T.C. ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 22, Sayı: 1, 2013 s. 57-83 Bir Hanefî-Mâtürîdî Âlimi Ebü’l-Berekât en-Nesefî Kılıç Aslan MAVİL Özet Ebü’l-Berekât en-Nesefî, klasik dönem Hanefî fıkhı ve onun paralelinde gelişen Mâtürîdiyye kelâm geleneğinin önde gelen simâlardan biridir. Usûl, fıkıh, tefsir ve kelâm gibi farklı sahalarda kaleme aldığı eserleri medreselerde en çok okutulan ve en fazla şerh edilen kitaplar arasında bulunmasına rağmen Nesefî’nin hayatı hakkındaki mâlumât oldukça sınırlıdır. Muhtemelen onun yaşadığı dönemin ve coğrafyanın siyasî çalkantıları bu durumun başlıca sebepleri arasında yer almaktadır. Bu araştırmada bir taraftan Nesefî’nin hayatı ve eserleri tanıtılacak, diğer taraftan onun biyografisini derleyen müelliflerin dikkatinden kaçan bazı önemli ayrıntılara işaret edilecektir. Abstract A Hanafi-Maturidi Scholar: Abu’l-Barakat al-Nasafi Abu’l-Barakat al-Nasafi is one of the foremost figures of the classical period of Hanafi jurisprudence and the theological tradition of Maturidiyya which developed in parallel with Hanafiyya. Although the works which he wrote in different fields such as usul al-fiqh, tafsir and kalam, are among the most widely interpreted books and are much read in the madrasas, the knowledge about his life is quite limited. The political turmoil of his time and of region, where he lived, may be among the main reasons for this situation. In this article, on the one hand his life  Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Ü. İlahiyat Fakültesi, kilicmavil@hotmail.com and works will be introduced, on the other hand some major details will be indicated, which are missed by previous scholars who have collected his biography. Anahtar Kelimeler: Ebü’l-Berekât en-Nesefî, kelâm, Mâverâünnehir, Moğol, Nesef, Siğnâkî. Key Words: Abu’l-Barakat al-Nasafi, Kalam, Transaxonia Mongol, Nasaf, Signaqi. Giriş Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri olan Ebü’l-Berekât Hâfızüddîn1 Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî, usûl ve fıkıh sahası başta olmak üzere dinî ilimlerin farklı dallarında ciddi eserler kaleme alan velûd bir bilgindir. Zemahşerî ve 1 Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin dışında “Hâfızüddîn” lakabıyla anılan başka bilginler de bulunmaktadır (bk. Müstakîmzâde Süleymân Efendi, Mecelletü’n- nisâb fi’n-neseb ve’l-künâ ve’l-elkâb (tıpkıbasım), Ankara 2000, vr. 178b). Bunlar arasında konumuz açısından en önemlisi Hâfızüddîn el-Kebîr olarak da bilinen Ebü’l-Fazl Muhammed b. Muhammed b. Nasr (Nasrullah) el- Buhârî’dir. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hâfızüddîn el-Kebîr h. 615 (1218) yılında Buhâra’da doğmuştur. Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin de hocası olan Şemsüleimme el-Kerderî’den hadis, fıkıh, edebiyat vb. ilimlerde ders almıştır. Hadis, fıkıh ve tefsir sahalarında dönemin önemli bilginlerinden sayılan bu zâtın yetiştirdiği talebeler arasında Hüsâmüddîn es-Siğnâkî, Ebü’l-Alâ el- Buhârî, Ahmed b. Es‘ad el-Harîfânî, Abdülaziz b. Ahmed el-Buhârî, Mahmûd b. Muhammed el-Buhârî, Şemsüddîn Mahmûd el-Kelâbâzî gibi isimler bulunmaktadır. H. 693 yılının (1294) Şâban ayında Buhâra’da vefat eden Hâfızüddîn el-Kebîr, Kelâbâz’da defnedilmiştir. Leknevî’nin belirttiğine