2002 Cilt 1 Sayı 2

Permanent URI for this collection

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 12 of 12
  • ItemOpen Access
    Uludağ Üniversitesi Bursa sözlü tarih arşivi (1919-1938)
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Yüceer, Saime; Uludağ Üniversitesi/Fen Edebiyat Fakültesi/Tarih Anabilim Dalı.
    Uludağ Üniversitesi Kent Tarihi ve Araştırma Merkezi bünyesinde Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Mustafa YURTKURAN’ın desteğinde oluşturduğumuz ve çalışmalarına 1 Temmuz 2002’de başladığımız “Uludağ Üniversitesi Bursa Sözlü Tarih Arşivi (1919-1938)” başlıklı projemizi, 4 Mart 2004’te sonuçlandırmayı planlamaktayız. Söz konusu projemizle, Bursa tarihinin 1919-1938 döneminin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutunu araştıracaklara, veri tabanı oluşturmayı amaçlamaktayız. Bizde yakın zamanlarda çalışmaların yoğunlaştığı sözlü tarih araştırmalarının, Batılı ülkelerde 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren başladığı bilinmektedir. Bu bağlamda Amerika’da 1929 Ekonomik bunalımı sonrasında işsiz kalan araştırmacılara ve gazetecilere bir iş alanı yaratmak için tasarlanan “Federal Yazarlar Projesi” ile oluşturulan “Sözlü Tarih Arşivi”nin, Amerika’nın 19. yüz yıl sosyal tarihine dair en önemli veri kaynaklarından biri olduğu bilinmektedir. Biz de bu çalışmamızla, Bursa tarihinin Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminin ilk evresini oluşturan 1919-1938 kesitinin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel boyutuna ilişkin anıları toplayarak bu dönemin karanlıkta kalmış olaylarını aydınlatacak yeni bilgileri araştırıcıların hizmetine sunmayı planlamaktayız. Bu çalışmamızın sonuçları Bursa tarihinin daha sonraki süreçleriyle ilgili çalışmalar için de yol gösterici olacaktır. Başka bir beklentimiz de bizim söz konusu projemizin, diğer üniversitelerin bulundukları şehirler ve bölgelerle ilgili oluşturacakları bu tür projelere örneklik etmesidir. Eğer böyle bir süreç başlayabilirse 20. yüz yıl Türkiye tarihinin veri tabanı çeşitlenecek ve canlı tarih kaynaklarının yaşamlarını yitirmesiyle birlikte artık ulaşılması mümkün olmayacak bilgiler de sonraki kuşaklara aktarılabilecektir.
  • ItemOpen Access
    Cumhuriyet sürecinde Türk sanatı
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Renda, Günsel
    Çağdaşlaşmayı hedefleyen yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok kapsamlı bir kültür devrimi gerçekleştirmiştir. Atatürk, çağdaş bir Türkiye'- nin yaratılması için hızla uygulanacak bir kültür politikasının gerektiğini daha ilk yıllarda söylemiştir. Cumhuriyet ideolojisinin biçimlendirdiği kültür devrimi, ivedilikle topluma mal edilecek ve çağdaşlaşmanın göstergesi olacaktır. Bilime dayalı batı uygarlığını örnek alan bu çağdaşlaşma, Osmanlı'nın son dönemlerinde gözlemlenen batılılaşma ya da yenileşmeden farklıdır. İmparatorluk döneminde gerçekleştirilen seçmeci batılılaşma, daha çok saray çevresi ve elit zümreyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet döneminde sürdürülen kültür politikaları ise, öncelikle halkın eğitilmesini öngörüyor; çağdaşlaşmanın gereği gerçekleştirilecek devrimlerin yayılmasını bu eğitim seferberliğine bağlıyordu. Devletin hedeflediği kültür devriminde, güzel sanatlar önemli bir yer alıyordu. Kültür ve sanatta çağdaşlaşmanın iki önemli yolu vardı. Birisi, ülkenin tarihiyle bağlantılı kültür mirasını araştırmak ve sergileyerek halka mal etmek; ötekisi ise, batının çağdaş sanat kuramları ve yöntemlerini izleyen, ama kökünü geleneklere dayanan bir Türk sanatı var etmek.. Nitekim Cumhuriyetin ilk on yılında izlenen kültür politikası sonucunda devlet, sanatın her dalında yönlendirici, özendirici ve koruyucu rolünü korudu. Atatürk, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, yurdun çeşitli yörelerinde yaptığı konuşmalarda; bir ulusun gelişmesinde sanatın önemli yeri olduğunu vurgulamıştır. 1923'te Adana esnafıyla konuşurken; "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfıda güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir" demiştir. Aynı yıl Bursa'da Şark Sinemasında, halka hitap ederken söyledikleri şunlardır.
