bāşed ki vey rā tīmār konī3, ve īn ķadar nedānī ki çün mā ber kesī ḫeşm gīrīm ve bāz-dārīm, tīmār-ı vey nebāyed dāşten?” Bārbud goft: “Ey şāh, ānçē tū bedū bogẕāşteyī, bīş ez ān est ki men bē cāy-ı vey4 mīkonem.” Goft: “Çē goẕāşte-em bedū?” Goft: “Cān ve īn beh-ter ez ān est ki men bē vey mīferestem.” Melik goft: “Zēh! Nīkū goftī. Berev ki ū rā bē tū baḫşīdem.” Enūşīrevān ve Pīr-i Merdī ki Ceviz Mīkāşt Resm-i tuḫme-i Sāsānīyān çünān būde est ki herki pīş-i īşān suḫan-ı goftī veyā hünerī nemūdī ki īşān rā ḫoş āmedī, ber zefān-ı īşān bereftī ki “zēh!” çün ber zefān-ı pādişāh bereftī ki “zēh!” der vaķit, ḫazīnedār hezār dīnār bedān kes dādī. Ve mulūk-i ekāsere der ʿadl ve himmet ve murūvvet, zīyādet ez diger pādişāhān būdend, ḫāṣṣe-i Enūşīrevān-ı ʿādil. Rūzī Nūşīrevān ber-neşeste būd ve bā ḫāṣegīyān bē şikār mīreft, ber kenār-ı deyhī goẕer- kerd. Pīrī rā dīd neved sāle, ceviz der zemīn mīneşānd. Nūşīrevān rā ʿaceb āmed, ez bahr-ı 1 Ḫalḫālī nüshasında şöyle yazlmıştır: Ve hem günāhkārān zīyāde mī-neşevend. 2 Gitmeye cesaret edemedi, gidemedi. 3 Bakmak, bakım yapmak. 4 Onun hakkında, onun için. 59 ānki deh sāl ve bīst sāl bebāyed tā īn direḫt-i keşte ber-resed. Goft: “Ey pīr, ceviz mīkārī?” Goft: “Ārī, ḫüdāyegān.” Goft: “Çendān zinde bāşī ki ez bereş buḫūrī?” Goft: “Keştend ü ḫūrdīm; kārīm ü ḫūrend.” Nūşervān rā ḫoş āmed, goft: “Zēh!” Der vaķit, ḫazīnedār hezār dīnār bedīn pīr dād. Pīr goft: “Ey ḫüdāyegān, hīçkes ber-i īn direḫt zūd-ter ez bende neḫūrd.” Goft: “Çēgūne?” Pīr goft: “Eger men ceviz nekeştemī ve ḫüdāyegān īncā goẕer nekerdī ve ez bende çünānki pürsīd nepürsīdī ve bende ān cevāb nedādī, men īn hezār dirhem ez kucā yāftemī?” Nūşervān goft: “Zēhāzēh!” Ḫazinedār dü hezār dīnār-ı diger bedū dād, ez bahr-ı ānki dü bār zēh ber zefān-ı ū bereft. Nīkūkārī-yi Me’mūn Me’mūn rūzī bē meẓālim neşeste būd, ķıṣṣayī bedū berdāştend der ḥacetī. Me’mūn ān ķıṣṣa mer Fażl bin Sehl rā dād ki vezīreş būd. Goft: “Ḥacet-i īn merd revā kon bē zūdī, ki īn çarḫ-ı tīz-gerd tīz-ter ez ān est ki ber yek ḥāl bemāned ve ān gītī zūd seyir-ter ez ān est ki mer hīç dūst rā vefā koned. Ve emrūz mītevānīm nīkūyī kerden, bāşed ki ferdā rūzī bāşed ki eger ḫāḫīm ki bā kesī nīkūyī konīm netevānīm kerden, ez ʿācizī.” 60 Otuz Altıncı Fasıl İşlerinin Ehli Olan Kullar ve Hizmetkârların Haklarının Teslimi Makbul bir işi yerine getiren hizmetkârların gecikmeden takdir edilerek ödüllendirilmesi gerekir. Diğer kölelerin işlerine gösterdikleri ihtimamı artırmak, suçluları suça tevessülden caydırmak, işleri düzene sokmak için mecbur kaldığından ötürü yahut sehven bir hata eyleyen köle işlediği suçun nispetince cezalandırılması gerekir ve böylece işler yoluna girecektir. Günahın Cezası Rivâyet olunur ki Haşimîlerden bir çocuk sarhoş bir hâlde bir kısım insana dalaşınca babasına şikâyete gelip ondan dert yandılar. Babası onu cezalandırmak isteyince çocuk: “Babacığım, benim bir suçum yok, bir suç eyledimse aklım başımda değil idi; senin şimdi aklın başındayken bana kıyma” dedi. Bu söz babasının gayetle hoşuna gittiği için çocuğunu affetti. Hüserv Perviz ve Bârbud Hurdâdbeh şöyle nakleder: “Sultan Perviz has adamlarından birine kızıp onu zindana atmıştı. Hiç kimse kendisine yaklaşmaya cüret edemiyor iken Mutrip Bârbud ona her gün yemek ve şarap götürüyordu. Durumdan haber alan Pervīz, Bârbud’a: “Benim gazabıma uğrayan birine hangi cüretle kol kanat girersin” dedi. Bârbud: “Sultanım senin ona yaptığın iyilik yanında benimki devede kulak kalır” dedi. Pervīz: “Neymiş o benim yaptığım iyilik?” Bârbud: “Cân, bu benim ona gönderdiklerimden daha iyidir” dedi. Sultan: “Gidebilirsin, onu senin hürmetine bağışladım” dedi. Nûşirevân ve Ceviz Eken Yaşlı Adam Sâsâniler sülalesi, huzurlarında güzel bir söz söyleyen yahut hoşlarına gidecek bir maharet sergileyen kişilere “aferin” demeyi dillerine âdet etmişlerdi. Padişah “aferin” deyince hazinedara derhal o kişiye bin dinar verilmesini emrederdi. Nûşirevân-ı âdil başta olmak üzere, Sâsânī sultanları adâlet, insaniyet ve himmet konularında diğerlerinden çok daha ilerdeydiler. Rivâyet olunur ki günlerden bir gün Nûşirevân-ı âdil maiyetindekilerle birlikte at sırtında ava çıkmış, yolu bir köyün yakınına düşmüş idi. Köyde yaşlı bir adamın bir ceviz fidanı dikmekte olduğunu gördü. Ceviz on yıl ya da yırmı yıl bir süre geçtikten sonra meyvesini veren bir ağaç olduğundan Nûşirevân pek şaşırarak: “Ey ihtiyar, ceviz mi ekiyorsun?” diye 61 sordu. İhtiyar: “Evet Hünkârım” dedi. Nûşirevân: “Ne kadar daha yaşayacaksın da meyvesine yetişeceksin?” diye sordu. İhtiyar: “Efendim, bizden öncekiler ekti biz yedik; biz de ekelim bizden sonrakiler yesinler” dedi. Bu söz Nûşirevân’ın pek hoşuna gidip “aferin” dedikten sonra hazinedarı hemen ihtiyara bin dinar verdi. İhtiyar: “Efendim, hiç kimse bu cevizin meyvesini benden önce yemedi” dedi. Nûşirevân: “Nasıl yani?” diye sordu. İhtiyar: “Eğer ki ben şu cevizi dikmeyeydim, efendimiz buradan geçmeyip kölesinden sual kılmayaydı da bu cevabı işitmeyeydi şu bin dirhemi nereden elde ederdim?” dedi. Nûşirevân iki kere “aferin” deyince hazinedar ihtiyara iki bin dinar daha sundu. Çünkü hükümdarın ağzından iki kez “aferin” çıktı. Me’mûn’un İyiliği Rivâyet olunur ki Halife Me’mûn’a bir gün sarayda, tahtında oturup şikâyetleri dinlerken bir arzuhâl iletildi. Me’mûn bunu derhal veziri Fazl bin Sehl’e vererek: “Bu adamın isteğini derhal yerine getir; çünkü şu felek bir hâl üzere kalmayasıya devreder ve dahi şu zaman hiçbir dosta vefa etmeyesiye hızlı geçer. Bugün fırsat var iken iyilik eyleyelim çünkü yarın acizlik ve çaresizlik dedikleri çetin gün çatar da fırsat kaçar” dedi. 62 Faṣl-ı Çihil ü Düvvūm Ender Maʿnī-yī Ehl-i Sitr ve Sarāy-ı Ḥarem ve Ḥadd-ı Zīr-destān ve Mertebet-i Serān-ı Leşker Nebāyed ki zīr-destān-ı pādişāh zeber-dest gerdend ki ez ān ḫilelhā-yı büzürg tevellüd koned ve pādişāh bī-ferr ü bī-şukūh şeved; ḫaṣṣe-i zenān ki ehl-i sitrend ve kāmil ʿāķl nebāşend ve ġaraż ez īşān gevher-i nesil est ki ber cāy bemāned ve herçē ez īşān aṣil-ter, beh- ter ve şāyeste-ter ve herçē mestūre-ter ve pārsā-ter sutūde ve pesendīde-ter ve her ān gāhī ki zenān-ı pādişāh fermānde gerdend, heme ān fermāyend ki ṣāḥib ġarażanişân1 fermāyend ve şenevānend ve ber ‘eyü’l-ʿayn, çünānki merdān aḥvāl-ı bīrūn peyveste mībīnend, īşān benetevānend dīd. Pes ber mevcib-i gūyendegān ki der pīş-i kār-ı īşān bāşend, çün ḥācibe yā ḫādimī, fermān dehend, lābud, fermānhāy-ı īşān aġleb ber ḫilāf-ı rāstī bāşed ve ez āncā fesād tevellüd koned ve ḥaşmet-i pādişāh rā zīyān dāred ve merdümān der renc oftend ve ḫilel der dīn ve mülk der-āyed ve ḫāste-i merdümān telef şeved ve büzürgān-ı devlet āzürde şevend ve heme-i rūzgārhā, her ān vaķit ki zen-i pādişāh ber pādişāh musallaṭ şode est, cüz rusvāyī ve şerr ü fitne vü fesād ḥāṣıl neyāmede est. Endekī ez īn maʿnī yād konīm tā der besyārī dīdār ofted. Evvel merdī ki fermān-ı zen kerd ve ū rā zīyān dāşt ve der renc ü miḥnet oftad, Ādem būd, ʿaleyhisselām ki fermān-ı Ḥavvā kerd ve gendüm beḫūrd, tā ez beheşt biyoftād ve düvīst sāl mīgerīst tā Ḫüdā-yı teʿālā, ber vey bebeḫşūd ve tövbe-i ū peẕīroft. Dāstān-ı Sīyāvūş Sūdābe (Sūdāve) būd zen-i Keykāvūs ki ber vey musallaṭ şode būd. Çün Keykāvās kes bē Rüstem ferestâd ve Sīyāvūş rā ki pisereş būd ve Rüstem perverde būd ve bē cāy-ı merdān resīde būd, fermūd “Pīş ferest ki merā ārzūy-ı vey mīkoned2.” Rüstem Sīyāvūş rā pīş-i Keykāvūs ferestād. Ve Sīyāvūş seḫt nīkū-rūy būd. Sūdābe ez pes-i perde ū rā brdīd, ber vey fitne geşt3. Keykāvās rā goft: “Sīyāvūş rā befermāy tā der şebistān āyed tā ḫāherāneş ū rā bebīnend.” Keykāvūs goft: “Der şebistān şev ki ḫāherānet dīdār-ı tū ḫāhend.” Sīyāvūş goft: “Fermān-ı ḫüdāvend rāst, velīken īşān der şebistān beh-ter bāşend ve men der eyvān.” Çün der şebistān 1 Ṣāḥib ġarażān-ı īşān rā. 2 Onu görmeyi arzuluyorum. 3 Ona meftūn ve āşık oldu. 63 şüd, Sūdābe ķaṣd-ı ū kerd, ū rā bē ḫīşten bekeşīd bē maʿnī-yi fesād1. Sīyāvūş rā ḫeşm āmed ve ḫīşten rā ez dest-i ū bekend ve ez şebistān bīrūn āmed ve sarāy-ı ḫīş reft. Sūdābe betersīd ki meger ū pīş-i peder begūyed ve goft: “Ān beh ki men pīş-destī konem.” Pīş-i Keykāvūs reft ve goft: “Sīyāvūş ķaṣd-ı men kerd ve der men āvīḫt ve men ez dest-i ū becostem.” Keykāvūs ber Sīyāvūş dil girān kerd ve īn goft u gūy ü vaḥşet bē cāyī resīd ki Sīyāvūş rā goftend: “Tū rā bē āteş2 sevgend bāyed ḫūrd tā dil-i şāh ber tū ḫoş gerded.” Goft: “Fermān-ı şāh rāst. Bē herçē fermāyed īstāde-em3.” Pes çendān hīzüm ber ṣaḥrā nehādend ki nīm ferseng der nīm ferseng begereft ve āteş ender zedend. Çün āteş zūr gereft, Keykāvūs ber bālāy-ı kūhī şod, Sīyāvūş rā goft: “Der āteş rev.” Sīyāveş ber Şebreng neşeste būd. Nām-ı Ḫüdāy bord ve esb rā der āteş cihānīd ve nā- peydā şod. Zamān-ı nīk begüẕeşt, ez āteş bīrūn āmed bē selāmet; çünānki yek tār-ı mūy ber endām-ı ū tebāh neşode būd ve ne ber esb-i ū, bē fermān-ı Ḫüdā-yı ʿazze ve celle. Ve heme-i ḫalķ der şegeft-i ān bemāndend. Ve mūb’bidān ez ān āteş begereftend ve bē āteşkede bordend ve henūz ān āteş zinde est4 ve ber cāy est ki ḥükm kerd bē rāstī. Ve baʿd ez īn ḥükm, Keykāvūs Sīyāvūş rā emīrī-yi Belḫ dād ve āncā ferestād ve Sīyāvūş rā, bē sebeb-i Sūdābe, ez peder dil-āzürde būd5, ve zindegānī bē renc mīgoẕāşt. Der dil kerd ki der velāyet-i Īrān nebāşed ve mīsegālīd ki bē Hindūstān şeved yā Çīn ve mā Çīn. Pīrān Veyse ki ez vezīr ve sipāh-sālār-ı Efrāsyāb būd, ez rāz-ı dil-i Sīyāvūş ḫaber yāft. Ḫīşten rā ber ū ʿarże kerd ve ez Efrāsyāb, bē heme nīkūyī ve derḫāst, ū rā der-peẕīroft ve der ʿuhde şod. Ve goft6: “Ḫāne yekī est ve her dü gevher yekī; ve Efrāsyāb tū rā ez heme-i ferzendān gerāmī-ter dāred ve hergāh ḫāhed ki bā peder dil ḫoş koned ve bē zemīn-i Īrān reved, Efrāsyāb der mīyān reved7 ve bā Keykāvūs veṡīķat-ı herçi muhkem-ter bekoned, āngeh ū rā bē hezār iʿzāz ve ikrām pīş-i peder ferested.” Sīyāvūş ez Belḫ bē Türkistān şod ve Efrāsyāb duḫter-i ḫīş bedū dād ve ū rā gerāmī-ter ez ferzendān-ı ḫīş mīdāşt; tā Gersīvez rā, birāder-i Efrāsyāb, ber ū ḥased āmed ve bedgūyān dest bā ū yekī kerdend ve çārehā kerdend tā Efrāsyāb bā ū bed şod ve ū bī-günāh der Türkistān koşte āmed. Ve şīven der Īrān oftād ve yelān der-āşüftend ve Rüstem ez Sīstān bē ḥażret āmed ve bī-destûr der şebistān-ı Keykāvūs reft ve Sūdābe rā gīsū begereft ve bē der keşīd ve bē şemşir pāre-pāre kerd ve kes rā zehre-i ān nebūd ki ū rā goftī nīk kerdī yā bed. Pes ceng rā8 1 Sevişmek ve fesat işi yapmak. 2 Alevden geçerek. 3 Hazırım. 4 Yanıyor. 5 Sīyāvūş’un gönlü Sūdābe’den ötürü babasından kırgındı. 6 Pīrān Veyse. 7 Vasıta olur, aracı olur, aracılık yapar. 8 Savaş için. 64 mīyān-ı der bestend ve bē kīn ḫāsten-i Sīyāvūş bē Türkistān şodend ve çend sālhā ceng mīkerdend ve çend hezār ser ez her dü cānib borīde şod. Sebeb-i heme, kirdār-ı Sūdābe būd ki ber pādişāh musallaṭ şode būd. Ve hemīşe pādişāhān ve merdān-ı ķavī re’y ṭariķī seporde-end ve çünān zindegānī kerd ki zenān ve vaṣīfetān-ı īşān rā ez dil-i īşān ḫaber nebūde est ve ez bend ü havā ve fermān-ı īşān āzād zīste-end ve musaḫḫar-ı īşān neşode-end, çünānki İskender kerd. İskender ve Dārā Der tārīḫ āmede est ki çün İskender ez Rūm bīyāmed ve Dārāy bin Dārā rā ki melik-i ʿAcem būd, beşekest ve Dārā rā, hem der hazīmet, ḫidmetkārī ez ān-ı ū bekeşt, Dārā duḫterī dāşt seḫt nīkū-rūy, bā-cemāl, bā-kemāl ve ḫāhereş hemçünīn nīkū būd ve çend duḫter ez tuḫmeyī ki der sitr-i ū būdend hemçünīn bā-cemāl būdend, İskender rā goftend: “Ki rā koned ki sūy-ī şebistān-ı Dārā goẕer konī ve ān māhrūyān-ı perī-peykerān rā bīnī, ḫaṣṣ-ı duḫter-i Dārā ki der ḥüsn ü nīkūyī nażīr nedāred.” Ve maķṣūd ez īn suḫan, gūyendegān rā ān būd tā İskender duḫter-i Dārā rā bebīned ve çün merdān-ı īşān rā beşekestīm, nebāyed ki zenān-ı īşān mā rā beşekenend. İcābet nekerd ve der şebistān-ı Dārā nereft. Ve diger ḥadīṡ-i Ḫüsrev ü Şīrīn ü Ferhād, semerī maʿrûf est ki çün Ḫüsrev, Şīrīn rā çünān dūst gereft ve ʿanān-ı havā bē dest-i Şīrīn dād, heme ān kerdī ki ū goftī, lā-cerem, Şīrīn delīr geşt ve bā çün ū pādişāhī meyil bē Ferhād kerd. Büzürgmihr rā pürsīdend: “Sebeb çē būd ki pādişāhi-yi Āl-i Sāsān vīrān geşt ve tū tedbīrger-i ān pādişāh būdī ve imrūz tū rā bē re’y ü tedbīr ü ḫired ü dāneş, der heme-i cihān hemtā nīst?” Goft: “Sebeb-i1 dü çīz: Yekī ānki Āl-i Sāsān ber kārhā-yı büzürg, kārdārān-ı ḫurd ve nādān gümāştend ve diger ānki dāneş rā ve ehl-i dāneş rā düşman dāştendī. Bāyed ki merdān-ı büzürg ve ḫiredmend ḫarīdārī konend ve bē kār dārend ve ser-i kār-ı men bā zenān ve kūdekān oftād ve īn her dü rā ḫired ve dāneş nebāşed ve hergāh ki kār-ı pādişāhī bā zenān ve kûdekān oftad, bedān ki pādişāhī ez ḫāne beḫāhed reft.” Peyġāmber (ṣ.ʿa.) mīgūyed: “Bā zenān der kārhā tedbīr konīd. Ama herçē īşān gūyend çünīn bāyed kerd, bē ḫilāf-ı ān konīd, tā ṣevāb āyed.” Ve lafẓ-ı ḫaber īn est: “Şāviruhunne ve ḫālifuhunne.” Eger īşān tamām ʿaķl būdendī Peyġamber, ʿaleyhisselām, nefermūdī ḫilāf-ı re’y-i īşān reften. 1 Bē sebeb-i... 65 Re’y ve Dāneş-i Zenān Ve der iḫbār āmede est ki çün bīmārī ber Peyġāmber (ṣ.) seḫt şod der āḫir-i ʿahd ve żaʿf-ı ū bē cāyī resīd ki vaķt-i namāz-ı farīże āmed ve yārān der mescid muntażır-ı Peyġāmber neşeste būdend tā namāz-ı farīże bē cemaʿāt begoẕārend ve ū ṭāķat-ı ān nedāşt ki bē mescid āyed ve ʿĀyşa ve Ḥafṣa, raḍyallāhu ʿanhumā, her dü ber bālīn-i Peyġāmber, ʿaleyhisselām, neşeste būdend, ʿĀyşa Peyġāmber rā goft: “Yā Nebīyullāh, vaķt-i namāz est ve tū ṭāķat-ı ān nedārī ki bē mescid revī. Ki rā fermāyī ez yārān tā pīş-namāzī koned?” Goft: “Ebūbekir rā.” Diger bāre goft: “Ki rā fermāyī?” Goft: “Ebūbekir rā.” Diger bāre goft: “Ki rā fermāyī tā pīş- namāzī koned?” Goft: “Ebūbekir rā.” Sāʿatī būd. ʿĀyşa nermek Ḥafṣa rā goft: “Men se-bār goftem, tū yek bār ber īn cümle begūy ki Emirü’l-mū’minīn Ebūbekir merdī tunuk-dil1 est ve tū rā ʿaẓīm dūst dāred ve çün cāygāh-ı tū rā, yaʿnī miḥrāb, ez tū ḫālī bīned, girye ber ū ofted ve ḫīşten negāh netevāned dāşt, namāz ber vey ve ber ķavim tebāh şeved. Ve ʿÖmer merdī ṣelb ve muḥkem-dil est, fermāy tā ū pīşnamāzī koned.” Çün Ḥafṣa bedīn ʿibāret bā Peyġāmber, ʿaleyhisselām, begoft, Peyġāmber, ʿaleyhisselām, goft: “Miṡāl-ı şumā miṡāl-ı Yūsuf ve Kirsufe est. Men ān neḫāhem fermūd ki sumā ḫāhīd, ān ḫāhem fermūd ki ṣevāb ve ṣalaḥ der ān bāşed. Ebūbekir rā begūyīd tā pīş reved ve namāz-ı cemaʿāt koned.” Dāstān-ı Yūsuf ve Kirsufe Gūyend: Der rūzgār-ı Benī-Īsrā’īl fermān çünān būd ki herki çihil sāl ten-i ḫīş rā ez günāh-ı kebāyīr2 negāh dāştī ve rūz rūze dāştī ve namāzhā bē vaķt-i ḫīş begozārdī ve hīçkes rā neyāzordī, se ḥācet-i ū bē nezdīk-i Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, revā būdī ve herçē ḫāstī muyassar geştī. Der ān rūzgār, merdī būd ez Benī-Īsrā’īl, pārsa ve nīk-merd, nām-ı ū Yūsuf ve zenī hemçün ū pārsa ve mestūre, nām-ı ū Kirsufe. Īn Yūsuf ber īn gūne çihil sāl ṭāʿat kerd Ḫüdāy rā ʿazze ve celle ve īn ʿibādet rā bē ser bord ve bā ḫūd endīşīd ki “Eknūn çē çīz ḫāhem ez Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, kesī bāyestī ki bā ū tedbīr kerdemī tā çīzī ḫāste şodī ki beh-ter būdī.” Her çend endīşīd, kes muvāfıķ yādeş neyāmed. Der ḫāne şod. Çeşmeş ber zen oftad, bā dil goft: “Der heme-i cihān merā kesī ez zen-i ḫīş dūst-ter nīst ve cüft-i men est ve māder-i ferzendān-ı men est ve nīkī-yi men nīkī-yi ū bāşed ve merā ez heme-i ḫalķ beh-ter ḫāhed; ṣevāb-ter ki īn tedbīr bā ū konem.” Pes zen rā goft: “Bedān ki men ṭāʿat-ı çihil sāle bē ser bordem ve se ḥācet-i men revāst ve der heme-i cihān merā nīkḫāh-ter ez tū kesī nīst. Çē gūyī? Çē ḫāhem ez Ḫüdā-yı ʿazze ve 1 Yufka yürekli. 2 Çoğul ismi (Kebīre): Büyük. 66 celle?” Zen goft: “Dānī ki merā der heme-i cihān tūyī, ve çeşm-i men bē tū rūşen est ve zenān temāşāgāh ve keştzār-ı merdān bāşend ve dil-i tū hemīşe ez dīdār-ı men ḫürrem bāşed ve ʿayş- ı tū ez ṣohbet-i men ḫoş būved. Ez Hüdā-yı teʿālā, beḫāh tā merā ki cüft-i tū-em, cemālī dehed ki hīç zen rā nedāde est, tā her vaķit ki ez der der-āyī ve merā bā ān ḥüsn ü cemāl bīnī, dil-i tū ḫürrem şeved ve tā mā rā der īn cihān zindegānī bāşed bē hürremī ve şādī bē ser berīm.” Merd rā ḥadīṡ-i zen ḫoş āmed. Duʿā kerd ve goft: “Yā Rab, īn zen-i men rā ḥüsnī ve cemālī deh ki hīç zen rā nedādeyī.” Īzed-i teʿālā, duʿā-yı Yūsuf icābet kerd. Zen-i ū diger rūz, ne ān zen būd ki bē şeb ḫofte būd: Sūratī geşte būd ki hergiz cihānīyān bē nīkûyī-yi ū nedīde būdend. Ve Yūsuf ki ū rā ber ān cemhl bedīd, mutaḥayyır mānd ve ez şādī der pūst nimīgoncīd. Ve īn zen rā her rūz cemāl ü nīkūyī hemī efzūd. Der yek hafta ḥüsn ü cemāl-ı ū bē cāyī resīd ki hīç binende der ū tamām netevānestī negerīsten, hezār bār ez māh ve āfitāb nīkū-ter ve ez ḥūr ü perī laṭīf-ter ve zībā-ter. Ḫaber-i nīkūyī-yi ū der cihān beperāgend. Zenān, ez şehr ü rūstā ve ez dūr-cāyhā, bē neẓāre-i ū hemī āmedend ve bē taʿaccub bāz hemī goftend1. Pes rūzī, īn zen der āyna hemī negerīst ve ān cemāl-ı bē kemāl-ı ḫīş mīdīd ve der nigār-ı ṣurat-ı rūy ü mūy ü leb ü dendān ü çeşm ü ebrū-yı ḫīş temāşā mīkerd, ʿucbā vü kübrā der dil āverd ve menī kerd ve goft. “İmrūz der heme-i cihān çün men kīst ve īn ḥüsn ü cemāl ki merāst ki rāst? Men çē der ḫūrd-ı īn merdekem ki nān-ı ceveyn ḫūred ve ān nīz nīm sīr būved ve ez niʿmet-i dünyevī bahre nedāred ve zindegānī bē seḫtī mīgoẕāred? Men derḫūrd-ı pādişāhān ve ḫüsrevān-ı rūy-ı zemīnem. Eger bīyābend merā der zer ü zīver gīrend.” Ez īn maʿnī, heves ve temennāhā der ser-i īn zen şod ve bī-fermānī ve lecāc ve setīze-kārī pīş-āverd ve sıķt goften ve cefâ kerden ber dest gereft, ver her sāʿat şūy rā goftī: “Men çē der ḫūrd-ı tū bāşem ki tū nān-ı ceveyn çendān nedārī ki sīr buḫūrī!” Se-çihār kūdek-i ṭıfıl dāşt ez īn Yūsuf. Dest ez dāşten2 ve şosten ve ḫūrd ve ḫāb-ı īşān bedāşt ve ez bed-sāzī bē cāyī resīd ki Yūsuf ez ū bē cān āmed ve sutūh şod ve seḫt ender mānd. Rūy bē āsumān kerd ve goft: “Yā Rab, īn zen rā ḫersī gerdān.” Īn zen, der vaķit, hersī geşt ve nekāl şod ve heme rūz der gird-i der ü bām mīgeşt ve hīç ez ān sarāy dūr-ter neşodī, ve heme rūz āb ez çeşm hemī devīdī. Ve īn Yūsuf der dāşten-i kūdekān-ı ḫurd ve īşān rā şosten ve ḫūrānīden ve ḫusbānden çünān der- mānd ki ez ṭāʿat ve peresteş-i Ḫüdā-yı ʿazze ve celle bāz-mhnd ve namāzeş ez vaķit mīşod3. Diger bāre der-mānd ve ʿāciz şüd. Żarūreteş bedān āverd ki rūy bē āsumān kerd ve dest berdāşt4 ve goft: “Yā Rab, īn ḫers-geşte rā zenī gerdān, çünānki būd ve dil-i ķaniʿeş bedeh tā 1 Bir birine söylediler, aktardılar. 2 Bakım. 3 Kaza oluyordu. 4 Ellerini gökyüzüne kaldırdı. 67 ber ser-i īn kūdekān-ı ḫurd mībāşed ve tīmār-ı īşān mīdāred, çünānki mīdāşt, tā men-i bende bē ʿibādet-i tū Ḫüdā-yı kerīm meşġūl gerdem.” Derḥāl īn zen, hemçünān ki būd, zenī geşt ve bē tīmār-ı kūdekān meşġūl geşt ve hergiz ez īn ḥāl yād neyāverd ve pendāşt ki ānçē dīde est der ḫāb dīde est ve çihil sāl ʿibādet-i Yūsuf hebā’-yı menṡūr şod ve ḥabṭa geşt bē sebeb-i havā ve tedbīr-i zen. Ve baʿd ez īşān, īn ḥarekāt miṡālī geşt der cihān, tā nīz kesī bē fermān-ı zen kārī nekoned. Ve Me’mūn-i ḫalife rūzī goft: “Hergiz hīç pādişāh mebād ki ehl-i sitr rā ruḫsat dehed ki der maʿnī-yi memleket ve leşker ve ḫazīne ve sīyāset bā pādişāh suḫan gūyend ve der ān müdāḫelet konend veyā kesī rā bē ḥimāyet gīrend ki çün icāzet bīyābend ki bē goftār-ı īşān, yekī rā pādişāh ber-kişed ve yekī rā sīyāset fermāyed ve yekī rā ʿamel dehed ve yekī rā maʿzūl koned, nāçār merdümān bē yek-bār rūy bē dergāh-ı īşān nehend ve ḥacethā ḫāsten bedīşān ber-dārend, ez ānçē1 mer īşān rā zūd-ter bē dest-i tevān āverden. Ve çün īşān raġbet-i merdüm bīnend ve der sarāy ez leşker ü reʿāyā enbūh bīnend, temennāhā-yı muḥāl konend ve tedbīrhā- yı fāsid ber dest gīrend ve merdüm-i bed ve bed-kīş zūd bedīşān rāh yābend, tā ne bes-i rūzgār, ḥaşmet-i pādişāh beşeved ve ḥürmet ü revnaķ-ı dergāh ve dīvān bereved ve pādişāh rā ḫater nebāşed ve ez eṭrāf melāmethā resed ve memleket der iżṭırāb ofted ve vezīr rā temkīn nebāşed ve sipāh āzorde şevend.” Pes tedbīr-i īn kār çīst tā ez heme ġam reste bāşed? Pādişāh rā hemān bāyed kerd ki ʿādet refte est ve pādişāhān-ı büzürg ve ķavī re’y kerde-end ve Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, fermūde est: “Erricālu ķavvāmīne ʿalennesā’2” mīgūyed: Merdān rā ber zenān gümāştem tā īşān rā mīdārend. Eger īşān ḫīşten betevānestendī dāşten, merdān rā ber ser-i īşān negümāştī. Pes herki zenān rā ber merdān gümāred, her ḫatāyī ve nā-sezāyī ki pedīdār āyed, cürm-i ān kes rā bāşed ki īn ruḫṣat dād ve ʿādet begerdānīd. Ve Keyḫüsrev çünīn goft: “Her ān pādişāhī ki ḫāhed tā ḫāne-i ū ber cāy bemāned ve memleket-i ū bīrān neşeved ve şukûh ve ḥaşmet-i ū ber zemīn neyoften, ehl-i sitr-i ḫīş rā negoẕāred ve ruḫṣat nedehed ki der maʿnī-yi zīr-destān ve çākerān-ı ḫīş suḫan gūyed veyā ber vekīlān ve ʿummāl ve iķṭāʿ-ı ḥīş fermān dehed, tā ʿādet-i ķadīm rā nigeh dāşte bāşed ve ez heme-i endīşehā reste būd.” Ve Emirü’l-mū’minīn ʿÖmer-i Ḫaṭṭāb, raḍyallāhu ʿanhu, goft: “Suḫan-ı ehl-i sitr hemçün īşān ʿūret est, çünānki īşān rā ber-melā neşāyed nemūden, suḫan-ı īşān hem neşāyed goften ber-melā.” 1 Çünkü, zirâ. 2 Bkz. Kur’an-ı kerim, Nisâ sûresi, 34. ayeti. 68 Īn ķadar ki yād kerde şod ender īn maʿnī besende bāşed ve der besyār-ı diger dīdār ofted ve bedānend ki maṣlaḥat ender īn bāşed. Der Maʿnī-yi Zīr-destān Ḫüdā-yı ʿazze ve celle, pādişāh rā zeber-dest-i heme-i merdümān āferīde est ve cihānīyān zīr-dest-i ū bāşend ve nān-pāre ve büzürgī ez ū dārend. Bāyed ki īşān rā çünān dāred ki hemīşe ḫīşten-şinās bāşend ve ḥalķa-yı bendegī ez gūş bīrūn nekonend ve kemer-i ṭāʿat ez mīyān negoşāyend ve her vaķit īşān rā bā īşān mīnemāyend bē zeştī ve nīkūyī, tā ḫīşten rā ferāmūş nekonend ve resen-i firāḫ negoẕārend tā herçi ḫāhend konend ve endāze ve maḥall-ı her yekī mīdānend ve ez aḥvāl-ı her yekī ber-resīde mīdārend, tā pāy ez ḫaṭṭ-ı fermān netevānend borden ve cüz ān nekonend ki miṡāl yāfte-end. Çünānki Büzürgmihr-i Baḫtigān1 rūzī Nūşīrevān-ı ʿĀdil rā goft ki “Vilāyet melik rāst ve melik vilāyet bē leşker dāde est ne merdüm-i vilāyet rā. Ve leşker rā ber vilāyet-i melik mihribānī nebāşed ve ber merdüm-i vilāyet raḥmet ve şefķat nedārend: Heme der ān bāşend ki kīse-i ḫīş rā pür-i zer konend, ġam-ı bīrānī-yi vilāyet ve dervīşī-yi raʿiyyet neḫūrend. Ve hergāh ki leşker rā der vilāyet zeḫm ve bend ve zindān ve dest-i ġaṣb ve cināyet ve ʿazl ve tevelīyyet bāşed, āngāh çē farķ bāşed mīyān-ı melik ve īşān ki hemīşe īn kār-ı mulūk būde est ne kār-ı leşker; rıża nedāde-end ki leşker rā īn ķudret ve temkīn bāşed. Ve der heme-i rūzgār-ı pādişāhān, tāc-ı zerrīn ve rekāb-ı zerrīn ve taḫt ü sikke cüz pādişāh rā nebūde est.” Ve diger goft: “Eğer melik ḫāhed ki ū rā ber heme-i melikān fażl ve faḫr bāşed, aḫlāk-ı hīş rā muhaẕẕab ve ārāste gerdāned.” Goft: “Çēgūne konem?” Goft: “Ḫaṣlethā-yı bed ez enderūn-i ḫīş dūr koned ve ḫaṣlethā-yı nīk rā begīred ve kār bend bāşed.” Goft: “Kudām est ḫaṣlethā-yı bed?” Goft: “Īn est: Ḥuķķa, ḥased, kibir, ġażab, şehvet, ḥırṣ, emel, lecāc, durūġ, buḫl, ḫūy-i bed, ẓulüm, ḫūd-kāmegī, şetāb-zedegī, nā-sipāsī, sebuk-sārī. Ḫaṣlethā-yı nīk: Ḥayā, nīkḫūyī, ḥilm, ʿafv, tevāżuʿ, siḫāvet, rāstī, ṣabır, şükür, raḥmet, ʿilim, ʿakıl, ʿadl. Herki kār-bend-i īn ḫaṣlethā bāşed, tertīb-i heme-i kārhā bedāned dād ve ū rā der dāşten-i zīr-destān ve der aḥvāl-ı memleket bē hīç muşīrī ve mudabbirī ḥācet nebāşed.” 1 Baḫtek oğlu Büzürgmihr. 