göre, Hanefîler nezdinde “müteahhirîn” dönemi, Hâfızüddîn Muhammed el-Buhârî ile sona ermektedir. Ebü’l-Fazl el-Buhârî’nin biyografisiyle Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin biyografisi arasında yaşadıkları dönem (VII./XIII. yüzyıl), yetiştikleri muhit (Buhâra) ve her ikisinin de Hâfızüddîn lakabıyla anılmaları (aynı lakâba Buhârî için “el- Kebîr” sıfatının eklenmesi onun Ebü’l-Berekât en-Nesefî’den yaşça daha büyük olduğunu, dolayısıyla Nesefî’nin h. 615 tarihinden sonra doğduğunu göstermektedir) açısından büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu sebeple tabakât eserlerinde gerek hocaları, gerekse öğrencileri hakkında verilen bilgiler bakımından bu iki zâtın zaman zaman birbiriyle karıştırıldığı görülmektedir. Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarda kısmen de olsa ifade edilen bu hususa yeri geldikçe daha ayrıntılı olarak işaret edilecektir. bk. Kureşî, el-Cevâhirü’l-mudıyye fî tabakâti’l-Hanefiyye, III, 337; Fîrûzâbâdî, el-Mirkâtü’l-vefiyye fî tabakâti'l-Hanefiyye, Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb, nr. 671, vr. 72b; İbnü’l-Hinnâî, Tabakâtü’l-Hanefiyye (nşr. Süfyan b. Âiş b. Muhammed-Firâs b. Halil Meş‘al), Amman 2003, s. 265; Kefevî, Ketâibü a‘lâmi’l-ahyâr min fukahâi mezhebi’n-Nu‘mâni’l-muhtâr, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1931, vr. 280a-280b; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye fî terâcîmi’l-Hanefiyye, s. 325-326; a.mlf., en-Nâfiü’l-kebîr, Beyrut 1986, s. 57; Temel Temel Yeşilyurt, Ebü’l-Berekât en-Nesefî ve İslâm Düşüncesindeki Yeri, Malatya 2000, s. 21. 58 Kâdî el-Beyzâvî gibi meşhûr müelliflerin eserleriyle birlikte anılan tefsirinin yanı sıra, kelâm ilmine dâir yazdığı el-Umde ve bu eserin şerhi olan el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd adlı çalışmasında Hanefî-Mâtürîdî kelâm geleneğinin klasik dönemi özelliklerini başarıyla yansıtan Ebü’l-Berekât en-Nesefî, bu iki eseriyle sanki el-Akâid yazarı Ömer en-Nesefî ve onun şârihi Sa‘deddin et-Teftâzânî ile gizli bir müsâbaka içerisindedir. Ebü’l-Berekât en-Nesefî’yi âlim, fâzıl ve zâhid bir şahsiyet olarak niteleyen kaynaklar, kendisinin eserlerinin büyük bir gayret ve dikkatin ürünü olduğunu, zor ve karmaşık hususların onun eserlerinde basit bir dille sadeleştirilerek verildiğini kaydeder. Nesefî, İslâmî ilimlerin olgunluk dönemi olarak nitelendirebileceğimiz bir safhasında yazdığı eserler ve yaptığı şerhlerle, ele aldığı konulara ait bilgileri sistematik tarzda sunabilmedeki mahâretiyle dikkat çekmiştir. Bu sebeple kendi döneminden îtibâren İslâm dünyasında haklı bir şöhrete kavuşan Nesefî’nin çalışmaları, özellikle Hanefî ilim çevrelerinde, üzerinde fazlaca çalışma yapılan ve medreselerde en çok okutulan eserler arasına girmiştir.2 Yakın dönemde Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin hayatı üzerine Bedreddin Çetiner, Temel Yeşilyurt, Muhammed Yazıcı ve Murtaza Bedir gibi bazı araştırmacılar tarafından yapılmış çeşitli çalışmalar bulunmaktadır. Bizim bu araştırmamızda söz konusu çalışmalardan farklı olarak Nesefî’nin yaşadığı dönem ve coğrafya daha detaylı bir biçimde ele alınıp, güncel hâdiselerin onun hayatına olan etkisi aydınlatılmaya çalışılacaktır. Özellikle dipnotlarda, söz konusu yazarlarının dikkatinden