2006 Cilt 4 Sayı 2

Permanent URI for this collection

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 11 of 11
  • ItemOpen Access
    Oral mukozitin önlenmesi ve tedavisi: Güncel yaklaşımlar
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Çubukçu, Çiğdem Elbek; Baytan, Birol; Güneş, Adalet Meral; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Diş Polikliniği.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Hematoloji Bilim Dalı.
    Oral mukozit, kanser tedavisinde veya kök hücre ve kemik iliği nakli yapılan hastalarda, sıklıkla karşılaşılan bir sorundur. Doğası, süresi ve şiddeti tam olarak belirlenemeyen bir fonksiyon bozukluğu olup uygulanan tedaviye ve hastaya göre değişkenlik gösterir. Oral mukozit oluşturma potansiyeli yüksek kemoterapötikler, alkilleyici ajanlar, antrasiklinler, antimetabolitler ve vinka alkaloidleridir. Kemoterapötik madde, DNA replikasyonunu ve mukoza hücresinin proliferasyonunu doğrudan inhibe ederek ve bazal epitelin yenilenme kapasitesinde düşüşe neden olarak stomatotoksik etki gösterir. Bu olayların, mukoza atrofisi, kollagen yıkımı ve sonuçta ülserasyonla sonuçlandığı düşünülmektedir. Kanser tedavisi sırasında, ağız-diş bakımına gerekli özenin gösterilmemesi, oral mukosit gelişimini tetikleyici en önemli faktördür. Oral mukozitin şiddeti; ağız kuruluğu, yüzeyi düzensiz dişler, plak ve diş taşı birikimi, kötü dolgular ve protezler gibi lokal irritanlarla artmaktadır. Malinitenin tipi, kullanılan kemoterapötik ilaç (doz ve uygulama döngüsü dahil), kemik iliği baskılanmasının varlığı ve ciddiyeti ile ışınlama alanının lokasyonu diğer faktörlerdir. Oral mukozit lezyonları, enşamasyonlu ve kanamalı ülserasyonlar şeklindedirler ve ağrılıdırlar. Ülserler, keratinize olmayan yanak, ventral lingua ve ağız tabanı gibi bölgelerde gözlenmekle birlikte; dorsum lingua gibi keratinize bölgeler de görülebilirler. Şiform papillerde bariz bir kayıp söz konusudur. Mitotik oranın ve epidermal büyüme faktör reseptörlerinin daha fazla oluşunun, çocuklarda ve 20 yaşın altındaki bireylerde, oral mukozit gelişme riskini artırdığı ifade edilmektedir. Ancak, bu hastalarda lezyonların daha çabuk iyileştiği de unutulmamalıdır. Oral mukozit için çeşitli derecelendirme sistemleri mevcut olmakla birlikte; Dünya Sağlık Örgütü'nce önerilen, sıklıkla kullanılmaktadır. Oral mukozit, başlangıç enşamatuar/vasküler fazı (Faz I), epitelyal faz (Faz II), ülseratif/bakteriyolojik faz (Faz III) ve iyileşme fazı (Faz IV) olmak üzere dört fazlı bir fonksiyon bozukluğudur. Kemoterapi başladıktan birkaç gün sonra veya konvansiyonel radyoterapinin ardışık protokollerinin (yaklaşık 2 Gy/gün) uygulandığı hastalarda tedavi başladıktan 1-2 hafta sonra, genellikle asemptomatik kırmızılık ve eritem şeklinde başlar (Faz I). Daha sonra, hafif ağrılı beyaz yamalı lezyonlardan (Faz II) akut ağrılı, geniş, bulaşıcı lezyonlara dönüşür. Kemoterapi uygulandıktan 6-12. günlerde gözlenen ülseratif/bakteriyolojik faz (Faz III), oral mukozitin en karmaşık ve semptomatik dönemi olarak kabul edilir. Lokalize erozyon alanlarından fibrinöz bir pseudomembran gelişir ve bakteri kolonizasyonu oluşur. Enfeksiyon, oral mukozit patofizyolojisinde önemli bir role sahiptir. Gram-pozitif ve Gram-negatif bakteriler, yapısal bütünlüğü bozulmuş mukoza üzerinde çoğalarak sekonder enfeksiyona neden olurlar ve submukoza yoluyla sistemik dokulara da yayılabilirler. Kandida ve herpes simplex de ana enfeksiyon kaynaklarıdırlar. Ülseratif/bakteriyolojik faz, genellikle 12-16. günlere kadar devam eder. Epitelin yeniden oluşumu, tedaviye başlandıktan 3-5 gün sonra gerçekleşmekle birlikte; mukoza hasarı, tedavi sona erdirildikten 2-4 hafta sonrasına kadar kalıcı olabilmektedir (Faz IV).