  • ItemOpen Access
    Atatürk ve demokrasi
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Güneş, İhsan
    Konuşmama, bize demokratik ve lâik bir Cumhuriyet armağan eden Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm arkadaşlarına şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum. Konferans konusu olarak, “Atatürk ve Demokrasi” konusunu seçtim. Niçin böyle bir konu seçtim diye düşünebilirsiniz. Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız, demokratik, lâik ve çağdaş devlet ve toplum düzenine karşı, zaman zaman açıktan açığa; zaman zaman da örtülü bir şekilde büyük bir saldırının varlığı dikkatimizi çekmektedir. Bu saldırının ivmesi, dünya ve Türkiye konjonktürüne göre sürekli olarak değişmektedir. Günümüzde, teokratik faşizm olarak adlandırabileceğimiz dine dayalı devlet kurarak Türkiye’yi aydınlık yolundan karanlığa saptırmak isteyenler; egemen olduğu toplumlar üzerindeki halklara fakirlikten, yoksulluktan ve ızdıraptan başka bir şey bırakmamış sınıf diktatörlüğü yanlıları; devletin tekliğini, ulusun birliğini ve milletin bütünlüğünü parçalamaya yönelik düşünce taraftarları; kendi ütopyalarını Türkiye’ye uygulamak isteyenler el ele kol kola girerek, bir avuç Türk’ün yaşadığı Ata yurdunda ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız bağımsız yeni Türk Devletine karşı savaş açmış durumdadırlar. Bu yerli işbirlikçilerin yanında; bunları destekleyen Ermeni, Rum, Süryanî gibi unsurları ve onların da birlikte olduğu, bizim de ittifak içinde bulunduğumuz kimi dost devletleri düşünecek olursak tehlikenin boyutları daha da artmaktadır.
  • ItemOpen Access
    Atatürk Türkiyesi ve yeni dünya düzeni
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Köni, Hasan
    Efendim, ilk önce günümüzdeki uluslararası çerçeveyi çizeceğim ve Türkiye’nin bu çerçeve içindeki yerini belirlemeye çalışacağım. 1990’larda Sovyetler Birliği çöktükten sonra, değişik bir uluslararası ortamda kendimizi bulduk. Nasıl bir yapı içinde bulduğumuzu, 5 dakika içinde özetleyeyim. Serbest piyasalarla ve demokrasilerle bütünleşmiş bir dünya düzeni öngörüyorlardı. Tek süper güç kalmıştı. Artık, uluslararası alanda başka çatışmanın olmayacağı düşünülüyordu. Bu yüzden Türkiye gibi bir ülkeye pek fazla ihtiyaçları yoktu. Yeni Türkiye, 1995-1996’lara kadar marjinalleşmişti ve dış ilişkilerinde bir takım ekonomik zorluklara girmeye başlamıştı. Zaten hemen 1987-1988’lerde, bu ekonomik zorluklar kendini gösteriyordu. 1994’te, gerçekten bir büyük kriz yaşadık. Fakat uluslararası yapı, Türkiye’nin lehine dönmeye başladı. Şu tarzda dönmeye başladı: Balkanlar’da etnik çatışmalar çıktı; Yugoslavya bölünüp parçalandı; Kafkaslarda etnik çatışmalar çıktı; Orta Doğu’da barış beklenirken barış olmadı ve Türkiye, devamlı bu alanlara müdahale eden, süper güce destek veren bir boyuta geçti. 