T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİM DALI KUR’ÂN’DA LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARI Yüksek Lisans Tezi Samed YAZAR BURSA – 2015 T. C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI TEFSİR BİLİM DALI KUR’ÂN’DA LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARI Yüksek Lisans Tezi Samed YAZAR DANIŞMAN Doç. Dr. Celil KİRAZ BURSA – 2015 ÖZET Yazar : Samed YAZAR Üniversite : Uludağ Üniversitesi Anabilim Dalı : Temel İslam Bilimleri Bilim Dalı : Tefsir Bilim Dalı Tezin Niteliği : Yüksek Lisans Tezi Sayfa Sayısı : xi + 159 Mezuniyet Tarihi : .…./…./2015 Tez Danışmanı : Doç. Dr. Celil KİRAZ KUR’ÂN’DA LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARI Bir giriş ve üç bölümden oluşmakta olan tezin giriş bölümünde araştırmanın konusu, önemi, amacı ve araştırmada takip edilen yöntemler kısaca anlatılmıştır. Birinci bölümde “lehv, la‘ib ve lağv” kavramının tahlili yapılmış, anlam alanları incelenmiştir. Ayrıca bu terimlerle irtibatı olan bazı kelimelerin üzerinde durulmuş, bütünlük arz etmesi açısından ilgili kelimelerin Kur’ân’daki türev ve kullanımları tablo halinde sunulmuştur. İkinci bölümde “lehv, la‘ib ve lağv” kelimelerinin geçtiği âyetler incelenmiş, gerek klasik dönem gerekse modern dönem müfessirleri temel alınarak oyun ve eğlence ifadelerinin yer aldığı âyetler araştırılmıştır. Bu kavramlarla alakalı olan âyetlerin tamamı bütünlük oluşturacak şekilde ele alınmaya çalışılmıştır. Söz konusu âyetlerin doğrudan dünya hayatının yerilmesi ile ilgili olmayıp, kâfir, müşrik, münafık ve Ehl-i Kitab’ın tutum ve davranışları hakkında olduğu sonucuna varılmıştır. Çalışmanın son bölümünde ise ilgili kavramların diğer İslâmî ilimlerde nasıl kullanıldığıı ve bu kavramlara ne gibi anlamlar yüklenildiği ele alınmıştır. Bu terimler hakkındaki hadisler ve asr-ı saadet dönemi incelenmiş, mutasavvıfların oyun-eğlence ve bu konuyla bağlantılı olarak sema ve raks hakkındaki görüşleri değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Kur’ân, Tefsir, La‘ib, Lehv, Lağv. iii ABSTRACT Author : Samed YAZAR University : Uludağ University Main Department : Basic Islamic Sciences Department : Commentary of the Qur’an Type of Thesis : Master Thesis Page Number : xi + 159 Date of Graduation :.…./…./2015 Supervisor : Doç. Dr. Celil KİRAZ THE TERMS OF LAHW, LA‘İB AND LAGW IN THE QUR’AN This study is composed of four sections: introduction and three main chapters. In the introduction, the importance of the topic, methodology of the study and its limitations are briefly explained. In the first section, semantic comprehensives of concepts of lehv, la’ib and lağv were studied. Moreover, some terms related to these concepts were mentioned, as a whole, the related words that have similar and different meanings are presented in the table. In the second section, the Qur’an verses that the words of la’ib, lehv and lağv are mentioned are studied; and its verses which includes play and amusement expression are examined on the basis of the commentators in both early period and modern. All of the verses that is related to these concepts are scrutinized to be in unity. It is concluded that these verses are not directly related to criticisms of the worldly life, but it is in relation to the attitudes and behaviors of disbelievers, polytheists, hypocrites and people of the Scripture. In the last section, how the related concepts have been used and what kinds of assign a meanings have been scrutinized. The hadiths including these terms and the period of golden age (asr-ı saadet) have been examined; views of the sufis about the play-amusement and sema-raks in conjunction with this subject have been evaluated. Key Words: Qur’ân, Tafsir, Amusement, play, Enjoying, Fun iv İÇİNDEKİLER TEZ ONAY SAYFASI ............................................................................................ ii ÖZET ....................................................................................................................... iii ABSTRACT ............................................................................................................. iv İÇİNDEKİLER ........................................................................................................ v KISALTMALAR .................................................................................................... ix ÖNSÖZ ..................................................................................................................... x GİRİŞ ........................................................................................................................ 1 I. ARAŞTIRMANIN KONUSU ....................................................................... 1 I. ARAŞTIRMANIN AMACI .......................................................................... 1 II. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ .......................................................................... 2 III. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ ..................................................................... 2 BİRİNCİ BÖLÜM LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ LÜGAVÎ YAPISI I. LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ SÖZLÜK ANLAMLARI 5 A. L-H-V KAVRAMI .................................................................................... 5 1. Tanımı .................................................................................................... 5 2. Terim Anlamı ........................................................................................ 8 3. Kapsamı ................................................................................................. 8 B. L-A-B KAVRAMI .................................................................................... 9 1. Tanımı .................................................................................................... 9 C. L-Ğ-V KAVRAMI .................................................................................. 11 1. Tanımı .................................................................................................. 11 2. Terim Anlamı ...................................................................................... 14 II. LEHV, LA‘İB VE LAĞV’IN KULLANIM ŞEKİLLERİ .......................... 14 A. KUR’ÂN’DA LEHV’İN KULLANIM ŞEKİLLERİ .............................. 14 B. KUR’ÂN’DA LA‘İB’İN KULLANIM ŞEKİLLERİ .............................. 16 C. KUR’ÂN’DA LAĞV’IN KULLANIM ŞEKİLLERİ ............................. 18 III. LEHV VE LA‘İB İLE YAKIN ANLAMLI KAVRAMLAR ..................... 19 A. ‘ABES (19 ............................................................................................ (عبث B. BÂTIL (َاْلَباِطل ) .......................................................................................... 20 v C. DAHK (21 ........................................................................................ (الضحك D. GAMZ (22 ........................................................................................... (الغمز E. HAD‘ (22 ............................................................................................ (الخدع F. HEMZ (23 ............................................................................................ (الهمز G. HİZY (23 ............................................................................................ (الخزي H. İSTİHZ (24 ..................................................................................... (استهزاء İ. NEBZ (26 .............................................................................................. (النبز J. SEHV (َّسْهو َال ) ............................................................................................ 26 IV. LAĞV İLE YAKIN ANLAMLI KAVRAMLAR ....................................... 27 A. GIYBET (27 .........................................................................................(اَْلِغيَبة B. KİZB (ُ27 ............................................................................................ (اْلِكْذ ب C. LEMZ (ز ُ َّلْم 28 ............................................................................................. (ال D. LEVM (م ُ َّلْو 29 ............................................................................................ (ال E. NEMÎME (ة ُ َّنِميَم 29 ..................................................................................... (ال F. SEBB (30 .............................................................................................. (َس ُب G. SUHRİYYE (ُّسْخِريُّة 31 ............................................................................... (ال H. TE’SÎM ( 31 ......................................................................................... ( َتْأِثيم İKİNCİ BÖLÜM KUR’ÂN’DA LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ İHTİVA ETTİĞİ ANLAMLAR I. LEHV, LA‘İB VE LAĞV KELİMELERİNİN İÇERDİĞİ ANLAMLAR . 34 A. ALAY/ALAY ETMEK ........................................................................... 34 1. Allah ve Resûlüyle Alay Etmek .......................................................... 34 2. Peygamberlerle Alay Etmek ................................................................ 36 3. Âyetlerle Alay Etmek .......................................................................... 43 a. Âyetlerle Alay Konusunda İnananların Tutunması Gereken Tavır ... 47 b. Âyetleri Alay Konusu Edinenlerin Sonu ........................................... 48 4. İnananlarla Alay Etmek ....................................................................... 51 5. Duaları Sebebiyle İnananlarla Alay Etmek ......................................... 53 6. Zekât Verenler ve İnfak Edenlerle Alay ve Alaycıların Sonları ......... 56 7. Namazı Alay ve Eğlence Konusu Yapmak ......................................... 59 B. EĞLENMEK ........................................................................................... 61 1. Dini Eğlence Konusu Edinmek ve Dini Eğlence Edinenler ................ 61 2. Âyetleri Eğlence Edinenler .................................................................. 66 vi 3. Eğlence Türünden Boş Sözlerle Allah’ın Yolundan Saptırmaya Çalışanlar ............................................................................................. 68 4. Dünya Hayatının Gerçek Mahiyeti ve Eğlence Oluşu ........................ 73 5. Dünya Hayatının Bir Eğlence ve Oyalanma Olması ........................... 78 6. Dünya Hayatının Mal ve Evlat Sahibi Olma Açısından Oyalanma ve Eğlence Olması.............................................................. 83 7. Yerin ve Göğün Eğlence İçin Yaratılmaması ...................................... 87 8. Allah ve Rasûlü’nü Terk Etmeye Sebep Olması Yönüyle Eğlenceye Dalma ................................................................................ 91 9. Alıkoyma, Oyalama ve Engelleme ...................................................... 94 a. Emellerin Oyalaması .......................................................................... 94 b. İman Edenleri Allah’ın Zikrinden Alıkoyma .................................... 97 c. Çokluk Yarışının Oyalaması .............................................................. 99 II. LAĞV KELİMESİNİN İÇERDİĞİ ANLAMLAR ................................... 100 A. KALBEN İNANILMADAN YAPILAN YEMİN ................................ 100 B. BOŞ, FAYDASIZ SÖZ ......................................................................... 103 1. Boş Sözle Karşılaştığında Vakar İle Geçip Gitmek .......................... 105 2. Boş Söz Duyulduğunda Verilmesi Gereken Cevap ........................... 107 C. KUR’ÂN OKUNURKEN YAYGARA ÇIKARILMASI ..................... 109 D. CENNETTE LAĞV’IN OLMAMASI .................................................. 111 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ İSLÂM GELENEĞİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ I. ASR-I SAADET’TE OYUN VE EĞLENCE ............................................ 114 II. HZ. PEYGAMBER’İN SÜNNETİNDE OYUN VE EĞLENCE ............. 116 A. GÂYE VE AMAÇ TAŞIYAN OYUNLAR .......................................... 117 1. Binicilik ve At-Deve Yarışları ........................................................... 117 2. Yüzücülük .......................................................................................... 119 3. Yürüme ve Koşu ................................................................................ 119 4. Güreşmek ........................................................................................... 120 5. Atıcılık ............................................................................................... 121 6. Avlanmak .......................................................................................... 122 B. OYALAYICI OYUNLAR .................................................................... 123 1. Kurrek (Futbol) .................................................................................. 124 vii 2. Hayvanlarla Oyalanıp Eğlenme ......................................................... 125 3. Satranç ............................................................................................... 127 4. Gece Sohbetleri.................................................................................. 127 C. ZARARLI OYUNLAR ......................................................................... 129 1. Kumar ................................................................................................ 129 2. Tavla .................................................................................................. 130 III. İSLAM HUKUKUNDA OYUN VE EĞLENCE ...................................... 131 A. DÜĞÜN EĞLENCESİ .......................................................................... 132 B. EĞLENCE TÜRLERİ HAKKINDAKİ HÜKÜMLER ......................... 133 1. Kumar ................................................................................................ 133 2. Tavla .................................................................................................. 134 3. Satranç ............................................................................................... 135 IV. TASAVVUFTA OYUN VE EĞLENCE .................................................. 136 A. SEM VE RAKS .................................................................................. 137 B. MUSİKÎ ................................................................................................. 139 C. DÜNYA SEVGİSİ VE ZÜHD .............................................................. 141 SONUÇ ................................................................................................................. 146 KAYNAKÇA ........................................................................................................ 151 ÖZGEÇMİŞ ......................................................................................................... 159 viii KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale a.g.md. : Adı geçen madde (a.s.) : Aleyhisselâm AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi b. : Bin/ibni bkz. : Bakınız CÜİFD : Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi çev. : Çeviren DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi EAÜİFD : Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Hz. : Hazreti İSAM : Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi no. : Numara ö. : Ölüm tarihi örn. : Örnek r.a. : Radiyallahu anhu s. : Sayfa S. : Sayı ss. : Saydadan sayfaya (s.a.v) : Sallallâhu aleyhi ve sellem Tah. : Tahkik eden Trc. : Tercüme eden ty. : Basım tarihi yok vb. : ve benzeri v.dğr. : ve diğerleri y.y. : Basım yeri yok ix ÖNSÖZ Allah Teâla insanoğlunu dünya hayatında tarih süresince kendi başına bırakmamış, vazifelendirdiği elçiler ve göndermiş olduğu mesajlar vasıtasıyla onların hayatlarında uygulayacağı prensip ve ilkeleri bildirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm de Yüce Rabbimizin bizlere lütfettiği son ilâhi davettir. O, emîn olan Hz. Peygamber’e Arapça olarak emîn olan Cibrîl vasıtasıyla gönderilmiştir. Gönderildiği günden bu güne kadar nesilden nesile aktarılmış ve bu süreçte hiçbir değişikliğe, tahrife uğramamıştır. O’nun bir benzeri bugüne kadar ortaya konamamış, bundan sonra da kıyamete kadar konulamayacaktır. Nazil olduğu zamandan günümüze kadar hemen hemen her devirde çeşitli şekillerde yorumlanan ve bu alanda ciltlerce eserler verilen Kur’ân-ı Kerim insanlara hidayet kaynağı olmuş, hayat ilkelerini çıkarmada insan hayatı için adeta bir anayasa görevi teşkil etmiştir. Kur’ân-ı Kerim ile ilgili kaleme alınan eserler daha çok onu baştan sona tefsir etme tarzındadır. Ancak özellikle son asırlarda bu tür eserler yerine Kur’ân’daki bir konunun onun bütünlüğü içerisinde ele alınıp incelenmesi ve araştırılmasına yönelik çalışmalar ağırlık kazanmaktadır. Yapmış olduğumuz araştırma da söz konusu çalışmalardan birisidir. Her araştırma ve incelemenin bir amacı olduğu gibi bu tezimizin gayesi de “lehv, la‘ib ve lağv” kelimelerinin Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde ele alınıp incelenmesidir. Çünkü adı geçen kavramlar, kulları ahiret hayatına hazırlamada en önemli unsur olan dünya hayatında onların önüne konulmuş olan hayati ilkeleri içermektedir. Kullar bu kavramların sınır ve muhtevasını bilmeleri halinde hem dünya hayatında yaşamlarını daha iyi şekillendirebilecek, hem de ebedi hayata hazırlık adına bu hayatlarında kendilerine sunulan nimetlerden de istifade ederek ebediyete hazırlanma fırsatı yakalayabileceklerdir. Ayrıca bu kavramların araştırılmasıyla insanı saadete ulaştıran yol daha iyi anlaşılacak, böylece gerek fert ve gerekse toplumun değişik meselelerine ışık tutulacaktır. Bizi Kur’ân’da çalışmanın temelini oluşturan ilgili kavramların çalışılmasına yönlendiren en önemli sebeplerden birisi budur. x Bu çalışma bir giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Girişte konuya ışık tutacak olan araştırmanın konusu, önemi, amacı ve bu çalışmada kaynak olması açısından kullanılacak bazı eserlerin isimleri zikredilmiştir. Birinci bölümde “lehv, la‘ib ve lağv” kelimelerinin tahlili ve anlam alanları, ikinci bölümde bu ıstılahların Kur’ân’daki kullanımları, üçüncü bölümde ise adı geçen kavramların İslâm kültür geleneği açısından ifade ettikleri anlam ve öneme işaret edilmiştir. Bu vesile ile araştırma süresince konunun tespitinden bugünkü şekle gelinceye kadar, bize yol gösteren, tezimizi okuma ve değerlendirme zahmetinde bulunan, büyük bir titizlik ve özveriyle çalışmamızı yakından takip eden, tez danışmanım kıymetli hocam Sayın Doç. Dr. Celil KİRAZ’a, değerli görüş ve önerileriyle tezimize katkıda bulunan jüri üyeleri kıymetli hocalarımız Sayın Yard. Doç. Dr. Mustafa BİLGİN ve Sayın Yard. Doç. Dr. Zekeriya YILMAZ’a, çalışmamız boyunca yazdıklarımızı gözden geçirerek her türlü tavsiyelerini bizden esirgemeyen ve önemli fikirleriyle çalışmamıza destek veren İbrahim YILDIZ’a, ayrıca diğer hoca ve arkadaşlarıma şükranlarımı arz eder, teşekkürü bir borç bilirim. Samed YAZAR Bursa-2015 xi GİRİŞ I. ARAŞTIRMANIN KONUSU Araştırmamızın konusu Kur’ân’da yer alan lehv, la‘ib ve lağv kavramlarının incelenmesi, bu kelimelerin Arap dilindeki kullanımı ve anlamları, İslâm’ın ilk döneminden günümüze kadar geçirmiş oldukları anlam değişimleri, mütekaddimîn ve müteahhirîn tefsir âlimlerince verilen anlamlarının incelenmesi ve değerlendirilmesi olacaktır. I. ARAŞTIRMANIN AMACI İslâm uleması Kur’ân’ın değiştirilemez niteliği bulunması nedeniyle bir yandan Kur’ânî kavramların korunmasına gayret etmişler, diğer taraftan İslâmî ilimlerin ortaya çıkış ve gelişme sürecinde onları yorumlama çabası içerisine girmişlerdir. İncelediğimiz kavramlar yapılan yorumlardaki çeşitli bakış açılarının yoruma tesir düzeyine göre Kur’ân’daki anlamına göre daha dar bir anlamda, daha geniş bir anlamda, kısmen farklı anlamda veya tamamen anlamı dışında mecazen kullanılır hale gelmiş olabilmektedir. Söz konusu türden varsayımlar ortaya konulduktan sonra, araştırmamızda ele almak istediğimiz kavramların da yukarıdaki açılardan incelenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü bu kelimelerin bazen eş anlamlı olarak kullanıldığını/anlaşıldığını, bazen bunların yukarıda ortaya konan bakış açılarına indirgenerek Kur’ânî çerçevenin dışına çıkarıldığını görmekteyiz. Araştırmamız, en temelde “bu kavramlar ne kadar Kur’ân’ın inşa ettiği anlam çerçevesinde kullanılmaktadır?” sorusunu tespite yöneliktir. Araştırmamızda bu kavramların Kur’ân’da Arap dilindeki anlamlarda kullanılmış olduğunu, yeni anlamlar eklendiğini ya da aynen korunduğunu, tefsir ilminde çeşitli yorum biçimlerine/ekollere/mezheplere/itikadî tutumlara göre farklı anlamlarda kullanıldığını ve bu kullanımların çeşitli derecelerde Kur’ânî kullanımlardan uzaklaşıp uzaklaşmadığını inceleyeceğiz. Kur’ân’daki kavramların hadislerde aynen korunduğunu veya farklılaştığını, kelam, tasavvuf ve fıkıh gibi ilim dallarında yeni anlamlar kazandığını, bunların da kısmen Kur’ânî muhtevadan uzaklaştığını veya ona uygun olup olmadığını ele alacağız. Bu kavramların İslâm kültür tarihi içerisinde kazanmış olduğu yeni anlamlara da değinilp günümüze aktarılan ve kullandığımız anlam çerçevesi ortaya konulacaktır. 1 II. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya yönelik olarak asırlardır farklı yorum ve anlayışlar geliştirilmiştir. Kavram tefsiri de bu yöntemlerden biridir. Bu araştırmada Kur’ân’da önemli bir yere sahip olan lehv, la‘ib ve lağv kavramlarının etimolojik ve semantik yapısına, Kur’ân’daki kullanımlarına ve bağlantılı oldukları kelimelere yer verilecektir. Ayrıca rivayet ve dirayet tefsirlerinde bu kavramların hangi anlamlarda kullanıldıkları da açıklanacaktır. Oyun ve eğlencenin niteliğini anlamak, Kur’ân’da bu kavramların ne için kullanıldığını öğrenmek akademik açıdan önem arz etmektedir. Örneğin En’am sûresi 32. âyette dünya hayatının ancak bir oyun ve eğlence olduğu, ahiret hayatının ise Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlı olacağı belirtilmektedir. Ne var ki bu âyet hakkında yapılan bazı açıklamaları okuduğumuzda dünya hayatının oyun ve eğlence gibi değersiz olup, ondan yüz çevirmek gerektiği, bunun yerine ahiret hayatına, dolayısıyla da onu kazandıracak olan ibadet ve itaate yönelmek gerektiği gibi anlamlar çıkarıldığını görüyoruz. Oysa burada dikkatlerden kaçan nokta, âyetin siyak-sibakı göz önüne alındığında esas itibariyle yerilenin oyun ve eğlence, dolayısıyla da dünya hayatı olmadığıdır. Asıl yerilen husus inkârcıların sadece dünya hayatına yönelmeleri ve ahireti inkâr etmeleridir. Yoksa bu âyetten dünya hayatının gerçek dışı, boşuna ve ciddî hiçbir amaç taşımadan yalnızca bir oyun ve eğlence olduğu anlamı çıkarılamaz. Yapılan çalışmada bu kavramların hitap ettiği çevre ve kesimler de genişçe ele alınıp verilmek istenen mesajın kimlere ne şekilde olduğu daha detaylı bir çerçevede sunulmaya çalışılacaktır. Çünkü bu ifadeler bazen müşriklerin peygamberi ve dini alay konusu yapmaları, bazen ehli kitabın din karşısında tutumları, bazen de müslümanların boş söz ve oyundan kaçınmaları hakkında kullanılmıştır. III. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ Metot olarak önce bu kelimelerin sözlük ve terim anlamları incelenecektir. Bunun için de kullanılacak kaynaklar Arap dili açısından bize kelimelerin ilk kullanımları da dâhil olmak üzere anlam yapılarını ve kullanımlarını verecek olan en eski kaynaklardan başlayıp günümüze kadar yazılmış olan çeşitli Arapça sözlükler olacaktır. Kelimelerin sözlük 2 anlamları için Halîl b. Ahmed el-Ferâhidî’nin (175/791) Kitâbu’l-‘ayn’ı, Ezherî’nin (370/980) Tehzîbü’l-luga’sı, Cevherî’nin (400/1009’dan önce) es-Sıhâh’ı, Râğıb el-İsfahânî’nin (502/1108) el-Müfredât’ı, Zemahşerî’nin (538/1143) Esâsü’l-belâga’sı, İbn Manzûr’un (711/1311) Lisânü’l-‘arab’ı, Zebîdî’nin (1205/1791) Tâcu’l-‘arûs isimli eseri, terim anlamları için Ebû Hilâl el-‘Askerî’nin (395/1005) Mu‘cemu’l-Furûki’l-luğaviyye’si, Cürcânî’nin (816/1413) et-Ta‘rifât’ı, Ebû’l-Bekâ’nın (1095/1684) el-Külliyât ve Tehânevî’nin (1158/1745) Mevsû‘atü keşşâfi ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-‘ulûm adlı eserlerine başvurulacaktır. Ayrıca günümüz Türkçesinde ve bu kelimelerin eski Türkçede kullanımları için başta Türk Dil Kurumu’nun Tarama Sözlüğü olmak üzere çeşitli Türkçe sözlüklere de başvurulacaktır. Çalışmamızda temel eksen Kur’ân-ı Kerîm olacak ve âyetlerin mealinde genel olarak Türkiye Diyanet Vakfı Meâli kullanılacaktır. İlgili âyetlerin tefsirinde müracaat edilecek kaynaklar ise Taberî’nin (310/922) Câmi‘ul-beyân’ı, İbn Ebû Hâtim’in (327/938) Tefsîrü’l- Kur’âni’l-‘azîm’i, Zemahşerî’nin (538/1143) el-Keşşâf’ı, Fahreddîn er-Râzî’nin (606/1209) et-Tefsîru’l-kebîr’i, Kurtubî’nin (671/1272) el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân’ı, Beyzâvî’nin (685/1286) Envârü’t-tenzîl’i, Nesefî’nin (710/1310) Medâriku’t-tenzîl’i, İbn Kesîr’in (774/1372) Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘azîm’i, Bursevî’nin (1127/1715) Rûhu’l-beyân fî tefsîri’l- Kur’ân’ı, Şevkânî’nin (1250/1834) Fethu’l-kadîr’i, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın (1942) Hak Dini Kur’ân Dili adlı tefsirleri ve mümkün olduğunca başka pek çok eserden de istifade edilmeye çalışılacaktır. Âyetlerin tasnifi ve kelimelerin geçtiği âyetlerin incelenmesi konusunda Muhammed Fu’âd Abdülbâkî’nin Mu‘cemu’l-müfehres li elfazi’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı eserine müracaat edilecektir. İncelediğimiz kavramlarla ilgili olarak doğrudan veya dolaylı olarak yapılmış olan tezler, makaleler ve ansiklopedi maddelerinden de faydalanılacaktır. Yazım ve imlâ kılavuzu için Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün Tez Yazım Kılavuzu esas alınacak olup Arapça ve Farsça kaynaklı olan kelime, isim ve eserlerin yazımında –kural bulamadığımızda- Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA) imlâ kaideleri esas alınacaktır. 3 BİRİNCİ BÖLÜM LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ LÜGAVÎ YAPISI I. LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ SÖZLÜK ANLAMLARI A. L-H-V KAVRAMI 1. Tanımı “Lehv/َلْهو” kelimesi “l-h-v/ل-ه-و” kökünden türemiş olup insan için önemli olan ve ona gerekli olandan alıkoyan şeydir. Bu anlamda “lehevtü bikezâ/ُِبَكَذا falan şeyle“ ”َلَهْو ت oyalandım” ve “leheytü ‘an kezâ/َُكَذا َُعْن ”oyunla ilgilenip başka şeyleri unuttum“ ”َلهَُُْي ت denmiştir. Bu anlamda Allah Teâla şöyle buyurmaktadır: “ٌُو َُلْه ُو َُلِعٌب ُال دْنَيا ُاْلحََُيا ة Dünya“ ”ِإُ نَما hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir.”1 Lehv, her hangi bir şeyin kişiyi meşgul etmesine2 ve nefsi ciddiyetten uzaklaştırıp eğlenceye çevirmesine denir.3 İnsanın kendisinden istifade ettiği her şey için “lehv/َلْهو” ismi kullanılır. Allah (c.c.) buyurur ki:ُ“َُلْهًوا َّتِخَذ َُن ُأَْن ُأَرَُْدَنا Eğer bir eğlence edinmek isteseydik”4“ ”َلْو bu âyette geçen “lehv/لَْهو” kelimesiyle “kadın ve çocuk” kastedilmiştir diyenler “lehv” kelimesini oyun ve eğlence diye tanımlanmış olan dünya hayatına ait güzelliklerin bazısına tahsis etmişlerdir.5 “Elhâhü kezâ/َُكَذا ”daha önemli olan şeyin önüne geçti ve ondan alıkoydu“ ”أَْلَها ه anlamına gelir. Bu kelime Tekâsür sûresindeُ َّتَكاث ر ُال çoklukla övünmek, sizi kabirlere“ أَْلَها ك م 1 Muhammed 47/36. 2 es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü’t-tefâsîr, Dâru’s-Sâbûnî, Kahire 1997, I, s. 355. 3 Ebü’l-Bekâ, Eyyüb b. Musa el-Kefevî, el-Külliyyât, tah. Adnan Derviş Muhammed el-Mısrî, Müessesetü’r- Risâle, 3. baskı, Beyrût 1988, s. 799. 4 Enbiyâ 21/17. 5 er-Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’ân, tah. Muhammed Seyyid Keylânî, Dârü’l-Ma‘rife, Beyrut, y.y., s. 586. 5 varıncaya kadar oyaladı”6 anlamında kullanılmıştır. Bir diğer âyette ise ٌَُةَُوال ُ تْلِهيِهْمُِتَجاَر ِرَجاٌلُالَ ُ ُا للُِ ُِذْكِر َُعْن Birtakım insanlar ki, ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan“ َبْيٌع alıkoyar”7 şeklinde geçmektedir. Burada maksat ticareti yasaklamak ve onu hoş görmemek değildir. Aksine, kendini bütünüyle ona vermek, namazlara ve diğer ibadetlere zaman ayıramamaktır. Çünkü Yüce Allah “َُُْل هم َُمَناِفَع Ta ki kendilerine ait birtakım“ ”ِلَيْشَه دوا menfaatlere şahid olsunlar”8; ُ ِب كْم َُر ُِمنُْ َُفْضالً َُتْبَت غوا ُأَْن ُ جَناٌح َُعَلْي كْم Rabbinizin lütfunu“ َلْيَس istemenizde size bir günah yoktur”9 buyurarak ticaretin yasak olmadığını bildirmektedir. “Lehv” kelimesi bir diğer âyette “ …ُْم ”(Kalpleri hep eğlencededir… (gaflettedir“ ُ”اَلِهَيًةُ ق لو ب ه 10 şeklinde yani; kalpleri sürekli boş işlerle, kendisine fayda vermeyecek şeylerle meşgul olanlar anlamında kullanılmıştır. “Lehvetün/ kelimesi değirmene akan tanelerin akışını düzenleyen ve çok akmasını ”َلْهَوُةٌ engelleyen alettir. Bunun çoğulu “lehâ/َلَهي” şeklinde gelir. Bağış anlamına gelen “‘atiyyetün/َّية .diye adlandırılmıştır ”لَُْهَوة/sözcüğü de buna benzetilerek “lehvetün ”َعِط “Lehâtün/َلَهاة”, “boğazın üzerinde biriken küçük ettir.” Bu kelimenin ağzın en dip tarafı olduğunu söyleyenler de vardır.11 Ayrıca Arapça’da eğlence anlamına gelen veya bazı eğlence türlerini ifade eden ferah ve semer gibi kelimeler de bulunmaktadır. Lehv kelimesine tek bir anlam yüklenmemiştir. Lehv’i “insanın sevinç, arzu ve benzeri duygularını coşturan oyun ve eğlenceden şeylerdir” diye tarif eden Lisânü’l-‘Arab, onun bazı âlimlerce “nikâh” şeklinde algılandığını belirtmektedir.12 Bunun yanında Arapça’da “eğlence ve oyun” anlamında “dedün/ٌَُدد” kelimesi kullanılmıştır. Bir rivayette Hz. Peygamber ُ دُمُِ ُِنىُِبَشئُِ“ َُّد ُاَلُال ُ دُوَُ ُدَُ kelimesinin “batıl” manasında ”َُددٌُ“ buyurmuştur.13 İbnü’s-Sikkît ”َُلْس تُُمُِنُْ 6 Tekâsür 102/1. 7 Nûr 24/37. 8 Hac 22/28. 9 Bakara 2/198. 10 Enbiyâ 21/3. 11 er-Râğıb, a.g.e., s. 586, İbn Manzûr, Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-‘arab, Dârü’l-Me‘arif, Kahire, y.y., I, s. 741. 12 İbn Manzûr, a.g.e., XV, s. 258. 13 Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâil, el-Edebü’l-müfred, tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Dârü’l- Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrût 1989, s. 274. 6 olduğunu söylemekte ve hadisin “Ben batıldan değilim, batıl da benden değildir” şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade etmektedir.14 Lehv kelimesi ve türevleri Kur’ân’da on bir âyette geçmektedir.15 Genel olarak ahirete nispetle dünya hayatının değersizliğini vurgulamak için “oyun” anlamında “la‘ib” kelimesiyle birlikte kullanılmıştır.16 Ayrıca “ittehaze/َُذ fiiliyle beraber Türkçe kullanıma yakın bir ”ِاتََّخ şekilde “eğlenceye almak” anlamında da geçmektedir.17 “Onlar bir ticaret ve lehv gördükleri zaman ona koşuştular ve seni ayakta bıraktılar”18 meâlindeki âyette geçen lehv, ticaret kervanının geldiğini haber vermek için çalınması mutat olan kös, def, dümbelek veya davul zurna gibi bir çalgı aleti olarak yorumlanmıştır.19 Buradaki kullanımdan hareketle, Arap toplumunun zor şartlar altında yolculuğunu tamamlayan kervanların gelişini lehv adındaki bir tür çalgı aletini çalarak karşıladıklarını görmekteyiz. Nitekim bu âyetin sebeb-i nüzûlünde görülür ki bir Cuma namazı vaktinde Şam’dan Medine’ye ticaret kafilesi gelir ve kafile mensupları geldiklerinden şehir ahalisinin haberi olsun diye def ve davul çalmaya başlarlar. Bu esnada Hz. Peygamber (sav) hutbe îrad etmektedir. Davulun sesini duyan cemaat sabırsızlanır ve on iki kişi dışında hepsi kafilenin bulunduğu yere koşarlar. Bunun üzerine Cuma sûresinin 11. âyeti nazil olur ve Allah (c.c.) böylelikle sahabeyi ikaz eder.20 Bu âyette geçen “lehv” yukarıda da bahsettiğimiz kafile gelirken çalınan kös, dümbelek veya davul zurnadır. Hîrî (ö.431) Vücûhü’l-Kur’ân isimli eserinde lehv’in üç anlama geldiğini söylemektedir. Bunlar: 1. Bâtıl. 2. Dalgınlık ve gaflet. 3. Kadın.21 14 İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Garîbü’l-hadîs, Beyrut 1985, I, s. 330. 15 Abdulbâkî, Muhammed Fuâd, el-Mu‘cemü’l-Müfehres li-elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Kahire 2007, s. 752. 16 “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir…” En‘am 6/32, 70; A‘raf 7/51; ‘Ankebût 29/64; Muhammed 47/36; Hadîd 57/20. 17 “Onlar dinlerini oyun ve eğlence edinmişlerdir…” A‘raf 7/51. 18 Cuma 62/11. 19 Nebî Bozkurt, “Eğlence”, DİA, X, İstanbul 1994, s. 483. 20 Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, trc. Muhammed Han Kayani, v.dğr., İnsan Yayınları, İstanbul 1996, VI, s. 314. 21 el-Hîrî, Ebî Abdirrahmân İsmâil b. Ahmed en-Nîsâbûrî, Vücûhü’l-Kur’ân, tah. Dr. Necif Arşî, Müessesetü’t-tabı’t-Tâbiati lil-Astânati’r-Radaviyyeti’l-Mukaddese, Meşhed 1422, s. 512. 7 2. Terim Anlamı Lehv, neşeli ve hoş vakit geçirmeye yarayan oyun, yarış, musiki, raks gibi şeylerin genel adı olan eğlencenin karşılığıdır. Türkçe’de eğlenmek, vakit geçirmek, beklemek, kalmak, oyalanmak, durup dinlenmek22 anlamlarında kullanılmakta olup sözlüklerde “neşeli ve hoşça vakit geçirten şey” olarak tarif edilmiştir. Kelime “eğlen” köküne “ce” eki eklenerek türetilmiş olup neşeli ve hoşça vakit geçirmeye yarayan oyun, yarış, mûsikî, raks gibi şeylerin genel adı olmuştur. Belli günlerde toplumun büyük bir kesiminin katılımıyla yapılan eğlencelere “şenlik” denir. Şenlik esasında eski metinlerde “meskûn ve mamur yer” anlamında kullanılmakla birlikte “sevinmek, keyiflenmek, neşelenmek” anlamı da kazanmıştır. Eski Türklerde özellikle düğünlerde yapılan eğlencelere “şölen” denilmekteydi. Kelime günümüz Türkçesinde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Toplu halde yapılan bu kutlamalar genellikle ikramlı olmaktadır. Türkler bu tür şenlik, şölen ve ziyafetlere “toy”23 derlerdi. Türkî Cumhuriyetlerin bazılarında hâlen kullanılan kelime eski Türkçe eserlerde Arapça “velîme” (düğün yemeği) karşılığında “toy-dernek” olarak geçmektedir. Lehv kavramı la‘ib’ın karşılığı olarak kullanılmakla beraber ondan daha kapsamlıdır. Ebû Hilâl el-Askerî (ö.400/1009’dan sonra) bu iki kavram arasındaki farklılıklar hakkında satranç ve diğer oyunlardan eğitim amacı taşıyanların “la‘ib” olarak kullanıldığını onların “lehv” olmadığını söylemektedir. Bu yüzden de onlar için “lehv” ifadesinin kullanılamayacağını, çünkü “lehv”in kişiye herhangi bir fayda vermeyen ve kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşması olduğunu ifade etmektedir. 24 3. Kapsamı Lehv’in tanımı ve terim anlamı incelendikten sonra onun kapsamı belirlenecek olursa lehvi üç kısma ayırmak mümkündür: 1. Fayda ve zarar vermeyen lehv: Mesela eğlence ortamlarında bulunup hiçbir fayda sağlamayan hikâyeler dinleyerek vakit geçirmek gibi. 22 Cem Dilçin, Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2009, s.90. 23 Başlangıçta “çadırlar toplamı, karargâh, ordugâh” anlamlarına gelen “toy” kelimesi buradan “ordugâhta toplananlar, halk, topluluk” anlamıyla genişlemeye uğramıştır. Eski Anadolu Türkçesinden itibaren ise yine bu anlamdan gelişmiş olan “ziyafet, toy, şölen” anlamlarıyla yaşamaya devam etmiştir. Bkz. Hülya Arslan Erol, Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008, s.520. 24 Ebû Hilâl el-‘Askerî, Mu‘cemu’l-furûku’l-luğaviyye, tah. Şeyh Beytullah Beyât, Müessesetü’n-Neşri’l- İslâmî, Kum 1412, ss. 964-470. 8 2. Kişide ve toplumda olumsuz yönde etki bırakan lehv: İnsanların kendilerini lehve o derece kaptırmaları ve bunun neticesinde de namaz vakitlerini geçirmeleri, yapmaları gereken asıl vecîbeleri de terketmeleri gibi. 3. Birey ve toplum için fayda sağlayan lehv: Eğitici yarışmalar, at ve deve yarışları, ok ve silahla yapılan müsabakalar bu tarz lehv’dir. Bu tür lehv dinen mübahtır. Hatta neticesine göre bazen müstehab da olur. Bunlarda görüldüğü üzere hem topluma hem de kişiye fayda sağlanmaktadır.25 B. L-A-B KAVRAMI 1. Tanımı “La‘ib/لعب” kelimesi “la‘ibe/َُب َُب-َيْلَع ُب-َلِعباًُ -َلْعباًُ“ kökünden türemiş olup ”َلِع ”َلِع kalıplarındadır26 ve aslı “ağzının suyu akmak” anlamına gelen “lu‘âb/ل عاب" sözcüğüdür. Bu anlamda kullanılan fiil, “ََُقْدَُلَعَبَُيْلَع بَُلْعبا” şeklindedir ve “ağzının suyu aktı” demektir. Ayrıca “la‘ibe fülânün/ٌُن ُ فاَل ُ”َلِعَب ifadesi kişinin yaptığı işi, sahih bir maksadı olmadan yapması anlamına gelir. “La‘ibe/َُلِعَب”ُ fiilinin masdarı “la‘iben/َُلِعًبا”ُ şeklindedir.27 “el-la‘be/َّلْعَبة ُ”ال sözcüğü, “bir kere oyun oynamak” anlamına gelir. “Li‘be/ِلْعَبة” ise, “oyuncunun oyun oynama halini” tasvir eder. “ٌُة ,deyimi “çokça oynayan, oyun seven ”َر جٌلُِتْلَعاَب çok oyunu olan adam” demektir. “El-lu‘be/ا للْعَبة” “kendisiyle oyun oynanan alettir.” “Mel‘ab/ ُِل/ise “oyun oynanan yer, oyun yeri” demektir. Bal için “lu‘abu’n-nahli ”َمْلَعب arının ”ل َعا بُالنَّْح ağız suyu, denmiştir. “Lu‘âbu’ş-şemsi/ُِس َّشْم ُال deyimi ise, “havada örümcek ağı gibi ”ل َعا ب görünen şeylerdir.” “Mülâ‘ibu zıllihî/ ُِله ِ ُِظ ُِع ب ifadesi “gölgesiyle oynuyormuş gibi imaj ” ماَل veren bir çeşit kuş” için kullanılmaktadır.28 25 Sümeyra Güvendi, Fıkıhta Lehv, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya 2008, s. 9. 26 Ferâhîdî, Halîl b. Ahmed, Kitâbu’l-‘ayn müretteben ‘alâ hurûfi’l-mu‘cem, tah. Abdulhamid Hendâvî, Dârü’l-Kütübi’l-ilmiyye, Beyrût 2003, II, s. 148. 27 er-Râğıb, a.g.e., s. 580. 28 er-Râğıb, a.g.e., s. 581. 9 La‘ib kelimesi “ciddiyetin zıddı”29, “hiçbir fayda getirmeyen uğraşların tümüne birden verilen ad30” demek olup “kişinin yaptığı bir fiilin herhangi bir amaca yönelik olmaması31, herhangi bir gaye içermemesi veya geçerli bir gayesinin olmaması,32 yapılan işin faydalı bir sonucunun olmaması33” anlamlarına da gelmektedir. Çocuğun yaptığında hiçbir fayda getirmeyen ve onu boş yere yoran şeye de la‘ib denilmektedir.34 Kişinin fayda veren bir şeyi faydasız bir şeye tercih ederek terk etmesi de la‘ib olarak tanımlanmıştır.35 La‘ib kelimesinin Türkçe’deki karşılığı “oyun”dur. Ayrıca bu kelime “vakit geçirmeye yarayan, belli kuralları olan eğlence, kumar, şaşkınlık uyandırıcı hüner, genellikle müzik eşliğinde yapılan hareketler bütünü, temsil ve piyes, fizik gücünü ve zekâyı geliştirmek amacıyla yapılan yarışma, hile ve düzen” gibi anlamlara gelmektedir.36 Daha kapsamlı şekilde ele alacağımız ve “kişiyi oyalayan, ona başka şeyleri unutturan şey” anlamına gelen “lehv” kelimesi la‘ib’ın karşılığı olarak kullanılmakta olup ondan daha kapsamlıdır.37 La‘ib ve türevleri Kur’ân’da yirmi âyette geçmektedir.38 Bazı âyetlerde insanı aldatması ve geçici olması sebebiyle dünya hayatı bir oyun (la‘ib) ve eğlence (lehv) olarak tanımlanır.39 Yine iki âyette lâ‘ib “şakacı, oyunbaz” 40 şeklinde geçmektedir. Ayrıca değişik âyetlerde “oyun, eğlence, alay” manasında hüzüv41 ve aynı kökten “oyuncak edinme, eğlenceye alma” anlamında istihza42 masdarından kelimeler yer almaktadır. Çalışmanın ileriki kısmında bu kavramlardan bahsedilecektir. 29 el-Fîrûzâbâdî, Muhammed b. Ya‘kub, el-Kâmusû’l-Muhît, Beyrut 2005, s. 134. 30 İbn Manzûr, a.g.e., I, s. 739. 31 ez-Zebîdî, Muhammed Murtazâ el-Hüseynî, Tâcü’l-‘arûs min cevâhiri’l-Kâmûs, tah. Abdul Alîm et- Tahâvî, Kuveyt 1987, IV, s. 209. 32 İbn Manzur, I, s. 740. 33 er-Râğıb, a.g.e., s. 581. 34 el-Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta‘rîfât, Dâru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrût 1983, s.192. 35ُ Ebü’l-Bekâ, a.g.e., s. 799. 36 Nebi Bozkurt, “Oyun” DİA, XXXIV, İstanbul 2007, s. 15. 37 Bozkurt, “a.g.md.”, DİA, XXXIV, s.15. 38 Abdulbâkî, a.g.e., s. 747. 39 “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir…” (En‘am 6/32) Ayrıca bkz: Ankebût 29/64; Muhammed 47/36; Hadîd 57/20. 40 “Biz, göğü, yeri ve bunlar arasındakileri, oyuncular (işi, eğlencesi) olarak yaratmadık.” (Enbiyâ 21/16) Ayrıca bkz: Enbiyâ 55. 41 Bkz. Bakara 2/67; Mâide 5/57, 58. 42 Bkz. Tevbe 9/65; Hûd 11/8; Hicr 15/95. 10 C. L-Ğ-V KAVRAMI 1. Tanımı “Lağv/َلْغو” “l-ğ-v/ل-غ-و” kökünden gelmekte olup “boş şey, boş söz” demektir. Daha çok önem verme seviyesinden düşük olan söze denir. Lağv eza, sövme ve şirk gibi anlamlara gelmektedir. Mücâhid’e (ö. 103/721) göre lağv “eza ve sövme” Dahhak’a (ö.105/723) göre ise “şirk” anlamındadır. “Lağiye bikezâ / ُِبَكَذا şunu geveledi” deyimi serçenin kendine“ َلِغَي mahsus sesiyle anlatmak istediği gibi anlatmaya çalıştı, demektir. Buradan hareketle her fırkanın kendisine tutkunluk ya da bağlılık gösterdiği sözüne/diline “luğatun/ٌُلُ َغة” denilmiştir. Düşünülmeden, gelişiُ güzel söylenen, itibar edilmeyen, faydası olmayan, fuzulî ve çirkin sözlere lağv denmektedir.43ُAyrıca ister söz, ister başka bir şey olsun kendisine itibar edilmeyen ve değersiz olan şeylere de lağv denilmektedir. “Lâğiye/الَِغَية” kelimesinin boş söz veya boş işlerle meşgul olan topluluk ve akıbet anlamı vardır. Faydasız, boş, ehemmiyetsiz, beyhude şeylere de “lağv/َلْغو” denir. “Lağviyat” ve “lağveyat” kelimeleri ise yukarıdaki söz ve fiillerden daha geneldir. Hata ve günah içeren sözlere de “kelime-i lâğiye” denir. Nebe Sûresi 35. âyette “orada ne bir lağv ne de bir yalan işitirler” ifadesi söz konusu anlamı vermektedir. “Lağv/َلْغو” sözcüğü değersiz, kasıtsız ve amaçsız sözler için de kullanılır. Bunun türlerinden biri de yeminlerde söz konusu olan “lağv/َلْغو” şeklidir. Lağv yemini, içinde bir kararlaştırma ve kasıt bulunmayan yemindir, yani bir şeye kanaatine göre yemin etmek ve sonra onun aksine olduğunun anlaşılmasıdır, dolayısıyla bunda yalan kastı yoktur. Bu yemin, herhangi bir sözleşme ve anlaşma söz konusu değilken, sözgelimi olarak söylenen, bir alışkanlık hâline gelen yemin türüdür. Yüce Allah bu anlamda “ُْم َّلْغِوُِفيُأَْيَماِن ك ُيَؤاِخ ذ ك مُا للُِبال Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu“ ”الَ tutmaz.”44 buyurmaktadır. Şair adı geçen kavramın bu anlamını temel alarak der ki: ِ مْدَُعاِقَداِتُاْلَعَزاِئِمُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُ َوَُلْسَتُِبَمْأ خو ذُِبَلْغ وَُت قو ل هُُُُُُُِإَذاَُلْمُت َع 43 er-Râğıb, a.g.e., 742.; el-Cürcânî, Seyyid Şerif, a.g.e., s. 192; İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü’l-Kur’ân, tah. Muhammed Abdulkâdir ‘Ata, Dârü’l-Kütübü’l-ilmiyye, Beyrût 2003, I, s. 176. 44 Bakara 2/225. 11 Söylediğin herhangi boş bir sözden sorumlu değilsin Söylerken kesin karar bildiren bir söz verme olmayınca.45 Lağvın faydasız şey olduğu için terk edilmesi gerekir.46 Söz bağlamında kullanılan “lağv/َلْغو” kelimesi, bir şey ifade etmeyen, nazarı itibara alınmayan söz demektir. Bu da ölçülüp biçilmeden, düşünülmeden, serçe ve benzeri kuşların çıkardığı sesler gibi sıradan akıp giden uğultuyu andıran seslerdir. Bir şiirde şöyle denilmektedir: َّتَك لمُُُِ“ُ Kendini boş sözden ve günah sözden (alıkoyan).47 ” َعِنُالَّلَغاَُوَرفَُِثُُال “ُ َُتْلَغى َُقى“ boş konuştun fiili tıpkı ” َلِغيَت َُتْل karşılaştın, rastladın, fiili gibidir.48 ”َلِقيَت Bazen her kötü söz de “lağv/َلْغو” diye adlandırılır. Allah (c.c.) buyurur ki: ُ َُلْغًوا ُِفيَها َُيْسَم عوَن الَ َّذاًباُ َّلْغَوُأَْعَر ضواَُعْن هُ Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan.”49“ َوالَِك Onlar, boş“ َوِإَذاَُسِم عواُال söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler.”50 ُتْأِثيًما َُوالَ َُُلْغًوا َُيْسَم عونُِفيَها Orada boş bir söz ve“ الَ günaha sokan bir laf işitmezler.”51 َُن ُ مْعِر ضو َّلْغِو ُال َُعِن ُ هْم Onlar ki, boş ve yararsız“ َوال ذيَن şeylerden yüz çevirirler.”52 ُّروُِكَراًما َّلْغِوَُم ُّرواُِبال ُّزوَرَُوِإَذاَُم َّلِذيَنُالََيْشَه دوَنُال Ve onlar ki, yalan şahitlik“ َوا etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.”53 Yani, çirkin kaçan söz ve ifadeleri, kinâye yoluyla anlatıp açıkça söylemezler. Aynı zamanda “Boşboğaz insanlarla karşılaştıklarında onlarla bu işlere dalmazlar” şeklinde anlam verenler de olmuştur.54 Bu kavramla ilgili bir diğer âyette ise: “ًُة ُالَِغَي ُِفيَها Orada boş bir söz“ ”الََتْسَم ع işitmezler.”55 Burada ism-i fâil, mukadder bir sözün sıfatı olarak kullanılmıştır. “Kâzibetün/ 45 er-Râğıb, a.g.e., s. 582. 46 Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları, İstanbul 2003, s. 204. 47 Ebû ‘Ubeyde, Mecâzü’l-Kur’ân,ُ Mektebetu’l-Hâncî, Kâhire 1831, I, s. 70. 48 er-Râğıb, a.g.e., s. 582. 49 Nebe 78/35. 50 Kasas 28/55. 51 Vâkıa 56/25. 52 Mü’minûn 23/3. 53 Furkan 25/72. 54 er-Râğıb, a.g.e., s. 582. 55 Ğaşiye 88/11. 12 sözcüğü de aynı bunun gibidir. “Kan bedeli” demek olan diyette bir şey tutmayan birkaç ”َكاِذَبة sayıdaki deveye de “lağv/َلْغو” adı verilmiştir. Bu anlamda şair şöyle der: ِ دَيِةُاْل حَواراُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُ َكَماُأَْلَغْيَتُِفيُال “Diyette yavru develeri saymadığı gibi.”ُ Lağv kelimesi ve türevleri Kur’ân’da on bir âyette geçmektedir.56 Mukâtil b. Süleyman (ö.150/767) el-Vücûh ve’n-nezâir isimli eserinde lağvın üç şekilde tefsir edildiğini söylemektedir. Bunlar: 1. Kişinin doğru olduğunu zannederek dünyevî bir şey hakkında yemin etmesidir. Bu hususta Bakara sûresinde “Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz../ ُ اَل ُاَْيَماِن كمُْ ُفٖى َّلْغِو ُِبال هلل ُا ” يَؤاِخ ذ ك م 57 şeklinde geçen âyette bu anlamda kullanılmıştır. Yani kişinin dünyevi bir hususta doğru olduğunu düşünerek yapmış olduğu yemindir ve bunda esasen yalana dayanılmadığı için kefaret ve günah yoktur. Buna benzer bir âyet de Mâide sûresinde geçmektedir.58 2. el-Lağv, “bâtıl” anlamında kullanılmıştır. Mü’minûn ve Fussilet sûrelerinde bu anlamda geçmektedir. “Onlar ki faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler./ ََُّلْغِوُ مْعِر ضون ”َوالَّذٖيَنُ هْمَُعِنُال 59 “Hakikati inkâr edenler (birbirlerine) : Bu Kur’ânı dinlemeyin ve onun hakkında saçma, anlamsız şeyler uydurun ki onun gücünü bastırasınız! derler./ ُ ُاَلَُتْسَم عوا َوَقاَلُالَّذٖيَنَُكَف روا َُن َُتْغِل بو َّل كْم َُلَع ُفٖيِه َُواْلَغْوا ُاْل قْرٰاِن ”ِلٰهَذا 60 Yani Kur’ân okunurken boş, faydasız şeylerden ve şiirden bahsedin. 3. el-Lağv, ahirette içki içenlerin dünyada içenler gibi yemin etmeyecekleri anlamında kullanılmıştır. Mesela şu âyetlerdeki gibi: 56 Abdulbâkî, a.g.e., s. 749. 57 Bakara 2/225. 58 “Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz../ ُْم ٖفىُاَْيَماِن ك َّلْغِوُ ِبال هللُ .Mâide 5/89 ”اَلُي َؤاِخ ذ ك مُا 59 Mü’minûn 23/3. 60 Fussilet 41/26. 13 “Orada boş söz işitmezler. Yalnızca (meleklerin) “selâm” deyişini işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır./ ايا َُوَعِش ُ بْكَرًة ُفٖيَها ْْ ق هْم ُِر َُوَل هْم ُاَلًما َُس َّال ُِا َُلْغًوا ُفٖيَها َُيْسَم عوَن ”اَل “Orada, (içilince) boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden ele dolaştırırlar./ ٌَُُتْاثٖيم َُواَل ُفٖيَها َُلْغٌو ُاَل َُكْاًسا ُفٖيَها َْ عوَن Yani cennette içki içtiklerinde onun dünyada ”َيَتَنا içilen içkinin sebep olduğu sarhoşluk ve sarhoşluk anında yapılan yeminler yoktur.61 2. Terim Anlamı Hukukî bir terim olarak kullanılan lağv boş, batıl, lüzumsuz ve beyhude, söylenip söylenmemesi itibara alınmayan söz anlamında kullanılmaktadır. Meselâ içinde oturmamak üzere birisine bir ev satılırsa ileri sürülen bu şart lağvdır.62 Ayrıca yemin-i lağv olarak da kullanılmaktadır. Bu ise, yanlışlıkla veya doğru olduğu sanılarak yapılan yemindir. Yani bir kimsenin bir şey hakkında öyle olduğu zannıyla yaptığı hilâf-ı hakikat yemindir.63 Örneğin borcunu ödediğini zannederek “vallahi borcumu ödedim” diye yemin etmek böyledir. Bakara sûresi 225. âyetinde ise konuşma esnasında yemin kastı olmaksızın yapılan yemin anlamına gelmektedir ve bu yapılan yeminden sorumlu olunmadığı da bildirilmektedir. 