  • ItemOpen Access
    Çocukluk çağında lenfadenomegaliler
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Baytan, Birol; Güneş, Adalet Meral; Günay, Ünsal; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Hematoloji Bilim Dalı.
    Lenfatik yollar boyunca yer alırlar. Fasulye şeklinde olup morfolojik olarak korteks, parakortikal alan ve medulla bölgelerine ayrılır. Afferent lenfatikler subkapsüler sinüsten girer, hilustan efferent lenfatik yollar çıkar. Lenfositler parakortekste bulunan yüksek endotelyal venülden lenf bezine girip çıkarlar. Kortekste iki tip follikül vardır. Birincil folliküllerde olgun B lenfositleri istirahat halindedir. İkincil folliküller doğumda yoktur, yineleyen antijenik uyarılar sonucu immün yanıt burada gelişir. Parakorteks korteks ve medulla arasında yer alır ve T lenfositlerinden ve antijen sunan ara hücrelerden zengindir. Medullada olgun T ve B lenfositleri ve makrofajlar bulunur. Yenidoğan döneminde belli belirsiz olan lenf nodlarının boyutları yaşa, nodun lokalizasyonuna ve bireyin immunolojik yapısına göre değişmektedir. Lenf bezleri 8-12 yaş civarında maksimum "total lenf nodu kitlesi"ne ulaşır ve adolesan dönemden sonra lenf nodu atrofisi başlar. Çocukluk çağında supraklavikuler bölgede 0.3 cm, aksiller bölgede 0.5 cm, servikal bölgede 1 cm, inguinal bölgede ise 1.5 cm büyüklüğe kadar olan lenf nodları genellikle patolojik olarak kabul edilmez.
  • ItemOpen Access
    Gıdalardaki katkı maddeleri ve zararları; çocukluk hiperaktivitesi
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Doğruyol, Hasan; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı.
    Gıdalardaki katkı maddeleri denince, kendileri gıda maddesi olmadıkları halde gıdaların kalitesini arttırmak, kıvamını tutturmak, tadını ve rengini vermek, yapısını düzeltmek gibi işlevleri yanında onların hazırlanması sırasında da kolaylık ve iyileştirme sağlayan ve bu aşamadan sonra ise bozulmalarına engel olup tezgâh ömürlerini uzatmak gibi birtakım teknolojik fonksiyonları olan maddeler anlaşılır. Katkı maddeleri çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Eski insanlar gıdalarını tütsüleyerek (vinil guanikol ve fenol türevleri), sirke ile (asetik asit), yanmış kükürtle (kükürt dioksit), tuzlamak ve salamura yapmak (sodyum klorür ve sulfatlar) suretiyle korumaya çalışmışlardır. Bu insanlar gıdalarını böcek kabuklarını ezerek elde ettikleri kırmızı boya (kokineal-1-metil2-carboksi-3, 5, 6, 7, 8 pentahidroksantakinon-7-glukozid) ve safran (krosetin digentiobiyoz ester) gibi doğal boyalarla da renklendirmişlerdir. Ayrıca arap sakızı (gam arabik) ile besinlerinin kıvamlarını arttırmışlardır. Kullandıkları bazı katkılar birden fazla görev üstlenmiş, örneğin koruyucu (preservative) olarak kullandıkları tütsü, tuz ve sirke aynı zamanda gıdanın lezzetine de katkıda bulunmuştur. Aynı şekilde safran ise hem renk maddesi (coloring matter) olarak hem de gıdaya özel bir çeşni katmak amacıyla (şavour enhancer) kullanılmıştır. Bu maddelerin birçoğu bugün de üç temel fonksiyon için kullanılmaktadırlar: kozmetik, koruyuculuk, işleme. Amaçlar bu fonksiyonlarla sınırlı kalsa da zaman içinde katkı maddelerinin sayıları çok artmış ve 4000'li rakamlara ulaşmıştır. Günlük hayatımızda farkında olarak ya da olmayarak yüzlerce çeşidini tükettiğimiz bu maddeler elbette bir kısım yararları için sofralarımızda yer alırlar. Koruyucu (preservative), renklendirici (coloring), oksitlenmeyi önleyici (antioxidant) v.s. işlevi gören bu maddelerin kullanımı son yıllarda çok hızlı bir artış göstermiş ve yıllık 200.000 ton miktarına ulaşmıştır. Batı ülkeleri mutfaklarında yaklaşık %75 oranında işlenmiş gıda ürünleri tüketildiği varsayılarak bu ürünlerle kişilerin her yıl yaklaşık 5-6 kg katkı maddesi aldığı hesaplanmıştır. Tüketimdeki bu hızlı tırmanmaya paralel olarak katkı maddelerine karşı gelişen ve çok değişkenlik gösteren yan etkilerde de artma gözlemlenmektedir.