kaçan küçük ama önemli pek çok ayrıntıya yer verilerek, eldeki kaynaklar nispetinde Nesefî’nin biyografisine nihâî ve mütekâmil bir biçim kazandırılması hedeflenecektir. Ayrıca metinde tartışılan ve genel kanaatin aksine yanlış olduğu düşünülen bazı bilgiler sonuç kısmında tekrar vurgulanacaktır. I. Nesefî’nin Yetiştiği Sosyal ve Kültürel Ortam Moğol istilâsının bütün İslâm coğrafyasının derinden etkilediği çalkantılı bir dönemde, “Aşağı Türkistan” olarak da adlandırılan Mâverâünnehir bölgesinin ana ticaret yolları üzerinde, ziraata elverişli topraklara sahip mamûr bir şehrinde yetişen Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin ilmî şahsiyetinin teşekkülünde, yaşadığı çevrenin önemli etkilerinin olduğu muhakkaktır. Bu sebeple Nesefî’nin hayatını incelemeye geçmeden önce, eser ve görüşlerinin şekillendiği sosyo-kültürel ortam ve tarihî duruma genel bir bakış yapmamız, onu daha yakından tanıyabilmek bakımından faydalı olacaktır. 2 Sem‘ânî, el-Ensâb, V, 486-487; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 72; Ayâzî, el-Müfessirûn, Tahran 1373, s. 635. 59 A) Mâverâünnehir Bölgesi Sözlük anlamı îtibâriyle “nehrin öte tarafında bulunan bölge” manâsında Arapça bir terkip olan “Mâverâünnehir” kelimesi, ilk olarak Arap-İslâm fütuhâtının, Ceyhun (Amuderyâ/Oxus) nehri sınırına ulaşmasıyla nehrin öbür tarafında, kuzey ve doğuda kalan bölgeleri kapsamak üzere kullanılmaya başlanmış coğrafî bir tabirdir. Batılı kaynaklarda “Transoxiana” olarak adlandırılan bu bölge, Arapça metinlerde “Mâverâü’l-Ceyhûn” veya “Heytal”; Farsça’da “Par-Deryâ”; Türkçe’de ise “Çay-ardı” isimleriyle de anılmıştır. Ancak İslâm coğrafyacıları ve tarihçileri tarafından “Ceyhun ve Seyhun havzaları ile Aral (Hârizm) Gölü arasında kalan alanı” ifade etmek üzere “Mâverâünnehir” teriminin kullanımı, zamanla daha yaygın bir nitelik kazanmıştır.3 Doğuda Tibet sınırı, güneyde Horasan, batıda Oğuzlar ve Karluklar bölgesi, kuzeyde yine Karluk toprakları ile çevrili geniş bir alanı kaplayan Mâverâünnehir, Türkistan bölgesinin geçidi ve ticaret yollarının uğrağı konumundadır. Klasik dönemde en geniş ve verimli topraklara sahip olan Soğd başta olmak üzere, batıda Hârizm, güney-doğuda Sagâniyân, Ceyhun’un yukarısında Fergana ve Şâş’tan oluşan beş ana bölgeye ayrılan Mâverâünnehir’in önemli yerleşim merkezleri arasında Buhâra, Semerkant, Kaş, Nesef (Nahşeb), Keş (Kiş), Soğd, Tirmiz, Zemahşer, Hucend, Huttel, Sagâniyân, Fergana, Kaşgar, Şâş (Taşkent), Otrâr, Talas, Yesi ve İsbîcâb şehirlerini saymak mümkündür.4 Ceyhun nehri, eski çağlardan itibaren Türkçe konuşan kavimlerle, Farsça konuşan kavimler arasında, diğer bir ifadeyle “İran-Turan” arasında tarihî bir sınır olarak kabul edilmiştir.5 Bizans 3 Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, Konya 1989, s. 39; Osman Gazi Özgüdenli, “Mâverâünnehir”, DİA, XXVIII, 177; Metin Yurdagür, “Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Hayatı ve Eserleri”, Diyanet İlmî Dergi, c. 21, sy. 4, 1985, s. 32; Barthold, “Mâverâünnehir”, İA, VII, 408; Muhammed Zâhir Bigi, Mâverâünnehir’e Seyahât (nşr. Ahmet Kanlıdere), İstanbul 2005, s. 42. 4 Hudûdü’l-‘âlem (The Regions of The World: A Persian Geography 372/982) (trc. Vladimir Fedorov Minorsky, önsöz ve Rusça’dan trc. Barthold, nşr. Fuad Sezgin), Frankfurt 1993, s. 112; Mâverâünnehir bölgesinin coğrafî sınırları için bk. Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu, Konya 2004, s. 23; Mahmûd Şit Hattâb, Bilâdü Mâverâünnehr, Beyrut 1990, s. 6. 5 Osman Karatay, İran ile Turan, Ankara 2003, s. 25-28; Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, s. 40; “İran ile Turan hükümdarları arasındaki antlaşmalarda ise, Ceyhun genellikle karşılıklı “etki alanlarının” sınırı olarak kabul edilirdi. Etnografik bakımdan aslında Ârîler tarafından iskân edilmiş olan ülke zamanla Türkleşmiştir. Günümüzde artık yalnız göçebeler değil, yerleşik halkın çoğunluğu da Türkçe konuşmaktadır. Mâverâünnehir gerek nüfusunun kalabalıklığı, gerek topraklarının verimliliği bakımından, Türk egemenliğindeki eyaletler arasında genellikle birinci sırayı 60 kaynaklarında da yer verilen bilgiye göre Orta Asya’dan göç ederek nehrin kuzeyine yerleşen Ak-Hunlar (Eftalitler), milâdî IV-V. asırlarda Sasânî İmparatorluğu karşısında önemli bir güç oluşturmuştur.6 Henüz Hz. Ömer döneminden îtibâren bölgenin güneyindeki Horasan’ı ele geçirmeyi başaran İslâm orduları ise bu defa Türkistan içlerine düzenledikleri akınlarda Ceyhun nehrini tabiî bir sınır olarak kabul etmiştir.7 İslâm fetihleri öncesinde Türklerle birlikte pek çok etnik grubun yer aldığı Mâverâünnehir’de, dinî bakımdan da aynı kozmopolit yapı dikkat çekmektedir. Budizm, Zerdüştîlik, Maniheizm, Hıristiyanlık, Yahûdîlik, Şamanizm, Mecûsîlik ve Mazdekiyye gibi çeşitli inanç gruplarının bir arada yaşadığı bu bölgenin İslâmlaşma süreci ise gerçek anlamda fetihlerle birlikte başlamıştır.8 Mâverâünnehir içlerine yapılan ilk ciddi sefer Muâviye b. Ebû Süfyân’ın hilâfeti zamanında Horasan valisi tayin edilen Ubeydullah b. Ziyâd tarafından h. 54 (674) yılında gerçekleştirilmiş, bunu diğer bazı seferler izlemiştir. Bölgenin asıl ve kalıcı fethi ise, ancak Halîfe Velîd b. Abdülmelik (705-715) döneminde, Haccâc b. Yûsuf es- Sekafî’nin genel valiliği sırasında Horasan valiliğine getirilen Kuteybe b. Müslim’in (86/705) komutasında sağlanabilmiştir. Bu dönemde Kuteybe’nin Beykent, Buhâra, Talakan, Keş, Nesef, Semerkant, Şaş (Taşkent) ve Fergana gibi şehirleri ele geçirdiği ve bölgenin fethinin kısa süre içinde tamamlandığı kaydedilmektedir.9 Emevîler devrinde yürütülen fetih hareketlerinin ve Emevî siyaset tarzının genel bir yansıması olarak, Mâverâünnehir şehirlerindeki idârecilerin, aralarında Türklerin de bulunduğu gayr-ı Arap unsurlara karşı izlediği ayrımcı politika karşısında, Abbâsîler döneminde durum tersine dönmüş, bu sayede müslümanlarla Mâverâünnehir halkı arasında dostâne ilişkilerin kurulması işgal etmekteydi; ayrıca hakkında en etraflı tarihî ve coğrafî bilgiye sahip olduğumuz yegâne eyalettir.” Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan (nşr. Hakkı Dursun Yıldız), Ankara 1990, s. 67. 6 bkz. Mahmûd Şit Hattâb, a.g.e., s. 5; Z. Velidi Togân, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, 42; Zekeriya Kitapçı, Türkler Nasıl Müslüman Oldu, s. 20. 7 Hz. Ömer’in Horasan’ı fetheden komutan Ahnef b. Kays’a yazdığı mektupta geçen “nehrin öte tarafına geçmekten sakınınız” ifadesi “Mâverâünnehir” tâbirinin erken dönemlerde hangi anlamda kullanıldığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. bk. Taberî, Târîh, II, 547. 