64 II. LEHV, LA‘İB VE LAĞV’IN KULLANIM ŞEKİLLERİ A. KUR’ÂN’DA LEHV’İN KULLANIM ŞEKİLLERİ Lehv kelimesi ve l-h-v kökünden türeyen kelimeler on üç farklı sûre ve on altı âyette geçmekte olup bir âyette iki kez tekrarlanmıştır. Bunlardan on âyet Mekkî, altı âyet ise Medenîdir. Kullanım şekilleri şöyledir: Elhâkümü (م ُ .bu fiil bir âyette geçmektedir ;(أَْلَها ك 65 Tülhiküm (ُْم bu fiil bir âyette geçmektedir.66 ;( تْلِه ك Tülhîhim (ُْم bu fiil bir âyette geçmektedir.67 ;( تْلِهيِه 61 Mukâtil b. Süleymân, el-Vücûh ve’n-Nezâir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, tah. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Merkezü Cümati’l-Mâcid, Dımeşk 2006, s. 176. 62 Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s. 324. 63 Erdoğan, a.g.e., s. 612. 64 “Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz./ُْم ٖفىُاَْيَماِن ك َّلْغِوُ هلل ُِبال Bakara 2/225, Mâide ”اَلُي َؤاِخ ذ ك مُا 5/89. 65 Tekâsür 102/1. 66 Münâfikûn 63/9. 14 Yülhihimü (يْلِهِهم); bu fiil bir âyette geçmektedir.68 ُ Telehhe (َّهى .bu fiil bir âyette geçmektedir ;(َتَل 69 Lehvün (ٌُو bu kelime dört âyette geçmektedir.70 ;(َلْه El-lehvi (ُِو َّلْه bu kelime bir âyette geçmektedir.71 ;(ال Lehve (َُو bu kelime bir âyette geçmektedir.72 ;(َلْه Lehven (ًَلْهوُا); bu kelime dört âyette geçmektedir.73 Lâhiyeten (ًُاَلِهَية); bu kelime bir âyette geçmektedir.74 SURE NO VE LAFIZ SIRA NO ADI ÂYET NO ŞEKLİ MEKKÎ-MEDENÎ 1 6/En‘âm 32 ٌَُلْهو Mekkî 2 6/En‘âm 70 َلْهًوا Mekkî 3 7/A‘râf 51 لَُْهًوا Mekkî 4 15/Hicr 3 م ُ Mekkî ي ْلِهِه 5 21/Enbiyâ 3 ًُة Mekkî اَلِهَي 6 21/Enbiyâ 17 َلْهًوا Mekkî 7 24/Nûr 37 ُْم Medenî ت ْلهٖيِه 67 Nûr 24/37. 68 Hicr 15/3. 69 ‘Abese 70/10. 70 En‘âm 6/32; ‘Ankebût 29/64; Muhammed 47/36; Hadîd 57/20. 71 Cuma 62/11. 72 Lokmân 31/6. 73 En‘âm 6/70; A‘râf 7/51; Enbiyâ 21/17; Cuma 62/11. 74 Enbiyâ 21/3. 15 8 29/‘Ankebût 64 ٌَُلْهو Mekkî 9 31/Lokmân 6 ََُلْهو Mekkî 10 47/Muhammed 36 ٌُو Medenî َوَلْه 11 57/Hadîd 20 ٌُو Medenî َلْه 12 62/Cuma 11 َلْهًوا Medenî 13 62/Cuma 11 ُِو َّلْه Medenî ال 14 63/Munâfikûn 9 ُْم Medenî ت ْلِه ك 15 80/‘Abese 10 ههى Mekkî َتَل 16 102/Tekâsür 1 م ُ Mekkî اَْلٰهی ك B. KUR’ÂN’DA LA‘İB’İN KULLANIM ŞEKİLLERİ La‘ib kelimesinin aslı olan l-a-b kökünden türeyen kelimeler on üç farklı sûredeki yirmi âyette kullanılmıştır. Bu âyetlerin altı tanesi Medenî, on dört tanesi ise Mekkî âyetlerdir. Kullanım şekilleri ise: La‘iben (َلِعبًُا); bu kelime toplam dört âyette geçmektedir.75 La‘ibun (َُلِعٌب); bu kelime dört âyette geçmektedir.76 Lâ‘ibîn (َُن ismi fâil kalıbı olup üç âyette geçmektedir.77 ;(الَِعِبي Nel‘abu (َنْلَع ُب); bu fiil bir yerde geçmektedir. 78 75 Mâide 5/57, 58; En‘am 6/70; A‘râf 7/51. 76 En‘am 6/32; ‘Ankebût 29/64; Muhammed 47/36; Hadîd 57/20. 77 Enbiyâ 21/16, 55; Duhân 44/38. 78 Tevbe 9/65. 16 Yel‘ab (ُْب bu fiil bir âyette geçmektedir.79 ;(َيْلَع Yel‘abû (َيْلَع بوا); bu fiil iki âyette geçmektedir. 80 Yel‘abûne (َُن .bu fiil beş âyette geçmektedir ;(َيْلَع بو 81 SIRA NO SURE NO VE ADI ÂYET NO LAFIZ ŞEKLİ MEKKÎ-MEDENÎ 1 5/Mâide 57 َلِعًبا Medenî 2 5/Mâide 58 َلِعًبا Medenî 3 6/En‘am 32 َُلِعٌب Mekkî 4 6/En‘am 70 َلِعًبا Mekkî 5 6/En‘am 91 َُن Medenî َيْلَع بو 6 7/A‘râf 51 َلِعًبا Mekkî 7 7/A‘râf 98 َُن Mekkî َيْلَع بو 8 9/Tevbe 65 َُنْلَع ب Medenî 9 12/Yûsuf 12 ُْب Mekkî َوَيْلَع 10 21/Enbiyâ 2 ََُيْلَع بون Mekkî 11 21/Enbiyâ 16 َُن Mekkî اَلِعبٖي 12 21/Enbiyâ 55 ََُّالِعبٖين Mekkî ال 13 29/‘Ankebût 64 َُلِعٌب Mekkî 79 Yûsuf 12/12. 80 Zuhruf 43/83; Me‘âric 70/42. 81 En‘âm 6/91; A‘râf 7/98; Enbiyâ 21/2; Duhân 44/9; Tûr 52/12. 17 14 43/Zuhruf 83 َيْلَع بوا Mekkî 15 44/Duhân 9 َُن Mekkî َيْلَع بو 16 44/Duhân 38 َُاَلِعبٖين Mekkî 17 47/Muhammed 36 ٌُب Medenî َلِع 18 52/Tûr 12 ََُيْلَع بون Mekkî 19 57/Hadîd 20 ٌُب Medenî َلِع 20 70/Me‘âric 42 َيْلَع بوا Mekkî C. KUR’ÂN’DA LAĞV’IN KULLANIM ŞEKİLLERİ Lağv kelimesi ve bu kökten türeyen kelimeler Kur’ân’da on bir âyette ve değişik formlarda kullanılmıştır. Bu âyetlerin sekizi Mekkî üçü ise Medenîdir. Kullanımı ise; Elğav (ُْو bir âyette emr-i hâzır siygası ile geçmiştir.82 ;(اَْلَغ El-lağv (اَلَّلْغو); beş âyette lâm-ı ta‘rifli mastar isim olarak geçmiştir.83 Lağven (َلْغًوا); bu kelime üç âyette geçmektedir.84 Lâğiye (الَِغَية); bir âyette hem mastar isim, hem de ism-i fâil kalıbındadır.85 SIRA SURE NO VE ÂYET NO LAFIZ ŞEKLİ MEKKÎ-MEDENÎ NO ADI 1 2/Bakara 225 َُِّلْغو Medenî ال 82 Fussilet 41/26. 83 Bakara 2/225; Mâide 5/89; Mü’minûn 23/3; Furkân 25/72; Kasas 28/55. 84 Tûr 52/23; Vâkı‘a 56/25; Nebe 78/35. 85 Ğaşiye 88/11. 18 2 5/Mâide 89 ُِو َّلْغ Medenî ال 3 19/Meryem 62 َلْغًوا Mekkî 4 23/Mü’minûn 3 ُِو َّلْغ Mekkî ال 5 25/Furkân 72 َُِّلْغو Mekkî ال 6 28/Kasas 55 َُو َّلْغ Medenî ال 7 41/Fussilet 26 اْلَغْوا Mekkî 8 52/Tûr 23 ٌَُلْغو Mekkî 9 56/Vâkı‘a 25 َلْغًوا Mekkî 10 78/Nebe 35 َلْغًوا Mekkî 11 88/Ğaşiye 11 ًُاَلِغَية Mekkî III. LEHV VE LA‘İB İLE YAKIN ANLAMLI KAVRAMLAR A. ‘ABES (عبث) َُث-َيْعَب ثُ-َعَبثًُا“ “ kalıbında olup kendisini ilgilendirmeyen bir şeyle uğraşan kişi için ”َعَب ‘âbis/َعاِبث” ifadesi kullanılır ve aynı zamanda bu gibi kişilere “lâ‘ib” denilir.86 Kişinin yaptığı işe oyun karıştırması da “abes/ُالَعَب ث” olarak ifade edilmektedir. “el-‘abîs/ ُالَعِبي ث” başka bir yemekle karıştırılmış yemeğe verilen isimdir. “el-‘Absetü/ُ َُاْلَعْبَث ة ” bir kere demektir.87 Sahih, hakiki bir amacı olmayan oyuna da “ ‘abes/ٌُث َُث/denir.88 “ ‘abese ”َعَب fiili Kur’ân’da da la‘ib ”َعَب 86 Halîl b. Ahmed, a.g.e., II, s. 111. 87 el-Cevherî, Ebû Nasr İsmâil b. Hammâd, es-Sıhâh (Tâcu’l-luga ve Sıhâhu’l-Arabiyye), tah. Ahmed Abdulgafûr Attâr, Dârü’l-İlim li’l-Melâyîn, Beyrut 1990, s. 8666. 88 el-Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed, Tehzîbü’l-luga, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabiyye, Beyrût 2001, II, s. 199. 19 ve lehv kelimelerinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.89 Mü’minûn sûresi 115. âyette bu anlamda “َُن ُت ْرَج عو ُاَل ُِاَلْيَنا َانَّ كْم َُو َُعَبًثا َُخَلْقَنا كْم َّنَما ُاَ sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar / اََفَحِسْب تمُْ döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” kullanılmıştır. Ezherî buradaki “abesen / ًَُعَبثا ” ifadesinin “la‘iben / ًَُلِعبا” anlamında kullanıldığını söylemiştir.90 B. BÂTIL (اَْلَباِطل) “Boşa gitmek, temelsiz ve devamsız olmak” anlamındaki “butlân/ب ْطالَن” kökünden türeyen bâtıl, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de otuz altı yerde geçmektedir.91 “Bâtıl/ hakk’ın zıddıdır92 ve lügatte kaybolan, yani vücutta durmayan, madum olan, yok olan ”اَْلَباِطل demektir.93 Bâtıl’ın gerçekte hiçbir dayanağı yoktur.94ُ Araştırıldığında hiçbir dayanağının olmadığı ortaya çıkan şeyi ifade eder. Bâtıl; üzerine hiçbir hüküm ve hikmet bina edilemeyen, fayda ve maslahat getirmeyen demektir. Bu açıdan bâtıl, aşağı, faydasız, gidici, kaybolucu, beyhude ve abes manalarına da gelmektedir. 95 Aslı itibariyle sahih/geçerli olmayan duruma bâtıl denir.96 Bazen söz ve fiiller göz önünde bulundurularak kullanılır. Fiil olarak ‘bâtıl olmak ya da bâtıl duruma gelmek’ anlamında “betale/َُل şeklinde kullanılır. Bu fiilin mastarı ”َبَط “butûl/ٌُب طول ” ve “butlân/ٌُن ,şekillerinde gelir. Fiil olarak ‘başkası onu bâtıl duruma getirdi ” بْطاَل bâtıl olduğunu ortaya çıkardı’ anlamında “ebtale gayruhu/ ه ُ ُ ر َُغْي ُ ه .şeklinde kullanılır ”أَُْبَطلَُ Nitekim A‘râf sûresinde “َُن َُيْعَم لو َُكا نوا َُما onların bütün yaptıkları bâtıl oldu.”97…“ ”…َوَبَطَل buyurulmuştur. َُتْعَبث ونَُ“ 89 ُٰاَيًة ِلُرٖي ع ُِب ك Siz her yüksek yere bir alamet bina yapıp boş şeylerle eğleniyor musunuz?” Şu‘ara /اََتْبن وَن 26/128. 90 el-Ezherî, a.g.e., II, s. 199. 91 Fahrettin Olguner, “Bâtıl”, DİA, V, İstanbul 1992, s. 147; Ayrıca bkz: Abdulbâkî, a.g.e., s. 151. 92 er-Râğıb, a.g.e., s. 164; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 966. 93 Soyalan, a.g.e., s. 73. 94 ez-Zebîdî, a.g.e., XXVIII, s. 89. 95 Soyalan, a.g.e., s. 73. 96 el-Cürcânî, a.g.e., s. 42. 97 A‘râf 7/118. 20 “et-Tebtîl/التَُْبِطيل” bâtıl olan davranış anlamına gelmekte olup aynı zamanda “lehv ve cehalete” tâbi olmak demektir.98 Lehv kavramıyla bağlantılı olarak ‘hiçbir hakikati olmayan söz söyleyen’ kimseyle ilgili “mübtıl/ُمْبِطٌل ” kelimesi kullanılır. 99 Örneğin, “َُّن َوَلِئْنُِجْئَت هْمُِباَي ةَُلَي قوَل ُ مْبِط لونَُ ُِإالَّ ُأَْن تْم ُِإْن َُكَف روا Andolsun, eğer sen onlara bir âyet getirsen inkar edenler…“ ”الَِّذيَن mutlaka ‘siz ancak asılsız şeyler uyduranlarsınız’ derler.”100 âyetinde bu manada kullanılmıştır. Bâtıl, kaynaklarda, âyet ve hadislerdeki anlamlarından hareketle şu şekilde tarif edilmiştir: Şeriatın yasakladığı her şey; gerçekliği bulunmayan her şey; yalan ve yanlış olmasa bile, planlanan hedefe ulaştırmayan her türlü faydasız iş, söz ve davranış; genellikle kabul edilmiş inançlara uygun olmayan hükümlerdir. Bâtıl, İslâmî literatürde yanlış, asılsız ve ilâhî kaynaklı olmayan din ve mezhepler için kullanıldığı gibi, farklı mezhepleri benimseyen hak din mensuplarınca, çeşitli grupları kötülemek maksadıyla da sık sık başvurulan bir terim olmuştur. Tasavvufta ise Allah’ın dışında kalan bütün varlıklar değişkenlik ve fânilik özellikleri taşıdıklarından bâtıl kabul edilir.101 C. DAHK (الضحك) Dahk kelimesi, “kişinin ön dişlerinin tümünün görünmesi102, yüz genişliği ve insanın mutluluk göstergesi olan sürur belirtisi” anlamlarını ifade etmekte olup, “hayret, hoşa gitme, parlama, açığa çıkma, gülme” gibi anlamlara da gelmektedir. Dişlerin görünmesinden dolayı önlerde olan dişler “davâhik/َضَواِحك” diye adlandırılmıştır. Ayrıca, şakalaşma ve alaya alma manasında da kullanılmaktadır.103 İnsanlarla alay eden, eğlenen, istihzâ eden veya insanlara gülen kişiye “racülün duhaketun/ٌُة ُ ضَحَك .denilmektedir ”َر جٌل 104 Kendisiyle alay edilen, eğlenilen, istihzâ edilen veya kendisine gülünen kişiye ise “dühaketün/ denir.105 Onunla ” ضَحَكةٌُ 98 ez-Zebîdî, a.g.e., XXVIII, s. 91. 99 er-Râğıb, a.g.e., s. 130; Zebîdî, a.g.e., XXVIII, s. 92. 100 Rum 30/58. 101 Olguner, a.g.md., DİA, V, s. 148. 102 Halil b. Ahmed, a.g.e., III, s. 57. 103 er-Râğıb, a.g.e., s. 300. 104 el-Ezherî, a.g.e., IV, s. 55. 105 İbn Manzûr, a.g.e., X, s. 459. 21 alay etti, eğlendi, istihzâ etti veya ona güldü anlamında “dahike minhü/ه ُ .denmiştir ”َضِحَكُِمْن 106 Kur’ân’da “ََُّماَُجاَء هْمُِبٰاَياِتَناُِاَذاُ هْمُِمْنَهاَُيْضَح كون Mûsa) mucizelerimizi kendilerine getirince bir)“ ”َفَل de bakmışsın o mucizelere gülüyorlar.” yani mucizeler ile alay ediyorlar anlamında geçmektedir. D. GAMZ (الغمز) Gamz, “kaş göz işareti yapma107 ve göz kapaklarıyla işaret etme108, eliyle bir şeyin suyunu sıkma, ayıplanılacak iş,109 bir kişinin ayıbını veya eksiğini göstermek için el ve göz hareketi yapma”110 gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamda Kur’ân’da “َُن َُيَتَغاَم زو ُِبِهْم ُّروا َُم ”َوِاَذا “Mü’minler yanlarından geçtiklerinde birbirlerine kaş göz ederek onlarla alay ediyorlardı.”111 buyurulmaktadır. “Gamîze/اْلَغِميَزة” işte zayıflık, akılda ise noksanlık, cehalet demektir.112 Zayıf kimse için “ٌَُر جٌلَُغْمز/racülün gamzün” ifadesi kullanılmaktadır. 113 E. HAD‘ (الخدع) “Had’/َخَدع” kelimesi “gafletten yararlanmak, aklın idrak edemeyeceği derecede haksızlık yapmak, kastın dışına çıkmak, bir şeyi gizlemek”114 anlamlarına gelmektedir. “Hıda‘/َُداع ,ise “kişinin içinde gizlediğinden farklı bir şey göstererek bir başkasını ”اْلِخ yönelmiş olduğu hedefinden vazgeçirmesi veya onu bıraktırması” anlamına gelmektedir.115 “Tarîkun hayde‘un/ ٌُع َُخْيَد ٌُع /veya “tarîkun hâdi‘un ”َطِريٌق َُخاِد doğru yoldan çıkaran yol ”َطِريٌق 106 el-Cevherî, a.g.e., IV, s. 1597. 107 ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer, Esâsü’l-belâğa, tah. Muhammed Bâsil, Dârü’l-Kütübi’l- ilmiyye, Beyrût 1998 a.g.e., I, s. 711; Ebü’l-Bekâ, a.g.e., s. 672. 108 İbn Manzûr, a.g.e., V, s. 388. 109 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 386. 110 er-Râğıb, a.g.e., s. 378. 111 Mutaffifin 83/30. 112 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 386; Ebû Hilâl el-Askerî, a.g.e., VIII, s. 80. 113 el-Cevherî, a.g.e., III, s. 889. 114 Halil b. Ahmed, a.g.e., I, s. 115. 115 er-Râğıb, a.g.e., s. 276. 22 demek olup116 bu ifadeyle sanki bu yolun kendisine girene ya da kendisine yolculuk edene hile yaptığı veya onu aldattığı söylenmek istenir.117 Belirli bir görüş üzerinde durmayıp görüşü sürekli değişkenlik gösteren kişi için “fülânün hâdi‘u’r-ra’yi/ ُُالَّرْأِي َُخاِد ع ” فاَلٌن denilmektedir.118 F. HEMZ (الهمز) “Asr/َعْصر” sözcüğüyle eş anlamlı olan “hemz/اْلَهْمز” kelimesi, “kardeşinin ayıbıyla uğraşmak, arkasından ayıplamak119, kişinin gıybetini yapmak120, iğnelemek, avucunun içinde suyunu sıkmak”121 gibi anlamlara gelmektedir. Bir insanın gıybetini yapmak anlamında “hemzü’l-insân/ُُِاإِلْنَسان ُ م“ ifadesi kullanılmaktadır. Nitekim bu anlamda ”َهْم ز ُِبَنمٖي َّشا ء َُم ْ َّما ”َه “Daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan”122 ifadesi kullanılmaktadır. G. HİZY (الخزي) Rezil olma, hor ve hakir duruma düşme anlamında daha çok kâfirler için kullanılan bir Kur’ân terimi olan ve yirmi altı âyette farklı formlarda geçen123 “hizy/الِخْزي” kelimesi, “kötülükten kaynaklanan utangaçlık duygusuyla kahrolmak,124 zilletin, kötülüğün, belaların içine düşmek, değersiz olmak, hakir düşmek, küçük düşmek, küçük düşmenin bocalamasını yaşamak, pişmanlık duymak” gibi anlamlara gelmektedir.125 Râgıb el-Isfahânî (ö.502/1108) bu kelimenin bir kişinin başına kendi nefsinden veya çevresindeki kişilerden kaynaklanan bir inkisarın, iç burukluğunun, pişmanlığın gelmesi için de kullanıldığını belirtmiştir.126 Buradaki inkisar kişinin kendisinden kaynaklanıyorsa hayâ; kişinin kendisi dışında başka bir sebepten 116 el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 712. 117 ez-Zemahşerî, a.g.e., I, s. 234. 118 ez-Zebîdî, a.g.e., XX, s. 493. 119 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 17; İbn Fâris, Ebû Hüseyn Ahmed b. Fâris, Mu‘cemu mekayîsi’l-luga; thk. Abdüsselam Muhammed Harun, Beyrut Darü’l-Fikr, 1979, VI, s. 65. 120 el-Ezherî, a.g.e., VI, s. 164. 121 er-Râğıb, a.g.e., s. 544; Zemahşerî, a.g.e., II, s. 379. 122 Kalem 68/11. 123 Abdulbâkî, a.g.e., s. 284. 124 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 290. 125 İbn Manzûr, a.g.e., I, s. 828. 126 er-Râğıb, a.g.e., s. 281. 23 kaynaklanıyorsa küçümseme anlamını ifade eder. Neticede kişinin zillete ve küçük düşmesine yol açar. Bu şekilde hayâ övülen bir sıfat olurken, zillet ise rezillik, rüsvalık ve kınanan bir sıfat haline gelir.127 “İmraetün hazyâü/ َُخْزَياء ُ ن /ve “racülün hazyanü ”اْمرأَةٌ َُخْزَيا terkipleri “çirkin bir iş ”َر جٌل yapıp bundan dolayı aşırı derecede hayâ edip utanan erkek ve kadın” anlamındadır.128 “Haziye/َُي َُّل/fiili hakkında söylenenler, “zelle ”َخِز َُن/ve “hâne ”َذ kullanımları için de ”َها geçerlidir. Çünkü buradaki yumuşama ve uysallaşma insanın kendi nefsinden, zatından kaynaklandığında buna “hevnün/ٌَُهْون” ve “zillün/ل ُ .denir ve bu davranış övgüye layıktır ”ِذ Ancak dış etkenden kaynaklandığında buna “hûnün/ٌُن ُ ل/ve “züllün ”َهَوانٌُ/hevânün“ ,” هو denir ” ذ ve bu da yerilir.129 H. İSTİHZ (استهزاء) Sözlükte “alay etmek” anlamındaki “hüzüv” kökünden gelen istihzâ, “başkasının söz ve davranışlarını kusurlu görmek amacıyla onu alaya alıp küçük düşürmek” manasında kullanılır.130 İstihzâ, alay etmek131, kırmak132, yıpratmak133, hızlanması için hareketlendirmek134, ölmek, yorgunluktan bitkinleşip düşüp kalmak135, şiddetli soğuğu hissetmek, içine girmek, latife etmek, gizlice mizah yapmak, şaka yapmak, küçümsemek, eğlenmek,136 gibi anlamlara da gelmektedir. İstihzâ yanında aynı anlamdaki “suhriyye” kelimesinin kullanımı da yaygındır. Ayrıca “şaka” manasına gelen “hezl” kelimesi daha çok edebiyatta “bir kimseyle alay ederek onu küçük düşürme” anlamında kullanılmaktadır.137 127 er-Râğıb, a.g.e., s. 281. 128 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 290; Ezherî, a.g.e., VII, s. 7. 129 er-Râğıb, a.g.e., s. 281. 130 Mustafa Çağrıcı, “İstihza”, DİA, XXIII, İstanbul 2001, s. 347. 131 ez-Zemahşerî, a.g.e., II, s. 372. 132 ez-Zebîdî, a.g.e., I, s. 509. 133 el-Ezherî, a.g.e., VI, s. 164. 134 ez-Zebîdî, a.g.e., I, 801. 135 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 85. 136 er-Râğıb, a.g.e., s. 391. 137 Çağrıcı, a.g.md., DİA, XXIII, s. 347. 24 Terim olarak istihzâ, “bir kimseyi hezl içinde maskara etmek, onun şeref ve haysiyetini kırmak istemek, küçük düşürücü, güler bir edayla insanların ayıp ve kusurlarını bulup meydana çıkarmak ve alay etmek” şeklinde tanımlanmaktadır. Alay, söz ve davranışla olduğu gibi yazı ve ima yoluyla da olmaktadır. Öte yandan istihza kişiye yönelik olmanın yanı sıra inanç, yaşama tarzı, hayat görüşü gibi konuları da hedef alabilir.138 İstihza kelimesi türevleriyle birlikte Kur’ân’da toplam otuz dört yerde geçmektedir.139 İstihza hakkındaki âyetlerden anlaşılmaktadır ki Kur’ân insanlarla, onların inanç ve fikirleriyle alay etmeyi, câhiliye putperestleri gibi zihnen ve ahlâk bakımından gelişmemiş topluluklara ait bir davranış olarak ifade etmiştir. Nitekim Hz. Mûsâ’nın “Bizi alaya mı alıyorsun?” diyenlere cevaben “Cahiller gibi olmaktan Allah’a sığınırım”140 cevabını vererek alay etmenin cahillere yakışan bir davranış olduğuna işaret edilmektedir.141 İstihzâ, insanın hakikati görmesine engel olan kötü bir davranış olup inkârcıların Peygamberleri kabul etmemelerinin, hakka karşı ayak diremelerinin en başta gelen sebeplerindendir. Ayrıca küfür ehlinin en tipik karakterlerinden birisi de istihzadır. Bu açıdan istihzanın nankörlük anlamına gelen küfrün bir tamamlayıcısı ve sebebi olduğu söylenebilir. Diğer bir tabirle küfür istihzâ ile beslenmekte olup onun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu bağlamda, Allah’ın elçileri aracılığıyla gönderdiği emir ve kurallara karşı dudak büküp onları hafife almak ve küçük görmek istihza kavramının içine girmektedir.142 İstihzâ kavramıyla ilgili çeşitli çalışmalar da yapılmıştır. Bunlar: Ahmet Sait Sıcak’ın Yüksek Lisans tezi olarak hazırladığı ve 2006 yılında tamamladığı “Kur’ân’da İstihzâ (Küçümseme)”143 ile Fahri Başar’ın “Kur’ân’da İstihza İfade Eden Kavramlar ve Semantik Analizleri” isimli çalışmalarıdır.144 138 Çağrıcı, a.g.md., DİA, s. 347. 139 Abdulbâkî, a.g.e., ss. 827-828. 140 Bakara 2/67. 141 Çağrıcı, “a.g.md.”, DİA, XXIII, s. 347. 142 Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul 2001, s. 130. 143 Ahmet Sait Sıcak, Kur’ân’da İstihzâ, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2006. 144 Fahri Başar, Kur’an’da İstihza İfade Eden Kavramlar ve Semantik Analizleri, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Konya 2014. 25 İ. NEBZ (النبز) “Nebz/ َنْبز” kelimesi, “ ََُنَبز/ nebeze” fiilinin mastarı olup, “lakap takmak”145 anlamına gelir. Yine tefâul kalıbında bu kökten türemiş olan “tenâbüz/ َتَناب ز” kelimesi “insanların kötü lakaplarla birbirlerini utandırması ve küçük düşürmek gayesiyle bu lakaplarla çağırmaları” anlamına gelmektedir.146 “Tenbîz/َتْنِبيز” ise isimlendirme demektir.147 Lakap takmak anlamında Kur’ân’da “َألْلَقاب .Birbirinize kötü lakaplar takmayın…”148 buyurulmaktadır“ ”َوالََُتَناب زواُباُل J. SEHV (َّسْهو (اَل Dalgınlıkla yanlış iş yapma veya unutma anlamında bir terim olan “َّسْهو ”sehv /ال sözlükte “unutmak, yanılmak, dalgınlık, gaflet, yumuşaklık, sükûnet” gibi anlamlara gelmektedir.149 Gafletin, düşünce, ihtiyat ve tedbir azlığının ya da az uyanık olmanın neticesinde vuku bulan hata, dikkatsizlik manasına gelen sehv iki türlü meydana gelmektedir: Birincisi: Böyle bir hatayı işlemeye götüren ve onu doğuran sebepler insanın kendisinde bulunmaz. Örneğin birine hakaret edip kötü sözler söyleyen mecnun kişi gibi. İkincisi: Onu doğuran sebepler insanın kendisinde bulunur. Örneğin şarap içip sonra da kendisinden –herhangi bir kastı olmaksızın- bir kötülüğün sâdır olduğu kişi gibi. Birinci hata affedilir. Fakat ikincisinde işleyen cezalandırılır.150 İkinciye benzer bir hususta Zâriyât sûresinde “ََُُسا هون َُغْمَر ة ُِفي ُ هْم َالَِّذيَن ” “O kimseler ki cehalet içinde gafil kimselerdir.”151 buyurulmuştur. 145 er-Râğıb, a.g.e., s. 788. 146 Asım Efendi, el-Okyanûsü’l-Basît fî Tercemeti Kâmûsi’l-Muhît, 1886, II, s. 856. 147 Halil b. Ahmed, a.g.e., VII, s. 375. 148 Hucûrât, 49/11. 149 el-Ferâhîdî, a.g.e., IV, s. 70; Ebü’l-Bekâ, a.g.e., s. 506. 150 ez-Zebîdî, a.g.e., XXXVIII, s. 340. 151 Zâriyât 51/11. 26 IV. LAĞV İLE YAKIN ANLAMLI KAVRAMLAR A. GIYBET (اَْلِغيَبة) Bir kimsenin, herhangi bir gerekçe olmadığı halde bir başkasının ayıbını zikretmesi anlamına gelen152 “gıybet/ اَْلِغيَبة” sözlükte “uzaklaşmak, gözden kaybolmak, gizli kalmak” anlamlarına gelen “gayb/ غيب” kökünden gelen bir isimdir. Eğer arkasından konuşulan kişi hakkında sarf edilen söz doğru olup o kimsede var ise bu gıybettir. Ancak bu söz o kişide yok ise bu da “büht/ َاْل بْهت ” yani iftira olur. 153 “Gıybet/َاْلِغيَبة ” “bir kimsenin aleyhindeki incitici, küçültücü söz ve davranışları” ifade eden ahlâk terimi olarak da kullanılmaktadır. Kur’ân’ı Kerîm’de bir âyette çekimli fiil olarak geçen gıybet154, bir kimseyi sadece zanna dayanarak yargılayıp gizli kusurlarını araştırma olan “tecessüs/ ُّسس َّتَج ile birlikte yasaklanmış olup ”ال ölmüş bir kardeşinin etini yemeye benzetilerek bu hareketin iğrençliği vurgulanmıştır. Bu benzetmeden hareketle ölü etinin yenilmesi gibi gıybet etmenin de haram olduğu hükmü çıkarılmıştır. 155 B. KİZB (اْلِكْذ ُب) Türkçe’de yalan kelimesinin karşılığı olan “kizb/ َاْلِكْذ ُب ” sözlükte “doğruluğun karşıtı,156 bir konuda gerçeğe aykırı haber veya bilgi vermek, sözün vakıaya uygun olmaması” diye tanımlanır. Haberin doğruluğunun vakıaya uygunluğu, yalan olmasının ise aykırılığı ile alakalı olduğu ifade edilir.157 Dişi devenin sütünün bir müddet devam edeceği zannedilip devam etmemesi durumunda buna “kezebe lebenü’n-nâkati/ ُُِالنَّاَقة َُلَب ن .denmektedir ”َكَذَب 158 “Kezebe aleyke aselün/ ٌَُكَذَبَُعَلْيَكَُعَسل” ifadesi iğra, yani teşvik amacıyla söylenmiş olup “asel/َعَسل” sözcüğü 152 er-Râğıb, a.g.e., s. 616. 153 İbn Manzûr, a.g.e., I, s. 656. 154 Hucûrât 49/12. 155 Mustafa Çağrıcı, “Gıybet” DİA, XIV, İstanbul 1996, s. 63. 156 Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s. 167. 157 Mustafa Çağrıcı, “Yalan” DİA, XLIII, İstanbul 2013, s. 297. 158 Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s. 168. 27 “aselânün/ ٌَُعَسالن” anlamına gelmektedir ve koşarken tüm uzuvların sallandığı bir koşma çeşididir.159 “El-kezzâbetü/ ة ُ َّذاَب َاْلَك ” “üzerine sanki nakış işlenmiş tarzda bir boyanın rengiyle boyanmayı” ifade etmektedir.160 Kur’ân-ı Kerim’de “kezib/ َكِذب” ve türevleri iki yüz seksen âyette geçmekte olup161 bunların çoğu “bir şeyi yalana nisbet etmek” anlamında “tekzîb/ َتْكِذيب” masdarından türeyen fiil ve isimlerdir.162 Bir âyette gerçeği konuşan kişi için “sadık/َصاِدق”, yalan konuşan kişi için ise “kâzib/َكاِذب” ifadesi kullanılmıştır.163 Doğru sözlü veya doğruyu söyleyen kişi, ya da yalancı veya yalan söyleyen kişi için yalancılık isnat etmek için “kezzebe/َُب َّذ fiili ”َك kullanılır.164 Çalışmamızda ele aldığımız ve Nebe sûresi otuz beşinci âyette “lağv/َلْغو” ile birlikte geçen “kizzâben/َّذابًُا ٌُب/sözcüğü “tekzîb ”ِك anlamına gelmekte olup ilgili âyette ”َتْكِذي “(cennette) yalan söylemezler ki birbirlerine yalan isnat etsinler” denmektir. C. LEMZ (ز ُ َّلْم (ال “Lemz/ز ُ َّلْم ,gıybet etme, ayıp,165 bir ayıbın ardına düşüp onu defalarca ve adım adım ”اَل sıkı sıkıya araştırmak anlamlarına gelmektedir.166 Dille ayıplamak, kötülemek ve çekiştirmek anlamlarına geldiği gibi ayıplanacak şey anlamına da gelmektedir.167 “Racülün lümezetün/ ٌُْ /ve “ racülün lümmâzün ”َر جٌلُل َمَزُةٌ َّما çokça gıybet eden ve insanların ayıplarının ardına ”َر جٌلُل düşüp onları araştıran kişi için kullanılır.168 “Lemz/َلْمز”, “hemz/َهْمز”den daha açık bir şekilde 159 er-Râğıb, a.g.e., s. 704. 160 Halil b. Ahmed, a.g.e., V, s. 347. 161 Abdulbâkî, a.g.e., ss. 702-706. 162 Çağrıcı, a.g.md., s. 297. 163 Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü'min bir adam şöyle dedi: "Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez." Mü’min, 40/28. ُِن“ 164 َّذُ بو ٖنىُِبَماَُك ِ بُاْن صْر .Nuh), Rabbim, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et dedi.” Mü’minûn 23/26)“ ”َقاَلَُر 165 Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s. 209. 166 er-Râğıb, a.g.e., s. 747. 167 Soyalan, a.g.e., s. 206. 168 er-Râğıb, a.g.e., s. 747.; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 557. 28 olup169 bir kimse, başkasının yüzüne karşı alay edip ona kaş göz işareti yapıyorsa bu kişi için “racülün lümezetün/ ٌَر جٌلُل َمَزُة”, alay ve çekiştirmesini eğer arkasından yapıyorsa bu kimse için “racülün hümezetün/ ٌَر جٌلُ هَمَزُة” tabiri kullanılmaktadır. 170 “lemeze’r-racüle/ َُّل جَل onu itti“ ”َلَمَزُا ve ona vurdu”171 anlamındadır. D. LEVM (م ُ َّلْو (ال Bir insanı, içinde alçaklığın, soysuzluğun, rezilliğin ya da adiliğin bulunduğu bir şeye nispet ederek kınamak anlamına gelen “levm/م ُ َّلْو ُال ” fiil olarak “lümtühû/ ه ُ şeklinde ”ل ْم ت kullanılmaktadır.172 Kınanmış kişiye “melûmün/ ٌَُملوم” denilmektedir.173 “Elâme/ َُأاَلَم” kınanmayı hak etti anlamındadır. “Racülün melûmün ve melîmün/ ٌُُوَُمِليم terkipleri ”َُر جٌلَُم لوٌم kınanmayı hak eden kişi için kullanılmaktadır.174 “Et-telâvüm/ م ُ َّتال َو tarafların birbirini ”ال kınaması için kullanılmaktadır.175 “Nefsü’l levvâme/ ة ُ َّواَم َّل tabiri de bu kökten gelmekte ”النَّْف سُال olup Kur’ân’da üzerine yemin edilmektedir.176 “Racülün levametün/ ٌُة َُلَوَم insanları ”َر جٌل kınayan kişi, “racülün lüvmetün/ ٌُة ُ لْوَم ,insanların kınadığı kişi ”َر جٌل 177 “el-levmâü/ ء ُ َّلْوَما ”ال kınamak, “el-lâimetü/ ة ُ َّالِئَم ise insanın kınandığı mesele, iş anlamına gelmektedir.178 ”ال E. NEMÎME (ة ُ (النَِّميَم Bir haberi, koğuculukla, gammazlıkla izhâr edip açığa çıkarmak, birinin sözünü yalan katarak nakletmek anlamında “nemme/ َُّم ٌُة /fiil kökünden türeyen “nemîme ”َن kelimesi ”َنِميَم 169 Ebû Hilâl el-Askerî, a.g.e., s. 55. 170 Halil b. Ahmed, a.g.e., VII, s. 372; Ezherî, a.g.e., XIII, s. 151; İbn Manzûr, a.g.e., V, s. 406. 171 İbn Manzûr, a.g.e., V, s. 407. 172 er-Râğıb, a.g.e., s. 751. 173 Halil b. Ahmed, a.g.e., VIII, s. 343. 174 el-Ezherî, a.g.e., XV, s. 286; Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s. 222; İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 557. 175 İbn Manzûr, a.g.e., XII, s. 557. ُِة“ 176 َّواَم َّل ُال َّنْفِس ُِبال ُا ْقِس م Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse yemin ederim (ki hesaba)“ ”َواَل çekileceksiniz).” Kıyâme 75/2. 177 Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s. 222. 178 er-Râğıb, a.g.e., s. 751. 29 temel olarak “fısıltı ve hafif hareket” demek olup aynı zamanda koğuculuk, gammazlık, insanlar arasında kötülük, düşmanlık ve bozgun çıkarmak amacıyla söz taşıma anlamlarına gelmektedir.179 “En-nemmâm/ م ُ َّما َّن reyhan isimli bir ot olup kokusu üzerinde ortaya çıkan ”اَل bir türdür.180 Söz taşıyıp bozgunculuk çıkarmayı huy edinenlere de “nemmâm/ َّمام ”َن denilmektedir.181 “En-nemnemetü/ النَّْمَنَمة” birbirine yakın çizgiler demektir. Böyle denilmiş olmasının sebebi onları yazan kişinin yazarken az hareket etmesidir.182 F. SEBB (َس ُب) Türkçede “ağır ve kötü söz söyleme, ırza ve namusa dokunan ayıp ve çirkin ifadeler kullanma, küfretme” anlamına gelen sövme ile ilgili olarak Arap dilinde “sebb/ َس ُب” kelimesi ve bunun yanında “şetm/ َشْتم, la‘net/ َلْعَنة” gibi kelimeler de kullanılmaktadır.183 “Sebb/ ُُّب َّس ”ال kelimesi “sebbe/ َُّب fiil kökünden gelilp acı verecek, dertlendirecek veya kederlendirecek ”َس derecede kötü, çirkin söz söylemek veya sövmek anlamlarına gelmektedir.184 Bununla ilgili Kur’ân’da “م ُ ُِعْل ُِبَغْيِر َُعْدًوا َلل ه ُا ُّبوا َُفَي س ِلل ه ُا ُ دوِن ُِمْن َُيْد عوَن ُالَّذٖيَن ُّبوا َُت س Onların, Allah’ı bırakıp /َواَل tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler…”185 ifadesi geçmektedir. Bu âyette inkâr edenlerin Allah’a sövmeleri, O’na açık bir sövme anlamında değildir. Burada amaç, onların Allah hakkında konuşmaya dalıp, O’nu kendisine layık olmayan şekilde anmaları ve mücâdele, münâkaşa ederek bunu Allah’ı münezzeh olduğu şeylerle anmayı artırarak devam etmeleri şeklindedir.186 179 Halil b. Ahmed, a.g.e., VIII, s.373; Ezherî, a.g.e., XV, s. 338; er-Râğıb, a.g.e., s. 825; Zebîdî, a.g.e., XXXIV, s. 10. 180 Ahmed b. Fâris, a.g.e., V, s.358; er-Râğıb, a.g.e., s. 825; 181 Mustafa Çağrıcı, “Nemîme” DİA, XXXII, İstanbul 2006, s. 553. 182 er-Râğıb, a.g.e., s. 825. 183 Mehmet Boynukalın, “Sövme” DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 397. 184 er-Râğıb, a.g.e., s. 391. 185 En‘am 6/108. 186 er-Râğıb, a.g.e., s. 391. 30 G. SUHRİYYE (ُّسْخِريُّة (ال “Suhr/ ُّسْخر kelimesi alay, istihza ”ال 187, gülünen şey, şaka;188 “teshîr/ َتْسِخير” ise, “zorla boyun eğdirmek, bir objeyi kendine özel bir amaca, hedefe doğru zorla ya da zor kullanıp boyun eğdirerek yöneltmek, götürmek manalarına gelmektedir.” 189 Aynı kökten gelen “suhrî, suhriyyet/ سْخِري , سْخِريُّة ” de, “birine istediği şeyi yaptırıp onu gülünç duruma düşürmeyi” 190 ifade eder. “Sehirtü minhü/ ه ُ ُِمْن ,onu, kendisiyle alay etmek, eğlenmek, istihza etmek“ ”َسِخْر ت kendisine gülmek veya kendisini alaya almak için zorla istediğim bir amaca yönelttim, götürdüm” anlamına gelmektedir. Alay eden, eğlenen kişiye “racülün sühratün/ ٌُسْخَرة ُ ,”َر جٌل kendisiyle alay edip eğlenen kişinin bu hareketine ise “suhriyyetün/ ٌُة .denilmiştir ” سْخِريَّ 191 H. TE’SÎM ( ْأِثيم ( تَ “Te’sîm/ َتْأِثيم” kelimesi “insanı hayır ve sevaptan alıkoyan, sevabı geciktiren ya da yavaşlatan fiillerin adı” olan “ism/ ِإْثم” kelimesinden gelmekte olup192 “kişiyi günaha sokacak söz”193 anlamındadır. Kelimenin kökü olan “ism/ِإْثم”, Kur’ân’da otuz beş âyette geçmekte olup genel anlamının dışında küfür ve inkârı, düşmanlığı, yalan, içki, kumar, faiz gibi günahları nitelemek için de kullanılmıştır.194 “Teesseme/َُم ََّث bir kişinin sıkıntısından ,”َتأ çıkması, kurtulması anlamındadır ve bu yönden “teharrace/َُج َّر .fiiline benzemektedir ”َتَح 187 İbn Manzûr, a.g.e., II, s. 113. 188 Halil b. Ahmed, a.g.e., IV, s. 196. 189 er-Râğıb, a.g.e., s. 232. 190 er-Râğıb, a.g.e., s. 232. 191 er-Râğıb, a.g.e., s. 232. 192 Halil b. Ahmed, a.g.e., VIII, s. 250; er-Râğıb, a.g.e., s. 63. ٖثيمٌُ“ 193 َْ عوَنُٖفيَهاَُكْاًساُاَلَُلْغٌوُٖفيَهاَُواَلَُتْا orada içilince boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden“ ”َيَتَنا ele dolaştırırlar.” Tûr 52/23; Vâkıa 56/25. 194 Bkz. Abdulbâkî, a.g.e., s. 15. 31 Yalana “ism/ٌُم sınıfına dâhil olmasındandır. Bu ”ِإثُْم/denilmesinin nedeni, onun da “ism ”ِإْث yönüyle insan ve hayvan aynı sınıftan olması dolayısıyla canlı olarak adlandırılmışlardır.195 Mukâtil b. Süleyman (ö.150/767) “ism/اإِلْثم” kelimesinin Kur’ân’da şirk196, ma‘siyet (itaatsizlik/isyan),197 zenb/günah198, zina199 ve hata200 anlamları kastedilerek kullandığını ifade etmiştir.201 195 er-Râğıb, a.g.e., s. 63. 196 Mâide 5/63. 197 Bakara 2/85; Mâide 5/2,3; A‘râf 7/33; Mücâdele 58/9. 198 Bakara 2/203; Nisâ 4/20. 199 En‘âm 6/120. 200 Bakara 2/182. 201 Mukâtil b. Süleyman, a.g.e., s. 139-140. 32 İKİNCİ BÖLÜM KUR’ÂN’DA LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ İHTİVA ETTİĞİ ANLAMLAR I. LEHV, LA‘İB VE LAĞV KELİMELERİNİN İÇERDİĞİ ANLAMLAR A. ALAY/ALAY ETMEK 1. Allah ve Resûlüyle Alay Etmek Münafıkların huyları gereği birkaçı bir araya gelince münafıklıklarının gereği olan her türlü sözü sarf ediyor, bu yönde tutum ve davranış sergilemekten geri durmuyorlardı. Bunlardan birisi de aşağıda detaylıca vereceğimiz gibi Tebuk gazvesine katılmak zorunda kaldıklarında yaptıkları davranıştı. Bu gazve için orduya katılmak zorunda olan münafıklar yolculukları süresince dedikodu yapmaktan, Müslümanların moralini bozmak için çabalamaktan ve Rasûlullâh’ı çekiştirmekten geri durmamışlardı.202 İşte bu yaptıkları davranış sebebiyle aşağıdaki âyet nâzil olmuştur: “Allah ile alay etmek” anlamında Tevbe sûresi 65. âyette şöyle geçmektedir: َُن“ ِللَُوٰاَياِتٖهَُوَر سوِلهُٖ كْن تْمُتَُْسَتْهزُِٶ ه َّناَُن خو ضَُوَنْلَع بُ قْلُاَِبا َّنَماُ ك َّنُِا ”َوَلِئْنَُسَاْلَت هْمَُلَي قو ل “Şâyet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan ‘biz sâdece lafa dalmıştık ve aramızda eğleniyorduk’ derler. De ki, siz Allah’la, O’nun âyetleriyle ve peygamberleriyle mi eğleniyordunuz.”203 Bu âyetin nüzul sebebi hakkında değişik rivayetler vardır ve bunlar kısaca şunlardır: Tebük seferine katılan bazı münafıklar, kendi aralarında Hz. Peygamber’le alay edip: “Bakın şu adama, Rumların köşklerini ve kalelerini fethedeceğini mi sanıyor? Bu hiç mümkün mü?” demişler.204 Bir diğer rivayette ise bu sefer esnasında münafıklardan birisi, bulunduğu meclis ortamında: “Niçin bizim şu Kur’ân okuyanlarımız boğazlarına çok düşkün, en fazla yalan 202 Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti, Pınar Yayınları, İstanbul 2012, II, s. 504. 203 Tevbe 9/65. 204 et-Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr, Câmi‘u’l-beyân ‘an te’vîli âyi’l-Kur’ân, tah. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-Risâle, Kahire 2000, XIV, s. 334; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ’ İsmail b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, tah. Sâmî b. Muhammed es-Selâme, Dâru Tayyibe, 2. baskı, Riyad 1999, IV, s. 172. 34 söyleyen, düşmanın karşısına çıkmaktan daha fazla korkan kimselerdir?” demiş, bunun üzerine o mecliste bulunanlardan bir kimse: “Yalan söyledin”, sen münafıksın, senin bu dediğini Allah’ın elçisine haber vereceğim” demiş ve olayı haber vermek için Allah’ın elçisine gittiğinde kendisinden önce Kur’ân’ın olayı haber verdiğini görmüştür. Sonrasında ise adam gelip Resulullah’ın üzengisine yapışarak: “Biz sadece lafa dalmış, şakalaşıyorduk.” demiş. Allah Resûlü de: “Siz Allah ile ve Peygamberiyle mi alay ediyordunuz?” demiştir.205 İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724), Rûhu’l-Beyân isimli eserinde bu âyetten hareketle Allah’la, O’nun âyetleriyle ve peygamberlerle alay etmenin küfür ve inkâr olduğunu ifade etmektedir. Bunun alay edip ayıplarını ortaya dökmeyle başkalarını aşağılamak anlamına geldiğini, bu durumun da büyük günahlardan olup haram olduğuna işaret etmiştir. Aynı şekilde Allah Resulünün çocuklarına ve akrabalarına karşı saygı da bu kapsama girmektedir.206 Bu âyette alay edenlere bu yaptıklarının sebebi sorulduğunda “biz lafa dalmış eğleniyorduk. Ağzımızdan böyle bir söz çıkmışsa bile bu kötü niyetle değil, şaka olarak böyle söylemişizdir.” diyecekleri bildirilmektedir. Sonrasında ise Allah ile, O’nun âyetleri ve Elçisiyle alay edilmeyeceğine inkâr ifade eden bir soru ile dikkat çekiliyor.207 Her ne kadar, tevbe edip, sağlam imana sarıldıkları için bir kısmı bu azaptan kurtulacak olursa da münafıklığında devam edip, Allah ve Kur’ân, İslâm dini ve akidesiyle alay edenler bu azaptan kurtulamayacaklardır. Âyetlerin akışı, münafıkların sözlerini, amellerini ve düşüncelerini örnek gösteriyor. Genel özelliklerini anlatarak münafıkların hakikatini açıklıyor. Onları beyan edip hepsini bekleyen azâbın hudutlarını da belirliyor.208 Yaptıkları bu çirkin fiil sonucu uyarılan münafıklar özür dilediklerinde onların bu özürleri kabul edilmemekte ve davranışlarının sonucu şöyle haber verilmektedir: “ُاَلَُتْعَتِذ رواَُقْد ُ مْجِرمٖينَُ ُِبَانَّ هْمَُكان وا ِ ذْبَُطاِئَفًة ُن َع ُاٖيَماِن كْمُِاْنَُنْع فَُعْنَُطاِئَف ةُِمْن كْم َُبْعَد Boşuna özür dilemeyin! Çünkü“ ”َكَفْر تْم siz, (sözde) iman ettikten sonra küfrünüzü açığa vurdunuz. İçinizden (tövbe eden) bir zümreyi affetsek bile, suçlarında ısrar etmeleri sebebiyle diğer bir zümreye azap edeceğiz.”209 Buradan da görülmektedir ki bu âyette geçen “alay” ifadesi münafıkların yapmış oldukları ve 205 et-Taberî, a.g.e., XIV, s. 333. 206 el-Bursevî, İsmail Hakkı, Rûhu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, t.y., III, ss. 348- 349. 207 Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, y.y., ty., IV, s. 107. 208 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Dârü’ş-Şurûk, 32. baskı, Kahire 2003, III, s. 1672. 209 Tevbe 9/66. 35 uyarılmalarına rağmen ısrarla devam ettikleri bir fiil için kullanılmaktadır. Ne var ki günümüzde birçok Müslüman da alay konusunda bu gaflete düşmektedir. Özellikle din âlimlerini alay ve eğlence konusu yapma hususunda öyle bir noktaya gelinmiştir ki Müslüman olduğunu iddia eden pek çok kimse Müslümanlardan söz ettiklerinde alaycı tavırlar içerisinde bulunabilmektedirler. Ne yazık ki Allah ve Resulünden ve onların buyruklarından söz edildiğinde “sen hala orada mısın?” gibi ifadeler kullanabilmektedirler.210 2. Peygamberlerle Alay Etmek Alay etmek, iman etmeyenlerin, inkârcıların mizaçlarından kaynaklanan bir özelliktir. Onlar iman etmek, dünya hayatına sadece gereği kadar değer verip ahiret için çalışmak, kazançlarını bölüşmek suretiyle fakirlere yardım etmek ve başkası için fedakârlıkta bulunmak gibi ciddi konuları alaya alırlar. Bu, dün de böyleydi bugün de böyledir ve kıyamete kadar da böyle olacaktır. İşte bu sebeplerle peygamberler, iman etmeyenler tarafından alay konusu edilmişler, çoğu zaman da en ağır eza ve hakaretlere maruz kalmışlardır. Peygamberimiz de aynı şekilde alaya alınmıştır.211 Peygamberlerle alay etme konusunu içeren âyetler incelendiğinde bunların bir kısmının özelde Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili olduğu, bir kısmının ise diğer kavimlere gönderilmiş peygamberler hakkında olduğu görülmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: ُاًل“ َر سو ُ لل ه ٖذىَُبَعَثُا َّل َّالُ ه زًواُاَٰهَذاُا َّتِخ ذوَنَكُِا ”َوِاَذاَُراَْوَكُِاْنَُي “Onlar seni gördükleri zaman, alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. ‘Allah’ın Peygamber olarak gönderdiği bu mu’ derler.”212 Bu âyette müşriklerin Hz. Peygamber’le alayları “hüzüv” kelimesi kullanılmak suretiyle ifade edilmektedir. Zemahşerî (ö. 538/1143) “ه زًوا ُ ُِه“ kalıbının ”ِاتََّخَذ ه ُِب ”ِاْسَتْهَزأَ anlamında, yani “onunla alay etti” manasında olduğunu belirtmiştir.213 Nesefî (ö. 710/1310) de âyette geçen “ه زًوا ُ ifadesinin “onunla alay etti” manasında olduğunu ve bu sözün ”ِاتََّخَذ ه küçük görme ve alaya alma için kullanılıp “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mu?” 210 Mehmet Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, II, s. 468. 211 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 77. 212 Furkan 25/41. 213 ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf ‘an hakâ’ikı gavâmizi’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvîl fi vücûhi’t-te’vîl, tah. Abdurrezzak el-Mehdî, Dârü İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, Beyrût t.y., III, s. 286. 36 şeklinde kullanıldığını belirtmiştir.214 Beyzavî (ö. 685/1286) ise bu âyette “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mu (derler)?” ifadesinde deme lafzının gizli olduğunu, “bu mu?” işaretinin ise hakaret için kullanıldığını söylemektedir. Yani onu tamamen reddettikleri halde kabullenerek elçi bu mu demeleri alay ve istihza yolludur. Eğer aksi bir durum olsaydı “Allah’ın peygamberi olduğunu iddia eden bu mu?” şeklinde söylerlerdi.215 Mukâtil b. Süleyman, bu âyetin Ebû Cehil hakkında indiğini rivayet etmektedir.216 Onlar “Allah, yarattıkları arasında bunu mu bize peygamber olarak göndermiş? Şayet biz, ilahlarımıza inanmakta kararlı ve sabırlı olmasaydık neredeyse bizi bunlardan uzaklaştıracaktı.” derler. Bunlar, putlara taptıklarından dolayı hak ettikleri azabı bizzat gözleriyle görünce kimin yolunun sapık olduğunu bilmiş olacaklardır. Fakat ondan sonra anlamış olmaları da kendilerine bir fayda vermeyecektir.217 Seyyid Kutub âyette geçen alayı ve bunun sebeplerini şu şekilde açıklamaktadır: “Hz. Muhammed (s.a.v.) daha peygamber olarak gönderilmezden önce kavmi tarafından gayet iyi tanınıyordu. Zira kavmi içerisinde onun ve ailesinin yüce bir yeri vardı. Çünkü o Haşim oğullarının ileri gelenlerindendi. Haşim oğulları ise Kureyşin en ileri gelen bir ailesiydi. Ahlâken de Rasûlulllah’a bambaşka bir mevkie sahipti Kureyşlilerin yanında. Ve ona daha peygamber olmazdan önce ‘Emin’ lakabını vermişlerdi. Bi’setten yıllarca evvel ‘haceri esvedi’ yerine koymak için onun hakemliğini kabul etmişlerdi. Ve onları Safa tepesinde toplayarak ‘şu tepenin ardında bir ordu vardır’ desem inanır mısınız? Dediğinde; ‘evet, sen yalan söylemezsin inanırız’ diye karşılık vermişlerdi. Ne var ki onlar bi’setten ve bu Kur’ân’ı azim geldikten sonra onunla alay etmeye ve ‘Bu mu Allah’ın gönderdiği elçi?’ demeye başlamışlardı. Alaycı çirkin bir sözdü bu. Bunlar Hz. Peygamberin yüce şahsiyetinin alaya müstehak olduğunu veya getirdiği gerçeklerin kavmi içindeki yüce şahsiyetini küçültmek ve ona karşı koymak için hakaret ediyorlardı. Aslâ… Sadece Kureyş eşrafının Hz. Peygamberin kavmi içindeki yüce şahsiyetini küçültmek ve karşı koyulması 214 en-Nesefî, Abdullah b. Ahmed, Tefsîru’n-Nesefî (Medârikü’t-tenzîl ve hakâ’iku’t-te’vîl), tah. Mervan Muhammed eş-Şiar, Dârü’n-Nefâis, Beyrût 2005, III, s. 138. 215 el-Beyzâvî, Kâdî Nâsıruddîn Abdullah b. Ömer, Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-te’vîl, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l- Arabî, Beyrût ty., IV, s. 125. 216 Mukâtil b. Süleymân el-Ezdî, et-Tefsîrü’l-kebîr- Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, tah. Ahmed Ferîd, Dârü’l- Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût 2003, II, s. 438. 217 et-Taberî, a.g.e., XIX, s. 273. 37 mümkün olmayan bu Kur’ân tesirini silmek için bir oyundu bu. Kendilerinin içtimaî ve iktisadî durumlarını sarsan, toplumu bunların içtimaî ve iktisadî hâkimiyetlerine teslim eden tek dayandıkları nokta olan evham ve hurafelerden kurtarmak için gelen bu yeni dâvaya karşı koymak üzere başvurdukları bir oyundu bu. Onlar daima böyle oyunlara başvurdukları için onunla neticeye varacaklarını umuyor, yalan olduğunu bildikleri halde bu gibi plânlarda birbirleriyle ittifak ediyorlardı.”218 Mevdûdî ise burada müşriklerin sordukları bu alaylı ifadeyle ilahları konusundaki kabul ve ısrarlı tutumları arasındaki çelişkiyi ortaya koyduklarını belirtmektedir. Nitekim soru ile “sen düşük mertebenin çok çok üzerinde iddialarda bulunuyorsun” dercesine, Hz. Peygamber’i aşağılama anlamı kastediliyordu. Bunun mukabilinde ilahları konusundaki ısrarlı tutumları ise Hz. Peygamber’in yüksek kişiliğini ve delillerinin gücünü dolaylı olarak itiraf ettiklerini, hatta mesajın başarı ve etkisinden korktuklarını ortaya koymaktadır. Çünkü neredeyse ilahlarından vazgeçme noktasına bile geldiklerini kendileri açıklamaktadır.219 Kuşku yok ki peygamberle alay etmeleri, davetine inanmamaları sebebiyledir. Bir yandan bunu söylerken diğer taraftan Peygamberden ne denli etkilendiklerini de itiraf ediyor, “bizi neredeyse ilahlarımızdan uzaklaştıracaktı” diyorlardı. Sonraki âyetle bakıldığında onların aslında kendi tutkularının peşinde oldukları, meseleye mantıklarıyla değil, kötü arzuları açısından baktıkları görülmektedir. Bu tür arzuların esiri olmuş kimselerin ise mantıklarına hitap etmenin bir anlamı yoktur, çünkü anlamazlar.220 Yine Hz. Peygamber’le ilgili olarak “alay” anlamında şu âyet geçmektedir: َّرْحٰمِنُ هْمَُكاِف رونَُ“ َاهَُٰذاُالَّذٖىَُيْذ ك رُٰاِلَهَت كْمَُو هْمُِبِذْكِرُال َّالُ ه زًواُ َّتِخ ذوَنَكُِا ”َوِاَذاَُرٰاَكُالَّذٖيَنَُكَف رواُِاْنَُي “(Resûlüm!) Kâfirler seni gördükleri zaman: ‘Sizin ilâhlarınızı diline dolayan bu mu?’ diyerek seni hep alaya alırlar. Hâlbuki onlar, çok esirgeyici Allah’ın kitabını inkâr edenlerin ta kendileridir.”221 218 Seyyid Kutub, a.g.e., V, ss. 2564-2565. 219 Mevdûdî, a.g.e., III, ss. 590-591. 220 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 519. 221 Enbiya 21/36. 38 Peygamber (s.a.v.) Ebû Süfyân b. Harb ile Ebû Cehl b. Hişâm’ın yanından geçti. Ebû Cehl, Ebû Süfyân’a alaylı bir tavırla “Abdi Menâfoğulları’nın nebisine bakın” dedi. Ebû Süfyan da kavim asabiyeti ile –ki o ‘Abdu Şems b. ‘Abdi Menâfoğullarındandır- şöyle cevap verdi: “Biz ‘Abdi Menâfoğulları arasında bir nebinin bulunmasını reddetmiyoruz.” Nebî (s.a.v.) onların sözlerini duyunca Ebû Cehl’e dedi ki: “Amcan el-Velîd b. el-Muğîre’nin başına gelenin bir benzeri senin de başına gelmedikçe bu tutumundan vazgeçmeyeceğini zannediyoruz. Sen ise ey Ebû Süfyan, o sözünü hamiyetinden ötürü söyledin.” Bunun üzerine Allah (c.c.) “Kâfirler seni gördüklerinde seni ancak alaya alırlar” âyetini indirdi.222 Allah Teâla buradaki hususu “ُُْاِلَهَت كم ُيَُْذ ك ر ُالَِّذي ifadesi ile açıklamıştır. Âyette geçen “anma ve ”اَهَذا diline alma”, ya hayır söyleyerek ya da aksi ile olur. Örneğin durum, bu ikisine de delalet ettiği için, ifade genel kullanılıp sınırlandırılmamıştır. Bu aynı bir kişiye “Falancanın senden bahsettiğini duydum” demek gibidir. Eğer, bunu söyleyen bu kişinin dostu ise bu bahsetme bir övgüdür. Eğer düşmanı ise, burada bir kınama ve zemm vardır. Allah Teâla’nın “İbrahim denilen bir gencin putlardan bahsettiğini duyduk”223 ifadesi de bunun gibidir. Yani bu, “İbrahim (a.s.) o putların mabud olmadıklarını ve onlara ibadet etmenin saçma olduğundan bahsediyor” demektir.224 Âyetteki “َُن ُكِف رو ُ هْم َّرْحمِن ُال ُِبِذْكِر cümlesi, hal konumunda olup ”َو هْم anlam olarak “Allah’ı inkâr etmeleri sebebiyle asıl onlar alay konusu oldukları halde, seni alaya alırlar.” anlamındadır. “İnkârcılar” sözü tekit için tekrarlanmıştır.225 Râzî de âyetteki zamirinin iki kere getirilmesinin hikmetinin birinci olarak “böyle yapan kimselere işaret ” همُْ“ olduğunu” ikinci olarak ise “bu işin onlara has olduğunu gösteren bir ifade için kullanıldığını” belirtmiştir. Ayrıca bu zamirin tekrar edilmiş olmasının, onların yaptıkları işi iyice anlatmak ve ne derece vahim olduğunu ortaya koymak için olduğunu da zikretmiştir.226 İnkâr edenlerin içlerinde bulundukları psikoloji gereği kâinatı yaratan ve onu idare eden yüce varlığın göndermiş olduğu elçiyi alaycı bir tavırla karşıladıkları, ilgili âyetler incelendiğinde görülmektedir. Nitekim hem tarih boyunca gönderilen peygamberlerin inkârcı ümmetleri hem de Hz. Peygamber’e inanmayan güruh, elçilerinin kendi putlarını ve ilahlarını kötü olarak zikretmesini hoş karşılamayıp hiç sıkılmadan ve utanmadan da o elçileri gönderen 222 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, ss. 357-358. 223 Enbiya 21/60. 224 er-Râzî, a.g.e., XXII, s. 170. 225 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 70. 226 er-Râzî, a.g.e., XXII, s. 170. 