69 Kırk İkinci Fasıl Tesettür Ehli, Harem Dairesi, Padişahın İdâresi Altındakiler ve Komutanların Tanzimi Büyük zararlara yol açacağından ve padişahın haşmet ve şanına halel getireceğinden ötürü hükümdarın astları üst yapmaması lazımdır. Bunlar özellikle ehl-i tesettür olup akılları bu işlere ermeyen kadınlardır. Zirâ bunlar nezih bir neslin devamı için vardırlar. Bu yüzden, bulundukları yerde durmalıdırlar. Onların övgüye en çok yaraşanları asil ve liyakatlı, örtülü ve takvâlı olanlarıdır. Dizgini ellerine geçiren padişahın kadınları erkeklerin her zaman dışarıda bizzât gözleriyle gördükleri gibi hâdiselere tanık olamayacakları için kötü maksatlı kişilerden duydukları gibi yahut hâcibe ve hâdimin söylediklerini göz önüne alarak emirlerde bulunurlar. Böylece verdikleri emirler çoğunlukla hakikate ters düşünce kargaşa zuhur eder ve padişahın da itibarı zedelenip halk sıkıntıya düşer, memleket ve din işlerinde aksamalar meydana gelir, halkın ve reâyânın malı zayi olur, devlet erkânının dirlik ve düzeni bozulur. Tarihin bütün devirlerinde hükümdarın karısı hükümdara egemen olduğunda rezâlet, şer, fitne ve fesattan başka bir şey ele geçmemiştir. Bir parça bu konu üzerinde mütalaa edelim. Kadın aklına uyup ona itibar ettiği için nice meşakkat ve zahmete düşen ilk insan, Havva’nın emirini dinleyip buğday yiyerek cenetten çıkarılan Âdem aleyhisselam idi. İki yüz yıl gözyaşları içinde tövbeler ettikten sonra Allah azze ve celle tövbesini kabul edip onu bağışladı. Siyâvûş’un Hikâyesi Rivâyet olunur ki Keykâvûs’un Sûdâbe adlı bir karısı vardı. Bu kadının Keykâvûs’a nazı ve hükmü geçerdi. Keykâvûs Rüstem’e, terbiyesi altında büyüyen oğlu Siyâvûş’u özlediği ve onu görmek için kendilerine göndermesini talep eden bir ulak yolladı. Rüstem, Siyâvûş’u Keykâvûs’a yolladı. Siyâvûş’un yüzü güzelleşmiş, gayetle yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Siyâvûş geldiğinde Sûdâbe onu perdenin ardından görüverince içi geçerek ona gönlünü kaptırdı. Sûdâbe Keykâvûs’a: “Siyâvûş’a söyle kız kardeşlerinin kendisini görmeleri için şebistâna kadar gelsin, ona pek iştiyak duymaktalar” dedi. Bunun üzerine Keykâvûs da Siyâvûş’a şebistâna kadar gitmesini, kız kardeşlerinin kendisini görmek istediklerini söyledi. Siyâvûş: “Emriniz başım üstüne lâkin onların şebistânda bendenizin eyvânda kalması daha makuldür” dedi. Keykâvûs “Şebistâna git” deyince, Siyâvûş şebistâna girer girmez babsının karısı Sûdâbe üstüne atlyarak ona sarkmaya başladı. Siyâvûş bu durumdan son derece rahatsız 70 olarak kendisini güçbelâ şebistândan dışarı atıp kendi sarayına vardı. Siyâvûş’un babasını olan bitenden haberdar kılacağından etekleri tutuşan Sûdâbe elini çabuk tutarak Keykâvûs’un huzuruna gitti ve: “Siyâvûş’un bana saldırdığını bilmiyor musun? Bana asıldı, kendimi elinden zor kurtardım. Öz evladının böyle şeyler yapması hoş mu?” dedi. Bu sözler Keykâvûs’un pek ağrına gitti. Öyle ki, söylentiler ve şayialar çalkalanmaya başlayınca Siyâvûş’a, “Ancak ateş üstünden atlar ve de ateş seni yakmazsa temize çıkarsın” dediler. Siyâvûş, “Emir sultanın emridir” dedi. Bunun üzerine sahranın dörtte birine odunlar yığıp ateş yakarak Siyâvûş’a: “Şimdi ateşe doğru ilerle!” dediler. Siyâvûş gece karası bir ata binerek Tanrı’nın adıyla ateşe ilerleyip gözden kayboldu. Bir süre geçtikten sonra Tanrı azze ve cellenin inâyetiyle ateşin bir ucundan ne kendisinin ne de atının bir kılı zarar görmemiş bir şekilde sağ salim çıkıverdi. Bu işe şaşırıp kalan halk Siyâvûş’un masum olduğuna kanaat getirdiler. Hakikati ortaya çıkardığı için söz konusu ateş hâlâ yerli yerinde yanmaktadır. Keykâvûs Siyâvûş’a Belh emirliğini vererek onu oraya yolladı. Bu arada Sûdâbe olayı yüzünden babasına hâlâ kırgın olan Siyâvûş çok zor zamanlar geçirmekteydi. İran’da bulunmak istemiyor ve kafasında Hindistan’a ya da tâ Çin ve Çin’in ötesine gitmeyi tasarlıyordu. Onun babasına kırgın olduğundan haberdar olan Efrasyâb’ın vezir ve sipah-sâlârı olan Pirân-ı veyse kendisini Siyâvûş’a takdim etti. Efrasyâb nâmına ihsanlarda bulundu ve Siyâvûş bunları kabul etti. Aralarında ahitleştiler ve ona şöyle dedi: “Hânedan bir cevher de bir.” Efrasyâb ona öz evlatlarından daha fazla itibar etti. Her ne zaman babasına karşı kalbi yumuşarsa İran topraklarına dönebileceğini, bunların kendisine kaldığını söyledi. Efrasyâb da vasıta olur, sağlam bir anlaşma yapar ve onu binlerle ihtişam ve izzet ve ikramlarla memleketine yollar. Daha sonra Siyâvûş Belh’ten Türkistân’a geçti. Efrasyâb Siyâvûş’a kızını vererek onu öz oğullarından daha makbul ve daha aziz bir makama getirdi. Siyâvûş’un bu durumunu kıskanan Efrasyâb’ın kardeşi Gersivez müfterilerle el ele verip masum olan Siyâvûş’un canına kıydılar. İran ülkesini kara bir yâs bürüdü savaşçı yiğitler ayaklandı ve Rüstem tâ Sistân’dan şahın sarayına varıp şebistâna destursuz daldı; Keykâvûs’un karısı Sûdâbe’yi saçlarından tutup sürüyerek kılıçla lime lime eyledi. Hiç kimsede Rüstem’e tek laf edecek yürek yoktu. Savaşçılar kılıç kuşanıp Siyâvûş’un intikamını almak için Türkistân’a yürüdü. Yıllarca süren savaşlar boyunca iki taraftan nice binlerle kişi canından oldu. Bütün bunlar şaha tahakküm eden Sûdâbe denen bir kadının yüzünden olmuştu. Padişah ve kudretli adamların tümü kendilerine, içlerinin kan ağladığından kadınlarının haberleri olmayacak bir yolu benimsemişlerdir. Böylece kadınların arzu ve emirlerinden âzât bir şekilde ömür sürmüş ve tıpkı İskender gibi onlara hükmetmişlerdir. 71 İskender ve Dârâ Tarihte şöyle anlatılır: “İskender Rûm’dan gelip Acem sultanı Dârâ bin Dârâ’yı bozguna uğrattığı vakit, Dârâ mağlup olup kaçar iken bir hizmetkâr-ı hassı tarafından öldürülmüştü. Dârâ’nın güzellikte eşi bulunmaz dilberler dilberi bir kızı vardı. Ayrıca güzel bir kardeşi de vardı. Dârâ’nın soyundan olan başka güzel kızları da vardı. İskender’e: “Dârâ’nın şebistânına bir uğrayıp oradaki âlemin ay parçalarını, özellikle iffetli mi iffetli, güzellikte ve cemâlde dünyada bir eşi benzeri bulunmayan Dârâ’nın kızını görmek istemez miydiniz?” diye teklifte bulundular. Bunu söyleyen kişi kafasında İskender’in kızı gördüğünde hoşuna gidip onunla evlenmesini kuruyordu. İskender: “Erkeklerini yendik; kadınlarına yenilmeyelim!” cevabıyla buna teveccüh etmeyerek Dârâ’nın şebistânına gitmedi. Başka bir vaka da meşhur Hüsrev, Şirin ve Ferhad hikâyesidir. Şirin Hüsrev’e gönlünü kaptırıp sırsıklam âşık oluverince aşkın dizginleri Şirin’in eline geçti. Böylece Hüsrev Şirin’in her dediğini yapmak durumunaydı. Derken Şirin iyiden cesaretlenince onca şahlık ve yakışıklılığına rağmen Hüsrev’i bırakıp Ferhad’a gönül verdi. Büzürgmihr’e, “Tüm cihanda senin gibi ilimli ve bilgili olan eşi benzeri bulunmaz bir siyâsetçiye sahip oldukları hâlde Sâsâni hânedanının yıkılmasının hikmeti ne idi?” diye sordular. Büzürgmihr dedi: “Âl-i Sâsân iki sebep yüzünden yıkıldı. Birisi Sâsâni sülâlesi büyük işleri ehil olmayan ve câhil kimselere tevdi etmekteydiler. İkincisi de akıllı, uyanık ve âlim insanlar satın almıyorlardı. Bunun neticesi olarak benim işim gücüm kadın ve çoluk çocuklara kalmıştı. Bu iki tayfada ne akıl ne fikir bulunduğu için söz de dinlemez olurlar. İşte bunlardan ötürü hükümdarlık meseleleri kadın ve çocuklara kaldığı gün bil ki o hânedanın sonu yakındır ve böylesi saltanatta istikrar olmaz.” Peygâmber aleyhisselam şöyle buyurur: “İşlerinizde kadınlarla istişare ediniz; doğru yapmak için onlar işin nasıl yapılması gerektiğini söylüyorlarsa tam tersini yapınız.” Eğer kadınların aklı tam olsaydı peygâmber alyehisselam onların dediklerinin aksi istikamette hareket ediniz buyurmazlardı. Kadınların Düşünce ve Bilgisi Hadiste şöyle geçmiştir; Peygâmber aleyhisselam hastalığı şiddetlenip son nefeslerini aldıklarında namaz vakti gelmiş, geçmek üzereydi. Sahabe mescidde peygâmberin gelip cemaate iştiraki için uzun süredir beklemekteydi, ancak o mescide varmaya takati yoktu. Ayşa ve Hafsa radyallâhu anhuma her ikisi peygâmberin yastığı ucunda oturmaktaydılar. Ayşa, peygâmbere: “Ey Allah’ın nebisi, namaz vakti geldi geçiyor. Mescide gitmeye mecaliniz yoktur. Ashabınızdan imamlık yapması için kimi emredersiniz?” dedi. Peygâmber: “Ebubekir 72 kıldırsın” dedi. Yine sordu: “Kimi emredersiniz?” Peygâmber: “Ebubekir” dedi. Yine de “Kimi imamlık için emredersiniz?” sordu. Peygâmber: “Ebubekir” dedi. Biraz geçmişti ki Ayşa Hafsa’ya, “Ben üç defa sordum, bir de sen sor bakayım. Zirâ Ebubekir sana aşırı muhabbeti olan yufka yürekli biridir. Seni mihrapta görmeyince kendisini tutamayıp ağlamaya başlarsa hem kendi hem cemaatin namazı bozulmuş olur. Ömer ise daha soğukkanlı ve çatal yürektir. Emret de Ömer kıldırıversin” dedi. Hafsa da peygâmber aleyhisselama bu minvalde konuştu. Peygâmber aleyhisselam: “Sizin durumunuz Yûsuf ve Kirsufe’nin hâli gibidir. Sizin talep ettiğinizi değil, münasip ve doğru olanı emredeceğim. Ebubekir’e söyleyin öne geçsin ve cemaate namazı kıldırsın” dedi. Yûsuf ve Kirsufe Hikâyesi Rivâyet olunur ki Beni İsrail devrinde şöyle bir kanun vardı: “40 yıl boyunca bedenini büyük günahlardan sakınıp gündüzleri oruç tutarak gecelerini ibâdetle geçirenlerin Allah üç hâcetini giderir ve her ne dilerlerse yerine getirilirdi. İşte o devirde Beni İsrail’den takvalı ve salih kullardan Yûsuf adlı biri var idi. Bu Yûsuf’un yine kendisi gibi dindar ve iffetli Kirsufe adlı bir karısı var idi. Yûsuf bu şekilde 40 yılını Allah’a ibâdetle geçirmişti. Kendi kendisine: “Şu hâlde yerine getirmesi için Allah’tan ne dilek dileyeyim? İstediğim şeyin daha makbul olması için bana kendisine danışacak bir arkadaş lazım” dedi. O kadar kafa yormasına rağmen aklına hiç kimse gelmedi. Derken evine döndü ve “Şu dünyada karımdan daha aziz kimsem yoktur. Benim eşim ve çocuklarımın anasıdır. Benim sağlığım onun sağlığıdır. En iyisi onunla bir istişare edeyim” dedi. Daha sonra karısına: “Bak, ben 40 yıllık ibâdetimi bitirdiğim için benim üç hâcetim Allah katında karşılanacaktır, şu dünyada benim iyiliğimi senden daha çok isteyen bulunmaz. Ne dersin? Allah’tan ne dileyeyim?” diye sordu. Kadın: “Şu cihanda sen iki gözümün nurusun! Ve kadınlar erkeklerin temaşagâh ve tarlasıdır. Gönlün beni görünce şâd olur, dirlik düzenin ve keyfin benimle yerine gelir, benim bir ömür sürmem senin de neşeyle hayatını idâme ettirmen için kapıdan içeri her girdiğinde güzelliğim ve cazibemle için bir hoş olsun diye Allah’tan bana şu dünyada kimseciğe bağışlamadığı bir güzellik ihsan etmesini iste” dedi. Kadının bu sözleri adamın hoşuna gittiği için “Ya Rabbi, şu karıma dünyada kimseye vermediğin bir güzellik ihsan et” diye dua etti. Allah onun duasını kabul etti. Sabahleyin uyandıklarında geceliği içinde kadın hiç kimsenin daha güzeline şahit olmadığı bambaşka birine dönüşmüştü. Yûsuf karısını o güzellikte görünce hayranlıktan dona kalmıştı. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Kadın günbegün daha da güzelleşiyordu. Bir hafta içinde kadın kimsenin 73 bakamayacağı kadar güzel bir hale bürünmüştü. Uzak şehirlerden kadının güzelliğini seyretmek için gelen kadınlar hayralıklar içinde dönüyorlardı. Kadın bir gün aynada dudaklarını, dişlerini, gözlerini ve kaşlarını seyrediyor, kendi güzelliğinin görkem ve zerafetini izliyorken böbürlenip şişinmeye başlayarak gurura kapılıp, “Şu bendeki güzellik cihanda kimde varmış? Ben dünya nimetlerinden nasiplenmemiş, arpa ekmeğine talim eden şu çulsuz herife mi kalmışım ki hayatın böyle sıkıntı ve sefâlet ile geçsin! Ben cihan hükümdarlarına, Keyhüsrevlerine yakışırım. Zaten beni gördüklerinde altınlarla mücevherle boğarlar, nâz ü işvemle beni el üstünde tutarlar!” gibi kafasında epeyce ham hayaller kurdu. Ardından uyumsuz bir çift olduklarına, eşinin geçimsiz olduğuna kendi kendisini inandırarak itaatsiz ve huysuzlaşmaya başladı. Kocasına her daim: “Ben sana mı kalacaktım? Senin karnın doyuracak bir arpa ekmeğin bile yok” diyordu. Yûsuf’un dört çocuğu var idi ama çocuklardan ilgi ve alakayı tamamen kesmiş onların ve evin dertlerini umursamıyordu. O kadar huysuzlaşmıştı ki Yûsuf ne yapacağını şaşırmıştı. Çocuklarıyla nice zorluklara göğüs geriyor, ibâdet ve vazifelerini yerine getirmeye yetişemiyordu. Ardından yüzünü göğe çevirerek: “Ya Rabbi, şu kadını bir ayıya çevir” diye dua etti. Allah derhâl duasını kabul ederek kadını insanların baktığında ürpereceği bir ayıya çevirdi. Kadın ayıya dönüştüğü için Yûsuf onu evden kovmuştu fakat kadın evden bir yere kımıldamıyor, Yûsuf’un evinde dolanıp duruyor, bir yere ayrılmıyordu. Sabahtan akşama kadar gözyaşları içinde çocukların ayaklarına kapanıyor, yalvarıyordu. Bir süre böyle geçti. Yûsuf çocuklarıyla ne yapacağını şaşırınca dertten gitgide kendisini Allah’a namaz ve ibâdete veremiyordu. Birçok namazın vaktini kaçırıyor ve Yûsuf bundan esefler ederek aciz kalakılıyordu. Üçüncü kez yüzünü göğe çevirerek, “Ya Rabbi, şu ayıya dönmüş kadını ilk durumuna, önceden olduğu gibi yaparak bu kulun sana ibâdetle meşgul olsun o da küçük yavrularının başında dursun diye onu kanaat sahibi kıl!” diye dua etti. Allah onun bu duasını kabul eyleyerek kadını ilk hâline çevirdikten sonra kadın eski ilgi ve alakayla çocuklarına bakmaya, Yûsuf da ibâdet ve dua ile meşgul olmaya başladı. Karısıyla istişare eylediğinden ötürü bu şekilde 40 yıl hebâ ve telef oldu ve kendilerinden sonra bu kıssa kimsenin kadınlara danışmaması ve kadın kısmını Allah’ın özünde eğri olarak yarattığının bilinmesi için cihanda dilden dile aktarıldı. Halife Me’mun şöyle dedi: “Halk onları daha kolay avuçlarının içine alabileceklerinden bunu fırsat bilip kapılarını aşındırarak ihtiyaçlarını ve akla hayale gelmeyen taleplerini kendilerine götüreceğinden kendilerinin de yanlış yollar tuttaracağından dolayı hiçbir hükümdar kadınların aklına uyarak herhangi bir kimseyi himâye, terfi ya da birisini cezalandırmamış, kati surette memleket, ordu, hazine, siyâset hususlarında kendisine bir fikir beyan edip müdahelede bulunmasına hiçbir hükümdar ehl-i tesettüre müsaade buyurmamıştır. 74 Nihâyeten sapkın dinli insanlar kendilerine sokulurlar ve çok geçmeden komşu halkların kınamaları duyulmaya başlar, padişahın can ve saltanatı tehlike altına girerek şanına halel gelir; dergâhın itibarı zedelenip istikrarı bozulur. Böylece memleket perişan hâlde çalkalanır, vezirde kararlılık kalmaz ve ordu harap olur. O zaman bu kadar kederden kurtulmanın yolu nedir? Hükümdarın kadim padişahların töresini uygulaması gerekir. Zirâ Allah Kur’an’da: “Erkekleri onları koruyup gözetsinler diye kadınlar üzerine hâkim kıldık” buyurur. Zirâ kadınların kendileri eğer kendilerini idâre edebilseydiler erkeklere böylesi bir vazife verilmezdi. Meydana gelen yanlış ve aksaklıktan, kendisi üzerinde kadınların egemenlik kurmasına müsaade eden kimse sorumludur. Kezâ Keyhüsrev de şöyle der: “Hânedanının istikrarlı ve sağlam kalmasını, memleketinin harap ve virân olmamasını, kendi itibar ve haşmetinin yeryüzünden silinmemesini isteyen bir hükümdar ehl-i haremine kendi idâresi altındakiler ve kendi vekil ve iktalarından başka hiç kimseye emirde bulunmalarına müsaade buyurmayarak kadim töreye sâdık kalmadılar. Bu sâyede hiç darda kalmaz ve hiç bir sorunla karşılaşamaz.” Ömer bin Hattab der ki: “Kadınların sözleri mahremdir. Kadınları uluorta, alenen göstermek nasıl yakışıksız ise, onların sözlerini de açıktan açığa dillendirmek olmaz.” Bu hususta bu kadar kelâm etmek kâfidir ve birçok meseleyi de aydınlatacağından ötürü kendisinde çok faydaların olduğu görülecektşr. İdâre Altındakilerle İlgili Allah, hükümdarları insanlara hâkim bir yaratışla yaratmıştır. Cümle âlem halkı onun idâresi altındadır ve nân-pâre ile yüceliklerini ona borçludurlar. Hükümdar herkese kendisinin ne ettiğini bilecek, iyilik ve kabahatinin farkına varacak, kulaklarındaki kölelik küpesini çıkarmayacak, kuşandığı itaat kemerini çözmeyecek, nasıl göründüklerini onlara gösterecek, keyiflerince hareket edecek kadar iplerini salmayacak bir usulde davranmalı; her birisinin kabiliyet ve makamını bilerek emrine mugayir hareket edemesinler diye hâl ve hatırlarını devamlı surette soruşturmalıdır. Nitekim bir gün hâkim Büzürgmir Nûşirevan Âdil’e şöyle dedi: “Şah, vilâyet halkını değil kendisine ait olan vilâyeti orduya sunmuştur. Orduda vatan ve millet sevgisi olmasaydı daima kendi cebini doldurma yollarını arar, vilâyetin harap ve halkın yoksul düşmesini umursamazdı. Vilâyette yaralama, tevkif, hapis, hiddet, cürm, görevden alma, tayin hususlarında ordu iktidarı eline geçirdiği vakit hükümdar ile ordu arasında ne fark kalır? Oysa hiçbir vakit ordu bu kudret ve nüfuzu elinde bulundurmamış bu işleri daima hükümdarlar icra etmiştir. Altın taç, altın üzengi, altın kadeh, taht ve sikkeye hiçbir devirde hükümdarlar 75 dışında hiç kimse sahip olmamıştır” diye devam etti: “Hükümdar diğer hükümdarlardan daha şerefli ve itibarlı olmak dilerse kendi ahlâkını iyi hasretlerle donatıp süslemelidir.” Nûşirevân: “Ne yapmam lazım?” dedi. Büzürgmihr: “İyi meziyetleri kendinde toplayıp, kötü hasletleri kendinen uzak kılarak işlere koyulur.” Nûşirevân: “Kötü hasletler hangileridir?” dedi. Büzürgmihr: “Kıskançlık, yalan, kibir, öfke, şehvet, hırs, boş hevesler, inat, cimrilik, kötü huy, zulüm, bencillik, acelecilik, nankörlük, ahmaklık. İyi meziyetler ise: Hayâ, iyi ahlâk, hilm, bağışlamak, kerem, tevazu, cömertlik, doğruluk, sabır, şükür, rahmet, ilim, akıl ve adâlet. Bunlara tabi olup icra eden padişah eli altındakilerin gönlünü hoş tutmayı ve memleket meselelerine ilişkin konularda istişare edecek bir kimseye yahut ayrıca bir kılavuza ihtiyaç duymaz.” 76 İkinci Bölüm KABUSNÂME I. KİTABIN TELİF SEBESİ Unsuru’l-meali Keykâvûs b. İskender ölüm yaşı olarak da bilinen 63 yaşındayken Gilânşah adlı oğlunu öğütmek amacıyla 44 bölümde yazdığı Kabusnâme’yi telif eder. Muhammed Taki Bahar şuna inanıyor ki bu kitabı eski medeniyetteki ulusal hayat, hayat ilmi ve hayat emri gibi konuları tespit etmek üzere Moğol istilası öncesindeki İslâm medeniyetine ait etmemiz gerekiyor. Cüretle diyebiliriz ki Kabusnâme’yi baştan sona kadar okuyan kimse, manevi açıdan bir değişikliğe uğrayıp üstünlüğe varır. Keykâvûs da telif amacı olarak oğlunun imâreti koruyabilmesi ve başka işlerin ızdırabından uzak durmasını gütmüştür. Bu kitapta da oğlunun terbiyesi için leşker hazırlamak, ülke yönetimi, zamânenin revâçta olan ilim ve fenlerini ve sosyal hayat gibi tüm rusumatı göz önünde tutarak tasvir etmiştir. Bu eser Türklerin hüküm sürdüğü süreçte İran yöresinin beşinci yüzyıldaki kültür, edeb, örf ve âdetlerini rengâreng konularla değerli bir biçimde içermektedir. II. UNSURU’L-MEALİ’NİN HAYATI Asıl adı Keykâvûs b. İskender b. Kabus b. Vuşmgir b. Ziyâr olan Unsuru’l-meali; Âl-i Ziyâr’ın emirlerindendi. Bu hânedan İran asıllı olup h.316-434/MS.928-1042 yılları arasında İran’ın bazı bölgelerinde hükümdarlık yapmışlardır. Daha sonra Selçuklular, saltanatı ele geçirerek Teberistân’ın küçük bir bölgesinde mahallî bir iktidar ve emirlik şeklinde yaşamlarını sürdürmüşler. Unsuru’l-meali de babası Keykâvûs gibi müstakil bir hükümete sahip değildi ve Teberistân ve Gürgân (Cürcân) yörelerinin küçük bir bölgesinde emirliğini sürdürüyordu. Eşi; Gazneli Sultan Mahmud’un kızı olduğu için onun nezdinde sekiz yıl has nedim olarak görev yapmıştı. Ömrünün bir kısmını da Hindistân ve Rûmların bölgesinde geçirdi. Unsuru’l-meali, Kabusnâme’yi oğlu Gilânşah’a hitaben öğüt amacıyla yazmıştır. O, çocukluktan beri babasının sâyesinde emirzâdelerin gördüğü tüm özel eğitimleri almıştı. Ata binmekten başka okçuluk ve yüzmeyi de en iyi hocalardan öğrenmişti. Bu yüzden yazarlık konusundaki yeteneği dışında, eserin tüm 44 bölümünde ülke idâresi, savaş taktikleri ve ata binmek koşullarından tâ edebiyat, tıp, astronomi, musîki, ticaret vb. konularla ilgili bilgi paylaşıyor. Kitabın hemen hemen her bölümünü okuyarak yazarın sadakatını, aydınlığını ve hayırseverliğini anlamak zor değildir. 77 Unsuru’l-meali’nin aynı zamanda şiir söyleme yeteneği de varmış. Nitekim Kabusnâme’nin bir çok yerinde onun şiirlerine rastlanmak kaçınılmaz hâle gelmiştir. Aynı yöntemi yıllar sonra Şirâzlı Saadi Gülistân adlı eserinde kullandı. Ancak Unsuru’l-meali’nin şiirleri güzellik, akıcılık ve duygu zenginliği açısından Saadi’nin şiirleri kadar zengin değildir. Unsuru’l-meali’yi yakinen Müslüman ve ehl-i sünnet nitelendirbiliriz. O, tövbe ederek İslâm dinine daha bağımlı olup Kabusnâme’nin birçok yerinde Hz. Muhammed’in söylediği âyetleri, hadisleri ve sözlerini aktarıyor. Unsuru’l-meali; bilmili, gerçekleri gören, orta çizgide hareket eden, halkı tanıyan, bireysel ve toplumsal psikolojisine hâkim olan, politikacı, vizyonlu, düşünceli, merhametli ve iktidarlı bir insanmış. O; h.475/MS.1042 yılında 63 yaşındayken hayata veda etti. III. UNSURU’L-MEALİ’NİN DİĞER ESERLERİ Yazarın Kabusnâme adlı eserinden başka bir eseri bulunmamaktadır. Kabusname’nin de asıl adı Nasihatnâme olarak bildirilmiştir. Ancak kitabın yaygın olan Kabusnâme ünvanı onun dedesi olan Kabus b. Vuşmgir’in adından alıntıdır. IV. KABUSNÂME’NİN EDEBÎ VE TARİHİ DEĞERİ “Nasihat acıdır!” derler. Ancak Unsuru’l-meali’nin Nasihatnâme’sini bu kadar tatlıya büründüren yönü nedir? Bu sırrı kitaptaki bölümleri dikkatlice okuduğumuzda kolay bir şekilde çözebiliriz. Nasihat veya öğüdün acılığı, öğüdü veren nâsihin kibirli olan suratından kaynaklanıyor, öğüdün nefsinden değil! Bu; yazarımızın dikkatlice önem gösterdiği bir husustur. Zirâ oğluna verdiği nasihatları ve öğütleri okuduğumuzda herhangi bir üstünlük, serzeniş ve masum görüntüleme duygularına rastlanamayız, aksine yazarın; kolayca daha önce işlediği hata ve günahlardan bahsettiğini görürüz. Yazar bunları anlatarak geçmişteki tecrübelerini oğluna aktararak onu bu hataları tekrarlamaktan uzak tutmak istemiştir. Kabusnâme, dil ve edebiyat açısından çok değerli bir eserdir. Çünkü bin yıl önceye ait birçok sözcük, terkip ve tabirleri içermektedir. Ayrıca bugüne kadar ulaşan ve hatta halk tarafından Farsça dilinde revâçta olan ve bir şekilde kullanılan o çağın mesel ve sözlerini içermektedir. Unsuru’l-meali, bilim adamı olduğundan dolayı fazilet amacıyla Arapça sözcüklerden uzak durup Farsçada yaygın olan kelimeleri kullanmayı tercih etmiştir. Sosyoloji açıdan Kabusnâme, öz çağının örf ve âdetlerini yansıtan bir ayna rolünü almaktadır. Kitap 44 bölümden oluştuğu için o çağın birçok sosyal hâdiselerini anlatmaktadır. 78 Arkadaşlık, misafirperverlik, aşk ve evlenmeden tutun tâ bilim ve revâçta olan fenlerle ilgili birçok konuyu görebiliriz. Genel olarak bugünün tabiriyle Unsuru’l-meali’yi eylem özgünlüğü felsefesi olan “Pragmatizm” akımının1 takipçisi olarak nitelendirebiliriz. Zirâ o, dünya görüşünü daha çok pratik eylemlere yönelik tutup düşüncelerini ve amellerini, tecrübe sonuçları ve pratik faydaların üzerinden değerlendiriyor. Bu sebepten ötürü bazıları onun daha fazla dünyevi işlere önem verdiğini savunuyorlar, zirâ ahlâkı usullere dayalı davranışları tavsiye etmekten yanı sıra hiçbir zaman uygunluk ve gerekliliği gözden çıkartamıyor. Kitabın edebî değeri de birçok İranlı yazarlar ve şairlerin eserlerinde onun hikâyelerinden yararlanmalarına sebep olmuştur. Bunların arasından; Senâī’nin Hadikatü’l-Hakika’sını, Ûfi’nin Cevâmiü’l-Hikâyât’ını ve Câmī’nin Silsiletü’z-zeheb’ini söyleyebiliriz. Ayrıca Kabusnâme; Türkçe, Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, Japonca ve Rusça olarak yabancı dillere de çevirilmiştir. Türkçe nüshası, h.827/MS.1423 yılında Osmanlı padişahı II. Murad’ın emriyle Ahmet b. İlyâs (Mercimek Ahmet) tarafından çevirildi. V. YAZI ÖZELLİKLERİ Unsuru’l-meali Kabusnâme’nin inşa kısmında kullandığı tarz; orta dereceli bir üsluptur. Yani sözdizimsel ve anlamsal kısıtlamalardan arındırılmış bir nesir türünü sergilemiştir. Herhangi bir girift ve zor anlaşılan ibârelere rastlanamayız. Eser çok basit ve açık bir dil üsulubuyla yazılmıştır. Bu, hicri dördüncü ve beşinci yüzyılları yazarlarının genel bir özelliğimiş. Dolayısıyla bu eserin yazı türünü kısaca maddeler hâlinde aşağıdaki biçimde sıralayabiliriz: Yazar; 1- Kur’an-ı Kerim âyetlerine ve enbiya hadislerine istinat etmiştir, 2- Arapça haber, şiir, ibâreler ve meselleri Farsça nesrine büründürmüştür, 3- Belagat ve akıcılığı zedelemeyecek biçimde Farsça sözcük ve terkipleri kullanmıştır, 4- Nesir satırları arasında şiir söylemiştir, 5- Kitabın birçok yerinde hikâyeler, destanlar, meseller, atasözleri, nasihat ve öğütler aktarmıştır, 6- İtiraz içerikli cümleler kullanmamıştır, 1 William James (MS. 1842-1910) tarafından popüler hale getirilen “Pragmatizm” felsefede; uygulayıcılık, uygulamacılık, pragmacılık, fiîliyye, faydacılık, yararcılık gerçeğe ve eyleme yönelik olan, pratik sonuçlara yönelik düşünme temelleri üzerine kurulmuş olan felsefi bir akımdır. 