1996’dan sonra, yine bir stratejik güce sahip olduk. Biliyorsunuz bu dönem içinde Avrupa Birliğine müracaat ettiğimizde, Avrupa Birliği bizi katiyetle reddetti. 1999’da, yine adaylık için Avrupa Birliğine bir müracaatımız oldu. Bu sefer, İsveç bizim karşımızdaydı ve iki öğretim üyesi, iki diplomat, şimdi kendisi artık yok olan bir partiden 5 tane de milletvekili, İsveç’e gittik. İsveç Parlamentosunda 4 gün, Türkiye’nin Kıbrıs sorununu çözeceğini, Avrupa Birliğinin kurallarına uymaya çalışacağını, demokratik lâik bir ülke olarak Orta Doğu’da çok önemli bir yer tuttuğunu anlatmaya çalıştık. O sırada Amerikan elçisi geldi ve Avrupalılara dönerek dedi ki: “Türkiye çok önemli stratejik ortağımızdır, dünyada barış ve düzen kurulmamıştır, eğer bu kadar stratejik olan bir ülkeyi içinize almazsanız kendi aptallığınızla baş başa kalırsınız.” Büyük elçi de bana dönerek dedi ki: “Hasan bey ne oldu?” Ben, her hâlde adaylığımız kabul oldu zan ettim. Niye? Çünkü Amerika ağırlığını ortaya koyuyor. Dışarı çıktığımızda kendisine teşekkür ettik ve dedik ki: “Efendim çok lehimize konuştunuz, sağ olun. Yalnız, insan haklarında ve ekonomide bir değişiklik yok; hele öğretim üyesi olarak biz hiç mutlu değiliz.” O da dedi ki: “Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Doğu Türkistan Bölgesi, Rusya içindeki Türkler, bütün bu bölgelerde bir numaralı aktörsünüz, korkacak bir şey yok, gidip direnişinizi sürdürün.” Biz de içeriye girdiğimizde İsveçlilere dedik ki: “Bizi şimdi almazsanız, 5 sene sonra dizlerinizin üzerine çökerek yalvaracaksınız. Çünkü şöyleyiz, böyleyiz filan.” Amerika’nın itelemesiyle böyle bir coşkuya gelmiştik. Fakat 2000 yılında, aslında 1998’den başlayarak Güney Doğu Asya’dan gelen kriz; Rusya’yı ve dolar bölgesinde olan Türkiye’yi iki defa vurdu. Bankalar, bir günde bu para kaçmasın diye % 5000; Sayın Ecevit ile Cumhurbaşkanı arasında bir anayasa gidip gelme olayının yaşandığı ikincisinde, %7500 faiz verince, zaten sallantılı olan Türkiye’nin sermayesi dibe vurdu. Bu sırada dışarıda yeni yapılanma oluşuyor ve bize karşı da, “siz Avrupa Birliği kriterlerini yerine getirmiyorsunuz”; “üye Türkiye için başka bir boyut düşünelim. Türkiye Cumhuriyeti lâiktir, demokratiktir; fakat 70 milyon, bu kadar kalabalık bir aç grubunu, Avrupa sistemi içine almak çok tehlikeli olabilir” gibi söylentiler ortaya çıkmaya başladı. Üzüntü ve çöküntü içindeyken bir olay daha oluyor ve 11 Eylül’de, Usame Bin Ladin’in Newyork’taki kulelere saldırısı gerçekleşiyor. Ertesi gün, stratejik ortak olarak, 35 milyar dolar destek borç sağlanıyor.