39 Rahman’a küfretmektedirler. Bu halleri incelendiğinde hayret verici ve bir tavır takındıkları görülmektedir. Nitekim Rasûlullah ile karşılaştıklarında da “Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mudur?” hitabıyla onun putlara yaptığını büyütüyorlardı. Bunun yanında kendi hareketlerini unutuyorlar, Allah’ın bir kulu olarak onu inkâr etmelerini ve kendilerine indirilen Kur’ân’dan yüz çevirmelerinin kötü bir davranış olduğunu hiçbir şekilde kabul etmiyorlardı. Bu hal öyle kötü bir aşamaya gelmişti ki onların tabiatlarının bozukluğunu ve takdir güçlerinin dumura uğradığı belirtilmektedir.227 Mevdûdî’ye göre bu ifadelerle sadece kâfirlerin niçin alay ettiklerine değinilmekte, fakat nasıl alay ettiklerine, ne söylediklerine değinilmemektedir. Kesin olarak şu var ki kâfirler, Peygamber’den elleriyle yaptıkları putlara karşı çıktığı için ondan intikam almak için farklı ifade ve sözler kullanıyorlardı. Ayrıca inanmayanlar şöyle tenkit edilmektedirler: “Siz ellerinizle yaptığınız putlarınıza ve yalancı ilahlarınıza o denli sevgi besliyorsunuz ki, onlara karşı yapılan hiçbir şeye müsamaha gösteremiyorsunuz. Hatta Allah’ın Resûlü ile alay ediyorsunuz. Ne var ki Rahman’ın adını işittiğinizde hemen aceleye kapılıp kibirlenerek O’nu anmayı bir tarafa bırakmanızdan utanmıyorsunuz.”228 Sait Şimşek de bu âyetle ilgili samimi dindarları alaya alıp küçümsemenin müşriklerin ileri gelenlerinin peygamberi kendi değer ve bakış açıları içerisinde hep küçümsedikleri gibi günümüzde de aynı şekilde devam ettiğini ifade etmektedir.229 Sait Şimşek’in karşılaştırmasına baktığımızda bunun günümüz Müslümanları için söylenmiş olabileceğini anlamaktayız. Nitekim günümüzde bu alaya toplum içerisinde samimi dindarların yine Müslüman olan ancak dine hayatlarında uygulama alanı olarak yer vermeyen birtakım kimseler tarafından maruz kaldığı görülmektedir. Bunun için Müslüman bir kişi de alay ederken her zaman için ne ile alay ettiğine ve yaptığı alayın nelere yol açabileceğine bu âyetleri de göz önüne alarak dikkat etmelidir ve bu davranışından vazgeçmelidir. Alay konusunda Hz. Peygamber’i teselli ve müşriklere sert bir tehdit içeren diğer bir âyet ise şu şekildedir: َّلذٖيَنَُسِخ رواُِمْن هْمَُماَُكا نواُِبهَُٖيْسَتْهزُِٶنَُ“ ”َوَلَقِدُاْس تْهِزَئُِب ر س لُِمْنَُقْبِلَكَُفَحاَقُِبا “Andolsun ki, senden önceki peygamberlerle alay edildi; ama onları alaya alanları, o alay konusu ettikleri şey kuşatıverdi.”230 227 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, s. 2379. 228 el-Mevdûdî, a.g.e., III, s. 307. 229 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 376. 230 Enbiya 21/41. 40 Bu âyetle Allah (c.c.) Hz. Peygamber’i teselli etmekte ve haber verdiği azabı yalanlamalarına sabretmesini istemektedir. Çünkü geçmiş ümmetlerin yalanlayıcıları da kendi resullerini yalanlamış ve dünyada başlarına azabın inmeyeceğini iddia etmişlerdi. Hz. Peygamber de Mekke kâfirlerine azabın geleceğini haber verdiğinde onlar da aynen geçmiş inkârcıların yaptığı gibi azabı yalanlayarak onunla alay ettiler.231 Âyette Hz. Peygamber’e bir vaat vardır ve bu da müşriklerin ona ettiklerinin aynısının kendi başlarına geleceğidir ve nitekim peygamberlerle alay edenlerin de yaptıkları şeyler ceza olarak onların başlarına gelmiştir.232 Nesefî bu âyetle Rasûlullah’ın kendisiyle alay edilmesine karşın teselli edildiğini, peygamberlerin başlarına gelenlerin de onun için bir örnek olduğunu ve diğer peygamberleri alaya alanların yaptıklarından dolayı kuşatıldıkları gibi, (Mekke müşriklerinin de) ona yaptıkları tarafından kuşatılacaklarının haber verildiğini ifade etmektedir.233 Peygamberlerle alay edenlerin bu fiillerinin sonucu olarak kendilerinden önceki kavimler örnek gösterilerek uyarılmaktadırlar. Önceki kavimlerde bulunan alaycıların başlarına çok kötü belaların geldiği ifade edilmektedir. Her ne kadar kökten yok edici bir azap onların başına gelmeyecekse de ölüm, esaret ve mağlubiyet gibi pek çok azaplarla yüz yüze geleceklerdir. Öyle ise peygamberlerle alay etmekten vazgeçsinler. Aksi halde onlarla alay edenlerin akıbeti bellidir. Allah’ın şaşmaz kanunu her zaman böyle cereyan etmiştir. İstihza edenlerin acı akıbetleri de bu şekilde görülmüştür. Allah’tan başka gece ve gündüz onları koruyup dünya ve ahiret azabından alacak kimseleri yoktur. O halde bu alaycı tavırlarından bir an evvel de vazgeçmeleri gerekmektedir.234 Peygamberlerle alay etmek anlamında Ra‘d 32. âyette şöyle geçmektedir: ُِب“ َّمُاََخْذ ت هْمَُفَكْيَفَُكاَنُِعَقا َّلذٖيَنَُكَف رواُث ”َوَلَقِدُاْس تْهِزَئُِب ر س لُِمْنَُقْبِلَكَُفَاْمَلْي تُِل “Andolsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi de ben inkâr edenlere mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. (Görseydin ki) azabım nasılmış!”235 Bu âyet ile “Ey Muhammed, nasıl ki kavminin müşrikleri seni yalanladılarsa senden önceki peygamberleri de kavimleri yalanlamış ve onları alaya almışlardı. Ben, o peygamberlerimi alaya alan kâfirlere zaman verdim. Onlar, sapkınlıklarına devam edip 231 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 357; et-Taberî, a.g.e., XVIII ss. 445-446. 232 el-Beyzâvî, a.g.e., IV, s. 52. 233 en-Nesefî, a.g.e., III, ss. 70-71. 234 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, s. 2380. 235 Ra‘d 13/32. 41 durdular. Sonra da onları azabımla yakalayıverdim. Onları cezalandırmam nasılmış bir bak da gör ve onlardan ibret al” denilmekte ve böylelikle Rasûlullah (s.a.v.) kavminin inkâr ve alaylarına karşı sabırlı olmaya davet edilmekte, kâfirlerin âdetlerinin böyle olduğu bildirilerek teselli edilmekte ve usanmaksızın tebliğ vazifesine devam etmesinin gereği açıklanmaktadır.236 Seyyid Kutub âyetin sonundaki “azabım nasılmış” sorusuna cevap vermenin hiç lüzumu olmadığını, buna cevap olarak nesillerin acı maceralarının yeterli olacağını söylemektedir.237 Ömer Nasûhî Bilmen (ö. 1971) bu âyetin Rasûlullah’ı teselli için indiğini ve âyette diğer Peygamberlerle de alay edilmiş olduğunu, öyle alay etmeye cüret edenlerin de ne elem verici azaplara çarpılmış bulunduklarını belirtmektedir. Âyet o müşriklerin ne kadar cahilce harekette bulunarak aldanmış olduklarını, küfürlerinin kendilerine süslü gösterilip onların nihayet dünyevî ve uhrevî azaplara yakalanıp himayeden mahrum kaldıklarını açıklamaktadır. Nitekim âyette bir takım harika olayların meydana getirilmesini alay yoluyla isteyen o müşriklerin sözlerinden dolayı üzülmemesi, kendinden önceki birçok peygamberin de kavimleri tarafından öyle alaya alındıkları Rasûlullah’a bildirilmektedir. O peygamberler de sabretmiş ve risalet vazifelerini yerine getirmeye devam etmişlerdir. Cenâb-ı Hak ise o kavimleri bir müddet yaşatmış, fakat onları en sonunda layık oldukları akıbete uğratmıştır. Bundan dolayı da âyette şöyle buyuruluyor: (Ben) yüce yaratıcı o (kâfir) alay etmiş (olanlara bir mühlet verdim) haklarındaki cezayı bir müddet erteledim. Hallerini düzeltebilmeleri için uygun bir vakit bıraktım. (Sonra onları yakaladım) devam edip durdukları küfür ve alay etmenin cezasına kavuşturdum. (Artık azap nasıl oldu?) onların haklarındaki ilahi azap ne kadar şiddetle meydana geldi. Bunu şimdiki müşrikler de bir düşünmeli değil midirler? İşte ey Resul! Seninle alay etme alçaklığını gösteren kâfirler de er geç böyle müthiş âkıbetlere uğrayacaklardır. Artık sen üzülme. Cenâb-ı Hak onların bütün kâfirce hallerini bilmektedir.238 Süleyman Ateş, bu âyetin bir önceki âyetle birlikte değerlendirildiğinde Kureyş’in mucize isteklerinin gerçekten inanmak, şüpheleri gidermek amacıyla değil, alay amacıyla olduğunun görüldüğünü ifade etmektedir. Onlar Hz. Muhammed’in peygamberliğine asla ihtimal vermiyorlardı. Onunla alay için bunu söylüyorlardı. Tabii onların bu tutumları, Hz. 236 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 178; Taberî, a.g.e., XVI, s. 460; Beyzâvî, a.g.e., III, s. 188; Nesefî, a.g.e., II, s. 208; İbn Kesîr, a.g.e., IV, s. 462. 237 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, s. 2062. 238 Ömer Nasûhî Bilmen, Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, İpek Yayınları, İstanbul ty., III, ss. 472-473. 42 Muhammed’i üzüyordu. Bu yüzden dolayı Cenab-ı Hak daha önceki peygamberlerle de alay eden eski kavimlerin helak edildiklerini bildirerek, kendisiyle alay edenlerin de günün birinde, önceki milletler gibi cezalandırılacağına işaret ediyor.239 Netice olarak bu âyet, hem Peygamber (s.a.v)’i teselli etmekte; alay konusu edilen peygamberin yalnız kendisi olmadığı, önceki peygamberlerle de alay edildiği kendisine hatırlatılmakta ve hem de alay eden o müşriklerin başına hemen bir musibet gelmemişse bunun, hiç gerçekleşmeyeceği anlamına gelmediği bildirilmektedir. Önceki dönemlerde iman etmeyenlere nasıl mühlet verildiyse, onlara da belli bir süre tanınmaktadır. Cezaya uğratılmadan bu mühleti değerlendirip iman etmeleri beklenmektedir.240 3. Âyetlerle Alay Etmek İnanmayanların en önemli vasıflarından birisi kendilerine getirilen mesaj karşısında o hitabı kendilerine getiren elçileri alaya aldıkları gibi aynı zamanda gelen hitabı de alaya alma- larıdır. Bu onların psikolojik olarak takındıkları bir hal olup, bunu bazen getirilen mesaj hak- kında şüpheye düşmekle, bazen ise kendilerine ulaşan âyetlerin içeriğini alaya almakla, o âyetlerle alay etmek şeklinde yapmaktadırlar. Kendilerine anlatılan şeylerin gerçekliğine inanmama hususunda Allah’ın zikretmiş olduğu bir âyet şu şekildedir: ٖفىَُش كَُيْلَع بونَُ“ ”َبْلُ هْمُ “Fakat onlar, şüphe içinde eğlenip duruyorlar.”241 İnanmayanların durumları bu şekilde bildirilmekte ve bunun neticesi de kendilerine haber verilmektedir. Hayır, onlar şüphe içinde oynayıp dururlar. Onlar, kendilerine anlattığın şeylerin gerçekliğine inanmıyorlar. Aksine ondan şüphe ediyor ve şüpheleriyle oyalanıp duruyorlar.242 Bu âyette müşriklerin şüphe içinde oynayıp durdukları, yani onlara kesin gerçek geldiği halde onun hakkında şüphe etmeleri, tereddüde düşmeleri ve onu doğrulamamaları durumu vardır. 239 Ateş, a.g.e., IV, s. 478. 240 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 76. 241 Duhan 44/9. 242 et-Taberî, a.g.e., XXII, s. 10. 43 Âyetin devamında bu şüphe içinde oynayıp durmanın cezası olarak “O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle!”243 buyurulmaktadır. Söz konusu duman ile kıyamete yakın yeryüzünü saracak bir dumanın kastedildiğini ifade edenler olmuş ancak müfessirlerin çoğu, bununla kıtlık yıllarının kastedildiğini söylemişlerdir.244 Bununla ilgili İbn Kesîr tefsirinde çeşitli rivayetler geçmekte olup bunlardan biri şöyledir: “Süleyman b. Mihran el-A’meş, Ebu’d-Duha Müslim b. Sabih’den o Mesruk’tan şöyle dediğini nakletti: Kinde kapıları yanındaki mescide –yani Kufe mescidine- girdik. Arkadaşlarına vaaz eden bir adam gördük. ‘O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle’ buyruğunu okuyup bu dumanın ne olduğunu biliyor musunuz? Bu duman kıyamet gününde gelecek, münafıkların kulaklarını sağır, gözlerini kör edecek, müminler de bundan dolayı nezleli gibi olacaktır, dedi. (Mesruk) dedi ki: Biz de İbn Mesud’un yanına gittik, ona bunu söyledik. O esnada uzanmış yatıyordu. Dehşetle doğrulup oturdu ve şöyle dedi: Aziz ve celil olan Allah sizin nebinize: ‘De ki: Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben kendimi zorlayarak bir şeyler uyduran değilim.’245 diye buyurmuştur. Elbette ki kişinin bilmediği bir hususta Allah en iyi bilendir, demesi ilmin bir gereğidir. Şimdi ben size buna dair bir durumu anlatayım. Kureyşliler İslam’a girmekte gecikip, Resulullah’a karşı direnmelerini sürdürünce onlara Hz. Yusuf’un kıtlık yılları gibi kıtlık belasına uğratılmaları için beddua etti. O kadar sıkıntıya düştüler, o kadar aç kaldılar ki kemikleri ve leşleri yiyecek hale geldiler, gözlerini semaya kaldırdıklarında dumandan başka hiçbir şey göremez oldular.”246 Âyette şüphe edenleri ve münafıkları eğlenmekle vasfetmesi, onların tereddütlerinden, din hususundaki şaşkınlıklarından, dünya ile meşgul olup onun süsüne aldanmalarından dolayıdır.247 Mevdûdî bu âyetin kısacık bir ifadeyle çok önemli bir gerçeğe değindiğini belirtmektedir. Tanrıtanımazlar ve Allah’ı tanımakla birlikte O’na ortak koşanlar, düşüncelerinde ne kadar bağnaz olurlarsa olsunlar, kalplerinde zaman zaman birtakım kuşkular doğmaktadır. Ancak kalplerindeki bu kuşkular, onların muvahhid bir tavır almalarına yetmemekle birlikte Allah’ı inkâr etme ve O’na ortak koşma konusundaki düşüncelerinden emin olmadıkları bir halde helak olup gitmektedirler. Yani, ne kadar kesin 243 Duhan 44/10. 244 M. Sait Şimşek, a.g.e., IV, s. 494. 245 Sâd 38/86. 246 İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 247. 247 el-Bursevî, a.g.e., VIII, s. 314. 44 bir tanrıtanımaz veya müşrik olsalar da, onların dinleri şüphe üzerine kuruludur. Onlar, din hakkında ciddi endişeler taşıyan kimseler değillerdir. Onlar için önemli olan bu dünyadır. Dolayısıyla gece gündüz tüm enerjilerini dünyada servet elde etmek ve refaha kavuşmak için harcarlar. “Din” onlar için sadece bir oyalanma vasıtasıdır ve “din” hakkında hiçbir zaman ciddiyetle düşünmezler. Dikkat edildiğinde, dini bir takım ibadet ve merasimleri dahi, bir çeşit eğlence niteliğindedir.248 Mevdûdî bu yorumuyla onların oyun içinde dalıp gitmelerinin aslında “din” diye edindikleri şeyler içerisinde yaşadıkları bir bocalamanın olduğunu ifade etmektedir. Böylelikle âyet Mekke dönemindeki müşriklerin putlarla eğlenmelerinden günümüz müşrik-tanrıtanımazları dâhil Allah’ın mesajına gerekli değeri göstermeyip kendi heva ve hevesleri doğrultusunda oyalanan herkesi kapsamaktadır. Müşriklerin bir diğer yaptıkları şey âyetlerden bir şey öğrendikleri zaman da onları alaya almaktı. Ancak bu yaptıklarının şiddetli bir azab ile karşılık bulacağı kendilerine şu âyetle bildirilmektedir: ”َوِاَذاَُعِلَمُِمْنُٰاَياِتَناَُشْيًپاُاتََّخَذَهاُ ه زًواُا وٰلِئَكَُل هْمَُعَذاٌبُ مهٖينٌُ“ “(O) âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!”249 Bu âyette müennes zamiriyle “َّتَخَذَها ُ ه“ ifadesine yer verilip müzekker zamiriyle ”ِا َّتَخَذ ”ِا denmemiştir. Bunun sebebi, söz konusu inkârcıların kullanılan ifadelerden, o şeyin âyetler, mucizeler cümlesinden olduğunun farkına vardığında, hemen onu alaya aldıklarını bildirmeleri ve duyurmaları içindir. Çünkü bu şekilde bütün âyetleri alaya almaya dalar, hepsiyle istihzada bulunur. Sadece kendisine ulaşan âyetlerle alay etmekle yetinmez. Ayrıca söz konusu zamirin “َشْيئًُا” ifadesine raci olması da mümkün olabilir. Çünkü âyette geçen “َشْيئًُا” kelimesi âyet manasındadır.250 “Alçaltıcı bir azap vardır” ile onları zelil kılacak, kuvvetlerini ve izzetlerini yok edecek bir azap vardır denilmektedir. Burada azap kelimesini “alçaltma” sıfatı ile sıfatlandırılması Allah’ın âyetlerini alaya almaları, büyüklük taslamaları fiiline karşılıktır.251 248 el-Mevdûdî, a.g.e., V, s. 299. 249 Câsiye 45/9. 250 en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 108. 251 el-Bursevî, a.g.e., VII, s. 339. 45 Mukâtil b. Süleyman bu âyetin Bedir’de öldürülen Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedir. Allah (c.c.) ölümünden sonra durumunu bildirmek için bu âyeti indirmiştir. Çünkü onun iddiasına göre Kur’ân’da anlatılanlar Rüstem ve İsfendibaz (İsfendiyar) hakkında anlatılanlar gibidir. İşte böyle diyenlere yani Nadr ve Kureyşli arkadaşlarına “mühîn bir azab”, yani dünyada Bedir günündeki alçaltıcı bir azab vardır.252 Nadr ve Kureyşlilerin yaptıkları bu fiilin cezası şu şekilde bildirilmektedir: “Ötelerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah’ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.”253 İnanmayanlar Kur’ân-ı Kerîm’den bir şey öğrenecek oldukları zaman onu inkâr eder, dalga geçerler ve alaya alırlar. Mesela Kur’ân’ın bir âyetini işittiklerinde onda yanlış bir taraf ararlar ve âyeti siyak ve sibakından çıkararak yorumlamaya çalışıp onu alay konusu yaparlar.254 Ancak onlara bu fiillerinin karşılığı olarak “alçaltıcı bir azap” vadedilmektedir. Âyetin devamında ise böyle birisinin diriltileceği günde kendisine verilecek azabı açıklanarak şöyle buyurulmaktadır: “Cehennem de önlerinde” yani bu niteliğe sahip olanların hepsi kıyamet gününde cehenneme götürüleceklerdir. “Kazandıklarının da” yani mallarının da, evlatlarının da “Allah’tan başka edindikleri velilerinin de kendilerine hiçbir faydası olmaz.”255 Allah’ı bırakıp kendilerine ibadet ettikleri ilahlarının onlara hiçbir faydası olmaz. “Onlar için çok büyük bir azap da vardır.” Sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bu” yani Kur’ân “bir hidayettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlar için en ağır türden ve can yakıcı” canı acıtan, acı ve ızdırap veren “bir azap vardır.”256 Allah’ın âyetleriyle, dinî gerçeklerle ve sadece dinlerine olan samimiyet ve bağlılıklarından dolayı inananlarla alay etmek, sadece müşrik Arapların bir davranışı değildir. Önceki münkirler de günümüz münkirleri de onların yolunu izlemeye devam etmektedirler. Bu yüzden o müşrikleri nasıl çetin ve alçaltıcı bir azap bekliyorsa, bunları da elbette öyle bir azap beklemektedir.257 252 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 211. 253 Câsiye 45/10. 254 el-Mevdûdî, a.g.e., V, s. 319. 255 Câsiye 45/10. 256 Câsiye 45/11. 257 M. Sait Şimşek, a.g.e., IV, s. 504. 46 a. Âyetlerle Alay Konusunda İnananların Tutunması Gereken Tavır Nisa sûresi 140. âyette bir yandan münafıkların bir davranışı anlatılmakta, diğer yandan ise hem münafıklara hem de gerçekten iman etmiş olanlara uyarıda bulunulmaktadır. Münafıklar, Yahudi din adamlarının yanında oturur ve onlardan Kur’ân aleyhine şeyler dinlerlerdi. İşte bu âyette onlara şu uyarı yapılmıştır: ٖفىُ هتىَُي خو ضواُ ُْق ع دواَُمَع هْمَُح ِبَهاَُفاَلَُت للُي ْكَف رُِبَهاَُو يْسَتْهَزاُ ِ ه َاْنُِاَذاَُسِمْع تْمُٰاَياِتُا َّزَلَُعَلْي كْمُِفىُاْلِكَتاِبُ َوَقْدَُن ُث َللَُجاِم عُاْل مَناِفقٖينََُُواْلَكاِفرٖيَنُفٖىَُجَهنََّمَُجمٖيًعا“ُ”َحدٖي ه َّنُا َغْيِرهُِٖانَّ كْمُِاًذاُِمْث ل هْمُِا “O (Allah), Kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, Münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”258 Böylece Allah Müslümanlara, Kur’ân ile alay etmeleri halinde Mekke kâfirleri ve Medine münafıkları ile birlikte oturmayı yasakladı. Sonrasında ise onlarla birlikte oturmaları ve alaylarına ses çıkarmayıp razı olmaları halinde, küfürde onlar gibi olacaklarını açıklayarak uyardı.259 Nesefî bu âyetteki “ُْم ُِمْث ل ه ُِاذاً َّن كْم ifadesinin, “onlarla birlikte bulunduğunuz takdirde ”ِا günahta onlar gibi olursunuz” anlamına geldiğini ifade etmektedir. Buradaki benzerlik her bakımdan değildir. Çünkü münafıkların Kur’ân hakkında konuşmaları, onu dillerine dolamaları küfürdür. Ancak Müslümanların onlarla beraberlikleri, bir arada bulunmaları ise masiyettir.260 Bursevî ise Nesefî’den farklı olarak “Yoksa siz de onlar gibi olursunuz” ifadesinin “o esnada kendileriyle oturmaya devam ederseniz onlar gibi olursunuz. Onların yaptıklarını yaparsanız inkâr açısından o Yahudilere benzer ve azaba uğrarsınız. Çünkü, küfre rıza göstermek de küfürdür. Allah’ın âyetlerini alaya almak için bir araya gelenler ve onlara uyup yanlarında oturanlar azaba ortak olacaklardır. Biliniz ki öyle bir ortamda onlarla bir arada bulunmak, ruhların birbirleriyle tanışıp muhabbet kurmalarına sebep olur.” diyerek bunun bir masiyetten de öte küfür olduğunu ifade etmiştir.261 Ömer Nasuhi Bilmen de bir kimsenin küfre razı olduğunda kâfir olduğunu, yine bir kimsenin kötülüğün, gayrı meşru bir durumun işlendiği yerde bulunup, onu işleyenlere karıştığı takdirde kendisi o kötülüğü fiilen 258 Nisa 4/140. 259 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, I, s. 264. 260 en-Nesefî, a.g.e., I, s. 245. 261 el-Bursevî, a.g.e., II, s. 243. 47 işlemese bile onlarla beraber olduğunu ifade etmektedir. Sadece onların kötü işlerini kınadığı zaman bir korku, bir zaruret ve sakınma hali gerekiyorsa o zaman sorumlu olmadığını, bununla beraber öyle bir ortamda bulunan bir mü’min için eğer imkân varsa onların gayrı meşru hareketlerinin kınamasını, onları usulü çerçevesinde aydınlatma ve irşad etmeye çalışmasını, bunun iyiliği emretme vazifesinin bir gereği olduğunu ifade etmiştir.262 Âyetle ilgili farklı görüş ve yorumlara bakıldığında görülmektedir ki Allah’ın âyetleri inkâr edildiği veya onlarla alay edildiği zaman, inanan kişinin bunlara gereken cevabı verememesi gibi bir durum söz konusu ise o zaman orada oturma yasağı verilmektedir. Eğer inanan kişi yapılanlara cevap verecek veya cevap verme imkânı olacaksa söylenenleri bitene kadar dinler. Kendisinin söz söyleme imkânının olduğu uygun bir ortamda ise gerekli cevabı verir. Peygamber (s.a.v.) Necran Hıristiyanlarının İslâm’a itirazlarını kendi mescidinde dinlemiş ardından ise yaptıkları itirazlara cevap vermiştir. Zaten müslüman olmayanları dinlemeden ve onların itiraz ettikleri şeyin neye olduğunu anlamadan onları İslâm’a davet etmek de mümkün değildir.263 b. Âyetleri Alay Konusu Edinenlerin Sonu Ahirette en çok ziyana uğrayacak olanlar, bu dünya hayatında sağlıklı bir bilgiye dayanmaksızın iyi ameller yaptıklarını sananlardır. Çünkü amellerin temelinde doğru bilgi vardır ve buna dayalı iman olmadıkça ameller boşa gider. İnanmayanlar da sağlıklı bir bilgiye dayanmadıklarından dolayı inkara gidiyor, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini ciddiye almayıp onlarla alay eder bir duruma düşüyorlar.264 Bunun neticesi olarak da aşağıda zikredilen bazı âyetlerdeki tehditlerle yüz yüze kalmaktadırlar: ٖلىُ ه زًوا“ َّن مُِبَماَُكَف رواَُواتََّخ ذواُٰاَياتٖىَُو ر س َُجَه ”ٰذِلَكَُجَزا ؤ هْمُ “İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve resullerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.”265 İnkâr edenlerin karşılığı,ُ iman etmeleri gerekirken inkâr edip de Kur’ân’ı, Allah’ın âyetlerini ve Rasûllerini alay edinmeleri sebebiyle cehennemdir. Muhammed’i (s.a.v.) eğlence 262 Bilmen, a.g.e., II, s. 150. 263 M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 583. 264 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 291. 265 Kehf 18/106. 48 edinmeleri, yani Kur’ân ve Muhammed (s.a.v.) ile alay etmeleri, bunların Allah’tan olmadığını iddia etmeleri sebebiyledir.266 Âyetteki “cehennem” kelimesi “ُْم kelimesinin ”َجَزا ؤ ه atfı beyanıdır. Yani, inkar ettikleri ve Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini eğlence yerine koydukları için onların cezası cehennemdir demektir.267 Bilmen, Allah’ın âyetlerini inkar eden kişi hakkında şöyle demektedir: “Evet.. bir kere insaflıca düşünmelidir. Bir kimseye ki Allah Teâlâ hayat, sıhhat, akıl vermiştir. O kimse bu sayede yaşıyor, bir çok sanat eseri vücuda getirebiliyor, dünya hayatı itibariyle faideli şeyler keşf ve icad edebiliyor. Şimdi böyle bir kimse, kendisine bu kudreti, bu ehliyeti veren Yüce Yaratıcının varlığını, birliğini, kudretini düşünüp tasdik etmeli değil midir?. O Kerem Sahibi Yaratıcının mucizeler ile desteklemiş olduğu Peygamberlerini de tasdik eylemeli değil midir?. Ve o Hikmet Sahibi Yaratıcının bütün insanlığın maddî ve manevî selâmet ve saadete kavuşturacak olan Kur’ân-ı Kerim’ini de yüceltmeye ve takdire çalışmalı değil midir?. Bunun aksine olarak nankörlükte bulunursa, nail olduğu nimetlerin, kabiliyetin şükrünü yerine getirmekten kaçınırsa, gözleri önünde parlayıp duran bir takım mukaddesatı inkâra cüret eylerse artık başkalarından daha çok cezayı hak etmiş olmaz mı? Öyle bir şahıs, eğer insanlığa faideli bir eser meydana getirmiş olursa onun mükâfatını dünyada görmüş olabilir. Bu gibi kimseler, iyiliklerini, mükâfatlarını dünyada görmüş geçirmiş olurlar. Fakat kendisine öyle bir kabiliyet ve muvaffakiyeti vermiş olan Yüce Yaratıcıyı layıkıyla bilip tasdik etmemiş ve diğer mukaddesatı inkâr eylemiş olunca artık bu nankörlüğün cezasını elbette ki, ahirette görecektir. Bu bir hikmet gereğidir, bir dinî hakikattır.”268 Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için verilecek olan cezanın âyette bildirilmesinin akabindeki iki âyette ise inanıp salih amel işleyen kimseler için verilecek olan nimetlerden bahsedilmiş, böylelikle hem inananlara moral ve destek olunmuş, hem de inanmayan ve inkâr-alay içerisinde bulunan kimselerin nelerden mahrum kalacakları bildirilerek bu nimetler ifade edilmiştir. Nitekim bu iki âyette şöyle geçmektedir: “ İnanıp iyi işler yapanlara gelince, onların konağı da Firdevs cennetleridir. Orada sürekli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.”269 266 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 303; et-Taberî, a.g.e., XVIII, s. 129; İbn Kesîr, a.g.e., V, s. 203; el-Bursevî, a.g.e., V, s. 234. 267 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 31. 268 Bilmen, a.g.e., IV, s. 302. 269 Kehf 18/107, 108. 49 Yüce Allah, insanları varlığını, işlerinin hikmet ve düzenini, kudretinin yüceliğini anlamaları için, yarattığı şeyleri düşünmeğe çağırmaktadır. İnsanlardan canlıları, insan bedenindeki yaratılış düzenini, göklerde ve yerde bulunan sayısız yaratıkları da düşünmeye davet etmektedir. Ayrıca her şeye belli bir ömür biçildiğini düşünen kimseler, Allah’ın gücünü ve insanların mutlaka bir gün Allah’ın huzuruna çıkacağını anlar ve ahiret hayatına inanırlar. Ama insanların çoğu ahireti inkâr etmiştir. Kendilerinden önce nice nesiller gelmiş, dünyada daha uzun yaşamışlar veya dünyayı çok imar etmişler, dünya yaşamının hiç bitmeyeceğini sanmışlardır. Bunun neticesi olarak da kendilerini uyarıp ahireti hatırlatmaya çalışan peygamberleri yalanlamışlar, böylece Allah’ın cezasına çarpılmışlardır. Bu bağlamda peygamberlerini yalanlayıp kötülük işleyenlere, onları alaya alanlara uygulanan ilahi yasayı şu âyetin ortaya koyduğunu görmekteyiz: ِللَُوَكان واُِبَهاَُيْسَتْهزُِٶنَُ“ ه َّذب واُِبٰاَياِتُا َاْنَُك ُّسوٰاىُ َّمَُكاَنَُعاِقَبَةُالَّذٖيَنُاََسا ؤاُال ”ث “Sonunda, Allah’ın âyetlerini yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların akıbetleri pek fena oldu.”270 İlahi yasa bu olup Allah’tan gelen bir cezadır ve bir zulüm de değildir. Çünkü bu kendi hareketlerinin bir sonucudur ve İlahi adaletin bir tecellisidir.271 Burada kötülük edenlerin, yani şirk koşanların akıbetinin, dünyada azaba uğratıldıktan sonra kötü olduğu, çünkü Allah’ın âyetlerini, yani dünyada kendilerine azabın gelmeyeceğini söyleyerek yalanlayıp üstüne azabın gerçekleşmeyeceğini de iddia alay ettikleri anlatılmaktadır.272 Elmalılı (ö.1942), Allah’ın âyetleriyle alay edip onları yalan sayanların sonlarının, sonların en kötüsü olan cehennem azabı olduğunu ifade etmektedir.273 Âyetlerle alay edenler için ifade edilen şeylerden birisi de alçaltıcı bir azaptır. Bu, âyette şöyle geçmektedir: ”َوِاَذاَُعِلَمُِمْنُٰاَياِتَناَُشْيًپاُاتََّخَذَهاُ ه زًواُا وٰلِئَكَُُل هْمَُعَذاٌبُ مهٖينٌُ“ “(O) âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!”274 270 Rum 30/10. 271 Ateş, a.g.e., VII, s. 11. 272 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 7. 273 Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, sad. İsmail Karaçam ve diğerleri, Azim Dağıtım, İstanbul, ty., VI, s. 242. 274 Câsiye 45/9. 50 “Âyetlerle alay etmek” kısmında da incelediğimiz bu âyette “alçaltıcı bir azap vardır” ile onları zelil kılacak, kuvvetlerini ve izzetlerini yok edecek bir azap vardır denilmekte. Burada azap kelimesinin “alçaltma” sıfatı ile sıfatlandırılması Allah’ın âyetlerini alaya almaları, büyüklük taslamaları fiiline karşılıktır.275 Yani görülmektedir ki onların Allah’ın âyetlerini alaya almaları neticesinde alçaltıcı bir azap vadedilmektedir. Bu azap ise dünyada zelil ve hakir konuma düşmeleri, ahirette ise ebedi cehennem azabına maruz kalmalarıdır. 4. İnananlarla Alay Etmek İnananlarla alay etme konusundaki âyetlere baktığımızda iki insan tipinin yer aldığını görmekteyiz. Bu durum Bakara sûresi 212. âyette şöyle ifade edilmektedir: ُْنَُيَشا ءُِبَغْيرُِ ْ قَُم َيْر ُ لل ه َّلذٖيَنُاتََّقْواَُفْوَق هْمَُيوَُْمُاْلِقٰيَمِةَُوا ُّدْنَياَُوَيْسَخ روَنُِمَنُالَّذٖيَنُٰاَم نواَُوا َّلذٖيَنَُكَف رواُاْلَحٰيو ةُال ِي َنُِل ْ ”ُ ِحَسا بُ“ “Kâfir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysaki (iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız lütufta bulunur.276 Âyetteki iki insan tiplemesinden biri, dünya hayatının geçici zevk ve menfaatlerinin, şan ve şöhretinin, makam ve çekiciliğine kapılıp ebedi iyiliklerden uzaklaşan, geçici ve aldatıcı şeyleri değer ölçüsü kabul edip bunlara sahip olmayan yahut bunları kalıcı değerler olarak görüp önemsemeyen mü’minlerle alay etme ilkelliğini gösteren inkârcılardır. Diğer tipleme ise bu inkârcılar tarafından alay edilen, fakat herkesin gerçek değerinin ölçüleceği hesap gününde onlardan üstün tutulacak ve sonuç olarak Allah’ın hesapsız lütuflarını kazanacak olan takva sahipleridir. Yani dini duyarlılığı ve sorumluluk bilinci yüksek olan inananlardır.277 Mukatil b. Süleyman bu âyetin “Dünya hayatı, yakın olan ve orada onlara bol bol verilen dünyalık küfredenlere süslenmiştir…” kısmının münafık olan Abdullah b. Übey ve arkadaşları hakkında indiğini, “ve iman edenlerle istihzâ ediyorlar, yani maişet hususunda fakir oldukları için iman edenlerle alay ediyorlar” kısmının ise Abdullah b. Yâsir el- 275 el-Bursevî, a.g.e., VII, s. 339. 276 Bakara 2/212. 277 Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kâfi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, DİB Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2006, I, s. 328. 51 Mahzûmî, Benî Teym b. Mürre’den Suhayb b. Sinan, Ebû Bekr’in azadlısı Bilal b. Rebâh, Benî Zühre’nin antlaşmalısı İbn Umm Bahâr es-Sakafî’nin azadlısı Habbâb b. el-Eret, Ebû Huzeyfe’nin azadlısı Sâlim, Ebû Bekr es-Sıddîk’ın (r.a) azadlısı Âmir b. Fuheyre, Abdullah b. Mes’ûd, Ebû Hureyre ed-Devsî ve benzeri fakir olan kimseler hakkında indiğini rivayet etmektedir. Ve Allah’ın burada: “Beni hesaba çekecek, benden daha üstün bir hükümdar, bir egemen yoktur. Mutlak egemen olan benim. Ben kâfirlerin rızkını yayıp mü’minlerin rızkını kıstığım vakit de dilediğime hesapsız rızık verebilirim” dediğini ifade ediyor.278 Elmalılı ise buna ek olarak Kurayza Oğulları, Nadir Oğulları, Kaynuka Oğulları Yahudilerinin âlimlerinin de muhacirlerin fakirleriyle eğlenmek istediklerini ve bu âyetin nüzul sebebinin bu olaylardan biri olduğunu, bu konuda üç rivayet bulunduğunu ifade etmektedir. 279 Kâfirler bu hayatta böbürlenmek ve mal çokluğuyla övünmek isterler. Bunun neticesi olarak da iman edenlerin bir kısmıyla alay ederler. Bunun sebebi ise inananların dünyayı ve dünyanın ziynetlerini terk etmeleridir. Oysa ki iman edip, farzlarını ede eden ve yasaklarından kaçınarak Allah’ın azabından sakınanlar kıyamet gününde cennette bu kâfirlerin üzerinde olacaklardır.280 Yine kıyamet gününde ise zillet içinde olacak olanlar inanmayanlardır. İman edenler kendileriyle onların dünyada yaptıkları gibi alay edeceklerdir.281 Geçici dünya malına güvenerek üstünlük taslayanlar her zaman olmuştur. Fakat insanın değeri dünya malıyla ölçülemez. Bir insanın dünyada refah içinde yaşaması, mutlaka onun Allah katında makbul bir kimse olduğunu göstermeyeceği gibi fakirlik ve sıkıntı içinde yaşaması da onun kötü olduğuna delalet etmez. İyilik takvaya bağlıdır. Takva sahibi olmayan kimseler için zenginlik bir azaptır, çünkü o malların hesabını vereceklerdir. Sabreden mü’min fakirler içinse çektikleri sıkıntılar, zor durumlar bir sınavdır ve bu sınavdan galip çıktıklarında ebedî nimetlere ereceklerdir. Ahirette her şeyin iç yüzü ortaya çıkacaktır. O zaman kibirli zenginler, servetlerinin nasıl bir azap kesildiğini, sabreden fakirler de sıkıntılarının ne nimetlere dönüştüğünü göreceklerdir. Rızkı veren de alan da Allah olup herkesin hakkında neyin hayırlı olduğunu bilen ve herkese hakkında hayırlı olanı veren de Allah’tır.282 Ayrıca inanmayanların hayat felsefeleri dün nasıl idiyse bugün de öyledir. Aynı şekilde inanan kimselerin hayat felsefeleri de dün nasılsa bugün öyledir. Yani dün ahirete inanmayanlar, ahireti önceleyen inananlarla nasıl alay ediyorlarsa bugün de alay ediyorlar ve yarın da alay 278 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, I, ss. 110-111. 279 Elmalılı, a.g.e., II, s. 69. 280 et-Taberî, a.g.e., IV, ss. 273-274; ez-Zemahşerî, a.g.e., I, s. 282; Bilmen, a.g.e., I, s. 202. 281 el-Beyzâvî, a.g.e., I, s. 135. 282 Ateş, a.g.e., I, s. 355. 52 edeceklerdir. Ancak güçlü iman sahipleri bunların hiçbirine aldırmadan yollarına devam edecek, ebedî olan hayatta inananların üstünlükleri muhakkak ortaya çıkacaktır.283 5. Duaları Sebebiyle İnananlarla Alay Etmek İnananlarla alay etme hakkındaki bir diğer âyet ise “Rabbimiz, biz iman ettik. Bizi bağışla. Bize acı. Sen acıyanların en hayırlısısın.”284 şeklinde dua eden Mü’minler ile alay edenlerin bildirildiği âyet olan Mü’minûn Sûresi 110. âyetidir. Bu âyet: ُْمُِمْن هْمَُتْضَح كونَُ“ ٖرىَُو كْن ت هتىُاَْنَسْو كْمُِذْك ااَُح َّتَخْذ ت مو هْمُِسْخِری ”َفا “İşte siz onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni yâdetmeyi unutturdu, siz onlara gülüyordunuz.”285 Âyette belirtilen bu durum alay etmenin en son safhasıdır.286 Mukatil b. Süleyman bu âyetin Bilâl, Ammar, Selman, Süheyb ve onlar gibi fakir olan ashab hakkında indiğini söylemiştir. Ebû Cehil, Utbe ve Ubey b. Halef gibi inkârcı Kureyşliler, onlarla ve Müslümanlıklarıyla alay ediyor ve kendilerine eziyette bulunuyorlardı.287 Alay edilenlerin ashabı kiram olduğu veyahut sadece ashabı suffe olduğu da söylenmiştir.288 İnananların Allah’a dua etmeleri, ona yalvarıp yakarmaları sebebiyle onlarla alay edenlere Allah’ı hatırlamak unutturuldu. Yani onların inananlara olan kini, onların yaptıklarına ve ibadetlerine gülmeleri, Allah’ın onlara nasıl davranacağını unutturdu.289 Bu âyeti, kendinden önceki beş âyeti de göz önüne alarak değerlendirdiğimizde görülür ki burada ahirette inkârcıların yargılamalarından bir sahne sunulmaktadır. Allah, inkârcılara âyetleri kendilerine okunduğunda onları reddettiklerini hatırlatır. Kuşkusuz inkârcıların bütün kötülükleri öncelikle âyetleri inkâr etmeleriyle başladığı için bu suçun altının özellikle çizildiği görülmektedir. Dünyada iken samimi Müslümanların ahiret kurtuluşu için dua ve yakarışta bulunurken inkârcıların bu günahsız müminleri küçümseyip 283 M. Sait Şimşek, a.g.e., I, s. 230. 284 Mü’minun 23/109. 285 Mü’minun 23/110. 286 el-Bursevî, a.g.e., VI, s. 78. 287 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 405. 288 el-Beyzavî, a.g.e., IV, s. 96; en-Nesefî, a.g.e., III, s. 108. 289 İbn Kesîr, a.g.e., V, s. 499. 53 alaya aldıkları bildirilmektedir.290 Alay edenlerin ve alay edilenlerin netice olarak geldikleri makama bakıldığında ahirette inananlarla daha önce alay edenlerin nasıl alay ettikleri kendilerine hatırlatılacaktır. Onların iman etmişlerle alay konusuna ne kadar çok daldıkları, bu durumun da onların Allah’ı bile hatırlamalarına engel olduğu da kendilerine hatırlatılacaktır.291 Alay etmek manasına gelen ve tezin birinci bölümünde de incelediğimiz “gamz/ ُاَْلَغْمز” kelimesi âyette şu şekilde geçmektedir: ُّرواُِبِهْمَُيَتَغاَم زونَُ“ َّلذٖيَنُٰاَم نواَُيْضَح كونَُ“ ”َوِاَذاَُم َاْجَر مواَُكان واُِمَنُا َّنُالَّذٖيَنُ ”ِا “Şüphesiz günahkârlar (dünyada) iman edenlere gülüyorlardı. Onlarla karşılaştıklarında kaş göz hareketiyle alay ediyorlardı.” 292 Bu âyet ile Allah Teâla’nın iyi kimselere kâfirlerin, dünyada iken yaptıkları muamelelerin kötülüklerinden, onlarla istihza edip, onlara gülüşlerinden bahsettiğini görmekteyiz. İnkârcılar, mü’minlerin kalplerine bıkkınlık tohumu serpmek ve onları hor ve hakir durumda bırakmak için onlarla alay ederlerdi. Bunu inananları küçük düşürmek ve onlarla alay amaçlı yaparlardı. Bazen fakirlikleri, bazen ise perişan halleri, bazen eziyetleri yok etmedeki acziyetleri, bazen de çok aşağılık hallerden yüksek konumlara ulaşmaları devamlı alay konusu ediliyordu. Böylelikle müşrikler mü’minleri alay konusu etmekte veya süflî emellerini tatmin vasıtası yapmaktaydılar. Onlara türlü eziyetler uygulayıp sonra mü’minlerin bu hallerini alay konusu yapıp gülmekteydiler.293 Râzî, bu âyetin nüzul sebebi hakkında iki şeyi zikretmektedir: 1. Âyetteki “mücrimler” Ebû Cehil, Velid b. Muğire, As. b. Vâil es-Sehmî gibi önde gelen müşrikler olup bunlar Ammar, Suheyb, Bilâl (r.a.) gibi fakir müslümanlara gülüyor ve onlarla alay ediyorlardı. 2. Hz. Ali bir müslüman cemaat ile geliyordu. Bu sırada münafıklar, onlarla alay edip, üzerlerine güldüler, birbirlerine kaş-göz işaretlerinde bulundular. Sonra kendi eş ve dostlarının yanlarına döndüklerinde, “biz bugün kelleri gördük” dediler.” ve 290 Karaman v.dğr., a.g.e., IV, s. 46. 291 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 465. 292 Mutaffifîn 83/29-30. 293 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, ss. 3860-3861. 54 buna hep beraber gülüştüler. İşte bu âyet, bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Peygamberin yanına daha varmadan indi. Allah Teâla kâfirlerinin kötü muameleleri olarak ise âyette şu hususları zikretmiştir: 1. “Günah işleyenler iman edenlere gülerlerdi” âyetinin ifade ettiği husus. Bu, o kafirler, bunlarla ve bunların diniyle alay ediyorlar” demektir. 2. “Yanlarından geçerlerken birbirlerine kaş göz işaretleri yaparlardı.” âyetinin kapsadığı husus. Buradaki “َُن .fiili, “gamz” masdarından “tefâul” babındadır ”َيَتَغاَم زو “Gamz” ayıplama manasına da gelmektedir. Çünkü birisi birisini ayıpladığında, ُ ه“ ُ“ denilir, yine “kendisinde ayıplanacak bir şey yok” manasında ”َغَمَز ُ فاَل ن َُفي َوَما ٌةُ denilir. Buna göre âyette “Onlar, mü’minlerle alay etmek ve onları ”َغِميَز ayıplamak için, kaş göz işaretlerinde bulunuyor ve hele şunlara da bakın, nasıl kendilerini boş yere yoruyor, kendilerine bazı şeyleri yasaklıyor ve kesin olarak bilmedikleri bir mükâfat uğruna canlarını tehlikeye atıyorlar!” diyorlardı.294 Bursevî’ye göre de âyetteki “teğamüz” kaş, göz işaretidir. Kusur mânasına da gelmektedir. Ayrıca müşriklerin fakir mü’minlere uğramaları anlamına da gelebilir. Fakat burada tercih edilen görüş fakir olan mü’minlerin müşriklere uğradıklarında müşriklerin birbirlerine kaş göz işareti yaprak alay etmeleridir.295 Netice olarak bu âyetlerde mü’minlerle alay eden isyankâr kimselerin durumu görülmekte, onların mü’minlere karşı olan çirkin hareketleri kınanmakta ve teşhir edilmektedir. Surenin devam eden âyetlerinde ise bu dünyada onlar mü’minlerle alay ediyorlar ancak işlerin iç yüzünün ortaya çıkacağı, herkesin yaptığı işlerin gerçek yüzünün görüneceği, herkesin sonucunun belli olacağı ahiret gününde de cennette yüksek döşekler, divanlar üzerinde oturan mü’minler, cehennem azabı içinde kıvranan o kâfirlere gülecekler ve “şunlar yaptıklarının cezasını buldular mı?”296 diyecekleri ifade edilmektedir. Böylelikle âyetlerin asıl amacının kâfirlerin mü’minlerle alay etmelerinin kötülüğünü anlatmak, zayıf insanlara gülenlerin bir gün kendilerinin de gülünecek bir hale düşeceklerini belirterek bu çirkin hareketten sakındırmak olduğu görülmektedir.297 294 er-Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-gayb (et-Tefsîru’l-kebîr), Beyrût 1981, XXXI, ss. 102-103; ayrıca bkz. Nesefî, a.g.e., IV, s. 263. 295 el-Bursevî, a.g.e., X, ss. 289-290. 296 Mutaffifîn 83/36. 297 Ateş, a.g.e., X, s. 374. 55 6. Zekât Verenler ve İnfak Edenlerle Alay ve Alaycıların Sonları Münafıkların kötü huylarından birisi de, onların dillerinden hiç kimsenin kurtulamamasıdır. Öyle ki hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, mallarını Allah yolunda harcayanlar dahi bu kimselerin dilinden kurtulamamışlardır. Nefsin baskısından kurtularak gönül rızası ve vicdan rahatlığı ile her kişinin gücü yettiği kadar cihada iştirak etme hususunda duydukları arzu yüzünden bağışlarda bulunan mü’minler hakkında, münafıklar sürekli konuşuyorlardı. Onlar tabi ki de temiz bir arzu ile infak etmeden huzura eremeyen bu vicdanların hassasiyetini idrak edemezlerdi. Zorluklara iştirak, fedakârlık ve iman çağrılarına cevap vermek için şevk ve arzu ile kanat çırpan duyguları da anlayamazlardı.298 Yüce Allah, mü’minlerin el emeği ve alın teriyle kazandıklarından, gönül rızasıyla ve güçleri ölçüsünde verdikleri sadakaları, münafıkların alayla karşıladıklarını; birbirlerine kaş göz işareti yaparak fakir insanların sadakalarını küçümsediklerini; bu davranışlarının kendilerinin Allah katında alay edilecek bir duruma düşmelerine sebep olduğunu ve Allah’ın azabına uğrayacaklarını bildirmektedir.299 İşte münafıkların bu halini ortaya koyan âyetlerden birisi de şu âyettir: ُِمْن همُْ ُ لل ه َّالُ جْهَد هْمَُفَُيْسَخ روَنُِمْن هْمَُسِخَرُا َّصَدَقاِتَُوالَّذٖيَنُاَلَُيِج دوَنُِا ِ وعٖيَنُِمَنُاْل مْؤِمنٖيَنُِفىُال َّلذٖيَنَُيْلِم زوَنُاْل مطَّ َا ”ُ َالٖيمٌُ“ ُ هْمَُعَذاٌبُ َوَل “Sadakalar hususunda gönüllü bağışta bulunan mü’minlerle, güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, işte Allah asıl onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.”300 Bu âyette çalışmamızın ilk bölümünde de incelenen ve “َلِعب” ile yakın anlamlı olan “lmz/لمز” fiil kökünden türeyen “َُن -fiilinin kullanıldığı görülmektedir. Âyetin “fi’s ”َيْلِم زو sadakâti/َُّصَدَقاِت ُال َُن“ ,sözündeki cer edatı ”فِي ,sözüne müteallık olup anlamı ”َيْلِم زو “mü’minlerden teberruda bulunan, yardım eden, farz olan zekat dışında nafile yardımlarda bulunanları kınayıp dururlar” demektir.301 298 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, s. 55. 299 Ateş, a.g.e., IV, s. 117. 300 Tevbe 9/79. 301 en-Nesefî, a.g.e., II, s. 120. 56 Hz. Peygamber zorluk gazvesi olarak da bilinen Tebûk gazvesine gitme kararını verdikten sonra Müslümanlardan sadaka vermelerini istedi. Bunun üzerine Benî Zühre’den Abdurrahman b. Avf her biri bir miskal olan dört bin dirhem getirdi. Nebî (a.s.) ona sordu: Ey Abdurrahman çok getirdin, ailene bir şey bıraktın mı? O da cevaben: Ey Allah’ın Resûlü malımın tamamı sekiz bin dirhemdir. Dört binini Rabbime borç verdim, diğer dört binini kendim ve ailem için bıraktım… Yine Benî Amr b. Avf’dan Asım b. Adî el-Ensârî de bir deve yüküne tekabül eden yetmiş vesk hurma getirdi ve onu sadaka eşyaları arasına boşalttı. Hz. Peygamber’e de az olduğu için özür beyan etti. Benî Amr’dan Ebû Akîl b. Kays el-Ensârî ise sadece bir sâ‘ hurma getirdi ve sadaka malları arasına koyup şöyle dedi: Ey Allah’ın nebisi, gece boyunca hurmaların kurutulması işinde iki sâ‘ karşılığı çalıştım. Bir sâ‘ı Rabbime ödünç olarak veriyorum. Birini de aileme bıraktım. Böylece sadakalar arasında benim de payımın bulunmasını istedim. İşte bunun üzerine orada oturan birkaç münafık, çok sadaka veren için “Bu bir riyakârdır” diyorlar, az sadaka veren için de “Bu adamın, getirdiği mala ihtiyacı daha fazladır” diyorlardı. Abdurrahman ile Asım’a, “Siz sadece riyakârlık olsun ve yaptığınız dilden dile dolaşsın diye böyle yaptınız” dediler. Ebû Akîl ile de “Allah ve O’nun Rasûlü’nün Ebû Akîl’in getirdiği bir sa‘a ihtiyaçları yoktur” deyip alay ettiler ve güldüler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu.302 İbn Kesîr de bu âyetle ilgili sadaka verenlerle dalga geçenlerin münafıklar olduğunu rivayet etmektedir. Hiç kimse, onların ayıplamalarından ve dil uzatmalarından kurtulamaz. Öyle ki tasaddukta bulunanlar bile onların dilinden kurtulamaz. Onlardan birisi bol mal (zekât vermek üzere) getirse: “Bu riyakârdır.” derler. Az bir şey getirse: “Allah Teâla bunun sadakasından müstağnidir.” derler.303 Bu âyetin iniş zamanı bu olayların oluşundan bir süre sonradır. Elinin emeğini veren fakir, samimi Müslümanlarla alay etmekle yüce Allah’ı o derece gücendirmişlerdir ki Allah da kendileriyle alay etmiştir. Allah’ın onlarla alayı, ahirette çok acınacak, perişan ve vahim bir hale düşeceklerini belirten bir ifadedir. Allah mazlumlarla beraber olup onların küçük görülmesine, onlarla alay edilmesine razı olmaz. Malın azlığı veya çokluğunun bir önemi olmayıp, önemli olan samimiyet ile verilmesidir. Alnının teriyle kazanılarak verilen bir kuruş, münafığın verdiği milyondan daha makbuldür.304 302 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 61-62; Taberî’de bu konuda çeşitli rivayetler geçmektedir. Bilgi için bkz. et-Taberî, a.g.e., XIV, ss. 381-392; Ayrıca bkz. el-Beyzâvî, a.g.e., III, ss. 90-91. 303 Diğer rivayetler için bkz: İbn Kesîr, a.g.e., IV, ss. 184-188. 304 Ateş, a.g.e., IV, s. 118. 57 Münafıkların bu fiillerinin neticesi olarak bu âyet inince münafıklar Peygambere gelip: “Ey Allah’ın Resûlü! Bizim için bağışlanma dile!” diye yakardılar. Çünkü Hz. Peygamber içleri nifakla dolu olan bir grup insan için, dış görünüşlerine bakarak bağış dilemekteydi. Onlardan birisi ölünce, Hz. Peygamber’e gelip ölülerinin bağışlanması için dua etmesini isterlerdi. Onlar da Müslümanlarmış gibi, Hz. Peygamber kendilerine dua ederdi. Bu durum üzerine Allah Teâla, onların nifak üzere olduklarını peygamberine haber verdi305 ve kendileri için istenmiş olan bağışlanmanın hiçbir faydası olmayacağını bu âyetin devamı olan âyette şöyle açıkladı: ُاَل هللُ هللَُُِوَر سوِلهَُٖوا َل هْمُٰذِلَكُِبَانَّ هْمَُكَف رواُِبا ُ لل ه َّرًةَُفَلْنَُيْغِفَرُا ُ”ِاْسَتْغِفْرَُل هْمُاَْوُاَلَُتْسَتْغِفْرَُل هْمُِاْنَُتْسَتْغِفْرَُل هْمَُسْبعٖيَنَُم َيْهِدىُاْلَقْوَمُاْلَفاِسقٖينَُ“ “Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (fark etmez). Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları asla bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah’ı ve Resûlü’nü inkar etmelerindendir. Çünkü Allah, fasıklar topluluğunu sevmez.”306 Seyyid Kutub, bu âyetten Rasûlullah’ın belki Allah tevbelerini kabul eder ümidiyle hata edenlerin bağışlanmasını istediğini, fakat ilahî kelamın onların akıbetlerinin artık belli olduğunu bildirdiğini söylemektedir. Bu akıbet de artık Allah’ın onları bağışlamayacağıdır. Bunun sebebi ise onların hak yoldan sapmaları, artık kalplerinin bozulmuş ve ıslahının da mümkün olmamasıdır. Nitekim âyette geçen yetmiş kez ifadesinden de umumî mana olarak onların bağışlanma ihtimalinin olmadığı, onlara tevbe kapısının kapandığı görülmektedir. İnsan kalbi, belirli bir seviyede fesada ulaştı mı artık ıslah olmaz… Belirli bir sapıklık dercesine vardı mı artık hidayete dönemez… Kalbleri en iyi tanıyan Allah’tır.307 Vehbe Zuhaylî Peygamber’in (s.a.v.) istiğfar etmesinin özrünün, onların dalâlet üzere yaratılmış olduklarını bilmediği için, imanlarından ümit kesmemiş olmasıdır. Yasaklanan istiğfar, bildiği halde istiğfar etmektir.308 Nitekim Cenab-ı Hak bu hususla ilgili şöyle buyurur: “Müşriklerin, çılgın ateşin ashabından oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için peygamberin de, mü’minlerin de mağfiret dilemeleri doğru 305 el-Bursevî, a.g.e., III, s. 358. 306 Tevbe 9/80. 307 Seyyid Kutub, IV, s. 56. 308 Vehbe Zuhaylî, et-Tefsîrü’l-münîr, Trc. Hamdi Arslan ve diğerleri, Risâle Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2005, V, s. 478. 58 değildir.”309 Ayrıca onların mağfiretinden ümidi kesmek ve onlara istiğfarın kabul edilmemesi, Allah’ın cimriliğinden ve Peygamberdeki kusurdan dolayı değil, onların mağfirete engel olan küfürleri sebebiyle, buna kabiliyetsizlikleri sebebiyledir.310 7. Namazı Alay ve Eğlence Konusu Yapmak İnkârcıların dinin kendisiyle alay etmelerinin söz konusu edildiği Maide 57. âyetin311 akabinde dinde özel bir konumu olan namazla alay etme gündeme getirilmektedir. Rivayet edildiğine göre ezan okunduğunda kitap ehli’nden ezanla alay edenler olmuştur. Hâlbuki ezanda söylenenlerin çoğu, kitap ehlinin dini duygularını okşayan sözlerdir. Bununla ilgili olarak: َُن“ َّن هْمَُقْوٌمُاَلَُيْعِق لو َّتَخ ذوَهاُ ه زًواَُوَلِعًباُٰذِلَكُِبَا َّصٰلوِةُا ”َوِاَذاَُناَدْي تْمُِاَلىُال “Siz namaza çağrıldığınız vakit onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar. Bu şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır.”312 âyeti nazil olmuştur. Ey inananlar, müezzininiz sizi ezan okuyarak namaza çağırdığı zaman Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden oluşan kâfirler, sizin bu davetinizi alaya alıp onu oyuncak yapmak istediler. Bu da, rablerini tanımamalarından ve namaza çağrıyı kabul etmenin kendileri için ne kadar faydalı olduğunu anlayamamalarındandır. Ayrıca bu davranışları, namaza çağıran ezanla alay edenlerin cezasının ne olacağını idrak edememelerindendir. Eğer bunun cezasını düşünecek olsalar kesinlikle böyle davranamazlardı.313 Yahudiler ezanı işitip Müslümanların namaza kalktıklarını gördükleri zaman “kalktılar kalkmaz olalar”; rükûa gittiklerini gördükleri zaman “rükû etmez olalar”; secdeye vardıklarını 309 Tevbe 9/113. 