79 7- Nasihat içerikli bir eser olduğundan dolayı kullanılan fiilerin çoğunu emir kipi olarak kullanılmıştır, 8- Seciʿden uzak kalmıştır, 9- Tekrarlanmaktan kaçınmıştır, 10- İcâz ve eşitlik yerine söz uzunluğu üslubunu kullanmıştır. VI. BİLİM ADAMLARININ YORUMLARI Kabusnâme ile igili birçok bilim adamı makale, kitap, bildiri vb. gibi çalışamalarda yorumlarını edebiyatseverlerle paylaşmışlar. Burada bilinen bilim adamlarının yorumlarına yer vermekle birlikte bu eserin daha anlamlı bir şekilde tanıtılmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz: A. GULAM HÜSEYİN YÛSUFİ1 “...Vaktimizi daha fazla harcadığımız şeyler, bizim için özel bir değer taşımaktalar. Acaba benim Unsuru’l-meali’ye duyduğum ilgi de yıllarca onun eserinin üzeride çalıştığımdan mı kaynaklanıyor? Yoksa birisi hakkında veya bir eserle ilgili çeviri yapmaya ve düzeltmeye başlayınca onunla ilgili savunma kılıfına girip sürekli onun üstünlüklerini göstermeye çabalarından mı kaynaklanıyor? Sanki eser sahibiyle akraba bağlarımız vardır! Bu satırları yazan yazar, bu şekilde taraftarlığı ve bağnazlığı sevmiyor ve kâtip olan bu devlet adamını nasıl tanıdıysa öyle göstermeye gayret gösterecektir. Unsuru’l-meali; sevecen, necib, bilgili, deneyimli, tecrübeli, düşünceli, hoş meşreb, samimi, merhametli bir kişiliğe sahip olup onun farklı alanlardaki bilgileri okuyucuyu şaşkına çevirdiği kadar söyleyişinin açıklığından da bir o kadar etkilendiriyor. Onun nüktedânlığı ve derin görüşlüğü, bazı bölümlerde yazdığı hikâyeler ve rivâyetleri okunaklı ve tahsin ettirici hâle getirmiştir.” B. MELİKÜŞŞUARA BAHAR2 “Kabûsnâme, beyân icâzı, manî yayını, ibârelerin akıcılığı açısından ve eşanlamlı sözcük ve cümlelerden arınmış, seciʿ, sanat ve beyân zorlukları açısından eski dönemlerdeki eserlerden bir farkı yoktur ve Beyhakkı Tarihi gibi Arap edebiyatının etkisi altında kalmamıştır. Bir tek o çağda ortaya çıkan ve tabii olarak fazilet ehli olan kişilerin kelâmına giren Arapça terimlerden uzak kalmayarak kasitli olarak Arapça sözcük ve ibâreleri 1 Gulam Hüseyin Yûsufi, Ders-i Zendegi Güzide-i Kabusnâme (Hayat Dersi, Kabusnâme’den Seçmeler), İlmi Yayınları, Tahran, 2010, s. 9-10. 2 Muhammed Taki Bahar, a.g.e. s. 114-115. 80 kullanmamaya gayret ederek Beyhakkı Tarihi ve Keşfü’l-Mahcub’dan daha az bir biçimde Arapça terimleri içeriyor... Eğer her bölümde yeri geldikçe kullanılan bilimsel terimleri görmezden gelsek, bu eserde aynı çağda çıkan eserlere nazaran daha fazla Farsça sözcüklerin kullanıldığına özen gösterildiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden yirminci bölümde de yapılan açıklamaya göre yazarın eski dillere örneğin “Pehlevî” diline hâkim olduğunu tespit edebiliriz.” C. ÜSTAD BEDİUZZAMAN FURÛZÂNFER1 “Keykâvûs o çağın tüm bilim ve revâçta olan örf ve âdetlerinden bilgisi vardı, hatta tüm fen ve sanatları da öğrenip bazılarında da üstad derecesine yükselmişti. Tıp, felsefe, astronomi, matematik ve bunlara bağlı olan dalların çoğunda bilim fenlerini iyice biliyormuş ve muhtemelen Pehlevî yazı hattını da okuyabiliyormuş... Ayrıca kitabın bölümleri daha fazla hayat tarzına, sosyallik ve ahlâka dayalı amellere yönelik olup emirler gibi hayat tarzını öğretmek, bu kitabın güttüğü asıl amaçmış... Kabusnâme’nin nesri son derece basit ve akıcıdır. Kitabın çoğu kısmı emir kipiyle yazılmuştır. Beyhakkı Tarihi gibi birbirine bağlı cümleler içeriyor. İtiraz içerikli cümleleri yoktur, cümlelerin çoğu birbirine atfen yazılmamıştır. Farsça sözcüklerin zenginliği üstündür ve revâçta olmayan Arapça sözcükler bulunmamaktadır. Genel olarak Arapça sözcükler, teknikle alakalı olan kısımlarda kullanılmıştır.” D. HENRY MESSE2 “Kabûsnâme’nin bu basitliği Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’sinde görülmemektedir ve bu eseri Hazar kıyılarında hükümdarlık yapan Âl-i Ziyâr sülâlesinden olan Kabus, ahlâk usullerine dayalı saltanat kaidelerini öğretmek amacıyla öğluna yazdı. Bu eser içerdiği hürriyet duygusu ve tatlı hikâyeleriyle o çağın örf ve âdetlerini aktararak Fars edebiyatının kayda değer metinlerinden biri sayılır.” E. ZEBİHULLAH SAFA3 “Unsuru’l-meali, Kabusnâme’den aşikâr bir biçimde tespit edildiği üzere, bilirkişi ve kendi çağının tüm yaygın fenlerini bilen bir kişiliğe sahipmiş. Bu bilginliği, Kabusnâme’deki eserinde muhtelif konuları ele almasını ve basit ve açık bir şekilde fenlerin mukaddemesini 1 Bediuzzaman Furuzanfer, İran Edebiyat Tarihinden Konular, Dehhüda Yayınları, Tahran, 1975, s. 302. 2 Henry Messe, a.g.e. s. 167. 3 Zebihullah Safa, a.g.e. s. 900. 81 anlatmasına sebep olmuştur. Kitabın telif amacı da, oğluna ülke idâresini veya icâb ettiği durumlarda başka görevlerde bulunulmasını öğretmekmiş. Bu yüzden bu kitapta ordu düzeni, ülke idâresi, revâçta olan bilim ve fenler gibi konular hakkında bilgi veriyor ve bu sebepten dolayı onun kitabı değerli bilgiler içerip beşinci yüzyıldaki İranlıların örf, âdet ve kültürleri hakkında muhtelif bilgileri munhasır bir biçimde paylaşmaktadır. Unsuru’l-meali’nin yazı tarzı Farsça mürsel nesri şeklindedir. Bu nesir şekli hicri IV. ve V. yüzyıllarında yazarların kullandığı inşa biçimiymiş.” F. JAN RYPKA1 “Kabusnâme; edebî, ahlâkı ve didaktik içerikli olup ancak Şirâzlı Saadi veya Nişâbûrlu Attar’ın nasihatnâmeleri kadar etkili olmayan öğüt verici dev bir eserdir. Bu kitap; aristokrat ve feodalite ahlâkı, Müslümanlıkta yüzeysel dindarlık, zâhiri amellere uyanıkça bağlılığı gösteren hikmetler ve birkaç mevzuda da yazarın özel konumuna bağlı çelişkili konular içermektedir. Yazar; çöküşünden uzun bir süre geçmeyen Teberistân bölgesinde hükümdarlık yapan aristokrat bir aileden olduğuna rağmen üstün bir asıllığa sahip olmayan Gazneli Türkleri’ne yalakalık yapmaktan çekinmiyor ve bunun sebebi de onlardan duyduğu korkudan kaynaklanabilir. Keykâvûs feodal olan küçük bir ağa olduğundan dolayı, oğlunun ticaret yolunu gütmesi hoşuna gitmiyor, zirâ hayatın gerçeklerini iyi biliyor. Soyu eski ve yerli sünnetlerin derinlerine gömülen bir yazar; sırf iyi bir ünvan yakalamak için kendisini gerçek bir müslüman göstermeye çabalıyor. El altında çalışanlara adâlet çerçevesinde davranmayı tavsiye ettiği bölümde sırf egosunu tatmin etmek istiyor. Bu kitap o çağın sosyal durumunu iyi bir şekilde yansıtıyor. Öyle ki eşi benzeri hiçbir vakanâme nitelikli eserde görülmez. Moğol istilasından önceki İslâm medeniyetini temsil eden bir eserdir.” G. ABDÜLHÜSEYİN ZERRİNKÛB2 “Beşinci yüzyılın yazar ve edipleri öz kitaplarında kayda değer tenkitli noktalar ve faydalar yazmışlardır. Örneğin, Kabusnâme’nin yazarı Keykâvûs b. İskender, Selçukluların ilk döneminde yaşamıştır. Keykâvûs bu eserde ahlâkı faydaları sayarak, şairlik ve kâtiplik hakkında içi dolu ve ilginç bilgiler vermektedir. Dünya görüşü açık olan bu yazar, söylediği tüm konularda öz deneyimlerini ve o çağdaki fazilet ehli olan şahısların düşüncelerini paylaşmıştır. Nesir yazma tarzı hakkında şöyle bir söylentide bulunmuştur: ‘Arapça yazılarda 1 Jan Rypka, a.g.e. s. 376. 2 Abdülhüseyin Zerrinkûb, a.g.e. s. 207. 82 seciʿ; sevilen bir sanattır, lâkin Farsçada seciʿ hoş değildir, eğer kullanmazsan daha iyidir.’ Şairlik hakkında da şöyle diyor: ‘Nesirde söylenilen sözü sen şiirde söyleme... Söylediğin methiyeyi memduha yakışır bir biçimde söyle... Kime ne söyleyeceğini bil.’ Bu konular onun ne kadar kitaplar, edipler ve büyük bilim adamları hakkında bilgili olduğunu gösteriyor.” H. EDWARD BROWNE1 “Kabusnâme’nin tarzı, Farsçanın düz ve basit nesrinin bir örneğidir. Kaba ve girift ibârerlerin sayısı Siyâsetnâme’ye nazaran çok azdır. Gülistân vb. kitaplara göre kelâm süsü daha azdır. Ahlâkı, mizâhî, mesel ve nükte içeren söz ve anlamlı cümleler doludur. Dünyevi işlerle ilgili verdiği öğütler çok hekimânedir ve ilginç bir şekilde bugünün durumuyla mutabakat etmektedir... Ayrıca Kabusnâme, Siyâsetnâme gibi çok sayıda hikâye içermektedir (yaklaşık 50 hikâye) ve bu hikâyeleri öz nasihatlarını şerh etmek için yazmıştır ve daha çok kendi hafızasından ve hatıralarından yardım almıştır. Farsça kıssalarında genellikle kimseye mal edilmeyen hikâyeler, Kabusnâme’de belirli birilerine mal edilmiştir ve bazen de aksine bazı hikâyelerde kimsenin adını yazmamıştır, ancak çağımızdaki tarihçi yazarlar onları bazı önemli kişilere mensup etmişlerdir... Bu hikâyeler dışında Kabusnâme’de şiir çok vardır. Bunların çoğu da yazarın öz rubaileri veya dörtlükleridir. Şiirleri aktarılan şairlerin arasından Ebû Said Ebulhayır, Ebû Şekûr Belhi, Ebû Selik Gürgâni, Escedī, Ferruhī, Lebibî ve Kameri Gürgâni gibi şairleri söyleyebiliriz.” İ. SAİD NEFİSİ2 “Bu kitap, Farsça nesirleri arasında gençler için en faydalı olanıdır. Zirâ açık ve güzel bir şekilde yazıldığı dışında, uzun öğütler içermektedir. Eski çağlarda yazılan nasihat tarzındaki kitaplar iki sebepten ötürü bu kitapla eşdeğer tutulamaz: Birincisi, onların yazarları anlam ve kelâm olarak bu kadar basit sever ve hoş beğenili değilmişler, ikincisi ise bu kitabın herbir sayfası faydalı sözcükler ve tarihi olaylar içeriyor ve hatta başka yerlerde bulamayacağımız birçok eski örf ve âdetlere tanıklık ediyor. Bu kitabın en büyük avantajı da yazarının kâtip olmasıdır. O beşinci yüzyıl Farsça nesrinin en iyi örneğini hatırâ olarak bize miras olarak bırakmıştır.” 1 Edward Browne, a.g.e. s. 474-480. 2 Said Nefisi, Kabusnâme’den Seçmeler, Sepehr Yayınları, Tahran, 1941. 83 VII. YAZAR VE ESERLE İLGİLİ HUSUSİYETLER Kabusnâme, Âl-i Ziyâr emirlerinden olan Unsuru’l-meali Keykâvûs b. İskender b. Kabus b. Vuşmgir b. Ziyâr tarafından h.462/MS.1069 yılında telif edildi. Kitap, önsöz hariç herbiri farklı bir konuyu müstakil olarak içeren 44 bölümden oluşmuştur. Birçok tarihçi tarafından Kabusnâme’nin sebeb-i telifi; oğlu Gilânşah’a hayat dersi vermek gösterilmiştir. Okuyucu; ilk bakışta eserde ele alınan teknik konularının o konuya hâkim olan biri tarafından yazıldığını zanneder, zirâ konu çeşitliliği o kadar çok ki okuyan herkes bahsi geçen her konunun öğrenilmesi bir ömür sürecek diye düşünüyor ve dolayısıyla okuyucuyu şaşkına çeviriyor. Ancak eğer böyle düşünsek ki kitabın yazarı hem emirlik yapıyormuş, hem askermiş, hem bilirkişi, hem mutasavvıf ve hem şair o zaman gençlik döneminden itibaren yaşlılığına kadar ilim ve marifet tahsiline iştigal ettiğini anlayıp bu kitaptaki konular da aristokrat ailelerinin özel hayat tarzını, ilim; fazilet ve sanat ehli olanların hayat şeklini öğüt olarak gösteren, memleket idâresi ve çalışma alanları hakkında bilgileri paylaşan yazar Keykâvûs dışında kimsenin olmadığını tespit etmek mümkündür. Kitabın son sayfasında da yazılan cümlelere istinaden bunu da tespit etmek o kadar zor değildir: “Şimdi bilmiş ol ey oğul ki her ilim, sanat ve meslekten bildiklerimi, her şeyden sana fasıllar altında bahsettim ve alışkın olduğum ne varsa, hepsini senin için 44 bölümden oluşan bir kitap hâline getirdim ve her zaman bilmiş ol ki, gençlikten tâ yaşlılığa kadar, 63 yaşıma geldiğime dek bu şekilde yaşadım ve ömrümü bu şekilde sona erdirdim.” Kitabın konularını içerik ve ihtiva açısından sekiz ana bölüme ayırmak mümkündür:  Birinci Bölüm: Herhangi bir bölümün ayrılmaz bir parçası olan öğütler bu kitabın önemli özelliği sayılıyorlar. Bu öğütler, uzun bir ömrün derin düşüncelerini, üstün yorumlarını ve büyük bir aklın göstergesidirler. Bu öğütler gerçek bir hayat hikâyesini yansıtıyorlar.  İkinci Bölüm: Vaaz ve zikir ile ilgilidir. Yani dini ve mezhebi konuları içeren öğütleri kapsıyor. Nitekim kitabın ilk bölümü ve önsözü de Allah’ın tanıtılması, ikinci bölümü peygamberlerin yaradılışı, üçüncü bölümü nimet veren Allah’a şükretmeyi, dördüncü bölümü yetenek yolundan taatımızı arttırmayı ve beşinci bölümü ise anne ve babanın hakkını vermekle ilgildir.  Üçüncü Bölüm: Hayat ve sosyalize teknikleri hakkında bilgi içeriyor.  10. Bölüm: Yemek yeme tertibi.  11. Bölüm: Şarap içme tertibi.  12. Bölüm: Misafirlik ve misafirperverlik.  13. Bölüm: Şakalaşmak, tavla ve satrançta kaybetmek. 84  14. Bölüm: Aşk.  15. Bölüm: Murada ermek.  16. Bölüm: Hamama gitme şartları.  17. Bölüm: Uyumak ve sakinleşmek.  21. Bölüm: Mal birikimi.  23. Bölüm: Köle satın almak.  24. Bölüm: Ev ve arsa satın almak.  25. Bölüm: At satın almak.  26. Bölüm: Zevce edinmek, izdivaç.  28. Bölüm: Dostluk ve dost edinmek.  Dördüncü Bölüm: Ahlâk ve terbiye hakkında bilgi içermektedir.  6. Bölüm: Sanat artışından cevher artışı.  7. Bölüm: İyi ve kötüyü konuşmak.  9. Bölüm: Yaşlılık ve gençlik.  22. Bölüm: Emanet saklamak.  27. Bölüm: Çocuk yetiştirmek.  31. Bölüm: Affetmek ve cezalandırmak.  44. Bölüm: Cömertlik ve ehl-i tasavvuf ve ehl-i sanatın yolu.  Beşinci Bölüm: İlim ve sanat tahsili hakkında bilgileri içeriyor:  31. Bölüm: Din bilgisi, adâlet vs. bilimlerin öğrenilmesi.  33. Bölüm: Tıp.  34. Bölüm: Astronomi ve geometri.  35. Bölüm: Şairlik.  39. Bölüm: Kâtiplik ve yazarlık.  Altıncı Bölüm: Spor içerikli konuları ihtiva eder:  18. Bölüm: Avlamak.  19. Bölüm: Çevgan.  Yedinci Bölüm: Mesleklerle ilgili bilgi veriyor:  32. Bölüm: Ticaret.  36. Bölüm: Ozanlık.  43. Bölüm: Çiftçilik ve sanayicilik.  Sekizinci Bölüm: Siyâset ve ülke idâresi hakkında bilgileri içeriyor:  20. Bölüm: Düşmanlarla savaşmak. 85  29. Bölüm: Düşmanlara karşı tedbirli olmak.  37. Bölüm: Padişaha hizmet etmek.  38. Bölüm: Nedimlik şekli.  40. Bölüm: Vezirlik şartları.  41. Bölüm: Sipah-sâlârlık koşulları.  42. Bölüm: Padişahlık şartları. Ayrıca kitabın bölümlerinde müslüman meşahirlerinden hikâyeler, Yunan meşhur hekimlerinin rivâyetleri, bilinmeyen (anonim) hekimlerin kıssaları ve birçok meselimsi hikâyeler mevcuttur. A. KABUSNÂME’NİN HİKÂYELERİ Kabusnâme’de birçok başka eserde olduğu gibi kıssa ve mesel biçimdeki hikâyeler bulunmaktadır. Kitabın yazarı; bu hikâyeleri düşüncesine sebep göstermek ve onu aydınlığa çıkartmak için kullanmıştır. Kabusnâme, İngilitere nüshasına istinaden 56 hikâye içermektedir. Bunun 10 tanesi bilinmeyen (anonim) kişiler hakkında, beşi yazarın kendisi hakkında ve 41 hikâyesi de bilinen ve tanılan şahıslar hakkındadır. Ayrıca 1, 2, 3, 5, 8, 11, 15, 16, 17, 18, 21, 23, 24, 26, 33, 34, 35, 36, 41 ve 43 sayılı bölümlerde hikâye bulunmamaktadır. Hikâyeler genellikle gerçek olup bir kısmı tarihi olanlardır, bazıları didaktik ve ahlâkı hikâyelerdir ve bir kısmı da destânsi niteliği taşıyan hikâyelerdir. Hikâyelerin çoğu basit ve ilginç olup mübalağa içermemektedir. Hemen hemen hepsi hayatın gerçek boyutunu yansıtıyorlar ve her bir hikâye konuya ve zamana uygun bir şekilde yazılmıştır. Kabusnâme hikâyelerinin karakterleri genel olarak dünyada yaşayan insanlardan oluşmaktadır. Bazıları vücut sahnesinde oynamışlar ve bazıları da efsanevi bir rol üstlenmişler fakat hâlâ etkileri sürüyor ve bazıları da dini ve ululuk bir boyut taşımaktalar. Hikâyelerin en önemli unsurları; tasvirlerin dikkati, diyalog gücü ve şahısların zekâsıdır. Ayrıca herbir hikâyenin belli bir amacı vardır veya bir problem içermektedir ki hikâyenin sonunda çözülüyor. B. KABUSNÂME’NİN ÜSLUBU Edebiyat alanında yazarın okuyucuyla düşünce ve duyguları hakkında ibâreler zinciri ile paylaşımda bulunmasına biçim veya üslup denir. Bu konuyla ilgili her bir yazar veya şair kendine has bir üslup seçer ve o üslup vasıtasıyla başkasına karşı üstünlük kazanır. Kabusnâme’nin üslubu da hicri V. yüzyılın en mümtaz Farsça nesirlerinin bir örneğidir. Anlamlı ve icâz dolu ibâreleriyle güzel, akıcı ve açık bir inşa örneği ile karşılaşıyoruz. 86 Nadir sözcüklerin sayısı Kabusnâme’de çok azdır. Bunların da çoğu günümüzde nüdreten kullanılıyor ancak kitabın telif edildiği çağda sıkça kullanıldığı ihtimalını göz ardı edemeyiz, çünkü yazarın ibâreleri akıcı ve açıktır ve bu niteliği taşıyan ibâreler nadir sözcüklerle bir araya gelemez. Kabusnâme’nin üslubu, Beyhakkı Tarihi kadar Arap edebiyatının üslubu etkisi altında kalamamıştır. Eserde kullanılan Arapça sözcükler, o çağda bilim adamları ve fazilet ehli tarafından sıkça kullanılan kelimelerden ibârettir veya bilimsel, dinî, felsefi ve edebî terimlerdir ki kullanılması kaçınılmazdır. C. KABUSNÂME’NİN EDEBİYATA OLAN ETKİSİ Unsuru’l-meali Keykâvûs; Kabusnâme’yi telif ederek İslâmiyet öncesi nasihatü’l-mulûk kitaplarının telif geleneğini canlandırdı ve onu takiben Fars ve Türk edebiyatlarında İslâmiyetten sonra birkaç öğüt verici eserler telif edildi. Örneğin; Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si veya İmam Ebû Hamid Gazzali’nin Nasihatü’l-Mulûk adlı eseri veya Şirâzlı Saadi’nin Gülistân ve Bûstân adlı eserleri veya çeviri olarak bilim ve düşünce kültürü hakkında bilgi içeren Ahlâk-ı Nasırī. 87 Bāb-ı Evvel Der Şenāḫten-i Īzed-i Teʿālā Āgāh bāş ey piser ki hīç nīst ez būdenī ve nā-būdenī ve şāyed būved ki ān şenāḫte-i merdüm negeşt çünānki ūst, cüz Āferīdegār celle celālehu ki şenāḫt rā der ū rāh nīst ve cüz ū heme şenāḫte geşt çē şenāsende-i Ḫüdāy āngeh bāşī ki nā-şenās şevi ve miṡāl-ı şenāḫte çün manķūş est ve şenāsende naķķāş ve gümān naķış, tā der manķūş naķış1 nebāşed hīç naķķāş ber vey naķış nekoned; ne-bīnī ki çün mūm naķış-pezīr-ter ez seng est ez mūm mühür sāzend ve ez seng nesāzend. Pes der heme şenāḫte-ī ķabūl-ı şenās est ve Āferīdegār ķabil nīst ve tū bē gümān der ḫūd neger der Āferīdegār meneger ve der sāz neger ve sāzende rā beşenās ve neger tā direng sāḫte-i sāzende ez dest-i tū nerobāyed ki heme direngī ez zamān būved ve zamān goẕerende est ve goẕerende rā āġāz ve encām būved. Ve īn cihān rā ki beste heme bīnī bend-i ū ḫīre medān ve bī-gümān bāş ki bend-i ū nā-goşāde nemānd ve der ālā’ ve neʿemā-yı Āferīdegār endīşe kon ve der Āferīdegār endīşe mekon ki bī-rāh-ter-i kesī ān būved ki cāyī ki rāh nebūved rāh cūyed çünānki Peyġāmber (ṣallallāhu ʿaleyhivessellem) goft: Tefekkerū fī ālā’illāh ve neʿmāye velā tetefekkerū fīllāh. Ve eger kerdegār ber zefān-ı Ḫüdāvend-i şerʿ bendegān rā güstāḫī-yi şenāḫten-i rāh-ı ḫīş nedādī hergiz kes rā delīrī-yi ān nebūdī ki der şenāḫten-i rāh-ı Ḫüdā-yı ʿazze ve celle suḫan goftī ki bahr-ı nāmī ve her ṣıfatī ki Ḫüdāy rā ʿazze ve celle bedān beḫānī ber mevcib-i ʿacz ve bīçāregī-yi ḫūd dān ne ber mevcib-i ulūhīyyet ve rubūbīyyet ki tū Ḫüdāy rā teʿālā rā sezā-yı ū netevānī sutūden. Pes çün bē sezā-yı ū, ū rā netevānī sutūden şenāḫten çün tevānī? Eger ḥaķiķat-ı tevḥid ḫāḫī bedān ki herçē der tū muḥāl est der rubūbīyyet ṣıdķ est çün yekī-yi ki herki yekī rā bē ḥaķiķat bedānest ez şirk berī geşt; yekī ber ḥaķiķat Ḫüdā est ʿazze ve celle ve cüz ū heme devāned. Herçē bē ṣıfat dü gerded yā bē terkīb dü būved çün cisim yā bē tertīb çün ʿaded veyā bē cemʿ dü būved çün ṣıfāt veyā bē ṣıfat dü būved çün mebsūṭāt yā bē ittiṣāl dü būved çün ṭabʿ ve sūret yā der muķābile-i çīzī dü būved çün cevher ve ʿaraẕ yā bē tevellüd dü būved çün aṣl ve ferʿ yā bē imkân dü bûved çün miṡal ve şebeh yâ ez her sân çīzī râ dü bûved çün heyûlâ ve ʿunṣur yâ ez rūy-ı ʿaded dü būved çün mekān yā ez rūy-ı meded dü būved çün zamān yā ez rūy-ı ḥad dü būved çün gümān ve nişān yā ez rūy-ı ķabūl-i çīzī dü būved çün ḫāṣīyyet ve bīş ü kem būved çün mekūk ve bā hestī ve nīstī cüz ū būved çün żıdd u farķ ve herçē cüz ū çēgūnegī dāred çün ķıyās, īn heme nişān-ı düy est ve herçē nişān-ı düy dāred cüz ez Ḫüdāy. 1 Ķabūl-i naķış. 88 Ḥaķiķat-i tevḥīd ān est ki bedānī ki herçē ender dil-i tū āyed ne Ḫüdāy būved, çē Ḫüdā-yı teʿālā Āferīdegār-ı ān çīz būved berī ez şirk ve şebeh, celle celālehu ve taķaddasat esmā’ehu. 89 Birinci Bölüm Ulu Tanrıyı Tanımak Hakkında Keykâvûs oğlu Gilânşah’a der ki: Ey oğul, bil ki Tanrı’yı bilmeyen hiçbir varlık ve yokluk yoktur yahut halk tarafından olduğu gibi tanılmamıştır. Tanrı bilinmekten yoksundur ve onun dışında herşey bilinir. Tanımak resim gibidir, tanıtan ressamdır ve düşünce resim. Resimde iz görülmediği sürece hiçbir ressam onu çizemez. Tıpkı mum gibi; mum taştan daha kolay şekil alır, mumdan mühür yapılır ama taştan yapılmaz. O zaman her tanımakta bir tanık vardır ki bu tanık Tanrı değildir; sensin. Sen düşünerek önce kendini tanı, Tanrı’yı değil, çalgıya bak ki çalgı âletini yapanı tanıya bilesin. Bak gör ki düşünce, yapıcının yapısını elinden almasın, çünkü düşünce zaman alır ve zaman da geçicidir ve geçici bir şey de bir başlangıcı ve bir de sonu vardır. Bu dünyaya baka kalma çünkü düşünüleceği bir yönü yok ancak Tanrı’nın nimetlerini düşün Tanrı’nın özünü değil, zirâ gidemeyeceğin yola adım atmak doğru yol değildir. Nitekim Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: Allah’ın nimetlerini düşünün, Allah’ın kendisini değil. Ve eğer Tanrı kullarına yolunu tanımak için bir beceri vermediyse kimsenin buna diyecek bir sözün cesâreti bulunamaz, bunun nedenini de kendi becerisizliğin ve acizliğinde gör çünkü bunun sebebi Tanrı’nın ululuğu ve birliği değil ki sen Tanrı’yı ona yakışır bir şekilde hiçbir zaman medh edemezsin. O zaman onu yakışır bir şekilde medhedemediğinde nasıl tanıyacaksın? Eğer tevhit ve birliğin hakikatını bilmek istiyorsan bil ki sende olması imkânsız olan her şey Tanrı’da vardır. Zirâ bu birliği bilen kimse Tanrı’ya şirk koşmaktan müberra oldu. Hakikat kuşkusuz bir tek Tanrı’dır ve onun dışında her şey çifttir. Bunlar her zaman birbirine düşmandır. Cism ve can, dağılmak ve derilmek, suret ve sıfat, akıl ve nefis, kök ve dal, zaman ve mekân, zan ve nişan, kuşku ve kesin bilgi, nitelik ve nicelik, varlık ve yokluk, zıt ve fark gibi, bunların hepsi ikilik alâmetidir. Asıl tevhid odur ki, gönlünden geçen nesne Tanrı değil belki onun yaratıcısı şirk ve şüpheden müberra olan ululuğu ve büyüklüğü sonsuz olan Tanrı’dır. 90 Bāb-ı Sevvüm Der Sepās-Dāşten Ez Ḫüdāvend-i Niʿmet ber Tevān ve Nā-Gozīr Bedān ey piser ki sepās-ı Ḫüdāvend-i niʿmet vācib est ber heme kes ber endāze-i fermān ne ber endāze-i istiḥķāķ ki eger hemegī ḫīş şükür sāzed henūz ḥaķķ-ı şükr-i yek cüzv ez hezār cüzv negozārde bāşed cüz ki ber endāze-i fermān. Eger Ḫüdāvend-i niʿmet endek şükür ḫāhed besyār būved çünānki endāze-i ṭāʿat der dīn-i İslām penc est: Dü ez ū ḫaṣṣ-ı münʿimān rāst ve se ez ū ʿumūm-i ḫālāyıķ rā, yekī ez ū iķrār bē zebān ve taṣdīķ-i bedel ve diger namāz-ı penc- gāne ve sevvūm rūze-i sī rūz. Ama şahādet delīl-i nefy est ber ḥaķīķat-ı herçē cüz ez ḥaķ est ve namāz ṣıdķ-ı ķavl ve iķrār-ı bendegī est ve rūze taṣdīķ-i ķavl ve iķrār dāden bē ḫüdāyī-yi Ḫüdā est; çün gofti ki men bende-em der bend-i bendegī bāyed būd ve çün gofti ki ū Ḫüdāvend est der zīr-i ḥükm-i Ḫüdāvend bāyed būd ve eger ḫāhī ki bende-i tū tūrā ṭāʿat dāred tū ez ṭāʿat-ı Ḫüdāvend-i ḫīş megorīz ve eger bogrīzī ez bende-i ḫīş ṭāʿat çeşm medār ki nīkī-yi tū ber keh-ter-i tū ne bīş ez ān est ki nīkī-yi Ḫüdāvend-i tū ber tū. Ve bende-i bī-ṭāʿat mebāş ki bende-i bī-ṭāʿat Ḫüdāvend-i ḫūd būved ve bende-i Ḫüdāvend-i ḫūd zūd helāk şeved çünānki şāʿir gūyed: Şiʿir Sezed ger berī bende rā tū gelū Çū āyed Ḫüdāvendīyeş ārzū Ve āgāh bāş ki namāz ve rūze ḫāṣṣ-ı Ḫüdāvend rāst, der ū taķṣīr mekon ki çün der ḫāṣṣ-ı Ḫüdāy taķṣīr konī ez ʿām hemçünān bāz mānī. Ve bedān ki namāz rā Ḫüdāvend-i şerīʿat-ı mā berāber kerd bā heme-i dīn. Her ānkes ki namāz rā dest bāz-dāşt dīn rā dest bāz-dāşt ve bī-dīn rā der īn cihān cezā koşten est ve bed-nāmī ve bedân cihān ʿukūbet-i Ḫüdā-yı ʿazze ve celle. Zinhār ey piser ki ber dil negoẕārī bī-hūdegī ve negūyī ki der namāz taķṣīr revāst ki eger ez rūy-ı dīn yād negīrī ez rūy-ı ḫired yādgīr ki fayda-yı namāz çend çīz est: Evvel ān est ki herki namāz-ı farīże bē cāy āred mādam ten ve cāme-i ū pāk būved ve bē heme ḥāl pākī beh ki pelīdī; ve diger fayda-yı namāz-gozārden ān est ki ez mutikebbirī ḫālī bāşī zīrā ki aṣl-ı namāz ber tevāżüʿ nehāde-end çün ṭabʿ rā ber tevāżüʿ ārām est, çün ṭabʿ rā ber tevāzüʿ ʿādet konī ten nīz mutābiʿ-i ʿādet gerded. Ve diger maʿlūm-ı heme dānā ān est ki herkes ki ḫāhed ki hem ṭabʿ-ı gurūhī gerded ṣoḥbet bā ān gurūh bāyed kerden, çün kesī ḫāhed ki bedbaḫt ve şeķī gerded bā bedbaḫtān ve şeķīyān ṣoḥbet koned ve ān kes ki nīkbaḫtī ve devlet cûyed mutābiʿ-i devlet-i Ḫüdā bāşed veyā cemāʿ-i heme-i ḫiredmendān ne devletī est ķavī-ter ez devlet-i İslām ve ne emrī est revān-ter ez emr-i İslām. Pes ger tū ḫāhī ki mādam bā devlet ve niʿmet ve raḥat 91 bāşī ṣoḥbet-i Ḫüdāvend-i devlet cūy ve fermān-berdār-ı devletīyān bāş ve ḫilāf-ı īn mecūy tā bedbaḫt ve şeķī nebāşī. Ve zinhār ey piser ki ender namāz sebukī ve istihzā nekonī ber nā- tamāmī-yi rukūʿ ve sucūd ve muṭāyaba kerden ender namāz ki īn ʿādet helāk-i dīn ve dünyā būved. Ama bedān ki rūze ṭaʿātī est ki bē sālī yek bār bāşed, nā-merdümī būved taķṣīr kerden ve ḫiredmendān çünīn taķṣīr ez ḫīşten revā nedārend. Ve neger ki gird-i taʿaṣṣub negerdī ez ānçē māh-i rūze bā taʿaṣṣub nebūved ve ender gereften-i rūze ve goşāden taʿaṣṣub mekon, hergeh ki dānī ki penç ʿālim-i taķī-yi naķī ve muʿtaķid ve perhīzgār ve ķāżī ve ḫaṭīb ve müfti-yi şehir rūze gereftend, bā īşān begīr ve bā īşān begoşāy ve der goftār-ı cehhāl dil mebend. Ve āgāh bāş ki īzed mustaġnī est ez sīrī ve gürüsnegī-yi tū velīken ġaraż der rūze mührī est ez Ḫüdāvend-i melik ber mülk-i ḫīş ve īn mühür ne ber baʿżı ez mülket est çē ber heme ten est ve der rūze çün dehān rā mühür kerdī dest ve pāy ve çeşm ve gāş ve zebān rā bē mühür kon ve ʿūret rā bā mühür kon çünānki der şarṭ est munazzah dārī īn endāmhā rā ez fucūr ve nā-şāyest tā dād-ı mühr-i rūze bedāde bāşī. Ve bedān ki büzürg-terīn kārī der rūze ān est ki çün nān-ı rūz bē şeb efgenī ān nān rā ki naṣīb-i rūz-i ḫūd dāştī bē nīyāzmendān dehī tā fayda-yı renc-i tū pedīd āyed. Ve neger tā der īn se ṭāʿat ki ʿāmm-ı heme-i cihān est taķṣīr revā nedārī ki bē taķṣīr īn se ṭāʿat hīç ʿözrī nīst ama ān dü ṭāʿat ki maḫṣūṣ est tevānger rā taķṣīr bā ʿözr revā būved ve ama ender īn bāb suḫan besyār est lakīn mā ānçē nā-gozīr būd ender īn bāb goftīm ümīd est ki fayda ḥaṣıl āyed, vesselām. 