  • ItemOpen Access
    Atatürk devrimleri ve yeni Türkiye’nin kuruluşu
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Akşin, Sina
    Sizlere Atatürk Devriminden bahsedeceğim. Biz, Atatürk’ü yeni anlıyoruz. Çünkü tarihteki büyük olaylar, zamanla anlaşılır. Meselâ, Rönesans Hareketi. Rönesans Hareketini gerçekleştirenler, Rönesans yapıyoruz demediler. Sonradan bir takım insanlar geriye bakınca, geçmişteki bu dönem, Rönesanstır dediler. Yine Aydınlanma Hareketine de, bu hareket büyük ölçüde yolunu aldıktan sonra, İmanuel Kant isimli filozof tarafından anlam verilmiştir. Aynı şekilde biz, Atatürk’ü sonradan anlar olduk, tabi Atatürk’ü hep sevdik, hep saydık; fakat bu sevgi ve saygı, anlamakla bir değildi. Biliyorsunuz anlamak başka şeydir. Hatta sevgi, anlamaya da engeldir. “Aşkın gözü kördür” derler, aşık olduğunuz insanı anlayamazsınız. Çünkü aşkınız sizi kör etmiştir. Kusurlarını göremezsiniz. Zaten aşkın da güzelliği buradadır. Ama anlamak başka bir şeydir. Şimdi demek ki biz, Atatürk’ü sonradan anladık. Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesi ise, göreceli olarak yeni bir kavramdır. Atatürkçülük, zamanla billurlaşma ve bir ideoloji oldu. 1989 yılında da, Muammer Aksoy ve arkadaşları, Atatürkçü Düşünce Derneğini kurdular. Bu, Atatürkçülüğün bir ideoloji haline gelmesinin bir işareti idi. 12 Eylül Darbesi, bütün çarpıklıkları ile Atatürk’ün anlaşılmasını kolaylaştırdı. Aslında Atatürkçülüğe aykırı olarak yapılan her şeye, Atatürkçülük dendi. Buna karşılık olarak herkes, “bu ne biçim şey” diye tepki gösterdi. Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdı. Bu kitap; yapılanlar Atatürkçülükse ben yokum, ben böyle Atatürkçü değilim anlamında idi. Bu da, Atatürkçülüğün anlaşılmasını hızlandıran bir etken oldu.
  • ItemOpen Access
    Felsefe ve aydınlanma
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Çotuksöken, Betül
    “Felsefe, kendisine tam hakkı verilmezse, orada tehlikeli olur. Bu hakkı da ona, ancak bir ulusun sağlığı (hem de her ulusun değil) verebilir.” “Bu başlık neyi ya da neleri ele almayı gerektirir? Bu başlığa mantıksal olarak yaklaştığımızda, olanaklı açıklama biçimleri ya da açıklama doğrultuları neler olabilir?” soruları üzerinde düşünerek konumuza/ konularımıza yaklaşabiliriz. Bu bağlamda şöyle bir yol izleyebiliriz: Burada ilkin, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını açıklarız; başka bir deyişle, "aydınlatırız" ve ardından bu aydınlatmanın, aydınlatma çabasına giren öznenin, ne türden değişikliklere uğradığını belirtebiliriz. Böyle bir girişimden sonra, felsefe tarihinde "felsefe" ve "aydınlanma" kavram ikilisinin, ne türden düşünme biçimlerinde bir araya geldiği konusunu ele alabiliriz. Öyle ise ilk ödevimiz, "felsefe" ve "aydınlanma" kavramlarını "aydınlatmak" olacaktır. Bu da bizi, ister istemez, felsefenin ne olduğu, ne türden bir işlevinin ya da işlevlerinin olduğu sorusuna götürecektir. Felsefe, kavramları aydınlatır; kavramların anlamına/anlamlarına yönelir. Felsefe, varolanlar arasındaki ilişkileri inceler. Daha açık, aydınlık bir anlatımla felsefe, dış dünya, düşünme ve dil arasındaki ilişkileri inceler. Tam da bu noktada felsefe, hem düşünsel; hem de dilsel olanı içeren "yaşama dünyası"nı açıklamaya, aydınlatmaya çalışır. Burada, yalın, sıradan ya da yansız bir dış dünya tasarımı yerine; kavramsal (düşünsel) ve dilsel (söylemsel) olanı, somut olanı da içeren ve her birimizin "kendi" oluşumuzu ya da "özne" oluşumu sağlayan dünya (yaşama dünyası) konulmuştur. Gerçekten de, her birimizin; kavramlarımızla, dil kullanımımızla dokuduğumuz bir dünyamız, "yaşama dünyamız" vardır. İşte felsefe, bu dünyayı açıklama, aydınlatma çabasını; somut, düşünsel ve dilsel nesneler bağlamında çözümlemeyi, aydınlatmayı amaçlayan bir etkinliktir.