310 Vehbe Zuhaylî, a.g.e., V, s. 479. َُن“ 311 ُ مْؤِمٖني ُ كْنُ تْم َللُِاْن ه ُا َّت قوا َُوا ُاَْوِلَياَء َّفاَر ُوَُاْل ك َُقْبِل كْم ُِمْن ُِكَتاَب ُاْل ُا وت وا َّلذٖيَن ُا ُِمَن َُوَلِعًبا ُ ه زًوا ُدٖيَن كْم َّتَخ ذوا ُا َّلذٖيَن ُا َّتِخ ذوا َُت ُاَل ُٰاَمن وا َّلذٖيَن ُا َُايَُّها ”َيا “Ey İman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alaya alıp oyuncak edinenleri ve diğer kafirleri dost edinmeyin. Eğer Mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Maide 5/58) Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı Müslümanların birtakım münafıklara karşı sevgi ve muhabbet duygularıyla muamele etmeleri gösterilmiştir. Münafıklık –bir bakıma- “dini eğlence ve oyuncak yerine koyma, onu adi maksatlara alet etme” anlamına geldiği için burada özellikle bu şekilde hareket eden inkarcılara dikkat çekilmektedir. Âyetin iniş sebebi hususidir ancak hükmü umumidir ve tüm Müslümanlara yöneltilen her türlü alay etme, küçümseme ve onları eğlence yerine koyma gibi kırıcı davranışları ve bu davranışların sahibi olan kafirleri içermektedir. Komisyon, a.g.e., II, s. 299. 312 Maide 5/58. 313 et-Taberî, a.g.e., X, s. 432. 59 gördükleri zaman ise gülerek “secde etmez olasıcalar” diyerek alay ederlerdi. Bunun sebebi ise incelenen âyette “onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır.” ifadesiyle bildirilmektedir.314 Müslümanların namaz kılmaya kalktıkları zaman münafıkların halkı namazdan soğutmak için güldükleri de rivayet edilmiştir. Bir rivayette ise: Onlar, “Ey Muhammed, daha öncekilerde duyulup görülmeyen bir bid’at çıkardın. Eğer sen peygamber isen, şüphesiz ki icat ettiğin bu şeyde bütün peygamberlere muhalefet ettin. Örneğin kervandakilerin nida etmesi gibi, böyle nida etmen sana nerden geliyor?” dediler. Bunun üzerine Allah Teâla bu âyeti indirdi.315 Süddî bu konuda, Medine’de Hristiyan olan bir adamın müezzin ezan okurken “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” dediğini duyunca “Ateşte yanası yalancı” dediğini ve bu adamın evinin hizmetçisinin kendisi ve ailesi uyurken elinde bir ateşle eve girdiği esnada bu ateşin elinden düşmesi sonucu evinin yandığını, ailesinin de öldüğünü rivayet etmektedir.316 Râzî, Beyzâvî ve Nesefî bu âyetin aynı zamanda “namaza çağırma” manasında ezanın Kur’ân’da yer aldığının kanıtı olduğunu, yoksa yalnızca uykuda görülen bir rüyanın bunun tek delili olmadığını zikretmektedirler. Çağırmanın niteliği ve sözleri ise sünnette belirtilmektedir.317 Râzî âyette geçen “hüzüven/ ”yani “eğlence ve oyun ”َلِعبًُا/ve “la‘iben ” ه زوُاً kelimelerinin iki farklı şey olduklarını zikretmektedir. Çünkü müslümanlar namaza kalktıklarında münafıklar “biz, yaptığımız bu amelleri müslümanlarla alay ve istihza etmek için yapıyoruz. Çünkü onlar, biz böyle olmadığımız halde kendi dinlerinde olduğumuzu sanıyorlar” diyorlardı. Münafıklar bunda ne dinî ne dünyevî bir fayda ve menfaatin olmadığına inandıkları için “bu bir oyundur” diyorlardı.318 Bu alaylarının sebebi ayrıca kendilerine de sorulmaktadır. Maide sûresi 59. âyetin ifadesiyle şöyledir: َّنُاَْكَثَر كْمَُفاِس قونَُ“ َا ُْنَُقُْب لَُو ِللَُوَماُا ْنِزَلُِاَلْيَناَُوَماُا ْنِزَلُِم ه َاْنُٰاَمنَّاُِبا َّالُ َاْهَلُاْلِكَتاِبَُهْلَُتْنِق موَنُِمنَّاُِا ” قْلَُياُ 314 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, I, s. 308; er-Râzî, a.g.e., XII, s. 35. 315 er-Râzî, a.g.e., XII, ss. 35-36. 316 et-Taberî, a.g.e., X, s. 432; er-Râzî, a.g.e., XII, s. 35; el-Beyzâvî, a.g.e., II, s. 133; İbn Kesîr, a.g.e., III, s. 140; Elmalılı, a.g.e., III, s. 273; Bilmen, a.g.e., II, s. 245. 317 er-Râzî, a.g.e.; XII, s. 36; el-Beyzâvî, a.g.e., II, s. 133; en-Nesefî, a.g.e., I, s. 272; Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 300. 318 er-Râzî, a.g.e., XII, s. 36. 60 “De ki: Ey kitap ehli! Sadece Allah’a, bize indirilene ve daha önce indirilmiş olan (ilahi kitap)lara inandığımızdan dolayı mı bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa sizin çoğunuz yoldan çıkmıştır.” Yani Müslümanların bütün suçu Allah’a, kendilerine ve daha önce peygamberlere indirilmiş olana inanmaları mı? Bundan dolayı mı Müslümanlarla alay ediyorsunuz? Yoksa kendi içinizdeki fasıkları ıslah edemediğiniz için mi Müslümanları kıskanıyorsunuz? Kuşkusuz Ehl-i Kitâb’ın problemleri yalnızca buydu. Yoksa Allah tarafından gönderilmiş olan bir kitaba gerçekten inanmış olan bir kimse Allah’ı ve O’nun dinini yücelten biriyle alay edebilir mi? Böylelikle âyette bir yandan bu etkili ifadelerle Ehl-i Kitâb uyarmaya çalışılırken bir yandan da inat ve kibirlerinin ne düzeye ulaştığına işaret edilmektedir. Alay etmeleri de bu inatçılık ve böbürlenmelerinden kaynaklanıyordu.319 Ehl-i Kitâb’ın Müslümanları takdir etmeleri gerekirken aksine kıskançlıklarından dolayı onlara karşı kin ve nefret hissiyle davrandıkları görülmektedir. Âyetten anlaşıldığına göre de bunun iki sebebi vardır: Birincisi, müslümanların Hz. Muhammed ve Kur’ân dâhil peygamberlere ve onlara indirilmiş olan kitaplara iman etmeleridir. İkincisi ise ehli kitabın çoğunun yoldan çıkmış kimseler olmalarıdır.320 Mevdûdî bu âyetle ilgili akıllı bir kimsenin şekli ne olursa olsun herhangi bir kişinin Allah’a yaptığı ibadetle eğlenmeyi aklından bile geçiremeyeceğini ifade etmektedir.321 Onun bu ifadesinden yapılan alayın sadece Müslümanlar için değil, Müslümanların da ehli kitabın ibadetlerine karşı saygılı olup onların ibadetleriyle alay etmemeleri gerektiği anlaşılmaktadır. B. EĞLENMEK 1. Dini Eğlence Konusu Edinmek ve Dini Eğlence Edinenler Şüphe yok ki her konu gibi dinle alakalı da ilmî ve fikrî değerlendirmeler önemlidir. Ancak insanların maddî ve manevî, ferdî ve ictimaî, dünyevî ve uhrevî yönleriyle bütün hayatlarını çok yakından ilgilendiren, tarihin bütün dönemlerinde insanlığı derinden etkileyen din müessesesini önemsiz gibi algılayarak oyun ve eğlence haline getiren insanlar artık kendileriyle konuşup tartışmaya bile değmeyecek hale gelmiş olurlar. Bu yapıda olan kimseler dünya hayatını tek ilgi konusu yaparlar. Dünyanın fani zevklerine kapılıp, onları her şeyin üstünde tuttukları için dini bir tür eğlence gibi düşünerek putları veya buna benzer 319 M. Sait Şimşek, a.g.e., II, ss. 72-73. 320 Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 300. 321 el-Mevdûdî, a.g.e., I, s. 494. 61 şeyleri tanrılaştırırlar. Ya da kişinin ve toplumun manevî, ruhî, zihnî, bedenî ve dünyevî hayatını şekillendirecek olan hak dini, üzerinde ciddiyetle düşünüp benimsemeleri gerekirken alaya alırlar.322 İşte bu kimseleri Kur’an şu şekilde bildirmektedir: ِللُ“ ه ِ كْرُِبهُٖاَْنُت ْبَسَلَُنفٌُْسُِبَماَُكَسَبْتَُلْيَسَُُلَهاُِمْنُ دوِنُا ُّدْنَياَُوَذ َّرْت ه مُاْلَحٰيو ةُال َّتَخ ذواُدٖيَن هْمَُلِعًباَُوَلْهًواَُوَغ َّلذٖيَنُا َوَذِرُا ٖمي مَُوعََُذاٌبُاَلٖيٌمُبَُِماَُكان واُ َّلذٖيَنُا ْبِس لواُِبَماَُكَس بواَُل هْمَُشَراٌبُِمْنَُح َّلَُعْد لُاَلُ يْؤَخْذُِمْنَهاُا وٰلِئَكُا َُوِاْنَُتْعِدْلُ ك َوِل ىَُواَلَُشفٖيٌعُ َُن“ َيْك ف رو “Dinlerini bir oyuncak ve eğlence edinen ve dünya hayatının aldattığı kimseleri (bir tarafa) bırak! Kazandıkları sebebiyle hiçbir nefsin felâkete duçar olmaması için Kur’ân ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçı. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.”323 Râzî’ye göre çeşitli âyetlerde geçen ve dünya hayatının gerçekte bir oyun eğlenceden ibaret olduğunu bildiren açıklamalar324 dikkate alınacak olursa bu âyetteki “dini bir oyuncak ve bir eğlence edinme” ifadesinin manası daha iyi anlaşılır. Böylece asıl oyun eğlence sayılması gerekli şey dünya hayatıyla ilgili geçici arzu ve isteklerdir. Gerçek dindarlar, gerçeklik ve doğruluğu delillerle ispatlanmış olan hak dine bağlanıp destek olan kimselerdir. Buna karşılık dini, mevki ve makam kazanmak, rakiplerini dize getirmek ve zenginliğe ulaşmak için araç haline getirenler ise dine sadece dünya menfaatleri için bağlanmış olur ve bu suretle aslında dünya hayatını değil de dini oyun ve eğlence haline getirmiş olurlar.325 Râzî’nin getirdiği bu yorumla âyetin amacını aştığı görülse de sahte dindarlığı çok iyi tanımlaması açısından önemli sayılabilir.326 Elmalılı burada terkedilmesi gereken kişilerin özelliklerini şöyle sıralamaktadır: “Yani dünya hayatına dalıp, din işlerini keyif ve isteklerine göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din adına eğlence ve oyun gibi gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan 322 Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 425. 323 En‘am 6/70 324 Örneğin: “َُن َُتْعِق لو ُاََفاَل َّت قوَن َُي َّلذٖيَن ُِل َُخْيٌر ٰاْلِخَر ة ُا َّدا ر َُوَلل َُوَلْهٌو َُلِعٌب َّال ُِا ُّدْنَيا ُال ُاْلَحٰيو ة Dünya hayatı ancak bir oyun ve“ ”َوَما eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala akıllanmayacak mısınız?” En‘am 6/32; Ayrıca bkz. Ankebût 29/64; Hadîd 57/20. 325 er-Râzî, a.g.e., XIII, 29. 326 Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 425. 62 şeylere tutunanları veya sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak, sonucu ve ahireti hesaba katmayarak eğlence ve oyunca yerine koyup alay edenleri veya dini, dünyaya ait gayeleri için eğlence edinenleri, özetle dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terket, bunlarla birlikte olma ve onlara karışma.”327 Seyyid Kutub dinlerini alay ve eğlence konusu yapma konusuna genel bir yorumla şöyle bakmaktadır: “ Bu âyette muhakkak ki Rasulullah kendi dinlerini eğlence ve alay konusu yapanları bir kenara atmakla emrolunmaktadır. Ve bu emir tabi ki de her müslümanı kapsamaktadır. Böylece mesele fiilen sonra erdiği gibi kavlen de sona erer. Kendi dinine gereken hürmeti göstermeyip, dinî vakarını korumayan, dinini kendi hayatının temeli itikad, ibadet, ahlak ve hareketlerinde, şeriat ve sistemlerinde onu yapı taşı olarak almayan kimse gerçek anlamda kendi dini ile alay etmekte ve eğlenmektedir. Bu dinin emirlerini ve prensiplerini söz ederek anlatırken alay ve eğlence konusu yapanlar ise ‘gayb’a inanmayı söz konusu ederken alayla konuşanlar -gayb İslâm akidesinin temel esaslarındandır- zekâttan söz ederken – ki zekât da bu dinin ana ilkelerinden birisidir- küçümseyerek söz edenler. Yine bu dinin temel prensiplerinden birisi olan ahlak, iffet ve hayâdan bahsederken bu gibi hususların toprağa bağlı tarım ekonomisine sahip toplum tiplerinde görüldüğünü ya da feodalitenin veya burjuvazi sınıfının yıkılmış gelenekleri arasında yer ettiğini söyleyenler… İslam’ın yerleştirdiği evlilik hayatının yapıtaşlarından bahsederken onu kötüleyip küçümseyerek anlatanlar… Allah Teâla’nın kadının iffetini koruması hususunda koymuş olduğu emirleri ve temel prensipleri kadını köleleştirmek diye ifade edenler… Her şeyden önce ve her şeyden sonra, Allah Teâla’nın insanların siyasî, ictimaî, iktisadî hayatlarıyla ilgili günlük pratik yaşayışlarındaki hâkimiyetini inkâr edenler… Ve insanların gökten gelen hiçbir şeriata bağlı olmadan kendi hayatlarını düzene koyabileceklerini söyleyip duranlar… İşte bütün bunlar âyetinin ihtiva ettiği kendi dinlerini eğlence ve alay konusu yapanların arasında yer alırlar. Her Müslümanın bunlardan kesin şekilde ayrılması gerekir. Yine bunlar zalim putperestler, kazandıklarını kaybeden kâfirler arasında yer alırlar. Küfretmelerinden dolayı da kaynar su ve acıklı azab onlar içindir…”328 Seyyid Kutub ayrıca “Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları… bırak” olarak geçen izafet terkibinin bütün beşeriyet için geçerli olduğunu da ifade etmektedir. Nitekim İslam bütün insanlık için din olarak kabul edilmiştir. Kim İslam’ı alay ve eğlence konusu yaparsa 327 Elmalılı, a.g.e., III, ss. 444-445. 328 Seyyid Kutub, a.g.e., II, s. 1128. 63 doğrudan doğruya kendi dini ile alay etmektedir. İsterse müşrik olsun. Böylelikle Seyyid Kutub bu ifadenin tüm beşeriyeti kapsadığını ifade etmektedir.329 Sait Şimşek “dinlerini oyun ve eğlence edinmelerinin anlamı nedir?” sorusunu farklı şekillerde açıklamaktadır. Bu ise: “Onların din olarak uyguladıkları şeyler, nefisleri temizleyen ve ahlâkı olgunlaştıran şeyler olmadığı gibi Allah’ı hoşnut eden ve kişiye dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan şeyler de değildir. Topluma ve medeniyete herhangi bir faydası olmadığı için, vakti boşa harcamaktan başka bir işe yaramazlar. Oyun olması bu anlamdadır. Çünkü oyun, bir yararı olmayan şeye vakit harcamaktır. Bu tür şeylerle uğraşırken sıkıntılarını unutma durumu ise eğlencedir.330 Diğer türlü açıklanacak olursa kendisiyle sorumlu tutuldukları İslâm’ı alay ve eğlence konusu edinmeleridir. Bir diğeri ise kendi hevalarına uygun bir din ortaya koymalarıdır. işlerine gelen emirleri yerine getirir, işlerine gelmeyeni değiştirir, başka şekilde uygularlar. Dinin oyun ve eğlence edinilmesinin bir diğer açıklaması ise şöyledir: Kişi dinî emir ve yasaklara uyarken delillere dayandırılmalıdır. Oysa dinlerini oyun ve eğlence edinenler, sadece dünyevi bir menfaat elde ettikleri zaman dinin emirlerine uyarlar. İşte bu kimseler, dünya hayatına aldanarak ahiretlerini satmış ve ona karşılık dünya hayatını tercih etmişlerdir.”331 şeklindedir. Dini eğlence konusu edinenlerle ilgili bir diğer âyet ise cehenennemliklerin cennetliklere “bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızıktan gönderin”332 diye seslendiklerinde kendilerine verilen cevap olarak geçmekte olan âyet-i kerimedir: ُّدْنَياَُفاْلَيْوَمَُنْنٰسی هْمَُكَماَُن سواُُِلَقاءََُُيْوِمِهْمُٰهَذاَُوَماَُكا نواُبُِٰاَياِتَناُ“ َّرْت ه مُاْلَحٰيو ةُال َّلذٖيَنُاتََّخ ذواُٖديَن هْمَُلْهًواَُوَلِعًباَُوَغ اَ َيْجَح دونَُ“ 329 Seyyid Kutub, a.g.e., II, s. 1129. 330 M. Sait Şimşek, a.g.e., II, ss. 176-177. 331 M. Sait Şimşek, a.g.e., II, ss. 176-177. َُن“ 332 َّرَم هَماَُعَلىُاْلَكاِفرٖي َللَُح ه َّنُا هلل ُقَُال واُِا َق ك مُا َْ َّماَُر َاْوُِم َّنِةُاَْنُاَفٖي ضواَُعَلْيَناُِمَنُاْلَماِءُ َّناِرُاَْصَحاَبُاْلَج Cehennemlikler de“ ”َوَناٰدىُاَْصَحا بُال cennetliklere ne olur sudan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın diye çağrışırlar. Onlar, şüphesiz Allah bunu kafirlere haram kılmıştır derler” A‘raf 7/50; Ayrıca bkz. Taberî, a.g.e., XII, s. 474. 64 “ O kafirler ki dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkar ettikleri gibi biz de onları unuturuz.”333 Cehennemlikler cennetliklere “Bize biraz su veya Allah’ın size verdiği rızıktan gönderin” diye seslenirler. Dayanılamayacak derecede aç ve susuz kaldıklarından dolayı böyle seslendiklerinde alacakları cevap ise “Doğrusu Allah, dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkarcılara ikisini de haram etmiştir” derler.334 Cehennemliklerin alacakları bu cevap, kendileri için tam bir yıkım olacaktır. Çünkü onlar dinlerini oyun ve eğlence konusu yapmışlar; dünyanın geçici zevklerine aldanarak ahirette bütün bunların başlarına geleceğini unutmuşlar; kendilerini uyaran âyetleri de inkar etmişlerdir. Fakat Allah da onları unutmuş, yani cehenneme terk edip tüm isteklerini ve çığlıklarını karşılıksız bırakmıştır.335 Râzî Cenab-ı Hakk’ın, kafirleri kendi dinlerini bir oyun ve eğlence edinmekle vasfettiğini söyleyip bunu da iki şekilde açıklamaktadır: Birinci olarak onlar dinleri diye inandıkları şeyi oyun konusu haline getirmiş ve bu hususta ciddî olamamışlardır. İkinci olarak ise onlar, oyun ve eğlenceyi kendileri için bir din edinmişlerdir. İbn Abbas (r.a.) da, Cenab-ı Hakk’ın, bu sözüyle istihza edip yemin edenleri kast ettiğini söylemiştir. Ayrıca Râzî âyetle alakalı hoş bir nüktenin olduğunu söylüyor. Zira Allah (c.c.) onları kafir olmakla vasfediyor, sonra ise onların durumlarının, dinlerini önce bir eğlence, ikinci olarak bir oyuncak edinmek olduğunu daha sonra ise dünya hayatının onları aldattığını, sonra da onların bu hallerinin ve mertebelerinin neticesinin, Allah’ın âyetlerini inkara kadar vardığını açıklamıştır. Burada Hz. Peygamber’in “Dünya sevgisi her türlü günahın başıdır” buyurduğu gibi, dünya sevgisinin her türlü tehlikenin başlangıcı olduğuna işaret etmektedir.336 Beyzâvî, onların bahîreyi337 haram etmelerini, Beyt’in etrafında el çırpıp ıslık çalmalarını, dinlerini oyun ve eğlence haline getirmelerine örnek göstermektedir. Ayıca âyette 333 A‘raf 7/51. 334 et-Taberî, a.g.e., XII, s. 475. 335 Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 532. 336 er-Râzî, a.g.e., XIV, s. 99. 337 Cahiliye Arapları, doğurganlıkları ile ilgili olarak veya ilahlarına sundukları adaklarına konu olması açısından deve ve koyunlarına bahîre, sâibe, vasîle ve hâm gibi isimler vermişler, bu hayvanlar üzerine bazı dinî hüküm ve örfler bina etmişlerdir. Hz. Peygamber’den nakledilen bazı rivayetlerde bahîre’nin, Câhiliye Arapları tarafından kulakları yarılarak sütünün içilmesi, sırtına binilmesi ve yük yüklenmesi haram sayılan 65 geçen lehvi, aklı düşünülmesi hoş olmayan şeye sarf etmek, oyunu da istenmesi hoş olmayan şeyden neşe beklemektir şeklinde tanımlamaktadır.338 2. Âyetleri Eğlence Edinenler Dini inkârda ısrar edip hak olan dinle alay etmeleri dolayısıyla inkârcıların azaba dü- çar olacakları ve yaptıkları alayın karşılığını ahirette kendilerinin unutulmak suretiyle bula- cakları şu âyetlerde ifade edilmektedir: َُن“ ”َوقٖيَلُاْلَيْوَمَُنْنٰسی كْمَُكَماَُنسٖي تْمُِلَقاَءَُيْوِم كْمُٰهَذاَُوَمْاٰوی ك مُالنَّا رَُوَماَُل كْمُِمْنَُناِصرٖي ُْمُ يْسَتْعَت بونَُ“ ُّدْنَياَُفاْلَيْوَمُاَلُي ْخَر جوَنُِمُْنَهاَُواَلُ ه َّرْت ك مُاْلَحٰيو ةُال للُ ه زًواَُوَغ ِ ه َّتَخْذت ْمُٰاَياِتُا ”ٰذِل كْمُِبَانَّ ك مُا “Onlara şöyle denir: Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bugün biz de sizi unutuyoruz. Barınağınız ateştir. Yardımcılarınız da yoktur.” “ Bunun sebebi Allah’ın âyetlerini alaya almanız ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır. Artık bugün ateşten çıkarılmazlar ve Allah’ın rızasını kazandıracak amelleri işleme istekleri kabul edilmez.”339 Mukatil b. Süleyman ahirette, âyetlerle alay eden azab ehli için organları aleyhlerine şahitlik edince, onlara dünyada işlediklerinin çirkinlikleri, yani şirk koştukları açıkça göründüğü zaman, bunun olmayacağını alay ettikleri şey, yani azab kendilerini kuşatmış ve azab onlara vacib olmuş olacaktır340 demektedir. Ahirette cehennem bekçileri tarafından da onlara “Bugün biz sizi azab içerisinde bırakıp unuturuz. Nitekim siz de bu güne kavuşacağınızı unutmuştunuz. Ölümden sonra dirilişe iman etmeyi terk etmiştiniz. Sizin bu halinizin, yani Allah’ın kelamını sihirdir, şiirdir, öncekilerin masallarıdır diyerek eğlence edinmenizin sebebi ise dünya hayatının sizi aldatması ve bu şekilde sizi İslam’dan dişi deve olduğu belirtilmekte, bu adeti ilk defa başlatanın da Müdlicoğullarından bir adam olduğu ve bu kişinin ahirette ağır şekilde cezalandırılacağı yine rivayetlerde yer almaktadır. Buradan da cahiliye Arapları’nda bazı durumlarda dişi deveden faydalanmanın günah sayılması, birtakım helallerin haram hale getirilmesi görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu tür adetleri kaldırmış ve bu gibi şeyleri Allah’a iftira olarak değerlendirmiştir. İshak Yazıcı, “Bahîre”, DİA, IV, İstanbul 1991, s. 487. 338 el-Beyzâvî, a.g.e., III, s. 15. 339 Câsiye 45/34-35. َُيْسَتْهزُِٶنَُ“ 340 ٖه ُِب َُكان وا َُما ُِبِهْم َُوَحاَق َُعِم لوا ِ يَپا تَُما َُس َُل هْم Yaptıklarının kötülükleri karşılarına dikilmiş ve alay edip “ ”َوَبَدا durdukları şey kendilerini kuşatıvermiştir.” Câsiye 45/33. 66 uzaklaştırmasıdır.341 Kıyamet gününde onlar ateşten çıkarılamayacaklar ve tövbe etmek için de dünyaya geri döndürülmeyeceklerdir.342 Râzî onların şiddetli azaba müstahak olma sebeplerini şu şekilde ifade etmektedir: Birinci olarak hak dini inkârda ısrar etmeleri. İkinci olarak hak olan o dinle alay etmeleri –ki bu iki husus, “Bunun sebebi şudur: Çünkü siz Allah’ın âyetlerini bir eğlence edindiniz” ifadesiyle anlatılmıştır. Üçüncü olarak ise ahiretten tamamen yüz çevirip dünya sevgisine gark olmaları ki, bu da “sizi dünya hayatı aldattı” ifadesi ile anlatılmıştır.343 Artık bu hallerinden sonra da onlardan Rablerini razı etmeleri beklenmez.344 Bursevî bu ifadeyle yüce Allah’ın samimi kullarına bazı âyetlerini gösterdiğini, inkârcıların ise bu âyetleri gördükleri zaman, her zaman yaptıkları gibi onları alaya aldıklarını ve dünya hayatının kendilerini aldattığını ifade etmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın nasihatını kabul etmemişlerdir.345 İbn Kesîr Allah’ın onları unutması hakkında şu hadisi zikretmektedir: “Sahihte sabit olduğuna göre Allah Teâla kıyamet gününde kullarından bazılarına şu şekilde hitap edecek: Ben sana eş vermedim mi? Sana ikram etmedim mi? Atları ve develeri senin hizmetine sunmadım mı? Seni kavminin önde geleni ve büyüğü yapıp, ganimetin dörtte birini tek başına almana imkan vermedim mi? O kimse: Evet öyleydi Rabbim diyecek. Yüce Allah: Öyleyse benim huzuruma çıkacağını düşünmüş müydün? buyuracak. Kişi: Hayır diyecek, bu sefer yüce Allah da: O halde senin beni unuttuğun gibi bugün ben de seni unutuyorum buyuracak.346 Böylelikle âyetleri eğlence konusu edenler ahirette, dünyada gittikleri yolun, adaletlerinin, ahlaki tavırlarının, ilgi alanlarının ve tüm çabalarının yararsız olduğunu anlayacaklardır. Çünkü onların temelde dünyaya bakış açıları bozuk olduğu için tüm davranışları da hatalıydı. Onlar dünyada yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini zannediyorlardı. İşte bakış açılarındaki bu temel çarpıklık, onları sorumsuzluğa ittiği için tüm hayatlarını boş olarak geçirmişlerdir.347 341 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 216. 342 et-Taberî, a.g.e., XXII, s. 88. 343 er-Râzî, a.g.e., XXVII, s. 276. 344 ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, s. 296; er-Râzî, a.g.e., XXVII, s. 276. 345 el-Bursevî, a.g.e., VIII, s. 355. 346 Müslim, “Zühd”, 16; ayrıca bkz. İbn Kesîr, a.g.e., VII, ss. 272-273. 347 el-Mevdûdî, a.g.e., V, s. 332. 67 3. Eğlence Türünden Boş Sözlerle Allah’ın Yolundan Saptırmaya Çalışanlar Tarih boyunca insanları doğru yoldan ayırmak için toplumdaki sapkın kimselerin kullanmış oldukları çeşitli vesileler olmuştur. Bu kimi zaman zulüm ve baskılar olmuş, kimi zaman para ve mal ile olmuş, kimi zaman ise onların zihinlerini yıkayıp yoldan çıkaracak bir takım söz ve ifadelerle olmuştur. İşte aşağıda inceleyeceğimiz âyette geçen ise “lehve’l-hadîs” ifadesi ile insanları bilgisizce saptırma çalışanlardan bahsedilmektedir. Bilgisizce bir saptırmadır çünkü eğer bu fiili işleyenler yaptıkları şeyin ne denli kötü olduğunu ve neticesini düşünecek olsalardı böyle bir davranışta bulunmaz, bu teşebbüslerinden vaz geçerlerdi. Özellikle müfessirlerin farklı anlamları olduğu üzerinde durdukları “َُلْهَواْلَحديِث” terkibinde yoğunlaşacağımız âyet-i kerime şu şekildedir: َّتِخَذَهاُ ه زًواُا وٰلئَُِكَُل هْمَُعَذاٌبُ مهٖينٌُ“ ِللُِبَغْيِرُِعْل مَُوَي ه َّلَُعْنَُسبٖيِلُا ٖرىَُلْهَوُاْلَحدٖيِثُِل يِض ”َوِمَنُالنَّاِسَُمْنَُيْشَت “İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”348 Lehv’in bâtıl olan söz anlamında kullanıldığı bu âyetle ilgili Mukatil b. Süleyman şöyle bir rivayette bulunmaktadır: İnsanlardan kimisi, yani en-Nadr b. el-Hâris bilgisizce bir bilgi sahibi olmadan Allah’ın yolundan saptırmak için bâtıl sözlerle Allah’ın yolu İslam’dan başkalarının ayaklarını kaydırmak için lehv, yani bâtıl olan sözleri satın alırlar. Bu sözleri İranlı Rüstem ve İsfendiyar hikayelerine tercih ederler. Üstelik Kur’an-ı Kerim âyetlerini alaya almak isterler. Onlarla alay olsun diye Kur’an’ın İranlı Rüstem349 ve İsfendiyar350 hakkında anlatılanlar gibi olduğunu söylerler. Yani öncekiler hakkında Kur’an’da anlatılanların Rüstem ve İsfendiyar hakkında anlatılanlar gibi olduğunu iddia eder. “Bu Kur’an geçmişlerin efsanelerinden başka bir şey değildir” diyen de en-Nadr b. el-Hâris’tir. O, ticaret maksadıyla gittiği Hire’de Rüstem ve İsfendiyar ile ilgili anlatılanlarla karşılaşmış, bu sözleri satın alarak Mekkelilere taşıyarak şöyle demişti: “Size Âd ve Semûd’dan bahseden 348 Lokman 31/6. 349 İran millî destanının en güçlü kahramanı olan Rüstem-i Zâl pehvlevî edebiyatında Rostahm ve Rostethem şekillerinde geçmektedir ve hakkında en geniş bilgiyi Firdevsî Şahnâmesi’nde vermektedir. Nimet Yıldırım, “Rüstem-i Zâl”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, ss. 294-295. 350 İran tarihinde hak, kudret ve lütuf sembolü olarak yer alan bir efsanevî kahraman olan İsfendiyar İran’da İslâm öncesi hanedanlardan Güştâsb’ın en büyük oğludur. Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’da “Sipuntû- Dâte” yani kutsal yaratılmış şeklinde adlandırılmıştır. İsfendiyâr’a kahramanlıklarını destanlaştırıp efsanevi kişiliğini kazandıran ise Firdevsî’nin Şâhnâmesi’dir. Nurettin Albayrak, “İsfendiyâr”, DİA, XXII, İstanbul 2000, ss. 511-512. 68 Muhammed’in anlattıkları Rüstem ve İsfendiyar ile ilgili anlatılanlara benzemektedir.”351 Ayrıca Nadr b. el-Hâris’in şarkıcı cariyeleri satın alıp onları müslüman olmak isteyenlere gönderdiği ve böylece İslâm’a girmelerine mani olduğu da söylenmektedir.352 Taberî, bu âyeti müfessirlerin farklı şekillerde açıkladıklarını ve özellikle “َُلْهَواْلَحِديِث” yani “boş sözler satın almak” kısmında farklı görüşlerin olduğunu rivayet etmektedir. Ebî Ümame el-Bâhilî (r.a.)’dan nakledilen bir görüşte âyette zikredilen bu ifadeden amaç şarkı söyleyen cariyeler satın almaktır. Ebî Ümame Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Şarkı söyleyen cariyeleri satmayın ve satın almayın, onları bu konuda eğitmeyin. Onların ticaretinde hiçbir hayır yoktur. Onların paraları haramdır.” Ebu Ümame bu âyetin Resulullah’a bu gibi konularda indiğini söylemiştir. Abdullah b. Mes‘ud, Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah, Mücahid, Said b. Cübeyr ve İkrime gibi alimler ise boş söz satın almaktan maksadın şarkı ve türkü söylemek ve onları dinlemek olduğunu söylemişlerdir. Hasan-ı Basrî, İbn-i Cübeyr ve Mücahid’e göre ise boş söz satın almaktan maksat oyun aletleri satın almaktır. Dehhak ve İbn-i Zeyd ise, satın alınan boş sözden maksadın Allah’a ortak koşmak olduğunu söylemişler ve bundan sonra gelen âyeti353 de delil olarak getirmişlerdir.354 Taberî, âyet-i kerime’de geçen boş sözden amacın, kişiyi Allah yolundan alıkoyan ve Allah ve Resulü tarafından yasaklanan her türlü söz olduğunu söylemiş ve âyet-i kerimenin umumî olan ifadesinin bunu gerektirdiğini açıklamıştır.355 Âyet-i kerimede, boş sözler satın alanların, bunları, Allah’ın yolundan alıkoymak için satın aldıkları bildirilmiştir. Burada sözü edilen, Allah’ın yolundan amaç, Kur’an okumak, Allah’ı zikretmek, Allah’a yaklaştıracak her türlü ibadet, her türlü itaat ve Allah’ın dinidir. Batıl sözleri satın alanlar ise, insanları bu sözler vasıtasıyla Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve Allah’ın diniyle alay ederler. Bu açıdan, kıyamet gününde hor ve hakir düşüren elim bir azap 351 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 18. 352 el-Beyzâvî, a.g.e., IV, s. 212. ُ م“ 353 ِ شْر هُِبَعَذا بُاَٖلي َّنُفٖىُا ذَنْيِهَُوْقًراَُفَب هلىُ مْسَتْكِبًراَُكَاْنَُلْمَُيْسَمْعَهاَُكَا Ona âyetlerimiz okunduğu zaman onları “ ”َوِاَذاُت ْتٰلىَُعَلْيِهُٰاَيات َناَُو hiç işitmemiş gibi, kulağında bir ağırlık var da büyüklenerek arkasını döner. Ona, elem dolu bir azabı müjdele.” Lokman 31/7. 354 et-Taberî, a.g.e., XX, ss. 126-131. 355 et-Taberî, a.g.e., XX, ss. 126-131. 69 vardır. Çünkü onlar hem kendileri sapmış hem de diğer insanların sapmalarına sebep olmuşlardır.356 Nesefî ise “َُلْهَواْلَحِديِث” ifadesindeki lehv’i hayır ve faydadan uzak her bir batıl şey diye tabir etmiş ve bu terkiple, aslı astarı olmayan efsanelerin anlatıldığı sohbetler ve müziğin ifade edildiğini belirtmiştir. Ayrıca “َُو ُِث“ kelimesinin ”َلْه kelimesine izafetinin açıklama ”َحِدي için olduğunu ve bu açıklamanın “ُِْمن” manasını içerdiğini belirtmiştir. Çünkü lehv sözde de olabilir başka bir şeyde de olur. Böylece onu “söz” kelimesiyle açıklamıştır. Tabi ki sözden amaç ise hadis-i şerifte de geçtiği gibi “kötü sözdür.”357 Peygamberimizin bir hadis-i şerifinde: ”اَْلَحِدي ثُِفىُاْلَمْسِجِدَُيْأ ك لُاْلَحَسَناِتَُكَماَُتْأ ك لُاْلَبِهيَم ةُاْلَحِشيَشُ“ “Mescidde konuşmak, iyilikleri, hayvanın otu yediği gibi yer bitirir.”358 buyrulmaktadır. Bursevî de “َُلْهَوالَحِديِث” ifadesinin aslı olmayan sözler, boş efsaneler, komik sözler ve manasız konuşmalar gibi insanı oyalayan ve işinden alıkoyan şeylerdir diye açıklamıştır. Ebû Osman (r.a.)’ın şöyle dediğini aktarmştır: “Allah’ın kitabından, Resulullah’ın sözünden veya salih kulların davranışından başka her söz “lehv”dir. Yani boş ve anlamsızdır.359 Râzî bu âyette kâfirlerin bu hareketlerinin çok kötü olduğunu birkaç yönden açıklamaktadır. Bunlar: İlk olarak hikmeti bırakıp, başka bir sözle meşgul olmak olduğunu ve bunun çirkin bir iş olduğunu söylemiştir. İkinci olarak ise boş laf, faydası olmayan bir levhiyyat ise bu daha çirkindir demiştir. Üçüncü ve son olarak ise “lehv” ile İbn Abbas’ın da “latifeleşin” dediği nakledildiği gibi, latife yapma, yani şakalaşma kastedilir demektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de “kalplerinizi zaman zaman latifelerle rahatlatın” buyurduğu nakledilmiştir. Deylemî bu hadisi Enes (r.a.)’den merfû olarak nakletmiştir. Bunu, Müslim’de yer alan “ey Hanzala, zaman zaman…” hadisi de destekler. Halk bundan, boş olan şeyler 356 et-Taberî, a.g.e., XX, ss. 126-131, Ayrıca bkz. İbn Kesîr, a.g.e., VI, ss. 330-331. 357 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 223. 358 Aclûnî, İsmâil b. Muhammed, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, Mektebetü’l-Kudsî, Kahire 1351, I, s. 354; Elbânî es-Semeru’l-müsteâb adlı eserinde bu rivayetin bir aslının olmadığını zikrettikten sonra Gazâlî’nin ihya’sında bu rivayeti naklettiğini söylemiştir. Elbânî, Ebû Abdirrahman Muhammed Nasuriddîn, es- Semeru’l-müsteâb, Ğirâsi’n-Neşri ve’t-Tevzi‘, y.y., 1422, II, s. 683. 359 el-Bursevî, a.g.e., VII, s. 49. 70 hususunda dinen caiz olanları yapma manasını anlamaktadır. Havas ise, bu Hak tarafına bakmaya bir emirdir. Çünkü ferahlama başka işle değil, ancak Hakk’a bakmakla olur demiştir. Örneğin âyetteki “Allah yolundan saptırmak için…” ifadesinden dolayı, onların maksat ve amaçları sadece saptırmak olunca, bu fiilleri alabildiğince çirkin bir davranış olmuş olur.360 Cenab-ı Hak sonrasında, o satın alma ile ilgili olarak “م ُ bilgisizce” yani, o, bunu/ ِبَغْيِرُِعْل bilgisizce satın alır ve Allah yolunu eğlence edinir. İşte bunlara rezil rüsvay edici bir azab vardır buyurmuştur. Bu davranışı yapanlar için “مِهين ” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime kendisinden devamlılığın anlaşıldığı bir manaya delalet etmektedir. Zira bir hükümdar kölesine, kendi adamına azab etmesini emrettiğinde, ona azab edecek olan, eğer o adamın tekrardan kralın hizmetine döneceğini anlamışsa, ona yumuşak davranır ve hafif bir şekilde azab eder. Eğer onun bir daha artık kralın hizmetine dönmeyeceğini, işinin bittiğini anlarsa da, ona hiç güzel davranmaz. Bu durumda, Hak Teâla’nın “ٌُن َُمِهي ifadesi, işte buna bir ”َعَذاٌب işaret olup, bununla mü’min ile kâfirin azabı arasındaki fark ortaya çıkar. Çünkü mü’minin azabı kendisini günahından temizlemek içindir. Yani mü’minin azabı “مِهين ” değildir. 361 Buradan da bu âyette kastedilen kimselerin inananlar değil, kafirler olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Mukatil b. Süleyman’ın aktardığı rivayet362 de dikkate alındığında bu daha da açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Seyyid Kutub boş sözü insanı oyalayan, vakti öldüren, hayır getirmeyen, mahsulü olmayan ve insanın yeryüzüne halife oluşundaki, dünyanın imarı, hayır ve adaletle düzeltilmesi gibi bir takım insanlık vazifelerine uygun olmayan neticeler getirecek sözlerin hepsi olarak tanımlamıştır. İslam insanın bu yeryüzündeki halifelik vazifesini gösterir. Bu hilafetin yapısını, sınırlarını ve araçlarını göstererek yolun planını oluşturur. Âyet-i kerime ise umumî bir hüküm olup her zaman mevcut olan bir insan tipini canlandırmaktadır. Yani âyetin söylediği hüküm her zaman için geçerlidir. İzleri belli olan, insanları doğru yoldan çeşitli vasıtalarla çıkarmaya çalışan bu insan tipleri her yerde bulunur. Bu âyetlerin ilk indiği zamanlardaki Mekke’de mevcut olduğu gibi daha sonra gelen dönemlerde de rastlanan bir topluluktur. Bu kimseler cahildir, hiçbir şey bilmezler, görmezler, hikmetten anlamazlar. Niyetleri kötüdür ve amaçları da boştur. Hem kendilerini hem de başkalarını Allah yolundan 360 er-Râzî, a.g.e., XXV, ss. 141-142. 361 er-Râzî, a.g.e., XXV, ss. 141-142. 362 Bkz. ss. 59-60. 71 saptırmak isterler. Nitekim Allah’ın yolunu alaya almak kadar kötü bir davranış bulunmaz. Bunun için de Kur’an-ı Kerim o zümrelerin portresini çizip tamamlamadan önce onların başına gelecek felaketi tehdit ederek belirtiyor: “İşte alçaltıcı azap onlar içindir.” Azabı alçaltıcı olarak nitelendirmek, onların edepsizliğini ve Allah’ın nizamıyla alay edişlerini red ettikleri içindir.363 Mevdûdî “َُلْهَوُاْلَحِديِث” deyiminin, dinleyeni hayran bırakan, kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi içerdiğini söylemektedir. Lügat anlamı itibariyle de bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı olmadığını belirtmektedir. Ancak günlük kullanım içinde bunun dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hakaret, romanlar, hikayeler, masallar, şarkı söyleme vs. gibi kötü ve faydasız şeyler için kullanıldığını belirtmektedir. İnsanları Allah yolundan saptırmak isteyenlerin ilgi çekici şeyleri satın alıp bunu kullanmaları kötülük odaklarının her devirde başvurduğu aynı araçtır. Kötülüğün önde gelenleri sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle oyalamaları ve insanlarda hayatın ciddî problemlerine eğilmek için harcayacakları zaman ve isteklerinin kalmaması bunun bir neticesidir. Böylece insanlar bu boş vermişlik içerisinde sürüklendikleri felaketi hissetmemektedirler.364 Süleyman Ateş tefsirinde âyetin önceki ve sonraki âyetlerle bağlamı incelendiğinde ُاْلَحِديِثُ“ terkibinin boş laflara dalarak Kur’an’ı dinlemeyen inatçı, kibirli kafirlerin ”َلْهَو durumunu tasvir için kullanıldığını söylemektedir. Âyetteki “َيْشَترى” ifadesinin ise para ile bir şey satın almak değil, hareket ve davranışlarıyla boş sözleri satın almak, hikmetli sözleri bırakıp boş sözleri almak için kullanıldığını belirtmektedir. Hikmetli sözler okunurken onu dinlemeyen, ancak gidip boş lafları dinleyen kişi, hikmetli sözü verip boş sözü satın almış olur. Aynı şekilde hidayete gelmeyip sapıklıkta ısrar eden kimse de hidayeti delalete satın almış olur.365 Böylelikle bu alışveriş maddi değil manevi olarak yapılmış olur. İşte “lehve’l- hadîs”i satın almak da böyle manevî bir satın almadır. Batıl sözü hak söze tercih etme anlamında olup burada maddeten herhangi bir satın alma mevcut değildir.366 363 Seyyid Kutub, a.g.e., V, ss. 245-246. 364 el-Mevdûdî, a.g.e., IV, ss. 321-322. ُ مْهَتدٖينَُ“ 365 َُكان وا َُوَما ُِتَجاَر ت هْم َُرِبَحْت ُِباْل هٰدىَُفَما َّضاَلَلَة ُال ُاْشَتَر وا َّلذٖيَن ُا İşte onlar, hidayete karşı sapıklığı satın almış“ ”ا وٰلِئَك kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlar kâr getirmemiş ve sonuçta doğru yolu bulamamışlardır.” Bakara 2/16. 366 Ateş, a.g.e., VII, s. 58. 72 4. Dünya Hayatının Gerçek Mahiyeti ve Eğlence Oluşu İnkârcılar her fırsatını bulduklarında dünya hayatı dışında bir hayatı tanımadıklarını ifade ederler. Kur’an ise onlara bunun mukabilinde şöyle bir gerçeği hatırlatarak cevap vermektedir: Ahiret kaygısı taşımayıp sırf dünya ile uğraşanlar için “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir.” Hayata anlam katan ve ona değer kazandıran şeyler, Allah’ın hoşnutluğuna ve O’na yaklaşmayı umarak yapılan hayırlı amellerdir. Böyle bir düşünce ve niyete girmeden geçirilen hayat boş, anlamsız ve faydasız geçirilen, tüketilen bir süreden ibarettir. Bunun aksine müttaki olanlar, yani dünyada yaptıkları her işin hesabını Allah’ın huzurunda vereceklerini hesap ederek yaşayan, O’nun buyruklarına karşı gelmekten, nehiylerini çiğnemekten sakınanlar, yasalarına tam bir itaatle tutunanlar, bu tutumlarıyla dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında ahiret hayatı dünyadan daha hayırlı ve daha güzel olacaktır.367 Şimdi bu hususta “dünya hayatının ancak bir oyun ve eğlenceden ibaret” oluşunu dile getiren âyetleri incelenecektir. Bu âyetler: َُن“ َاَفاَلَُتْعِق لو َّت قوَنُ َّلذٖيَنَُي ٰاْلِخَر ةَُخْيٌرُِل َّدا رُا َّالَُلِعٌبَُوَلْهٌوَُوَلل ُّدْنَياُُِا ”َوَماُاْلَحٰيو ةُال “Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hala akıl erdiremiyor musunuz?”368 Bu âyet ile ey insanlar, dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Kısa bir süre içinde gelip geçer. Sakın kendinizi ona kaptırmayın. Çünkü ona dalanlar, sonunda pişman olurlar. Ahiret yurdu ise Allah’tan korkup sakınanlar için daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız? denilmektedir. Bu âyet-i kerime ile “hayat ancak bizim bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Biz tekrar diriltilecek değiliz”369 diyen kafirlere cevap verilmekte ve dünya hayatının geçiciliğine dikkat çekilmektedir.370 Mukâtil b. Süleyman âyette diğer yurda “ahiret” denmesinin, dünya yurdundan sonra olmasından, bu yurda “dünya” denmesinin ise, onun ahiret yurdundan bize ednâ, yani daha yakın olmasından 367 Karaman v.dğr., a.g.e., II, s. 394. 368 En‘am 6/32. 369 En‘am 6/29. 370 et-Taberî, a.g.e., XI, s. 329. 73 kaynaklandığını ifade etmektedir.371 Bursevî ise âyetteki “dünya”nın ahiretten önce gelmesinin, dünyanın alçaklığından dolayı olduğunu söylemektedir. Yine ahirete bu ismin verilmesinin sebebi ahiretin yaratılışının dünyanın yaratılışından sonra olmasındandır.372 Râzî bu âyetle ilgili birkaç hususu şöyle zikretmektedir. Birincisi, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin, dünyaya olan hırsları, onun lezzetlerini ele geçirme istekleri çok fazla olur. Bundan dolayı Allah Teâla dünyanın değersizliğine ve önemsizliğine dikkat çekmek için bu âyeti zikretmiştir. Bilinmesi gerekir ki dünya hayatının bizzat kendisini kınamak imkan dahilinde değildir. Çünkü, ahiretteki mutluluğu kazanmak ancak bu dünya hayatında mümkündür. İşte bundan dolayı da şu iki görüş sunulmuştur: 1. Burada kastedilen kâfirin hayatıdır. İbn Abbas bununla ilgili şöyle buyurmaktadır: Allah Teâla bu âyet ile şirk ve nifak ehlinin hayatını kastetmiştir. Bunların hayatının bu şekilde nitelendirilmesinin sebebi ise mü’minin yaşayışındaki salih amellerin bulunmasının mukabilinde kafirin hayatı oyun ve oyalanmadır ve bu mü’minin hayatında olamaz. 2. Bu âyet, mü’min ve kafirin hayatı hakkında genel bir ifadedir. Yani bundan amaç, bu hayatta elde edilen lezzetler ile bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve hoş şeylerdir. Cenab-ı Hak dünya hayatını bir oyun ve oyalanma diye isimlendirmiştir. Çünkü insan, oyun ve eğlence ile meşgul olurken bundan lezzet ve tat alır. Sonra ise bu lezzet aldığı şeyler yok olup bitince, geriye sadece bir pişmanlık kalır. İşte dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde geriye sadece yakınma ve pişmanlık kalır.373 Râzî, dünya hayatının oyun ve oyalanma diye isimlendirilmesini ise şöyle açıklamaktadır: 1. Oyun ve eğlencenin süresi çok azdır. Bu yüzden çabuk sona erer ve kaybolur. Aynı şekilde dünya hayatının süresi de böyledir. 2. Oyun ve eğlence, kesinlikle çoğu durumda, istenilmeyen şeylere sebebiyet verir. Dünya lezzetleri de bu şekildedir. 3. Oyun ve eğlence, işlerin zahiriyle aldanma sırasında ortaya çıkar. Ama iyice düşünülüp, işlerin esası araştırılıp ortaya konulunca, geriye asla oyun ve eğlence 371 Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-kebîr, I, s. 344. 372 el-Bursevî, a.g.e., III, s. 18. 373 er-Râzî, a.g.e., XII, s. 210. 74 diye bir şey kalmaz. Oyun ve eğlence de bu şekildedir. Çünkü bunlar, çocuklar ve gafillere uygun düşen şeylerdir. Ama aklı başında olan zeki insanlar gelince, onlar çok nadiren oyun ve eğlenceye dalarlar.374 Dünyanın güzel şeylerinden lezzet alıp, iyi şeylerinden faydalanma da ancak işlerin hakikatlerinden habersiz olan gafil kişiler için söz konusu olabilir. Ama araştıran hikmet erbabına gelince, onlar bütün bu iyi denilen şeylerin birer aldatmaca olduğunu, aslında bunların dikkate alınacak bir tarafı olmadığını bilirler. 4. Oyun ve eğlencenin kabul olunan bir neticesi yoktur. Böylece bütün bu açıklamaların toplamından, dünyevî lezzet ve durumların, bir oyun ve eğlence olduğu, gerçekte dikkate alınacak bir tarafı olmadığı ortaya konmuştur. Yüce Allah bunu açıkladıktan sonra “Ahiret yurdu ise müttakiler için daha hayırlıdır” buyurmuş, ahiret hayatını hayırlı olmakla nitelendirmiştir.375 Dünya hayatının mahiyetiyle ilgili Kurtubî (ö. 671/1272) bizlere tefsirinde bir şairden şu şiiri aktarmaktadır: ُّدْنَياُكأَْحاَلِمَُناِئمَُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُوَماَُخْي رُعْي شُاَلَُي كو نُِبَداِئمُُُُُُُ أاََلُِإنُ ماُال َّالَُكحاِلمُُُُُُُُُُ َّذًةُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُفأَْفنيَتَهاَُهْلُأَْنَتُِإ ََّمْلُِإَذاَُماُِنْلَتُِباْْلَْمِسَُل َتأ Şunu bil ki dünya, uyuyanın gördüğü bir rüya gibidir. Ebedî olamayan bir hayat hayırlı bir hayat olamaz. Dün tadıp da bitirdiğin bir lezzeti düşün. Gerçekten bir rüya gibi değil miydi senin için? Yine bir başka şair de şöyle söylemektedir: ُ نُُُُُُُُُُُُُ َُّيَهاُاإِلْنَسا ُْحُِلَنْفِسَكُأ ِ ي تُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُواْكَد َّنَكَُم فاْعمْلَُعلَُىَُمَه لَُفِإ ََّنَُماُ هَوَُكاِئٌنَُقْدَُكاَناُُُُُُُُُُُُُُ ََّنَُماَُقْدَُكاَنَُلْمَُي كُِإْذَُمضىَُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُُوَكأ َفَكأ Ağır ağır çalış, şüphesiz ki öleceksin. Ve ey insan, kendin için uğraş. 374 er-Râzî, a.g.e., XII, s. 211. 375 er-Râzî, a.g.e., XII, s. 211. 75 Geçip gittiği için olmuş olan adeta olmamış gibidir. Ve olacak olan bir şey de sanki oldu gibi.376 “Oyun ve oyalanma”nın batıl ve aldanış anlamına geldiği de söylenmektedir. Bununla ilgili Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “ُُِاْل غ رور َُمَتا ع َّال ُِا ُّدْنَيا ُال ُاْلَحٰيو ة Dünya hayatı aldatıcı“ ”َوَما metadan başka bir şey değildir.”377 Bu âyetten kastedilen mana esasında kâfirlerin “bu, ancak dünya hayatımızdır”378 şeklindeki sözlerini yalanlamaktır. Kurtubî eserinde İbn Abbas’ın âyette bu dünya hayatının öyle belirtilmesinin kafirin hayatı için geçerli olduğunu söylediğini akarmaktadır. Çünkü kafir olan kimse, aldanış ve batıl içerisinde dünyanın günlerini yaşayıp gider. Mü’minin hayatını ise salih ameller kapsamaktadır. O bakımdan onun hayatı oyun ve oyalanma olamaz.379 Nesefî, âyette geçen “ٌُب ”kelimesinin “faydalı olanı bırakıp faydasız olanı almak ”َلِع anlamına geldiğini, “ٌُو ifadesinin ise “ciddi ve önemli olan bir şeyden önemsiz ve sıradan ”َلْه olan eğlenceye yönelmek” anlamına geldiğini söylemektedir. Nitekim dünya hayatıyla alakalı iş ve amellerin sadece oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, hiçbir menfaat ve yararının olmadığı, ahiret hayatıyla alakalı yapılan işlerin ise büyük faydalar sağladıkları söylenmiştir.380 Âyet-i kerîme’nin işârî tefsirini yapan Bursevî, nefsânî lezzetleri tatmakla geçen dünyevî hayatı, çocukların oyunları, oyalanmalarına ve isyan ehlinin eğlencelerine benzetmektedir. Bunun ise kişinin hakka ulaşan perdelerini fazlasıyla örttüğünü ifade eder. Ona göre insanlıktan ruhaniyete seyr-u sulûk yapabilmek için, şehvetleri terk etmek, haktan başka şeylerden ise yüz çevirmek gerekmektedir. Allah Teâla’ya yönelmek takvâ ehli için O’nun dışındakilerden daha hayırlıdır.381 Elmalılı, dünya hayatının dipsiz, sonu karanlık bir gafletten, faydasız oyuncaktan ibaret olduğunu, bunu geçiş anlarını, lezzet sayılan şeylerini biraz olsun düşünerek göz önüne getirenlerin tereddütsüz fark ettiklerini ifade etmektedir. Hayatı dünya hayatından ibaret 376 el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi‘ li-ahkâmi’l-Kur’ân, tah. Abdullah et-Türkî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2006, VIII, s. 360. 377 Âl-i İmran 3/185. 378 En‘am 6/29. 379 el-Kurtubî, a.g.e., VIII, s. 363. 380 en-Nesefî, a.g.e., II, s. 11. 381 el-Bursevî, a.g.e., III, s. 20. 76 görenlerin en büyük zevki yaşamdır, bu yüzden de onu ve sonucunu unutmak için boş şeylerle eğlenirler ve çareyi oyunlarla vakit öldürmede bulurlar.382 Mevdûdî’nin âyette ifade edilen dünya hayatının oyun eğlence oluşuna yaklaşımı diğer tefsir alimlerinden farklılık göstermektedir. Ona göre bu âyet, dünya hayatının gerçek dışı, boşuna ve ciddi hiçbir amaç taşımadan sadece bir oyun ve eğlence olduğu anlamına gelmez. Anlatılmak istenen, ebedî aleme oranla geçici olan dünya hayatının, kişinin dinlendikten sonra yeniden döndüğü ciddi bir iş arasında verilen dinlenme ve eğlence gibi olduğudur. Ayrıca bu alemde sağ duyudan ve doğru görüşten yoksun kimseleri yanlış anlayışlara sürükleyebilecek biçimde ve hayatı yalnızca oyun ve eğlenceden, oyalanmadan ibaret sayılabilecek şekilde yanlış kanaatlere götürebilecek pek çok aldatıcı görünümler olduğundan dünya hayatı oyun, eğlence ve oyalanmaya benzetilmiştir. Örneğin, dünya hayatında bir padişahın rolü, sahnede kral rolü oynayan, taç giyip gerçek bir kralın emirleri gibi uyulması lazım gelen emirler veren, gerçekte ise bir kralın hiçbir gücüne sahip olmayıp, yönetmenin emriyle tahtından indirilen, hapsedilen ve öldürülen bir oyuncununkinden hiç de farklı değildir. Nitekim çevremizde gece gündüz dünya sahnesinde bu türde çok sayıda oyunlar sergilenmektedir. Mesela birisi kendi dışındakileri beslemekte gibi bir rol takınır ancak gerçekte kendisi başkaları tarafından beslenmeye muhtaçtır. Yine bir başka kimse sanki başkalarına onur ve yarar yahut zarar verme gücüne sahipmiş gibi, çevresindeki her şeyin tek hakimi benim dercesine kibirli davranır. Halbuki kendisi güçsüz ve zavallı bir kimsedir. Hayat tersine dönüverdiği an bir despot olarak üzerlerine hükmettiği insanların ayaklarının dibine düşüverir. Hayat sahnesinde sergilenen tüm bu oyunlar ölümle birden kesilir. Sonra, bir başka dünyaya geçilir ve her şey gerçek rengiyle görülür.383 Böylelikle Mevdûdî dünya hayatının aslında insana verilen bir rolden ibaret olduğunu, tabi bu rolün iyi yönde kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır. Nitekim bu rolü kötü oynayanlar onun deyimiyle yönetmenin yeter artık dediği an bitmektedir ve o zaman içinde bulunmuş olduğu oyun ve oyalanmanın hesabını vereceği, artık rol yapma imkanının bulunmadığı bir aleme gitmektedir. Bu açıdan tüm insanların olduğu gibi müslüman da bu oyun ve oyalanmanın içindedir. Bu rolü, oyun ve eğlenceyi Rabbinin rızası çerçevesinde değerlendirip hesabı verilecek ve yaptığı rol sonucu kendisini ebedî mutluluğa eriştirecek şekilde oynamalıdır. 382 Elmalılı, a.g.e., III, s. 412. 383 el-Mevdûdî, a.g.e., I, s. 544. 