  • ItemOpen Access
    Otolaringoloji ve endokrinoloji
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Tarım, Ömer; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı.
    Endokrin hastalıklara kulak-burun-boğaz (KBB) bulguları eşlik edebileceği gibi, ilk bulgu KBB ile ilgili olabilir. Bu ilişki bütün endokrin sistemi ilgilendirebilir.
  • ItemOpen Access
    Lenfoproliferatif hastalıklar
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Karalı, Yasin; Kılıç, Sara Şebnem; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk İmmünoloji Bilim Dalı.
    Programlanmış hücre ölümü (apoptozis) immün sistemin homeostazının korunmasında büyük öneme sahiptir. Periferik matür T hücrelerinin antijen cevabının düzenlenmesi ve homeostazının sağlanmasında da apoptozisin rolü olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Böylece apoptozis, hem lenfosit birikimine engel olmakta hem de otoantijenlere karşıolabilecek ve otoimmüniteye yol açacak reaksiyonlarıminimuma indirmektedir. Lenfosit apopitozisi iki yolla olur. 1) Antijen -reseptör bağlantılıhücre ölümü 2) Pasif apoptozis Antijen bağlantılılenfosit ölümü başlıca Fas (CD95/APO-1) ve tümör nekrozis faktör reseptörü (TNFR) ile regüle edilir. Lenfokin geri çekilmesi ile karakterize olan pasif apoptozis ise, mitokondri ve Bcl-2 ailesine ait proteinlerce kontrol edilen ve caspase adıverilen sitoplazmik enzimlerin aktive edilmesi sonucu oluşan bir durumdur.
  • ItemOpen Access
    Benin rolandik epilepsi (çocukluk çağı selim sentro-temporal dikenli epilepsisi)
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Dai, Alper
    Benin rolandik epilepsi (BRE), çocukluk çağında sık rastlanılan, klinik, genetik ve elektrofizyolojik olarak tanımlanmış bir sendromdur. Pediatrik hastalar arasında, ateşli olmayan konvülziyonlar arasında en sık rastlanılan epilepsilerden biri olarak kabul edilir. Yaşla değişim gösteren otozomal dominant kalıtsal bir özellik gösterdiği düşünülmektedir. Prognozu iyi olup, 15 yaşında birçok hastanın elektroensefalogramları (EEG) normale dönerken, klinik olarak da tam düzelme görülür. BRE'deki konvülziyonlar fokal başlayan daha sonra sıklıkla sekonder olarak jeneralize olabilen tonik-klonik kasılmalar şeklindedir. Nöbetler genellikle uyku sırasında görülür. Hastalar başka bir nörolojik sorun taşımazlar ve mental / motor yönden patolojik bulgular gözlenmez. Tedaviye yanıt iyidir. Prognoz her zaman yüz güldürücüdür. Yaş ile değişim gösteren bu genetik epilepsi türünde, sonraki dönemlerde tüm hastalarda EEG bulguları kaybolmakta ve tedaviden bağımsız olarak nöbetlerin tekrarlama riski görülmemektedir.
  • ItemOpen Access
    Çocuklarda ve adölesanlarda göğüs ağrısı
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Bostan, Özlem M.; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı.
    Erişkinlerde görülen göğüs ağrısında ilk akla gelen kalbe bağlı nedenlerdir. Ancak çocuklardaki göğüs ağrısı genellikle kalp dışı nedenlere bağlı olmasına rağmen, hasta ve ailesinde önemli bir endişeye neden olur. Göğüs ağrısı olan çocukların ebeveynlerini en çok ani ölüm olasılığı korkutur. Ancak çocukluk yaş grubunda ani ölüm, özellikle ani kardiyak ölüm nadirdir. Çocuklarda ve adölesanlarda göğüs ağrısı sık karşılaşılan genel bir problem olmasına rağmen, yapılan çalışmalarda çocuk acil polikliniklerine başvuran hastaların %0.25- %0.29'unda saptandığı bildirilmiştir. Çocukluk yaş grubunda göğüs ağrısı iyi huyludur. Ancak tedavisi güçtür ve tekrarlayabilir. Ayrıca çocuğun veya adölesanın hayatını de- ğiştiren etkileri vardır. Göğüs ağrısı olan çocukların yarısı hastalık esnasında okuldan geri kalır. Yapılan bir çalışmada adölesanların yaklaşık %69'unda göğüs ağrısı nedeniyle aktivitelerinin kısıtlandığı bildirilmiştir. Çocukluk yaş grubunda göğüs ağrısı en sık 11-13 yaşları arasında görülür. Daha erken yaşlarda görülen ağrılarda organik nedenler ön planda olabilir. Adölesanlarda ise psikojenik nedenler sıktır veya idiopatiktir. Kız ve erkek çocuklarda genellikle aynı oranlardadır.