  • ItemOpen Access
    Mustafa Kemal’in meşruluk anlayışı
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Akgül, L. Hilal
    Mustafa Kemal ve diktatörlük olgusu, Türk Devrimi’ne ilişkin önemli tartışma konularından biridir. Bu türden tartışmaların, çoğu zaman, Türk Devrimi’nin tepeden inme bir devrim olup olmadığı konusunu da kapsayarak genişlediği görülür. Çalışmamızın temel konusu, söz konusu ettiğimiz tartışmadır. Konu, bu türden tartışmaların en önemli unsurlarından biri olarak gördüğümüz Mustafa Kemal’in meşruluk anlayışı çerçevesinde ele alınacaktır. Konuyla ilgili yararlanılabilecek çok sayıda kaynak ve belge olmasına karşın; çalışmada kullanılan örnekler, Nutuk’tan seçilmiştir. Bu nedenle, bu çalışmanın temel konusu; Mustafa Kemal’in meşruluk anlayışının Nutuk’taki bazı yansımaları olarak da düşünülebilir.
  • ItemOpen Access
    Saltanatın kaldırılmasının Türk basınına yansımaları
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Boykoy, Seher; Uludağ Üniversitesi/Fen Edebiyat Fakültesi/Tarih Anabilim Dalı.
    Değişimi sürekli olarak yaşamak, çağın gereklerine ayak uydurmak; bağımsız ve güçlü bir devlet olmanın temel koşuludur. Türk ve Dünya tarihine bakıldığında görülmektedir ki; bir zamanların güçlü devletleri, bünyelerini oluşturan sosyokültürel, ekonomik, askerî, siyasî örgütlenmenin, zamanın ihtiyaçlarına cevap veremeyerek, çağdışı duruma gelmesi nedeniyle çöküşe sürüklenirken; bu büyük güçler karşısında ezilen zayıf devletler, kurumsal örgütlenmelerini, içinde bulundukları dönemin değişen şartları çerçevesinde yeniden ve kökten düzenleyerek tarih sahnesinde zirveye çıkmışlardır. Altı asırdan uzun bir süre tarihe damgasını vuran Osmanlı Devleti bu açıdan değerlendirilecek olursa; karşımıza, ilk üç yüz yıllık süreçte üç kıtaya yayılmış, cihana hükmeden ve her alandaki örgütlenmesini, çağın ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde tamamlamış olan güçlü bir devlet tablosu çıkmaktadır. Fakat güçlü bir devlet egemenliğinin görüldüğü bu üç yüzyıllık sürecin sonu, devleti çöküşe kadar sürükleyecek bir duraklama ve gerileme döneminin başlangıcı olmuştur. Devletin, böyle karanlık bir sürecin içine girmesinde ise; kurumsal örgütlenmesinin, geleneksel kalıplar içerisinde kalması ve bunun bir uzantısı olarak da, tarihî zorunluluklar ile değişen ihtiyaçlar karşısındaki acizliği önemli rol oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin, kaynağını ilahî gücün oluşturduğu hakimiyet anlayışı ve şahsî saltanat esasına dayalı idare sistemi de, bu kurumsal örgütlenmenin önemli bir parçasını oluşturmakla birlikte; devletin diğer alanlarında görülen bozulma ve yozlaşmanın, siyasî yapıya da yansımasının etkisiyle kökten değişime ihtiyaç duymaktaydı. Bu kurumların, çağın gerekleri doğrultusunda kökten değişime uğraması süreci ise, bir taraftan, değişimin zamanında ve esaslı olarak gerçekleştirilememesi nedeniyle Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlarken; diğer taraftan da, devlet bünyesini teşkil eden bütün kurumlarda köklü dönüşümler gerçekleştiren Türkiye Cumhuriyeti’nin, tam bağımsız, lâik ve çağdaş bir devlet olmasının kapılarını açmıştır.