92 Üçüncü Bölüm Nimet Veren Tanrı’ya Şükretmek Şöyle bilmiş ol ey oğul, herkesin elde ettiği nimete kadar Tanrı’ya şükretmesi gerekir, hakettiği kadar değil, çünkü kimi hayatı boyunca şükretse bile sahip olduğu nimetlerin binde birini bile şükretmemiş olur. Ancak emir ölçüsüne yani ulu Tanrı’nın buyurduğu emir gereğince şükredersen senin az olan şükrün çok yerine geçer. Nitekim Tanrı, din içinde beş türlü ibâdet buyurdu: Onun da ikisini seçkin varlıklara, yani zenginlere, kalanını da cümle halka verdi. Bunlardan biri Tanrı’nın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini dil ile söylemek ve gönülle inanmaktır. Öteki beş vakit namazdır. Öbürü de yılda otuz gün oruç tutmaktır. Ancak Şehâdet sözü, bâtıl nesnelerden Tanrı’ya sığınmaktır ve namaz o kabullenişi gerçekleştirip kulluğunun takriridir. Oruç tutmak da, o kabullenişin ve kulluğun gerçekliğini ulu Tanrı’ya bildirmektir. Mademki sen, ben kulunum dedin, öyleyse o kullukta sağlam durmak gerek ki senin kulun varsa o da senin kulluğunda sağlam dursun, sen ulu Tanrı’ya buyurduğu emirlere uymadıkça kulundan da senin emirlerine uymasını bekleme, çünkü sen kuluna ulu Tanrı’nın sana ettiğince iyilik edecek değilsin. Tanrı’ya ibâdet etmekten kaçma çünkü Tanrı’ya ibâdet etmeyen kul kendi Tanrı’sı olur ve öz Tanrı’nın kulu olan kul çabuk yok olur. Nitekim şair şöyle demiş: Şiir Boğazla aman vermegil o kulu Ki beyliğe sunmak isterse kolu Sonra bilmiş ol ki, namaz kılmak ve oruç tutmak, yani namaz ve oruç Tanrı’nın has nimetidir, onları yerine getirmekte kusur etme, eğer bu ikisinden kusur edersen avamdan olursun (seçkinlerden olmazsın). Bilmiş ol ki dinimizin Tanrı’sı namazı dinle eşdeğer tutmuştur. Namazı bırakan kimse, dini bırakmış olur, öyleyse dinden çıkan kişiyi bu dünyada kötü adlılık kalır ve onu öldürmek gerekiyor, öbür dünayda da işkence edilecektir. Ey oğul, sakın bu söylediklerimle ilgili kötü düşünme, yani namazda kusur işlemek revadır diye söyleme, din açısından gözetmezsen bari akıl yoluyla bak ki namazın beş faydası vardır: Öncelikle namaz kılanın bedeni ve elbisesi daima arıdır, arılık kirlilikten yeğdir. İkincisi de bu ki, namaz kılan kişi kibirli olmaz çünkü namazın temeli alçakgönüllülüğe dayalıdır. Sen özünü alçak tut ki tevazü seni sakin tutar. Ayrıca bunu herkes bilir ki kimi bir tayfanın huyunu huylanmak isterse, o kavimle arkadaş olur, yani bir kişi bedbaht olmak 93 isterse bedbahtlarla düşüp kalkar, talihli ve devletli olmak isteyen de, devletliler ve iyi talihlilerle oturur. Tüm marifet sahiplerinin katında İslâm dininden devletli bir din, İslâm hükmünden daha üstün bir hüküm yoktur. Şimdi eğer daima devletli olmayı dilersen dinin devletlileri ile sohbet et ve din ulularına karşı çıkma, tâ ki dini ve dünyayı harap kılmayasın. Ey oğul, sakın namazda kusur eyleme secdeni yerine getir ki namaz kılmakta kusur işlemeye alışırsan bu alışkanlık din ve dünyanı yok eder. Ama şunu da bilmiş ol ki oruç tutmak yılda bir ay süren bir ibâdettir. Yılda bir ay olan kulluğu dahi eksiklikle geçiren gayet nâmert olur, akıllı olan nâmert olmayı kendine revâ görmez. Sonra bağnaz olmamaya gayret göster, yani oruç tutmak ayında bağnazlığa mecal yok. Oruç tutmakta ve oruç açmakta bağnazlık etme, ne zaman şehrin beş âlimi olan mutakki, mümin, kadı, hatip ve müftüsü oruç tutarlarsa, sen de onlarla oruç tut, onlarla birlikte de orucunu aç ve câhil kişilerin söylediklerine uyma. Bilmiş ol ki, ulu Tanrı senin açlığından ve tokluğundan ganidir. Ama orucun amacı, Tanrı’nın kulun ağzını mühürlemesidir, bu mührü tüm vücuduna vurmalısın. Yalnız bu mühür senin katında zulme uğramasın, yani ağzına mühür vurunca, eline, ayağına, gözüne, kulağına ve diline de mühür vurmalısın. Cinsel âletini bile mühürlemelisin, bu şart olarak koşulmuştur. Bu organları fesattan uzak tutarsan oruç senden razı olur. Sonra bilmiş ol ki oruç tutmanın yararı odur ki sabahleyin yiyeceğin ekmeği bir yoksula verirsen sana beş faydası olur. Şimdi avama buyurulmuş olan bu üç ibâdette kusur işlemekten uzak dur ki bunun hiçbir özrü yoktur. Ancak zenginlerin tarafından yerine getirilmesi gerek diğer iki ibâdet için özür kabul edilir. Bu konuyla alakalı söz çoktur, lâkin bu bölümde söylenmesi gereken şeyleri söyledim umarım faydasını görürsün. Vesselâm. 94 Bāb-ı Yāzdehüm Der Āyīn-i Şarāb Ḫūrden Ama bē ḥadiṡ-i şarāb ḫūrden negūyem ki şarāb ḫūr ve nīz netevānem goften ki meḫūr ki civānān bē ķavl-ı kesī ez civānī bāz negerdend; merā nīz besyār goftend ve neşenīdem tā ez pes-i pencāh sāl Īzed-i teʿālā raḥmet kerd ve tevfiķ-i tövbe erzānī dāşt. Ama eger neḫūrdī sūd- i her dü cihān bā tū būved ve hem ḫoşnūdī-yi Īzed-i teʿālā bīyābī ve hem ez melāmet-i ḫalķān ve ez nehād ve sīret-i bī-ʿaķlān ve fiʿilhā-yı muḥāl reste bāşī ve nīz der kedhüdāyī besyār tevfīr bāşed. Ve ez īn çend rūy eger neḫūrī dūst-ter dārem velākin civānī ve dānem ki refīķān-ı bed negoẕārend ki neḫūrī ve bedīn gofte-end ki: El-vaḥdetü ḫayrün min celīsissū’. Pes eger ḫūrdī dil ber tövbe dār ve ez Īzed-i teʿālā tevfiķ-i tövbe hemī ḫāh ve ber kerdār-ı ḫīş peşīmān hemī bāş meger tevfiķ-i tövbe dehed ve tövbe-i naṣūḥ erzānī dāred bē fażl-ı ḫīş. Pes bahr-ı ḥāl eger nebīd ḫūrī bāyed ki bedānī ki çün bāyed ḫūrd ez ānçē eger nedānī ḫūrden zehir est ve eger bedānī ḫūrden pād-zehir est ve ʿale’l-ḥaķīķa ḫūd heme me’kūlāt-ı meṭʿame ve meşrebe ki ḫūrī eger iṣrāf konī zehir gerded ve ez īn sebeb gofte-end: Şiʿir Ki pādzehir zehrest ki efzûn şeved Çū zē endāze-i ḫīş bīrūn şeved Pes bāyed çün nān ḫūrde bāşī der vaķit nebīd neḫūrī tā se bār teşne şevī yā āb yā fuķāʿ bē kār berī. Pes eger teşne negerdī miķdār-ı se sāʿat pes ez nān ḫūrden tavaķķuf konī ez ānki miʿde eger çē dürüst ve ķavī bāşed ve eger çē bē isrāf ṭaʿām ḫūrī, bē heft sāʿat hażm koned: Bē se sāʿat bepezāned ve bē se sāʿat-ı diger ķuvvet-i ṭaʿām besetāned ve bē ciger resāned tā ciger ķısmet koned ber aʿżā-yı merdüm, ez ānki ķassam ūst ve sāʿat-i diger ān ṡufl rā ki bemāned bē rūde resāned, heştum sāʿat bāyed ki ḫālī şode bāşed. Her miʿde ki ne ber īn ķuvvet bāşed ān kedūy bāşed ne miʿde; pes ez īn ki goftīm se sāʿat ez ṭaʿām güẕeşte nebīd ḫūr tā ṭaʿām der miʿde bepoḫte bāşed, tā çihār ṭabʿ-ı tū ez ṭaʿām naṣīb berdāşte būvend, āngeh nebīd ḫūr tā hem ez şarāb bahrever bāşī ve hem ez ṭaʿām. Ama āġāz-ı sīkī ḫūrden namāz-ı diger kon tā çün mest şevī şeb der āmede bāşed ve merdümān mesti-yi tū nebīnend. Ve der mestī naķlān mekon ki naķlān nā-maḥmūd būved ve gofte-end miṡal: Ennuķlatu muṡlatu. Ve bē deşt ve bē bāġ bē sīkī ḫūrden kem-ter rev pes eger revī mestī rā sīkī meḫūr; bāz-ı ḫāne āy ve mestī bē ḫāne kon ki ānçē zīr-i āsumāne tevān kerd zīr-i āsumān netevān kerd ki sāye-i saķf pūşende-ter ez sāye-i diraḫt būved. Ez ānki merdüm der çihār dīvār-ı ḫīş çün pādişāhī būved der memleket-i ḫīş ve ender deşt-i merdüm çün merd-i ġarīb bāşed ender ġurbet ve eger 95 çē muḥteşem būved ve münʿim būved ġarīb būved peydā bāşed ki dest-i ġārībān tā kucā resed. Ve hemīşe ez nebīd çünān perhīz kon ki henūz dü-se nebīd rā cāy bāşed ve perhīz kon ez loķma-yı sīrī ve ķadeḥ-i mestī ki sīrī ve mestī ne der heme-i ṭaʿām ve şarāb būved ki sīrī der loķma-yı bāz-pesīn būved çünānki mestī der ķadeḥ-i bāz-pesīn. Pes loķma-yı nān ve ķadeḥ-i sīkī kem-ter ḫūr tā ez fuzūnī-yi her dü īmen bāşī. Ve cehd kon tā hemīşe mest nebāşī ki ṡemere-i sīkī-ḫāregān dü çīz est: Yā bīmārī yā dīvānegī ki sīkī-ḫāre dā’im yā mest būved yā maḫmūr, çüm mest būved ez cümle-i divānegān būved ve çün maḫmūr būved ez cümle-i bīmārān būved ki ḫumār nevʿi est ez bīmārī. Pes çērā muvelliʿ bāyed būden bē kārī ki ṡemere- i vey rā bīmārī būved yā dīvānegī? Ve men mīdānem ki bedīn suḫan tū dest ez nebīd bāz nedārī ve īn suḫan goften neşenevī. Bārī tā betevānī ṣabūḥī ʿādet mekün ve eger bē ittifāķ ṣabūḥī konī bē evķāt kon ki ḫiredmendān ṣabūḥ rā nā-sutūde dāşte-end. Ve nuḫüst şūmi-yi ṣabūḥ ān est ki namāz-ı bāmdād ez tū fevt şeved ve diger henūz buḫār-ı dūşīn ez damāġ-ı tū bīrūn neşode bāşed buḫār-ı imrūzīn bā vey yār şeved, ṡemere-i vey cüz mālīḫülyā nebāşed ki fesād-ı dü müfsīd bīş ez fesād-ı yek müfsīd bāşed. Ve diger bē vaķti ki ḫalķān ḫofte bāşend tū bīdār bāşī ve çün ḫalķān bīdār şevend nā-çāre tū rā bebāyed ḫoft ve çün heme rūz beḫosbī heme şeb her āyna bīdār bāşī ve rūz-i diger heme-i aʿżā-yı tū ḫasta ve rence bāşed ez renc-i nebīd ve renc-i bī- ḫābī. Ve kem ṣabūḥī būved ki der vey ʿarbede nereved yā muḥālī kerde neyāyed ki ez ān peşīmānī ḫīzed yā ḫarcē binā vācib kerde neyāyed. Ama eger bē evķāt gāhī ṣabūḥī konī bē ʿözr-i vāżiḥ revā būved ama bē ʿādet neyāyed kerden ki ān ʿādet nā-maḥmūd est. Ve eger çē bē nebīd muvelliʿ bāşī ʿādet kon ki bē şeb-i ādīne nebīd neḫūrī; her çend şeb-i ādīne ve şeb-i şenbe her dü nebīd ḥarām est ama şeb-i ādīne rā ḥürmetī est ez bahr-ı cemʿ-i ferdāyīn. Ve nīz bē yek şeb-i ādīne ki nebīd neḫūrī yek hafta nebīd ḫūrden-i ḫīş ber dil-i ḫalķān ḫoş gerdānī ve zebān-ı ʿāmme ber tū beste şeved ve bedān cihān ṡevābī būved ve bedīn cihān nīkū-nāmī bē ḥāṣıl āyed ve ender kedḫüdāyī tevfīrī būved ve cism ve ʿaķıl ve rūḥ-i tū nīz bīyāsāyed ki heme hafta ʿurūķ-ı tū ve damāġ-ı tū ez buḫār pür şode bāşed ender ān yek şeb bīyāsāyed ve ḫālī şevend. Ve ender āsūden-i īn yek şeb hem ṣıḥḥat ve ārāmeş-i ten būved ve hem der māl tevfīr bāşed ve hem bedân cihān ṡevāb bāşed ve hem zefān-ı ʿāmme bē ḫayır ber tū goşāde gerded. Pes ʿādetī ki çünīn penc fāyda ez ū ḥāṣıl şeved ān ʿādet bē kār bāyed dāşt ki sutūde būved. 96 On Birinci Bölüm Şarap İçmenin Şartları Şarap içme hakkında sana ne iç diyebilirim ve ne içme diyebilirim. Çünkü gençler kimsenin sözüne dayanrak iş yapmazlar. Bana da gençliğimde çok söylediler fakat dinlemedim. Elli yaşımdan sonra ulu Tanrı inâyet eyledi, bana yardım etti ve tövbeyi bana layık gördü. Ancak eğer içmezsen iki dünyanın faydası da senin olur ve ulu Tanrı da senden hoşnut olur, hem de halk arasında kınanmazsın, akılsızların yaptığı gibi olmayacak hareketlerde bulunmazsın, malın da hebâ olmaz. Eğer içmezsen seni daha çok severim fakat gençsin ve kötü dostların buna izin vermeyeceklerini biliyorum. Onun için demişler ki, yalnızlık yeğdir. O zaman eğer içersen gönlünü tövbeye doğru tut ve ulu Tanrı’dan tövbe etme fırsatını sana nasib etmesini iste ve yaptıklarınla pişmanlık duy, belki tövbe fırsatı verir sana ve sana fazlından ve kereminden tövbeyi layık görür. Eğer şarap içersen bil ki zehir olmayan şeyden içmen lazım ve eğer içeceğin şeyin padzehir olduğunu biliyorsan bil ki doğrusu yemekte ve içmekte fazlalığa kaçarsan zehir olur. Nitekim demişler ki: Şiir Çoğalan zehir olur padzehir Ki kendisi kadar dışarı gelir Ama ne zaman ki içersin, hiç olmazsa yemek yedikten sonra hemen şarap içme, tâ ki üç kez susuzluğun kansın. Eğer susamazsan midenin güçlü olmasına rağmen yemekten sonra üç saat daha beklemelisin ve eğer yemeği fazla kaçırırsan onun emilmesi yedi saat sürecektir: Üç saatte yemeği pişiriyor, üç saat yemeğin faydalarını emmeye başlıyor ve böbreklere gönderiyor, böbrek de onu organların arasında dağıtıyor, çünkü işi dağıtımdır, kalan üç saatte de sindirmediği kısmı bağırsağa gönderiyor, sekizinci saat de boşalması gerekiyor. Hangi mide böyle işlemzse mide değil kabaktır. Yemekten üç saat sonra şarap iç dediğimizin sebebi de midenin yemeği sindirmesi için olup böylece dört duyun da yediğin yemeğin faydasını görür, sonra içki iç ki vücudun hem şaraptan faydasını alsın hem yemekten. Şarap içersen ikindiden sonra iç, sen sarhoş oluncaya dek akşam olmuş olur, halk seni sarhoş olarak görmez. Şarap içerken kuru yemiş atıştırma, yani çerez yiyici olma, çünkü şarap arasında çok çerez yemek iyi değildir ve büyükler bu işi beğenmezler, nitekim demişler ki: İçerken çerez yemek mideye ağırlık verir. Şarabı sahralarda veya bağlar arasında içmeye az git. Eğer buna benzer yerde şarap içmeyi istiyorsan, bari sarhoş oluncaya dek içme, tâ ki evine gelinceye kadar rezil olmayasın. Eğer sarhoş olmak istersen evinde iç, çünkü insan ne yaparsa kendi 97 tavanı altında daha rahat yapabilir, açıkta yapamaz, tavanın gölgesi ağacın gölgesine yeğdir. Çünkü insan kendi dört duvarı arasında memlektindeki padişah gibidir ancak başkaların bağında gurbette olan gariban birisi gibidir. Ne kadar da ihtişamlı ve dolu dolu olursa da yine de garibandır, yabancının eli nereye kadar uzanabilir ki. Şaraptan her zaman öyle uzak dur ki içmek için en az iki üç kadeh daha yerin olsun ve sarhoşluk kadehi ile doyurma lokmasından uzak dur, çünkü doymak ve sarhoş olmak yemeğin ve içkinin bütününde değil, belki son lokma ve son kadehinde olur. O zaman bir lokma ekmek daha az yemeye ve bir kadeh daha az içmeye gayret et ki hep güvence altında olabilesin. Sarhoş olmamaya gayret et, çünkü içki düşkünlüğünün iki sonucu vardır: Biri hastalıktır diğer ise delilik. Sürekli içen birisi ya sarhoş olur ya mahmur. Sarhoş olunca delidir, mahmur olunca hastadır. Çünkü mahmur olmak bir çeşit hastalıktır. Öyleyse akıllı kişi niçin meşgul olsun bir nesneyle ki sonu delilik ola ya da hastalık? Ben bu sözlerle senin şaraptan vaz geçemeyeceğini ve sözlerime kulak asmayacağını biliyorum. En azından sabuhi etmeye alışma, yani gece sarhoş olup yatıp sabahleyin daha şarap baharı başında iken şarap içme. Eğer denk gelip de içersen bari arada bir iç, çünkü sabah içki içmek bilirkişiler tarafından beğenilmiyor. Her şeyden önce sabah içmenin kötülüklerinden birisi budur ki sabah namazın kazaya kalır; biri de bu ki, geceden kalan sarhoşluğun buharı hâlâ burnunda yok olmadan sabah içtiğin şarabın buharıyla karışır. Öyleyse bu iki buhar birbirine katılınca ikisinden melankoli doğar. İki bozucunun etkisi bir bozucunun etkisinden daha fazladır. Diğer kötü tarafı ise halk uyurken sen uyanıksın ve halk uyanırken sen mecbur uyuyacaksın, böylece gündüzler uyuyup geceleri uyanık geçireceksin ve yarını şarap ve uykusuzluk yüzünden tüm vücudunun organları yorgun olup ağrımaya başlar. Az görülmüş ki sabah içkisiyle beraber kavga ve gürültü doğmasın. Bunlar da pişmanlık getirir ve maddi olarak zarar verir. Ancak arada bir özür için sabah içkisi içersen uygundur, velâkin bunu âdet edinmek doğru değildir, çünkü alışkanlığın süresi yoktur. Eğer şarap içmeye düşkün olursan, bari Cuma gecesi içme, gerçi Cumartesi geceleri ve Cuma geceleri de şarap haramdır, ancak Cuma gecesi cemaat namazından ötürü hürmetlidir. Eğer bir gecenin hürmetini saklayıp içmezsen öteki gecelerde içtiklerinin ayıbı örtülür, halkın gönlüne hoş gelir ve avamın ağzı kapalı durur. Ayrıca öbür dünyada da sevabını görürsün ve bu dünyada adın iyilikle hatırlanır. Vücudun, aklın ve ruhun da bir hafta boyunca damarlarında ve burnunda toplanan buhardan boşalır ve tek gece yüzünden rahatlanırsın. Tek gecenin hatırı için hem sıhhatın yerinde olur hem vücudun sakinleşir, hem malın sana kâr olarak kalır, hem öbür dünyan için sevap işlemiş olursun ve avamın ağzı sürekli kapalı kalır. O zaman böyle beş fayda sağlayan bir alışkanlığı âdet edinmek yeğdir. 98 Bāb-ı Bist ü Şeşüm Ender Āyīn-i Zen Ḫāsten Ve çün zen ḫāstī ey piser ḥürmet-i ḫūd rā nīkū dār. Eger çend çīz ʿazīz est ez zen ve ferzend-i ḫūd dirīġ medār ama ez zen bē ṣalāḥ ve ferzend-i fermān-berdār ve mihribān ve īn kār-ı tūst ki bē dest-i tūst, çünānki men der beytī gūyem: Ferzend çün perverī vü zen çün dārī Ger ḫār ḫahi negerdī vey rā ʿazīz dārī Ama çün zen konī ṭaleb-i māl-ı zen mekon ve ṭaleb-i ġāyet-i nīkūyī-yi zen mekon ki bē nīkūyī maʿşūķa gīrend. Zen-i pāk-rūy ve pāk-dīn bāyed ve kedbānū ve şūy-dūst ve pārsā ve şermnāk ve kūtāh-dest ve kūtāh-zebān ve çīz negāh-dārende bāyed ki bāşed tā nīk būved ki gofte-end ki: Zen-i nīk ʿāfīyet-i zindegānī būved. Eger çē zen mihribān ve ḫūb-rūy ve pesendīde-i tū bāşed tū yek-bāre ḫīşten rā der dest-i ū meneh ve zīr-i fermān-ı ū mebāş ki İskender rā goftend ki: Çērā duhter-i Dārā rā bē zenī nekonī ki bes ḫūb est? Goft: Seḫt zeşt bāşed ki çün mā ber merdān-ı cihān ġālib şodīm zenī ber mā ġālib şeved. Ama zen-i muhteşem-ter ez ḫīş meḫāh ve tā dūşīze yābī şūy kerde meḫāh, tā der dil-i ū cüz mihr-i tū mihr-i kesī diger nebāşed ve pendāred ki heme-i merdān yek gūne bāşend, ṭamaʿ-i merd-i digereş nebāşed. Ve ez dest-i zen-i bād-dest ve zefāndār ve nā-kedbānū bogrīz ki gofte-end ki: Kedḫüdāy rūd bāyed ve kedbānū bend ama ne çünānki çīz-i tū rā der dest gīred ve negoẕāred ki tū ber çīz-i ḫīş mālik bāşī ki āngeh tū zen-i ū bāşī ne ū zen-i tū. Ve zen ez ḫānedān-ı bē ṣalāḥ bāyed ḫāst ve nebāyed ki duḫterekī būved ki zen ez bahr-ı kedbānūyī bāyed ḫāst ne ez bahr-ı ṭabʿ... Bāyed ki zen-i resīde ve tamām ve ʿākıla bāşed, kedbānūyī ve kedḫüdāyī-yi māder ve peder dīde bāşed, tā çünīn zenī yābī der ḫāsten-i ā hīç taķṣīr mekon ve cehd kon tā vey rā beḫāhī. Ve diger bekūş tā bē hīç vech ū rā ġayret nenemāyī ve eger reşk ḫāhī nemūd-i ḫūd neḫāhī beh-ter būved ki zen rā reşk nemūden besten nā-pārsāyī āmūḫten būved. Ve bedān ki zenān bē ġayret-i besyâr merdān rā helāk konend ve nīz ten-i ḫīş rā ferāz-ı kem-ter kesī dehend ez reşk ve ḥamiyyet ve bāk nedāred. Ama çün zen rā reşk nenemāyī ve bā vey dü kīse nebāşī bedānçē Ḫüdā-yı teʿālā tū rā dāde būved vey rā nīkū dārī, ez māder ve peder ve ferzend-i tū ber tū müşfiķ-ter būved, ḫīşten rā ez vey dūst-ter kes medār. Ve eger ġayreteş nemāyī ez hezār düşman düşman-ter şeved ber tū ve ez düşman-ı bigāne ḥaẕer tevān kerd ve ez vey netevān kerd... Ve hīç ḫādim rā der ḫāne-i zenān rāh medeh ve eger çē sīyāh ve sāde bāşed meger sīyāh-ı zeşt ve pīr ve memsūḫ būved. Ve şarṭ-ı ġayret negāh dār ve merd-i bī- ġāyret rā bē merd medār ki herki rā ġayret nebāşed vey rā dīn nebāşed. Ve çün zen-i ḫīşten rā 99 ber īn cümle dāştī eger Ḫüdā-yı teʿālā tū rā ferzendī dehed endīşe kon bē perverden-i ferzend-i ḫīş. 100 Yirmi Altıncı Bölüm Zevce Edinme Şartları Şöyle bilmiş ol ey oğul, ne zaman ki zevce aldın ve evlendin, eşine hürmetle davran. Eğer bir kaç değerli nesnen varsa, onları eşinden ve çocuğundan sakınma. Onu eşinden ve çocuğundan esirgeme ki sözünden çıkmasınlar ve seni sevsinler. Çünkü bu senin elinde olan bir iştir. Ben bu anlamda bir beyit söyleyeyim: Avrat çün besleye kişi ve oğlu var ola Ger tutmasa aziz gerektir ki hâr ola Ancak zevce edindikten sonra karının malına göz yumma ve zevcen için güzellikler arzu etme çünkü aldatmaya kalkar. Zevcenin yüzü temiz, dinî arı, evcimen, eşini sever, utangaç, eli ve dili kısa olmalıdır, böyle bir eş yeğdir; nitekim demişler ki: İyi kadın hayatın koruyucusudur. Zevcen ne kadar merhametli, güzel ve hoş olursa yine de kendini büsbütün ona bırakma ve onun emrinin altına girme ki bu bârede İskender’e dediler ki: Dârâ’nın o güzellikte olan kızını niye zevce olarak edinmiyorsun? İskender; “Cihan mertlerine galip gelen birisi onların kadınlarına galip gelmesi ayıptır” dedi. Ancak kendinden daha ihtişamlı zevce isteme, kız buluncaya kadar dul karı alma, çünkü senden başkasını sevemesin ve dünyadaki tüm erkekleri aynı görsün, başka erkeğe gönül vermeye kalkmasın. Eli uzayan, dili uzun olan ve evcimen olmayan karıdan uzak dur, nitekim demişler ki: Kedhüda nehir olup zevcesi barajdır. Ancak öyle olmasın ki senin herşeyini eline alıp senin kendi malına sahip çıkmanı engellesin, böyle olursa sen onun zevcesi olursun o değil. Ayrıca iyi bir aileden kız al, yaşı ermemiş bir kız almaktan uzak dur, çünkü zevcenin iyi tarafı evcimen olmasıdır, onu istek üzerinden alma... Yetişmiş, aklı başında ve ermiş bir zevce gerekir, anne ve babaya kedhüdalık yapmış bir eş gerekir, böyle bir kadın bulursan hiç zaman kaybetmeden çabala ve onu istemeye git. Ayrıca hiçbir surette ona kıskançlık etme, ona kıskanırsan kendine kötü etmiş olursun ve kadın kötü yola gider. Bilmiş ol ki kadınlar aşırı kıskançlık yüzünden çok erkeği helak etmişler ve kendilerini kötü kişinin yoluna feda ederler, hem de hamiyetlerinden ve ölmekten hiç korkmazlar. Ancak kadına kıskançlık etme ve ona iki türlü kese gösterme, çünkü Tanrı onu sana hoş tutasın diye vermiştir, o da sana babasından, anasından ve çocuğundan daha fazla şefkat gösterir. Kendine ondan başkasını dost bilme. Eğer kıskançlık edersen senin düşmanından bin kat fazla sana düşman olur ki yabancı düşmandan uzak durabilirsin, ancak karından değil... Evine erkek hizmetçi sokma, hatta eğer zenci ve saf biri olsa, ancak çirkin, yaşlı ve ihtiyar olursa izin ver. Gayretini koru ve gayretsiz olma, çünkü 101 gayretli olmayan kişi dinsiz olur. Eğer bu şartlar altında zevce edinsen ve eğer ulu Tanrı sana bir çocuk armağan ederse sadece çocuğunun terbiyesini düşün. 