77 Seyyid Kutub’a göre de bu âyet islam düşüncesine göre dünya hayatını ihmal etme, insanı pasifleştirmeye veya dünyaya tamamen sırt çevirme manasına asla gelmez. Kutub, özellikle zahidlerin ve tasavvuf ehlinin bazı hareketlerinde görülen inziva, pasiflik ve dünyayı ihmal hareketlerini islam düşüncesinin asla benimsemediğini vurgulamaktadır. Ona göre bu adetler, islam toplumuyla karışan kilise ruhbaniyetinden, iran ve bazı meşhur grek düşünürlerinin zihniyetlerinden geçmiştir. Dünya hayatının oyun ve oyalanma oluşunun sunmuş olduğu İslam tasavvurunu temsil eden nesiller tarih boyunca zaman zaman görülmüştür. Bunlardan en olgununu Ashab nesli oluşturur. Bu nesil hem kendi nefislerindeki şeytana, hem de topluma cahiliyet devrinden devrolunan şeytanlara karşı çıkıyordu. Onlar, dünya hayatının Allah katındaki değerini biliyorlardı. Dünyanın ahiret için kazanç yeri olduğunu, her iki hayatın da burada kazanılacağını ve dünyanın miskinlik ve pasiflik yeri olmayıp, hareket ve faal olma yeri olduğunu İslam düşüncesi onlara öğretmişti. Kutub’a göre ashab, dünya hayatı ile ahiret yurdunun rabbâni değerlerini bildikleri için dünya’ya köle olmamışlardı. Dünya onları değil, onlar dünyayı binek yapmışlar, dünya onları kendine kul edememiş, onlar dünyayı kendilerine kul yapmışlardı. Allah’ın yer yüzündeki hakimiyetini en iyi şekilde kullanarak O’nun hakimiyetini korumuşlardı. Bununla da yalnız Allah’ın rızasını aramış ve ahiret yurdunu dilemişlerdir. Böylece dünya hayatında dünya ehlini geride bıraktıkları gibi, ahiret hayatı için de onların kazandıklarından daha çok elde etmişlerdir.384 Bu âyetle Allah Teâla, ahireti inkar edenlerin varsa yoksa dünya deyip, başka bir hayat kabul etmediklerinden onların bu düşüncelerinin yersizliğini belirtiyor, ahiret hayatının dünya hayatından çok daha iyi olduğunu, ahirete oranla dünya yaşamının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu, gerçek yaşamın ise ahirette olduğunu ifade etmek istiyor.385 5. Dünya Hayatının Bir Eğlence ve Oyalanma Olması İnkârcıların ahiret hayatını reddetmelerinin temelinde esasında dünya tutkusu bulunmaktadır. Çünkü bir yasalar bütününden oluşan din, bir takım emir ve yasaklarıyla insanın sonsuz arzularını sınırlamaktadır. Bu açıdan insan bir ikilemde kalmaktadır: Nefsâni talepleri karşısında aklının ve vicdanının buyruklarını hakim kılmayı başaranlar iradelerini 384 Seyyid Kutub, a.g.e., II, s. 1072. 385 Ateş, a.g.e., III, s. 136. 78 inançlarıyla bütünleştirip dinin emir ve nehiylerinin makul, değerli ve uyulması gerekli ödevler olduğuna hükmederler. Akıl ve vicdanlarına nefsani arzuları galip gelenler ise söz konusu emir ve yasakları birer yük olarak görür ve bunların anlamsız ve yararsız olduğuna hükmederler. Sonuçta ise din karşıtı bir düşünce ve hayat çizgisini benimserler. İnceleyeceğimiz Ankebût suresi 64. âyette bu kesimlerin algıladığı anlamda bir dünya görüşünün yanlışlığına dikkat çekilmekte, bu anlayışla yaşanan bir dünyanın sadece sıradan, gelip geçici zevkler ve hazlardan ibaret olduğu uyarısında bulunulmaktadır. Oysaki insan için önemli olan, ebedi mutluluk ve esenliğe ulaşması açısından ahiret yurdundaki asıl hayatı kurtarmasıdır.386 Âyet: َُن“ ٰاْلِخَرَةَُلِهَىُاْلَحَيَوا نَُلْوَُكا نواَُيْعَل مو َّداَرُا َّنُال َّالَُلْهٌوَُوَلِعٌبَُوِا ُّدْنَياُِا ”َوَماُٰهِذِهُاْلَحُٰيو ةُال “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”387 Bu âyetle ilgili müşriklerin zevk ve safa içerisinde yaşadıkları dünya hayatının ancak bir eğlence ve oyun olduğunu, bunun ise insanların nefsini zevklendirdiğini bildiren Taberî’ye göre âyette de denildiği gibi asıl ebedi hayat, devamlı olan hayat, ölümün olmadığı ahiret yurdudur. Bu açıdan asıl hayat ahirette yaşanacak hayattır. Eğer müşrikler bunu anlayacak olsalar, o zaman Allah’a ortak koşmaktan vazgeçip sadece ona kulluk ederlerdi. Ayrıca nakletmiş olduğu hadislerde âyetteki “ن ُ ”ifadesinin “orada ölüm yoktur” ve “bakidir ”َلِهَيُاْلَحَيَوا anlamlarına geldiğini bildirmektedir.388 Beyzâvi de bu ifadenin mübalağa için kullanıldığını ve “o bizzat hayattır” anlamına geldiğini söylemektedir.389 Râzî bu âyette birbirine atfedilen “ٌَُلْهو” ve “ٌُب arasında bir fark olması gerektiğini ”َلِع söyler ve bu farkı iki şekilde açıklar. Bunlardan birincisi: Her şey kişiyi meşgul eder. İnsanın, bir şey yapmaya yöneldiğinde, onun dışındaki her şeyden yüz çevirmesi gerekir. Çünkü bir işin diğer bir işi yapmaktan kendisini alıkoyamadığı zât sadece yüce Allah’tır. Bu dikkate alındığında geçici ve önemsiz bir hazdan dolayı batıla yönelen kimsenin haktan yüz çevirmiş olması gerekir. Bu durumda Râzî, batıla yönelmenin “ٌُب ”َلْهوٌُ“ haktan yüz çevirmenin ise ,”َلِع olduğunu söyler. Bu durumda ise dünya bir oyundur. Yani batıla yönelmedir. Haktan yüz 386 Karaman v.dğr., a.g.e., IV,s. 285. 387 Ankebût 29/64. 388 et-Taberî, a.g.e., XX, s. 60. 389 el-Beyzâvî, a.g.e., IV, s. 199. 79 çevirme anlamında ise bir lehvdir. İkincisi: Bir şeyle meşgul olanın o şeyle meşgul olabilmesi için onu başkasına tercih etmesi gerekir. Bu ise ya o kimsenin “bunu öne alıyorum, diğerini ise daha sonra yapacağım” diyerek takdim ile olur, ya da tamamıyla o işe dalıp başkasından da büsbütün yüz çevirmesiyle olur. Razî bu durumlardan ilkini oyuna, ikincisini ise eğlenceye benzetmiştir. Buna delil olarak da, örfte satranç, güvercin uçurma gibi şeylerin eğlence aletleri olarak isimlendirilmediklerini, oysa ki ûd ve diğer yaylı sazların eğlence aletleri olarak isimlendirildiklerini göstermektedir. Çünkü ikinci kısımda zikrettiği şeyler kişiyi o anda kendisinde ortaya çıkan hazdan dolayı başka şeylerden alıkoyar. Bu durumda dünya, bazıları için meşgul olduğu ve “bu meşguliyetimin yanı sıra ibadet ve ahiretimle de meşgul oluyorum” dediğinden dolayı oyun, bazıları için ise o işe tamamıyla dalarak ahireti büsbütün unuttuğu için bir lehv’dir, eğlencedir.390 Kurtubî, bunların mal, mevki, geçimin temel esasını sağlayacak ve itaatler için gerekli gücü temin edecek, zorunlu olan ihtiyaçtan fazla olan giyecek gibi dünyalık şeyler hakkında olduğunu söylemektedir. Sadece bunlardan Allah için olanlar ahiretin kapsamı içerisini girerler ve asıl kalacak olanlar da onlardır. Yani kendisi ile Allah’ın mükafat ve rızası anılarak yapılan şeyler kalıcı olacaktırlar.391 Nesefî âyetteki “ٌَُلْهو” kelimesinin, insanın haz alıp yararlandığı, bir müddet oyalandığı ve bir süre sonra da elinden kaçırdığı, elinden çıkıp giden şey anlamına geldiğini söylemektedir. Ona göre bu dünya hayatının oyundan ibaret olması, çabucak elden çıkması, kaybolup gitmesi, ehlinin eline bir şeyi bırakmaması, ölüm hallerinin adeta bir anlık oyun ve eğlenceye dalan, sonra da oradan dağılıp giden çocukların haline benzer. Burada dünya hayatının basitliği, hiçliği, dünya işlerinin de oldukça küçük ve basit olduğu ifade edilmiştir.392 Bursevî dünyayı eğlenceye benzetme sebebi olarak iki şey zikretmektedir. Bunlardan birincisi eğlence ve oyun çabuk biter ve sürekli değildir. Buna binaen âyete şu anlamı vermektedir: “Süsleri ve cazibesiyle birlikte dünya yok olacak bir gölge gibidir. Onun devamlılığı söz konusu değildir. Bu nedenle kalbin onunla huzur bulması ve ona meyletmesi 390 er-Râzî, a.g.e., XXV, s. 92. 391 el-Kurtubî, a.g.e., XVI, s. 387. 392 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 212. 80 doğru olmaz.” İkincisi ise, eğlence ve oyun akıllı ve basiretli kişilerin değil, çocukların ve ahmakların işidir.393 Seyyid Kutub’a göre bu dünya hayatı genel anlamda ve ahiret amaçlı yaşanılmadığı zaman bir eğlenceden ibaret hale gelir. İnsanlar için bu hayat en yüce bir amaç olursa, dünya hayatına yaşama gayesi eğlenme olursa o zaman âyetteki durum ortaya çıkmış olur. Ahiret hayatı ise canlılık dolu bir hayat olup her türlü anlamıyla doğrudan doğruya canlılık ifade eder. Kur’an bununla insanları dünya hayatından tamamen çekilmeye, dünya nimetlerinden uzaklaşıp onu bir yana atmaya teşvik etmemektedir. Nitekim bu İslam’ın ruhuna ve hareket tarzına uygun değildir. Ancak şu da var ki bununla ahiret hayatının göz önünde bulundurulmasını, Allah’ın koymuş olduğu sınırların aşılmamasını istemektedir. Nefsin elinde köleleşip mahkum olmamayı, nefsin arzularını karşı konulamaz hale getirmemeyi amaçlamaktadır. Burada mü’minin dünyanın ve ahiretin değerlerini iyi bilmesi ve her ikisini bildikten sonra da hür olarak hareket etmesi gerekmektedir. Bakış tarzı her zaman mutedil olmalıdır.394 Mevdûdî dünya hayatının oyun ve oyalanmasına kapılıp onun oyuncaklarıyla ömür geçirenlerin ölüm kapısından elleri boş bir şekilde, ahiretteki ebedi hayatı gözettiklerinde ve o oyuncaklarının kendileri için ebedî bir azaba sebep olduğunu gördüklerinde oyuncaklarının kendilerine ne faydası olacağını ifade etmektedir.395 Süleyman Ateş son âyetin, sadece dünyayı düşünen, bütün yaşamı dünya yaşamından ibaret zanneden kafirlere, bu inançlarının doğru olmadığını, ebedî olan ahiret yaşamı karşısında bu dünya hayatının bir eğlence ve oyun gibi kısa, değersiz olduğunu, esas yaşanacak yurdun ahiret yurdu olduğunu ifade etmektedir. Bu dünya hayatı, bir göz açıp yumma gibi kısadır. Ahiret ise süreklidir. Düşünen insan, gönlünü fani olan bu dünyaya kaptırmaz. Bütün gayretini dünyayı kazanmaya harcamayıp bir yandan sürekli olan ahiret yurdunu kazanmak için çabalar. Ancak dünyayı da ihmal etmez. Yani her ikisine karşı da görevlerini yerine getirir. Bedenin de ruhun da ihtiyaçlarını karşılamakla birlikte, bedenin geçici, ruhun ise esas olduğunu bilir ve her birine gerektiği kadar değer verir.396 393 el-Bursevî, a.g.e., VI, s. 356. 394 Seyyid Kutub, a.g.e., V, s. 2751. 395 el-Mevdûdî, a.g.e., IV, s. 271. 396 Ateş, a.g.e., VI, s. 531. 81 Allah Teâla dünya hayatının bir oyun ve oyalanma olduğunu bir diğer âyette şöyle bildirmektedir: ُْم“ َّت قواُي ْؤِت كْمُا جوَر كْمَُواَلَُيْسَپْل كْمُاَْمَواَل ك ُّدْنَياَُلِعٌبَُوَلْهٌوَُوِاْنُت ْؤِمن واَُوَت ”ِانََّماُاْلَحٰيو ةُال “Şüphesiz dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer inanır ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, O size mükâfatınızı verir ve sizden mallarınızı (tamamen sarf etmenizi) istemez.”397 Bu âyetle ilgili açıklamalar yukarıda incelediğimiz âyetten farklılık göstermediği için tekrar geniş bir biçimde ele alınmayacaktır. Kısaca Yüce Allah dünyanın değersizliğini ve önemsizliğini anlatmak için “dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir” diyerek ahiret karşısında bu dünyanın değerinin birkaç günlük gönül eğlendirmeden öteye gitmeyeceğini bildirmektedir. Mâtürîdî (ö. 333/944) bu âyetin tefsirinde onlara dünya hayatının oyun ve eğlence olma sebebinin ölümden sonra dirilme ve hayata inanmayışlarından kaynaklandığını belirtmektedir.398 Seyyid Kutub, “şayet iman eder ve sakınırsanız O size ecirlerinizi verir” ifadesiyle bu durumda dünya hayatını oyun ve eğlenceye almaktan çıkarıp ona ciddiyet mührünü vuran, hayvanî seviyenin üzerinde yüce bir seviyeye ulaştıran ve oradan da yücelerin yücesine bağlayan hususun iman ve takva olduğunu belirtmektedir.399 Âyetin sonunda ifade edilen “sizden mallarınızı tamamen sarf etmenizi istemez.” bölümü bir sonrasındaki âyet incelendiğinde Allah’ın malların tamamının sarf edilmesini istemesi durumunda inananları zorlayacağı ve cimrilik edecekleri, bu şekilde de kinlerinin ortaya çıkacağı400 bildirilmektedir. Nitekim Allah Teâla insanların bütün mallarını feda etmelerini istemiyor. Çünkü farzlarını koyarken, hükümlerini yerleştirirken insanlara zorluk çıkarmayı amaç edinmiyor. Nitekim insanın fıtraten ve yaratılışından dolayı kendini düşündüğünü biliyor. Bu yüzden de bir nefse götürebileceğinden fazlasını yüklemiyor.401 Kullarına acıdığından dolayı bütün varlıklarını sarf etmelerini dileyerek göğüslerini sıkıntıya sokup içlerini daraltarak bencillik duygularını ortaya çıkarmalarına sebep olmaz.402 M. Sait Şimşek, 397 Muhammed 47/36. 398 el-Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te’vîlâtü Ehli’s-sünne, tah. Mecdi Ba Sellum, Dârü’l- Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût 2005, IX, s. 286. 399 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, s. 3302. ُْم“ 400 َُوي ْخِرْجُاَْضَغاَن ك َُتْبَخ لوا َُف يْحِف كْم َُيْسَپْل ك موَها Eğer onları (tamamını) isteyip sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve“ ”ِاْن bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” Muhammed 47/37. ُ وْسَعَها“ 401 َّال ُِا َُنْفًسا هلل ِ ل فُا ُي َك Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz…” Bakara“ ”اَل 2/286. 402 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, s. 3302. 82 âyetin “sizden mallarınızı(n tamamını) istemez” şeklinde bitmesiyle, esasında Allah yolunda hiçbir infakta bulunulmadığı takdirde dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olacağını vurgulamak için olduğunu zikretmektedir.403 6. Dünya Hayatının Mal ve Evlat Sahibi Olma Açısından Oyalanma ve Eğlence Olması İnsanın yaratılış amacından tamamen kopuk bir dünya hayatı Kur’ân’ın birçok âyetinde açıklaındığı gibi anlamını, amacını kaybetmiş, sadece görünüşte kalmıştır. Bu amacı göz ardı etmeden hayatın gereklerine uyulması ise zaten Kur’ân’ın da insandan istediğidir. Dolayısıyla yukarıda incelediğimiz ve yine şimdi inceleyeceğimiz tarzdaki âyetlerle dünya hayatının mutlak anlamda mahkûm edildiği söylenemez. Ayrıca buradaki tasvir sadece inananlara değil inanmayanlara da aynı yargıya ulaşma imkânı sağlamaktadır. Nitekim inanmayan bir kimsenin de bu dünyadaki eylemleri her ne kadar bir amaca matuf gözükse de eğer davranışlarıyla öteki alem arasında kurulmuş fikrî bir bağ yoksa davranışları âyetin de belirttiği gibi “onlar da yağmurun yeşerttiği, önce o işle meşgul olanları bile imrendiren ancak sonra yavaş yavaş etkinliğini kaybeden ve nihayet bir hiç haline gelen bitkiden farksızdır” hitabının karşılığını bulacaktır. Böyle kimselerin davranışlarını ve yaptıkları fiillerin neticelerinin ancak bir oyalanma ve eğlence olarak kendilerine döneceğini, onlardan ahiret adına hiçbir verim alamayacaklarını Allah Teâla şu âyetiyle bildirmektedir: َّفاَرُ“ َُبُاْل ك ُّدْنَياَُلِعٌبَُوَلْهٌوَُوْٖيَنٌةَُوَتَفا خٌرَُبْيَن كْمَُوَتَكاث ٌرُِفىُااْلَْمَواِلَُوااْلَُْواَلِدَُكَمَثِلَُغْي ثَُُاْعَج َّنَماُاْلَحٰيو ةُال َا ِاْعَل مواُ َّالَُمَتا عُ ُّدْنيَُاُِا هللَُُِوِرْضَواٌنَُوَماُاْلَحٰيو ةُال ٰاْلِخَرِةَُعَذاٌبَُشدٖيٌدَُوَمْغِفَرةٌُِمَنُا َّمَُي كو نُ حَطاًماَُوِفىُا اراُث َّمَُيهٖي جَُفَتٰری هُ مْصَف َنَبا ت هُ ث اْل غ رورُِ“ “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider.) Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre) çetin bir azap veya Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.404 403 M. Sait Şimşek, a.g.e., IV, s. 550. 404 Hadîd 57/20. 83 Âyetteki temsil ile dünya hayatı yağmura benzetilmekle birlikte asıl benzetilen bitkidir. İnsanın evlenme, mal-mülk edinme ve çoluk-çocuğa karışma çağları ile bitkinin burada ortaya konulan evreleri arasında bir benzerlik kurulabilir. Ayrıca âyette “çiftçiler” diye çevrilen “َّفار ”kelimesi kâfirin çoğuludur. Bu kelimenin sözlük anlamı “örten, gizleyen ” ك demektir. Bu yüzden dolayı hem tohumu ekip üstünü örtmesi dolayısıyla çiftçiye hem de Allah’ı ve gerçekleri inkâr edip üstünü örtmesi sebebiyle inkârcı kimseye “kâfir” denilmiştir. Burada “çiftçi” anlamı uygun düşmekle birlikte özellikle bu kelimenin seçilmesi, inanmayanların dünya hayatına düşkünlüklerine bir göndermenin bulunduğunu göstermektedir.405 Seyyid Kutub da burada özellikle “َّفار kelimesinin seçilmesiyle tevriye ”ال ك sanatı yapıldığını ve kafirlerin dünya hayatına hayranlıklarının ima edildiğini söylüyor.406 Dünya hayatının oyun ve eğlenceden olduğunu ifade eden bu âyetten hareketle dünya zevkinin özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Cenab-ı Hakk’ın “dünya hayatı bir oyundur” buyruğu vardır ve oyun ise, kişiyi çok yoran, ancak çocukların yapacağı bir iştir. Uğrunda onca yorgunluğun çekildiği şeyler ise sonuç vermeden sona erer.407 Oyun, dünyaya arzuyu, şevki artıran bir şeydir ve mal mülk biriktirmek de oyun kapsamına girmektedir.408 2. Dünya hayatının bir eğlence oluşu ve eğlenceyi sadece gençlerin yapacağı bir şey olarak değerlendiren Râzî, eğlencelerin sona erdiğinde genel olarak geride, sadece bir hayıflanma ve hasret duygusunun kaldığını belirtmektedir. Bunun böyle olduğu bir gerçektir. Nitekim insan, eğlenceler son bulduktan sonra malının, ömrünün gittiğini, lezzetin ve zevkin son bulduğunu ve ortada herhangi bir şey kalmamasına rağmen, nefsinin bunlara karşı bir arzu ve özlem duyduğunu görür. Bu şekilde zarar verici şeyler birbirini takip eder.409 Bunun yanında eğlencenin ahiretten alıkoyan, yani kişiyi meşgul etmek suretiyle ahirete yönelmekten alıkoyan şey olduğu da söylenmiştir. Oyun hakkında mal mülk biriktirmek olduğu söylendiği gibi eğlencenin de kadınlar olduğu da söylenmiştir.410 405 İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîrü’t-tahrîr ve’t-tenvîr, Dârü’t-Tûnîsiyye, Tunus 1984, XXVII, ss. 405- 406; Ayrıca bkz. Râzî, a.g.e., XXIX, ss. 234-235. 406 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, s. 3491. 407 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 234. 408 el-Kurtubî, a.g.e., XX, ss. 259-260. 409 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 234. 410 el-Kurtubî, a.g.e., XX, ss. 259-260. 84 3. Âyetin diğer vurguladığı şey de eğlenceye tabiatıyla renk katan dünya hayatının bir süs oluşudur. Süs ve süslenme kadınların adetidir. Nitekim süsten ve süslenmeden elde edilmek istenen şey, çirkin olan şeyi tamamlama hususunda çaba göstermek demektir. Ne var ki arızî olan bir şey zâtî olana üstün gelemez.411 Kâfir dünyalık ile süslenirken ahiret için amel etmez. Allah’a itaat dışındaki şeylerle süslenen kimsenin durumu da bu şekildedir.412 Böylelikle Allah’ın insanları için vermiş olduğu nimetlerden biri olan süslenme de Allah’ın koymuş olduğu sınırlar içerisinde olmalıdır. Aksi takdirde kişiyi ahiretten çevirmeye sebep olan eğlence kapsamına girme ihtimali bulunmaktadır. 4. Bir diğeri ise dünya hayatının insanlar arasında fani sıfatlarla bir övünç vesilesi oluşudur. Bu övünme ya neseb yahut da güç, kuvvet, asker bakımındandır. Oysa ki bütün bunların hepsi son bulacak olan şeylerdir.413 5. Son olarak ise dünya hayatının mallarda ve çocuklarda bir çoğalma vesilesi oluşudur.414 Çünkü cahiliye âdetlerinden birisi de evlatların ve malların çokluğuyla övünmektir. Hâlbuki mü’minlerin çokluğuyla övünecekleri şey iman ve itaattir.415 İmam Kurtubî “bilin ki dünya hayatı bir oyundur, bir eğlencedir” ifadesinin önceki âyetlerle ilişkisini dikkate alarak insanın bazen öldürülme korkusu ve ölümden kurtulamamak endişesiyle cihadı terk edebileceğini, bu buyruk ile Yüce Allah’ın dünya hayatının geçici olduğunu ve kalıcılığı olmayan şeyi elde tutmaya çalışma gayesiyle Allah’ın emrini terk etmemenin gerekliliğinin vurgulandığını söylemektedir. “أَنََّما” lafzındaki “َما”nın sıla olduğunu ve buradaki takdirin “ اعلمواُأ نُالحياةُالدنياُلِعبُباطلُوُلهوُفرحُثمُينقضي” yani “bilin ki dünya hayatı boş bir oyun ve şımarıkça bir eğlenmedir, sonra sona erer.” olduğunu belirtmektedir. Ayrıca naklettiğine göre müteahhirûn dönemi alimlerinden birisi şöyle demiştir: “Bir oyundur” ifadesi çocukların oyunu gibidir. “Bir eğlencedir” gençlerin eğlenmesi gibidir. “Bir süstür” kadınların süsü gibidir. “Bir övünmedir” birbirine eşit şahısların karşılıklı övünmeleri gibidir. “Çocuklarıyla bir yarıştır” ise tacirlerin mallarının çokluklarıyla övünmeleri gibidir.416 411 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 234. 412 el-Kurtubî, a.g.e., XX, s. 260. 413 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 234. 414 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 234. 415 el-Kurtubî, a.g.e., XX, s. 260. 416 el-Kurtubî, a.g.e., XX, ss. 259-260. 85 Dünya hayatının geçiciliği ile alakalı Bursevî tefsirinde Hz. Ali’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Hz. Ali, Ammar’a şöyle dedi: Dünya için sıkıntı çekme. Çünkü dünya altı şeyden ibarettir: Yenilen, içilen, giyilen, koklanan, binilen, nikâhlanılan şeyler… En değerli yiyeceği baldır. O, bir sinek tükürüğüdür. En değerli içeceği su olup onda bütün canlılar ortaktır. En değerli giyeceği ipektir ve onu da bir böcek örer. En değerli kokusu misk olup o da ceylan kanındandır. En değerli bineği attır ancak üstünde insanlar öldürülür. En değerli nikâhlı kadındır o da sidik yolunda bir sidik yoludur.”417 Dünya hayatı eğer dünyadaki bir takım ölçü ve kıyaslamalar yoluyla ölçülmeye çalışılırsa insan gözünde çok büyük ve çok önemli bir şeymiş gibi görünür. Ne var ki varlık ölçüleriyle ölçülüp kıyaslandığında, yani ahiret terazisine konulunca hiçbir değerinin olmadığı ve önemsiz olduğu ortaya çıkar. Bu âyetteki tasvire göre dünya hayatı ahiret aleminin öneminin yanında çocuk oyuncağı gibi kalmaktadır. Böylelikle herkes oyuncaklar aleminde dolaşıp bir müddet oyalandıktan sonra vakti gelince gerçekler dünyasına göç edecektir.418 Ahiret hayatından kopuk bir dünya hayatının tasvir edildiği bu âyet ile görülmektedir ki ahireti amaç edinmeyen bir dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden, kalıcılığı olmayan bir süsten, mal yığmak ve çoluk çocuk sahibi olma tutkusundan başka bir şey değildir. Bu yönüyle de geçici olduğundan yağmurun yeşertip, ancak yeşilliği devam etmeyen, sararıp solan ekin haline benzer. Diğer âyetlerde de incelendiği gibi dünya hayatının bu şekilde sunulması, bütünüyle bu hayatın mahkum edildiği ve dünyadan elimizin eteğimizin çekilmesinin gerektiği anlamına gelmemektedir. Nitekim dünya hakkının unutulmaması gerektiği de Kur’ân’da bize hatırlatılmaktadır.419 Önemli olan bir şey var ki o da ahiret hayatı ile dünya arasında bir dengenin kurulabilmesi ve ikisini beraber yürütebilmektir. Çünkü ahirette hem azap vardır hem de bağışlanma ile Allah’ın hoşnutluğunu kazanma vardır. Bu dengeyi kuramayıp tamamıyla dünyaya yönelene azap olduğu gibi söz konusu dengeyi kuranlar ise Allah’ın hoşnutluğunu kazanır ve büyük ecirlere nail olurlar. Bunun için o büyük ödüllere nail olmak için hazırlanma yeri dünya hayatıdır.420 417 el-Bursevî, a.g.e., IX, s. 303. 418 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, s. 3491. ُّبُاْل مْفِسدٖينَُ“ 419 َللُاَلُُي ِح ه َّنُا ُاْلَْرِضُِا ِاَلْيَكَُواَلَُتْبِغُاْلَفَساَدُِفىُا هللُ َاْحِسْنَُكَماُاَْحَسَنُا ُّدْنَياَُو ٰاْلِخَرَةَُواَلَُتْنَسَُنٖصيَبَكُِمَنُال َّدارَُُا ال هللُ ” َواْبَتِغُٖفيَماُٰاٰتیَكُا “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” Kasas 28/77. 420 M. Sait Şimşek, a.g.e., V, s. 175. 86 7. Yerin ve Göğün Eğlence İçin Yaratılmaması Allah’ı inkâr edenler ve bu küfürlerinde ısrar edenler Allah’a çeşitli isnatlarda bulunmaktan da kaçınmamaktadırlar ve Yüce Allah’ın evrendeki düzenini ve yaratılıştaki hikmeti de fırsat buldukça inkâr etmektedirler. Bu sebeple Allah Teâla, bu evreni oyun ve eğlence olması için, boş yere yaratmadığını, tam tersine alem ve içindeki her şeyin yaratılmasında hikmetli yüce bir planın olduğunu kullarına bildirmektedir. Bunun yanında oyun ve eğlenceyle uğraşma, anlamsız işler yapma zaafı gibi beşerî özelliklerden münezzeh olduğunu da bildirmektedir. Allah’ın yaratması anlamlı ve hikmetli olup bu âlemin hiçbir hikmet olmaksızın, gayesiz, boş ve bâtıl olarak yaratılmış olduğunu ancak inkârcılar düşünür.421 Allah Teâla bu dünyayı ve içindekileri oyun eğlence olsun diye yaratmadığını şu âyetlerle kullarına duyurmaktadır: َّناَُفاِعلٖينَُ “ َّناُِاْنُ ك َّتَخْذَنا هُِمْنَُل د َّتِخَذَُلْهًواُاَل َاَرْدَناُاَْنَُن ُاَلِعبٖينَُ“” َلْوُ َّسَماَءَُوااْلَْرَضَُوَماَُبْيَن هَماُ ”َوَماَُخَلْقَناُال “Biz, yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.”422 Bu âyetlerle “yerin ve göğün yaratılması amacı olarak, her şeye gücü yeten, emrine uyulması gereken, kötülük işleyenin de, iyilikte bulunanın da yaptığının karşılığını veren bir yaratıcısının olduğuna dikkat çekelim diye yarattık” denilmektedir. Yani, bizler gökleri ve yeri insanlar birbirlerine zulmetsinler diye, onların bir bölümü küfre sapsın ve emir olunduklarına muhalefet etsin, sonra da amellerinin karşılığı verilmeksizin ölsünler diye yaratmadık. İşte hikmetin zıttı olan ve hakim olan Allah hakkında mümkün olmayan “oyun ve eğlence” budur.423 Necran Hıristiyanlarından es-Seyyid, el-‘Âkib ve beraberindekiler, “İsa Allah’ın oğludur” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâla, “eğer bir lehv edinmek isteseydik, elbette onu kendi nezdimizden edinirdik” buyurdu. Çünkü melekler İsa’dan daha hoş ve daha temizdir. Eğer evlat edinmek isteseydik, yeryüzündekilerden değil, kendi nezdimizden 421 Karaman v.dğr., a.g.e., III, s. 669; Kâfirlerin dünya hayatının gayesiz ve hikmetsiz yaratıldığını ileri sürmeleri ve hayatın sadece dünyadakinden ibaret olduğunu iddia etmeleriyle ilgili âyetler şunlardır: “َُوَماَُخَلْقَنا ُِر َّنا َّلذٖيَنَُكَف رواُِمَنُال ُّنُالَّذٖيَنَُكَف رواَُفَوْيٌلُِل َّسَماَءَُوااْلَْرَضَُوَماَُبْيَن هَماَُباِطاًلُٰذِلَكَُظ Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş“ ” ال yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay inkâr edenlerin haline.” Sad 38/27; Ayrıca bkz. Câsiye 45/24. 422 Enbiyâ 21/16-17. 423 el-Kurtubî, a.g.e., XIV, s. 184. 87 edinirdik424 buyurmuştur.425 Taberî tefsirinde “lehv”in Yemen Arapçasında çocuk, kadın ve eş anlamına geldiğini aktarmaktadır.426 Hz. Îsa’nın ve Hz. Üzeyr’in Allah’ın oğlu olduklarını iddia edenlere cevap olması açısından “kendi tarafımızdan” ifadesine “insanlardan değil, meleklerden” anlamı da verilmiştir.427 Nesefî “َُّلِعْب َال ”in sabit olmayan ve kendinden önceki anlamı derinleştiren bir fiil olduğunu söylemektedir. “َُاَلِعِبين” ise “َخَلْقَنا” fiilinin failinden haldir. Böyle olunca âyetin manası şu anlama gelmektedir: “Bu yükseltilmiş tavanı, döşenmiş yeri ve bunlar arasındaki çeşitli mahlûkatı oyun ve eğlence için yaratmadık. Bunları yaratanının kudretine delalet etsin diye ve iyi ve kötüye hikmetimize uygun şekilde mükâfat ve ceza verelim428 diye yarattık.” Sonrasında gelen âyetle de Cenab-ı Hak zatını noksan sıfatlardan tenzih etmiştir. Böylece “eğer çocuk ve kadın edinmek isteseydik, onu tarafımızdan vildanlar ya da huriler şeklinde edinirdik. Bunu yapanlardan olmadık. Çünkü bu, bizim hakkımızda mümkün olmayan bir şeydir.” anlamı ortaya çıkıyor. Burada ayrıca “İsa Allah’ın oğludur, Meryem onun karısıdır” diyenlere bir cevap vardır.429 Yüce Allah böylece kesin olarak zatını evlat edinmekten, özellikle onların batıl ve iftira yoluyla ileri sürdükleri şekilde İsa’yı, Üzeyr’i yahut melekleri evlat edinmekten tenzih etmektedir.430 Eğer yüce Allah bu âlemi ve bu kitabı eğlenerek dinlenilsin veya alay konusu yapılsın diye gönderecek olsaydı, onu kendi katında edinirdi. Ve bu eğlenme kendi zatına mahsus olur, sonradan meydana gelmiş olan fani yaratıklarıyla hiç bir alakası bulunmazdı. Âyetteki “َُْلو” edatı bir şeyin olmadığının olmayacağını belirten bir harftir. Yani şart fiilinin gerçekleşmediğini, cevap fiilinin vuku bulmayacağını ifade etmektedir. Yani yüce Allah eğlence edinmek istemediği için, eğlence edinilecek bir nokta kalmamıştır. Bu eğlence ne kendi katında mevcuttur ne de onun dışında. Allah Teâla başlangıçta bunun olmasını irade ُ ر“ 424 َُّها ُاْلَواِح دُاْلَق هلل ُا ُ هَو ُ سْبَحاَن ه َُيَشا ء َُيْخ ل قَُما َّما ُاَلْصَطٰفىُِم َُوَلًدا َّتِخَذ َُي ُاَْن هلل ُا َاَراَد ُ ,Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi“ ”َلْو yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, bir olan ve her şey üzerinde mutlak otorite sahibi olan Allah’tır.” Zümer 39/4. 425 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 354. 426 et-Taberî, a.g.e., XVIII, s. 421; Ayrıca bkz. Kurtubî, a.g.e., XIV, s. 184; İbn Kesîr, a.g.e., V, s. 335. 427 er-Râzî, a.g.e., XXII, s. 147; Kurtubî, a.g.e., XIV, s. 184; Beyzâvî, a.g.e., IV, ss. 47-48. َاْحَسنُ واُِباْل حْسٰنى“ 428 َاَسا ؤاُِبَماَُعِم لواَُوَيْجِزَىُالَّٖذيَنُ َّسٰمَواِتَُوَماُِفىُااْلَْرِضُِلَيْجِزَىُالَّذٖيَنُ ِلِلَُماُِفىُال ه Göklerdeki her şey, herdeki her“ ”َو şey Allah’ındır. Bu, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandırması için böyledir.” Necm 53/31. 429 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 66. 430 İbn Kesîr, a.g.e., V, s. 336. 88 buyurmayıp kesin olarak iradesi bu noktaya yönelmediği için bu hiçbir zaman olamaz. Burada cedelî bir üslup kullanılmış olup bununla bir hakikati yerleştirme gayesi hedeflenmektedir. Yani Allah’ın zatıyla ilgili her şey kadim olup sonradan meydana gelmemiştir, baki olup önceden fena bulmamıştır. Eğer Allah eğlence edinmeği dileseydi bu hareket sonradan meydana gelmiş olmayacaktı. Ve göklerle yer yüzü arasındaki sonradan meydana gelmiş bütün varlıklar gibi bir var oluşla meydana gelmeyecektir. Kısacası kendi katından ve kendi zatından olacaktır. Zira ezelî ve ebedî olan bir varlığa taalluk etmektedir.431 Allah Teâla göklerle yeri ve ikisi arasında bulunan şeylerin tamamını gereksiz yere yaratmamışsa her birinin amacı ve hedefi var ise, akıl ve irade verdiği insanı da boşuna yaratmamıştır. Burada şu soru da sorulabilir: Allah aklı ve iradesi olan insanı niçin oyun ve eğlence olsun diye yaratsın ki? Yok, eğer dünyayı ve evreni insanlar oynayıp eğlensinler diye yaratmışsa niçin insanların eğlenmesi için yaratsın ki? O zaman kendisine oyun ve eğlence olacak şeyler yaratırdı.”432 Bu durumda ortada olan bir gerçek var ve bu gerçeği ciddi olarak düşünmeleri insanlardan istenmektedir. Bu da tüm hayat sisteminin sadece oyun ve eğlenceden ibaret olmadığıdır. Eğer böyle bir zanna düşülürse, dünyayı sadece oyun ve eğlenceden ibaret sanan önceki toplulukların akıbetine uğranılacağı da bildirilmektedir. Bu nedenle insanlardan, kendilerine gelen mesaja karşı takınacakları tavrı tekrar gözden geçirmeleri, onunla alay edip Allah rasûlünü hafife almak yerine, kendilerinden önceki toplulukların akıbetlerinden uyarı ve ders almaları istenmektedir.433 Allah Teâla’nın yeri ve gökleri oyun olsun diye yaratmamasıyla alâkalı bir diğer âyet de şöyle geçmektedir: َاْكَثَر هْمُاَلَُُيْعَل مونَُ “ َّنُ ِ قَُوٰلِك َّالُِباْلَح ٖبينَُ“ ” َماَُخَلْقَنا هَماُِا َّسٰمَواِتَُوااْلَْرَضَُوَماَُبْيَن هَماُاَلِع ”َوَماَُخَلْقَناُال “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık.” “Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar.”434 Âyette geçen “َُاَلِعِبين” kelimesi hal olup “eğer öldükten sonra dirilme, hesap verme ve sevap olmasaydı, sadece bu yaratılmışların yaratılmaları, o takdirde bir oyun ve eğlenceden 431 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, ss. 2371-2372. 432 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 368. 433 el-Mevdûdî, a.g.e., III, s. 301. 434 Duhân 44/38-39. 89 ibaret olurdu” anlamı ortaya çıkmaktadır.435 Bu âyetin kıyametin dirilişin ve kıyametin kesin delili olarak getirildiği söylenmektedir. Yani bununla bir bakım “eğer öldükten sonra dirilme olmasaydı, bu yaratmamız bir eğlence, boş ve abes olurdu” denilmektedir.436 Bu konu mü’minûn sûresinde “sizi boş (abes) olarak mı yarattığımızı zannettiniz?”437 ve buna bir cevap niteliğinde sâd sûresinde “göğü, yeri ve ikisi arasında olan şeyleri bâtıl olarak (boşu boşuna) yaratmadık”438 buyurulmaktadır. Eğer bunlar yalnız insanların dünya hayatı için yaratılmış olsalardı o zaman “dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir”439 âyetinin manası gereğince tüm yaratılanların bir oyun ve eğlenceden ibaret olması gerekirdi.440 Bir sonraki âyet ile de bu yaratılış amacı bildirilmektedir. “Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak - ciddi manada, oyun ve eğlence ile hiçbir ilgileri olmaksızın- yarattık. Ama onların çoğu –bu gerçek için yaratıldıklarını- bilmiyorlar.”441 Böylelikle Allah Teâla bu âyetlerle zatının oyundan, boş ve batıl işlerden münezzeh olduğunu, yaratmasının ve her yaptığı işin bir yüce bir hikmeti, amacı olduğunu haber vermektedir.442 Âlemin yaratılmasının hikmeti, yapılan işlerin karşılığının verilmesidir. Eğer, amellerin karşılığı Allah’ı inkâr edenlerin söylediği gibi verilmemiş olsaydı o zaman, Allah katında mü’min ile kâfirin durumları bir olurdu ki bu imkansızdır. Bu iki âyet diriltilmenin varlığına delildir. Eğer haşr olmayıp amellerin karşılığı verilmemiş olsaydı, bu yaratılanların hepsi boşuna olurdu. Çünkü Allah Teâla onları ve hayatlarını düzenleyecek sebepleri yaratmış, sonra da onları iman ve itaatle sorumlu tutmuştu. Bunu da itaat edenle isyan edenin ayrılıp seçilmesi için yapmıştır. Şu halde itaat edenler Allah’ın lütfuna ve ihsanına mazhar olur, isyan edip O’nun emirlerinden yüz çevirenler ise Allah’ın adaleti gereği hak ettikleri cezaya ve azaba çarptırılırlar. Bu yüzden öldükten sonra diriltme, herkesin yaptığı amellerinin karşılığının verilmesi, yaptığını bulması için gereklidir.443 Dünya hayatının sonundaki ceza ve mükâfatın reddedilmesiyle aslında dünya bir oyuncak ve onu yaratan da bir oyuncu yerine konulmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde düşünenler, bu hayatın sonunda insanların toz olup gideceklerini ve kendilerinden hiçbir 435 en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 106. 436 er-Râzî, a.g.e., XXVII, s. 250-251; el-Beyzâvî, a.g.e., V, s. 103. 437 Mü’minûn 23/115. 438 Sâd 38/27. 439 Muhammed 47/36. 440 Elmalılı, a.g.e., V, s. 443. 441 en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 106. 442 İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 259. 443 el-Bursevî, a.g.e., VIII, s. 327. 90 hesap sorulmayacağını sanırlar. Oysa, kâinatı yaratan bir oyuncu değildir.444 Seyyid Kutub da âyette ifade edilen göklerin ve yerin yaratılışı ile ölüm ve diriliş konusu arasında derinden bir münasebet olduğunu vurguluyor. İnsan bu gerçeğe halis bir yönelişle dikkat ederse o derin münasebetin farkına varır. Burada olay, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyin bir ölçü içerisinde yaratılış gayesine uygun olarak hareket ettiğini, bu ölçünün varlıklar âleminde hem kendi iç dünyası ile, hem dış dünya ile bağlantılı olduğunu görüp, büyük ya da küçük hiçbir şeyde tesadüfün yeri olmadığını kavramaktır. Bunu yapmak insana sonsuz bir anlayış gücü verir. Yaşamış olduğumuz âlemde her varlığın bir gayesi olduğunu, gereksiz hiçbir şeyin bulunmadığının farkına varır. Böylece bütün bunların sonunda fena bulacağını, bir başka âlemde muhakkak hesap ve cezanın geleceğini anlar.445 39. Âyetin hak ile yaratıldıklarını ortaya koyması, bu dünya ve içindekilerin oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadıklarını da pekiştirmektedir. “Hak” kelimesi, “gerçeklik, adalet, hedef ve gayesi olma” gibi anlamlara gelmektedir. Öyleyse insanın bu dünyaya gelmesinin de ölmesinin de bir anlamı vardır. Bu dünya hayatında insanlar arasındaki münasebetlerde adalet temin edilemediğine, biri zalim, diğeri mazlum olarak ölebildiklerine göre, evrenin hak ile, yani adalet üzerine yaratılması farklı bir âlemde adaletin temin edileceğini göstermektedir.446 8. Allah ve Rasûlü’nü Terk Etmeye Sebep Olması Yönüyle Eğlenceye Dalma Cuma Sûresi 11. âyetinin inceleneceği bu kısımda Hz. Peygamber’in Cuma hutbesi verirken Medine’ye bir ticaret kervanının ulaşması üzerine yapılan çağrının duyulmasıyla o sırada ibadet halinde olan cemaatin bir kısmının ibadetlerini bırakıp o tarafa doğru koşmalarından bahsedilecektir. O dönemde kıtlık olduğu için gıda malzemeleri getirecek bir kervanın gelmesi dört gözle bekleniyordu. Bu yüzden sahabenin oraya yönelmeleri dolayısıyla mescitte az sayıda cemaat kalmıştı.447 Bu olay üzerine aşağıdaki şu âyet nazil olmuştu: هلل َُخْيرُ“ ِ تَجاَرِةَُوا َّلْهوَُُِوِمنَُُال ه ِللَُخْيٌرُِمَنُال ُّضواُِاَلْيَهاَُوَتَر كوَكَُقاِئًماُ قْلَُماُِعْنَدُا قٖينَُ“َوِاَذاَُراَْواُِتَجاَرًةُاَْوَُلْهًواُاْنَف ِْ َّرا ال 444 el-Mevdûdî, a.g.e., V, s. 309. 445 Seyyid Kutub, a.g.e., V, s. 3216. 446 M. Sait Şimşek, a.g.e., IV, s. 499. 447 M. Sait Şimşek, a.g.e., V, s. 237. 91 “Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki, Allah’ın yanında bulunanlar eğlence ve ticaretten daha yararlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”448 Medine’ye gelen kervanlar davul çalınarak ve el çırpılarak karşılanıyorlardı. On iki erkek ve kadın haricinde, mescidde bulunanlar da kervanın geliş haberini alınca onu karşılamaya çıktılar. Nebî (a.s.) mescidde kaç kişinin kaldığını sorunca on iki erkek ve kadın cevabı verildi.449 Sonra bir başka kervan daha geldi ve yine on iki erkek ve kadın dışında herkes kervanı karşılamaya çıktı. Bir başka zaman da ‘Âmir b. ‘Avf oğulları’ndan Dıhye b. Halife el-Kelbî –müslüman olmadan önce- Şam’dan çeşitli ticaret malları getirdi. Dıhye, gelişini davul çaldırıp el çırptırarak duyurdu. Medine’ye gelişi Hz. Peygamber’in minberde ayakta hutbe irad ettiği Cuma gününe denk gelmişti ve mesciddekilerin bir kısmı kervanı karşılamak için oraya yönelmişlerdi. Bunun üzerine Nebî (a.s.) mescidde kaç kişi kaldı? diye sorunca on iki erkek ve kadın cevabı verildi. Hz. Peygabmer: “Eğer bunlar da kalmamış olsaydı, kendileriyle helâk edilmeleri için onlar adına taşlar işaretlenecekti” buyurdu. Bunun üzerine de bu âyet nazil oldu ve Müslümanlar yapmış oldukları bu davranışları sebebiyle uyarıldılar.450 Âyetteki “ًُاوَلْهوا” “oyun-eğlence” kelimesiyle davul kastedilmiştir. Çünkü onlar düğün yaparken davul-zurna çalıyorlardı. Aynı şekilde kervana da davul-zurna çalarak gitmişlerdi. ُِاَلْيَها“ ُّضوا ona yönelip dağıldılar” cümlesiyle “o kervana doğru gittiler, böylece cemaatten“ ”ِاُْنِف ayrıldılar” denmektedir. “Ona” zamiri “ticarete” demek için kullanılmıştır.451 Râzî ticaret ve eğlence mefhumlarının gözle görülmeyen şeyler cinsinden olduğunu, ancak âyette kastedilenin “ticarete ve eğlenceye yaklaştıran şeyler” olduğunu ifade etmiştir. Şu. âyetteki kullanım da bununla aynıdır: “َُُك َاْبِلْغ هَُمْاَمَُن هُٰذِل مُ َِّ هللُث ُا هتىَُيْسَمَعَُكاَلَم َاَحٌدُِمَنُاْل مْشِركٖيَنُاْسَتَجاَرَكَُفَاِجْر هَُح ُ َوِاْن َُن َُيْعَل مو ُاَل َُقْوٌم ,Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa“ ”ِبَانَّ هْم Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı. Sonra da onu güven içinde olacağı yere ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.”452 Burada da asıl duyulan 448 Cuma 62/11. 449 Buharî, “Buyu‘”, 6; Müslim, “Cum‘a” 38. 450 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 361. 451 er-Râzî, a.g.e., XXX, s. 10-11. 452 Tevbe 9/6. 92 şey Allah’ın kelâmı değil, ona delalet eden sestir.453 “ِاَلْيَها” zamirinin sadece ticarete atfedilmesi, asıl maksadın o olması dolayısıyladır. Çünkü eğlenceden maksat kervanı karşıladıkları davuldur. Tereddüt anlamı taşıyan “او” edatı onlardan bazılarının sırf davul dinlemek ve onu görmek için dağıldıklarını gösterir ya da ihtiyaç duyulduğu ve yararlı olduğu halde ticaret için dağılmak kınanacak bir şey olursa, eğlence için dağılmak daha çok kıskanacak bir şey oluru ifade etmektedir.454 O dönemde kervanın gelişi, dönemin âdetlerine göre çalgı aletleriyle ve insanların ona eşlik eden sevinç çığlıklarıyla duyurulduğu için bu koşuşturma aynı zamanda bir şenlik ve eğlence havası da ortaya çıkarıyordu. Âyette hem ticaret hem de eğlenceden söz edilmesinin sebebi budur. Muhtemelen gidenlerden bir kısmı alışveriş için değil, sırf eğlenmek için gitmişlerdi. Ama ister alışveriş, ister eğlence için gidilmiş olsun hatibi minberde bırakmak elbette doğru bir davranış değildi.455 Bu sebeple de bu uyarı gelmişti. Uyarı ise onlar “Allah’ın yanında bulunan, eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır” şeklindeydi. Bursevî, “Allah’ın yanında” olandan amacın sevap ve mükâfat olduğunu ve burada Allah’ın Rasûlullah vasıtasıyla hitap ettiğini, bu hitabın ise azarlama ile karışık olduğunu bildirmektedir. Allah’ın katında olan menfaat, kesin ve ebedîdir. Fakat ticaret ve eğlencede olan veya var sayılan menfaat böyle değildir. Eğlencedeki menfaat kesin değildir. Ticaretteki menfaat ise ebedî değildir.456 İmam Kurtubî de bununla birinci olarak “Allah’ın yanındaki namazınızın sevabı sizin eğlence zevkinizden ve ticaretinizin sağladığı faydadan daha hayırlıdır”, ikinci olarak ise “Allah’ın sizin için ayırmış olduğu rızkınız, elde ettiğiniz eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır.” anlamlarında açıklandığını söylemiştir.457 Hadisenin yaşanma zamanının hicretten kısa bir süre sonra vuku bulduğu dikkate alınırsa bu, sahabenin sosyal eğitiminin daha yeni başladığı bir dönemdi. Diğer taraftan, Mekke müşriklerinin ambargo uygulaması sebebiyle Medine’de halk günlük ihtiyaçlarını zor karşılıyordu. Hal böyleyken kervan gelmekte ve halk da ona doğru akın etmektedir. Çünkü namaz bitene kadar her şey biter endişesi vardır doğal olarak. Bu yapılanın eğitimin eksik, şartların zor olduğu bir zamanda ortaya çıkmış bir zaaf ve hata olduğu görülmektedir. Ancak bu insanların İslam için yaptıkları fedakârlıkları, ibadet ve muamelatta hayatlarının nasıl 453 er-Râzî, a.g.e., XXX, s. 11. 454 el-Beyzâvî, a.g.e., V, ss. 212-213. 455 M. Sait Şimşek, a.g.e., V, s. 237. 456 el-Bursevî, a.g.e., IX, s. 426. 457 el-Kurtubî, a.g.e., XX, ss. 493-494. 93 değiştiğini ve takvanın timsali olduklarını göz önüne alan hiçbir kimse onları dünyayı ahirete tercih etmekle suçlamaya cesaret edemez. Ve şöyle bir gerçek de var ki Allah Teâla sahabeye dil uzatanları nasıl teyid etmiyorsa, sahabenin hiçbir şekilde hata yapmayacağını söyleyip, onları göklere çıkaranları da tasvip etmez. Çünkü sahabenin de insan olmaları hasebiyle taşıdıkları birçok zaaf ve hataları vardır. Fakat bunların hiç biri sahabenin Allah katındaki ve yine inananların gönüllerindeki değerinden bir şey eksiltmez.458 Ayrıca bu hadise, tarihin o harika topluluğunu oluşturan ruhî bina ve terbiye faaliyetinin ne büyük çabalar harcamayı gerektirdiğini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Allah yolunda çalışan kimseler için karşılaştıkları kimselerde gördükleri zaaf, eksiklik ve ayak kaymalarına karşı sabırlı olmaları gerektiğini de göstermektedir. Çünkü uğrunda çabalanan ruhlar, beşer ruhudur ve yolun ortasında durup kalmamayı, aksine direnip anlayış ve idrak içerisinde sabır ve sebat etme yapısındadır.459 Buradan da görülmektedir ki sahabe’nin Allah’ın huzurunda olmayı ve Rasûlü’nü terk etmeye sebep olan “ticaret ve eğlence” o dönemin zor şartları dolayısıyla yapılmış beşerî bir zaaftan kaynaklanmaktadır. Ancak ilahi terbiyenin duruma müdahale ettiği ve yapılan hatalarının farkına varmaları hemen sağlanmıştır. Günümüzde de insanları Allah yolundan çeşitli gerekçelerle alıkoyacak birçok eğlence bulunmakta olup bunun yerini ve dozajını ayarlayamadıkları takdirde bu ilahi hitabın muhatapları olmak durumunda kalınmaktadır. Bir takım ihtiyaçlar insanları Allah’ın emri olan namazdan, zekâttan veya diğer tüm ilahi yasalardan alıkoyuyorsa kişi bu uyarıları da dikkate alarak kendine çeki düzen verdiği gibi ihtiyaçlarının teminine ve temin keyfiyetine de çeki düzen vermelidir. 9. Alıkoyma, Oyalama ve Engelleme a. Emellerin Oyalaması İnkârcıları müslüman olmaktan alıkoyan ve ileride pişmanlık duyup imrenecekleri duruma düşmelerine sebep olan şey, onların akıllarını kullanıp, düşünüp taşındıktan sonra bu dinin hak olmadığı kanaatine varmaları değildir. Tam tersine, onların sağlıklı düşünmelerini, hakikati görmelerini ve hidayete ermelerini engelleyen şey, bedensel hazlara, arzu ve ihtiraslara kendilerini kaptırmaları, geçici, boş ve değersiz amaç, istek ve emeller ile 458 el-Mevdûdî, a.g.e., VI, s. 317. 459 Seyyid Kutub, a.g.e., VI, s. 3570. 94 oyalanmalarıdır.460 Bunun için insanların kendi tercihleri istikametinde yaşamakta serbest olduklarını ve sonuçta eylemlerinin kendileri için ne getirip ne götüreceğini ileride görüp anlayacaklarını bildirerek hem insanın hürriyetine, hem de bu hürriyetin aynı zamanda bir sorumluluk yüklediği, dolayısıyla doğru kullanılması gerektiği hususunda uyarıda bulunmak için şu âyet zikredilmiştir: َُن“ َّت عواَُوي ْلِهِه مُااْلََم لَُفَسْوَفَُيْعَل مو ”َذْر هْمَُيْا ك لواَُوَيَتَم “Bırak onları yesinler (içsinler), yararlansınlar; emelleri onları oyalayadursun. İlerde gerçeği bilecekler.”461 “Bırak onları…” buyruğu, Hz. Peygamber’in artık inkârcıları uyarmaktan vazgeçmesini, tebliğ görevini terk etmesini algılayan bir emir olarak anlaşılmamalıdır. Bu ifade, nefsanî tutkularının kölesi olmak yüzünden tamamen dalâlette bulunan inkârcıların, bu durumlarıyla muhatap almaya değer sayılmayacak kadar kendilerini değersiz bir hale getirdiklerini ifade etmektedir. Bu açıdan onlara karşı ağır bir kınama ve uyarı amacı taşımaktadır.462 Bu âyet, çeşitli sözlerle Hz. Peygamberi inciten, onunla alay eden müşrikler için bir uyarıdır. Bu âyetle, “Ey Muhammed, seni yalanlayan Mekke kâfirlerini bırak dünyalarından yesinler ve faydalansınlar. Emel, yani beslemiş oldukları tûl-i emel onları ahiretten oyalasın, yakında bileceklerdir” denilmektedir.463 Kendilerini arzuları oyalayadursun. Arzu ve emelleri ahiret için hazırlık yapmaktan onları alıkoyup Allah’ın taatindeki son paylarını alma konusunda engelleyip kendilerini oyalasın.464 Onların ahlâkı bu olup ahirette ise hiçbir payları yoktur. Cenab-ı Hakkın bizim de incelediğimiz “َلَهى” kökünden türeyerek kurulan “ُ ُي ْلِهِه م َو َّشِئُالهى-َلْهيًُا“ ifadesi ise arapça’da ”االََم لُ şeklinde bir şeyden yüz çevirmek anlamında ”َلَهْي تَُعِنُال kullanılır.465 Boş umut, ileriye dönük temenni ve beklenti anlamlarına da gelmektedir.466 Bununla ilgili bir şiirde şöyle geçmektedir: ْيَن بَُُُُُُُُُُُُُُُُُُُوَلَقْدُأََطْلَتُِعَتاَبَهاَُلْوُ تِعْب تُُُُُُُُُُُُُُُ َْ َصَرَمْتُِحَباَلَكَُفاْل هَُعْنَهاُ 460 Karaman v.dğr., a.g.e., III, s. 332. 461 Hicr 15/3. 462 Karaman v.dğr., a.g.e., III, s. 331. 463 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, 198. 464 et-Taberî, a.g.e., XVII, s. 65. 465 er-Râzî, a.g.e., XIX, s. 159. 466 en-Nesefî, a.g.e., II, s. 224. 95 “Zeyneb, -sevme, bırak şunu- bütün iplerini kopardı. Ama sen, ah senin gönlünü bir alsa diye, onu uzun uzun kınayıp durdun!” Burada geçen “َفاْل هَُعْنَها” deyimi, “onu bırak, ondan yüz çevir” anlamındadır. Bu açıdan incelenen âyetteki ifade de “ kâfirlerin tûl-i emellerinin onları imandan alıkoyması” anlamını vermektedir. Râzî bu âyetten yola çıkarak ehli sünnet alimlerinin bu âyet ile Allah Teâla’nın insanları imandan alıkoyabileceğine ve mükellefe onun için dinen zararlı görülen şeyi yapabileceğine delil getirdiklerin, Mutezile’nin ise, “bu bir izin ve müsaade etmek olmayıp aksine bir tehdit ve vaîd ifade etmektedir” dediğini aktardıktan sonra buradaki anlamdan yola çıkarak “Allah dinen onlar için zarar olduğunu açıkça ifade etmekle birlikte, o şey hususunda onlara izin vermiştir” diyerek kendi görüşünü ortaya koymaktadır.467 Râzî’ye göre âyet-i kerime, dünyadan lezzet alıp ondan yararlanmayı ve bunlara götürecek şeyleri tercih etmenin tûl-i emel olduğuna ve bunun mü’minlerin ahlâkından olmadığına işaret etmektedir.468 İnsanı oyalayıp Allah’ı tefekkür etmekten alıkoyan tûl-i emelin kınanmasıyla ilgili hadis-i şerifler de mevcut olup bunlardan biri: “ ُِل َاْلِحْر صُعَلىُاْلَماِلَُوُط و لُاْْلََم ُِاْثَناِنُ ُّبُِفيِه Âdemoğlu“ ”َيْه ر مُاْب نُاَدَمَُوَُي ش ihtiyarlarken onda iki şey artarak gerçekleşir: Mal tutkusu ve tûl-i emel.”469 Bu anlamda emelin kısa tutulması kişiyi amele sevk eder, uhrevî işler konusunda elini çabuk tutmaya götürür ve hayırlı amellerde yarışmaya teşvik eder.470 Beyzâvî bu âyetle amacın Rasulullah (s.a.v)’in onların dönmelerinden ve ona eziyet etmelerinden ümidini kestirmek olduğunu, çünkü onların hidayetten mahrum kimseler olup artık onlara nasihat etmenin kuru bir emek olduğunun anlatıldığını vurgulamaktadır.471 Kişiyi oyalaması, ahiretten alıkoyması bakımından emeli açıklayan Seyyid Kutub şunları söylemektedir: “İnsanı oyalayan emel tablosu canlı ve hareketli bir tablodur. Kişi her zaman parlak emeller peşinde koşar ve kendisini bu emeller seline kaptırarak dalar gider. Bir süre sonra da emniyet sınırını aşar ve Allah’ı unutup kaderi hatırından çıkarır, eceli de düşünmez. Artık bir takım sorumluluklarının bulunduğunu ve mahzurlu şeylerin olduğunu aklına getirmez. Hatta zaman olur Allah’ın varlığını ve kudretini bile unutur, bir an gelip 467 er-Râzî, a.g.e., XIX, s. 159. 