  • ItemOpen Access
    Mustafa Kemal Paşanın silah arkadaşı Kazım Karabekir Paşa'nın siyasî hayatı
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Özkaya, Yücel
    1882’de İstanbul’da doğan Kazım Karabekir Paşa, 1905 yılında yüzbaşı olarak Manastır’da askerlik hayatına atılmış, Rumeli’deki Rum, Bulgar, Sırp çeteleriyle savaşmış, 31 Mart Olayının bastırılmasında görev almış, Arnavutluk ve Balkan Savaşlarında önemli hizmetler vermiş ve 1914’te yarbay, Çanakkale Savaşlarındaki başarısından sonra da 1915’te albay olmuştur. Daha sonra Irak Cephesinde çarpışmış ve 2. Kolordu Kumandanı olarak Ruslara başarı ile karşı koymuş, 1918’de Erzincan ve Erzurum'un Ruslardan geri aldığı gibi; Kars ve Gümrü kalelerinin ele geçirilmesindeki hizmetlerinden dolayı tuğgeneralliğe; Doğudaki Ermeni Savaşı'nı başarıyla sonuçlandırdıktan sonra, 1920’de tümgeneralliğe yükseltilmiştir. Kazım Karabekir Paşa, Ulusal Bağımsızlık Savaşı sırasında, Erzurum Kongresi öncesinde Mustafa Kemal Paşayı tutuklama emrini yerine getirmediği gibi; Ulusal Bağımsızlık Savaşı boyunca hep O’nun yanında çalışmış ve O’na yardımcı olmuştur. Kazım Karabekir Paşanın ilk siyasî hareketi, 1905’de Enver Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyetinin Manastır Şubesini kurması şeklinde görülür. İttihatçılardan Ali Fuat (Cebesoy), Kazım Karabekir (Ali Fuat Paşa'nın akrabası), Cafer Tayyar (Eğilmez), Mustafa Kemal (Atatürk), Halil (Kut), İsmet (İnönü), Kazım Özalp; aynı okuldan mezun olan ve İttihat ve Terakki’yi kuran kişiler olup, birbirlerini şahsen tanıyorlardı ve bu tanışıklığın on beş yada yirmi yıllık bir geçmişi vardı 1 . Her ne kadar Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ittihatçılık peşinde olmadıkları vurgulansa bile; bu kişiler, Hürriyet ve İtilaf Fırkasının düşmanıdırlar. Edirne Milletvekili Kazım Karabekir Paşa, askerî yönünün dışında, siyaset alanında da Türkiye’ye önemli katkılarda bulunmuştur. Kazım Karabekir Paşa, Rus ve Kafkas Hükûmetleriyle yapılan Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) görüşmelerinde, Ankara Hükûmetinin delege heyeti başkanı olarak başarılı olmuştur.
  • ItemOpen Access
    Türk demokrasisi küresel yelpazenin neresinde?
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Şimşek, Sefa; Uludağ Üniversitesi/Fen Edebiyat Fakültesi/Sosyal Bilimler.
    Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyada ve Türkiye’de, demokrasi ile ilgili pek çok yeni kavramsal / düşünsel açılımlar ve aynı zamanda somut gelişmeler oldu. Bunların başında, Huntington’ın “Üçüncü Dalga” adını verdiği, demokrasinin daha önce görülmedik bir hızda tüm dünyaya yayılması gelmektedir. Yetmişli ve seksenli yıllarda, önce Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi Avrupa’nın askerî rejimlerle yönetilen ülkelerine; ardından da Uzak Doğu, Afrika, Latin Amerika ve eski Sosyalist Blok ülkelerine demokrasi dalgası hızla yayıldı. İkinci olarak, Hegel’den esinlenerek Fukuyama’nın ileri sürdüğü, liberal demokrasinin, başta sosyalizm olmak üzere tüm rakiplerine karşı kesin ve nihaî bir zafer kazandığı şeklindeki tez geniş kabul görmüş ve demokrasinin geleceği konusunda aşırı bir iyimserliğe yol açmıştır. Ken Jowitt gibi bazı düşünürler ise, tam tersine, “yeni bir ideolojinin -büyük ulusları peşinden sürükleme gücü, Katolikliğin, liberal demokrasinin, faşizmin ya da Leninizmin gücüne benzer bir ideoloji- doğuşunu öngörmektedir.”1 Üçüncüsü, Avrupa Parlamentosu, ABD Kongresi, Birleşmiş Milletler, UNESCO gibi birçok kuruluş; hemen hemen her yıl düzenli olarak dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkeleri hakkında, demokrasi, insan hakları, terör ve şiddet gibi konularda raporlar hazırlayarak, hem stratejik öngörülerde bulunmaya çalışmakta; hem de bu yolla, bir tür “hakem” ve “referans grubu” rolü oynamaktadırlar. Dördüncüsü, demokrasiyle ilgili söylemler ve tartışmalar; siyasetçiler, akademisyenler, aydınlar ve gazeteciler gibi seçkin grupların ve dar çevrelerin dışına taşarak tüm toplumsal kesimlere yayılan yükselen bir değer haline geldi. Bu şekilde popüler bilince ve söyleme yerleşen demokrasi, adeta kutsallaştırılarak her derde deva olarak görülmeye başlandı.
  • ItemOpen Access
    Dünya politikasında küreselleşme ve Atatürk
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Ucuzsatar, Necati Ulunay
    Küreselleşmeden Ne Anlıyoruz? Tüm dünyada olduğu gibi; Türkiye'de, üçüncü bin yıl başında, iletişim devrimi ve teknolojinin akıl almaz boyutlara varması nedeniyle, adına ‘küreselleşme’ denilen Batı kaynaklı yeni tür bir gelişimin etkileriyle çalkalanmaktadır. Böyle bir ortamda, 1990’lı yıllardan sonra ortaya çıkan soğuk savaş sonrası dünyanın, haklı olarak, önceki dönemlere kıyasla kayda değer bir şekilde değişik ve farklı olduğunu düşünenler bulunduğu gibi; bunu, Batı kapitalizminin ve modernleşmesinin yükselişi ya da dünya politikalarının, kökten değişikliklerle global esaslara dönüşümü olarak algılayan aydınlar da var. Konuya, yakın tarihten küreselleşmeye ışık tutan bir kısım gelişmelerle girelim. Anımsanacağı üzere; 1980’li yıllardan itibaren, Doğal Bilimler Uzmanı Thomas Kutın’den sonra, dünya politikasının şekillenmesinde ve yürütülmesinde ‘paradigms-örnek listeler” olarak bilinen ‘realizm gerçekçilik’, ‘liberalizm-özgürlükçülük’ ve ‘world-system-dünya sistemi’ adlı üç teorinin etken olduğu tartışılmaya ve gerçeklerin, bu tartışmalarda öne sürülen fikirlerde yattığı söylenmeye başlandı. Dikkati çeken nokta, bu üç teorinin, küreselleşmeyi farklı açılardan görmesiydi . Realistler: “Dünya politikasının asıl aktörleri, bağımsızlıkları yasal olarak onaylanmış devletlerdir. Bu devletler, ulusal çıkarlarını elde etmek için kazanımlarını sürekli biçimde artırma çabası içindedirler. Bu, yeryüzünde başka bir devletin egemen olmasını önleyici askerî güçlere dayanan dış politikaların uygulanmasına ve güç dengelerinin doğmasına yol açar. Küreselleşme, dünya politikasının coğrafi bölümlenme esasıyla ulus devletlerine ve onların bağımsızlığına dayandırılan en seçkin özelliğini ortadan kaldıran bir alternatif değildir. Küreselleşme, bizim sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamımızı etkileyebilir; fakat devletlerin bireysel olarak kendi değerleriyle katıldığı uluslararası politik sistemine üstün olamaz.