102 Bāb-ı Sīyüm Der ʿUķūbet Kerden ve Ḥācet Ḫāsten ve Revā Kerden Ve bē her günāhī, ey piser, merdüm rā mustevcib-i ʿuķūbet medān ve eger kesī günāhī koned ez ḫīşten ender dil ʿöẕr-i günāh-ı ū beḫāh ki ū ādemī est ve nuḫüstīn günāh ādem kerd, çünānki men gūyem: Şiʿir Ger men rūzī zē ḫidmetet geştem ferd Ṣed bār dilem ez ān peşīmānī ḫūrd Cānā bē yekī günāh ez bende megerd Men ādemīyem güneh nuḫüst ādem kerd Ve ḫayra ʿuķūbet mekon tā bī-günāh sezā-yı ʿuķūbet negerdī. Ve bahr-ı çīzī ḫeşmnāk meşev, der vaķit żücret-i ḫeşm furū ḫūrden ʿādet kon, çün bē günāhī ez tū ʿafv ḫāhend ʿafv kon ve ber ḫīşten vācib dān eger çē seḫt günāhī būved ki bende eger günāhkār nebāşed ʿafv-ı ḫüdāvend peydā neyāyed ve çün mükāfāt-ı günāh kerde bāşī āngeh tefażżül-i tū kucā resed. Ve çün ʿafv kerden vācib dānī ez şeref ve büzürgī ḫālī nebāşī ve çün ʿafv kerdī diger ū rā serzeniş mekon ve ez ān günāh yād meyār ki āngeh hemçünān bāşed ki ān ʿafv nekerde bāşī. Ama tū günāhī mekon ki tū rā ʿöẕr bāyed ḫāsten pes eger ittifāķ ofted ki tū rā ez kesī ʿöẕr bāyed ḫāsten ez ʿöẕr ḫāsten neng medār tā setīze munķaṭiʿ şeved. Ama eger kesī günāhī koned ki mustevcib-i ʿuķūbet būved, ḥadd-ı günāh-ı ū benger ve ender ḫūr-i günāh-ı ū ʿuķūbet fermāy ki ḫüdāvendān-ı inṣāf çünīn gofte-end ki: ʿUķūbet sezā-yı günāh bāyed kerd ama men çünīn gūyem ki: Eger kesī günāhī koned ki bedān günâh mustevcib-i ʿuķūbet şeved ve tū sezā-yı ān günāh ū rā ʿuķūbet konī ṭarīķ-i ḥilm ve kerem ve raḥmet ferāmūş kerde bāşī, çünān bāyed ki diremī günāh rā nīm direm ʿuķūbet konī tā hem resm-i sīyāset bē cāy āverde bāşī ve hem şarṭ-ı kerem nigeh dāşte bāşī tā hem ez kerīmān bāşī ve hem ez sāyesān ki neşāyed ki kerīmān kār-ı bī-raḥmetān konend. Çünānki şenūdem ki bē rūzgār-ı Muʿāvīye ķavm-i günāhī kerdend ki koşten ber īşān vācib būd. Muʿāvīye pīş-i ḫīş fermūd īşān rā gerden zeden. Der mīyāne yekī rā pīş āverdend ki bekoşend. Ān merd goft: Yā emīr herçi bē mā konī sezā-yı māst ve ber günāh-ı ḫūd müķirrem ama ez bahr-ı Ḫüdā-yı ʿazze ve celle ez men dü suḫan beşnev ve cevāb deh. Muʿāvīye goft: Begūy. Merd-i mücrim goft ki: Heme-i ʿālem ez ḥilm ve kerem-i tū hemī gūyend ve eger īn günāh der pīş-i pādişāhī kerdemī ki ne çün tū kerīm ve ḥalīm ve raḥīm būdī ān pādişāh bā mā çē kerdī? Muʿāvīye goft: Hem īn ki men hemī konem. Merd goft: Pes ez īn kerīmī ve ḥalīmī ve raḥīmī-yi tū mā rā çē sūd dāred ki tū hemān konī ki ān bī-rāḥmet ve bī-ḥilm? Muʿāvīye 103 goft: Eger īn suḫan ān merd-i nuḫüstīn gofte būdī heme rā ʿafv kerdemī eknūn īnhā ki mānde- end ʿafv konīd. Pes çün mücrimī ʿafv ḫāhed icābet kon ve hīç günāhī medān ki ān bē ʿöẕr neyerzed. Ve eger ḥācetmendī rā bē tū ḥācet ofted ez mümkināt ki dīn rā der ān zīyānī nebūved ve der mühimmāt-ı dünyāyī ez bīşī ḫilelī nebūved, ez bahr-ı kemi-yi māye-i dünyā dil-i ān nīyāzmend bāz mezen ve ān kes rā bā ķażā-yı ḥācet bāz megerdān ve ẓann-ı ān ḥācetmend der ḫīşten durūġ mekon ki ān merd tā der tū gümān-ı nīkū nebered ez tū ḥācet neḫāhed. Ve nīz ān müstemend der vaķt-i ḥācet ḫāsten esīr-i tū būved ve gofte-end ki: Ḥācetmendī düvvūm esīrī est ve ber esīrān raḥmet bāyed kerd ki esīr koşten sutūde nedārend ki kārī nekūhīde est. Pes der īn maʿnī taķṣīr revā medār tā muḥammedat-ı dü cihānī bīyābī. Ve eger tū rā bē kesī ḥācet būved benger ki ān ādem merd-i kerīm est yā leyīm, eger merd-i kerīm bāşed ḥācet beḫāh ama fırṣat negāhdār, bē vaķt-i ki dil-teng bāşed ḥācet meḫāh. Ve çün ḥācet ḫāhī ez mümkināt ḫāh tā bē icābet maķrūn būved ve nevmīd negerdī. Ve nīz pīş ez ṭaʿām ber gürüsnegī ḥācet meḫāh. Ve der ḥācet ḫāsten suḫan-ı nīkū bīyendīş ve ez pīş-i ķāʿide-i nīkū furū neh ve āngeh maḫlaṣ-ı suḫan bedān cāy resān ki ḥācet-i tū bīrūn āyed. Ve ender suḫan goften teleṭṭüf-i besyār nemāy ki teleṭṭüf der ḥācet ḫāsten düvvūm şafīʿī est ki eger ḥācet bedānī ḫāsten bē ķaża-yı ḥācet-i tū revā şeved. Çünānki men gūyem: Şiʿir Ey dil ḫāhī ki zē dil ārām resī Bē tīmārī bedān meh-i tām resī Bā ū bē murād-ı dil resī ey dil ez ān Ger dānī ḫāst-ı kāme der kām resī Ver herki rā bedû müḥtāc bāşī ḫīşten çün çāker ve bende-i ū şenās ki mā bendegī-yi Ḫüdā- yı teʿālā rā ez ān hemī konīm ki mā rā bē vey ḥācet est ki eger bē Ḫüdā-yı teʿālā ḥācet nebūdī hīçkes rūy sūy-i ʿibādet-i Ḫüdā-yı teʿālā nekerdī. Ve çün icābet yābī bahr-ı cāy ez ān şükrī begūy ki Ḫüdā-yı ʿazze ve celle mīgūyed: Le’in şekertüm le’ezīdennekum ki şākirān râ Ḫüdāvend-i subḥāne ve teʿālā dūst dāred ve nīz şükür kerden bē ḥācet-i nuḫüstīn ümīd-i icābet-i ḥācet düvvūmīn būved. Ve eger ḥācet-i tū revā nekoned ez baḫt-ı ḫīş bīn ve ez ānkes geleh mekon ki eger vey ez geleh kerden-i tū bāk dāştī ḫūd ḥācet-i tū revā kerdī. Pes eger merd baḫil ve leyīm bāşed bē hūşyārī ez ū hīç çīz meḫāh ki nedehed, bē vaķt-i mestī ḫāh ki baḫilān ve leyīmân bē vaķt-i mestī seḫy bāşend ve kerem nemāyend ve eger çē rūz-i diger peşīmān şevend. Ve eger ḥācet bē leyīmī ofted ḫīşten rā bē cāy-ı raḥmet dān ki gofte-end: Se ten bē cāy-ı raḥmet-end: Ḫiredmendī ki zīr-i dest-i bī-ḫiredī būved ve żaʿif-i kī ķavī ber vey musallaṭ būved ve kerīmī ki müḥtāc-ı leyīmī būved. 104 Ve bedān ey piser ki çün īn suḥanhā ki der muķaddeme goftem beperdāḫtem, ez her nevʿī faṣli begūyem ber mevceb-i ṭāķat-ı ḫīş, ḫāstem ki dād-ı suḫan tamām bedehīm, ez pīşehā nīz yād konem tā ān nīz beḫānī ve bedānī ki megeret bedān ḥācet ofted. Ez ānçē ḫāstem ki ʿilm-i evvelīn ve āḫirīn men dānemī ki tū rā bīyāmūḫtemī ve maʿlūm-ı tū gerdānīdemī tā bē vaķt-i merg bī-ġam-ı tū ez īn cihān bīrūn şodemī velākin çē konem ki men ḫūd der dāniş pīyāde-em ve eger nīz çīzī dānem goftār-ı men nīz çē fayda dāred, eknūn tū ez men hem çendān şenevī ki men ez peder-i ḫīş şenūdem, pes tū rā cāy-ı melāmet nīst ki men ḫūd dād ez ḫīşten bedehem tā bē dāver ḥācet nebāşed. Eger tū şenevī ve eger ne, der her pīşeī suḥanī çend begūyem tā der suḫan baḫīlī nekerde bāşem ki ānçē merā ṭabʿ dest dād begoftem. 105 Otuzuncu Bölüm Suçu Affetmek, Hacet İstemek ve Cezalandırmak Ey oğul, her bir suç için kimseyi cezalandırmayı düşünme. Eğer birisi suç işlerse, sen içinden onun özrünü iste, çünkü o âdemoğludur, nitekim ilk suçu âdem işledi. Şu iki beyitte dediğim gibi: Şiir Vaslından ayrı hecr ile mahrem değil miyim · Cürmüm bilip nedâmete hemdem değil miyim? Benden çevirme yüzünü bir kez günah için Âdem günah etti ben âdem değil miyim? Küçük bir suç için kimseyi suçlama, tâ ki seni de suçsuz suçlamasınlar. Yok, yere öfkelenme. Kızmaktan aciz kaldığın zaman, kızgınlığını yutkunmağı âdet edin, birisi senin katında suç işlese ve dönüp senden suçunu bilerek af isterse, kendine o suçu bağışlamayı boyun borcu bil, çünkü kul günahsız olmazsa Tanrının affına sığınmaz ve eğer cezalandırdıysan senin büyüklüğün nerede kalıyor. Ancak sen öyle bir günah işleme ki af isteyesin, eğer bir vaka olup da günah işlersen af dilemek için çekinme tâ ortalıktan inatçılık ipi kopsun. Eğer birisi günah işlerse ve cezalandırılması gerekiyorsa, önce işlediği suçun miktarına bak ve işlediği suça nazaran ona ceza kes ki insaf Tanrısı şöyle buyurmuştur: Günaha ceza vermek lazım, ancak ben şöyle derim: Eğer birisi suç işlerse, elbette cezalandırmak gerek, o suça göre cezalandırırsan büyüklük, şefkat ve yufka yüreklilik yolunu unutmuş olursun. Ama bir dirhem suç işleyeni yarım dirhem cezalandıracaksın, tâ ki siyâset töresini yerine getirip büyüklük şartını korumuş olasın. Büyüklük ehline şefkatsizlerin işini işlemek revâ değildir. Şöyle işittim ki Muaviye zamanında bir bölük halk bir suç işlediler. O suçun cezası da ölüm idi. Muaviye kendi kendine onların başları kesilsin diye karar verdi. Baş kesme esnasında birisini öldürmeye getirdiler. O zât dedi ki: Ey emir bize ne yaparsan hakkımızdır ve günahıma ikrar ediyorum ancak Tanrı aşkına benden iki lafımı duy ve cevap ver. Muaviye; “Söyle” dedi. Adam dedi ki; “Tüm dünya senin büyüklüğünü ve şefkatını bilir. Eğer bu suçu senin gibi büyük, bağışlayan ve şefkatlı biri olmayan bir sultan nezdinde yapsaydım bana ne caza verirdi?” Muaviye de; “Benim verdiğim cezayı verirdi” dedi. Adam; “O zaman senin büyüklüğünden, şefkatından ve yumuşak kalpliliğinden bize ne yarar gelir ki sen de onun gibi bir sultanın yaptığını yapıyorsun?” dedi. Muaviye de dedi ki; “Eğer bu sözü ilk kişi söyleseydi 106 hepinizi affederdim, şimdi sağ kalanları affediyorum.” O zaman suçlu birisi af dilerse affet ve affedilmeyecek bir günah tanıma. Birisinin işi sana düşerse dine zarar vermeyecek kadar ve dünyanın önemli meselelerini ihlal etmeyecek kadar imkân çerçevesinde ihtiyaç ehlini geri çevirme ve isteği kazasına göre geri gönderme. Yardım isteyene şüphe edip onu yalanlama, çünkü o adam gerçekten ihtiyacı olmazsa senden yardım istemeyecktir. Ayrıca ihtiyacı olan kişi o anda senin esirindir ve demişler ki: İlk ihtiyaçtır sonra esirlik. Esirlere merhamet etmek lazım, çünkü esirleri öldürmek güzel bir iş değildir. Bu konuda kusur etme ki her iki dünyanın sevabı sana gelsin. Eğer senin birisine işin düşerse önce bak ki o adam cömert midir, eğer cömert ise talebini ona bildir fakat gözet ki gönlü darıcık olduğu zaman ondan herhangi bir talepte bulunma. Ayrıca bir şey istediğinde icâbeti mümkün olan şeylerden iste ki umutsuz olmayasın. Ayrıca yemekten önce açlık için istekte bulunma. İsteğini dile getirmek için güzel sözler seç ve önceden nasıl davranacağını benimse ve konuşma tarzını bilerek talebini dile getir. Ayrıca konuşmanda iltifat etmeyi unutma, çünkü hâcet zamanında iltifat göstermek ikinci bir nüktedir. Şimdi isteğini böyle dilersen, ne olursa olsun vardığın yerden dilediğini elde edersin. Şöyle ki ben de derim ki: Şiir İster misin gönül ki dil-arâma eresin Dün olmadan karanlık, meh-i tâma eresin Gözle rızasın ol sanemin iste kâmına Ger kâmın isteyenilesin kâma eresin Öyleyse kime ihtiyacın olursa kendini onun kulu olarak göster çünkü biz Tanrıya da bu açıdan kulluk ediyoruz, eğer kimsenin Tanrıya ihtiyacı olmasaydı kimse ibâdet edemezdi. İhtiyacın karşılanırsa her zaman şükret ki Tanrı buyurmuş: Tanrı şükredenleri sever ve ihtiyaca şükretmek birincil ilke olup icâbet edilmesine umut etmek ikinci ilkedir. Eğer arzunu yerine getirmezse onu kendi bahtınla ilgili gör ve o zâttan şikâyet etme çünkü o senin şikâyetinden korkusu olsaydı senin arzunu karşılardı. Eğer adam cömert değilse ayık olduğu zaman ondan hiçbir şey isteme çünkü veremez, sarhoş olduğu zaman iste ki cimriler sarhoşluk zamanında cömert olurlar ve bahşişte bulunurlar, gerçi bir sonraki gün pişman olurlar. Cimri birine ihtiyacın düşerse kendini rahmet dileyen birisinin yerine koy. Üç kişi rahmete mağdurdur: Bilgili birisi bilgisiz birisinin elinin altında olursa, güçsüz birisi güçlü birinin elinde olursa ve cömert olan biri cimriye işi düşerse. Bilmiş ol ey oğul yukarıda söylediği sözlerimi tamam ettim. Her çeşitten bir hikâye anlattım, böylece konunun hakkını vermek istedim, her sanattan bahsetmek istedim, senin 107 okumanı ve bilmeni diledim. Ben tüm ilimleri bilip sana öğretmeyi çok isterdim, böylece öldüğümde sana olan kaygım eksik olur. Ama ben bilgi konusunda hâlâ yaya olarak kalmışım, bir şeyi de biliyorsam fayda etmez ki, sen benden duyduklarını ben zamanında babamdan duymuşumdur. O yüzden seni kınamak için söylemiyorum. Ben lafı yerinde söyleyeyim ki gerekli bir zamanda bilirkişiye ihtiyacın kalmasın. Sen ister kulak as ister asma. Her sanat dalından bir şeyler söyleyeceğim ki cimrilik yapmamış olayım. 108 Bāb-ı Sī vü Heştüm Der Ādāb-ı Nedīmī-yi Pādişāh Ve eger pādişāh tū rā nedīm-i ḫīş fermāyed eger ālet-i münādimet-i pādişāh nedārī mepeẕīr ki herki nedīmī-yi pādişāh koned çend ḥaṣlet ender vey bebāyed ki būved çünānki eger der meclis ān ḫüdāvend rā ez culūs-i ū zīnetī nebūved şeynī nebūved. Evvel bāyed ki her penç ḥavāss-ı vey bē fermān-ı vey būved ve nīz bāyed ki laķā’ī dāred ki merdümān rā ez dīden-i vey kerāhīyetī nebāşed tā īn veli-niʿmet ez dīden-i vey melūl neşeved. Bāyed ki īn kes debīrī dāned Tāzī ve Pārsī tā eger vaķtī bē ḫalvet ender melik rā bē debīrī ḥācet būved bē ḫānden yā nebeşten ve debīr ḥāżır nebūved īn pādişāh tū rā ḫānden fermāyed yā nebeşten, ʿāciz nebāşī. Diger bāyed ki eger nedīm şāʿir nebāşed der-i şiʿir brdāned, nīk ve bed-i naẓım ber vey pūşīde nebāşed ve eşʿār-ı Tāzī ve Pārsī besyār dāned tā eger īn ḫüdāvend rā bē gāh ve bī-gāh bē beytī ḥācet ofted şāʿirī rā ṭaleb nebāyed kerd yā ḫūd brgūyed yā ḫūd rivāyet koned. Ve hemçünīn ender ṭıb ve ʿilm-i nücūm bedāned tā eger ez īn ṣanāʿat suḫanī reved yā bedīn ḥācet āyed tā āngeh ki ṭabīb ve müneccim āyend tū ānçē dānī begūyī tā şarṭ-ı münādimet bē cāy āverde bāşī tā īn pādişāh rā bahr-ı ʿilmī ber tū iʿtimād ofted ve bē ḫidmet-i tū rāġıb-ter būved. Bāyed ki ender melāhī tū rā dest būved, çīzī bedānī zeden tā meger ḫalvetī būved ki müṭrib rā bē cāy nebūved tā bedānçē dānī vaķt-i ū ḫoş hemī dārī tā vey rā bedān sebeb ber tū velevʿī diger bāşed. Ve nīz çünān bāyed muḥākī bāşī ve besyār ḥikāyethā-yı meżāḥik ve suḫan-ı müsekte ve nevādirhā-yı bedīʿ yād dārī ki nedīmī-yi bī-ḥikāyāt ve nevāder nā-tamām bāşed. Ve nīz bāyed ki nerd ve şaṭranc-bāz bāşī velākin ne çünānki muķāmir bāşī ki herki bē ṭabʿ muķāmir bāşed nedīmī-yi mulūk neşāyed. Ve bāyed ki Ķur’ān dānī ve ez ẓāhir-i tefsīr ḫaber dārī ve ṭarafī ez fıķıh ve eḫbār-ı Resūl ʿaleyhisselām bedānī ve ez ʿilm-i şerʿ ez her çīzī ḫaber dārī tā eger der meclis-i pādişāh ez īn maʿnī suḫanī reved cevāb dānī dāden ve ṭaleb-i ķażī ve faķih nebāyed kerden. Ve nīz bāyed ki besyār sīyer-i mulūk ḫānde bāşī ve bedāneste ve bē ten-i ḫīş ḫidmet-i pādişāhī kerde bāşī tā pīş-i ḫüdāvend ḫaṣlethā-yı sutūde-i mulūk-i güẕeşte hemī gūyī tā ān ender dil-i pādişāh kār koned ve bendegān-ı Ḫüdā-yı teʿālā rā ender ān nefʿī ve teferrücī hemī bāşed. Ve bāyed ki ender tū hem cidd bāşed ve hem hazl ama bāyed ki vaķt-i istiʿmāl-ı suḫan bedānī ki key bāşed ve vaķt-i cidd hazl negūyī ve vaķt-i hazl cidd negūyī ki her ʿamelī ki bedānī ve istiʿmāl-ı ān nedānī kerden dānesten ve nā-dānesten-i ān bē nezdīk-i merdümān yekī bāşed. Ve bā īn heme kī goftem bāyed ki ender tū recūlīyyetī bāşed īn melik ne heme bē ʿişret meşġūl būved çün vaķt-i merdī būved bāyed ki merdī nemāyī ve tū rā tevānāyī-yi ān būved ki bā merdī ve dü merd bezenī meger velʿayāḍu billāh ender mīyāne-i ḫalvetī der mīyān-ı ķeṣf ve nişāṭ kesī ḫīyānet endīşed ber īn pādişāh ve ezcümle-i ḥavādiṡhā 109 ḥādiṡeī bīyofted tū ānçē şarṭ-ı merdī ve merdümī būved bē cāy ār tā ān velī-niʿmet bē sebeb-i tū restegārī yābed ve eger koşte şevī ḥaķķ-ı niʿmet-i ḫüdāvend-i ḫīş bē cāy āverde bāşī ve bē nām-ı nīkū refte ve ḥaķķ-ı ferzendān-ı tū ber ū vācib şeved ve eger berehī ḫūd nām-ı nīkū ve nān yāfte bāşī tā ʿömr-i tū būved. Pes īnki goftem eger cümle der tū mevcūd nebāşed bāyed ki bīş-terī bāşed tā tū nedīmī-yi pādişāh rā şāyī ve eger çünānki ez nedīmī-yi pādişāh bē nān ḫūrden ve nebīd ḫūrden ve hazl goften besende konī ān leyīmī būved ne nedīmī, tedbīr-i nedīmī-yi ʿām kon tā ān ḫidmet ber tū vebāl negerded. Ve nīz hergiz tā tū bāşī pīş-i ḫüdāvendān-ı ḫīş ez ḫīşten ġāfil mebāş ve der meclis-i pādişāh der bendegān meniger, çün sāķi nebīd bē tū dehed her geh ki ķadeḥ besetānī der rūy-i vey meneger, ser pīş fegende dār, besetān ve buḫūr ve ķadeḥ bāz-deh çünānki ender vey nenegerī tā ḫüdāvendān rā ez tū bē ḫayālī ṣūret nebended ve ḫīşten rā negāh dār tā tū rā çünān neyofted ki Ķāḍı ʿAbdülmelik ʿUkebrī rā oftad. Şenīdem ki Ķāḍı ʿAbdülmelik ʿUkebrī rā Me’mūn-i Ḫalife nedīmī-yi ḫīşten dād ki ʿAbdülmelik nebīd ḫāre būd ve ez ķażā maʿzūl bedīn sebeb. Rūzī der meclis-i şarāb ġulāmī sāķī nebīd bedīn ʿAbdülmelik dād, çün nebīd beseted bē ġulām ender negerīd, bē çeşm bē vey işāretī kerd, yek çeşm rā luḫtī furū gereft. Me’mūn bedīd, ʿAbdülmelik bedānest ki Me’mūn ān bedīd ve ān işāret bedānest, hemçünān çeşm-i nīm gerefte hemī dāşt. Me’mūn baʿd ez sāʿatī pürsīd ki: Ey Ķāḍı çeşm-i tū rā çē oftād? ʿAbdülmelik goft: Nedānem yā emir-i mu’minīn ender īn sāʿat bē ferāz āmed. Ve baʿd ez ān tā vey zinde būd der sefer ve der ḥażer ve der melâ’ ve der ḫelâ’ hergiz çeşm-i tamām bāz negoşād tā ān tohmet ez dil-i Me’mūn bebord. Pes ân kes ki ū nedīm-i pādişāh yā hem neşīn-i büzürgān būved çünīn būved ve çünīn kefāyetī bāyed tā dāneste bāşī ki nedīmī-yi pādişāh kerden ne ez gezāf est. 110 Otuc Sekizinci Bölüm Padişaha Nedimlik Yapmanın Şartları Eğer padişah seni kendine nedim edinirse, ancak sende nedimlik yeteneği yoksa kabul etme. Çünkü padişaha nedim olanın beş huyu olmalı. Eğer nedim sohbetin süsü olmazsa bari sohbet bozan da olmamalı. İlk önce her beş duyusu onun emrine itaat etmeli ve güzel görünüşlü olması lazım, tâ ki halk onu gördüğünde iğrenmesin, velinimeti de bu yüzden üzülmesin. Nedimin Arapça ve Farsça yazı yazmayı bilmesi gerekiyor. Eğer kimse yokken birden kâtibe gerek duyulursa, nedim bu sebepten ötürü aciz olmamalı. Ondan sonra nedim şair olmazsa bile şiir bilmesi lazım, böylece şiirin iyisi ve kötüsü ona aydınlanır, yani örtülü kalmaz. Farsça ve Arapça birçok şiir ezberinde olmalı, tâ ki âniden padişah bir şair isterse hemen kendi söylesin veya ona uygun şairlerden şiir rivâyet etsin. Nedimin tıp ve yıldız ilmini de beilmesi lazım. Öyle ki eğer bu ilimlerden mevzu bahis açılırsa tabip veya müneccim gelene kadar nedim o konuyla ilgili birkaç söz söylesin, tâ ki nedimlik şartını yerine getirsin, padişahın da her ilimden haberi varmış diye ona itimadı tam olsun, onun üzerine olan rağbeti artsın. Nedim bir çalgı âleti çalmayı da bilmelidir. Eger tenha bir sohbet ortamında çalgıcıya gerek duyulursa ve çalıgıcı yoksa nedim bildiği havalardan çalıp padişah eğlensin ve bu yönden de hoşnut olsun. Nedimin hikâye hazinesi çok olmalı, gülünç ve şaşılacak hikâyeler ve fıkralar bilmesi lazım. Nedimliğin şartı eşsiz hikâyeler bilmediğin sürece yarıda kalır. Ayrıca tavla ve satranç iyi oynaman lazım velâkin kumarbâz olmamalısın. Çünkü kumarbâz olan şahıs padişahın nedimliğine lâyık değildir. Nedim Kur’an’ı okumuş olmalıdır, zahir anlamını öğrenmiş, tefsirini dinlemiş olsun. Diğer taraftan fıkıh ve Peygamber’in haberlerini bilmesi lazım ve şeriat ilmi ile ilgili herşeyi bilmesi lazım ki eğer padişahın sohbetinde bu konularla ilgili konu açılırsa yanıt versin ve kadı veya fakihe ihtiyaç kalmasın. Ayrıca nedimin fazlasıyla geçmiş sultanların hikâyelerini okuması lazım. Kendi de birçok sultana hizmet emiş olması gerekiyor ki sultan nezdinde her an o geçmişteki padişahların iyi işlerini, güzel davranışlarını ansın. Öyle ki Tanrının kullarına yönelik refah ve menfaat yaratsın. Ayrıca nedimin hem ciddi hem de şakacı olması lazım. Ancak ikisini de nerede nasıl kullanacağını bilmesi gerekiyor. Öyle ki ciddiyet zamanında şaka yapmasın ve şaka zamanında ciddi olmasın. Şöyle ki bir hüner bilse ve yerinde kullanmazsa o anda bilmemekle aynı olur. Nedimin cesâretli ve yürekli olması lazım. Şöyle ki bir iki kişiye saldırmak elinden gelsin, padişah yalnız olarak zevkte ve eğlemekte iken birisi ansızın hainlik ederse ya da bir düşmanı böyle bir zamanda fırsat bularak padişaha suikast ederse, öyle bir anda nedim erlik ve kişilik şartını yerine getirsin ki velinimeti onun yüzünden yücelsin ve eğer ölürse sultanın 111 verdiği nimetin karşılığını vermiş olsun ve adı iyilikle kalsın ve nedimin çocuklarının hakkı ona kalsın ve sağ kalırsa da adı iyiye çıkar ve ömür boyu ekmeğini yiyecektir. Kısacası dediklerim özellikler sende yoksa nedimlik senin ne işine, hiçbiri yoksa da bari birkaçı sende olsun. Nedim sadece yemek ve şarap içmek için ve şakalaşmak için nedimlik ederse adı nedimlik olmaz herze yumurtlamaktır. Öyleyse nedimlikten dem vurursan benim dediğimi yap, tâ ki o hizmet sana vebal olmasın. Ayrıca sultanın nezdinde gaflet etme ve padişah sohbetinde şarap dağıtan sâkinin yüzüne bakma, sâki kadehi uzatırsa kadehini al ama yüzüne bakma, yüzüne yerden yana tut, şarabını al ve iç ve kadehini geri ver öyle ki gözlerin onun yüzünü hiç görmesin öyle ki padişah hakkında kötü bir şey düşünmesin ve kendine mukkayat ol ki sonun Kadı Abdülmelik Ukberi gibi olmasın. Şöyle işittim ki Kadı Abdülmelik Ukberi; Me’mun halife zamanında nedimlik katına erdi. O şarap düşkünüydü ve ez kaza şarap yüzünden kadılıktan azledilmişti. Bir gün şarap meclisinde sâki ona kadeh uzattı, şarap kadehini aldığında sâkinin yüzüne bakıp göz kırptı. Ansızın durumu Halife Me’mun gördü. Abdülmelik de Me’mun’un o sahneyi gördüğünü biliyordu bu yüzden aklını başına topladı ve artık gözünü rahat durdurmadı, kırptı durdu. Halife birkaç saat sonra sordu ki: Kadı efendi gözüne ne olmuş? Abdülmelik; “Bilmem ki ne oldu, bu dert şimdi başıma geldi” diyerek bir bahane uydurdu. Ondan sonra da hayatta olduğu sürece evinde ve Me’mun nezdinde artık gözünü açıp bir kararda tutmadı, tâ ki Me’mun gönlünden o kuşkuyu giderdi. Şimdi padişaha nedim olan veya büyüklerle oturup kalkan böyle bir niteliğe sahip olmalı, çünkü padişaha nedimlik etmek kolay değildir. 112 Bāb-ı Çihil ü Düvvūm Der Āyīn ve Şarṭ-ı Pādişāhī Pes eger pādişāh bāşī pādişāhī pārsā bāş ve çeşm ve dest ez ḥarem-i merdümān dūr dār ve pāk-şalvār bāş ki pāk-şalvārī ez pāk-dīnī est. Ve ender her kārī re’y rā fermānberdār-ı ḫired kon ve ender her kārī ki beḫāhī kerden nuḫüst bā ḫired meşviret kon ki vezīrü’l-vuzarā’-yı pādişāh ḫired est ve tā ez vey direng bīnī şitāb mekon. Ve bahr-ı kārı ki eiḫāhī kerden çün der ū ḫāhī şoden nuḫüst bīrūn reften-i ān kār neger ve tā āḫir nebīnī evvel mebīn, bahr-ı kārı ender mudārā nigeh-dār, her kārı ki bē mudārā ber-āyed cüz bē mudārā pīş meber ve bīdād pesend mebāş ve heme-i kārhā ve suḫanhā rā bē çeşm-i dād bīn ve bē gūş-i dād şenev tā der heme kārı ḥaķ ve bāṭıl betevānī dīden, pādişāh ki çeşm-i dād ve ḫiredmendegī goşāde nedāred ṭarīķ- i ḥaķ ve bāṭıl ber vey goşāde negerded. Ve hemīşe rāst-gūy bāş velākin kem-gūy ve kem- ḫande bāş tā keh-terān ber tū delīr neşevend ki gofte-end: Bed-terīn kār-ı pādişāh rā delīri-yi raʿīyyet ve bī-fermānī-yi ḥāşīyet est ve ʿaṭāyī ki bebāyed bē mustaḥaķān neresed. Ve ʿazīz dīdār bāş tā ber çeşm-i raʿīyyet ve leşker ḫār negerdi ve zīnhār ḫār mebāş ve ber ḫalķān-ı Ḫüdā-yı teʿālā raḥīm bāş ve ber bī-raḥmetān raḥmet mekon ve baḫşāyīş mekon velīken bā sīyāset bāş ḫaṣṣe bā vezīr-i ḫīş. Elbete ḫīşten bē selim-ķalbī bē vezīr menemāy, yekbāre muḥtāc-ı re’y-i ū mebāş ve her suḫanı rā ki vezīr brgūyed der bāb-ı kesī ve ṭarīķi ki bāz nemāyed beşnev ama der vaķit icābet mekon begūy: Tā bengerem āngeh çünānki bāyed kerd befermāyem, baʿd ez ān tecessüs ve tefeḥḥüs-i ān ḥāl befermāy kerden tā der ān kār ṣalaḥ-ı tū hemī cūyed yā menfaʿat-ı ḫīş? Çün maʿlūm kerdī āngeh çünānki bīni cevāb deh tā tūrā zebūn- i re’y-i ḫīş negīred. Ve herkes rā ki vezāret dādī vey rā der vezāret temkīnī tamām kon tā kārhāy-ı tū ve şuġl-ı memleket-i tū ber ū beste nebāşed ve bā ķurebā ve peyvestegān-ı ū nīkūyī kon, bē maʿāş dāden ve ḫūbī kerden taķṣīr mekon ama ḫīşān ve peyvestegān-ı vey rā ʿamel mefermāy ki yek-bāre pī bē gurbe netevān sepürden ki vey bē hīç ḥāl ḥesāb-ı peyvestegān-ı ḫīş bē ḥaķ nekoned ve ez bahr-ı māl-ı tū ḫīşān-ı ḫīş rā neyāzarad ve nīz kesān-ı vezīr ṣed bī-dād bokonend ber ḫalķān ki bīgāne ez ān ṣed yekī neyāred kerden ve vezīr ez kesān-ı ḫīş der-goẕāred ve ez bīgāne der negoẕāred. Ve ber duzd raḥmet mekon ve ʿafv kerden-i ḫūnī revā medār eger mustaḥaķķ-ı ḫūnī rā ʿafv konī tū nīz bedān ḫūn ber ķıyāmet şerik bāşī ve gereftār. Ama ber çākirān-ı ḫīş bē raḥmet bāş ve īşān rā ez bed nigehbān bāş ki ḫüdāvendān çün şebān bāşend ve keh-terān çün reme, eger şebān ber reme-i ḫīş bē raḥmet nebāşed īşān rā ez sebāʿ nigeh nedāred. Ve kesī rā ki ķaṣdī pedīd āyed iʿtimād ber ān mekon ki pedīd kerde bāşed ve ez herkesi şuġlī diriġ medār tā ez menfaʿatı ki ez ān şuġl biyābend ba ķaṣd-ı ḫīş mużāf künend bī taķṣīr-ter zīyend ve tū nīz der bāb-ı īşān bī endīşe-ter zīyī ki 113 çākirān rā ez bahr-ı şuġl dārend. Velākin çün kesī şuġlī dehi nīk beneger, şuġl bē sezāvār-ı merd deh ve bedānçē tū der bāb-ı çākirī maʿnī bāşī şuġlī ki ne mustaḥaķķ-ı ān bāşed vey rā mefermāy, kesi ki ferrāşī rā şāyed şarāb-dārī mefermāy ve ānki ḫazenī rā şāyed ḥācibī medeh ki her kārī bahr-ı kesī netevān dād çünānki gofte-end: Likülli ʿamelen ricālun. Tā zebān-ı ṭāʿinān ber tū goşāde neşeved ve ḫilel ender şuġl-ı tū pedīdār neyāyed ki eger vey rā kārı fermāyī ki nedāned bē hīç ḥāl negūyed ki nedānem, hemī koned ez bahr-ı menāfiʿ-i ḫīş āâ velākin ān şuġl bā fesād bāşed pes kār bā kārdān sepār tā ez derd-i ser reste bāşī, çünānki şāʿir gūyed: Velākin zē yezdān hemī ḫāh tevfīķ Ki bē kārdānān dehī kār-dārī Pes eger tū rā der kār-ı çākirī ʿināyetī bāşed ḫāhī ki vey rā muḥteşem gerdānī bē ʿamel tevānī vey rā muḥteşem kerden ve niʿmet dāden bē ānki bē nā-vācib ū rā şuġlī fermāyī tā ber nādānī-yi ḫīş ḫūyeş guvāhī nedāde bāşī. Ve ender pādişāhī megoẕār ki kesī fermān-ı tū rā ḫār dāred ki tū rā ḫār dāşte būved ki ender pādişāhī heme rāḥat der fermān dāden est ki pādişāh bē ṣūret bā raʿīyyet rāst est, farķ-ı mīyān-ı pādişāh ve raʿīyyet ān est ki ū fermān-deh est īn fermān-berdār. Şenīdem ey piser ki bē rüzgār-ı cedd-i tū Sulṭān Maḥmūd raḥemellāh ʿāmilī būd vey rā Ebülferac Büstī goftendi; ʿāmil-i Nisā ve Bāverd būd. Merdī rā begereft der Nisā ve niʿmetī ez ū besutūd ve emlāk-i ū mevķūf kerd ve herçē vey rā būd bē dest furū gereft ve merd rā bē zindān kerd. Pes bē çendgāh īn merd ḥīletī kerd ve ez zindān begoriḫt ve bē Ġazneyn reft, çün rūz-i meẓālim būd ez īn ʿāmil geleh