468 er-Râzî, a.g.e., XIX, s. 159. 469 Müslim, “Zekât”, 115; Tirmizî, “Zühd”, 28; “Sıfatü’l-Kıyâme”, 22. 470 el-Kurtubî, a.g.e., XII, s. 178. 471 el-Beyzâvî, a.g.e., III, s. 206. 96 ölümün pençesine düşeceğini ve ölümden sonra dirilip hesaba çekileceğini kabul etmez.”472 İşte bu hale düşen insan artık bir süre sonra bu yaptığının yanlışlığını anlayacak ve bir “ah” çekecek ancak o zaman da iş işten geçmiş olacak. Bu da âyetin “ََُُيْعَل مون ki sonra“ ”َفَسْوَف bilecekler” ifadesiyle bildirilmektedir. b. İman Edenleri Allah’ın Zikrinden Alıkoyma Kur’ân’da ara ara dünyaya aşırı tamah etmenin tehlikelerine ve dünya hayatının varlık sebebi olan sınavın gereklerinden olarak insana bazı şeylerin çekici gösterildiğine değinilmektedir.473 Şimdi ele alacağımız Münâfikûn Sûresi 9. âyet ile de kişiye yüklenen ödevin, onun ailesiyle ilgilenmesi, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmaması değil, hayatın doğal akışı içerisinde ve meşguliyetin, hayatın asıl anlamını unutturacak ve Allah’a kul olma bilincini kaybetmeye yol açmaması hususu vurgulanmaktadır. Çünkü kişi kendisini dünya telaşına kaptırırsa, ahiret için bir şeyler yapmak gerektiğine inandığı halde bunu unutur ve ölümle yüz yüze geldiğinde bu gerçeği hatırlar. Ancak sınav süresi dolduğu için artık sıra değerlendirmeye gelir ve bu noktada kişi hüsrana uğrar. Bu tabloyu sunan âyet şu şekildedir: للَُوَمْنَُيْفَعْلُٰذِلَكُفَُا وٰلِئَكُ ه مُاْلَخاِس رونَُ“ ِ ه َّلذٖيَنُٰاَمن واُاَلُت ْلِه كْمُاَْمَوال كْمَُواَلُاَْواَل د كْمَُعْنُِذْكِرُا ”َياُاَيَُّهاُا “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.”474 Mukâtil b. Süleyman âyetteki “iman edenler” hitabının aslında dilleriyle ikrarda bulunan münafıklar için olduğunu söylemektedir. Mal ve evlatların alıkoyduğu şeyi ise farz olan namaz olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla hüsrana uğrayacak olanlar da farz namazı terk edenler olacaktır.475 Bu âyetle ilgili İmam Kurtubî’nin değerlendirmesinin Mukatil b. Süleyman’ınkinden daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Kurtubî, bu buyrukla yüce Allah’ın, mü’minleri münafıkların huylarından sakındırmakta olduğunu, onlara siz de münafıkların yaptıkları gibi mallarınızla uğraşmayın, çünkü münafıkların mallarıyla cimrilik yaptıklarından dolayı Rasûlullah’ın yanında bulunanlara infak etmeyin dediklerini zikretmiştir.476 Mevdûdî 472 Seyyid Kutub, a.g.e., IV, s. 2126. 473 Yukarıda incelenen Hadîd Sûresi 20. âyeti buna en güzel örneklerden biridir. 474 Münâfikûn 63/9. 475 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 366. 476 el-Kurtubî, a.g.e., XX, s. 506. 97 de bu âyetin muhatabının müslüman olduğunu söyleyen herkesin olduğunu, Kur’ân’da bu ifadenin bazen müslüman olduklarını iddia edenlere, bazen de genel olarak Müslümanlara hitaben kullanıldığını, nerede, kime hitap edildiğini ise âyetin siyak sibakından anlaşılacağını vurgulamıştır.477 Böylece imanın donuk bir inanç olmadığı, insanın söz ve fiilleri üzerinde etkili olması gerektiği anlatılmaktadır.478 Mal ve evladın alıkoyacağı şey, yani meşgul edeceği şey479 olan “Allah’ı anmak” ifadesi hac ve zekattan, Kur’ân okumaktan,480 diye açıklandığı gibi sürekli zikirden481 diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre ise Mukâtil b. Süleyman’ın da zikrettiği gibi beş vakit namazdan alıkoymaktır. Yine bütün farzlardan veya Allah’a itaatten alıkoyma anlamında olduğu da söylenmiştir. “Kim bunu yaparsa”, yani malıyla, evlâdıyla uğraşıp Rabbine itaatten uzak kalırsa “işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”482 Çünkü onlar baki ve büyük şeyi küçük olan ve fani şeye satmışlardır.483 Netice itibariyle âyette aslında insanı Allah’tan gafil kılan, O’nu anmaktan engelleyenin mal, çocuk ve diğer bütün şeylerin olduğu görülmektedir. Malı ve çoluk çocuğu Allah’ı anmaya engel olacak seviyede sevmek, böylesine dünya varlığına tutulmak yasaklanıyor.484 Çünkü Allah’tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir. Nitekim insan her an başıboş olmayıp Allah’ın bir kulu olduğunu, Allah’ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve bir gün yaptıklarının hesabını vereceğini aklında tutarsa hiçbir sapıklık ve delalete düşmez. Beşerî noksanlıkları sebebiyle bir hata yapsa bile, hata yaptığının farkına varır varmaz kendine çeki düzen verir.485 477 el-Mevdûdî, a.g.e., VI, s. 333. 478 M. Sait Şimşek, a.g.e., V, s. 243. 479 en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 204. 480 et-Taberî, a.g.e., XXIII, s. 411. 481 ez-Zeccâc, Ebû İshâk b. es-Serî, Me‘âni’l-Kur’ân ve i‘râbuhû, tah. Abdulcelîl Abdüh Şelebî, Alemü’l- kütüb, Beyrût 1988, V, s. 177. 482 el-Beğavî, Ebu Muhammed Hüseyn el-Ferrâ, Me‘âlimü’t-tenzîl, tah. Heyet, Dâru Tayyibe, Riyad 1446, VIII, s. 134. 483 el-Beyzâvî, a.g.e., V, s. 215. 484 Ateş, a.g.e., IX, s. 460. 485 el-Mevdûdî, a.g.e., VI, ss. 333-334. 98 c. Çokluk Yarışının Oyalaması Kişiyi oyalayan şeylerin başında gelenlerin birisi de çokluktur. Nasıl ki eğlence, mal- mülk, ziynet insanı oyalıyorsa, kendisini kaptırdığı takdirde çokluk da onu oyalayabilmektedir. İnceleyeceğimiz âyette geçen ve “yüksek bir amaç gütmeden, neden niçin demeden mal, evlat, yardımcı ve hizmetçi gibi her devrin anlayışına göre çokluğuyla övünülen şeyleri büyük bir arzuyla durmadan artırma yarışına girişmek, mânevî ve ahlâkî sorumluluğu düşünmeden alabildiğine kazanma hırsına kendini kaptırmak” anlamına gelen “tekâsür” , yani “çokluk yarışı” insanı oyalayan şeylerin başında gelmektedir.486 Âyetteki kullanımı şu şekildedir: ُ ر“ َّتَكاث ”اَْلٰهی ك مُال “Çokluk yarışı, sizi oyaladı.”487 Çokluk hususunda yarışmak, mal ve evlat çokluğuyla övünmek sizi Allah’a taattan alıkoydu.488 Mukâtil b. Süleyman, “çoklukla övünme sizi oyaladı, yani sizi uğraştırdı, meşgul etti ve ahireti hatırlamadınız.” diye açıkladığı bu âyet ve sûrenin inişiyle ilgili şöyle bir olayı rivayet etmektedir: Abdi Menâf b. Kusay oğulları ile Sehm b. Amr b. Murre b. Ka‘b oğulları arasında bir ihtilaf vardı. Bundan dolayı birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Efendileri ve eşrafı da birbirlerine karşı düşmanca tutumlar sergilediler. Abdi Menâf oğulları, ‘bizim efendilerimiz daha çok, güçlülerimiz daha güçlü, şerefimiz daha büyük, kendimizi zarara karşı daha çok koruyabilen ve sayıca da daha çok kimseleriz’ dediler. Sehm oğulları da buna benzer şeyler söylediler. Bunun üzerine Abdi Menâf oğulları, kendilerine tabi olanların sayılarını sayarak çokluk yarışına devam edip ‘haydi gelin ölülerimizi sayalım’ dediler. Sonunda mezarlığa gidip ölülerini saydılar. Bu olay üzerine Allah Teâla bu iki kabile hakkında ‘çoklukla övünüş sizi oyaladı’ âyetini indirdi.489 Râzî âyette geçen “ُْاَْلَها كم” kelimesinin, onların durumlarını haber veren bir ifade olabileceği gibi tevbih ve azarlama makamında bir soru olmasının da muhtemel olduğunu, bu 486 Karaman v.dğr., a.g.e., V, s. 678. 487 Tekâsür 102/1. 488 en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 286. 489 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 514; Ayrıca bkz. er-Râzî, a.g.e., XXXII, s. 76. 99 durumda ise “ُْم ََاْلَها ك yani “sizi…oyaladı mı…” şeklinde olacağını ifade etmektedir. Bunun ”أ aynı “ُْم ََاْنَذْرَت ه هْمُ–أ 490 َاْنَذْرَت ” ifadelerinin okunuşu gibi olduğunu söylemektedir. 491 Âyette geçen tekâsür kavramı câhiliye toplumunun zihniyet yapısını tanıtmakla beraber evrensel bir mesaj da içermekte olup genel bir tespit ve uyarı anlamı taşımaktadır. Çünkü birkaç asırdır özellikle “gelişmiş” diye adlandırılan ülke ve toplumlarda baskın zihniyet olan kapitalizmin temeli de sürekli üretmek, tüketip tekrar üretmek, kârı ve serveti sınırsızca artırmaktır. Bu dünya görüşü ve onun ortaya çıkarmış olduğu uygulamalar da bu “çoğaltma yarışı”nın çağdaş örnekleridir. Fakat, insanlığın mânevî ve ahlâkî değerlerini, birikimlerini sistem dışı bırakan, hatta tahrip eden bu yarış, sonuçta ekonomik ve siyasî gücü, iletişim imkanlarını da kullanarak bireysel ilişkilerden uluslar arası ilişkilere kadar uzanan bir haksızlık ve adaletsizlik düzeni doğurmakta ve nihayet dünyayı “global” bir mutsuzluk haline getirmektedir.492 Bu yönüyle de kişinin kendisini kaptırdığı takdirde tüm ömrünü oyalamaya sebep olacak bir bataklığın içine çekmektedir. Bu yüzden Allah Teâla, Mekkeli müşriklerin nezdinde müslümanları bu konuda hassas ve dikkatli olmaları hususunda uyarmaktadır. Elbette insan için bir oyalanma olacaktır. Ancak bu birbiriyle yarış etmek yerine, ölçülü ve dengeli bir hayat düzeni yaşamayla olduğu takdirde kişinin Allah’ın koymuş olduğu emir ve yasalara karşı gelmeden bir hayat geçirmesine yardımcı olacaktır. II. LAĞV KELİMESİNİN İÇERDİĞİ ANLAMLAR A. KALBEN İNANILMADAN YAPILAN YEMİN İslâm’dan önce kutsal kabul edilen, büyük ve önemli sayılan birçok şeye yemin edilirdi. İslâm bunları yasakladı ve sadece Allah üzerine “vallahi, billahi, tallahi” şeklinde yemin edilebileceği kuralını getirdi. Allah üzerine yapılan bu yeminin mânası “doğru söylediğime, dediğimi yapacağıma… Allah’ı şahit kılıyorum” demektir. Bu yemini söyleyen kişi ya ne dediğini bilerek, farkında olarak, neticesini hesap ederek söylüyordur ya da alışkanlığından dolayı bu söz ağzından çıkıyordur.493 Bir çok tefsir alimine göre “kasıtsız” 490 Bakara 2/6. 491 er-Râzî, a.g.e., XXXII, s. 76. 492 Karaman v.dğr., a.g.e., V, s. 678. 493 Karaman v.dğr., a.g.e., I, ss. 356-357. 100 diye ifade edilen, herhangi bir sorumluluğun bulunmadığı, yani günahı kefâretle temin etme zorunluluğunun olmadığı yemin türü inceleyeceğimiz âyetlerde şu şekilde geçmektedir: ٌُم“ َغ فوٌرُحَُلٖي هللُ َّلْغِوُفٖىُاَْيَماِن كْمَُوٰلِكْنُي َؤاِخ ذ كْمُِبَماَُكَسَبْتُ ق لوب كْمَُوا ِبال هللُ ”اَلُي َؤاِخ ذ ك مُا “Allah, sizi kasıtsız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat sizi kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayandır, Halîmdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir. )”494 َّقْدت مُااْلَْيَمانَُ“ ٖفىُاَْيَماِن كْمَُوٰلِكْنُي َؤاِخ ذ كْمُِبَماَُع َّلْغِوُ ِبال هللُ ”اَلُي َؤاِخ ذ ك مُا “Allah, sizi kasıtsız yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz, fakat bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar…”495 İster söz, isterse başka bir şey hakkında olsun kendisine itibar edilmeyen, önemsiz ve değersiz olup bu sözler içinde hiçbir değer taşımayan ve bir mana ifade etmeyen496 anlamına gelen “Lağv”ın, bu âyetteki kullanımıyla ve Fıkıh literatüründeki konumu incelendiğinde “kişinin yalan kasdı olmaksızın doğru zannederek yaptığı ancak gerçeğe aykırı çıkan yemin” olduğu görülür. Bu durumda onun için bir sorumluluk yoktur, günah ve kefâret de gerekmez. Sadece akdedilen yeminlerden dolayı, yani bile bile yalan yere yapılan yemin sebebiyle kefâret gereklidir.497 Taberî, bir kimsenin “evet vallahi” ya da “hayır vallahi” demesi gibi yemin kastı olmadan ağızdan çıkan yeminden dolayı Allah’ın o kimseyi sorumlu tutmayacağını bildirmektedir.498 Mevsılî (ö. 683/1284) yemin-i lağv’ı şöyle tanımlamaktadır: “Bir kimsenin bir iş hakkında o işin söylediği gibi olduğunu zannederek yemin etmesidir. Halbuki o iş dediği şekilde değildir. Bu yemin sebebiyle Allah Teâla’nın kişiyi hesaba çekmeyeceğini umarız.”499 Hz. Âişe (r.a.) Hz. Peygamber’den aktarmış olduğu hadisinde “lağv” kelimesinin yemin-i lağv için kullanıldığını görmekteyiz. Hadis-i şerif şu şekildedir: “َُُّر جِلُِفي َلْغ وُاْلَيِميِنَُقْو لُال ُالَوا للُِ ُو ِلل ُوا َُوَبَلى َُكال ,”Yemin-i lağv, bir kimsenin konuşması sırasında, “hayır vallahi“ ”َكاَلِمِه 494 Bakara 2/225. 495 Maide 5/89. 496 er-Râzî, a.g.e., VI, s. 82; Nesefî, a.g.e., 497 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, I, s. 119; Nesefî, a.g.e., I, s. 280. 498 et-Taberî, a.g.e., IV, s. 455. 499 el-Mevsılî, Ebü’l-Fazl Abdullâh b. Mahmûd b. Mahmûd, el-İhtiyâr li-ta‘lîli’l-Muhtâr, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2009, II, s. 314. 101 “evet vallahi” “değil vallahi” demesidir.”500 Âyet ve Hz. Âişe’nin bu hadisi de göz önüne alındığında insanların konuşma esnasında bir alışkanlık olarak söylemiş oldukları “ُِللَُبَلى َُوا اَل gibi bir takım yemin ifadeleri insanların ciddiyet içerisinde söylemedikleri ve kalbin ”َوا للُِ kendisine bağlanmadığı yemin şekilleri olup insan bundan sorumlu değildir. İmam Şafiî yeminle ilgili bu iki âyetin aslında birbirlerinin açıklayıcısı olduklarını zikretmektedir. Birinci âyette geçen “yemine azmetmek” ifadesi birkaç manaya gelebilir. Çünkü buradan kasıt, kalbin ona azmetmesi olabileceği gibi “çözme”nin zıddı olan “akd” yani düğümlemek manası da olabilir. İşte Allah Teâla zikredilen ikinci âyette “kalplerinizin azmettiği şeyler yüzünden” buyurmakta ve buradaki “akd”den muradın, kalbin azmetmesi olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah Teâla birinci âyette “mu‘âheze”, yani cezalandırma ve hesaba çekme kelimesini zikretmiş ancak onun ne olduğunu açıklamamıştır. Fakat diğer âyet olan Maide sûresi 89’da bunu açıklamıştır. Orada yapılan açıklama, aynen burada yapılmış bir açıklama manasında geçerli bir açıklama ve bir hükümdür. Buradan da her iki âyetin her birinin bir yönüyle mücmel, diğer yönüyle ise mübeyyen olduğu görülmektedir. Bundan dolayı, bu âyetlerden her birinin bir yönden diğerini tefsir ettiği anlaşılmaktadır.501 Ancak İmam Nesefî bununla ilgili “ Biz Hanefiler ise, burada sözü edilen “muaheze” ya da hesaba çekilme olayı mutlak manadadır. Bu da zaten ahiret hayatını, ceza yurdunu ilgilendirip orada olacak bir durumdur. Oysa Maide Sûresinde sözü edilen ceza ise bu dünya ile sınırlı olup burada uygulanacak olan bir cezadır. İşte bu yüzden birinin ötekisine hamli doğru olmayıp sahih değildir.” demektedir.502 Burada dikkate alınması gerekli olan unsurlardan birisi de bu âyetin nüzul sebebidir. Bununla ilgili İbn Abbas, sahabe’nin bazılarının yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi kendilerine haram kılıp, ruhbanlığı tercih etmeleri ve bu konuda yemin etmeleri üzerine Allah Teâla’nın onların bu davranışlarını yasakladığını503 ve onların da “ya Rasûlallah, biz yeminlerimizi ne yapalım?” demelerinin üzerine gönderildiğini söylemektedir.504 İşte bütün bunlar değerlendirildiğinde görülmektedir ki gerisinde niyetin birleşmediği, sadece yanılarak ağızdan 500 Ebû Dâvûd, “Eyman ve’n-Nüzûr”, 6. 501 er-Râzî, a.g.e., VI, ss. 84-85. 502 en-Nesefî, a.g.e., I, s. 121. ُّبُاْل مْعَتدٖينَُ“ 503 َللُاَلُي حُِ ه َّنُا ُِا َُل كْمَُواَلَُتْعَت دوا هلل َّلُا َاَح ِ يَباِتَُماُ َُط ِ ر موا َّلذٖيَنُٰاَمن واُاَلُت َح َُّيَهاُا Ey iman edenler! Allah’ın size helal“ ”َياُا kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” Maide 5/87. 504 et-Taberî, a.g.e., X, s. 518. 102 çıkan yeminler için kefaret yoktur. Rasgele ve gönülden bir arzu ve niyet olmadan yapılan bu yeminler için bir kefaret gerekmese de rasgele yeminlere dalınmaması da tavsiye edilmektedir.505 Nitekim Allah adına verilen yeminlerin kendine has bir ağırlık ve değerinin olması gerekmektedir. Yemin eden kişi bir şeyi almayı veya terk etmeyi niyet ederse bu yeminden dönüldüğü zaman kefaret gerekir. Aynı zamanda neticesi hayırlı bir ameli terk etmek, kötü bir fiili işlemek konusunda yapılan yeminlerden de dönmek gerekir. B. BOŞ, FAYDASIZ SÖZ Allah’ın kullarında görmek istemediği birtakım boş, yanlış ve batıl davranışlar vardır. Bunları genel olarak düşünürsek insanı Allah’ın koymuş olduğu emir-nehiy çizgisinden çıkaran, kişinin Allah’tan uzaklaşmasına sebep olan tüm fiilleri bunların içerisine dahil edebiliriz. Bu davranışlardan birisi de bir önceki maddede incelediğimiz, terim anlamı “bilmeden yapılan yemin” olan ancak genel kullanımda ise “içinde hiçbir fayda barındırmayan, boş, anlamsız” davranışları ifade eden “lağv”dır. Lağv’ın geçtiği âyetlerden birisi şu şekildedir: َُن“ َّلْغِوُ مْعِر ضو َّلذٖيَنُ هْمَُعِنُال ”َوا “Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler.”506 Onların faydasız işlerden yüz çevirip gitmesi için Mukâtil b. Süleyman: “Lağv’ın yanından şereflice geçip giderler, yani ona iltifat etmez, yüz çevirir dönerler” demekte ve bunun sahabenin Mekke kâfirlerinden duydukları sövme ve rahatsızlık verici sözlerinden yüz çevirmelerini anlattığını bildirmektedir.507 Çünkü sahabe önemli işlerle o kadar çok meşguldür ki o kâfirlerin malayani sözlerine kulak asıp onlarla oyalanacak vakitleri yoktur.508 Onlarda, kendilerini saçmalıklardan uzaklaştıran ciddiyet vardır. Önceki âyette onları namazlarında huşu ile vasıflandırıp sonra da saçmalıklardan uzak olmayla nitelendirmesi, nefislere zor gelen teklif binasının iki dayanağı olan yapmayı ve terk etmeyi bir araya getirmek içindir.509 505 Seyyid Kutub, a.g.e., II, s. 971. 506 Mü’minûn 23/3. 507 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 392. 508 el-Beyzâvî, a.g.e., IV, s. 82. 509 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 97. 103 Kuşeyrî (ö. 465/1072), “lağv” hakkında Allah’tan engelleyen her şeyin yanıltıcı, Allah için olmayan her şeyin gereksiz, Allah’tan duyulmayan veya Allah ile beraber düşünülmeyen şeyin ise boş olduğunu zikretmektedir. Hak dışında olan şey için küfür, bu türden bir şeyde karar vermek ise uzaklık ve ayrılıktır diyen Kuşeyrî, buna göre yaratıkların Allah’ı yüceltip övmeye dair olmayan sözlerinin tamamının anlamsız olduğunu ifade etmektedir.510 Bursevî ise lağv’ın Allah Teâla için olmayan bütün fiil ve sözlerin olduğunu, kişiyi Allah Teâla’dan alıkoyan her şeyin de lağv olduğunu bildirmektedir.511 Uzak durulması gereken “lağv” yani boş şeyler hususunu Râzî dört başlık altında toplamıştır. Bunlar: 1. Buna, her türlü haram ve mekruh işler, insanın yapmak zorunda olmadığı birtakım mübah işlerdir. 2. Bu, yalnızca haram işleri ifade eder. Râzî bu görüşün ilk maddeden daha sınırlı olduğunu vurgulamaktadır. 3. Bu, özellikle konuşmada ortaya çıkan masiyetlerdir. Bu da, ikinci görüşe göre daha dardır. 4. Bu, yapılması mecbur olmayan mübah fiillerdir.512 İbn Kesîr âyetin “onlar boş şeylerde yüz çevirirler” ifadesinin bazı müfessirlerin de dediği gibi şirki de kapsadığını, yine bazı müfessirlerin dediği gibi masiyetleri kapsadığını, bunun yanında faydasız söz ve davranışları da kapsadığını bildirmektedir.513 Lağv’ın boş söz anlamına gelmesi hadislerde de geçmektedir. Bununla ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şu şekildedir: “َُلَغا ِاْلَما مَُيْخط بَُفَقْد َُوا َُصْه ُِلَصاِحِبِه ُاْل ج مَعِة َُيْوَم َُقاَل Cuma günü“ ”َمْن imam hutbe okurken, kim arkadaşına sus derse, boş söz söylemiş olur.”514 Bu hadis bir diğer şekilde Buhârî’de şöyle geçmektedir: “َُت َُلَغْو َُفَقْد َُيْخ ط ب ُاإِلَما م ُو ُأَْنِصْت ُاْل ج مَعِة َُيْوَم ُِلَصاِحِبَك ُ قْلَت ”ِإْذ “Cuma gününde imam hutbe okurken sen arkadaşına dinle dediğin vakit sen de lağv etmiş olursun.”515 510 el-Kuşeyrî, Abdülkerîm b. Hevâzin, Letâ’ifü’l-işârât, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût 1971, II, s. 335. 511 el-Bursevî, a.g.e., VI, s. 47. 512 er-Râzî, a.g.e., XXIII, s. 80. 513 İbn Kesîr, a.g.e., V, s. 462. 514 en-Nesâî, “Cum‘a”, 22. 515 Buharî, “Cumu‘a” 36. 104 İnananlar namazlarında Allah’tan başka ve O’nun kelamından farklı bir şeye iltifat etmezken namaz dışında da ciddiyetten uzak ve yararsız boş sözlere yönelmezler. Yalandan, ahlak dışı sözlerden uzak durup sözlerinde samimi ve ciddidirler.516 Kur’ân “lağv”ı ve ondan kaçınıp uzak durulması gerektiğini anlatırken aynı zamanda inananlara “lağv”ı işittiklerinde tutunmaları gereken tavır ve davranış eğitimini de vermektedir. Bununla ilgili şu hususlar zikredilebilir: 1. Boş Sözle Karşılaştığında Vakar İle Geçip Gitmek Sözlükte hiçbir şekilde kişinin hayattaki amacına ulaşmasında yararı olmayan şey, saçma ve boşuna anlamlarına gelen “lağv” mü’minlerin önem vermediği ve hiçbir eğilim ve ilgi göstermedikleri bir şeydir. Bu tür şeylere dalındığını gördüklerinde hemen uzaklaşıp titiz bir şekilde bunlardan kaçınırlar yahut bunlara tamamen ilgisiz kalırlar. Bu, sorumluluğun yükünü hisseden mü’minlerin önde gelen davranışlarından biridir.517 İnananların bu davranışı Kur’ân’da şu şekilde nitelendirilmektedir: ُّرواُِكَراًما“ َّلْغِوَُم ُّرواُِبال ُّزوَرَُوِاَذاَُم َُنُال ”َوالَّذٖيَنُاَلَُيْشَه دو “Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız, boş bir şeyle karşılaştıkları zaman vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.”518 İnananlar için bildirilen bu davranışla iman edenlerin, Mekkeli kâfirlerinden müslüman olmaları dolayısıyla rahatsızlık veren sözler ve sövgüler işittiklerinde kerîm bir şekilde onlardan yüz çevirip gittikleri ifade edilmektedir.519 Kuşeyrî bu âyetin sebeb-i nüzuluyla ilgili aktardığı bir yorumda, Mekke’ye girdiklerinde içinde putlara taptıkları evlerin kapılarının önünden gururlu bir şekilde, onlara bakmaksızın yahut ilgi duymaksızın geçip bunun karşılığında Allah’ın teşekkürde bulunduğu kişiler hakkında indiğini ifade etmektedir.520 İbn Kesîr, inananların kaçtıkları şeyin yalan yere şahitlik yapmak, boş sözler, bâtıl şeyler olduğu gibi bunun yanında oyun, eğlence, şarkı da olabileceğini ayrıca bazı 516 M. Sait Şimşek, a.g.e., III, s. 437. 517 el-Mevdûdî, a.g.e., III, s. 400. 518 Furkan 25/72. 519 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, II, s. 443. 520 el-Kuşeyrî, a.g.e, II, s. 394. 105 rivayetlerden hareketle bunun müşriklerin bayramları, törenleri, kötü ve hayasızca şeylerin olduğu meclisler ve içki meclisleri olabileceğini rivayet etmektedir.521 “Bâtıl bir şeye şahitlik yapmazlar ve boş ve kötü lakırdıya rastladıklarında vakarla geçip giderler.” Taberî bu âyetteki “ُّزور kelimesinin asıl manasının bir şeyi güzelleştirmek ”ال ve onu sahip olduğu özelliklerden farklı sıfatlarla nitelemek olduğunu, o sözleri dinleyen kişinin nitelenen şeyi, aslından farklı bir şey olarak hayal etmeye başladığını ifade etmektedir. Şirk de bu kapsama girer. Çünkü o, müşrik kimseler için güzel gözükür. Halbuki esasında batıl bir şeydir. Şarkı söylemek de bu kapsama girer. Şarkının sözleri, sesin nağmelendirilmesi dolayısıyla dinleyicinin hoşuna gider.522 Hoş kelimeler olarak onu dinler. Yalan da bu kapsama girmekte olup yalancı kişi söylediği yalanı güzelleştirerek söyler ki bu karşısındaki insanın yalancı olduğunu fark etmeyip ona inanmasını sağlar. Bütün bu sayılanlar “zûr” kapsamına girer.523 İmam Kurtubî burada kimi şarkıları dinlemenin harama kadar varabileceğini söylemektedir. Bu ise, güzel görülen suretlerin nitelendirildiği, şarap ve buna benzer tasvirlerin yapıldığı, insan fıtratını harekete getiren ve itidal sınırlarının dışına çıkan ya da insanın içinde gizli bulunan lehve düşkünlük ve sevgiyi harekete getiren şarkılardır.524 Bir diğer görüşe göre burada muzafın hazfı söz konusu olup ifade “ُُِّزور ُال şeklinde ve yalan ”َشهَُاَد ة yere şehadet etmezler anlamına gelmektedir.525 Yalan şahitlik ise, başkasına kasten, bile bile yalan söylemektir.526 Râzî âyetteki “ًُُِكَراما ُّروا ifadesinin, “onlar lağv hali gibi şeylerden dolayı kendilerine ”َم ikram edici olarak geçip giderler” manasına geldiğini, kendilerine ikramın ise bu gibi şeylerden uzak durarak, hoşlanmayıp böyle şeylere destekçi ve alkışçı olmamak suretiyle olduğunu bildirmektedir. Bunların içine şirk, Kur’ân hakkında olur olmaz konuşma, peygamber hakkında ileri geri konuşma ve dine-diyanete uygun olmayan söz ve ifadeler girer.527 Ayrıca müstehcen ifadeleri üstü kapalı bir şekilde söylemek de bu kapsama 521 İbn Kesîr, a.g.e., VI, s. 130. 522 “Allah Belanı Versin”, “Batsın Bu Dünya” tarzında adeta insana hakaret eden ve insanlar tarafından büyük bir hevesle dinlenen, sözleri müzikle bir bakıma tatlandırılıp sunulan şarkılar göz önünde alındığında Taberî’nin bu açıklamasının gerçeği ne kadar yansıttığı görülmektedir. 523 et-Taberî, a.g.e., XIX, s. 314. 524 el-Kurtubî, a.g.e., XV, s. 485. 525 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 145. 526 İbn Kesîr, a.g.e., VI, s. 130. 527 er-Râzî, a.g.e., XXIV, ss. 113-114. 106 girmektedir ve onlardan da uzak dururlar anlamına gelmektedir.528 Kurtubî’ye göre “ِكَرامًُا” ifadesi “şereflice” yani onu reddederek, ona rıza göstermeyerek, yüz çevirerek, o konuda yardımcı olmayarak ve bu işi işleyenlerle oturmaksızın uzaklaşırlar anlamına gelmektedir. Bu anlamda “ُيشينه ُفالنُعما yani, “kendisini küçük düşüren, değerini zedeleyen hususlardan ”تكرم kendisini uzak tuttu, ona yaklaşmadı” ifadesi kullanılmaktadır. Lağv’e yaklaşınca oradan şereflice yüz çevirip ayrılmanın anlamı, iyiliği emredip kötülüklerden alıkoymak demektir.529 Allah’a iman ve itaat eden kimseler her ne şekilde olursa olsun yalanın geçtiği yerde veya toplulukta bulunmayıp oradan kaçarlar. Onlarla hiç ilgilenmezler. Kulaklarını ona verip kirletmezler. Onların peşine takılıp onlarla ilgilenmek yerine onları terk ederler. Ve neticede vakarla geçip giderler. Nitekim mü’minin boş ve kötü şeylerle uğraşmak için vakti yoktur. Gereksiz işlerle harcayacak vakti de bulunmamaktadır. O, kendisini inancına, davasına ve bunun gerek nefislerdeki gerekse hayattaki sorumluluklarına verir ve onlarla uğraşır.530 2. Boş Söz Duyulduğunda Verilmesi Gereken Cevap İnananların boş söz karşısındaki tutumu ve ona karşı cevapları da bizlere bildirilmektedir. Bu cevap şu şekilde geçmektedir: َُن“ َاْعَما ل كْمَُساَلٌمَُعَلْي كمُُْاَلَُنْبَتِغىُاْلَجاِهلٖي َاْعَر ضواَُعْن هَُوَقا لواَُلَناُاَْعَمال َناَُوَل كْمُ َّلْغَوُ ”َوِاَذاَُسِم عواُال “Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size (bizden size zarar gelmez.) Biz cahilleri istemeyiz derler.”531 Sûre’nin 52. âyetiyle irtibatlı olan bu âyetin nüzul sebebi hakkında İbn Hişam, Beyhakî ve İbn İshak’tan nakille şöyle bir rivayet bulunmaktadır: “Habeşistan hicretinden sonra Hz. Peygamber’in mesajı ve zuhuruyla ilgili haberler bu ülkeye yayılınca yirmi kişilik bir Hıristiyan heyeti işin aslını anlamak için Mekke’ye gelip Rasûlullah’la Mescid-i Haram’da görüştüler. Kureyş’ten bir topluluk da olup bitenleri izlemek üzere orada toplandılar. Heyet üyeleri Rasûlullah’a birtakım sorular sordular. Hz. Peygamber de cevapladı. Sonra onları İslâm’a davet edip önlerinde Kur’ân okudu. Kur’ân’ı dinlerken gözyaşlarını tutamayan heyet 528 er-Râzî, a.g.e., XXIV, s. 114; Beyzâvî, a.g.e., IV, s. 131; Nesefî, a.g.e., III, s. 145. 529 el-Kurtubî, a.g.e., XV, s. 486. 530 Seyyid Kutub, a.g.e., V, s. 2580. 531 Kasas 28/55. 107 üyeleri okunanın Allah kelamı olduğunu tasdik edip Rasûlullah’a iman ettiler. Toplantı sona erip halk dağılınca Ebu Cehil ve beraberindekiler Hıristiyan grubun yolunu keserek onları şiddetle azarladılar. “Bu zamana kadar buraya sizden daha şapşal bir topluluk gelmedi. Ey aptallar güruhu, siz buraya kavminiz tarafından bu adam hakkında bilgi toplamak için geldiniz. Fakat henüz onunla yeni karşılaşmışken itikadınızdan vazgeçtiniz.” Bunun üzerine o keremli topluluk şu cevabı verdi: “Selâm olsun size, sizinle tartışmak gibi bir niyetimiz yok. Siz kendi inancınızdan sorumlusunuz biz de kendi inancımızdan sorumluyuz. Ancak bile bile kendimizi hayırdan mahrum etmeye de yanaşmayız.” İşte bu olay üzerine içerisinde Ebû Cehil ve topluluğuna raci olan “lağv” yani boş söz tabirinin bulunduğu bu âyet nazil olmuştur.532 Taberî burada inananlara yapılan “lağv” yani onların hoşlarına gitmeyen sataşıp sövmeye mukabil onların verdiği cevabın çok önemli olduğunu ifade etmektedir. Nitekim onlar cevaben “bizim razı olduğumuz ameller bize” “sizin nefislerinizin razı oldukları da size” demişler, ardından da bizden size selam olsun diyerek bir bakıma sizler bizden duymayı istemeyeceğiniz şeyler işitmeyeceksiniz demişler, netice olarak da biz sizinle tartışmak ve sataşma içerisine girmek istemiyoruz diyerek son noktayı koymuşlardır.533 İnanmayanlara karşı kullanılan “selam” ifadesi hakkında Râzî, Hasan el-Basrî’nin şöyle söylediğini aktarmaktadır: “Selam mü’minler arasında bir selamlaşma, kâfirlere (cahillere) karşı ise, bir kurtuluş için kullanılır. Bunun bir benzeri de “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakarla yürürler, cahiller onlara hitap ettiklerinde de “selam” derler.”534 âyetidir. Cenab-ı Hak sonrasında bu hususu “biz cahilleri aramayız” ifadesiyle te’yid etmiştir. Bu ifade bir bakıma “biz bâtıla bâtılla karşılık vermeyiz” anlamına gelmektedir.535 Nesefî’ye göre bu ifade “biz cahillerin arasına katılıp onlarla sohbet etmeyiz, içlerine karışmayız.” anlamındadır.536 532 el-Mevdûdî, a.g.e., IV, s. 193, 198; Farklı rivayetler için ayrıca bkz. İbn Kesîr, a.g..e, VI, s. 243. 533 et-Taberî, a.g.e., XIX, s. 598. 534 Furkan 25/63. 535 er-Râzî, a.g.e., XXIV, s. 263. 536 en-Nesefî, a.g.e., III, s. 193. 108 C. KUR’ÂN OKUNURKEN YAYGARA ÇIKARILMASI Küfür her zaman İslam’a, hak dine ve hak olan inanç esaslarına karşı batıl olan mücadelesini sürdürmektedir. Bunu yaparken da batıl olan bir mücadelede dolayısıyla batıl olan yol ve yöntemler izlemektedir. Nasıl ki inananlarla fırsatını bulduklarında alay ediyorlarsa, onlara “lağv” türünden sözlerle sataşıyorlarsa aynı şekilde iman edenlerin en yüce kelamlarını işittiklerinde de batıl davranışlarından birini yerine getirmek üzere yaygara çıkarıyor, onun dinlenmemesi adına ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) konuşurken kimse onun sesini duymasın diye gürültü yapmak kâfirlerin bir taktiğiydi. Kur’an bu tabloyu şöyle resmetmektedir: َُن“ َّل كْمَُتْغِل بو ”َوَقاَلُالَّذٖيَنَُكَف رواُاَلَُتْسَم عواُِلٰهَذاُاْل قْرٰاِنَُواْلَغْواُفٖيِهَُلَع “İnkâr edenler dediler ki: ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.”537 Hz. Peygamber (s.a.v) âyetler kendisine geldikçe bunları genellikle Kâbe etrafında yüksek sesle insanlara okur, inanan ya da inanmayan orada bulunan herkes onu dinlerdi.538 Ebû Cehil ve Ebû Süfyân gibi Kureyş’in önde gelenleri Kureyş kâfirlerine Kur’ân okunurken şiirler okumalarını, çeşitli sözler söylemelerini ve bu şekilde gürültü çıkarmalarını söylüyorlardı. Onlara, Muhammed (s.a.v.) ve ashâbı Kur’ân okudukları vakit yüksek sesle şiirler okuyun, çeşitli sözler söyleyin ki onların okudukları anlaşılmasın da sussunlar diyorlardı. Böylece belki onu dinlemek isteyenleri dinlemekten vazgeçirir ve Muhammed’i de mağlup etmiş olursunuz. İşte âyette geçen “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın” buyruğu bu durumu anlatmaktadır.539 İbn Kesîr, İbn Abbas’tan gelen rivayetle Dahhâk’ın , “onun hakkında yaygaralar yapın ki bastırasınız” anlamına gelen “َاْلَغوا ” fiilinin, “onu ayıplayın” anlamına geldiğini, Katâde’nin ise bu fiile “onu inkâr edin, ona karşı gelin” anlamını verdiğini aktarmaktadır.540 Lağv’ın herhangi bir düşünce ve fikre dayanmayan söz oluşunu ve diğer açıklamaları da dikkate alınca burada kâfirler “Kur’ân hakkında herhangi bir faydası olmayan boş sözler söyleyin ve saçma sözlerle , aslı astarı olmayan Rüstem ve İsfendiyar kıssaları gibi sözlerle 537 Fussilet 41/26. 538 Karaman v.dğr., a.g.e., IV, s. 704. 539 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 165; et-Taberî, a.g.e., XXI, s. 460; el-Beyzâvi, a.g.e., V, s. 70; en-Nesefî, a.g.e., IV, s. 75; el-Kurtubî, a.g.e., XVIII, s. 413. 540 İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 174. 109 ona karşı koyun, şiir söyleyerek ve alkış tutup ıslık çalarak Kur’ân’ın sesini bastırmaya çalışın. Bunlarla sesinizi yükselterek Kur’ân okuyanları şaşırtıp onları okumuş oldukları şeyden yanıltın” demektedirler.541 Çünkü onların kalplerini inkâr istila etmiş ve düşmanlıkta ısrar kendilerinde devam etmişti. Bu sebeple onlar her türlü hileye başvurup Kur’ân’ı dinlememek hususunda aralarında bu şekilde karşılıklı tavsiyelerde bulunmuşlardı. Çünkü Kur’ân kalplere galebe çalar, akılları çeler ve dinleyen herkes ona meyleder.542 İnkâr eden kimseler Kur’ân’ın hem lafız, hem de mana yönünden mükemmel bir söz olduğunu, onu duyan dinleyen herkesin, lafızlarının sağlamlığını görüp onun manalarını anlayacağını ve onun bir hak kelam, kabul edilmesi gereken bir söz olduğunu biliyorlardı. İşte bu sebepten dolayı da kendilerince tedbir alıyorlardı. Allah Teâla onların bu davranışlarının karşılığında bir sonraki âyette onları şiddetli bir şekilde tehdit ediyor. Bu da şu şekildedir َُن“ َُيْعَم لو ٖذىَُكا نوا َّل ُا َا ُاَْسَو َُوَلَنْجِزَينَّ هْم َُشدٖيًدا َُعَذاًبا َُكَف روا َّنُالَّذٖيَن İnkâr edenlere mutlaka şiddetli bir“ ”َفَل نذٖيَق azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsü ile cezalandıracağız.”543 Âyetteki “zevk” (tatma) kelimesi, denemek için yapılan ve az miktardaki bir tatma için kullanılmakla birlikte Allah Teâla o tadışın çok şiddetli bir azap olduğunu bildirmekle tadılan şeyin çokluğunun durumunu ifade etmiştir.544 Görüldüğü gibi Kureyş’in önde gelenleri hem kendilerini bu sözlerle kandırıyor, hem de kitleleri yoldan çıkarıyorlardı. Kur’ân’ın hem kendi ruhlarındaki, hem de toplumun ruhundaki tesirini yenemeyip, acizliklerini böylece gidermeye çalışıyorlardı. Çünkü onların iddiasına göre Kur’ân kendilerini büyülüyor, kafalarını karıştırıyor, hayatlarını bozuyor, babayla evladı, karıyla kocayı birbirine düşürüyor, aralarını açıyordu. Esasında bu doğru bir çıkarımdı. Çünkü Kur’ân gerçekten de insanların arasını açmaktaydı. Ama imanla küfrün, hidayet ile sapıklığın arasını Allah’ın delilleriyle ayırmaktaydı. Gönülleri kendisine bağlayarak başka bir bağa imkan bırakmamaktaydı. İşte bu gerçek ayrılışın da ifadesiydi.545 541 el-Bursevî, a.g.e., VIII, s. 192. 542 el-Kuşeyrî, a.g.e., III, s. 148. 543 Fussilet 41/27. 544 er-Râzî, a.g.e., XXVII, s. 121. 545 Seyyid Kutub, a.g.e., V, s. 3120. 110 D. CENNETTE LAĞV’IN OLMAMASI İman ehli, dünyadaki tüm sıkıntılara, kâfirlerin alay ve sürekli eziyetlerine rağmen Allah yolundan sapmadıkları, O’nun nebîsinin ümmeti olmayı ısrarla sürdürdükleri ve bu çizgiden ayrılmadıkları için ahirette cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Cenab-ı Hak cennetle ödüllendirdiği kullarına orada birçok nimet sunacaktır. Bu nimetlerin genel özellikleri Kur’ân ve hadisler de göz önüne alınarak şöyle sıralanabilir: 1. Sonsuz lüks ve konfor. 2. Sürekli barış ve huzur. 3. Cennet ehlinin hem ruhî, hem bedenî bakımdan son derece güçlü olması. 4. Mânevî tatmin. (Rızâ) 5. Allah’ı görmek ve O’nunla konuşmak. 6. Bütün bunları çevreleyen bir ebediyet.546 Cennet hayatının bu nimetleri içerisinde insana sunulacak olan nimetlerden birisi de orada artık “lağv”, yani boş sözü işitmemesi olacaktır. İnsanlar orada “lağv”ı kendilerine fevkalade zevk veren, kadehler dolusu içildiği halde sarhoşluk vermeyecek olan şarap içme sonucunda da işitmeyeceklerdir.547 Yüce Allah bunu şu âyetleriyle kullarına bildirmektedir: ٌُم“ َْ عوَنُفٖيهَُاَُكْاًساُاَلَُلْغٌوُفٖيَهاَُواَلَُتْاثٖي ”َيَتَنا “Orada, (içilince) boş söz söyletmeyen, günah işletmeyen dolu bir kadehi elden ele dolaştırırlar.”548 ”اَلَُيْسَم عوَنُفٖيَهاَُلْغًواَُواَلَُتْاثٖيًما“ “Orada ne boş bir söz, ne de günaha sokan bir şey işitirler.”549 Orada, yani cennette hizmetçilerin sundukları şarap dolu kadehleri elden ele dolaştırırlar. O içtiklerinden dolayı da ne saçmalarlar ne de her hangi bir günah kazanırlar. Bu mümkün değildir. Yani, onların içki içmeleri halinde yemin etmeleri, günah kazanmaları söz konusu olmayıp dünyada şarap içenlerin yaptıkları gibi yapmazlar.550 Çünkü onların içtikleri 546 M. Süreyya Şahin-Bekir Topaloğlu, “Cennet”, “DİA”, İstanbul 1993, VII, s. 381. 547 M. Süreyya Şahin-Bekir Topaloğlu, “a.g.md.”, DİA, VII, s. 411. 548 Tûr 52/23. 549 Vakıa 56/25. 550 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 284. 111 şarap, berrak olup içenlere sadece lezzet verecektir.551 Ayrıca onların cennette işitecekleri tek söz vardır ki o da meleklerin onlara çokça söyleyecekleri “selam selam”552 sözüdür. Bunun benzeri de meleklerin her kapıdan onların yanına girdiklerinde “sabrettiğiniz şeylere karşılık selam size” 553 demeleridir.554 Taberî, cennette içilecek şarap hakkında Katade’nin şöyle dediğini aktarmaktadır: “Allah Teâla ahiret şarabını dünya şarabının pisliklerinden arındırıp temiz kılmıştır. O şarabı içenlerin, dünyada şarap içenlerinki gibi başları ağrımaz. Karınları sancılanmaz. Akılları gitmez, saçmalamaz ve “lağv” türü kötü sözler de söylemezler.”555 Çünkü onların akılları yerinde olup bundan dolayı da hikmetle ve güzel sözlerle konuşurlar. Âyette “lağv”ın “te’sîm” ile beraber kullanıldığı ve te’sîm’den önce getirildiği görülmektedir. Râzî bunun sebebi olarak lağv’ın te’sîm’den daha genel oluşundan kaynaklanmasını ifade etmektedir.556 Âyette belirtilen bu durum, cennet nimetlerinden bir nimet olup bu nimet, insanların orada hiçbir boş söz, yalan, gıybet, sövgü, alay ve aşağılama duymayacak olmalarıdır. Bu nimetin değerini bu türden davranışların bol olduğu bir toplum içerisinde yaşayan kimse çok daha iyi idrak edebilir.557 Bu durum, içkinin Hz. Peygamber’in gönderildiği Arap toplumunda son derece yaygın olduğunu, içenlerin sarhoş olunca bağırıp nara atarak birbirlerini suçlamaya, sonra da kavga etmeye başladıklarını göstermekte olup bir bakıma bu ifadelerle dünya şarabı kötülenmekte ve ahiretteki ecri gösterilerek onu terk etmeye teşvik edildiği görülmektedir.558 551 Saffat 37/45-47. 552 Vakıa 56/26. 553 Ra‘d 13/23-24. 554 Mukâtil b. Süleymân, et-Tefsîrü’l-kebîr, III, s. 313. 555 et-Taberî, a.g.e., XXII, s. 475. 556 er-Râzî, a.g.e., XXIX, s. 159. 557 el-Mevdûdî, a.g.e., VI, s. 97. 558 Ateş, a.g.e., IX, s. 220. 112 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM LEHV, LA‘İB VE LAĞV KAVRAMLARININ İSLÂM GELENEĞİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ I. ASR-I SAADET’TE OYUN VE EĞLENCE Lehv, la‘ib ve lağv kavramlarının Kur’ân’daki kullanımları incelendi. Ancak Müslümanların hayatlarını etkilemesi bakımından özellikle Hz. Peygamber dönemi başta olmak üzere asr-ı saadette ne anlam ifade ettiklerine ve bunun yanında islâm ilim geleneğinde ne şekilde kullanıldıklarına kısaca değinmek faydalı olacaktır. Bu yönüyle ilk olarak bizlere örnek teşkil etmesi açısından Asr-ı Saadet’te ve asr-ı saadet çerçevesinde sünnette bu kavramların kullanımı ele alınacaktır. Lağv kavramının kullanımı ağırlıklı olarak fıkhî açıdan olması hasebiyle bu kısımda fazlaca yer verilmeyecektir. İnsanî yapıdan doğan bir istek ve ihtiyaç olan eğlenme, beşerî yapının bir gereği olup bu istek dinde karşılıksız bırakılmamış, önüne set ve engeller de konulmamıştır. Ancak bu istekler başıboş ve hudutsuz bir şekilde bırakılmamıştır. İnsan, günlük hayatın vermiş olduğu bir takım problemler karşısında yorulmakta ve dolayısıyla da meşru sınırı aşmadan eğlenmeye ve dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. İşte din de bu hususta kişinin ferahlamasına ve dinlenme, eğlenme ihtiyacını gidermesine belli sınırlar içerisinde cevaz vermiştir.559 İnsana ilk bakışta asr-ı saadet ve eğlence kavramlarını birlikte düşünmek zor gelmektedir. Bunu sebebi, bizlere anlatılan, hatta kitaplarda geçen şekliyle asr-ı saadet ve o günün Müslümanlarının bu tarz basit işlerle değil, yalnızca ilim, ibadet, dua, zikir, hayır- hasenat ve cihad gibi ciddi işlerle meşgul olmalarıdır. Onların bu tarz işlerle en güzel şekliyle meşgul oldukları bilinmektedir. Ancak, onların da hayatında sıradan işlerden sayılabilecek eğlence, dinlenme ve şakalaşma gibi işler mevcuttu. Neticede onlar da bizler gibi beden ve ruhtan, et ve kemikten oluşmaktadırlar. Onların yaşadıkları dünya ile bugün bizim yaşadığımız dünya aynı olup, bugünün insanları neye ihtiyaç duyuyorsa o gün için onlar da aynı şeylere ihtiyaç duymaktadırlar. Beşerî yapının gereği olan hiçbir isteği karşılıksız bırakmayan İslâm, o günün insanlarının da bu tür isteklerini uygun görmüş ve beşer bir 559 Akif Köten, “Asr-ı Saadet’te Eğlence ve Düğün”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, İstanbul 2006, IV, s. 409. 114 Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de bu türden faaliyetlere katılıp hem o insanlara hem de günümüz Müslümanlarına en güzel örnek olmuştur.560 Asr-ı Saadet’in en açık özelliği sanıldığı gibi bu tarz istekleri tamamen hayatın dışına itmek değil, dengeli bir tarzda onları uygulamaktır. Bu konuda Asr-ı Saadet’i çok güzel kavradığına şüphe olmayan Gazzâlî (ö. 505/1111) şöyle demektedir: “Habeş oyuncularının eğlencesinden daha büyük ve açık hangi eğlence vardır. Oysaki bu eğlencenin mübah olduğu nassla sabittir. Bu konuda benim düşüncem şudur: Eğlence kalbe rahatlık verir, fikrî yorgunlukları hafifletir. Daima zorlanan ve ciddi işlerle meşgul olan kalpler körleşir. İşte eğlence bu anlamda kalbi rahatlatır, ciddi iş görmesi için ona yardım eder. Mesela devamlı olarak fıkıh okuyan bir kişinin Cuma günü tatil yapması gerekir. Çünkü bir gün tatil, diğer günlerde neşe ve istekle çalışmaya vesile olur. Devamlı olarak nafile namaz kılan birisinin bazen ara vermesi gerekir. Bu yüzden kerahat vakitlerinde namaz kılmak mekruh sayılmıştır. Tatil ve dinlenme çalışmaya yardımcı olur. Eğlence hayatı, ciddi bir hayat yaşamaya yardımcı olur. Daima ciddi bir hayat yaşamaya güç yetirilemez ve buna sabır da dayanmaz. Peygamberlerin nefis ve ruhları haricinde sürekli olarak hak üzere olmak herkes için elem vericidir. Bu durumda eğlence, yorulan, bıkan, usanan ve sıkılan kalbin ilacıdır. Böyle olunca da mübah olması gerekmektedir. Fakat ilaçta olduğu gibi eğlencenin dozunun fazla olmamasına dikkat edilmesi gerekmektedir. O zaman bu niyetle yapılan eğlence, ibadet haline gelir. Bir kimse sema dinlese, dinlediği sema onun kalbinde bulunan iyi ve güzel hasletleri ortaya çıkarmasa ve onu iyi hareketler yapmaya teşvik etmezse, dinlediği musikinin hükmünün caiz olmaması gerekir. Eğer bu vasıta ile anlattığımız yere ulaşırsa o zaman durum değişir. Evet, bu hal kemalin zirvesinde olanların nazarında bir eksikliktir. Çünkü kâmil insan, nefsini hak olandan başkasıyla rahatlatıp neşelendirmeye ihtiyaç duyar. Unutmamak gerekir ki ‘hasenât-ı ebrâr seyyiât-ı mükarrebîndir’ yani iyi insanlara göre yapılması sevap olan işleri kâmil olan insanların yapması günah olur. Kalbi tedavi etmenin ve gönlü hoş bir şekilde Hakk’a sevdirmenin keyfiyetine vakıf olanlar kesin olarak bilirler ki kalbi bu gibi şeylerle neşelendirmek müstağni kalınmayacak olan yararlı bir ilaçtır.561 Bilindiği gibi günümüzün en önemli eğlence türünden sayılan ve bir açıdan “lehv” kapsamına dahil olan şeylerden birisi de “musiki, sohbet ve eğlence meclisleri”dir. Ancak 560 Köten, a.g.e., IV, s. 411. 561 el-Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî, İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn, Dârü İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, y.y., ty., II, s. 284. 115 dikkat çeken hususlardan biri şudur ki Kur’ân’da musikiyle, musiki meclisleri ve aletleriyle ilgili hiçbir şey açık bir şekilde zikredilmemiştir. Allah’ın ahiret gününde iyilik yapanlara hazırladığı şeyler arasında musikiden söz edilmemiştir. Bunun hikmetini açıklamak mümkün görünmemektedir. Ancak musiki ve şarkı hemen hemen beşer hayatında her zaman tabii bir şey olarak süregelmiştir. Toplum, uygarlık ve medeniyet çizgisi açısından hangi konum ve seviyede bulunursa bulunsun, musikinin o toplumun hayatında olduğu bir gerçektir. Ayrıca, musiki meclisleri, sanatları ve aletleri insanın içini ferahlatan şeylerdir. Bunlarda içki içme ve hoşa giden meclislerde bulunma gibi zevkler de mevcuttur.562 Peygamber döneminde ve çevresinde bu tür şeylerin hiç olmadığını düşünme de doğru olmaz. Rivâyetlerin kaydettiğine göre de bu tür şeyler oluyordu. Ebû Cehil, Ebu Süfyan’ın kervanını kurtarmak için ordu ile birlikte savaş yerine intikal ettiklerinde Kureyşliler musiki aletleri çalıp eğlenerek gelmişlerdi.563 İzzet Derveze, Kur’ân’ın musikî’den bahsetmemiş olmasından ilham alarak Peygamber (s.a.v.) çevresinde musikî’nin gelişmiş olmadığını zikretmektedir. Bu hem Mekke, hem de Medine’de böyleydi. Hz. Peygamber asrının ve çevresinin, medeniyet ve ondan yararlanma alanında elde ettikleri küçümsenmeyecek derecedeki paya uygun düşecek bir musiki gelişmesi ve yaygınlığı yoktu. Dinleyicileri coşturan, hoş karşılanan meclisler, müzik için dinlenmiyordu. Oysaki içki için düzenlenen toplantılar, meclisler alabildiğine yaygındı ve coşturucu nitelikteydi. Doğal olarak da insanların içkide olduğu gibi düşkünlük gösterdikleri, önem verdikleri ve ilgilerini çektiği bir yararlanma, zevk alıp lezzet duyma durumu da yoktu.564 II. HZ. PEYGAMBER’İN SÜNNETİNDE OYUN VE EĞLENCE Hz. Peygamber’in yaşadığı toplum ve çevre açısından değerlendirildiğinde, sünnet verilerine göre olan oyun ve eğlence elbette Hicaz yöresinin kültürü ile ilişkili olacaktır.565 Bunun içerisinde şölenler, musiki ile alakalı eğlenceler, mizah anlayışı, yarışlar, oyunlar ve birtakım müsabakalar girmektedir. Bunlarla ilgili rivayetler incelendiğinde Sünnette oyunları 562 İzzet Derveze, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2011, I, ss. 92-93. 563 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, çev. Salih Tuğ, Yağmur Yayınları, İstanbul 1962, s. 48. 564 Derveze, a.g.e., I, ss. 93-94. 565 Nebi Bozkurt, Hadis’te Folklor Eğlence, İstanbul 1997, s. 56. 116 üç grupta incelemek mümkün olmaktadır. Bunlar aşağıdaki başlıklarla ele alınıp değerlendirilecektir. A. GÂYE VE AMAÇ TAŞIYAN OYUNLAR Bu tarz oyunlar hayata hazırlayıcı nitelikte olup bunlara gerek çocuklar, gerekse büyükler teşvik edilmektedir. Erkekler için atıcılık, yüzme, ata binme, kızlar için bebeklerle ve ev işleriyle ilgili oyunlar bu kapsamdadır.566 Bu oyunları hadis kaynaklarını dikkate alarak inceleyecek olursak şu şekilde sınıflandırabiliriz: 1. Binicilik ve At-Deve Yarışları Yukarıdaki başlıkta ele aldığımız atıcılık ve atıcılıkta kullanılan alet edevatın kullanılışını öğrenmenin yanında önemli olan hususlardan bir diğeri de biniciliktir. Binicilik nasıl ki Asr-ı Saadet döneminde ulaşım ve harplerde önemli bir yere sahipse günümüzde de araçları değişmekle birlikte aynı önem ve konuma sahiptir. Arapların günlük hayatında çok önemli bir yere sahip olan at ve deve için o kadar çok şeyler yazılmıştır ki sayıları ciltleri bulabilmektedir.567 Kütüb-i Tis‘a’da da atlarla ilgili bir çok hadis bulunmakta olup bu kitap müelliflerinden Nesâî, Sünen’inin bir bölümünü atlara ayırmıştır.568 Hz. Peygamber atıcılığı biniciliğe oranla öne almış ancak bunun yanında biniciliği de ihmal etmeyip öğrenilmesi gerektiğini tavsiye etmiştir. Biniciliğin, elden geldiğince günlük eğlenceler arasına alınmasını, çocuklara öğretilmesini ve bu anlamda at ve deve yarışlarını teşvik ve tavsiye569 etmiştir.570 Hz. Peygamber dönemindeki eğlencelerden birisi de hayvan yarışlarıydı. Burada söz konusu olan yarıştıkları zaman birbirlerinin hayatını tehlikeye atmadan, birbirlerine zarar vermeyecek biçimde müsabakalara sokulacak hayvanlar olup bu hususta dinen bir sakınca bulunmamaktadır. Şu da bilinmektedir ki hayvanlar açısından yarış denildiğinde akla ilk 566 İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, Gaye Matbaacılık Sanayii, Ankara 1980, s. 253. 567 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 112. 568 Bkz. Nesâî, “Kitabu’l-Hayl”. 569 Dârimî, “Cihad”, 14. 570 Canan, a.g.e., s. 257. 