  • ItemOpen Access
    Atatürk bilim ve üniversite üzerine
    (Uludağ Üniversitesi, 2002) Yurtkuran, Mustafa; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/İç Hastalıkları Anabilim Dalı/Nefroloji ve Romatoloji Bilim Dalı.
    Çağdaş bilimin öngörüsüne göre, gelecek geçmişteki malzemeler kullanılarak bugünün temsilcileri tarafından belirlenmektedir. Eksenine değişimin oturduğu bu yeni anlayışa göre, süreç içerisinde varlık her zaman oluşum halindedir. Akıl ve bilimi tek yol gösterici olarak kabul eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, düşünce sistemini oluştururken, demokratik ve pragmatik bir yaklaşım tarzını benimsemiştir. Bu nedenledir ki, Atatürkçü Düşünce Sistemi; akla, bilime ve millî hakimiyete dayalı pragmatik ve demokratik bir “Modernleşme İdeolojisidir.” Aklın, bilimin gözlem ve bulgularına dayanır; her türlü totaliter yaklaşım tarzını reddederek zaman içerisinde değişen gerçekleri peşinen kabul eder. Atatürkçü Düşünce Sistemi, bilimsel doğrular ve gelişmeler ışığında sürekli yenilenmeyi ve iyileşmeyi içerir. Atatürk Devrimciliğinde karamsarlık yoktur, sorunları zamana bırakmak yoktur; bunların yerinde yurtseverlik vardır, çağdaşlaşma yolunda inanç ve kararlılık vardır. Bir ulusun çağdaşlaşmasında öncü rol oynayan kurumların başında, üniversiteler gelir. Türk Ulusu için de bu böyledir. Mustafa Kemal Atatürk, üniversitelerin Türk çağdaşlaşmasında temel faktör olduğuna inanmıştır. O, bu konuda: “Üniversite kurmaya verdiğimiz önemi söylemek isterim. Yarım tedbirlerin kısır olduğuna şüphe yoktur. Bütün işlerimizde olduğu gibi maarifte ve kurulan Üniversitede de (İstanbul Üniversitesi) radikal tedbirlerle yürümek kat’i kararımızdır” demektedir. Ulu Önder, yine aynı konuda: “Memleketi şimdilik üç büyük kültür bölgesi halinde düşünerek; batı bölgesi için, İstanbul Üniversitesinde başlamış olan düzenleme programını daha köklü bir tarzda tatbik ederek Cumhuriyete cidden modern bir üniversite kazandırmak; merkez bölgesi için, Ankara Üniversitesini az zamanda kurmak lâzımdır. Ve doğu bölgesi için Van Gölü sahillerinin en güzel bir yerinde, her şubeden ilkokullarıyla ve nihayet üniversitesiyle modern bir kültür şehri yaratmak yolunda, şimdiden fiiliyata geçilmelidir.” “Bu hayırlı teşebbüsün, doğu vilayetlerimiz gençliğine kazandıracağı verim, Cumhuriyet Hükumeti için ne mutlu bir eser olacaktır.”