  • ItemOpen Access
    İndirekt hiperbilirubinemi / nedenler ve tanı
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Kültürsay, Nilgün; Çalkavur, Şebnem
    Sepsis yıllar boyunca tedavi açısından ciddi problemler oluşturan ve yüksek mortaliteye neden olan bir sorundur. Mortalite oranı 1960'larda %100 iken, günümüzde erken tanı ve tedavi ile mortalite oranı azalmıştır. Ancak halen çocuklarda ölüm nedenleri arasında ilk on neden içindedir. ABD'de her yıl 250.000 erişkin sepsis nedeniyle kaybedilmektedir. Sepsise bağlı ölümlerde yaş, enfeksiyon etkeni, enfeksiyonun kazanıldığı yer ve altta yatan primer hastalık önemlidir. Septik şoklu hastalarda mortalite oranı değişmekle beraber yaklaşık %40 olarak bildirilmektedir. Erken tanı ve tedavi prognoz yönünden önemlidir. Sepsis konağın enfeksiyona karşı yanıtı olarak tanımlanmaktadır. Sistemik inşamatuar yanıt sendromu (SIYS) erişkinler için geliştirilmiş, çocuklar için modifiye edilmiştir.
  • ItemOpen Access
    Çocuklarda sepsis ve septik şok
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Çelebi, Solmaz; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı.
    Sepsis yıllar boyunca tedavi açısından ciddi problemler oluşturan ve yüksek mortaliteye neden olan bir sorundur. Mortalite oranı 1960'larda %100 iken, günümüzde erken tanı ve tedavi ile mortalite oranı azalmıştır. Ancak halen çocuklarda ölüm nedenleri arasında ilk on neden içindedir. ABD'de her yıl 250.000 erişkin sepsis nedeniyle kaybedilmektedir. Sepsise bağlı ölümlerde yaş, enfeksiyon etkeni, enfeksiyonun kazanıldığı yer ve altta yatan primer hastalık önemlidir. Septik şoklu hastalarda mortalite oranı değişmekle beraber yaklaşık %40 olarak bildirilmektedir. Erken tanı ve tedavi prognoz yönünden önemlidir. Sepsis konağın enfeksiyona karşı yanıtı olarak tanımlanmaktadır. Sistemik inşamatuar yanıt sendromu (SIYS) erişkinler için geliştirilmiş, çocuklar için modifiye edilmiştir.
  • ItemOpen Access
    Anafilaksi nedenleri, tanısı ve tedavisi
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Karaman, Özkan; Babayiğit, Arzu; Ölmez, Duygu
    Anafilaksi ani oluşan, klinik tablosu çok ağır olabilen istenmeyen bir hipersensitivite reaksiyonudur. Gerçek anafilaksi mast hücre ve bazofillerden IgE aracılığıyla mediyatörlerin salınması sonucu oluşur. Anafilaktoid veya psödoallerjik reaksiyonlar anafilaksiye benzeyen fakat IgE aracılığı olmadan bazofil ve mast hücrelerden mediyatör salınmasına neden olan reaksiyonlardır.
  • ItemOpen Access
    Çocuklarda osteoporoz
    (Uludağ Üniversitesi, 2006) Özkan, Behzat; Döneray, Hakan
    Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokusunda gelişen mikro-yapısal bozukluklara bağlı olarak kemik dayanıklılığında azalma ve nihayet kemik dokuda kırık riskinin artması ile karakterize bir iskelet sistemi hastalığıdır. Tablo 1'de osteoporotik kemiğin özellikleri gösterilmiştir. Raşitizm veya osteomalazide mineralizasyon bozukluğu ön planda iken osteoporozda bozulmuş mikro-mimari ve azalmış kemik kütlesi ön plandadır. Osteoporozda kırık riskini belirleyen en önemli faktör kemik kütlesidir. Kemik kütlesinde azalma ise 3 temel nedene bağlı olarak gelişmektedir: 1) Doruk kemik kütlesi (DKK)'ne ulaşmada yetersizlik, 2) Artmış kemik rezorpsiyonu, 3) Yetersiz kemik formasyonudur. Bu nedenlerin her biri değişik oranlarda genetik ve çevresel faktörlerin etkisi altındadır.