8 Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılışı ve Türkler, s. 47; Osman G. Özgüdenli, a.g.e., XXVIII, 178. 9 Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân (trc. Mustafa Fayda), Ankara 1987, s. 615; Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 200; Nesimi Yazıcı, İlk Türk İslâm Devletleri Tarihi, Ankara 2002, s. 34; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s. 14. 61 sağlanmıştır. Bu dönemde Türklerin Abbâsî ihtilâlinin gerçekleştirilmesine olan katkıları karşılıksız bırakılmamıştır. Meselâ ilk Abbâsî halifesi Ebü’l-Abbâs, çıkardığı bir emirnâme ile müslüman olanlardan cizye alınmamasını isteyerek adaletsizliği önlemeyi hedeflemiş; ayrıca devlet görevlerine getirilmek için Arap olma şartı kaldırılarak ehliyet ön plana çıkarılmıştır.10 Emevîler devrinde Arap- Türk mücadelesi şeklinde gelişen ilişkiler, yeni dönemde fetih siyasetinin de yavaşlatılması sayesinde yumuşamış, buna mukâbil bölge halkının İslâmlaşma süreci hızlanmıştır.11 Mâverâünnehir bölgesinin idâresi Abbâsîler’in ardından yine hilâfet merkezinin himâyesi altında hüküm süren Tâhirîler ve Sâmânîler’e geçmiştir. Sâmânîler döneminde İslâmlaşması tamamlanan bölge, ilim, kültür, felsefe ve sanat alanlarında yetiştirdiği önemli şahsiyetlerle en parlak devrini yaşamıştır.12 Müfessir Dahhâk b. Müzâhim (ö. 105/723); ünlü muhaddisler Buhârî (ö. 256/870) ve Dârimî (ö. 280/894); kelâmcı İmâm Mâtürîdî (ö. 333/944); fakih Ebü’l-Leys es-Semerkandî (ö. 373/983) bunlardan bazılarıdır.13 Sâmânîlerden sonra bölge Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular arasında yaşanan siyasî mücadelelere sahne olur. H. 536 (1141) yılında yapılan savaşta Selçuklu Sultanı Sencer’in putperest Karahıtaylar’a mağlup olmasından sonra Mâverâünnehir’in yönetimi tekrar el değiştirir. Bölgede Karahıtaylar’ın hâkimiyeti, Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın bu devlete son vermesine kadar sürer. Karahıtaylı Devleti’nin yıkılmasının ardından doğan siyasî karışıklıklar üzerine Hârezmşah hükümdarı Sultan Alâeddin Muhammed h. 607 (1210) yılında Mâverâünnehir şehirlerini ülkesinin topraklarına katar. Ancak bu hâkimiyet çok kısa sürecek, Cengiz Han yönetimindeki Moğol istilasıyla birlikte bölgenin siyasî yapısı tamamen değişecektir.14 Müslüman coğrafyacılar tarafından, şehirlerinin mâmurluğu, topraklarının verimliliği, ekin, meyve vb. mahsûlleri ile ehlî hayvanlarının bolluğu, nüfûsunun çokluğu, halkının cömertliği, misâfirperverliği, cesareti, yol ve geçitlerinin mükemmelliği gibi 10 Hakkı Dursun Yıldız, a.g.e., s. 50 vd.; Nesimi Yazıcı, a.g.e., s. 35; Sönmez Kutlu, Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000, s. 155. 11 Mâverâünnehir’in İslâmlaşma süreci hakkında bk. Zekeriya Kitapçı, İslâm Hidâyet Güneşi Doğu Turan Yurdunda, Konya 2004, s. 139; Z. Velidi Togân, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, 75-79. 12 bkz. İhsân Zünûn Sâmirî, el-Hayâtü’l-ilmiyye zemene’s-Sâmâniyyin, Beyrut 2001, s. 36 vd. 13 Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 227; Osman G. Özgüdenli, a.g.e., XXVIII, 178; M. Zâhir Bigi, a.g.e., s. 43. 14 bkz. Barthold, a.g.e., s. 299; Z. Velidi Togân, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, 56- 60. 