117 gelen, insanların binek olarak kullanmaları için yaratılan at, eşek, katır ve deve571 gibi hayvanlardır.572 Hz. Peygamber atıcılığın yanında yarışılabilecek diğer iki şey olan at ve deve müsabakaları için ödül verilebileceğine değinerek önemlerini ortaya koymuştur.573 Çünkü o yarışlarda eğlencenin yanında savaş eğitimi ve hazırlığı da bulunmaktadır. Yapılan bu yarışların mesafesi, idmansız atlar için bir mil uzunluğunda ve Seniyyetü’l-vedâ ile Benî Züreyk Mescidi arasındadır. Yarışa hazırlıklı atlar için ise, 6-7 mil uzunluğunda olup Hafyâ ile Seniyyetü’l-vedâ arasındaydı. Bu yarışlara bir seferinde Abdullah İbn Ömer’in de katıldığı rivayetlerde geçmektedir.574 Ayrıca bu müsabakalar bizzat Hz. Peygamber’in gözetiminde yapılıyor ve yarışı kazananlar ödüllendiriliyordu. Asr-ı saadet döneminde tertip edilen eğlence türlerinden birsi de deve yarışları olup Hz. Peygamber’in ‘Abdâ isimli bir devesinin katıldığı bütün yarışları kazandığı, ancak bir seferinde genç bir bedevî’nin yarışta ‘Abdâ’yı geçtiği ve sahabenin buna çok üzüldüğü, bunun üzerine Hz. Peygamber’in “yükselen her dünyevî şeyin alçalması ilâhî hikmet gereğidir” diyerek ashabı teskin ettiği rivayetlerde geçmektedir.575 İhtimaldir ki düzenlenen bu müsabakalara kadın-erkek, çocuk-genç-ihtiyar herkes seyirci olarak iştirak ediyor, yarışın heyecanını yaşayarak ferahlıyordu.576 At ve deve yarışları ilgili rivayetlere bakılarak bunların sünnet mi yoksa mübah mı olduğu hususu tartışılmıştır. Ancak yarışlar aracılığıyla kumar oynanması kesinlikle ve ittifakla haram olarak değerlendirilmiş, yalnız yarış neticesinde bir kişinin arkadaşına “beni geçebilirsen sana şu var” tarzında tek taraflı bir teklifte bulunması veya üçüncü bir şahsın galip geleni ödüllendirmesi hususunda bir sıkıntı görülmemiştir. Aksi durumlar ise kumar olarak kabul edilmiştir.577 Hiç şüphe yok ki Kur’ân tarafından kesin olarak yasaklanan kumardan başka bir şey sayılamayan “bahse tutuşmak”, ne at yarışları, ne de diğer şeyler için söz konusu değildir.578 َُن“ 571 ْٖيَنًةَُوَيْخ ل قَُماُاَلَُتْعَل مو ُِلَتْرَك بوَهاَُو Hem binesiniz diye, hem de süs olarak atları, katırları ve“ ”َواْلَخْيَلَُواْلِبَغاَلَُواْلَحمٖيَر merkepleri de yarattı. Bilmeyeceğiniz daha nice şeyleri de yarattı.” Nahl 16/8. 572 İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001, s. 288. ُِل “ 573 فِيُ خ فُاْوَُحاِف رُاْوَُنْص ,”Ok atma, at ve deve yarışı dışında ödül caiz değildir.” Ebû Dâvûd, “Cihad “ ”الََُسَبَقُِإالَُّ 60; Tirmizî, “Cihad”, 22. 574 Buhârî, “Cihad”, 56-57-58; Tirmizî, “Cihad”, 22. 575 Buhârî, “Cihad”, 59. 576 Sarıçam, a.g.e., s. 288. 577 İbn Hacer el-‘Askalânî, Bülûgu’l-meram, trc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1972, IV, ss. 155-156. 578 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İrfan Yayımcılık, İstanbul 1993, I, s. 1075. 118 Yapılan bu yarışların yanında İslâm öncesinden günümüze kadar uzanan bir adet de horoz, manda, tosun, kaz, köpek gibi hayvanları dövüştürüp seyretmek ve bunda haz almaktır.579 Zevk ve eğlence uğruna hayvanlara eziyet etmekten ibaret olan bu âdeti, Hz. Peygamber yasaklamıştır.580 2. Yüzücülük Yüzmek suretiyle spor yapmak ve böylelikle eğlenmek de mübah olup Hz. Peygamber’in yüzmeyi de yapılmasında sakınca olmayan “lehv”den saydığını rivayetlerde görmekteyiz. Bu rivayetlerden birisi şu şekildedir: “ ُ ُأَْرَبَع ُِإالَّ ٌُوَُوَُسُْهوٌُ َُلْه ِللَُف هَو ُا ُّلَُشْي ئَُلْيَسُِمْنُِذْكِر ك ُِة ِ سَباَح ُّل مُال َّر جِلَُبْيَنُالَغرَضْيِنُوَُتْأِدي ب هَُفَرَس هَُوُ مالََعَب ت هُأَْهَلهَُوَُتَع لَُمْش يُال Dört husus haricinde Allah’ın“ ”ِخَصا zikrinin geçmediği her şey lehv ve yanılmadır. Bunlar: iki hedef arasında yapılan koşu, atını eğitmek, eşi ile oynaşmak ve yüzmeyi öğrenmek.”581 Ayrıca yüzmek çocuklara da tavsiye edilerek gerekli bir spor olduğu vurgulanmıştır.582 3. Yürüme ve Koşu Asr-ı saadette icra edilen meşru ve mübah eğlencelerden bir diğeri de insanların kendi aralarında yaptığı koşudur.583 Nitekim bazı rivayetlerde atıcılık ve binicilikle birlikte yürümenin de tavsiye edildiği ve ashab’ın da buna önem verdiği görülmektedir. Ebû Dâvûd eserinde “ ُالرجل ُالسبقُعلى ismiyle yaya olarak yarış konusunda bir bab açmıştır. Bu ”بابُفى bab’da bir sefer esnasında Hz. Peygamberin, eşi Hz. Aişe ile koşu yaptığını ve yarışı Hz. Aişe kazandığını, yıllar sonra tekrar yarış yaptıklarında Hz. Aişe’nin kilo alması dolayısıyla yarışı kaybettiğini ve Hz. Peygamber’in ona “bu birincilik o birinciliğe karşılıktır” diyerek latifede bulunduğunu rivayet etmiştir.584 Ayrıca Hz. Peygamber’in izniyle Seleme b. Ekvâ ensardan birisiyle Medine’ye kadar yarışmıştı.585 579 Vecdi Akyüz, “Asr-ı Saadet’te Spor”, BütünYönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, İstanbul 2006, IV, s. 377. 580 Ebû Dâvûd, “Cihad”, 51; Tirmizî, “Cihad”, 30. 581 et-Taberânî, Mu‘cemü’l-evsat, VIII, s. 118 (Had. no: 8147) 582 et-Tayâlisî, “Sünen”, 2096. 583 Köten, a.g.e., IV, s. 413. 584 Ebû Dâvûd, “Cihad”, 61. 585 Köten, a.g.e., IV, s. 413. 119 Hz. Peygamber döneminde koşuculuğuyla meşhur yapmış olan kimseler de vardı. Bunlardan birisi de Muhadramûn586 şairlerden olup ileriki yaşlarında İslâmiyet’i kabul eden olan Ebû Hıraş el-Hüzelî idi. Ebû Hırâş’ın çok iyi bir savaşçı ve süratli bir koşucu olduğu, kendisi gibi şair olan diğer dokuz kardeşinin de aynı özelliklere sahip olduğu nakledilmektedir.587 Ebû Hıraş, cahiliye devrinde Mekke’ye gelmiş ve Velid b. Muğire ile koşuda atları geçmesi durumunda iki atı üzerine bahse girmiş, yarış neticesinde de bahsi kazanarak atları almıştır.588 4. Güreşmek Çok eski bir spor olan ve hemen hemen her milletin tarihinde yer bulan güreş, Hz. Peygamber’in yaşadığı toplumda da önemli bir konuma sahip olup meşru eğlencelerden biri sayılmıştır. Hz. Peygamber de bir seferinde güreşmişti. İbn Hişâm’ın (ö. 218/833) rivayetine göre Rükâne isminde meşhur ve çok güçlü olan bir güreşçi bir gün Hz. Peygamber’e müslüman olmak istediğini söyleyip kendisine bir mucize göstermesini istemiş, bu mucizenin de kendisiyle güreşip kazanması olduğunu söylemiştir. Ancak kendisinden son derece emin olan ve güreşte kendisini yenebilmesini şart koşan Rükâne için çıkan sonuç son derece şaşırtıcı olur ve güreşi kaybeder.589 Askerî seferlere katılabilmek için gücünün yettiğini Rasûlullâh’a göstermek amacıyla bazı delikanlılık çağına gelmiş sahabîler, onun huzurunda güreşe tutuşurlardı. Bunu yapmalarının sebebi, eğer kendilerinden büyük olan diğer gençlere karşı üstün gelebilirlerse, gönüllü vasfıyla bu savaşlara katılabilme hakkını elde etmeleriydi.590 Güreş için özel bir yer ve minder tarzı malzemelerin bulunup bulunmadığı hususunda bir bilgi bulunmamakta olup, uygun olan alanlarda güreş tutulduğu tahmin edilmektedir.591 Güreşin yanında kişiyi güçlü tutma adına ağırlık kaldırma tarzında sporlarla da vakit geçirilmekteydi. Örneğin Rasûlullâh’ın bir gün aralarında hangisinin daha güçlü olduğunu bilebilmek için bir taşı 586 Sözlükte “sünnet olmamak, nesebi karışık olmak” gibi anlamlara gelen ve “hadrame” kökünden türeyen “muhadram” kelimesi, hem câhiliye zamanında hem de İslâm döneminde yaşamış ancak Hz. Peygamber’i müslüman olarak görememiş olan kimseler için kullanılmaktadır. Bkz. Mehmet Efendioğlu, “Muhadramûn”, DİA, İstanbul 2005, XXX, s. 395. 587 İbrahim Sarmış, “Ebû Hırâş el-Hüzelî”, DİA, İstanbul 1994, X, s. 158. 588 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 111. 589 İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Himyerî el-Meâfirî el-Basrî el- Mısrî, es-Sîretü’n-nebeviyye, trc. Hasan Ege, Kahraman Yayınları, İstanbul 1985, II, ss. 39-40. 590 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, s. 1075. 591 Vecdi Akyüz, a.g.e., IV, s. 376. 120 yerden kaldırmaya çalışan bir grup insanın yanından geçtiği ve bu yarışlarında hiçbir kötü yön bulmadığı görülmektedir.592 5. Atıcılık Atıcılık bir gaye ve amaç taşıyan oyunlar arasında üzerinde en çok durulanı ve önem gösterilenidir.593 Özellikle ok atmak o günlerin hem en önemli silahlarından birisi, hem de okçuluk eğitim ve müsabakaları da savaşa hazırlanmanın yanında önemli bir eğlence aracıydı.594 Kur’ân’da geçen “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.”595 âyetinde yer alan “kuvvet” kelimesini Hz. Peygamber (s.a.v.) “Dikkat edin kuvvet atıcılıktır. Dikkat edin kuvvet atıcılıktır. Dikkat edin kuvvet atıcılıktır.”596 diyerek atıcılığın kuvvetli olmada çok ama çok önemli bir konumu olduğunu ifade ederek atıcılığa özel bir değer vermiştir. “Lehv” kelimesinin geçtiği Hz. Peygamber’in ok atma ve at eğitmenin basit bir eğlence olmamakla birlikte kişinin en meşru eğlencelerinden olup hatta ona sevap kazandırdığını gösteren bir diğer hadis ise şu şekildedir: “ َُُرْمَيَة َّر ج لُاْل مْسِل مَُباِطٌلُِإالَّ ُال َُيْل هوُِبِه ُّلَُما ك ُق ِ ُاْلَح ُِمَن َّن َُفِإنَّ ه ُأَْهَل ه َُو ماَلَعَبَت ه َُفَرَس ه َُتْأِديَب ه ُو Müslüman bir adamın yayı ile ok atması, atını“ ”ِبَقْوِسِه eğitmesi, ve hanımı ile oynaşması dışındaki bütün eğlenceleri bâtıldır. Bunlar ise, bâtıl değil haktır.”597 Bu hadisten, bu üç eğlencenin dışındaki eğlence şekillerinin caiz olmadığı hükmü de çıkarılamaz. Hadis’te geçen bâtıl kelimesi sevap getiren bir şey değil anlamında olup burada mübah anlamındadır ve mübah şeylerde sevap ve günah yoktur, yani boş bir şeydir.598 Hz. Peygamber, atıcılığın çocukken öğrenilip ölünceye kadar terk edilmemesi gereken bir beceri olduğunu ifade etmektedir. Kişinin boş kalıp canı sıkıldığında ve eğlenme ihtiyacı hissettiğinde vaktini en meşru şekilde değerlendirmesinin yollarından birisi atıcılıktır. Müslim’deki bir rivayette Hz. Peygamber “Öğrendikten sonra atıcılığı bırakarak unutan kişi 592 Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, ss. 1075-1076. 593 Canan, a.g.e., s. 254. 594 Köten, a.g.e., IV, s. 413. 595 Enfal 8/60. 596 Müslim, “Remy”, 167; Ebû Dâvûd, “Remy” 23. 597 Tirmizî, “Fedâilü’l-Cihâd”, 11. 598 Köten, a.g.e., IV, s. 413. 121 bizden değildir veya bana isyan etmiştir” bir diğer rivayette ise “Allah’ın bir nimetine küfranda bulunmuştur” 599 buyurmaktadır. Hz. Peygamber’in atıcılığa verdiği önem, o dönem şartları için ok, mızrak veya mancınık gibi bir takım atış aletlerini kullanmayla alakalıydı. Günümüzde de çağın gerektirdiği keskin nişancı silahları, top, füze, roket gibi modern savaş aletlerini kullanabilmenin gerekliliğine bu açıklamalardan gidilebilir. Çünkü zamanımızda düşmanı korkutup âyette de belirtildiği gibi gücün yettiği kadar düşmana karşı hazırlıklı olmak, bu çağın gerektirdiği en modern silahların üretilip onların kullanımını öğrenmek ve uygulamakla mümkün olmaktadır. 6. Avlanmak Avcılık Araplar’da cahiliye döneminden beri bilinen ve ok, yay veya kapanla ya da kuş avlama şeklinde yapılan bir eğlence olarak kabul ediliyordu.600 Hem bir spor, hem de eğlence olması yönüyle caiz olan avcılık Mâide sûresi’nde de şu şekilde tavsiye edilmektedir: ihramdan çıktığınızda isterseniz avlanın...”601…“ ”َوِاَذاَُحَلْل تْمَُفاْصَطا دوا“ Avlanmanın caiz kılınması ve avlanarak eğlenilmesi mübah olmakla birlikte insanların bu hususta aşırıya kaçmamaları ve doğanın dengesini bozacak davranışlardan kaçınmaları gerekmektedir. Nitekim günümüzde eskiye nazaran avlanılacak hayvanlara neredeyse kaçış şansı tanımayan silahlar üretildi ve bunlarla av hayvanlarının nesli hızlı bir biçimde tüketilmeye başlandı. Ayrıca her ne kadar av da olsa avlanılan her hayvanın eti yenmemekte ve sadece helal olanlarının eti mübah kılınmaktadır. Bununla ilgili bir rivayette Hz. Peygamber’e bir av hayvanının parçası sunulduğunda onu reddedip “biz haram olanı yemeyiz” buyurmaktadır.602 Hz. Peygamber (s.a.v.) her mü’minin hayırlı, ancak güçlü mü’minin zayıf olandan daha hayırlı olduğunu ifade etmektedir.603 “Kuvvetli” kelimesi, hem fiziki bakımdan, hem de 599 Ebû Dâvûd, “Cihad”, 23. 600 Abdülkerim Özaydın, “Av”, DİA, İstanbul 1991, IV, s. 101. 601 Mâide 5/2. 602 Nesâî, “Menâsikü’l-Hac”, 79. َُكَُشٌئَُفالَُ “ 603 ِللَُوالَُتَُْعَجْزَُوُِإْنُأََصاَب ِلَُخْيٌرُاْحِرْصَُعَلىَُماَُيْنَف عَكَُواْسَتِعْنُِباُا َّضِعيِفَُوُِفيَُك ِللُِمَنُاْل مْؤِمِنُال ُّبُِإَلىُا َُح ُّيَُخْيٌرَُوُأَ َاْلمْؤِم نُاْلَقِو “ُ َّشْيَطاِن َُتْفَت حَُعَمَلُال َّنَُلْو َُعَلَُفِإ َُف َُماَُشاَء ِللَُو ُلِكْنُ قْلَُقَد رُا َُو َُكَذا َُو َُكَذا َِن يَُفَعْل تَُكاَن ُأ Güçlü bir mü’min Allah katında“ َت قْلَُلْو zayıf bir mü’min’den daha hayırlı ve daha sevimlidir. Ancak zayıf mü’min de güçlü mü’min de hayırdadır. 122 iktisadi açıdan güçlülüğü kapsayacak niteliktedir. Fizik olarak güçlü bir mü’minin bedenî ibadetlerini daha iyi yerine getireceği, insanlara daha faydalı olacağı kesindir. Mali açıdan güçlü olan bir mü’minin insanlara yapacağı yardım yoksul bir mü’minden daha fazladır. Hadisin sonunda Hz. Peygamber insanların kendilerine fayda verecek konularda hırslı olmalarını, acziyet içerisinde olmamalarını tavsiye etmiştir. Bilinmelidir ki Hz. Peygamber devrinde insanların hayat tarzı spor yapmayı gerekli kılmayacak kadar ağırdı. Çölde, sıcak çöl ikliminde yapılan seferler, ticaret kervanlarıyla birlikte yapılan yolculuklar, çobanlık esnasında yürünen uzun mesafeler Arapları, yerleşik medeni toplumlardan daha hareketli, güçlüklere daha dirençli bir hale getirmişti. Aralarında savaş eksik olmayan arap kabileleri, gençlerini buna hazırlamak zorundaydı. Bu sebeple yukarıda zikrettiğimiz ve gençleri savaşa hazırlamaya yönelik olan ata binme, ok atma, yüzücülük, ağırlık kaldırma, koşu yarışları gibi sporlarla oyalanıp vakit geçirme adeti aralarında yaygındı.604 Bu bir bakıma içlerinde bulundukları hayatın bir gerekliliğiydi de diyebiliriz. Ancak bir takım oyunlar da var ki bunların savaşa veyahut hayata hazırlama değil vakti geçirip eğlenmeye yaradıkları görülmektedir. Bu çerçevede yukarıda zikrettiğimiz oyunların tamamı “ َُلِعٌب/ La‘ib” diye nitelediğimiz, kapsam olarak vakit geçirmeye yaradığı ve insana zevk ve tat verdiği için “lehv” çerçevesine dahil olan eğlence türlerindendir. Fakat sadece kişiye zevk verip “ ٌُب La‘ib” yani verdiği zevkin yanında bir fayda ve gayeye hizmet /َلِع etmekten uzak olan bir takım eğlence türleri de vardır ki bunlara genel olarak “ٌَُلْهو/ Lehv” denmektedir. Biz şimdi ele alacağımız bölümde “lehv”i oyalayıcı olanlar ve bir de zararlı olan lehv başlığı altında ele alacağız. B. OYALAYICI OYUNLAR Bu oyunlar çocukların hoş vakit geçirmelerine yardımcı olan oyunlar olup yasaklanmış türden olmamak kaydıyla onları meşgul edip eğlendirici her çeşit oyun burada ele alınabilir. Şüphe yok ki bu oyunlar, çocuklar için çeşitli yönlerden faydalı olup onları hayata hazırlama açısından birer eğitim vasıtasıdır. Pedagogların birçoğu çocukları hayata Saa fayda verecek şeyi elde etmek için gayret göster, Allah’tan yardım dile, aciz ve başarısız olma. Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu deme. Allah takdir etti ve yaptı de. Keşke, şeytan telkini, vesvesesi ve işidir.” Müslim, “Kader”, 34. 604 Akyüz, a.g.e., IV, ss. 373-374. 123 hazırlamada ve onların aklî, ruhî ve bedensel gelişimlerinde oyunun etkisini kabul etmektedirler. Çocuk gelecekte kuracağı sosyal bağlantılara oyunla alışır ve bir takım yetenekleri sayesinde ilerler. Oyun vesilesiyle paylaşmayı, fedakâr olmayı, gerektiğinde bir şeylerden vazgeçmeyi ve başkalarının haklarına saygı göstermeyi öğrenir. Bu açıdan her çocuğun yapısında muhakkak oyun vardır ve fıtratı gereği de her çocuğun oyuna ihtiyacı vardır.605 Hz. Peygamber çocukların oyun ile vakit geçirmelerine onlara verdiği görevi ihmal etseler dahi izin verirdi ve onlara bir şey demezdi. Daha küçük yaşta iken annesi tarafından Hz. Peygamber’in hizmetine verilen Enes’in anlattığına göre Rasûlullâh onu bazen bir yere gönderir, ancak dışarı çıkınca o işi unutup arkadaşlarıyla oyuna dalar ve Rasûlullâh da bu durumda kendisine kızmaz, onu azarlamazdı.606 Hatta bir seferinde öyle olmuş ve Hz. Peygamber Enes’e “ey Enes söylediğim yere gittin mi?” diye sormuş ve Enes de oyunu bırakıp evet ya Rasûlallâh şimdi gidiyorum demiştir.607 Hz. Peygamber oyun oynayan çocukların yanından geçince onlara selam da verirdi.608 Şimdi o dönemde oynanan, dinen bir sakınca görünmeyen ancak dozunun ayarlanması hususunda alimlerin görüş birliği yaptığı birkaç tane eğlence türü olan oyunu bu kapsamda ele alacağız. Bunlar: 1. Kurrek (Futbol) “Ayak topu” anlamına gelen futbolun çok eskilere dayanan bir geçmişi bulunmakta olup dünyanın birçok yerinde futbola benzer oyunların henüz ilkçağlarda oynandığı bilinmektedir. İslâm’dan önceki cahiliye döneminde Mekkeliler de “kurrek” denilen bir çeşit ayak topu oynuyorlardı. Bu oyunu oynamak için Mekke’nin bütün semtlerinde alanlar bulunmaktaydı ve Mekke’liler bu oyunu izlemek için büyük kalabalıklar halinde oyun yerine giderlerdi.609 Kurrek Medine’de de oynanmaktaydı; ancak bu oyunun şekli ve yöntemiyle ilgili ayrıntılı bir bilgiye sahip değiliz.610 605 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 117. 606 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 118. 607 Müslim, “Fedâil”, 54; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 1. 608 Müslim, “Birr”, 96-97. 609 Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 844; ayrca bkz. Fâkihî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Abbâs b. Abbâs el-Fâkihî, Ahbâru Mekke fî kadîmi’d-dehr ve hadîsih, tah. Abdül-Melik Abdullah Dehîş, Dâru Hadr, Beyrût 1414, III, s. 33. 610 Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 1075. 124 2. Hayvanlarla Oyalanıp Eğlenme Günümüze kadar gelen bir diğer eğlence türü ise insan hayatının vazgeçilmez bir parçası olan hayvanlarla vakit geçirmektir. Sünnette, hayvanların hayatımızda oynadığı rollerine oranla yeterince ayrıntılı bir yer tuttuğu görülmektedir. Özellikle hayvan hakları, onlara güzel muamele, merhamet gibi hususlarda son derece titiz davranılmaktadır. Bu öyle ki Hz. Peygamber’in bazı tavsiyelerine bakılıp şahsi tatbikatı incelendiğinde, normal bir insan hayatının, bir kısım ehlî hayvanlardan tamamen soyutlanmaması gerektiği çıkarılabilmektedir. Bir diğer ifadeyle, insanoğlu kendini canlılar aleminin bir bireyi olarak görüp diğer bireyleriyle irtibatını kesmemelidir. Bir şekilde hayvanlara hayatında yer vermeli, onlara merhametle yaklaşıp sevmeli ve onlara şefkat göstermelidir.611 Günümüze ulaşan rivayetler dikkatle incelendiğinde hayvanlara karşı beslenecek olan bu güzel his ve duyguların insanın manevî kemalinin tamamlanmasında etkili olacağı ifade edilmektedir. Öyleyse insanın ruhen ve manen bir hayat dengesi kurabilmesi ve bu hayatı kemal derecesine yükseltebilmesi için bazı hayvanlarla belirli ölçüler içerisinde münasebet kurması gerekmektedir.612 Asr-ı Saadet’te, yukarıda zikrettiğimiz gibi bir takım oyun ve eğlenmelere cevaz verilmiştir. Bunlardan biri olan hayvanlarla ve özellikle de kuşlar ve köpeklerle vakit geçirme “lehv” türlerindendir. Ancak şu bilinmelidir ki gerek kuşlarla ve gerekse köpeklerle oynama cevazı daha çok çocuklarla ilgili olmaktadır. Hayvan-insan münasebetinin düzenlenmesinde Hz. Peygamber, hayvanların insan üzerinde riayet edilmesi gereken hakları olduğunu ve onlara iyi muamelede bulunulması gerektiğini ifade etmektedir.613 Örneğin sayıları sınırlı olan bazı mahlukat haricindeki hayvanların gereksiz yere öldürülmemesi gerektiği, ancak insanlara ve doğaya zarar vermesi gibi aksi bir durum var ise öldürülmesi gerektiği söylenmiştir. Bu çerçevede Hz. Peygamber karga, çaylak, akrep, fare ve yılan gibi insanlara ve diğer canlılara zararlı olanlar haricindeki hayvanların faydasız ve keyfi bir biçimde öldürülmesini yasaklamıştır.614 Hayvan insan münasebetine önem veren Hz. Peygamber’in günlük hayatında da bu varlıklarla ilişkisi elbette olmaktaydı. At, deve gibi hayvanlar zaten o bölgenin gerekleri olan bineklerden oldukları için onlarla ilgileniliyordu. Bunun haricinde özellikle çocukların 611 Bu çerçevede Hz. Peygamber’in “ َُْمْنُالََُيْرَحْمُالَُي ْرَحم” “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” hadis’i daha da iyi anlaşılmaktadır. Buhârî, “Edeb”, 18. 612 Canan, a.g.e., s. 196-197. 613 Canan, a.g.e., s. 197. 614 Buharî, “Cezâü’s-Sayd”, 7. 125 gelişimi açısından hayatlarında hayvana yer verilmesi, onların hayvanlarla temaslarının sağlanması gerektiğine işaret eden bazı rivayetler de gelmiştir.615 Hz. Peygamber’in her şeyden önce bizzat kendisi çocukluğunda, Medîne’de Benû Adiyy İbnu’n-Neccâr kabilesinde, dayılarının yanındaki ikameti esnasında diğer çocuklarla birlikte kuş uçurttuğu bildirilmektedir.616 Enes’ten gelen bir rivayette ise Enes’in küçük kardeşinin bir kuşu vardı ve bu kuş bir gün ölmüş, Enes’in kardeşi ise bu duruma çok üzülmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber üzgün gördüğü çocuğu teskin etmek için ona özel bir ilgi göstermiş ve “kuşun ne oldu” diye soru sormuştur.617 Araplarda yaygın bir gelenek olan güvercin uçurma geleneği hadis kitaplarında “ ُِم َّلِعِبُِباُاْلَحَما güvercinle oynama” başlıklı bâb ile yerini almıştır. Bu bâb’ı“ ”َُبا بُال İbn Mâce ve Ebû Dâvûd açmıştır. Burada Hz. Peygamber’in güvercinle oynayan bir kişiyi görmesi üzerine “şeytan, şeytanını takip ediyor” dediği bir rivayet de geçmektedir.618 Ancak böyle söylenmesinin sebebi hadiste belirtilen güvercinle oynayan kişinin bir çocuk değil yaşça büyük birisi olması ve vaktini boş ve gereksiz bir şeyle geçirmesi dolayısıyladır.619 Şahin tarzı bazı kuşların ve bazı köpek türlerinin eğitilip avda kullanılmaları eskiden beri gelen bir gelenektir. İmam Mâlik (ö. 179/795) “muallem” diye isimlendirilen bu hayvanların tuttukları avların hükmü hakkında bir başlık açmıştır.620 Ancak bu başlık altında merfu bir hadis zikretmeyip bazı sahabe ve ilim ehli kimselerin görüşlerine yer vermiştir.621 Böylelikle Hz. Peygamber’in bu tarz hayvanlarla ilgilenmeyi yasaklamadığı ve onlara eza vermemek, aç bırakmamak şartıyla onlarla vakit geçirilmesine olumsuz bir şey söylemediği görülmektedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu durum çocuklar için daha uygun olup büyük kimselerin vakitlerini heba edercesine bu işlere dalmaları ise kerih bir davranış olarak görülmemekte ve tavsiye edilmemektedir. 615 Canan, a.g.e., s. 207. 616 İbn Sa‘d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bağdâdî, es-Sîretü’n- Nebeviyye mine’t-tabakâti’l-kübrâ, ez-Zehrâ li’l-i‘lâmi’l-‘Arabî, y.y. 1989, I, s. 116. 617 Buharî, “Edeb”, 81. 618 İbn Mâce, “Edeb”, 44; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 65. 619 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 122. 620 Muvatta, “Sayd”, 2. 621 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 123. 126 3. Satranç Hadislerde isimi “ َّشْطَرْنج tarzında geçen bir diğer oyun da satrançtır. Esas yapısı ”ال itibariyle zeka oyunu olan satranç şans oyunlarıyla karıştırılmamalıdır. Bu sebeple İslâm alimlerinin bir kısmı satrancı kerih görmekle birlikte büyük bir kısmı ise mübah görmüşlerdir. Bu oyun muhtemelen İran’ın fethinden sonra ortaya çıkmış olup başta Hz. Ali ve Abdullah b. Ömer olmak üzere bazı sahabîler onu bir kumar türü olarak nitelendirmişlerdir. Ancak Hz. Âişe, İbn Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî gibi sahabîlerin mekruh, sahabe ve tabiîn alimlerinden bir kısmının mübah saydıkları ve bazılarının ise nerd, yani tavladan daha kötü gördüğü aktarılmaktadır.622 Satranç zekayı geliştirmek adına çocukların güzel vakit geçirmeleri için kullanılabilecek faydalı bir oyundur. Ancak bahse konu edilip kumar vasıtası yapılırsa bu durumda açık bir şekilde haram bir oyun olmuş olur. 4. Gece Sohbetleri Gece sohbetleri konusunda Kur’ân’da bir âyet zikredilmekte ve bu âyetle o dönemde geceleri toplanılıp sohbet meclisleri kurulduğunu anlamaktayız. Âyet, “ُ ٖتىُ تْتٰلىَُعَلْي كْم َُكاَنْتُٰاَيا َقْد َاْعَقاِب كْمَُتْنِك صونَُ َُن“ ”َف كْن تْمَُعٰلىُ Çünkü âyetlerim size okunurdu da siz buna “ ” مْسَتْكِبرٖيَنُِبٖهَُساِمًراَُتْه ج رو karşı büyüklük taslayarak arkanızı döner, geceleyin toplanıp hezeyanlar savururdunuz.”623 Bu iki âyetle müşrikler, Hz. Peygamberi ve konuşmasını sanki sohbet eden, yani bir bakıma kendilerine efsane okuyan hikayeci biri olarak değerlendirip terk ettikleri için eleştirilmekte ve ayıplanmaktadırlar. Bu da, Hz. Peygamber’in çevresinde ve asrında, önceki milletlerin kıssaları ve geçmişte meydana gelen olayların hikaye edilerek anlatıldığı gece sohbetleri düzenlendiğini gösteriyor. Muhtemelen “samir/akşamcı” kavramının kullanılması bu iş ile özellikle uğraşan ve o konuda uzmanlaşan bazı insanların bulunduğunu, insanların onların etrafında toplandıklarını ya da gecenin bir kısmını böylece sohbet ederek geçirdiklerini ilham etmektedir.624 622 Ali Bardakoğlu, “Kumar”, DİA, Ankara 2002, XXVI, s. 366. 623 Mü’minûn 23/66-67. 624 Derveze, a.g.e., I, s. 94. 127 “Atıcılık, at terbiyesi ve eşiyle oynaşma dışında her oyunun batıl olduğunu”625 ifade eden hadis-i şerife dayanarak bazı fıkıh alimleri diğer oyun ve eğlencelerin haram olduğunu zikretmişlerdir. Fakat sahih hadislere, Hz. Peygamber’in ve sahabe’nin hayatına baktığımızda oyun ve eğlencelerin sadece bu üçüyle sınırlı olmadığını görüyoruz. Bu sebeple hadiste geçen “batıl” sözünü “haram” diye anlamlandırmak yerine “boş, faydasız” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır. Günümüzde yaygın olan futbol, basketbol, voleybol, masa tenisi, bilardo gibi oyunları da bu açıdan değerlendirecek olursak bu oyunları da mübah saymamak için hiçbir delil yoktur. Sadece bütün eğlence ve oyunların mübah olabilmesi için dikkat edilmesi gereken bazı şartlar ve sınırlar vardır.626 Bunlar şu şekilde sayılabilir: 1. Oyalanmaya dalmak suretiyle namazı ve yapılması gerekli ibadetleri terk etmemek, ihmal ve ihlal etmemek. 2. Bu oyunları dolaylı olarak veya doğrudan kumara alet etmemek. Örneğin günümüzde bu oyunlar profesyonel bir şekilde icra edilmekte ancak bu oyunlar vasıtasıyla milyonlarca liralık kumar ve bahis işlemleri yapılmaktadır. Bu açıdan bu oyunlara bir düzenleme getirilmesi de gerekmektedir. 3. Oyun sırasında dili kötü sözlerden sakındırmak. Bu özellikle futbol ve basketbol gibi heyecanı ve adrenalini yüksek olan oyunlarda çokça sergilenen bir durum olabilmektedir. 4. Rakip oyunculara insani ve ahlaki ölçüler içerisinde davranışlar sergilemek gerekmektedir. 5. Giyim-kuşamın dini ölçülere göre olması gerekmektedir.627 İmam Şâtıbî (ö. 790/1388) de eğlence, oyun ve vakti öldüren şeylerin eğer haram içerisinde işlenmiyorsa, ya da bunların işlenmesinden haram bir sonuç ortaya çıkmıyorsa ulema bunları yerip hoş karşılamasa da bunların mübah olduğunu söylemektedir. Ulema, bu anlamda mü’minin bir an bile olsa dünya ya da ahirette kendisine faydası bulunmayan şeylerle uğraşmasını hoş görmemektedir. Bu yönüyle onların zamanı öldürmekten ibaret olan, ne dünyada ne de ahirette bir faydası olmayan oyunları hoş görmemeleri de normaldir.628 Ayrıca Sünnet’te rastlanan ve oyalayıcı oyunlara dahil edilebilecek diğer bazı eğlenceler ise bayram, düğün, sünnet düğünü, karşılama törenleri gibi değişik vesilelerle 625 Tirmizî, “Fedâilü’l-Cihâd”, 11; Nesâî, “Hayl”, 8. 626 Akyüz, a.g.e., IV, s. 381. 627 Akyüz, a.g.e., IV, s. 381. 628 eş-Şâtıbî, İbrâhim b. Mûsâ, el-Muvâfakât, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût ty., I, ss. 129-130. 128 yapılan eğlence şenlikleridir. Bu eğlenceler için belli sınırlar ve kurallar korunduğunda yapılmasında herhangi bir sakınca görülmemiş, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu tarz eğlencelerin yapılmasına karşı bir uyarı ve telkinde bulunmamıştır.629 Şimdi lehvin bir diğer çeşidi olup dinen kesinlikle yasaklanan, yapılması halinde hem toplum hem de fertler için yıkıcı zararları olan lehv türlerinden bir ikisini zararlı oyunlar başlığı altında ele alacağız. C. ZARARLI OYUNLAR Bu oyunlar dinen de yasaklanmış bulunan kumar ve üzerlerine bahis oynanan oyunlardır. Bunlara doğrudan yasaklanmış olan bir husus bulaşmıştır veya bulaşma ihtimali vardır. Güvercinle ilgili görüldüğü gibi normalde mübah olan bir şey büyük insanların vakitlerini aşırı bir şekilde zayi etmelerine sebep olacak tarzda kullanıldığında zararlı hale gelebilmektedir. Yasaklanmış veya bu çerçeveye dahil edilebilecek oyunlardan hem çocukların hem de büyüklerin korunması ve uzak durmaları gerekmektedir. Nitekim bu hususlarda eğer çocuklar bu oyunlardan alıkonmaz ise sorumluluk öncelikle anne babaya aittir.630 İşte bu yönüyle aslında “lehv”i tam olarak içeren oyunlar bunlardır diyebiliriz. Çünkü bu oyunlar hem vaktin boşa geçmesine sebep oluyor, hem de kişiye herhangi bir fayda sağlamamakla birlikte büyük zararlar verebiliyor. Bu bölümde kısaca bu oyunlardan kumar ve tavlaya temas edeceğiz. 1. Kumar Türkçe’ye Arapça’daki “ الِقَمار” kelimesinden geçen kumar “şans ve becerinin birlikte ya da tek başına olduğu veya söz konusu olduğu bir olay ya da yarışmanın, belirsiz bir olayın sonucu üzerine bahse tutuşma ve bu yolla bir kazanç elde etme” için kullanılmaktadır. Kumarın türü ve şekli toplumlara göre değişiklik göstermektedir. Ancak ortak özelliği olan haksız kazanç, mal ve zaman israfı, irade zaafiyeti ve toplumsal çözülme gibi bir takım olumsuzluklara yol açtığı için dinler ve temel ahlak öğretileri tarafından yasaklanmış ve kınanmıştır.631 İslâm dininin temel yasaklarından biri de kumar yasağı olup İslâm toplum ve 629 Ayrıntılı bilgi için bkz. Buhârî, “Iydeyn”, 16; Ebû Dâvûd, “Cihad”, 54. 630 Canan, a.g.e., s. 263. 631 Ali Bardakoğlu, “Kumar”, DİA, a.g.md., s. 364. 129 kültürü tarafından tarihin hiçbir döneminde hoş görülmemiş, aileyi yıkıp topluma zarar vermesi dolayısıyla kendisinden kaçınılması gerektiği sürekli olarak vurgulanmıştır. İslâm dininde inanç ve ibadet esaslarının yanında bireyin beşerî ilişkilerinin ve sosyal hayatının belli ölçüler ve düzen içinde olması kötü şeylerden korunması da önemlidir. Bunu temin etmek için Kur’ân’da ve hadislerde davranışlarda hakim olması gereken esas hukuk ilkelerine ve ahlaki değerlere sıkça atıfta bulunulmuş, kötü davranışlar bazı örneklerle yasaklanmıştır. Bu amaca yönelik getirilen düzenlemenin dini naslar kadar insanlığın ortak sağduyusuna ve kolektif şuuruna uzanan kökleri vardır. Kazançta karşılıklı rızanın temel alınması, kötü alışkanlıkların kınanması ve irade eğitimine ağırlık verilmesi, haksız yollarla kazanç sağlamanın ve zamanı israf etmenin, bunun uygulama örneklerinden en önemlisi olarak da kumarın yasaklanması böyledir.632 İslâm kumarı yasaklarken belli bir türünü kastetmeyip anlam ve sonucunu esas almıştır. Hangi vasıtalar ve şekillerle oynanırsa oynansın önceden belli olmayan ve sonucunda, biri veya birkaçı kâr ya da zarar edecekse kumar oynanmış demektir. Kumar “Ey iman edenler! (aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz?”633 âyetiyle hem haram kılınmakta hem de bu hükmün hikmetleri sıralanmaktadır. Bu açıdan piyango, spor toto, ortak bahis gibi tertip ve oyunlar da kumar olup onun bütün unsurlarını içermektedir. Bu anlamda spor geneline de bu ölçüler çerçevesinde yaklaşmalı, onu toplulukları uyutup yozlaştıran, kumara dönüşen haliyle tasvip etmeyip kişinin bedeni ve zihni gelişimine katkıda bulunacak şekliyle onaylamak en uygun yöntemdir.634 2. Tavla Zar ile oynanması ve oyun esnasında zeka kullanılmakla birlikte daha çok şansa yönelik olmasından dolayı tavlayı zararlı oyunlar kategorisinde zikretmek istedik. Şans ile oynanması hasebiyle de genellikle oynanan oyunlarda ortaya -örneğin kahvelerde içilen çayın parasını ödemek gibi- ufak da olsa bahisler konulmaktadır. Hadislerde ismi daha çok 632 Bardakoğlu, a.g.md., s. 364. 633 Mâide 5/90-91. 634 Akyüz, a.g.e., IV, s. 381. 130 Farsçadan alınmış “ النَّْرد” diye geçen tavla için hadis kitaplarında “ُُِالنَّْرد ُِبا َّلِعِب gibi bab ”َبا بُال başlıkları açılmıştır.635 Cahiliye devrinden itibaren Arapların oynadıkları bir oyun olan tavla636 hakkında Hz. Peygamber bir hadisinde tavla oynayan kişinin Allah’a isyan etmiş olacağını bildirmektedir.637 Bir başka rivayette ise tavla oynayanın elinin domuz kanına sürülmüş gibi kirleneceği zikredilmektedir.638 Nâfi’nin naklettiği bir rivayete göre ise İbn Ömer aile fertlerinden tavla oynayan birini yakalarsa oynayanı döver, oyun aletini ise kırardı.639 Zararlı olan “lehv ve la‘ib” kısmında ele aldığımız oyun’u Ahmet Rıfat eserinde dünyanın her tarafında kendi halinden bıkmış işsiz güçsüzlerin ve sıkıntıya girmek istemeyen, emel ve arzusu kesilmiş olan tembellerin sürdürmekte oldukları boşuna yapılan eğlence ve yorgunluklar diye tanımlamıştır. Faydalı oyun elbette zararlı olandan ayrılmalıdır. Nitekim eski Yunanlılar’ın yarışma, vuruşma oyunları, eski İngilizler’in yumruk oyunları, Arapların kalkan-kılıç ve mızrak oyunları, Osmanlılar’ın güreş ve cirit oyunları idman, sürat ve cesaret getiren şeyler olması dolayısıyla faydalıydı. Ancak daha sonra bunların yerine daha çok rağbet bulan dama, tavla, domine, iskambil gibi değersiz ve kumar amaçlı oynanan oyunlar gelmiştir. Bunlar ömrü tüketen şeylerdir ve zararları olduğu gibi hiçbir yararları yoktur. Belki çocukların esir almaca, kaydırak, top oyunları ders ve sanatlarına zarar gelmemek şartıyla daha faydalı olmaktadır.640 III. İSLAM HUKUKUNDA OYUN VE EĞLENCE Bu bölümde oyun eğlencenin kısımları olan spor ve spor oyunlarıyla eğlence, ayrıca Hz. Peygamber döneminde oynanan birtakım oyunlardan olan binicilik, atıcılık, güreş, yüzme gibi oyun eğlenceden, herhangi bir gaye hedeflemeyen, oyalayıcı olan oyun eğlenceden ve zararlı olan oyunlardan tekrara bahis olmaması açısından bahsedilmeyecektir. Çünkü bunlar Hz. Peygamber’in sünnetinde oyun eğlence kısmında hadisleri ile birlikte verilmeye çalışıldı.641 Sözü edilen bölümde incelenmeyen ancak eğlence kapsamında kısa da olsa ele 635 Ebû Dâvûd, “Edeb” 56; Muvatta, “Rüya”, 7. 636 Bozkurt, Hadiste Folklor Eğlence, s. 130. 637 Muvatta “Rüya”, 6; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 56; İbn Mâce, “Edeb”, 43. 638 Müslim, “Şi’r”, 10; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 56; İbn Mâce, “Edeb”, 43. 639 Muvatta, “Rüya”, 7. 640 Ahmet Rıfat, Tasvîr-i Ahlâk Ahlâk Sözlüğü, Kervan Kitapçılık, y.y., ty., s. 206. 641 Bkz. “Hz. Peygamberin Sünnetinde Oyun ve Eğlence başlığı”, s. 104. 131 alınması gereken düğün eğlencesinden ve genel hatlarıyla satranç, tavla, nerd gibi bazı oyunların ve kumarın hükümleri hakkında bilgi verilecektir. A. DÜĞÜN EĞLENCESİ Hz. Peygamber (s.a.v.) uygulamaları ve sözleriyle evliliği teşvik etmiş, nikahın gizli tutulmayıp duyurulmasını, def gibi çalgı aletleri kullanılarak şarkılar söylenilmesini ve bu şekilde kutlanılmasını tavsiye etmiştir. Bununla ilgili “nikahı mescidlerde kıyın, herkese duyurun ve defle kutlayın”642 hadis-i şerifi bize örnek olmaktadır. Bir diğer olay ise Hz. Âişe (r.a.) Ensardan bir yakınının düğününü yaparken Hz. Peygamber eve gelir ve: “Gelini, güveyi evine gönderdiniz mi? deyince oradakiler evet derler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) gelinle beraber def çalıp şarkılar söyleyecek cariyeler de gönderdiniz mi? deyince Hz. Âişe, hayır der. Peygamberimiz, ensarın pek çok gazelleri vardır, onlar eğlenceyi de çok severler. Keşke; Size geldik, size geldik Size selam, bize selam Olmasaydı kızıl altınlar Görünmezdi alınlar Olmasaydı siyah buğdaylar Semirmezdi vücudlar diye şarkı söyleyecek birini gönderseydiniz”643 diyerek düğünde bulunması gereken eğlencenin eksikliğine dikkat çekmiştir.644 Ayrıca hadisin Buhârî’deki metninde direk olarak ُ و“ َّلْه ُال ُ يْعِج ب هْم ُاالَْنَصاَر َّن َُفإُِ َُلْهٌو َُمَع كْم َُكاَن َُما َُعاِئَش ة ”ifadesi içersinde eğlence anlamında “lehv ”َيا kelimesi geçmiştir.645 Enes b. Malik’in (ö. 93/712) aktardığına göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bir düğünden dönmekte olan kadın ve çocukları görünce ayağa kalkar ve onlara kıymet vererek şöyle der: 642 İbn Mâce, “Nikâh”, 20. 643 Buhârî, “Nikâh”, 63; İbn Mâce, “Nikâh”, 21. 644 Köten, a.g.e., IV, s. 415. 645 Buhârî, “Nikâh”, 63. 132 “…Vallahi siz bana, insanların en sevimlisisiniz.”646 Yine Hz. Enes bir başka rivayette Rasûlullâh’ın Medine’nin bir yerinde def çalıp şarkı söyleyen bir grup genç kıza rastladığında onlar şarkılarında: “Biz Neccaroğulları kızlarıyız, ne güzel komşumuzdur Muhammed” deyince Allah Rasûlü de “…Allah biliyor ki, ben de sizi çok seviyorum” der.647 Bu hadislerle açık bir biçimde görülmektedir ki Hz. Peygamber, nikâhın düğünle kutlanmasını, insanların, özellikle kadınlar ve genç kızların çalgı ve şarkılarla eğlenmesini istiyor, bazen böyle yapmadıklarında ise onları uyarıyordu. O, beşer bir Peygamber olarak biliyordu ki insanlar eğlenmek, dinlenmek suretiyle birtakım ihtiyaçlarını gidermezlerse ibadet, çalışma, tefekkür gibi ciddi vazifeleri yerine getirme hususunda zorlanırlardı. Düğün, eğlence ve benzeri kutlamalar günlük hayatı kolaylaştıran, rahatlatan bir çeşni olduğundan, zaman zaman buna izin veriyor, karşı çıkanları648 ise uyarıyordu.649 Son zamanlarda ülkemizde, davul çalarak düğün yapmayı İslâm ilkelerine aykırı bulan bazı kesimler, olayın sevinç ve eğlence boyutunu ihmal etmiş ve düğünü nutuklu, vaazlı geçen oldukça sıkıcı bir tören havasına dönüştürmüşlerdir. Bu yaklaşım, dinî anlamda olmasa dahi geleneksel anlamda bir bid’at görünümündedir. Düğün gülüp eğlenmek, güzelce vakit geçirmektir. Bu atasözünde de güzelce ifade edilmiştir: “Düğüne giden oynamaya, ölüye giden ağlamaya.” Burada yapılması gereken geleneğe tamamıyla karşı çıkmak yerine, mevcutsa aşırılık ve sapmaları düzeltmeye çalışmak daha doğru ve uygun olanıdır.650 B. EĞLENCE TÜRLERİ HAKKINDAKİ HÜKÜMLER 1. Kumar İslâm birçok oyun ve eğlence türünü helâl, ancak bunun yanında kumar bulaşma ihtimali olan her türlü oyunu da haram kılmıştır.651 Kumar olan her türden oyunun ittifakla haram olduğu konusunda alimlerin görüş birliği vardır. 652 Birisinin kâr edip diğerinin zarar 646 Buhârî, “Nikâh”, 75. 647 İbn Mâce, “Nikâh”, 21. 648 Buhârî, “Ideyn”, 2. 649 Köten, a.g.e., IV, s. 417. 650 Hayreddin Karaman v.dğr., İlmihal, İSAM, İstanbul 1999, II, s. 140. 651 Karaman v.dğr., İlmihal, II, s. 121. 652 eş-Şirbînî, Hatîb, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el-Kâhirî, Muğni’l-muhtâc ilâ ma‘rifeti me‘ânî elfâzi’l-Minhâc, Dârü’l-Fikr, Beyrût ty., IV, s. 428. 133 etmesi demek olan kumar Yüce Allah’ın hitabıyla kaçınılması emredilen şeylerden biridir.653 Kumar oynamayı alışkanlık haline getiren kişinin adalet sıfatı kalkar ve İslâm mahkemesinde şehadeti kabul edilmez. Bir kişi kendi malını ortaya koyup galip gelirse malını alır, arkadaşı galip gelirse o bu malı alır, diye şart koşarsa bu akit geçerli olmaz. Çünkü o savaş aletlerinden değildir. Böyle bir şeyde bedelin verilmesi de caiz olmaz. Bundan dolayı şehadet de reddedilmez. Çünkü böyle bir durum kumara girmemektedir.654 Kumarın olmadığı, yani taraflardan ikisinin veya birisinin koyduğu belirli bir bedel bulunmayan oyunların ise, kimisi haram, kimisi mübahtır. Bununla birlikte faydası olmayan her bir oyun ve eğlencenin kerahetten uzak kalmayacağı bilinmelidir. Çünkü bu gibi oyunlarda vakit boşa harcanır. Bu türden oyunlar Allah’ı zikretmekten, namazdan ve faydalı olan şeylerden uzak kalmaya sebep olmaktadır.655 Gerek Kur’ân ve gerekse hadislerde kumar ilke olarak yasaklanmış, nelerin kumar olduğu tek tek ifade edilmeyerek kumar yasağı belli başlı birkaç misal üzerinden gösterilmiştir. Doğal olarak kumarın sadece adıgeçen çeşitlerinin olduğu sonucu çıkarılamaz. İslâm kumarı yasaklarken, bunların belli çeşitlerini değil, götürdüğü neticeyi temel almıştır. Bu açıdan, Müslümanların Kur’ân ve Sünnet’te ilke olarak geçen “kumar yasağını” her devir ve dönemde kendi şart ve toplumlarına göre tekrar ele almaları ve yorumlamaları gerekir. Bunun için de hem dinî metinlerini, emir ve yasakların ortam ve amacının iyi bilinmesi, hem de içinde yaşanılan toplumda salgın bir hastalığa dönüşen kötü alışkanlıkların ve sebep olduğu sonuçların sürekli olarak takip edilmesi gerekir.656 2. Tavla Tavla hususunda haram olan konu zar ile tavla oynama olup bundan dolayı şehadet reddedilmektedir. Hanefî alimler bunun delilini –hükmün delili zannî olduğundan dolayı ıstılahlarına uygun olarak- tahrimen mekruh kabul etmişlerdir. Vehbe Zuhaylî, dört mezheb imamının ittifakıyla tavla oyununu tekrarlayan kişinin şehadetinin ister kumar amaçlı ister َّل كْمُت ْفِل حونَُ“ 653 َّشْيَطاِنَُفاْجَتنُِ بو هَُلَع اَل مُِرْجٌسُِمْنَُعَمِلُال ْْ ُِانََّماُاْلَخْم رَُواْلَمْيِس رَُوااْلَْنَصا بَُوااْلَ َّلذٖيَنُٰاَمن وا ُّيهَُاُا َا Ey İman edenler! Aklı“ ”َياُ örten içki ve benzeri şeyler, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” Mâide 5/90. 654 Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, çev. Ahmet Efe v.dğr., Feza Yayıncılık, İstanbul 1990, IV, s. 375. 655 Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV, s. 375. 656 Karaman v. dğr., İlmihal, II, s. 122. 134 kumarsız oynansın kabul olunmayacağını bildirmektedir. Yine ondörtlü diye bilinen bir başka oyunun da zar ile oynandığını ve bunu oynamanın da haram olduğunu bildirmektedir. Belirtilen oyun oynanırken zar kullanılması sebebiyle fal oklarına ve tavlaya benzemektedir.657 Rivayetler incelendiğinde nerd oyununun günümüz tavlasına benzediği tahmin edilmekle birlikte bu hususta net bir şey söyleyebilmek mümkün değildir. Ancak, gerek kumara bulaştırılmadığı, gerek Allah’a gerek aile ve topluma karşı görevler aksatılmadığı, o sırada daha önemli ve elzem bir şey ihmal edilmediği sürece tavla oynanmasında dinen bir sakınca olmadığını söylemenin mümkün olduğu ifade edilmektedir.658 3. Satranç Şafiîlerin dışında kalan cumhura göre satranç da haramdır. Bu oyun hakkında şafiîler satranç oynamanın mekruh olduğunu söylemektedirler. Çünkü din konusunda kendisinden yararlanılan bir oyun olmayan satrancı oynamayı gerektiren bir durumun da olmadığını belirtmektedirler.659 Bu sebeple terk edilmesinin evla, ancak haram olmadığını ifade etmektedirler. Ancak satrançta da her iki taraftan veya taraflardan birisinin koyduğu bir bedel bulunup da yenenin yenilenden bir şey alması söz konusu olursa bu durumda belirtildiği gibi haram olmaktadır.660 Şâfiî, kavramayı keskinleştirmesi, muhakemeyi güçlendirmesi, savaş taktiklerine ve hilelerine alıştırması yönüyle eğitici olduğunu ve bu yönüyle atıcılık ve biniciliğe benzediğini ileri sürmüş ve bundan dolayı satranç oynamaya ruhsat vermiştir.661 Şâfiî fakih Nevevî, satrancın haram değil mekruh olduğunu ifade etmiştir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, satrancın haram olduğunu söylemişlerdir. Mâlik ayrıca, satrancın nerden daha kötü olduğunu ve daha oyalayıcı olduğunu da zikretmiştir.662 Hanefî alimler genellikle nerd yani tavla ile satrancı bir tutmuşlar, ve kumar veya hiç değilse faydasız oyun olduklarını öne sürerek nerd ve satranç oynamanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Hanefî kaynaklardaki mekruh ifadesinin haram anlamında kullanılabileceği 657 Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV, s. 375. 658 Karaman v.dğr., İlmihal, II, s. 120. 659 eş-Şâfiî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İdrîs b. Abbâs eş-Şâfiiî, el-Üm, Dârü’l-Ma‘rife, Beyrût 1393, VI, s. 208. 660 Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, IV, s. 376. 661 Kâsânî, Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâsânî, Bedâ’i‘u’s-sanâ’i fî tertibi’ş-şerâ’i‘, Dârü’l- Kütüb’i’l-‘Arabî, Beyrût 1974, V, s. 127. 662 Karaman v.dğr., İlmihal, II, s. 120. 135 düşünülse de Hanefîler’in nerd ve satrancı kumar veya oyun olma gerekçesiyle haram saymaları pek yerinde görülemez. Çünkü Hz. Peygamber’in oyunla ilgili yasağı bu derece genişletilirse, günümüzde mubah olduğunda şüphe duyulmayan birçok oyunun da bu gerekçeyle haram sayılması gerekecektir. Diğer yandan nerd ve satrancın, kumar olma ihtimalinden harareketle haram sayılması da pek isabetli görülmemektedir. Zira kumarın sınırları ve ölçüleri bellidir. Eğer haram kılınma sebebi “kumara vesile olma ihtimali” olursa, bu durumdan yola çıkarark daha birçok oyunun haram kılınması söz konusu olacaktır. Bu sebeple, çoğunluk Hanefî kaynaklarda ifade edildiği gibi, tavla ve satrancın kumara vesile kılınmama şartıyla haram olmadığı, ancak zamanı boşa geçirme gibi açılardan hareketle mekruh olduğu söylenebilir.663 Şâfiî, oyun oynamaya düşkün kimselerin şahitliklerinden bahsederken hakkında daha fazla ve şiddetli tenkit içeren haberler bulunduğu gerekçesiyle mekruh olduğunu ve diğer oyun türlerinden biraz fazla çirkin görüldüğünü belirtmektedir. Şâfiî satranç oynamaya sıcak bakmadıklarına ancak bunun nerdden daha hafif olduğunu zikrettikten sonra, “oyun dindar ve ağır başlı kimselerin sanatı değildir” diyerek insanların oynadıkları bütün oyunların mekruh olduğunu ifade etmiştir.664 IV. TASAVVUFTA OYUN VE EĞLENCE Tasavvufta oyun eğlence deyince tasavvufa bu alanda en çok gelen eleştirilerden biri olan ve bir bakıma “lehv”in bir türü sayılan musiki-raks ve bunların dinî ayinlerde kullanılmasından, bununla ilgili tasavvuf ilim ehlinin birtakım görüşlerinden söz etmeye çalışılacaktır. Ayrıca oyun ve eğlencenin bir bakıma sebebi sayılan dünya, dünya sevgisi ve bundan uzaklaşmayı, böylelikle Allah’a yakınlaşmayı sağlayan zühd hayatından da bahsedilecektir. 663 Karaman v.dğr., İlmihal, II, s. 119. 664 eş-Şâfiî, a.g.e., VI, s. 208. 136 A. SEM VE RAKS Sözlükte “işitmek, duymak, dinlemek, kulak vermek, işitilen söz, güzel ses, iyi şöhret” gibi anlamlara gelen semâ kelimesi genel olarak “şarkı, nağme, musiki, raks” manaları için kullanılmaktadır.665 Tasavvufta ise sema şu şekilde tanımlanmaktadır: 1. İlahi ve dinî musikiyi dinleme. 2. Makam ve nağme ile okunan dinî metinleri dinleme. 3. Raksetme, devran etme, dinlenen dinî musikinin tesiriyle coşup dönme.666 Ayrıca dinleyene, söyleyene, maksada ve güfteye göre semâ’ın birçok çeşidinden bahsedilmektedir. Genel olarak sûfîlere göre semâ Hak’tan gelen ve insanları Hakk’a davet eden bir mesajdır. Onu iyi niyetle dinleyen kimse maksada ulaşır. Musiki heyeti eşliğinde belli bir düzen içerisinde gerçekleştirilen Mevlevî ayinine semâ, bu ayine katılan dervişlere semâzen, ayinin tertip edildiği yere ise semâhâne denmektedir.667 Sözlükte dans anlamına gelen raks ise tasavvuf literatüründe topluca zikir yapılıp ilahiler okunurken halka oluşturan dervişlerin otururken veya ayaktayken yaptıkları ritmik hareketlere denmektedir.668 Bazı İslâm alimleri bilindiği gibi sema ve raksı lehviyyattan saymışlar ve bu konuda sûfîlere yönelik ciddi eleştiri ve uyarılarda bulunmuşlardır. Ancak sûfîlerin bu konudaki görüş ve düşüncelerini anlamak, yapılan eleştirileri değelendirmek bakımından önemli olacaktır. İlk dönem sûfîleri genel olarak semaya olumlu bakmışlardır.669 Bunun yanında olumsuz olarak gören sûfîler de mevcuttur. Süleyman Ateş, İmam Şâfiî’nin (ö. 204/820) Âdâbu’l-Kadâ’ isimli eserinde “şarkı, mekruh bir eğlencedir, bâtıla benzer. Çok şarkı söyleyen sefihtir, şâhidliği kabul edilmez” dediğini aktarıyor.670 Hakîm et-Tirmizî’ye (ö. 320/932) göre ise nefsi tahrik edip hevâyı da galeyana getiren birçok faktör olup bunların en önemlilerinden birisi de müziktir. O, müzikle bağlantılı olarak hangi sebeple kullanılırsa kullanılsın müzik aletleriyle meşgul olmanın haram olduğu kanaatindedir. Müzikle birlikte şiiri de hoş karşılamayan 665 Semih Ceyhan, “Semâ”, DİA, İstanbul 2009, XXXVI, s. 455. 666 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991, s. 422. 667 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 422. 668 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 390. 669 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 243-278. 670 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, Kur’ân Araştırmaları Müessesesi, İstanbul ty., XIX, s. 5. 