kerd. Sulṭān vey rā nāme-i dīvān fermūd. Nāme besutūd ve bē Nisā reft ve nāme bē ʿāmil resānīd. ʿĀmil endīşe kerd ki īn merd diger bāre bē Ġazneyn nereved, teġāfül kerd ve ber ān nāme kār nekerd. Merd-i maẓlūm diger bāre bē Ġazneyn reft ve ender rāhī be-īstâd ki sulṭān bē ḫalvet ez bāġ bīrūn hemī āmed. Merd bāz nefīr kerd ve dād ḫāst ve ez ʿāmil-i Nisā benālīd. Sulṭān bāz vey rā nāme-i fermūd. Merd goft: Yek bār āmedem ve teẓellüm kerdem sulṭān nāme fermūd, nāme bordem ve bedādem, ber nāme kār nekerd. Meger sulṭān teng-dil būd bē sebeb-i ez sebebhā, ender ān dil-meşġūlī goft: Ber men nāme dāden est eknūn eger kār nekerd şev ḫāk ber ser kon. Maẓlūm goft: Ey Ḫüdāvend, rehī-yi tū bernāme-i tū kār nekoned ḫāk merā ber ser bāyed kerd? Sulṭān goft: Ne ey ḫoca ġaleṭ kerdem merā bāyed kerden ne tū rā. Ender vaķit dü ġulām-ı sarāyī bē rāh kerd bā fermānhā bē şeḥnegān-ı nevāḥī tā żīyāʿ ve ʿiķār-ı ān merd bāz dādend ve ʿāmil rā ber dār kerdend ve nāme- i sulṭān der gerdan-ı ū āviḫtend ve münādī kerdend ki: Īn sezāy-ı ān kes est ki ber fermān-ı 114 ḫüdāvend kār nekoned. Baʿd ez ān kes rā zehre nebūd ki ber fermān kār nekerdī ve emirhā nāfıẕ geşt ve bedān yek suḫan merdümān der raḥat oftādend. Ve nīz ey piser bē rüzgār-ı ḫāl-i Sulṭān Mesʿūd raḥemellāh, çün bē pādişāhī neşest, ṭarīķ-i merdānegī ve şucāʿat nīk dānestī ama ṭarīķ-i mülk dāşten ne. Ez pādişāhī bā kenīzekān muʿāşiret kerden iḫtiyār kerd. Çün leşker ve ʿummal dīdend ki beççe meşġūl est ṭarīķ-i bī- fermānī ber dest gereftend ve şuġlhā-yı merdümān furū beste şod ve leşker ve raʿiyyet delīr şodend, tā rūzī ez rubāṭ-ı Ferāve zenī maẓlūme āmed ve ez ʿāmil benālīd. Sulṭān Mesʿūd vey rā nāmeī fermūd, zen nāme besutūd ve bebord, ʿāmil ber ān kār nekerd, goft: Īn pīr-i zen key bāz bē Ġazneyn resed? Zen diger bāre bāzgeşt ve bāz bē Ġazneyn āmed ve bē meẓālim reft ve dād ḫāst. Sulṭān Mesʿūd ū rā dīger bāre nāme fermūd. Pir-i zen goft: Yek bār nāme bordem ve kār nekerd. Sulṭān goft: Men nāme dādem çün kār nemīkoned çē tevān kerd? Pir-i zen goft: Ey ḫüdāvend tedbīr-i īn kār āsān est, memleket çendān dār ki bē nāme-i tū kār konend ve bāķi begoẕār tā kesi dīger bedāred ki ber nāme-i ū kār konend ve tū hemçünīn bē ʿişret-i ḫīş hemī bāş tā bendegān-ı Ḫüdā der belā ve miḥnet gereftār nebāşend. Mesʿūd ez suḥan-ı pir-i zen seḫt ḫacel şod befremūd tā dād-ı ān pir-i zen bedādend ve ān ʿāmil rā ber der-i Ferāve bīyāviḥtend ve pes ez ān ez ḫāb-ı ġaflet bīdār şod, bīş kes rā zehre nebūd ki der fermān-ı vey taķṣir kerdī. Pes pādişāh ki vey rā fermān-revānī nebūved ū pādişāh nebūved, çünānki mīyān-ı ū ve digerān farķ est bāyed ki der fermān dāden nīz farķ būved ki nizām-ı mülk-i melikān ender fermān-revānī bāşed ve fermān-revāyī cüz bē sīyāset nebūved pes der sīyāset nemūden taķṣīr nebāyed kerd tā emirhā revān būved ve şuġlhā bī-taķṣīr. Ve diger sipāhī rā ber raʿīyyet musallaṭ mekon ki memleket ābādān negerded hem çünānki maṣlaḥat-ı leşker nigeh dārī maṣlaḥat-ı raʿīyyet nīz nigeh dār ez ānki pādişāh çün āfitāb est neşāyed ki āfitāb ber yekī tābed ve ber dīgerī netābed. Ve nīz raʿīyyet rā bē leşker muṭiʿ tevān kerden ve leşker rā hem ber raʿīyyet negāh tevān dāşt ki daḫl ez raʿīyyet ḥāṣıl şeved ve raʿīyyet ābādān ve ber cāy ez ʿadl būved. Pes bī-dād rā der dil-i ḫīş rāh medeh ki ḫāne-i melikān-ı dādger dīr bemāned ve ķadīmī gerded ve ḫāne-i bī-dādgerān zūd pest şeved zīrā ki dād ābādānī būved ve bī-dād vīrānī. Pes çün ābādānī dīr-ter şāyed kerd dīr-ter bemāned ve vīrānī çün zūd-ter tevān kerd zūd nīst gerded ve ḥekīmān gofte-end ki: Çeşme-i ʿimāret ve ḫürremi-yi ʿālem pādişāh-ı dādger est ve çeşme-i vīrānī ve ḫarābī ve dijemī-yi ʿālem pādişāh-ı bī-dādger est. Ve ber derd- i bendegān-ı Ḫüdāvend-i ʿazze ve celle ṣabūr mebāş ve peyveste ḫalvet dūst medār ki çün tū ez leşker ve merdüm nefūr gīrī, merdüm ve leşker nīz ez tū nefūr bāşend ve der nīkū dāşten-i leşker ve raʿīyyet taķṣīr mekon ki eger taķṣīr konī ān taķṣīr tevfīr-i düşmanān bāşed. Ama leşker heme ez yek cins medār ki her pādişāhī leşker heme ez yek cins dāred hemīşe esīr-i leşker-i ḫīş bāşed, dā’im zebūn bāşed ez ānki ez yek cins hemīşe muttafıķ-ı yek-diger bāşend, 115 īşān rā bē yek-diger netevān mālīden ve çün ez her cinsī būved īn cins rā bedān mālīde tevān dāşten tā īn ķavim ez bim-i īn ķavim ve īn ķavim ez bim-i ān ķavim bī-fermānī nekonend ve fermān-ı tū ber leşker-i tū revān būved. Ve cedd-i tū Sulṭān Maḥmūd raḥimellāhu çihār hezār ġulām-ı Türk dāştī bē sarāy dā’im ve çihār hezār Hindū, dā’im Türkān rā bē Hindūvān tersānīdī ve Hidūvān rā bē Türkān tā her dü cins ez yek-diger tersān būdendī ve muṭiʿ. Ve diger her vaķtī büzürgān-ı leşker-i ḫīş bē nān ve nebīd ḫān ve bā īşān nīkūyī kon bā ḫalʿat ve ṣılat ve ümidhā-yı nīkū ve dilgermīhā nemūden. Velākin çün kesī rā ṣılatī ḫāhī fermūd eger çīzī endek būved bē zefān-ı ḫīş ber ser-i melā megūy, ender nihān kesī rā begūy tā pervāne bāşed, tā dūn himmetī nekerde bāşī yekī ānki çīzī ne der ḫūr-i himmet-i mulūk baḫşī ve yekī ānki ber ser-i melā himmet-i ḫīş maʿlūm-i merdümān kerde bāşī ki men heşt sāl bē Ġazneyn būdem, nedim-i Sulṭān Mevdūd rahimellāhu būdem, se çīz hergiz ez vey nedīdem: Yekī ānki her ṣılaī ki zīr-i düvīst dīnār būdī bē zebān-ı ḫīş ber ser-i melā negoftī meger bē pervāne. Düvvūm ānki hergiz çendān neḫandīdī ki dendān-ı vey pedīdār āmedi, tebessüm kerdi. Se dīger ānki eger çē seḫt der ḫeşm reftī hergiz kesī rā cüz bē ḥamīyyet neḫāndī, seḫt nīkū se ʿādet būd. Ve şenūdem ki mulūk-i Rūm rā hem īn ʿādet būd ama īşān rā resmī diger est ki mulūk-i ʿacem rā nist: Kesī rā ki mulūk-i Rūm bē dest-i ḫīş bezenend tā ū zinde bāşed hergiz hīçkes vey rā netevāned zeden, gūyend: Hemçün melikī bāyed ki ū rā bezened ki ū rā melik bē dest-i ḫīş zede est. Eknūn bāz bē ḥadiṡ-i evvel āmedem, bē ḥadiṡ-i seḫā, tū rā netevānem goften ki bē sīm seḫy bāş, bārī dūn-himmet mebāş ve eger ez sereşt-i ḫīş bāz netevānī īstād çünīn ki goftem bārī ber ser-i melā himmet ve niʿmet-i ḫīş bē merdümān menemāy ki eger seḫā nekonī ḫalķ düşman-ı tū şevend ve eger der vaķit bā tū çīzī netevānend kerden çün düşmanī pedīd āyed cān fedā-yı tū nekonend ve dūstān düşman-ı tū bāşend. Ama cehd kon tā ez şarāb-ı pādişāhī mest negerdī, bē şeş ḫaṣlet ender taķṣīr mekon, negāh-dār: Heybet ve dād ve deheş ve ḥıfāẓ ve āhestegī ve rāst goften ki eger pādişāh ez īn şeş ḫaṣlet ez yekī dūr şeved nezdīk şeved bē mestī ve her pādişāhī ki ez mestī-yi pādişāhī mest şeved huşyārī-yi ū ender reften-i pādişāhī bāşed. Ve ender pādişāhī ġāfil mebāş ez āgāh būden ez aḥvāl-ı mulūk-i ʿālem, çünān bāyed ki hīç pādişāhī nefesī nezened ki ne tū ber ān muṭṭaliʿ bāşī ki men ez emir-i māżī pederem raḥimellāhu çünān şenūdem: Ki Faḫrüddevle ez birāder-i ḫīş ʿAżüddevle begoriḫt ve hīç cāy muķām netevānest kerden, bē dergāh-ı cedd-i men Ķābūs b. Vūşmgīr raḥimellāhu āmed bē zīnhār ve cedd-i men vey rā emān dād ve bepeẕīroft ve bē cāy-ı ū besyārī nīkūyī kerd ve ʿamme-i merā bē vey dād ve ender nikāḥ ez ḥadd güẕeşte hürremī kerdend ez ānçē cedde-i men ḫala-yı Faḫrüddevle būd. Ve ʿAżüddevle resūlī ferestād bē nezdīk-i Şemsü’l-Meāli, resūl āmed ve nāme bedād ve ender 116 taḥmīl goft: ʿAzüddevle besyâr selām hemī gūyed ve mīgūyed ki: Birāderem Emir ʿAlī āncā āmede est, dānī ki mīyān-ı mā dūstī ve birāderī est ve ḫāne-i her dü yekī est ve īn birāder-i men düşman-ı men est bāyed ki vey rā begīrī ve bē nezdīk-i men firestī tā men mükāfāt-ı īn her nāḥīyetī ki nāmzed konī ez vilāyet-i ḫīş bē tū dehem ve dūstī-yi mā mu’akkad şeved. Pes eger neḫāhī ki īn bed-nāmī ber ḫīşten nehī hem-āncā vey rā zehir dehī tā ġaraż-ı mā ḥāṣıl āyed ve bed-nāmī ber tū nebāşed ve ān nāḥīyet ki tū ḫāhī tū rā nīz ḥāṣıl āyed. Emīr Şemsü’l-Meālī goft: Ey subḥānallāhu’l-ʿaẓīm! Çē vācib koned çünān muḥteşemī rā bā çün menī çünīn suḫan goften ki mümkin şeved merā çünīn kārī kerden ki tā ķıyāmet bed-nāmī-yi men ender ān bāşed? Pes resūl goft: Ey ḫüdāvend, ʿAżüddevle rā bē Emīr ʿAlī bemedeh, yaʿnī Faḫrüddevle, ki melik-i mā tū rā ez birāder-i hem-zād ve müşfiķ dūst-ter dāred, çünīn ve çünīn sevgend ḫūrd ki īn rūz ki merā taḥmīl hemī dād ve bē rāh-ı güsīl hemī kerd der mīyāne-i suḫan-ı melik mīreft ki: Ḫüdā-yı teʿālā dāned ki men Emīr Şemsü’l-Meālī rā dūst dārem tā bedān cāygāh ki şenūdem ki rūzī falān çendīn rūz ez filān māh güẕeşte ki Şemsü’l-Meālī der germābe reft ve ender ḫāne-i mīyāngīn pāy-ı ū belaġẕīd ve biyoftād, men seḫt dilteng sodem ve goftem ki: Meger bē çihil sālegī pīrī vey rā deryāfte est ve ķuvvet saķıṭ şode? Ve resūl rā ġaraż ān būd ki yaʿnī bedān ki ḫüdāvend-i men ber aḥvāl-ı tū çünān muṭṭaliʿ est ve ān taʿlīm-i ʿAżüddevle būd. Şemsü’l-Meālī goft: Baķāş bād! Minnet peẕīroftem bedīn şefķat ki nemūd velākin ez ġam ḫūrden-i men nīz vey rā bīyāgāhān ki: Vey ān rūz-i falān ez māh-ı filān ki tū rā rūz-i diger güsīl kerd ān şeb der falān neşestgāh sīkī ḫūrdī, filān cāy beḫoft ve... Nim-i şeb rā ez ān cāy berḫāst ve der sarāy-ı zenān reft ve ber bām şod bē ḥücre-i ḫeyzerān-ı ʿavvāde ve... Çün ez bām hemī bē zīr āmed pāyeş belaġẕīd ve ez dü pāye-i nerdibān bīyoftād, merā ez cihet-i vey dil meşġūl şod goftem ki: Meger bē çihil ü dü sālegī ʿaķl-ı vey rā taķṣīrī oftād? Merdī çihil ü dü sāle çērā çendān sīkī ḫūred ki ez bām furū netevāned āmeden ve nim-i şeb ez bester bē bester çērā gerded? Tā çünīn ḥādiṡeī neyofted. Ve ān resūl rā ez āgeh būden-i ḫīş ez ḥāl-i īşān ḫaber dād. Pes çünān bāyed ki ez aḥvāl-ı pādişāhān-ı ʿālem ḫaber dārī ve ber vilāyet-i ḫīş ve ḥāl-i leşker ve raʿīyyet-i ḫīş nīz bāyed ki vāķıf bāşī ki eger ḥāl-i şehr-i ḥīş nedānī ḥāl-i şehr-i bīgānegān kem-ter dānī. Çünānki ey piser der rūzgār-ı ḫāl-i tū Sulṭān Mevdūd b. Mesʿūd raḥimellāhu men bē Ġazneyn āmedem. Merā seḫt iʿzāz ve ikrām kerd ve çün çend gāhī ber-āmed merā bedīd ve bīyāzmūd, münādimet-i ḫāṣṣ-ı ḫīş dād ve nedīm-i ḫās ān bāşed ki her rūz ez meclis-i ū ġāyıb nebāşed, pes merā peyveste bē ṭaʿām ve şarāb bāyestī būden eger nedīmān-ı diger būdendī ve eger ne. Rūzī bāmdād pegāh ṣebāḥ kerde būd hemçünān ender mīyān-ı nebīd leşker rā bār dād. Ḫalķ ender āmedend ve ḫidmet kerdend ve bāz-geştend, Ḫāce-i Büzürg ʿAbdülrazzaķ Aḥmet b. Ḥasan-ı Ḫocendi El-Meymendī raḥimellāhu vezīr būd, ḫāce rā bē nebīd bāz gereft. 117 Çün zamānī būd müşrif-i dergāh derāmed ve mulaṭṭafe-i ʿAlī b. Rafīʿ El-Ḫādīm rā dād, ū bē sulṭān dād, sulṭān nebīd hemī ḫūrd ve mulaṭṭafe hemī ḫānd. Rūy sūy-ı Ḫāce kerd ve goft: Īn munāhī rā pānṣed çūb edeb konend tā diger bāre inhā’ bē şerḥ koned. Ender īn ḫaṭ nebeşte est ki: Dūş bē Ġazneyn bē düvāzdeh hezār ḫāne sumāķhā puḫte-end, çün men nedānem ki īn ḫāne-i kī būd ve bē kudām köy ve maḥalle būd? Her çend ḫāhī bāş. Ḫāce goft: Baķā-yı ḫüdāvend bād! Īn ez cihet-i taḫfīf bē cemʿ gofte bāşed ki eger bē şerḥ goftī īn kitābī būdī büzürg ve bē yek rūz ḫānde neşodī ez ānki sumāķhā rā begoft diger levnhā rā bebāyed goft. Eger ḫüdāvend raḥmet koned īn edeb ʿafv koned tā begūyem ki: Diger bār bē cemʿ negūyed, ḫāne rā ve ḫüdāvend-i ḫāne rā bē nām begūyed ve şerḥ-i ān ḫāne bē tefsīr bāz nemāyed ki: Falān kes bē filān cāygāh bā falān kes filān çīz ḫūrd. Goft: Īn bār ʿafv kerdem, bār-ı diger çünīn bāyed ki nevised ki Ḫāce mīgūyed. Pes bāyed ki ez ḥāl-i raʿīyyet ve leşker-i ḫīş ġāfil nebâşī ve ez ḥāl-i memleket-i ḫīş bī- ḫaber nebāşī ḫāṣṣı ez ḥāl-i vezīr ve bāyed ki vezīr-i tû āb neḫūred ki tā tū nedānī ki cān ve māl-ı ḫūd bedū sepürdeī, eger ez ū ġāfil bāşī ez cān ve māl-ı ḫīş ġāfil būde bāşī ne ez ḥāl ve kār-ı vezīr-i ḫīş. Ve pādişāhān-ı eṭrāf-ı ʿālem ki hem-serān-ı tā bāşend eger dūst bāşī nīm dūst mebāş ve eger düşman bāşī ẓāhir-i düşman bāş, tā āşikārā düşmanī tevānī kerden bā şekl-i ḥīş- nihānī düşmanī mekon ez ānçē: Şenīdem ki: İskender bē ceng-i düşmanī hemī reft, vey rā goftend: Ey melik, īn ḫaṣm-ı mā merdī ġāfil est, ber vey şebīḫūn bāyed kerd. İskender goft: Ne melik bāşed ān kes ki ẓafer bē duzdī cūyed. Ve ender pādişāhī kārhā-yı büzürg ʿādet kon zīrā ki pādişāh-ı büzürg-ter ez heme kesi est pes bāyed ki goftār ve kerdār-ı vey büzürg-ter ez goftār ve kerdār-ı digerān bāşed tā nām-ı büzürg yābed ki nām-ı büzürg bē goftār ve kerdār-ı büzürg tevān yāft çünān ki Firʿavūn laʿanellāhu eger bedān büzürgī suḫan negofte būdī Āferidegār celle celālehu ve taķaddaset esmā’uhu ki rivāyet-i suḫan-ı ū kerdī? Firʿavūn laʿanellāhu goft: ‘Ene rabbikumu’l aʿlā ve tā ķıyāmet īn āyet hemī ḫāndend ve nām-ı ū hemī berend bedān suḫan-ı büzürg ki ū goft. Pes çünīn bāş ki goftem ki kem himmet rā nām ber neyābed. Diger tevķiʿ-i ḫīş rā ʿazīz dār ve büzürg ve bahr-ı ḫurāfātī tevķiʿ mekon meger bē ṣılat-ı büzürg yā bē vilāyet-i ve maʿāş-ı büzürg ki baḫşī, ve çün tevķiʿ kerdī illâ bê ʿöẕrī vâżiḥ tevķiʿ-i ḫīş bâṭıl mekün ki ḫilâf ez heme kes nā-pesendīde est ḫāṣsı ez pādişāh. Īn est şarṭ-ı pīşe-i pādişāhī her çend īn pīşe pīşeī ʿazīz est men çünān ki şarṭ-ı kitāb est begoftem ve nebeştem. Eger tū rā ṣināʿat-ı diger ittifaķ ofted çün dihķānī yā ez pīşehā ânçē bedān māned ki dānī ki şarṭ-ı her yekī nigeh-dārī ve her kārı rā ki verzī bāyed ki şarṭ-ı ān kār bā cāy ārī tā ān kār-ı tū bē revnaķ bāşed ve tū rā nīkūyī efzāyed vellāhu’l-muvaffaķ liṣṣavāb. 118 Kırk İkinci Bölüm Padişahlık Kuralları Eğer padişahlığa ulaşacak olursan padişahlığında haramdan uzak dur. Dindarlık odur ki elini ve gözünü halkın hareminden ve haramından sakınasın, yani kimsenin malına ve karısına haramlikle el uzatma, namuslu ol, namusluluk dinin bütünlük alâmetidir. El uzatmak istediğin her işte, önce görüşünü bilgine uydur, sonra o işe el uzat, yani bilgisizlikle iş yapma, her işin öncesinde aklına bilgine danış, sonra o işi yap, çünkü padişahın sadrazamı akıl ve bilgidir. Aceleci olma, yani her işin zamanını bulmadıkça acele etme, ama zamanını bulunca da sabretme. Her işi gözünle gör ve kulağınla işit, böylece her işte hak ve batıli ayırt edersin, bunu bilmeyen padişah hak ve batıli birbirinden ayırt edemez. Her zaman doğruyu söyle ancak az konuş ve az gül ki elinin altında olan kişiler sana başkaldırmasınlar. Çünkü padişahlığın en kötü yönü halkın söz dinlememsidir ve böylece hakedenler haklarına kavuşamazlar. Kendini halka aziz göster, yani herkese yüz verip katına yol verme, tâ ki çeri halkına ve raiyyetin gözüne hor görünmeyesin. Yenilmiş olursan kimseden aman dileyici olma, yenmiş olursan ulu Tanrının halkına karşı bağışlayıcı ol, yani yendiğini esirgeyici ol, ama şefkatsiz kişilere şefkat etme, keremi âdet, yani huy edin. Yalnız kedini vezirine heybetsiz gösterme, şöyle ki asla kendini vezire yavaşlıkla gösterme, bir anda kendini vezirin görüşüne muhtaç eyleme, vezirin söylediği her sözü, birisinin hakkında ya da bir iş için, dinle ama hemen o sözle iş yapma, olsun da görelim söyle ve ertele. Ondan sonra habersizce o haberi araştır. Gör ki o işle senin iyiliğini ister mi, yoksa kendi yararı için mi söylemiş? Bunu öğrendikten sonra senin gönlüne hoş gelen cevabı ve onun gönlüne hoş gelen cevabı verme, tâ ki seni kendi görüşüne görümlü sanmasın. Onun yakınlarıyla iyi davran, maaş ver ve iyilik yap onlara, fakat onlara görev verme, çünkü böylece eti birden kediye vermiş olursun, çünkü vezir senin malın için kendi sülâlesini azarlayamaz. Ayırca yabancının yapmayacağını vezirin yakınları halka yüzlerce haksız davranırlar. Vezir kendi akrabasının suçunu görmezden gelir ama yabancının suçunu görür. Hırsıza merhamet edip bağışlama, hırsızı bağışlamak halkın zararına sebep olmaktır ve kanlının da bağışlanmasına sebep olmayı doğru görme, hele boş yere kan dökmüş olursa. Şöyle ki eğer kanlının kurtuluşuna ilgi gösterirsen, kanlısı bağışlasa bile güç ile kıyamet gününde o kana sen de tutulursun. Senin emirlerine uyan kişilere merhamet göster, bunları kötülükten koru çünkü Tanrılar çoban gibidir ve kulları da onların sürüsü. Eğer çoban kendi sürüsüne merhamet göstermez ise onları tehlikeden kurtaramaz. Kim plan yaparsa ona güvenme ve kimseden görev gizleme, çünkü o görevden kazandıkları menfaatle planlarını unuturlar ve sen de onların yaşamından endişeli olmadan yaşarsın. Ancak 119 verdiğin görevlere iyice dikkat et, herkese ona yakışan görevi ver, kimseye ona yakışmayan bir görev verme, halıcıyı şarapçı yapma, her iş herkese verilemez, nitekim şöyle demişler: Kimse işi bilmiyorum demez ancak menfaati yönünde o işi yapar, dolayısıyla işi o işi bilen birisene ver ve böylece başına dert açmaktan kurtul. Şair ne demiş: Velâkin Tanrı’dan başarı iste Ki işi bilenlere veresin Kimsenin senin emrine hor bir gözle bakmasını uygun görme emrini horlayan seni horlamış olur, eğer böyle olursa ne beyliğinde hürmet kalır ve ne âlem halkında rahat. Çünkü padişahın âlem halkına rahatı emri geçtiği içindir, emri geçmeyince de o da ordusu gibidir. Ey oğul şöyle işittim ki, senin deden Sultan Mahmud’un bir memuru vardı, adı Ebülferac Büsti idi. Nisâ ve Bâverd derler iki hası vardı sultanın, onların işini tutardı. Bir gün bu memur, Nisâ dedikleri hâsta zengince bir kişiyi gözetti, küçük bir bahane buldu, tuttu o kişiden çok mal aldı, mülkünü tuttu, el koydu, kendini de zindana attırdı, varlığını hep kendi elinin altına aldı. O zavallı bunca zindanda kaldıktan sonra bir hile ile kaçtı, Gazne’ye vardı ve memurdan zulme uğradığı günlerin hakkını istedi, sultana şikâyet etti. Sultan Mahmud o kişiye bir ferman verdi. Bu kişi fermanı aldı, Nisâ’daki memura götürdü. Memur çok mal almıştı, vermeğe kıyamadı. “Bu kişi bir daha ne zaman Gazne’ye gidebilir ki?” diye düşündü ve sultanın emrini yerine getirmedi. O mazlûm yine Gazne’ye gitti ve Sultan Mahmud’un geçeceği yol üstünde durdu. Raslantı bu ya, Sultan Mahmud bağ gezintisinde imiş, keyiflenip yalnız olarak bir iki hasekisiyle gelirken bu kişi, “Adâlet Nisâ memurundan” diye bağırdı. Sultan, yine “Fermân verin” diye buyurunca, bu kişi: “Bir kez fermân verdiniz, götürdüm verdim, hükmünü uygulamadı” dedi. Sultan bir sebepten ötürü üzgündü, emrini ilettim, uygulamadılar, deyince gönlünü meşgul eden o üzgünlükle dedi ki; “Benden emir vermektir, eğer hükmümü tutmadıysa var başına toprak koy.” O mazlûm dedi ki, “Ey hünkârı senin emrinle iş yapmadı, başıma toprağı ben mi koyayım?” Sultan dedi ki; “Hayır ey hoca, ben yanıldım, hükmüm tutulmayınca toprak benim başıma gerek.” O anda buyurdu, iki has kulu koştu, Nisâ yöresindeki memurlara buyurduğum gibi edesiniz diye. Öyle yaptılar, o mazlûmun köylerini yerlerini ve kalan nesi varsa alıverdiler ve memuru darağacına çekip boynuna da sultanın fermânını astılar, tellâl çağırttılar ki kendi padişahının emrini tutmayanın cezası budur. Ondan sonra kimse sultanın emrini yerine getirmemeye cesaret edemedi ve tüm emirler yerine getirildi ve böylece halk rahat etti. Şöyle bilmiş ol ey oğul, senin dayın mübarek ve şehit Sultan Mesut saltanata varınca, bahadırlık ve erlik erdemini iyi bildi, ama memleket ne ile sürüp gidecektir onu bilemedi, yani 120 gereği gibi bahadırdı ama işlerin idâre etmesini bilmezdi. Böyle ki bütün güzel cariyelerle eğlenmeyi alışkanlık hâline getirdi. Halk da gördü ki bir çocuk iş başına geçmiş onun emirlerini hiçe saymaya başladılar ve sipahilerle ve halk başkaldırdılar. Bir gün Rubat-ı Ferâve diye bir bölgeden zulüme uğrayan bir kadın geldi ve oranın ameldârından şikâyet etti. Sultan ona ferman yazısı verdi. Kadın mektubu alıp götürdü. Ameldâr o emiri uygulamadı. “Bu yaşlı kadın yine ne zaman Gazne’ye gidebilir ki?” dedi. Kadın yine Gazne’ye döndü. Sultanın katına çıktı ve adâlet istedi. Sultan Mesud yine ona ferman mektubu verdi. Yaşlı kadın dedi ki; “Bir kere mektup götürdüm, işe yaramadı.” Sultan da; “Ben mektup verdim, işe yaramayınca ne yapabilirim?” dedi. Yaşlı kadın; “Tedbir odur ki beyliği hükmünün geçtiği yere değin edesin, hükmünün geçmediği yeri elinden bırak, hükmünü geçirebilecek olan bir kimse tutsun. Hem sen de daima eğlence gözle, zevkinde ol. Ulu Tanrının kulları zulüm belâsına tutsak olsunlar, ya sen yarın Tanrıya ne cevap vereceksin” dedi. Sultan Mesud o kadının sözlerinden yüzü kızardı ve hemen karının hakkını versinler diye emir verdi. Sonra da o ameldârı, Ferâve kapısında asıvermelerini buyurdu, ondan sonra herkes gaflet uykusundan uyandı ve kimsede onun emrine uymamak cesâreti kalmadı. Şimdi bir padişahın hükmü velâyetinde geçerli değilse, o padişahlığa layık değildir. Çünkü kendisiyle halk arasında fark vardır, bu yüzden kendisinin hükmü ile başkalarının hükmü arasında da fark olmalıdır. Çünkü âlemin düzeni, hükmün geçerli olan yerdedir ve sultanlık siyâset işidir, o yüzden siyâset işinde kusur geçmez. Sonra sipahiyi raiyyet üzerine havale kılma, çünkü memleket gelişmez. Çerinin işini nasıl yapıyorsan, halkın işini de öyle yap. Sultan güneş gibidir, güneş birilerin üstüne ışık salıp diğerlerini gölgede bırakmaz. Gerçi raiyyete çeriyle boyun eğdirilir, ama çeri de raiyyetle kaimdir, çünkü raiyyetten tahıl elde edilir, çeri onu harcar. Raiyyetin şenliği ise, yerinde adâletten olur. Şimdi adâlet dışı olan düşüncenin gönlüne girmesine yol verme, çünkü adâleti uygulayan sultanların memleketi uzun süre kalır ancak adâletsiz hâkimin hükümeti fazla süremez. Gelişme daha fazla olursa daha fazla da kalır, bozmak da çabuk olunca memleketi de çabuk bitirir. Nitekim hekimler demişler ki: Hürremlik ve imâret çeşmesi âdil sultanındır ancak düzensiz ve harabe bir dünya âdil olmayan padişahındır. Tanrı kullarının dertlerine sabırlı olma ve hiçbir zaman yalnızlığı kendine âdet kılma tâ ki çeri halkına, çeri halkı da sana vahşi görünmesin. Çünkü sen ne zaman çeri halkını görünce ürkersen onlar da seni görmekten öyle ürkerler. Sipahileri ve raiyyeti hoş tutmakta kusur etme, çünkü bu iki tayfaya kusur edersen düşmanının yarırına işi yapmış olursun. Sonra aynı ırktan asker toplama, çünkü tek bir ırktan asker edinen sultan hep kendi askerine esir düşer, sürekli zavallı olarak kalırsın ortalıkta, aynı ırktan olan askerleri birbirine karşı kışkırtamazsın, ancak farklı ırklardan olursalar birbirine karşı onları kışkırtma 121 şansın olur böylece kavimler birbirlerinin korkusundan her zaman senin emrine uymaya çalışırlar ve senin emrin sürekli geçerli olur. Senin deden Sultan Mahmud, dört bin Türk askeri ve dört bin Hintli askeri vardı. Sürekli Türklerin gözünü Hintlilerle kokutuyordu ve Hintlilerin gözünü de Türklerle. Böylece her iki ırk birbirinden korkup sultanın emirlerine uyuyordular. Sipahilerini her zaman yemek ve şarapla sohbetine çağır, gelsinler, iyilikler et, hilât giydir, başka iyilikler için ümitvar et, kendini daima onlara sıcak göster ki onların da gönlü sana ısınsın. Eğer birisini uyarmak istiyorsan, suçu büyük değilse herkese açık söyleme, gizlice kendisine söyle ki tenbih etsin kendisini, böylece sana düşman olamaz. Bu şekilde sultana yakışır bir davranış sergilemiş olursun ve ayrıca huyunu herkese göstermemiş olursun. Ben sekiz yıl Gazne’de Sultan Mevdud nezdinde nedimlik ettim, onda üç şeyi görmedim: Birincisi iki yüz dinarın altında olan suçları kamuya açık söylemezdi meğer tenbih için söylerdi. İkincisi ise dişleri görünecek bir şekilde gülmezdi, tebessüm ederdi. Üçüncüsü ise hiçbir zaman aşırı derecede sinirlenmezdi ve kimseyi küçümsemezdi. Bu üç davranışı pekiyiydi. Ancak Rûm diyarının sultanında başka bir huy varmış ki Acem sultanlarnda yoktu: Kimisi Rûm diyarını ele geçirirse kimse o toprağı ölümüne dek ondan alamaz. Şöyle derler ki bir tek sultanın biri o sultanı tahttan indirmesi gerekiyor. Şimdi tekrar birinci hadise gelelim, mal bahşişi ile ilgili hadis. Sana mal bahşişinda bulun diyemem, ancak kötü huylu olma, eğer gerçek kişiliğinden kopamıyorsan en azından halka nimet dağıt, çünkü bahşiş ve ihsanda bulunmazsan halk senin düşmanın olur ve zamanında düşmanlık yüzünden seninle bir olamazlar ve canlarını sana feda edemezler. Ondan sonra sultanlık şarabından sarhoş olmamaya çalış, beylerin altı türlü huy sermayeleri vardır, onları sağlamakta kususr etme: Önce heybet, sonra adâlet, üçüncüsü ise kerem, yani vermek, dördüncüsü ise gayri meşrû işlerden uzak durmak, beşincisi aceleciliği terketmek ve