137 Tirmizî’nin bu yaklaşımında hadislerde yer alan bir takım olumsuz ifadelerin etkisi olduğu düşünülmektedir.671 Sema hakkında Kuşeyrî, güzel bestelerle ve tat verici nağmelerle söylenen şiirleri dinlemenin normal şartlarda mübah olduğunu, bunun için dinleyicinin onun haram bir şey içermemesini kesin olarak bilmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca, onu dinen haram edilmiş bir biçimde dinlememek ve dinlediği şeyle kötü arzularına gidip onlara kapılmaması gerektiğini de vurgulamıştır. Hakîm Tirmizî’den farklı olarak Kuşeyrî, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzurunda şiir okunduğunu, kendisinin bunları dinlediğini ve şiir okuyanlara olumsuz bir tavır sergilemediğini söylerek şiir okuma ve dinleme konusunda bir sorun olmadığını düşünmektedir. Buradan yola çıkarak güzel ve hoş olan bestesiz şiirleri dinlemek caiz olduğu gibi onların bestelenerek nağme ile söylenmesinin de hükmü değiştirmeyeceğini söylemektedir. Ayrıca, dinlenen şey dinleyenin taatlere rağbetini artırıp onu Allah Teâla’nın salih kulları için hazırladığı manevi dereceleri düşünmeye götürüyor, hatalardan çekinmeye sevk ediyor ve o anda kalbine feyiz ve güzel duygular gelmesine sebep oluyorsa onu dinlemenin dinen sevap ve tercih edilen bir şey olduğunu da ifade etmektedir.672 Hendek Gazvesi’ne hazırlık esnasında ensar hem hendek kazıyor, hem de şöyle söylüyorlardı: َّمدًاَُُعَلىُاْلِجَهاِدَُماُبقيَناُأََبداًُ “ َّلِذيَنَُباَي عوُ مَح ,Biz o kimseleriz ki biat ettik Muhammed’e“ ”َنْح نُا Cihad etmek için hayatta kaldığımız sürece.” Hz. Peygamber de kendilerine şu şekilde cevap veriyordu: عيشُاالِخرِةُفأكرمُاْلَنَصاَرُوالمهاجرة “ َّمُالََُعْيَشُِإالَُّ ,Allah’ım, asıl yaşanacak yerdir ahiret“ ”ال ل ه sen onu ensar ver muhacire ikram et.”673 Hz. Peygamber’in bu sözleri şiir vezninde söylenmemiştir ancak şiirimsi bir şekilde söylenmiştir. 674 Bu da O’nun şiire ve bu tarz ifade tarzlarına karşı olmadığının göstergelerinden birisidir. Şimdi de sema’dan sonra sema için önemli bir unsur olan ve sema ayinlerinde kullanılan musikî’den bahsedilecektir. 671 Salih Çift, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul 2008, ss. 305-306. 672 el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, tah. Abdu’l-Halîm Mahmûd-Mahmûd b. eş-Şerîf, Dârü’l-Kütübi’l- Hadîsiyye, y.y., ty., II, s. 637. 673 Buhârî, “Cihad”, 33; Müslim, “Cihad”, 126; İbn Mâce, “Mesâcid”, 3. 674 el-Kuşeyrî, er-Risâle, II, s. 638. 138 B. MUSİKÎ Müziğin ruh üzerinde çok fazla bir etkisi vardır. Öyle ses vardır ki sevindirir, öyle de ses var ki dinleyeni hüzünlendirir, uyku getirir, bazı sesler de dinleyeni güldürür. Kimi sesler ise elleri, ayakları, başı harekete geçirir. Bunu yapan şiirdeki sözlerin anlamı değil, o sözleri canlandıran müzik olup tabi ki anlam da pekiştiğinde daha da etkili olabilmektedir.675 Musiki konusunda da islâm alimlerinin farklı görüşleri olduğu gibi sufilerin de çeşitli değerlendirmeleri olmuştur. Ayrıca seleften ve önde gelen bazı zatlardan besteyle söylenen beyitleri dinleyenler olmuştur. Bunu mübah görenlerden biri Mâlik b. Enes’tir (ö. 179/795). Hicazlıların hepsi nağme ve terennümle söz söylemeyi mübah görmüş olup deve ve katırlarını sürerlerken de kaside ve şiir söyleme konusunda bir beis görmemişlerdir. Rivayet edildiğine göre İbn Cüreyc676 (ö. 150/767), nağmeli söylenen bir kaside ve şiir dinlediği zaman raks ediyordu. Kendisine “sen iyiliğin ve kötülüğünle kıyamet günü hesap vermek için getirildiğin zaman, bu yaptığın semâ tartının hangi tarafına konulacak?” diye sorulduğunda o cevaben “ne iyiliklerin tarafına ne de kötülüklerin tarafına konulur” diyerek bunun mübah bir şey olduğunu anlatmak istemiştir.677 Hz. Peygamber’in neşide gibi söylenen şarkılara bir şey demediği de gelen bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Bununla ilgili Buhârî’de yer alan bir rivayet şöyledir: “Bir sefer esnasında Enceşe kadınlara, Berâ b. Mâlik ise erkeklere türkü söyleyip böylece develeri şevke getirirdi. Enceşe’nin sesi güzeldi. Türkü söylediği zaman develer hızlanırdı. Hz. Peygamber zevcelerinin yanına gelip Enceşe’nin söylediği türkü ile develeri koşturduğunu görünce ona: Enceşe, yavaş ol, camları kırarsın!” dedi.678 Hz. Peygamber latife amacıyla söylediği “camları kırarsın” sözüyle Enceşe’nin güzel sesiyle develeri coşturup koşturmakla narin yapılı hanımların rahatsız olacağını, o narin hanımların rahatsız olmaması için develerin biraz daha yavaş sürülmesini anlatmak istemiştir.679 675 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, s. 17. 676 Tabiî’nden olan İbn Cüreyc tefsir, hadis ve fıkıh alimi olarak bilinmektedir. İslam tarihinde kitap yazan ilk müellif olduğu söylenen İbn Cüreyc’in tefsirde ise “Tefsîru İbn Cüreyc” isimli eseri mevcut olup bu eser günümüze ulaşmamıştır. Ancak daha sonra yazılan tefsir kaynaklarından olan Taberî’nin Câmi‘u’l-beyân’ı,, Beğavî’nin Me‘âlimü’t-tenzîl’i, Kurtubî’nin el-Câmi‘ li-ahkâmi’l-Kur’ân’ı, İbn Hayyân’ın el-Bahrü’l- muhît’i, İbn Kesîr’in Tefsîrü’l-Kur’âni’l-‘azîm’i gibi tefsir eserlerinde bu eserdeki rivayet ve görüşler nakledilerek kullanılmıştır. Hasan Ali Abdülganî, bunlardan isnadı İbn Cüreyc’de sona eren rivayetleri Kur’ân’daki sure sıralamasına göre tertip etmiş ve Tefsîru İbn Cüreyc ismiyle yayımlamıştır. İsmail Cerrahoğlu, “İbn Cüreyc”, DİA, İstanbul 1999, XIX, ss. 404-406. 677 el-Kuşeyrî, er-Risâle, II, s. 638. 678 Buhârî, “Edeb”, 95. 679 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, s. 19. 139 Cevaz sınırlarını aşmaması kaydıyla insanın ihtiyaç duyduğu oyun ve eğlenceye İslâm’da izin verilmiştir. Nitekim böylelikle insanlar çalışma, ibadet, aile hayatı gibi temel vazifelerini daha ciddi ve özenli şekilde yürütebilme imkanı yakalamaktadırlar. Bu hususla alakalı Gazzâlî şöyle demektedir: “Oyun ve eğlence kalbi ferahlatmak için mübah kılınmıştır. Dinlenen ve neşelenen kalpte ticaret gibi dünyevî işlerle veya namaz ve tilavet gibi ahiret işleriyle ciddî bir şekilde meşgul olma arzusu uyanır. Ciddî işlerle fazla meşgul olma yanında az miktarda eğlence olursa, bu hoş görülür. Mesela, yanakta bir iki siyah ben (hâl)in bulunması yanağa güzellik verir, fakat benler çok olursa, yüzü çirkinleştirir. Azı güzel olan her şeyin çoğu da güzel olmaz. Bunun gibi azı mübah olan her şeyin çoğu da mübah olmaz. Mesela, ekmek yemek mübahtır, fakat tıka basa karnı ekmekle doldurmak haramdır. Mübah olan musikî (ve eğlence) bu bakımdan diğer mübahlar gibidir. Bu anlamda satranç oynamak da kendisinden lezzet alma ve eğlence açısından caiz olup ancak bunu daimi hale getirip sürekli bir şekilde onunla iştiğal etmek şiddetli bir şekilde hoş görülmemiştir.”680 Günümüzde bu durumun önemi daha da çok anlaşılmıştır. Devlet hayatında, fabrikalarda, imalathanelerde ve işyerlerinde oyun, eğlence, musikî, tatil, gezi ve spor gibi hususlara büyük önem verilmekte, bu şekilde zihnen ve bedenen çalışanların iş gücü arttırılmaktadır.681 Hz. Peygamber’in ve sahabîlerin devrinde develerin peşinden hidâ yapmak (türkü söylemek) Arapların geleneğiydi. Hidâ, bizim türkü olarak adlandırdığımız şiirleri güzel ses ve belirli melodi tonlarıyla okumak demektir. Bunu hiçbir sahabî inkar etmeyip aksine bazen develeri hızlandırmak, bazen de yalnızlık ve üzüntülerini gidermek için hidâ yapılmasını istemişlerdir. Mübah olan şiir okuma, zevk veren güzel ses ve ölçülü melodilerle söylendiğinden dolayı haram olmaz.682 Bu hususta bir başka rivayette Câbir İbn Semure (r.a.) şöyle demektedir: “Allah’ın elçisi (s.a.v.) yanında yüz kereden fazla oturdum. Sahabîleri şiir okurlar, cahiliyye devrine ait olayları konuşurlardı. Kendisi bir şey söylemez susardı, bazen de tebessüm ederdi.”683 Sema ve musikî’den sonra dünya hayatının tasavvuftaki algısından, dünya hayatıyla birlikte zühd hayatının önemine ve bu bağlamda oyun eğlence kapmasına girecek şeyleri terk etme hususuna kısaca değinilecektir. Konunun kapsamı esasında çok geniş olup dünya sevgisi 680 el-Gazzâlî, a.g.e., II, s. 281. 681 Süleyman Uludağ, İslâm Açısından Musikî ve Semâ, Uludağ Yayınları, Bursa 1992, s. 140. 682 Ateş, Kur’ân Ansiklopedisi, XIX, ss. 19-20. 683 Tirmizî, “Edeb”, 70. 140 ve zühd hayatı ile oyun eğlence karşılaştırılıp başlı başlına ayrı bir çalışma olacak niteliktedir. Ancak çalışmanın sınırlarını aşmaması bakımından burada özetle değinilecektir. C. DÜNYA SEVGİSİ VE ZÜHD Oyun ve eğlence kavramlarını incelerken tasavvufun dünya görüşüne ve zühd anlayı- şına az da olsa değinmekte fayda vardır. Çünkü sûfîlerin dünya hayatına bakışını anlamak, onların dünyanın oyun eğlence oluşu hakkındaki değerlendirmelerini anlamada yararlı olacak- tır. Tasavvufta bu manada nefse tabi olmamak, nefsin isteklerini yerine getirmemek, dünyaya bağlanmamak, günahlardan kaçınmak, kibirden kaçınıp tevazu sahibi olmak, mâlâyânîden kaçınmak, israftan kaçınmak, kadınlardan uzak durmak, tûl-i emelde bulunmamak, az yemek ve az uyumak, mal sevgisinden kaçınıp mal yığmamak, nimetler içinde yüzmeyip tasadduk etmek gibi birçok başlık oyun ve eğlenceden kaçınma altında zikredilebilir. Çalışmanın sınır- ları dışına çok çıkmaması için burada dünya ve dünya sevgisinden kısaca bahsedilip genel bir fikir oluşturulmaya çalışılacaktır. Tasavvufta dünya hayatı değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bunda sûfilerin dünya gö- rüşlerinin etkili olduğu görülmektedir. Dünya, her kula heva olarak verilen bir nasip olarak görülmüştür. Zühde ulaşmak isteyen her kişi, kalbini şehvetlerden uzak tutmayla bunu başa- rabilir. Hatta eğer kişi mübah olan nasibinden de zühd gösterir – ki bu, ihtiyacın fazlası olan her şey için geçerlidir- ise o zaman zühd-i mufaddal derecesine ulaşmış olur. Bu açıklama ile tasavvufta kişinin oyun-eğlence ve boş söz konusunda ihtiyacı olanı kadarla yetinmesi gerek- tiği ve bunun dışındaki şeyleri terk ettiğinde üstün tutulan zühd mertebesine ulaşacağı görül- mektedir.684 Lügatte terk etmek, kötü kabul edilen şeylerden yüz çevirmek, dünyaya buğzetmek, mâsivayı terk etmek anlamlarına gelen zühd, ıstılahta dünyadan yüz çevirmek, nefsi mâsivaya olan meyil ve sevgiden alıkoymak demektir.685 Tasavvufun amacı, Müslümanın sahip olduğu imanın maliyetini artırarak dinine vermiş olduğu kıymeti yüceltmektir. Bir nimetin külfetsiz olması düşünülemez. Bir kimsenin sağlığı nimet olarak kabul edebilmesi için hastalığın ne demek olduğunu bilmesi gerekmektedir. Emek verilen bir şeyin değeri de verilen emek kadar büyük olur. İmanı da pahalıya mal etmek, dine karşı beslenilen sevgiyi artıracağı gibi fedakâr- 684 Ebû Tâlib el-Mekkî, Ebû Tâlib Muhammed b. Alî b. Atıyye el-Mekkî el-Acemî, Kûtü’l-kulûb, çev. Muhar- rem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 1999, II, s. 422. 685 el-Cürcânî, a.g.e., s. 153. 141 lığı da artıracaktır. Bu noktada zühd, bu maliyetin artmasını sağlayan önemli bir makamdır.686 Dünyanın haram kılınan lezzet ve nimetleri konusunda bu zühd, tüm müslümanların zühdü olup onların islâm ve teslimiyetleri bununla güzelleşir. Dünya nimetlerinin şüphelileri hak- kında gösterilen zühd ise, vera’687 ehlinin zühdüdür. Bunun ile onların imanları kemale erer. Dünyanın helal nimetleri noktasında gösterilen zühde gelince, kişinin ihtiyaçlarının fazlası için gösterdiği bu zühd, zühd ehli zahidlerin zühdü olup onunla yakini imanları saflık ve duru- luk mertebesine erişir.688 Bu hususla ilgili mutsavvıflar dünya nimetlerini terk etme konusun- da bazı hadisleri değerlendirmektedirler. Fudayl b. Iyâz (ö. 187/803), Rasulullâh’ın “dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir”689 hadisinin manası hakkında, “dünya, onun lezzetlerini ve şehvetlerini terk eden kimse için zindandır. Lezzetlerini ve şehvetlerini terk etmeyen kimse için nasıl hapishane olsun ki!”690 demiştir. Mürid’in en önemli vazifelerinden biri, az da olsa Allah’a tevekkülüne zarar verecek biçimde belli bir rızka sahip olmamaktır. Özellikle derviş- lerin arasında bulunuyorsa bu çok önemlidir. Şayet Allah’ın mutlak rızık verici olduğu unutu- lup belirli bir şeye bağlanma zulmeti içine girilirse bu durum sûfînin içinde yaşadığı halin nurunu söndürmeye sebep olur.691 Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) eserinde ariflerden bir topluluğun zühd için sınır ve nihayet olmadığını, çünkü bunun ancak bu dünya kapılarıyla ilgili bütün ince bilgilerin ve hevayla alakalı en gizemli noktaların onlar tarafından bilinmesiyle mümkün olduğunu söyle- diklerini aktarmıştır. Bir kısım arif ise, zühd’ün son sınırının olduğunu söylemiş ve şöyle de- mişlerdir: “Zühdün son sınırı, nefs için bir zevk ve rahatlığın söz konusu olabileceği her şeyde zühd ve “ َوَرع” vera’ sahibi olmandır.” Dünyada zühd sahibi olmanın göstergelerinden biri, fakirliği, fakirleri ve onlarla kendi ortamlarında sohbet ederek onlara karşı alttan almayı tercih etmektir. Allah Teâla’nın kendindeki nimetini fark ederek fakirliğinden gurur duymak da zühdün tezahürlerinden biridir. Allah Teâla’nın kendisine nasip ettiği fakirliğin elinden alın- 686 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatler, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2001, ss. 173- 174. 687 Haramdan, şüpheli şeylerden sakınmak demek olan vera’, şüpheleri tamamen bırakıp sadece kendini bu hale ehil kılana denir. Cimriliğin vera’ halinin öldürdüğü söylenmiştir. Aynı zamanda takva anlamına da gelmekte olan vera’, dinde haram ev mekruh olan şeyleri terk ettikten sonra şüpheli olan hususları ve helal ve mübahla- rın ihtiyaçtan fazlasını terk etmeye denmektedir. Bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 520; Safer el-Muhibbi el-Cerrahi, Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliyye Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kırk Kandil, İstanbul 2013, s. 421; Selçuk Eraydın, a.g.e., s. 172. 688 Ebû Talib el-Mekkî, a.g.e., II, s. 422. 689 Müslim, “Zühd”, 1; Tirmizî, “Zühd”, 16; İbn Mâce, “Zühd”, 3. 690 el-Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî, Kitabü’z-zühdi’l-kebîr, çev. Enbiya Yıldırım, Hacegân Yayınları, İstanbul 2000, s. 144. 691 el-Kuşeyrî, er-Risâle, II, s. 751. 142 masından ve zühdün geri çevrilmesinden korkmak da zühdden sayılmıştır. Nitekim zengin de zenginliğinden gurur duyarak fakirliğe düşmekten korkmaktadır.692 Muhammedî varislerin bir özelliği olarak Hakk’a güvenip halkın elindeki şeylerden elini ve gönlünü çekmesi, eline geçeni halka vermesi, gönlünden ise sürekli olarak vermeye niyet etmesidir. Nitekim insanlığın önüne çıkıp halkı Hakk’a davet eden tüm peygamberler istsisnasız bu prensibi davetlerinde sık sık dile getirmişler ve bu şakilde tebliğ vazifelerine devam etmişlerdir. Bu kural: “َُن ِ بُاْلَعاَلمٖي َّالَُعٰلىَُر ُاَْجِرَىُِا ُاَْج رُِاْن ُِمْن َُعَلْيِه ُاَْسَپ ل كْم Ben sizden (bu“ ”َوَما davetime karşılık) hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabb’i olan Al- lah’a aittir.”693 âyetiyle de ifade edilmektedir. Hz. Peygamber’in ifade ettiği gibi Allah tara- fından sevilmenin yolu, dünyadan gönlü çekmek, insanlar tarafından sevilmenin yolu ise onla- rın elindekine göz dikmemektir.694 Öyleyse Hakk’a ve halka sevilmenin yegane yolu, gönlü eşyadan uzaklaştırıp tamahtan kurtulmak, başkasına verebilmek ve bunu yaparken kimseden bir karşılık beklememektir.695 Sûfîler Allah Rasûlü ve sahabeyi kendileri için yegane örnek almaktaydılar. Ashâb-ı kiram da Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi, kılık kıyafete, yeme-içmeye önem vermeyip ibadet ve tefekkür için tenha mekanları tercih ediyor, tam bir teslimiyet ve tevekkül yaşantısı sürüyor, Hz. Peygamber’in sohbet meclislerinde o konuşurken başlarını öne eğip, derin bir huşu ve sükuta dalıp kendilerinden geçiyor, gözleri yaşarıp kalpleri titriyor, sanki başlarına konan ku- şu uçurmamanın hareketsizliği içinde bulunup Hz. Peygamber’in huzurundan ayrıldıkları za- man, aynı ruh halini sürüdüremedikleri için üzülüyor hatta kendilerinin bu sebepten dolayı münafık olduğunu bile sanıyorlardı. Bunlar arasında dört halife, aşere-i mübeşşere, Ebu’d- Derda, Ebu Zerr gibi pek çok isim zikredilebilir. Bu sahabîler yapıları itibariyle kendilerine fakirlik, zühd ve takvayı şiar edinmişlerdi. Yani buradan da zühd’ün, onların döneminde top- lum düzeyinde yaşanan bir durum olduğu görülmektedir. Ancak dünya nimetlerine tamamıyla yüz çeviren bazı sahabîler bizzat Hz. Peygamber tarafından uyarılmış, bu hususta aşırıya git- mekten men edilmişlerdir. Zühd ve ibadetler hususunda aşırılığa kaçanlar, vücudunun, gözü- nün, nefsinin, çoluk çocuğunun, hanımının, ailesinin, arkadaşının, misafirinin ve Rabb’inin kendisi üzerinde hakkı bulunduğu ve her birine haklarını vermesi gerektiği hususunda uyarıl- 692 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., II, ss. 423-425. 693 Şuarâ 26/109; Ayrıca bkz. Yunus 10/72; Şuarâ 26/127, 145, 164, 180; Sebe’ 34/47; Yasin 36/21. 694 İbn Mâce, “Zühd”, 1. 695 Dilaver Selvi, Tefsirlerin Tasavvufa Bakışı -Kur’ân ve Tasavvuf-, Hoşgörü Yayınları, İstanbul 2012, ss. 264-265. 143 mıştır.696 Hz. Peygamber onlara kendisinin de insan olduğunu hatırlatmış ve Allah’tan en çok kendisinin sakındığını zikrederek kendi hayatını örnek ögstermiş ve gece hem uyuyup hem namaz kıldığını, bazen iftar edip bazen oruç tuttuğunu, hayvan eti yediğini belirterek benim sünnetimden ayrılan benden değildir697 demiştir. Çünkü o, hayatın içinde bulunarak herkes gibi yemiş, içmiş, uyumuş, dinlenmiş, evlenip çocuk sahibi olmuş, elçiler gönderip elçiler kabul etmiş, ordular hazırlamış, dünyanın imar ve düzeni içinde aktif olarak bulunmuştur. Onun yolu hayattan kaçış değil, hayatı ve insanları ıslaha çalışmaktır. Dünyadan el etek çek- mek anlamına gelen ruhbanlığı şiddetle reddederek Müslümanlıkta dünyadan el etek çekme- nin bulunmadığını, bir Müslümanın mübah ve meşru dünya nimetlerinden faydalanabileceğini ifade etmiştir.698 Bu açıdan “İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır” diye buyurmuştur.699 Zühd konusunda zâhidlere yöneltilen ve eleştiri malzemesi olarak kullanılan “bir lok- ma bir hırka” anlayışı bir üretim ölçüsü olmayıp infak ve isar700 sınırı olarak değerlendirilme- lidir. Bu yöndeki bir takım iddiaların aksine gerçek anlamda bir zühd hayatı, kişiyi pasifize etmez. Tarihte görülen pek çok sûfîler, en üretken ve diğerkâm insanlardır. Sûfîlerin çoğu geçimlerini normal mesleklerde çalışarak sağlamaktaydılar. Sakatî (seyyar satıcı), Hallâc (hallâc), Nesec (dokumacı), Varak (kitap satıcısı ya da el yazması ile uğraşan), Kavâriri (cam- cı), Haddâd (demirci) gibi sûfî unvanlarının bulunması bunun örneğidir. Bunlardan kimi dü- zenli çalışıp kazancının küçük bir bölümünü ancak kendine harcar, geri kalanını fukaraya da- ğıtırdı. Yunus Emre; “Düriş, kazan ye, yedir, bir gönül ele getir” derken, sûfîlerin dünya haya- tını da ortaya koymaktadır.701 Bütün bunlar değerlendirildiğnde tasavvufta insanı dünya hayatından uzaklaştıran, on- dan el çektiren ve seyr-i süluk yolunda ilerlerken adeta sûfîyi hafifletip bu uğurda daha hızlı dereceler kat etmesine vesile olup dünya hayatının unsurları sayılabilen oyun-eğlence ve bun- lara götüren türlü sebeplerden uzaklaşmanın tavsiye edildiği görülmektedir. Ancak bir diğer yandan durumun tamamıyla bu şekilde olmadığı, Hz. Muhammed’in sahabeye kendisinin de bir insan olup oruç tutmanın yanında yiyip içtiğini, çokça ibadet etmesiyle birlikte eğlendiği- 696 Buhârî, “Savm”, 51, “Edeb”, 96, Tirmizî, “Zühd”, 41. 697 Buhârî, “Nikâh”, 1; Müslim, “Nikâh”, 5. 698 Dârimî, “Nikâh”, 3. 699 Kadir Özköse, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam -Tasavvufta Dünyevîleşmeye Tepkisel Yakla- şım-” CÜİFD, Yıl. 6, S. 1, Sivas 2002, ss. 178-179. 700 Bağışlama ve fedakârlığın son mertebesi olan isar “başkasını kendine tercih etmek, yani bir şeye ihtiyacı olmasına rağmen o şeyde başkalarına öncelik vermek” demektir. Seyyid Cafer Seccadî, Tasavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü (Ferheng-i Istılahat ve Tabirat-i İrfânî), çev. Hakkı Uygur, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 245. 701 Özköse, a.g.m., s. 186. 144 ni, gecelerine ibadet katmakla birlikte eşleriyle de vakit geçirdiğini ifade eden rivayetlere da- yanılmış ve tasavvuftaki dünya görüşünün ve zühd anlayışının anlaşılması konusunda daha dikkatli ve hassas olması gerekliliği vurgulanmıştır. 145 SONUÇ Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya yönelik asırlar boyu geliştirilen farklı yorum ve anlam çalışmalarından biri kavramlarla ilgili yapılan tefsirlerdir. Yapılan bu çalışmada Kur’ân’da önemli bir yere sahip olan lehv, la‘ib ve lağv kavramlarının etimolojik ve semantik yapısına, Kur’ân’daki kullanımlarına ve bazı İslâmî ilimlerde ele alınış şekillerine değinilmiştir. Herhangi bir şeyin kişiyi meşgul etmesi ve nefsi ciddiyetten uzaklaştırıp eğlenceye çevirmesi için kullanılan “lehv” türevleriyle birlikte Kur’ân’da on üç sûre ve on altı âyette geçmekte olup bir âyette iki kez tekrarlanmaktadır. Bunlardan on âyet Mekkî, altı âyet ise Medenî’dir. Lehv kelimesi “insanın sevinç, arzu ve benzeri duygularını coşturan oyun ve eğlenceden olan şeylerdir” diye tarif edildiği gibi bazı âlimlerce nikah anlamında kullanıldığı da ifade edilmiştir. Kur’ân’da “lehv” kelimesi genel olarak ahirete nispetle dünya hayatının değersizliğini vurgulamak amacıyla “oyun” anlamında olan “la‘ib” ile birlikte kullanılmıştır. Ayrıca “ittehaze” fiiliyle beraber Türkçe kullanıma yakın bir şekilde “alaya almak” anlamında da zikredilmektedir. Çalışmanın kavramlarından biri olan la‘ib ve türevleri ise Kur’ân’da yirmi yerde zikredilmektedir. Bu âyetlerin on dört tanesi Mekkî, altı tanesi ise Medenî’dir. Bazı âyetlerde insanı aldatması ve geçici olması dolayısıyla dünya hayatı bir oyun (la‘ib) ve eğlence (lehv) olarak tanımlanmıştır. Bazı âyetlerde ise bu kavram şakacı, oyunbaz şeklinde geçmektedir. Düşünülmeden gelişigüzel söylenen, itibar edilmeyen, faydası olmayan, fuzûlî ve çirkin sözler için kullanılan “lağv” kelimesi Kur’ân’da değişik türevleriyle birlikte on bir âyette geçmekte olup bunların sekizi Mekkî, üçü ise Medenî’dir. İster söz, ister başka bir şey olsun kendisine itibar edilmeyen ve değersiz olan şeylere de lağv denilmektedir. Ayrıca lağv, hukukî terim olarak beyhûde söylenen söz için kullanılmaktadır. Mesela içinde oturmamak şartıyla bir ev satılırsa ileri sürülen bu şart lağv’dır. Ayrıca yemin-i lağv olarak da kullanılmakta olup bu da yanlışlıkla veya doğru olduğu sanılarak yapılan yemin demektir. Alay etmek, iman etmeyenlerin inkârcı tutumlarından kaynaklanan bir davranıştır. Onlar, iman etmek, dünya hayatına sadece gereği kadar değer verip ahiret için çalışmak, kazançlarını bölüşmek suretiyle fakirlere yardım etmek ve başkası için fedakârlıkta bulunmak 146 gibi önemli konuları alaya alırlar. Bu, dün böyleydi, bugün de böyledir ve kıyamete kadar da bu şekilde devam edecektir. Bundan dolayı da peygamberler, iman etmeyenler tarafından alay konusu yapılmışlar, çoğu zaman da en ağır ceza ve hakaretlere maruz kalmışlardır. Peygamberimiz de bu şekilde alaya alınmıştır. Kur’ân’da “la‘ib” kelimesiyle yakın anlamlı olarak kullanılan bazı kelimeler olup bunlardan en önemlileri “ittehaze”, “istihzâ” ve “sehira” kelimeleridir. Bu anlamda Hz. Peygamber’i alay için “ittihazehû huzuven” yani “onunla alay etti” ifadesi, “istehze’e bihî” anlamında kullanılmıştır. Bu da Kur’ân’da “la‘ib” kelimesinin kullanılmış olduğu manalardan biri olan Hz. Peygamber’le alay edici tarzda eğlenmek ifadesini içermektedir. Mü’minlerle alay konusunda son noktayı ifade eden bir diğer kullanım ise “ fettehaztümûhüm sihriyyen” olup, bu durum alay etmenin son safhasını belirtmektedir. İman edenlere gülüp onlara kaş göz işareti yapmayı anlatan ve “la‘ib” manasında kullanılan bir diğer kelime ise “gamz” olup, Kur’ân-ı Kerîm’de, “onların yanlarına uğradığınızda onlar ile alay ediyordunuz” manasında geçmektedir. Küfür ehli bunu, inananları küçük düşürmek, onları hor görüp sıkıntıya sokmak için alaylı bir tarzda yapıyordu. Alayın Kur’ân’da geçen bir diğer örneği ise zekat verenlerle ilgilidir. Bu da Kur’ân’da “la‘ib” kelimesinin karşılığı olan “lemz” ile kullanılmakta olup, bu ifadeyle inananlardan teberruda bulunanlar, farz olan zekatı verenler ve bunun dışında nafile yardımda bulunanlar kınanıyordu. İnkârcılar din ile alay edince, doğal olarak dinin en önemli direği olan namazla da eğleniyorlardı. “Hüzüven ve la‘iben” ifadesiyle anlatılan namazı “oyun-eğlence” konusu edinmeleri bu durumun örneklerindendir. Bunu ezan okunduğunda ehl-i kitaptan bir kısmının yaptığı rivayet olunmakta olup, bu yaptıklarından dolayı da şiddetli bir şekilde kınanmaktadırlar. İnkârcılar her fırsatını bulduklarında dünya hayatı dışında bir hayatı tanımadıklarını ifade ederler. Kur’ân ise onlara bunun karşılığında dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu hatırlatır. Hayata anlam ve değer katan şeyler, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma ve O’na yaklaşma umuduyla yapılan hayırlı amellerdir. Böyle bir düşünceyle geçirilmeyen hayat ise anlamsız, faydasız ve boşa tüketilen bir yaşamdır. İşte bu yüzden dünya hayatı “la‘ibun ve lehvun” denilerek kullara kendilerini ona tamamen kaptırmamaları gerektiği söylenmiştir. Yine bir başka âyette dünya hayatı için “lehvün ve la‘ibun” ifadesi kullanılmış, asıl hayatın ahiret yurdunda olduğu ifade edilmiştir. Bu dünya hayatının oyun ve 147 lehv’den ibaret olması; onun çabucak elden çıkması, kaybolup gitmesi, ehlinin eline bir şey bırakmaması, ölüm hallerinin adeta bir anlık oyun ve eğlenceye dalan, sonra da oradan dağılıp giden çocukların haline benzemesi itibariyledir. Yapılan araştırmada görülmüştür ki insanın yaratılış amacından kopuk bir dünya hayatı Kur’ân’ın birçok âyetinde açıklandığı gibi anlamını ve amacını kaybetmiş, sadece görünüşte kalmıştır. Bu amacı göz ardı etmeden hayatın gereklerine uyulması ise zaten Kur’ân’ın insandan isteğidir. Dolayısıyla dünya hayatının tamamen mahkûm edildiği bir İslâm hayat tarzı ve Kur’ân mesajı bulunmamaktadır. Dünya hayatının bir temsili “ la‘ibun ve lehvun ve zînetun ve tekâsürun” kelimeleriyle yapılmaktadır. Burada dünya hayatının mahiyeti bildirilmekte ve insanlara sunulan hali ifade edilmektedir. Ancak insandan istenen dünyanın zîneti olan evlat, mal ve ehli ile meşgul olurken onlara vereceği kıymet ve değere dikkat etmesidir. Nitekim dünya hayatı eğer bir takım dünyevî ölçü ve kıyaslamalar yoluyla ölçülürse insan gözünde çok büyür ve önemli bir şeymiş gibi görünür. Ancak varlık ölçüleriyle değerlendirildiğinde, yani ahiret terazisine konulduğunda hiçbir değerinin olmadığı ve önemsiz olduğu ortaya çıkar. Kısaca dünya hayatı ahiret aleminin yanında çocuk oyuncağı gibi kalmaktadır. Yalnız unutulmaması gereken bir husus, nasıl ki oyuncak çocuğu hayata hazırlamada önemli bir faktör ise, dünya hayatı da insanı ahirete hazırlama konusunda o kadar önemli bir rol oynamaktadır. Allah’ın kullarında görmek istemediği birtakım boş, yanlış ve bâtıl davranışlar bulunmaktadır. Bunlar, insanı Allah’ın koymuş olduğu emir-nehiy çizgisinden çıkarıp O’nun yolundan uzaklaştıran tüm fiillerdir. Bu fiillerden birisi de terim anlamı “bilmeden yapılan yemin” olan; ancak genel kullanımda “içinde hiçbir fayda barındırmayan, boş, anlamsız davranışlar”ı ifade eden “lağv”dır. Allah’a iman ve itaat eden kimseler her ne sebeple olursa olsun lağv’ın geçtiği yerde veya toplulukta bulunmayıp oradan uzaklaşırlar, kulaklarını onlara vererek kirletmezler ve netice olarak vakarla oradan geçip giderler. Çünkü mü’minin boş ve kötü şeylerle uğraşacak ve gereksiz işlerle harcayacak vakti yoktur. O, kendisini inancına, davasına ve bu davanın gerek nefislerdeki gerekse hayattaki sorumluluklarına verip onlarla uğraşır. Çalışmanın birinci bölümünde lehv ile la‘ib’in anlam alanı incelenmiş ve “lehv”in la‘ib kavramından daha kapsamlı olarak “insanın genel manada eğlenerek vakit geçirip haz aldığı her şey için” kullanıldığı ortaya konulmuştu. Ancak “la‘ib” kavramının bundan farklı olarak “lehv”in içerisine dahil olduğu, fakat “la‘ib”de özellikle bir gaye ve amaç olduğu, bunun bazen de çocukları ve toplumdaki gençleri hayata hazırlamada önemli bir unsur olduğu 148 hadislerde geçtiği şekliyle ifade edilmiştir. Bu amaca örnek olarak bir takım oyunların savaşa veyahut hayata hazırlama değil, vakit geçirip eğlenmeye yaradıkları görülmektedir. Bu çerçevede çalışmada zikredilen binicilik, atıcılık, koşu yarışları, ağırlık kaldırma, güreş gibi oyunların tamamı “la‘ib” diye nitelenen, kapsam olarak vakit geçirmeye yaradığı ve insana zevk ve haz verdiği için “lehv” çerçevesine dahil olan eğlence türlerindendir. Hz. Peygamber hem kendisi uygulayarak, hem de ashaba tavsiyelerde bulunarak bu tarz “lehv”e rağbet etmelerini ve vakitlerini bunlarla ölçülü biçimde geçirmelerini tavsiye etmektedir. Böylelikle Hz. Peygamber zamanında oyun ve eğlencenin meşru sınırlar korunmak kaydıyla ve faydalarından istifade edilecek şekilde devam ettiği görülmektedir. Bu eğlencelerden birisi hayvan yarışları ve dövüşleri idi. Burada söz konusu olan, birbirinin hayatına kastedecek veya yaralayacak şekilde dövüştürülmesi caiz olmayan hayvanların yarıştırılmasıdır. Bu hayvanlar da at, katır, deve gibi binek hayvanlarıdır. Hz. Peygamber bu yarışları teşvik etmiştir. Bu yarışlar, bizzat Hz. Peygamber’in öncülüğünde yapılıyor ve yarışı kazananlar ödüllendiriliyordu. Muhtemeldir ki bu yarışlara kadın-erkek, çocuk-genç-ihtiyar herkes seyirci olarak katılıyor, yarışın heyecanını yaşayarak ferahlıyordu. Bunun yanında koşular yapıldığı da bilinmektedir. Ayrıca ok atma da savaşa hazırlık yanında, önemli bir eğlence vasıtasıydı. “Atıcılık, at terbiyesi ve eşiyle oynaşma dışında her oyunun batıl” olduğunu ifade eden hadis-i şerife dayanarak bazı fıkıh alimleri diğer oyun ve eğlencelerin haram olduğunu zikretmişlerdir. Fakat sahih hadisler ile Hz. Peygamber’in ve sahabe’nin hayatına bakıldığında oyun ve eğlencelerin sadece bu üçüyle sınırlı olmadığı görülmektedir. Bu sebeple hadiste geçen “bâtıl” sözünü “haram” diye anlamlandırmak yerine “boş, faydasız” şeklinde anlamak daha doğru olacaktır. Günümüzde yaygın olan futbol, basketbol, voleybol, masa tenisi, bilardo gibi oyunları da bu açıdan değerlendirecek olursak bu oyunları da mübah saymamak için hiçbir delil yoktur. Sadece bütün eğlence ve oyunların mübah olabilmesi için dikkat edilmesi gereken kumara alet edilmeme, kendileriyle ilgilenildiğinde Allah’a taati unutturmaya sebep olmama gibi bazı şartlar ve sınırlar vardır. Bunlara riayet edildiği müddetçe belirtilen oyun ve eğlenceler konusunda bir sıkıntı gözükmemektedir. Varoluşundan itibaren insanla varlığı devam eden oyun, Resûl-i Ekrem’in de tavsiyelerinde ve sünnetinde görüldüğü gibi kişilik gelişiminde çok önemli bir rol oynamaktadır. Çocukluk evresinin özgür ve bağımsız bir şekilde geçirilmesi o kişinin güzel bir gençlik geçireceğinin de teminatı olmaktadır. Aynı şekilde hür ve bağımsız bir biçimde 149 geçirilen dünya hayatı da sağlıklı ve huzurlu bir biçimde geçirilecek ahiret hayatının teminatı mesabesinde olmaktadır. Hz. Peygamber nikahın gizli tutulmayıp duyurulmasını, çalgı çalınıp şarkılar söylenerek kutlanmasını tavsiye ederek düğün eğlencesini de tasvip etmiştir. Davetlilere ikramda bulunmuş ve bunu tavsiye etmiştir. İnsanların biyolojik ve sosyal yöndeki istek ve ihtiyaçlarını çok iyi bilen Hz. Peygamber, bunun için meşru zemin içinde ve aşırılığa kaçmadan, normal bir şekilde eğlence ihtiyacının karşılanmasına izin veriyordu. Sahabe’den eğlencenin dinen caiz olmayacağı şeklinde kanaate sahip olanlar vardı. Hz. Peygamber konuyu yeterince takdir etmeyip karşı çıkan bu gibi kimseleri ikaz ediyor “onlara ilişmeyin, bu günler bayram günleridir” diyordu. Ancak bu kutlamalarda haram ve harama yol açan şeylerin kesinlikle bulunmadığı ve buna izin verilmediği bir gerçektir. Tasavvufta oyun eğlence konusu incelendiğinde insanı dünya hayatından uzaklaştıran, ondan el çektiren ve seyr-i süluk yolunda ilerlerken adeta sûfîyi hafifletip bu uğurda daha hızlı dereceler kat etmesine vesile olan oyun-eğlence ve bunlara götüren vesilelerden uzaklaşmak tavsiye edildiği görülmüştür. Ancak bir diğer yandan durumun tamamıyla bu şekilde olmadığını, Hz. Muhammed’in sahabeye kendisinin de bir insan olup oruç tutmanın yanında yiyip içtiğini, çokça ibadet etmesiyle birlikte eğlendiğini, gecelerini ibadetle ihya etmekle birlikte eşleriyle de vakit geçirdiğini ifade eden rivayetlere dayanılmış ve tasavvuftaki dünya görüşünün ve zühd anlayışının değerlendirilmesi konusunda daha dikkatli ve hassas olunmasının gerekliliği vurgulanmıştır. 150 KAYNAKÇA el-ABDULBÂKÎ, Muhammed Fuâd (ö. 1388/1968), el-Mu‘cemü’l-Müfehres li-elfâzi’l- Kur’âni’l-Kerîm, Kahire 2007. el-‘ACLÛNÎ, İsmâil b. Muhammed (ö. 1162/1749), Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, I-II, Mektebetü’l-Kudsî, Kahire 1351. AKYÜZ, Vecdi “Asr-ı Saadet’te Spor”, BütünYönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, IV, ss. 371- 382, İstanbul 2006. ALBAYRAK, Nurettin “İsfendiyâr”, DİA, XXII, İstanbul 2000, ss. 511-512. ASIM EFENDİ, Mütercim (ö. 1235/1819), el-Okyânûsü’l-Basît fi Tercemeti’l-Kâmusi’l- Muhît, I-III, y.y. 1886. el-‘ASKALÂNÎ, İbn Hacer (ö. 876/1471), Bülûğu’l-merâm, I-IV, trc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1972. el-‘ASKERÎ, Ebû Hilâl (400/1009’dan sonra), Mu‘cemu’l-furûku’l-luğaviyye, tah. Şeyh Beytullah Beyât, Müessesetü’n-Neşri’l-İslâmî, Kum 1412. ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, I-XII, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998. ______________, Kur’ân Ansiklopedisi, Kur’ân Araştırmaları Müessesesi, İstanbul ty. BARDAKOĞLU, Ali, “Kumar”, DİA, Ankara 2002, XXVI, ss. 364-367. el-BEĞAVÎ, Ebu Muhammed Hüseyn el-Ferrâ (ö. 516/1122), Me‘âlimü’t-tenzîl, I-VIII, tah. Heyet, Dâru Tayyibe, Riyad 1446. el-BEYHAKÎ, Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn b. Alî (ö. 458/1066), Kitabü’z-zühdi’l-kebîr, çev. Enbiya Yıldırım, Hacegân Yayınları, İstanbul 2000. el-BEYZÂVÎ, Kâdî Nâsıruddîn Abdullah b. Ömer (ö. 685/1286), Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-te’vîl, I-V, Dâru İhyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrût ty. 151 BİLMEN, Ömer Nasûhî (ö. 1391/1971), Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, I-VIII, İpek Yayınları, İstanbul ty. BOYNUKALIN, Mehmet, “Sövme” DİA, XXXVII, İstanbul 2009, ss. 397-398. BOZKURT, Nebi, Hadis’te Folklor Eğlence, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 1997. ______________, “Eğlence”, DİA, X, İstanbul 1994, ss. 483-488. ______________, “Oyun” DİA, XXXIV, İstanbul 2007, ss. 15-16. el-BUHÂRÎ, Ebî Abdillâh Muhammed b. İsmâil (ö. 256/870), el-Edebü’l-müfred, I-IV, tah. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Dârü’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrût 1989. ______________, el-Câmi‘u’s-sahîh (Sahîhu’l-Buhârî), tah. Sıdkî Muhammed Cemîl el- Attâr, Dârü’l-Fikr, Beyrût 1352. BULADI, Kerim, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları, İstanbul 2001. el-BURSEVÎ, İsmail Hakkı (ö. 1137/1724), Rûhu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, I-X, Matbaa-i Osmâniyye, İstanbul 1330. CANAN, İbrahim (ö. 2009), Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, Gaye Matbaacılık, Ankara 1980. CERRAHOĞLU, İsmail, “İbn Cüreyc”, DİA, İstanbul 1999, XIX, ss. 404-406. el-CEVHERÎ, Ebû Nasr İsmâil b. Hammâd (400/1009’dan önce), es-Sıhâh (Tâcu’l-luga ve Sıhâhu’l-‘Arabiyye), tah. Ahmed Abdulgafûr Attâr, I-VII, Dârü’l-İlm li’l- melâyîn, Beyrut 1990. CEYHAN, Semih, “Semâ”, DİA, İstanbul 2009, XXXVI, ss. 455-457. el-CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed (ö. 816/1413), et-Ta‘rîfât, Dâru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrût 1983. ÇAĞRICI, Mustafa, “Gıybet” DİA, XIV, İstanbul 1996, ss. 63-64. ______________, “İstihza”, DİA, XXIII, İstanbul 2001, ss. 363-364. ______________, “Nemîme” DİA, XXXII, İstanbul 2006, s. 553. ______________, “Yalan”, DİA, XLIII, İstanbul 2013, ss. 297-300. ÇİFT, Salih, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, İstanbul 2008. 152 DERVEZE, İzzet (ö. 1404/1984), Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, çev. Mehmet Yolcu, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2011. DİLÇİN, Cem, Yeni Tarama Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2009. EBU’L-BEKÂ, Eyyüb b. Musa el-Kefevî (ö. 1095/1684), el-Külliyyât, tah. Adnan Derviş – Muhammed el-Mısrî, Müessesetü’r-Risâle, 3. baskı, Beyrût 1988. EBÛ DÂVÛD, Süleymân b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî (ö. 275/888), es-Sünen, tah. Muhammed b. Sâlih er-Râcihî, Beytü’l-Efkâri’d-Düvelî, Riyad ty. EBÛ TÂLİB EL-MEKKÎ, Ebû Tâlib Muhammed b. Alî b. Atıyye el-Mekkî el-Acemî (ö. 386/996), Kûtü’l-kulûb, I-IV, çev. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 1999. EBÛ ‘UBEYDE, Mecâzü’l-Kur’ân,ُ Mektebetu’l-Hâncî, Kâhire 1831. EFENDİOĞLU, Mehmet “Muhadramûn”, DİA, İstanbul 2005, XXX, ss. 395-396. ELBÂNÎ, Ebû Abdirrahman Muhammed Nasuriddîn (1420/1999), es-Semeru’l-müsteâb, Ğirâsü’n-Neşri ve’t-Tevzi‘, y.y., 1422. ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatler, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2001. ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2005. EROL, Hülya Arslan, Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008. el-EZHERÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed (ö. 370/980), Tehzîbü’l-luğa, I-XV, Dâru İhyâ-i’t-Türâsi’l-Arabiyye, Beyrût 2001. el-FÂKİHÎ, Ebû Abdillâh Muhammed b. İshâk b. Abbâs b. Abbâs el-Fâkihî (ö. 278/891-892), Ahbâru Mekke fî kadîmi’d-dehr ve hadîsih, I-VI, tah. Abdül-Melik Abdullah Dehîş, Dâru Hadr, Beyrût 1414. el-FÎRÛZÂBÂDÎ, Muhammed b. Ya‘kub (ö. 817/1415), el-Kâmusû’l-Muhît, Beyrut 2005. el-GAZZÂLÎ, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî (ö. 505/1111), “İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn”, I-IV, Dârü İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, y.y., ty. 153 GÜVENDİ, Sümeyra, Fıkıhta Lehv, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya 2008. HAMÎDULLAH, Muhammed (ö. 2002), Hz. Peygamber’in Savaşları, çev. Salih Tuğ, Yağmur Yayınları, İstanbul 1962. ______________, İslâm Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti), I-II, çev, Salih Tuğ, İrfan Yayıncılık, İstanbul 1993. el-HÎRÎ, Ebû Abdirrahmân (Ebû Abdillâh) İsmâil b. Ahmed Abdillâh ed-Darîr (ö. 430/1039’dan sonra) Vücûhü’l-Kur’ân, tah. Dr. Necif Arşî, Müessesetü’t- tabı’t-Tâbiati lil-Astânati’r-Radaviyyeti’l-Mukaddese, Masshad 1422. İBN ÂŞÛR, Muhammed et-Tâhir b. Muhammed b. Muhammed et-Tâhir et-Tûnisî (ö. 1393/1973), Tefsîrü’t-tahrîr ve’t-tenvîr, I-XXX, Dârü’t-Tûnîsiyye, Tunus 1984. İBN FÂRİS, Ebû Hüseyn Ahmed b. Fâris (ö. 395/1004), Mu‘cemu mekayîsi’l-luga; I-VI, thk. Abdüsselam Muhammed Harun, Beyrut: Darü’l-Fikr, y.y. 1979. İBN HİŞÂM, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Himyerî el- Meâfirî el-Basrî el-Mısrî (ö. 218/833), es-Sîretü’n-nebeviyye, I-IV, trc. Hasan Ege, Kahraman Yayınları, İstanbul 1985. İBN KESÎR, Ebü’l-Fidâ’ İsmâîl b. Ömer (ö. 774/1372), Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, I-VIII, tah. Sâmî b. Muhammed es-Selâme, Dâru Tayyibe, 2. baskı, Riyad 1999. İBN MANZÛR, Cemâleddîn Muhammed b. Mükerrem (ö. 711/1311), Lisânu’l-Arab, I-XV, Dâru Sâdır, Beyrut ty. İBN SA‘D, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bağdâdî (ö. 230/845), es-Sîretü’n-Nebeviyye mine’t-tabakâti’l-kübrâ, I-II, ez- Zehrâ li’l-i‘lâmi’l-‘Arabî, y.y. 1989. İBNÜ’L-ARABÎ, Ebû Bekr Muhammed b. Abdillah (ö. 543/1148), Ahkâmü’l-Kur’ân, I-IV, tah. Muhammed Abdulkâdir ‘Ata, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût 2003. İBNÜ’L-CEVZÎ, Cemâleddîn Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Bağdâdî (ö. 597/1201) Nüzhetü’l-a‘yuni’n-nevâzir fi ‘ilmi’l-Vücûh ve’n-Nezâir, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1987. 154 KARAMAN, Hayrettin v.dğr., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, I-V, DİB Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2006. el-KÂSÂNÎ, Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ûd b. Ahmed el-Kâsânî (ö. 587/1191), Bedâ’i‘u’s- sanâ’i fî tertibi’ş-şerâ’i‘, I-VI, Dârü’l-Kütüb’i’l-‘Arabî, Beyrût 1974. KESKİN, Hasan, “Kur’an’da Lağv Kavramı”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı IV, Sivas 2000, ss. 129-150. KİLİNÇLİ, Sami, “Kur’an-ı Kerim’de Lağv Kelimesi ve Kullanımı”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı I, Çukurova 2014, ss. 127-149. KÖTEN, Akif, ‘Asr-ı Saadet’te Eğlence ve Düğün’, “Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm”, I-IV, Beyan Yayınları, İstanbul 2006, IV, ss. 383-424. el-KURTUBÎ, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed (ö. 671/1272), el-Câmi‘ li-ahkâmi’l- Kur’ân, I-XXIV, tah. Abdullah et-Türkî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût 2006. el-KUŞEYRÎ, Abdülkerîm b. Hevâzin (ö. 465/1072), Letâ’ifü’l-işârât, I-IV, Dâru’l-Kütübi’l- ‘İlmiyye, Beyrût 1971. ______________, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, I-II, tah. ‘Abdu’l-Halîm Mahmûd-Mahmûd b. eş-Şerîf, Dârü’l-Kütübi’l-Hadîsiyye, y.y. ty. KUTUB, Seyyid (ö. 1996), Fî Zılâli’l-Kur’ân, Dârü’ş-Şurûk, I-VI, 32. baskı, Kahire 2003. el-MÂTURÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed (ö. 333/944), Te’vîlâtü ehli’s- sünne, I-X, tah. Mecdi Ba Sellum, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût 2005. el-MEVDÛDÎ, Ebu’l-A‘lâ (ö. 1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân Kur’ân’ın Anlamı ve Tefsiri, I-VII, çev. Muhammed Han Kayanî v.dğr., İnsan Yayınları, İstanbul 1996. el-MEVSILÎ, Ebü’l-Fazl Abdullâh b. Mahmûd b. Mahmûd (ö. 683/1284), el-İhtiyâr li- ta‘lîli’l-Muhtâr, I-II, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2009. MUKÂTİL B. SÜLEYMÂN EL-EZDÎ (ö. 150/767), et-Tefsîrü’l-kebîr-Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, I-III, tah. Ahmed Ferîd, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût 2003. ______________, el-Vücûh ve’n-Nezâir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, tah. Hâtim Sâlih ed-Dâmin, Merkezü Cümati’l-Mâcid, Dımeşk 2006. MÜSLİM, Ebü’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc (ö. 261/874), el-Câmi‘u’s-sahîh, Beytü’l- Efkari’d-Devliyye, Riyad 1998. 155 en-NESÂÎ, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (ö. 303/915), es-Sünen, tah. Nâsırüddin el- Elbânî, Mektebetü’l-meârif, Riyad ty. en-NESEFÎ, Abdullah b. Ahmed (ö. 710/1310), Tefsîru’n-Nesefî (Medârikü’t-tenzîl ve hakâ’iku’t-te’vîl), I-IV, tah. Mervan Muhammed eş-Şiar, Dârü’n-Nefâis, Beyrût 2005. ___________, Nesefî Tefsiri, I-X, çev. Harun Ünal, Ravza Yayınları, İstanbul 2003. OLGUNER, Fahrettin, “Bâtıl”, DİA, V, İstanbul 1992, ss. 147-148. ÖZAYDIN, Abdülkerim, “Av”, DİA, İstanbul 1991, IV, ss. 101-103. ÖZKÖSE, Kadir, “Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam-Tasavvufta Dünyevîleşmeye Tepkisel Yaklaşım”, CÜİFD, Yıl 6, S. 1, Sivas 2002, ss. 175-194. er-RÂGIB el-İSFAHÂNÎ, Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal (ö. 502/1108), Müfredat Kur’an Kavramları Sözlüğü, çev. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, 3.bas., İstanbul 2012. er-RÂZÎ, Fahruddîn Muhammed b. Ömer (ö. 606/1209), Mefâtîhu’l-gayb (et-Tefsîru’l- kebîr), I-XXXII, Dârü İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût ty. RIFAT, Ahmet, Tasvîr-i Ahlâk Ahlâk Sözlüğü, Kervan Kitapçılık, y.y., ty. SAFER EL-MUHİBBİ EL-CERRAHİ, Istılahat-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliyye Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kırk Kandil, İstanbul 2013. SARIÇAM, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001. SARMIŞ, İbrahim, “Ebû Hırâş el-Hüzelî”, DİA, İstanbul 1994, X, ss. 158-159. es-SECCADÎ, Seyyid Cafer, Tasavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü (Ferheng-i Istılahat ve Tabirat-i İrfânî), çev. Hakkı Uygur, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007. SELVİ, Dilaver, Tefsirlerin Tasavvufa Bakışı- Kur’ân ve Tasavvuf, Hoşgörü Yayınları, İstanbul 2012. SOYALAN, Mehmet Yaşar, Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, İstanbul 2003. eş-ŞÂFİÎ, Ebû Abdillâh Muhammed b. İdrîs b. Abbâs (ö. 204/820), el-Üm, I-VIII, Dârü’l- Ma‘rife, Beyrût 1393. ŞAHİN, M. Süreyye -Bekir Topaloğlu, “Cennet”, “DİA”, İstanbul 1993, VII, ss. 374-386. 156 eş-ŞÂTIBÎ, İbrâhim b. Mûsâ (ö. 790/1388), I-III, el-Muvâfakât, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût ty. ŞİMŞEK, Mehmet Sait, Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri, Beyan Yayınları, İstanbul 2012. eş-ŞİRBÎNÎ, Hatîb, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî el-Kâhirî (ö. 977/1570), Muğni’l-muhtâc ilâ ma‘rifeti me‘ânî elfâzi’l-Minhâc, I-IV, Dârü’l-Fikr, Beyrût ty. et-TABERÂNÎ, Ebü’l-Kâsım Süleymân b. Ahmed b. Eyyûb et-Taberânî (360/971), I-X, el- Mu‘cemü’l-evsat, Dârü’l-Harameyn, Kahire 1995. et-TABERÎ, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr (ö. 310/922), Câmi‘u’l-beyân ‘an te’vîli âyi’l- Kur’ân, I-XXIV, tah. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-Risâle, Kahire 2000. et-TİRMİZÎ, Ebû Îsâ Muhammed (ö. 279/892), el-Câmi‘u’s-sahîh, I-V, tah. İbrâhim Atva İvaz, Mektebet-ü Mustafa el-Babi el-Halebi ve Evladihi, y.y. 1962. ULUDAĞ, Süleyman, İslâm Açısından Musikî ve Semâ, Uludağ Yayınları, Bursa 1992. ______________, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1991. VATANDAŞ, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti, Pınar Yayınları, İstanbul 2012. VEHBE ZUHAYLÎ, et-Tefsîrü’l-münîr, I-XV, çev. Hamdi Arslan v.dğr., Risâle Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2005. ______________, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, I-X, çev. Ahmet Efe v.dğr., Feza Yayıncılık, İstanbul 1990. WENSİNCK, A.J.: Concordance et Indices De la Tradition Musulmane, el-Mu‘cemu’l- müfehres li elfâzi’l-hadîsi’n-Nebevî, I-VII, İstanbul 1986. YAZICI, İshak “Bahîre”, DİA, IV, İstanbul 1991, s. 487. YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi (ö. 1361/1942), Hak Dini Kur’an Dili, I-VIII, sad. İsmail Karaçam ve dğr., Azim Dağıtım, İstanbul ty. YILDIRIM, Nimet, “Rüstem-i Zâl”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, s. 294-295. ez-ZEBÎDÎ, Ebü’l-Feyz Muhammed Murtaza el-Hüseyni (ö. 1205/1791), Tâcü’l-‘Arûs, I-XL, tah. Abdul Alîm et-Tahâvî, Kuveyt 1987. 157 ez-ZECCÂC, Ebû İshâk b. es-Serî (ö. 311/923), Me‘âni’l-Kur’ân ve i‘râbuhû, I-V, tah. Abdulcelîl Abdüh Şelebî, ‘Alemü’l-kütüb, Beyrût 1988. ez-ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer (ö. 538/1143), Esâsü’l-belâğa, I-II, tah. Muhammed Bâsil, Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût 1998. _____________, el-Keşşâf ‘an hakâ’ikı gavâmizi’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvîl fi vücûhi’t- te’vîl, tah. Abdurrezzak el-Mehdî, Dârü İhyâi’t-Türâsî’l-Arabî, Beyrût t.y. 158 ÖZGEÇMİŞ Adı, Soyadı Samed YAZAR Doğum Yeri ve Yılı Gemlik 26/05/1987 Bildiği Yabancı Diller Arapça İngilizce Düzeyi İyi Orta Eğitim Durumu Başlama - Bitirme Kurum Adı Yılı Lise 2002 2006 İpekçilik Anadolu İmam-Hatip Lisesi Lisans 2007 2011 Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans 2012 Doktora Çalıştığı Kurum (lar) Başlama - Ayrılma Çalışılan Kurumun Adı Yılı 1. 2010 2011 Diyanet İşleri Başkanlığı Diyanet İşleri Başkanlığı 2. 2011 2012 Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler 3. 2012 Enstitüsü Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Kuruluşlar Katıldığı Proje ve Toplantılar Yayınlar: Diğer: İletişim (e-posta): sametyazar@uludag.edu.tr Tarih İmza Adı Soyadı 159