altıncısı ise gerçekleri ve doğruları söylemektir. Eğer sultan gaflet şarabından sarhoş olursa bu huylar onu sultanlık işinde ayık gösterir. Sultanlık işinde gaflet etme, diğer toplumların padişahlarından haberdar ol, öyle ki hangi padişah nerede ve nasıl söz söylemişse bilmiş ol. Buna istinaden benden önce hükümdar olan babamdan böyle işittim ki: Fahrüddevle büyük kardeşi Azüddevle elinden kaçtı, hiçbir yerde saklanamadı, dedem Kabus b. Vuşmgir’in dergâhına sığındı. Dedem onu kabul edip barındırdı. Onun gönlünü aldı. Halamı onunla evlendirdi. O nikâhta müthiş bir eğelence düzenledi, çünkü ninem Fahrüddevle’nin teyzesiydi. Azüddevle Şemsü’l-meali nezdine bir elçi gönderdi. Elçi gelip bir mektup verdi ve şöyle söyledi: Azüddevle’nin çok selâmı var ve dedi ki: Kardeşim Emirali buraya gelmiş, bilirsin aramızda dostluk ve kardeşlik bağı vardır, ikimizin evi aynıdır, kardeşim benim düşmanımdır, onu tutuklaman ve bana göndermen gerekiyor. Ben de 122 karşılığında istediğin bölgeyi senin vilâyetin yaparım ve dostluğumuz müebbedleşir. Eğer adın kötüye çıksın istemiyorsan orada onu zehirlendir ve beni amacıma ulaştır ve senin de adın kötüye çıkmasın ve istediğin bölgeyi de sana verip sen de amacına ulaş. Şemsü’l-meali dedi ki: Ey süphanallah, böyle bir muhteşem şahsın benim gibi birisiyle böyle konuşmasını zorlayan ne var ki, benim adımı da kıyamet gününde kötüye çaıkartacaktır? Elçi dedi ki: Ey hüdavend, Azüddevle’yi Emirali için yani Fahrüddevle yüzünden terketme, onu Azüddevle’ye ver, çünkü o senin için karındaşından daha müşfiktir, hem de dostlukta da seni doğmuş karındaşından yeğ sever, sonra şöyle böyle olayım eğer yalan söylesem diye yemin edip devam etti; beyim beni buraya gönderdiği gün söz arasında, ulu Tanrı bilir ki ben Şemsü’l- meali’yi çok severim dedi. Tâ hatta falan şu kadar günü geçtikten sonra, siz hamama gitmişsiniz, soğuklukta ayağınız kaymış düşmüşsünüz, o işitti, üzüldü, dedi ki “Meğer kırk yedi yaşında kocalık erdi ki kuvveti eksilmiş olsun?” Elçinin amacı şuydu: Bilmiş ol ki benim beyim senin her şeyinden haberdardır. Şemsü’l-meali dedi: “Ömrü bâki olsun, kabul ettik ve gösterdikleri bu şefkat için minnettar olduk. Ama biz de onun yüzünden ne kaygılar yediğimizi anlatıverelim. Geçen aydan bu kadar gün geçmişti, seni buraya gönderdiğinden bir gün önce, gece sarayında filan mecliste, yani oturakta, ya sofada ya da tâbhânede, müselles içti, sarhoş oldu, filan yerde yattı... Gece yarısı oradan kalktı, avratların sarayına girdi, dama çıktı... Damdan geri inerken iki ayak merdivenden düştü. Ben bunu işittim çok üzüldüm kendi kendime dedim ki, meğer kırk iki yaşında aklı bozulmuş olsun, yoksa bir kişi kırk iki yaşında padişah olsun da, niçin o denli şarap içsin ki damdan aşağı inmek elinden gelmesin, ya da gece yarısı bir döşekten bir başka döşeğe geçsin ki böylesi bir olay başına gelsin? Böylece o elçiye senin sultanın hakkında herşeyi biliyorum diye gösterdi. Yörendeki padişahların hâlinden haberdar olmalısın, şöyle ki sultanların hâlini bilesin. Elinin altındaki çerinin ve raiyyetinin de hâlinden haberdar olmalısın. Çünkü bir padişah kendi şehrinden haberdar değilse, başka şehirlerin haberini de azıcık bilir. Şöyle bilmiş ol ey oğul, senin dayın olan Sultan Mesud b. Sultan Mahmud zamanında Gazne’ye geldim.. Bana çok ikram ve saygı gösterdi. Katında durdum, kulluk ettim, beni denedi, gördü ki sohbetine layıkım, beni has nedim edindi. Has nedim odur ki bir an şahın meclisinden ayrılamazsın, daima hazır olmalısın, kayıp olamazsın. O yüzden benimle sürekli şarap ve yemek yerdi eğer başka nedimler olmazsaydı. Bir gün sabahın köründe içmeye oturduk içki arasında sipahilere destur verdiler, beyler içeri girdiler ve hizmet ettiler, yani şahı övdüler ve gittiler. Ama Hoca Ahmet b. Hasan Meymendi vezirdi. Sultan Mesud onun gitmesine izin vermedi, içkide birlikte oturdu, içmekle meşgul oldu. Bir süre sonra, meğer şehrin nazırı olan yazıcı kapıya gelmiş, Ali b. Refi adlı hadım vardı ona bir tezkere vermiş, 123 bunu şaha verirsin diye. Ali b. Refi yazıyı sultana sundu, sultan da kâh şarap içer, kâh tezkereyi okurdu. Sonra hocaya döndü ve buyurdu ki: Bunu yazan kişinin sırtına 500 sopa vurun, tâ ki bir kez daha yazdığını kısacık yazmasın, açıklamasıyla birlikte yazsın. Çünkü bu tezkerede dün gece Gazne’de on iki bin evde sumak aşı pişmiş diye yazmış, ama hangi mahallededir ve kimin evidir bildirmemiş? Hoca dedi ki: “Sultanın hayatı bâki olsun, o yazıcının amacı oydu ki tezkere hafif ve şirin olsun. Bu yüzden sözünü bir anda söyledi, eğer ayrı ayrı açıklarsa hacimli bir kitap olurdu, bir günde okunmazdı. Çünkü sumak pişen evleri anınca, öteki evlerde de nasıl bir aş pişmiş diye onu da anmak gerekiyordu. Ama eğer sultanım bu kez merhamet edip af buyurursa, ben o kişiyi tenbih ederim, tâ ki artık hepsini toplayıp bir sözle kısacık yazmasın. Sultanın bilmediği evin sahibinin adını bilsin ve bildirsin. Her bir evi ve evin sahibini ayrı ayrı açıklasın ve anlatsın, apaçık göstersin.” Sultan, “Bu defa affettim, gelecek sefer Hoca Ahmet b. Hasan’ın dediği gibi yazmak gerek” dedi. O zaman kendi sipahilerinden ve raiyyetinden gafil olma ve ilindeki herşeyden haberdar ol. Hele kendi vezirinin halinden ki canını ve malını ona emânet etmişsin. Eğer vezirinin hâlinden gafil olursan, canından ve malından gafil olmuş olursun. Eğer yörendeki beylerle dost olmazsan, yarı düşman da olma, büsbütün düşman ol, yani gizlice düşmanlık etme. Gücünün yettiği kadar düşman olursan bari kendi derecendeki beylerle gizlice düşmanlık etme, tâ ki beyliğine noksan olmasın. İşittim ki: İskender bir düşmanıyla savaşmağa girdi, beyleri ona dediler ki, “Ey sultanım, şöyle bilmiş ol ki bu senin savaşmağa gittiğin düşmanın çok gafil bir kişidir, üzerine gece baskını yapıp dağıtmak gerekir.” İskender, “O kişi ki düşmanına karşı gizlice zafer kazanmak istese padişahlığa layık değildir” dedi. Sultanlık işinde büyük işler gözlemeği âdet edin. Çünkü padişah herkesten üstündür, bu yüzden söyledikleri ve yaptıkları da herkesten üstün olmalıdır, böylece adı da büyük olur. Zirâ büyük ün, büyük davranmayı ve söylemeyi gerektirir. Şöyle ki Firavun, Tanrının lâneti üzerine olsun, eğer büyük sözler etmeseydi, ulu Tanrı onun sözünü kıssasında haber verir miydi? Firavun; “Ben sizin ulu Tanrınızım” dedi. İşte bu ulu sözü yüzünden bu âyet okunacaktır ve kıyamete dek onun adı anılacaktır, Ondan sonra ahde hilâf etme, yani bir şeye yemin edip yeminini bozma, yemine aykırı davranmak halka karşı ayıptır, hele padişah olursa. Padişahın töresi ve şartı budur ki söyledim. Ama eğer rastlayıp da bir işin ucuna daha yapışmak istersen, köyde ekincilik gibi her ne sanatı öğrenirsen söylediğim şartlara uyman gerekir. Böylece işin revnaklı olur. 124 Üçüncü Bölüm ÖRNEK METİNLERDEN HAREKET EDEREK KONULARIN KARŞILAŞTIRILMASI Trankripsiyonu ve çevirisi yapılan seçenekli örnek metinlerimizin ortak konuları aşağıdaki başlıklardan oluşamaktadırlar: I. İBÂDET ŞARTLARI A. ALLAH’IN ÖVGÜSÜ Hz. Ali (a.s.) buyuruyor ki: “Tefekkerü fî âlâ’-illâh velâ tefekkerü fîllâh”; yani Allah’ın doğası hakkında düşünmek yasaktır. Allah’ın nimetlerini düşünün, ancak Allah’ın doğası hakkında düşünmeyin. Başka bir yerde de buyurmuş ki: “Tefekkerü fi’l halk velâ tefekkerü fi’l hâlık feenneküm lâ takdirûne kadrihu”; yani mahlûk hakkında düşünün ancak onu yaradını düşünmeyin çünkü asla onun doğasına varamazsınız.1 Unsuru’l-meali; kulların Allah’ın doğasını tanımaya ve kavramaya güçleri yetmediğine inanıyor. Nitekim bu konu hakkında diyor ki: “Ey oğul, bil ki Tanrı’yı bilmeyen hiçbir varlık ve yokluk yoktur yahut halk tarafından olduğu gibi tanılmamıştır. Tanrı bilinmekten yoksundur ve onun dışında herşey bilinir. Tanımak resim gibidir, tanıtan ressamdır ve düşünce resim. Resimde iz görülmediği sürece hiçbir ressam onu çizemez. Tıpkı mum gibi; mum taştan daha kolay şekil alır, mumdan mühür yapılır ama taştan yapılmaz. O zaman her tanımakta bir tanık vardır ki bu tanık Tanrı değildir; sensin. Sen düşünerek önce kendini tanı Tanrı’yı değil, çalgıya bak ki çalgı âletini yapanı tanıya bilesin. Bak gör ki düşünce, yapıcının yapısını elinden almasın, çünkü düşünce zaman alır ve zaman da geçicidir ve geçici bir şey de bir başlangıcı ve bir de sonu vardır.” Keykâvûs; İlâhî doğanın tanımama sebebini insanın zaafı olarak gösteriyor: “Eğer Tanrı kullarına yolunu tanımak için bir beceri vermediyse kimsenin buna diyecek bir sözün cesâreti bulunamaz, bunun nedenini de kendi becerisizliğin ve acizliğinde gör çünkü bunun sebebi Tanrı’nın ululuğu ve birliği değil ki sen Tanrı’yı ona yakışır bir şekilde hiçbir zaman medh edemezsin.” Sonra oğluna Allah’ı tanıması için Peygamber efendimizden bir hadis naklediyor: “Allah’ın nimetlerini düşünün, Allah’ın kendisini değil.” 1 Seyit Cafer Şehidi, Nehcülbelaga’nın Çevirisi, Gisûm Yayınları, Tahran, 2006, s. 40. 125 Hoca Nizamülmük diyor ki: “Yüce Allah tarafından verilen nimetlerin değerini bilmek; O’nun rızasını gözetmektir. Yüce hak sahibinin rızası topluma yapılan ihsan ve onların arasında yaygınlaştırılan iltifat ile sağlanır. Halkın hayır duası sürekli olunca o memleket ayakta kalır ve her geçen gün gelişir. O padişah, o devir ve devletten nimetlenir ve bu dünyada iyi bir ün, öbür dünyada kurtulaşa ererek vereceği hesap epeyce kolay olur. Nitekim atalar demişlerdir ki: Saltanat küfür ile devam bulur; ama zulüm ve gaddarlıkla paydâr kalmaz.” B. ALLAH’A ŞÜKRETMEK Yazarlar kendilerine özgü has mezhebi itikatlarına dayanarak âyetlere ve hadislere iktibas etmekten çekinmemişlerdir. Nitekim bu başlık hakkında Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın nimetlerine şükretmek için şöyle buyurmuştur: “Allah’ın nimetlerinin zikredilmesi şükretmektir, terk edilmesi de küfür etmektir. Kimisi az miktardaki nimeti şükretmezse, büyük nimeti de şükredemez. Vahdet hayır getirir ve tefrika acı.1” Başka bir yerde rivâyet edildiği üzere Peygamber efendimiz buyurmuşlar ki: “Üç özellik vardır. Kimi bunlara sahip olursa Allah onu korur, rahmetini ona yağar ve onu cennete götürür. Bu üç özellik şunlardır: Nimet zamanında şükretmek, iktidar zamanında affetmek ve öfke zamanında sakin olmak.” Peygamber efendimiz başka bir hadisinde böyle buyuruyor: “Mumin kişinin işi ilginçtir. Zirâ tüm işleri hayır yolundadır ve mumin dışında kimse böyle yapamaz. Acı çekerse şükreder ve olumlu bakar. Hasta olursa sabreder ve yine olumlu bakar.” Eserin yazarları; insanı Allah’ı tanımakta güçsüz kıldıkları dışında onu nimetlere karşı şükretmekte bile güçsüz gösteriyorlar. Nitekim Keykâvûs şöyle diyor: “Şöyle bilmiş ol ey oğul, herkesin elde ettiği nimete kadar Tanrı’ya şükretmesi gerekir, hakettiği kadar değil, çünkü kimi hayatı boyunca şükretse bile sahip olduğu nimetlerin binde birini bile şükretmemiş olur. Ancak emir ölçüsüne yani ulu Tanrı’nın buyurduğu emir gereğince şükredersen senin az olan şükrün çok yerine geçer. Nitekim Tanrı, din içinde beş türlü ibâdet buyurdu: Onun da ikisini seçkin varlıklara, yani zenginlere, kalanını da cümle halka verdi. Bunlardan biri Tanrı’nın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini dil ile söylemek ve gönülle inanmaktır. Öteki beş vakit namazdır. Öbürü de yılda otuz gün oruç tutmaktır.” 1 Abulkasım Payende, Nehcül-Fesahât Çevirisi, Cavidân Yayınları, Tahran, 1945, s. 106. 126 Hoca Nizamülmülk de şöyle söylüyor: “Rivâyet edilmiştir ki Hz. Yûsuf (s.s) bu dünyadan göç edince, onu atalarının civarına gömmek için Hz. İbrahim (s.s) türbesinin yanı başına getirdiler. Cebrâil (a.s) geliverdi; ‘Durun, tutun onu tuttuğunuz yerde, burası onun mekânı değildir, kıyamet günü, hükmettiği saltanatın hesabını vermek zorundadır’ dedi. Şimdi Hz. Yûsuf’un hâli böyle olunca başkalarının hesabını bir düşün! Peygamber efendimizden şöyle rivâyet edilmiştir ki: ‘Bu dünyada halkı yönetenler, mahşer günü huzura elleri bağlı getirilirler. Eğer âdil imişse, adâlet onun ellerini çözer ve cennete kavuşur; ancak eğer zalim imişse zulmü ellerini bağlar ve elleri boynundan zincire vurulmuş bir şekilde onu cehenneme sevkeder.’ Ve dahi rivâyet olunur ki, kıyamet günü kimi, idâresi altında bulunan bir şahıstan, halktan, ev sakinlerinden, eli altındakilerden hesaba çekilecek; hatta koyunları güden çobandan sürüsüyle ilgili soruları cevaplaması istenecektir. Rivâyet edilir ki, Abdullah b. Ömer Hattab; babası bu fani dünyadan göçmeden önce ondan şöyle sual etmiş: “Babacığım, bir daha seni ne zaman ve nerede göreceğim?” Babası: “Öbür dünyada.” diye cevap vermiş. Abdullah, “Daha erken görmek istiyorum.” dedi. Babası, “Birinci gece olmazsa ikinci gece, o da olmazsa üçüncü gece beni rüyanda göreceksin.” dedi. Abdullah, tam on iki yıl babasının sözünü ettiği rüyayı görmedi. Nihâyet bir gece onu rüyasında görünce dedi ki: “Babacığım, vefatından sonra üç gün içinde seni göreceğimi söylememiş miydin?” Babası: “Sevgili oğlum, Bağdat civarından harabe bir köprü var idi, görevliler de onarımını ihmal etmişler idi, bir koyunun da ayağı oradaki bir deliğe denk gelmişti ve kırılmıştı. Şimdiye kadar onun davasıyla meşgul idim.’ diye cevap verdi.” II. CEZALANDIRMA USULLERİ Keykâvûs cömert bir kişiliğe sahiptir. Her zaman affetmeyi cezalandırmaya ve işkenceye karşı yeğ görüyor. Bu yüzden çocuğunun da bu güzel huya sahip olmasını arzu eder. Nitekim eserinde şöyle yazıyor: “Ey oğul, her bir suç için kimseyi cezalandırmayı düşünme. Eğer birisi suç işlerse, sen içinden onun özrünü iste, çünkü o âdemoğludur, nitekim ilk suçu âdem işledi. Küçük bir suç için kimseyi suçlama, tâ ki seni de suçsuz suçlamasınlar. Yok, yere öfkelenme. Kızmaktan aciz kaldığın zaman, kızgınlığını yutkunmağı âdet edin, birisi senin katında suç işlese ve dönüp senden suçunu bilerek af isterse, kendine o suçu bağışlamayı boyun borcu bil, çünkü kul günahsız olmazsa Tanrının affına sığınmaz ve eğer cezalandırdıysan senin büyüklüğün nerede kalıyor. Ancak sen öyle bir günah işleme ki af isteyesin, eğer bir vaka olup da günah işlersen af dilemek için çekinme tâ ortalıktan inatçılık ipi kopsun. Eğer birisi günah işlerse ve cezalandırılması gerekiyorsa, önce işlediği suçun 127 miktarına bak ve işlediği suça nazaran ona caze kes ki insaf Tanrısı şöyle buyurmuştur: Günaha ceza vermek lazım, ancak ben şöyle derim: Eğer birisi suç işlerse, elbette cezalandırmak gerek, o suça göre cezalandırırsan büyüklük, şefkat ve yufka yüreklilik yolunu unutmuş olursun. Ama bir dirhem suç işleyeni yarım dirhem cezalandıracaksın, tâ ki siyâset töresini yerine getirip büyüklük şartını korumuş olasın. Büyüklük ehline şefkatsizlerin işini işlemek revâ değildir.” Nizamülmük; memleketin istikrar temelini adâlet ve yargı olarak gösteriyor. Bu konuya defalarca eserin içinde çeşitli şekillerde değinmiştir. Allah’ın rızasını, Sultan Melikşah’ın gücünü ve şükür ve raiyyetin maslahatını adâlet ve ihsana bağlı kılıyor. Raiyyeti bir sürü olarak tanımlıyor ve tam bir inançla Melikşah’a diyor ki: “Âlemin efendisi, saltanatı boyunca şunu kesinlikle bilmelidir ki, o büyük gün, hükmettiği topluma dair bizâtihi kendisi hesap verecektir; bu hesabı başka birine havale etmesi söz konusu olmayacaktır. Mademki durum böyleyken böyledir, bu büyük meseleyi başkasına bırakmaması gerekir. Toplumun işlerinden gaflet etmemesi gerekir. Elinden geldiğince, gizliden yahut açıktan halkla hemhâl olması, halka kıyan elleri kırıp zalimlerin zulmünden halkı muhafaza etmesi gerekir ve bunun sonucunda gelecek bereket onun hükümet devrine dokunur ve onun devrine kıyamete dek hayır dua yetişir.” III. KADININ YERİ VE KADINLARA DANIŞMAK Hz. Ali (a.s.) vasiyetnâmesinde şöyle buyurmuştur: “Kadını kendisi ile ilgili olan konular dışında başka işlerle meşgul etme. Zirâ kadın gül gibi hafiftir, hükümet yönetecek biri değildir, onu diğerlerine karşı üstünlük kazanacağı uğruna tamaha salma vs.” Bu cümlede kadını hükümet işlerinden uzak tutmaya yönelik bir tavsiyede bulunmuştur. Yani kadınları hükümet, siyâset ve yargı işlerinden uzak tutmayı tavsiye etmiştir. Çünkü bu gibi işler; sâf bir rasyonellik, cesâret ve öngörüye ihtiyaç duymaktadır. Hz. Ali’nin buyurduğu üzere kadınların hassas ruh ve psikoloji yapısına sahip oldukları için verecekleri kararlar da duyguları üzerinden olacağını göstermektedir. İki eserin yazarları da kadınlarla olan davranış şeklini ve kadınlarla olan danışma türünü ele alarak bir takım bilgileri tavsiye etmekte faydalı görmüşler. Nitekim Keykâvûs b. İskender Kabusnâme adlı eserinde böyle yazıyor: “Zevce edindikten sonra karının malına göz yumma ve zevcen için güzellikler arzu etme çünkü aldatmaya kalkar. Zevcenin yüzü temiz, dinî arı, evcimen, eşini sever, utangaç, eli ve dili kısa olmalıdır, böyle bir eş yeğdir; nitekim demişler ki: İyi kadın hayatın koruyucusudur. Zevcen ne kadar merhametli, güzel ve hoş olursa yine de kendini büsbütün ona bırakma ve onun emrinin altına girme...” 128 Bu konuyla ilgili Nizamülmülk daha fazla tavsiyelerde bulunmuştur. Hatta bazı yerlerde tarihi hikâyeleri anlatarak Peygamber Efendimizin hadislerine de değinmiştir: “Büyük zararlara yol açacağından ve padişahın haşmet ve şanına halel getireceğinden ötürü hükümdarın astları üst yapmaması lazımdır. Bunlar özellikle ehl-i tesettür olup akılları bu işlere ermeyen kadınlardır. Zirâ bunlar nezih bir neslin devamı için vardırlar. Bu yüzden, bulundukları yerde durmalıdırlar. Onların övgüye en çok yaraşanları asil ve liyakatlı, örtülü ve takvâlı olanlarıdır. Dizgini ellerine geçiren padişahın kadınları erkeklerin her zaman dışarıda bizzat gözleriyle gördükleri gibi hâdiselere tanık olamayacakları için kötü maksatlı kişilerden duydukları gibi yahut hâcibe ve hâdimin söylediklerini göz önüne alarak emirlerde bulunurlar. Böylece verdikleri emirler çoğunlukla hakikate ters düşünce kargaşa zuhur eder ve padişahın da itibarı zedelenip halk sıkıntıya düşer, memleket ve din işlerinde aksamalar meydana gelir, halkın ve reâyânın malı zayi olur, devlet erkânının dirlik ve düzeni bozulur. Tarihin bütün devirlerinde hükümdarın karısı hükümdara egemen olduğunda rezâlet, şer, fitne ve fesattan başka bir şey ele geçmemiştir. Bir parça bu konu üzerinde mütalaa edelim. Kadın aklına uyup ona itibar ettiği için nice meşakkat ve zahmete düşen ilk insan, Havva’nın emirini dinleyip buğday yiyerek cenetten çıkarılan Âdem aleyhisselam idi. İki yüz yıl gözyaşları içinde tövbeler ettikten sonra Tanrı azze ve celle tövbesini kabul edip onu bağışladı.” Zevce edinme konusunda her iki eserin yazarı; İskender’in İran’a yaptığı savaş hikâyesini ve ona zevce olarak tavsiye edilen Dârâ’nın kızıyla ilgili olayı anlatıyorlar. Kabusnâme’de bu olay şöyle geçiyor: “İskender’e dediler ki: Dârâ’nın o güzellikte olan kızını niye zevce olarak edinmiyorsun? İskender; ‘Cihan mertlerine galip gelen birisi onların kadınlarına galip gelmemesi ayıptır’ dedi.” Nizmamülmülk ise kendi eserinde bu hikâyeyi şöyle yazıyor: “İskender Rûm’dan gelip Acem sultanı Dârâ bin Dârâ’yı bozguna uğrattığı vakit, Dârâ mağlup olup kaçar iken bir hizmetkâr-ı hassı tarafından öldürülmüştü. Dârâ’nın güzellikte eşi bulunmaz dilberler dilberi bir kızı vardı. Ayrıca güzel bir kardeşi de vardı. Dârâ’nın soyundan olan başka güzel kızları da vardı. İskender’e: ‘Dârâ’nın şebistânına bir uğrayıp oradaki âlemin ay parçalarını, özellikle iffetli mi iffetli, güzellikte ve cemâlde dünyada bir eşi benzeri bulunmayan Dârâ’nın kızını görmek istemez miydiniz?’ diye teklifte bulundular. Bunu söyleyen kişi kafasında İskender’in kızı gördüğünde hoşuna gidip onunla evlenmesini kuruyordu. İskender: ‘Erkeklerini yendik; kadınlarına yenilmeyelim!’ cevabıyla buna teveccüh etmeyerek Dârâ’nın şebistânına gitmedi.” 129 Ayrıca yazarlarımız kadınlara yönelik güzellik duası etmemeyi de tavsiye etmişlerdir. Bu mevzu hakkında Nizamülmülk bir Yûsuf ve Kirsufe adlı hikâyeden yola çıkarak konuyu anlatmıştır: “...Kadının bu sözleri adamın hoşuna gittiği için ‘Ya Rabbi, şu karıma dünyada kimseye vermediğin bir güzellik ihsan et’ diye dua etti. Allah onun duasını kabul etti. Sabahleyin uyandıklarında geceliği içinde kadın hiç kimsenin daha güzeline şahit olmadığı bambaşka birine dönüşmüştü. Yûsuf karısını o güzellikte görünce hayranlıktan dona kalmıştı. Sevinçten içi içine sığmıyordu. Kadın günbegün daha da güzelleşiyordu. Bir hafta içinde kadın kimsenin bakamayacağı kadar güzel bir hâle bürünmüştü. Uzak şehirlerden kadının güzelliğini seyretmek için gelen kadınlar hayranlıklar içinde dönüyorlardı. Kadın bir gün aynada dudaklarını, dişlerini, gözlerini ve kaşlarını seyrediyor, kendi güzelliğinin görkem ve zerafetini izliyorken böbürlenip şişinmeye başlayarak gurura kapılıp, ‘Şu bendeki güzellik cihanda kimde varmış? Ben dünya nimetlerinden nasiplenmemiş, arpa ekmeğine talim eden şu çulsuz herife mi kalmışım ki hayatın böyle sıkıntı ve sefâlet ile geçsin! Ben cihan hükümdarlarına, Keyhüsrevlerine yakışırım. Zaten beni gördüklerinde altınlarla mücevherle boğarlar, nâz ü işvemle beni el üstünde tutarlar!’ gibi kafasında epeyce ham hayaller kurdu. Ardından uyumsuz bir çift olduklarına, eşinin geçmisiz olduğuna kendi kendisini inandırarak itaatsiz ve huysuzlaşmaya başladı. Kocasına her daim: ‘Ben sana mı kalacaktım? Senin karnın doyuracak bir arpa ekmeğin bile yok’ diyordu...” Keykâvûs da bu konuyla ilgili Kabusnâme’de şöyle yazıyor: “...Zevcen için güzellikler arzu etme çünkü aldatmaya kalkar...” IV. NEDİMLİK ŞARTLARI Nedimlik etmek ve sultanın nezdinde has hizmetkâr olarak çalışmak hakkında her iki yazar hemen hemen aynı şeyleri tavsiye etmişlerdir. Hem Siyâsetnâme’de, hem Kabusnâme’de nedimin; astronomi, tıp, satranç ve tavla gibi becerilere sahip olması tavsiye edilmiştir. Siyâsetnâme’de bu konu hakkında şöyle yazılmıştır: “...Bu arada nedim asil, erdemli, güleç, itikadı saf, ketûm ve giyimi kuşamı şık; kitaplardan, kıssalardan, pek az kişinin bildiği konulardan, mizâhî yahut ciddi meselelerden nice şeyi hatırında tutarak onları güzel bir şekilde nakledebilmeli; her daim neşeli, kafadar olup tavla ve satrancı iyi bilmelidir.” Yazar başka bir yerde de şöyle diyor: “Bir kısım padişah, nedimlerini yediği yiyecekleri tayin etmeleri ve bu gıdaları fayda ve zararları, etkileri ve yan etkilerinden kendilerini haberdar kılmaları, onların sağlık ve bünyelerini muhafaza etmeleri için tabiplerden; vakit ve 130 saatlerini gözetlemeleri, uğur ve uğursuzlukları onlara bildirmeleri, icra edecekleri bir iş için en elverişli zamanı seçmeleri için müneccimlerden seçmişlerdir.” Söz konusu başlıklarla ilgili Kabûsnâme’de şöyle yazılmıştır: “...Nedimin tıp ve yıldız ilmini de beilmesi lazım. Öyle ki eğer bu ilimlerden mevzu bahis açılırsa tabip veya müneccim gelene kadar nedim o konuyla ilgili birkaç söz söylesin, tâ ki nedimlik şartını yerine getirsin, padişahın da her ilimden haberi varmış diye ona itimadı tam olsun, onun üzerine olan rağbeti artsın... Ayrıca tavla ve satranç iyi oynaman lazım velâkin kumarbâz olmamalısın. Çünkü kumarbâz olan şahıs padişahın nedimliğine lâyık değildir.” Bir başka yerde her iki yazar; nedimi, padişahın has koruması olarak tanımlamışlar ve bu doğrultuda canı pahasına sultanı koruyabileceğini söylemişlerdir. Bu bârede Kabûsnâme’de şöyle yazılmıştır: “...Nedimin cesâretli ve yürekli olması lazım. Şöyle ki bir iki kişiye saldırmak elinden gelsin, padişah yalnız olarak zevkte ve eğlemekte iken birisi ansızın hainlik ederse ya da bir düşmanı böyle bir zamanda fırsat bularak padişaha suikast ederse, öyle bir anda nedim erlik ve kişilik şartını yerine getirsin ki velinimeti onun yüzünden yücelsin ve eğer ölürse sultanın verdiği nimetin karşılığını vermiş olsun ve adı iyilikle kalsın ve nedimin çocuklarının hakkı ona kalsın ve sağ kalırsa da adı iyiye çıkar ve ömür boyu ekmeğini yiyecektir.” Söz konusu mevzuyla ilgili Nizamülmülk, Siyâsetnâme’de şöyle yazmıştır: “Nedim edinmede birkaç faydaya dikkat edilir. Birisi padişahın can dostu olması, diğeri onu gece gündüz kollayan bir muhafız olmasıdır. Maazallah bir tehlike baş göstermesi durumunda nedim gözünü kırpmadan bedenini belâlara cansiperâne kalkan eyler...” V. ŞARAP KÜLTÜRÜ Kur’an-ı Kerim’de şarabın kinâye yoluyla haram olduğuna dair bilgi veren birçok âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerin en belirgin olanları şunlardır: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemâl hamru vel meysiru vel ensâbu vel ezlâmu ricsun min ameliş şeytâni fectenibûhu leallekum tuflihûn(tuflihûne), yani ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.1” Yine Allah’u te’âlâ bu bârede buyuruyor ki: “İnnemâ yurîduş şeytânu en yûkia beynekumul adâvete vel bagdâe fîl hamri vel meysiri ve yasuddekum an zikrillâhi ve anis salâti, fe hel entum muntehûn(muntehûne), yani şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza 1 Bkz. Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi, 90. Ayet. 131 düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?1” Yüce Allah; bu bârede başka bir âyette şöyle buyuruyor: “Yes’elûneke anil hamri vel meysir(meysiri), kul fîhimâ ismun kebîrun ve menâfiu lin nâsi, ve ismuhumâ ekberu min nef’ihimâ...; yani Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki; Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.2” Ehl-i sünnet ve şii mezheplerinde, Hz. Muhammed (s.a.)’den nakledilen ünlü bir hadis vardır. Bu hadiste Peygamber Efendimiz şarap tutmakta doğrudan veya dolaylı bir şekilde eli olan 10 gruba lanet göndermiştir. Bu gruplar şunlardan ibarettir: Şarap üretimi için üzüm ağacı ekenler, bu amaçla üzüm ağacını koruyanlar, içki satın alanlar, içki satanlar, içki içenler, içki satışından para kazanan esnaf, üzüm suyunu şarap üretimi amacıyla sıkan kişi, şarap nakliyatı yapan şahıslar, şarap yükünü teslim alanlar, sâki veya şarap dağıtan3. Ancak söz konusu tüm bu özelliklere ve yazarlarımızın her ikisi müslüman ve itikatlı kişiler olmalarına rağmen her iki eserde de şarapla ilgili bir takım olumlu paylaşımlar ve öğütler görüyoruz. Fakat Kabusnâme’de yazar, oğlu Gilânşah’a hem şarap içmemesini tavsiye ediyor hem eğer içmek istiyorsan haddini aşma gibi tavsiyelerde bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili Siyâsetnâme’de şöyle yazılmıştır: “Meclis-i hassa layık görülen cemaat, yanlarında en fazla bir gulam getirmeleri şartıyla ve kim oldukları tespit olunarak, usulen nasıl geldikleri hakkında malumat edinmelidir. Davet edilen şahısların beraberlerinde sürahi ve sakilerini getirmeleri kati surette uygunsuz bir davranıştır. Böylesi bir davranış hiçbir vakit usulde yer almadığı gibi aynı zamanda çirkin karşılanan bir tavırdır. Hükümdar cihanın kethüdası ve cümle âlem onun ailesi olduğundan ötürü tarihin her devrinde insanlar kendi evinden padişahın meclisine bir şey getiremez, bilakis padişahların sarayından kendi evlerine yiyecek, meze ve şarap götürürlerdi. Padişahın, reisi olduğu ailesi ve ekmek kapısı olduğu yerden kendisine şarap ve yiyecek alması kabul edilemez. Zirâ onun reisliği bütün reislerden daha fazla, daha mükemmel, daha iyi ve daha temiz olması icap eder. Şayet bu kişiler şarapdârın kendilerine sunduğu şarabın kötülüğünden dolayı şarap teslim edildiği hâlde kötü şarap vermesinden dolayı cezalandırılarak yanlışın ıslah edilmesi gerekir. Böylece kimse padişahın meclisine şarap getirmek cüretinde bulunamaz.” Şarap kültürü ile ilgili Kabusnâme yazarı Unsuru’l-meali; oğlu Gilânşah’a şöyle tavsiyede bulunmuştur: “Şarap içme hakkında sana ne iç diyebilirim ve ne içme diyebilirim. Çünkü gençler kimsenin sözüne dayanrak iş yapmazlar. Bana da gençliğimde çok söylediler fakat 1 Bkz. Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi, 91. Ayet. 2 Bkz. Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 219. Ayet. 3 Sıkatü’l-İslam Küleyni, Furû-i Kâfi, C. VI, Kudüs Yayınları, Kum Şehri/İran, 2015, s. 429-430. 132 dinlemedim... Ama ne zaman ki içersin, hiç olmazsa yemek yedikten sonra hemen şarap içme, tâ ki üç kez susuzluğun kansın...” VI. ADÂLET İslâm kültüründe adâlet lügat olarak zulüm karşısında duruyor. Anlam olarak hakların gerçekleştirilmesi ve bâtıldan hakkı çıkartmak demektir. Aynı zamanda ifrat ve tefrit arasındaki ortama da adâlet denmektedir1. Tefsir-i Numune adlı eserde Nahl suresinin 90. âyetinin tefsirinde adâlet; gerçek kelime anlamıyla her şeyin yerinde olmasına delâlet göstermektedir, yani hakkı hak sahibine vermek anlamındadır.2 Kur’an-ı Kerim’e istinaden adâlet yaratılış sisteminin tümünde caridir ve dünyadaki tüm canlılar ve varlıklar Allah’ın bu fiilinden yararlanıyorlar. Kur’an-ı Kerim’in tabirine istinaden hem tabiat hem öbür dünya adâlete dayanmaktadırlar.3 “Lekad erselnâ rusulenâ bil beyyinâti ve enzelnâ meahumul kitâbe vel mîzâne li yekûmen nâsu bil kıst(kıstı), ve enzelnâl hadîde fîhi be’sun şedîdun ve menâfiu lin nâsi ve li ya’lemallâhu men yansuruhu ve rusulehu bil gayb(gaybi), innallâhe kavîyyun azîz(azîzun), yani andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.4” Başka bir söyleyişle oluşum ve mevzuat sisteminde ve tüm evrende adâletin yerinde olmasını bir tek yüce Allah sağlamaktadır. Fakat İslâmiyetten sonra krallık yöntemiyle yönetilen ülkelerin hükümdarları kendilerini Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak tanıtıyordular ve bu sebepten dolayı şeriatta adâletle ilgili yazılan maddeleri yerine getirmeyi çabalamışlar. Nitekim çalışma konumuzu teşkil eden eserlerde de bu konuya rastlanmak hayli uzak ve zor değildir. Örneğin Nizamülmülk, Siyâsetnâme’nin beşinci faslında şöyle yazmıştır: “İkta sahibi olan kişileri, kendilerinden tahsil etmeleri istenen mal dışında halktan bir şey almaya hakları yoktur. Bu şekilde tahsil ettikleri takdirde, halkın kendisi, malı, zevcesi, evladı, arazi ve mülkü muhafaza altına alınmış olur. İkta sahipleri bu mal üzerinde daha fazla hak iddia edemez. Ve dahi eğer halk maruzatını arz etmek için divâna gelmeyi arzu ederse onlara mani olunmamalıdır. Bundan gayrısını eyleyen ikta sahibinin görevine son verilip iktasına el 1 Seyit Cafer Seccâdi, Rasyonel Bilimler Ansiklopedisi, İran İslami Hikmet ve Felsefe Derneği Yayınları, Tahran, 1982. 2 Ayetüllah Mekârım Şirâzi, Tefsir-i Numune, Darülkitab-ı İslâmiye Yayınları, Tahran, 1984, s. 366. 3 Seyit M. Hüseyin Tabatabai, Tefsir-i Mizân, C. XIV, Darülkitab-i İslâmiye Yayınları, Tahran, 1996, s. 302. 4 Bkz. Kur’an-ı Kerim, Hadid Suresi 25. Ayet. 133 konması ve ibret-i âlem olsun diye kınanması emrolunur. Onların, mülk ve milletin sultana ait olduğunu iyi bellemesi gerektir; ikta sahipleri ve valiler halk ve ikta toprakları üzerinde şahne gibidirler; halkın padişahın adâletinden hoşnut ve padişahın da âhiret azâbından emin olması için onlara padişahın diğerlerine davrandığı gibi davransınlar.” Eserin devamında ise yazar adâlet içerikli birkaç hikâye de aktarmaktadır. Yine bu bârede Unsuru’-meali Keykâvûs da Kabusnâme adlı eserinin kırk ikinci bölümünde padişahlık şartları başlığı altında adâlete vurgu yaparak bu konuyla ilgili oğluna nasihat olarak değerli paylaşımlarda ve tavsiyelerde bulunmuştur: “Aceleci olma, yani her işin zamanını bulmadıkça acele etme, ama zamanını bulunca da sabretme. Her işi gözünle gör ve kulağınla işit, böylece her işte hak ve bâtıli ayırt edersin, bunu bilmeyen padişah hak ve bâtıli birbirinden ayırt edemez. Her zaman doğruyu söyle ancak az konuş ve az gül ki elinin altında olan kişiler sana başkaldırmasınlar. Çünkü padişahlığın en kötü yönü halkın söz dinlememsidir ve böylece hakedenler haklarına kavuşamazlar.” VII. HALKIN İHTİYAÇLARININ KARŞILANMASI “Öyleyse kime ihtiyacın olursa kendini onun kulu olarak göster çünkü biz Tanrıya da bu açıdan kulluk ediyoruz, eğer kimsenin Tanrıya ihtiyacı olmasaydı kimse ibâdet edemezdi. İhtiyacın karşılanırsa her zaman şükret ki Tanrı buyurmuş: Tanrı şükredenleri sever ve ihtiyaca şükretmek birincil ilke olup icâbet edilmesine umut etmek ikinci ilkedir.” Bu güzel başlangıç sözünden şöyle anlaşılıyor ki Unsuru’l-meali şunu kastetmiştir: “Eğer arzunu yerine getirmezse onu kendi bahtınla ilgili gör ve o zâttan şikâyet etme çünkü o senin şikâyetinden korkusu olsaydı senin arzunu karşılardı. Eğer adam cömert değilse ayık olduğu zaman ondan hiçbir şey isteme çünkü veremez, sarhoş olduğu zaman iste ki cimriler sarhoşluk zamanında cömert olurlar ve bahşişte bulunurlar, gerçi bir sonraki gün pişman olurlar. Cimri birine ihtiyacın düşerse kendini rahmet dileyen birisinin yerine koy. Üç kişi rahmete mağdurdur: Bilgili birisi bilgisiz birisinin elinin altında olursa, güçsüz birisi güçlü birinin elinde olursa ve cömert olan biri cimriye işi düşerse.” Ve yine bu konu hakkında Hoca Nizamülmülk şöyle demiştir: “Rivâyet olunur ki Halife Me’mûn’a bir gün sarayda, tahtında oturup şikâyetleri dinlerken bir arzuhal iletildi. Me’mûn bunu derhâl veziri Fazl bin Sehl’e vererek: ‘Bu adamın isteğini derhâl yerine getir; çünkü şu felek bir hâl üzere kalmayasıya devreder ve dahi şu zaman hiçbir dosta vefa etmeyesiye hızlı geçer. Bugün fırsat var iken iyilik eyleyelim çünkü yarın acizlik ve çâresizlik dedikleri çetin gün çatar da fırsat kaçar’ dedi.” 134 Sonuç ve Değerlendirmeler Ahlâk; Arapça خلق hulk kelimesinin çoğul biçimi olup bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları sıfat, özellikler, ahvâl ve iç ruh hâli anlamına gelmektedir. Peki, şimdi sonuç kısmında ahlâk kelimesine niye vurgu yaptık? Bunun iki sebebi vardır: Birincisi çalışma konusunu teşkil eden eserler didaktik edebiyatının temsilcisi olarak sayılamaktadırlar. Didaktik edebiyatı dediğimiz zaman, doğrudan ahlâkla muhatap oluyoruz. İkinci nedeniyse yapılan incelemelerde gördüğümüz üzere hemen hemen bütün eserlerdeki anlatımlar, nasihatlar, öğütler, hikâyeler vb. öğeler insaniyetin uygulaması gereken ahlâkla ilgili konuları içermektedir. Ahlâk insanın hayatında önemli bir rol oynamaktadır. Çünkü insanların insaniyeti; ahlâkı değerlerin ortaya çıkmasıyla biçimlenir. Aslında insan; beşeri ahlâk değerlerine sahip olduğu zaman, insân nitelendirilebilir. Herbir ahlâkı fazilet, insan ve Allah arasında bir bağ oluşturuyor ve onu adım adım kutsal özüne yaklaştırıyor. Aslında ahlâk; hikâyemizin kalbidir; öyle ki insanların arasında hâkim olan iletişim bağında da ahlâk önemli bir rol üstlenmektedir. Ahlâk olmadan ne din ve ne dinin anlattığı dünyanın bir kavramı kalır. Edebî eserleri yaratan ustaların sürekli önemle vurguladıkları konu; değerli mazmunlar hakkındadır. Çünkü değerli ve geçerli eserler her zaman muhatapları için değerli mazmunlar içermekteler ve etkileri de yüzyıllarca bir milletin kültürne ve o milletin bireysel ve toplumsal davranışlarına yansıtılıyor. Sanat ahlâkla birleşmelidir, böylece insanları hayatının kalkınmasına ve gelişmesine neden olabilir. Söz konusu iki eserde; ahlâkı, öğüt verici, sosyal, eğitici, hikemi, siyâsal, toplumsal vb. konuların bir kısmını tespit ettik ve birçok kısmına da rastlanmak hayli zor değildir. Kısacası, kimisi; hangi yaşta olursa olsun, hangi zevk ve beğeni prensiplerine sahip olursa olsun; Türk ve Fars ortak kültürlerine dayanan edebiyatındaki sanat ve düşünce âleminde eserleri okumaya başlarsa yeteri kadar zevk alır. Çünkü yazarlar; insanın ahlâkı fazilet ve rezâletlerini ortaya koyarak öğüt ve nasihat kalıbında uygun hikâyerlele birlikte muhataplarını ahlâkı rezâletlerini terketmeye ve iyilik, adâlet, cömertlik, yardımseverlik, sadakat, insaf, cesâret, bilgi, iffet, emanetdârlık, kanaat vb. gibi ahlâkı faziletlerin edinilmesine yönlendiriyorlar. Her iki eserin ilk bölümlerinde yegâne Tanrı’nın perestiş ve ibâdetine değinmiştir. Yazarlar bu konuyu insan ötesi bir altyapıyla öyle aşikâr etmeye çalışmışlar ki insanın dünya ötesi ruh ve itikada sahip olabileceğini tespit etmişlerdir. Zirâ Allah’a sığınarak insan bambaşka bir sakinliğe kavuşuyor, farklı bir cüret ve cesârete sahip oluyor. Çünkü herkes kendisinin sürekli birisi tarafından korunduğunu bilirse cesur olur ve bu dünyanın adâlete 135 dayanarak yaratıldığını bildiğimiz zaman ve bu gerçeğe inandığımız zaman otomatik olarak yüzyıllarca Peygamberlerin güttüğü amaca ulaşabiliriz. Ayrıca incelemede af ve bağışlama konusu da ele alındı. Kur’an ve sünnete göre af; en güzel beşeri huylardan biridir. Ahlâkı akımlarının temelini teşkil eden öğe; af ve bağıştır. Bu huyu benimseyerek dünyevi hayatımızda ruh ve beden sağlığına ulaşabiliriz. Affetmek ve bağışlamak yüce Tanrı’nın en gözde olan özelliklerinden biridir. Başkalarının kusuratını ve yalnışlarını görmezden gelmek huyuna af denir. Bu yüzden yazarlarımız kendilerini bu konuyla ilgili hayli hor görüp sürekli bu fazilet-i ahlâkıyı savunmuşlardır. Başka bir kısımda ise yazarlarımız kadınlara yönelik bir takım düşünce paylaşımlarda bulumışlardır. Örneğin her konu hakkında özellikle siyâsî konulala ilgili kadınlara danışmayı uygun görmemişlerdir. Aslında bu konuyla ilgili sonuç olarak şunu ilâve etmek gerekiyor ki danışmadan güdülen amaç; en iyi çözüm yollarına varıp en üstün uygulama yollarını seçmektir. Dini-ahlâkı öğütler; imân, bilgi, uzamnlık, ilim, hayırseverlik, akl-ı selim, merhamet vb. birçok kriteri bir danışman seçimi için göstermekteler. Pinti, korku ve hırs; danışmanın engellerinden ve ciddi zararlarından tanımlanmaktadırlar. Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyor: “Hasis, korkak ve hırslı kişilere danışmayın, zirâ onların herbirinde bir zaafiyet noktası var ki sizin hakikate varmanızı engelliyorlar1.” Bu yüzden yazarların kadınlara danışmaktan uzak durma tavsiyeleri de söz konusu psikolojik boyutlara dayanıyor. “Araştırmalar gösteriyor ki; beş ana heyecan başlığını oluşturan; sevinç, aşk, korku, üzüntü ve öfke içerisinde dördü kadınlarda erkeklere nazaran daha şiddetlidir. Ancak erkeklerde kadınlara nazaran şiddetli olan heyecan duyusu öfkedir. Kadınlar; zarif heyecanlar olarak tanımlanan sevinç, aşk, korku ve üzüntüyü şiddetlice tecrübe etmekteler.2” Kısacası yol gösterebilen ve doğru yolu tavsiye edebilen biriyle danışmak gerekiyor. Yazarlar kendi çağlarındaki ve eski çağlardaki acı tecrübelere dayanarak böyle bir tavsiyede bulunmaları gayet normaldır. Beşinci yüzyılda müslümanlar ve Selçuklular zamanında yaygın olan bir başka gelenek de padişahların kendilerine has nedim edinmeleriymiş. Nedim; özel hizmetkâr veya Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan has odabaşı olmaktan ziyâde padişahın munisiymiş. Şahın kimseyle konuşmadığı konuların sır hazinesiymiş. Nedim; şahı sevinçte de, üzüntüde de, savaşta ve seferde ve her halükârda padişaha müşâyiet eden birisiymiş. Dolayısıyla yazarların bu konuya ayrı bir şekilde önem vererek değinmeleri hayli mühimmiş. Çünkü 1 Seyit Cafer Şehidi, a.g.e. s. 328. 2 Karl Halfmann, Genel Psikoloji (Teoriden Uygulamaya), C. II, Arasbâran Yayınları, Tahran, 2006. 136 bilgisiz ve lakâyıt bir nedim, sultanı yokuşa doğru bile götürebiliyormuş. Dolayısıyla bu konuda yazılan hikâyeler ve özellikler edebî ve tarihi açıdan çok önem taşımaktadır. Şarap tarihçesi hakkında; yirminci yüzyılda yapılan araştırmalara dayanan arkeologların tespitine göre Zagros Zincirli Dağlarının Gudin Tepe bölgesinde yapılan incelemelere istinaden MÖ. 2900-3100 yıllarına dayanan topraktan yapılmış kâseler keşfedildi ve bu kâselerin üzerinde tartarik asit izlerine rastlandı ki bu da takribi olarak o yıllarda şarabın var olmasını göstermektedir.1 Yani İranlılar tâ MÖ. 3000 yıllık bir şarap tüketme geleneğine sahipmişler. Bu gelenek; tarih boyunca İran’ın farklı silsilelerle yönetildiğiyle birlikte devam edip tâ Selçuklulara kadar uzamıştır. Hatta bununla kalmayıp günümüze kadar devam etmiştir. Nitekim Şirâz Şarâbı; dünyaca ünlüdür. Bu tarihçeyi anlatmaktan kastimiz kısaca şu ki; Selçuklulardan önce İran’da İslâmiyetin kabul edilmesine rağmen hâlâ şarap geleneği varmış ve devam ediyormuş. Fakat İslâm’dan gelen bir kültür bu kültürü fazlasıyla ortadan kaldırmıştı. Ancak divân ehli hâlâ yaygın olarak kullanıyormuş. Nitekim Siyâsetnâme’de padişahın düzenlediği şarap meclisleri hakkında en ince ayrıntıya kadar bilgi verilmiştir. Veya Kabusnâme’de emirlik yapan bir baba, oğluna vasiyet niteliğinde yazdığı kitapta içmemesini emretmek yerine tavsiye ediyor ve seni bu konuda engelleyemem, zirâ gençsin diyor. Yine devamında diyor ki; fakat içmezsen iyi olur, eğer içersen de bir yolunu bul ve tövbe et, nitekim ben elli yaşıma vardığımda ancak tövbe edebildim. Adâlet; belki de çalışma konumuz olan her iki eserdeki satırlar arasında sık sık rastlandığımız bir konudur. Raiyyet veya halkın hakkı; İslâmiyete göre adâlet ve Allah’ın hikmetiyle içiçe bir bağlantısı olup geniş bir çerçeveyi kapsamaktadır. İnsanların hakları konusu fıkhın her alanında var olan bir konudur ve İslâmi fıkıh alanında bu konudan daha fazla bahsedilen başka bir konu yoktur. Burada hak sahibi olarak halkı gösterdiğimiz için, bu hakkın riâyet edilip edilmemesi doğrudan Allah’ın adâletiyle bağlantılıdır. Nitekim Allah’ın en belirgin isimlerinden âdil sıfatıdır. Dinimiz yani İslâm dininin en mühim usullerindan bir tanesi de adâlettir. İslâm dininde insanların hakkı Tanrı’nın hakkından daha önemli biliniyor. Çünkü rivâyetlere göre Allah; kıyamet gününde kendi hakkından vazgeçebilir ancak kul hakkından hiçbir şekilde vazgeçemez. Aslında bunu da unutmamak lazım ki kul hakkı, doğrudan Allah’ın hakkıdır, zirâ Allah dışında kimenin bizâtihi hakkı yoktur ve kulların hakkı Allah tarafından tanımlanmıştır. Bu hakkı ezmek, Allah’ın hükmünü ve hakkını ezmek demektir. Bu bârede tezin üçüncü bölümünde adâlet başlığı altında Kur’an-ı Kerim; Hadid suresinden 25. âyeti örnek olarak göstermiştik. Allah; Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette adâlet 1 New York Times Article, “For Wine, 5000 BC Was Quite a Year”, June 6. 1996. 137 konusuna dair hükümler buyurmuştur. Burada bu âytlerden iki örnek vererek konuya devam edeceğiz. “Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ te’kulû emvâlekum beynekum bil bâtılı, illâ en tekûne ticâraten an terâdın minkum ve lâ taktulû enfusekum. İnnallâhe kâne bikum rahîmâ(rahîmen): Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helâk etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.1” Allah; Kur’an-ı Kerim’de Yahûd kavminin yaptığı kötülükleri kınamak için yine Nisâ suresinin 161. âyetinde şöyle buyuruyor: “Ve ahzihimur ribâ ve kad nuhû anhu ve eklihim emvâlen nâsi bil bâtıl(bâtılı). Ve a’tednâ lil kâfirîne minhum azâben elîmâ(elîmen): Yahudilerin yaptıkları zulüm ve birçok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklanmış olduğu hâlde faiz almaları, insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle önceden kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.” Bu doğrultuda; her türlü taciz, sahtekârlık, cuntacılık, faizcılık, tefecilik ve mantıksal bir faydası olmayan ürünlerin alım ve satımı, fesad ve günahı yaygınlaştıran malzemelerin ticareti tamamen bu hükmün altında toplanmaktadırlar. Dolayısıyla Allah eğer kendi hakkından vazgeçerse bu o yüce zâtın lütfüdür, fakat kul hakkı konusu olunca eğer göz yumarsa adâleti icra etmemiş olacak. Bütün bu açıklamalara istinaden eserlerdeki yazarlarımız da devlet idâreciliği hakkında tavsiyelerde bulundukları için ve bizâtihi müslüman oldukları ve Kur’an-ı Kerim’i bildiklerinden dolayı sultanı; Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olarak nitelendirip kul hakkını doğrudan adâlet olarak göstererek sürekli tavsiyelerde bulunmuşlardır. Hatta bununla kalmayıp geçmişten hikâyeler bile anlatmışlardır. İşbu konulardan hareket ederek geçmiş çağdaki bir takım kültürel örf ve âdetleri eserlerdeki metinlere istinaden şerh ettik. Aynı dönemin kültürünü iki farklı insanın kalemiyle yazılan seçilmiş ortak metinler; incelediğimiz tüm ayrıntıların önemini göstermektedir. Dolayısıyla bu tez çalışmasından güdülen amaç bu başlıkların, eserlerin ait olduğu çağda nasıl olduğunu ortaya çıkartmak olup oldukça ayrıntılı bilgileri paylaşmaya gayret gösterildi. 1 Bkz. Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 29. Ayet. 138 KAYNAKÇA Kitaplar - ALLAHYÂRİ Fereydun, Unsuru’l-Meali ve İslâmiyet Sonrası İran’da Siyâsî Öğüt Verici Yazma Akımı, İsfahan, İsfahan Üniversitesi Yayınevi, 1984. - ARBERRY Arthur John, İran Mirası, Tahran, Neşr-i Kitap Yayınları, 1957. - BAHAR Muhammed Taki, Sebk-Şenâsi (Biçembilimi), C. II, Tahran, Emir Kebir Yayınları, 1947. - BROWNE Edward, İran Edebiyat Tarihi, C. II, Tahran, Morvarid Yayınları, 1996. - DARK Hubert, Siyâsetnâme, Tahran, Hayyam Novin Yayınları, 2010. - Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim Meali, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016. - ENÜŞE Hasan, Fars Edebiyatı Ansiklopedisi, Tahran, Çap ve İntişarat Şti. Yayınları, 2002. - FURUZANFER Bediuzzaman, İran Edebiyat Tarihinden Konular, Tahran, Dehhüda Yayınları, 1975. - HALFMANN Karl, Genel Psikoloji (Teoriden Uygulamaya), C. II, Tahran, Arasbâran Yayınları, 2006. - İKBAL Abbas, Siyâsetnâme’nin Mukaddemesi, Tahran, İran Kültür Bakanlığı, 1941. - İSLAMİ NODUŞEN Muhammed Ali, Cam-ı Cihan-Bin (Edebi Eleştiri ve Karşılaştırılmalı Edebiyat), Tahran, Nağme Yayınları, 1991. - İSLAMİ NODUŞEN Muhammed Ali, Sesler ve İmâlar, Tahran, Katre Yayınları, 2008. - KADİRİ Kadir, İslâm ve İran’da Siyâsî Düşünceler, Tahran, Semt Yayınları, 2007. - KANAR Mehmet, Siyâsetnâme, İstanbul, Say Yayınları, 2016. - KÜLEYNİ Sıkatü’l-İslam, Furû-i Kâfi, C. VI, Kum Şehri/İran, Kudüs Yayınları, 2015. - LEVEND Agâh Sırrı, Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız, İstanbul, TDK Yayınları, 1963. - MESSE Henry, İran Medeniyet Tarihi, Tahran, Temeddün Yayınları, 1960. - MEKÂRIM ŞİRAZİ Nasır, Tefsir-i Numune, Tahran, Darü’l-Kitab-ı İslamiye Yayınları, 1984. - MİNEVİ Muctaba, Nakd-i Hâl, Tahran, Harezmî Yayınları, 1979. - NEFİSİ Said, Kabusnâme’den Seçmeler, Tahran, Sepehr Yayınları, 1941. - ÖZKIRIMLI Atilla, Keykâvûs, Mercimek Ahmet, Kabusnâme, y.y., Kervan Kitapçılık A.Ş., t.y. 139 - PAYENDE Abulkasım, Nehcü’l-Fesahat Çevirisi, Tahran, Cavidan Yayınları, 1945. - REVANPUR Nergis, Kabusnâme’den Seçmeler, Tahran, Katre Yayınları, 2010. - RYPKA Jan, İran Edebiyat Tarihi, Tahran, Suhan Yayınları, 2004. - SAFA Zebihullah, Tarih-i Edebiyat, C. II, Almanya, y.y. 1999. - SAFA Zebihullah, İran’da Edebiyat Tarihi, C. II, Tahran, Firdevs Yayınları, 1976. - SECCADİ Seyit Cafer, Rasyonel Bilimler Ansiklopedisi, Tahran, İran İslami Hikmet ve Felsefe Derneği Yayınları, 1982. - ŞEHİDİ Seyit Cafer, Nehcü’l-Belaga’nın Çevirisi, Tahran, Gisoom Yayınları, 2006. - ŞUAR Cafer, Siyâsetnâme, Tahran, Emir Kebir Yayınları, 2010. - ŞUAR Cafer, Siyâsetnâme’den Seçmeler, Tahran, Katre Yayınları, 2009. - ŞUAR Cafer – REVANPUR Nergis, Siyâsetnâme ve Kabusnâme’den Seçmeler, Tahran, Peyam-i Nûr Üniversitesi Yayınevi, 2001. - TABATABAİ Cevat, İran Siyâsî Düşünce Tarihine Felsefi Yaklaşım, Tahran, Kevir Yayınları, 2014. - TABATABAİ Muhammed Hüseyin, Tefsir-i Mizân, C. XIV, Tahran, Darü’l-Kitab-ı İslamiye Yayınları, 1996. - VİLADİMİROVİCH BARTOLD Vasily, Türkistannâme, C. I, Tahran, Agâh Yayınları, 1987. - YUSUFİ Gulam Hüseyin, Didâr Bâ Ehl-i Kalem (Yazarlarla Görüşme), Tahran, İlim ve Kültür Yayınları, 1988. - YUSUFİ Gulam Hüseyin, Hayat Dersi, Kabusnâme’den Seçmeler, Tahran, İlmi Yayınları, 2010. - ZERRİNKUB Abdülhüseyin, Günlerin Defteri (Sözler, Düşünceler ve Araştırmalar Mecmuası), Tahran, İlmi Yayınları, 2010. Makaleler - FERAHANİ Mehdi, “Kabusnâme’de Siyâset, Tarih ve Edebiyat”, Tahran, El-Zehra Üniversitesi, 2005. - TÜRKMENİ AZER Pervin, “Efzeluddin Kirmâni Görüşünde Krallığın Usul ve Kaideleri”, Tahran, Tarih Araştırma Merkezi, 2008. 140 Diğer Kaynaklar - New York Times Article, “For Wine, 5000 BC Was Quite a Year”, ABD, June 6. 1996. - ÖÇALAN Muharrem, “Kabusnâme”, Sakarya, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi), 1996. 141 EKLER 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207