62 özellikleriyle kendisinden uzun uzadıya söz ettiren Mâverâünnehir bölgesi, tarihî “İpek Yolu” ve eski Hind-Baharat ticâret yollarının kavşak noktasında bulunması sebebiyle ilk çağlardan itibaren birçok din, kültür ve medeniyetin uğrak yeri olmuştur.15 B) Moğol İstilâsı Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin doğduğu yıllarda Mâverâünnehir bölgesinde ortaya çıkan ve etkilerini onun tüm hayatı boyunca sürdürecek olan önemli olayların başında kuşkusuz Moğol istilâsı gelmektedir. Asıl mesleği demircilik olan Cengiz Han (1155-1227), Moğolistan bozkırlarında dağınık halde yaşayan Moğolları belli bir teşkilât altında birleştirmek amacıyla örfe dayalı kanunlar çıkartarak, o zamana kadar birbirleriyle savaşan oymakları bir araya getirip güçlü bir birlik oluşturmayı başarır.16 Hazırladığı kalabalık bir orduyla Çin üzerine yürüyen Cengiz Han (Temuçin), 1215’de Pekin’i zaptederek Çin fethini tamamlar ve 1216’da Moğolistan’a geri döner.17 Başlangıçta Cengiz Han, sınır komşusu olan Hârezmşahlar ile iyi ilişkiler kurmak ve iki devlet arasında anlaşma sağlayarak ticaret kervanlarına serbestçe hareket edebilecekleri güvenli bir ortam oluşturmak istemektedir. Ancak tarihte “Otrâr Fâciâsı” olarak adlandırılan olay neticesinde, Moğol ordularının uzun yıllar devam edecek olan yıkıcı “doğu seferi” başlamış olur. 15 Barthold, “Mâverâünnehir”, İA, VII, 409. Bizans ve Çin İmparatorlukları arasında ticârî, kültürel ve dinî bir köprü olan “İpek Yolu”, Suriye kıyılarından başlayarak Dicle ve Fırat nehirlerini geçip, İran topraklarını bir baştan bir başa aşarak Merv şehrine varıyordu. Daha sonra Ceyhun havzasına giren İpek Yolu Beykend, Buhâra, Semerkant, Üşrûsene, Fergana, Kaşgar ve Hoten’den geçerek Çin’e ulaşıyordu. Bu büyük kervan yoluna adını veren ipek, tarihte yalnızca en değerli tekstil ürünü ve en çok rağbet gören ticâret malı olmakla kalmamış, üretildiği devirlerden itibaren yabancı ülkeler arasında ilk değişim aracı ve altının mukabili sayılan yegâne değer olmuştur. Bu nedenle İpek Yolu ticaretinin orta yerinde bulunan Mâverâünnehir, Doğu ve Batı kültürlerinin buluşma noktası, insanlık medeniyetinin temellerinin atıldığı ve değerler alış verişinin yapıldığı bir mekân vazifesini görmüştür. bk. Ahmet Rıza Bekin, İpek Yolu, Ankara 1981, s. 23; Z. Velidi Togân, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, I, 94; Helmut Uhlig, İpek Yolu (trc. Alev Kırım), İstanbul 2000, s. 27; Louis Ligeti, Bilinmeyen İç Asya (trc. Sadrettin Karatay), Ankara 1986, s. 58; Richard N. Frye, The Heritage of Central Asia, Princeton 1996, s. 153. 16 Cüveynî, Târîh-i Cihân Gûşâ (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1999, s. 87; Laszlo Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Vârisleri ve İlk Müslüman Türkler (nşr. Ş. K. Seferoğlu- Adnan Müderrisoğlu), Ankara 1983, s. 78; İbn Battuta, Tuhfetü’n- nüzzâr (nşr. A. Murat Güven), İstanbul ts., s. 277. 17 Cüveynî, a.g.e., s. 117-118; Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 418. 63 Sultan Muhammed ile Cengiz Han arasında elçilerin gelip gittiği bir sırada, yanlarında altın, gümüş, Çin ipeklileri, kunduz ve samur kürkleri gibi değerli eşyalarla yüklü 500 deve bulunan ve tamamı müslüman olduğu tahmin edilen 450 kişilik bir kervan Moğolistan’dan hareketle Hârezmşah ülkesine bağlı bulunan Otrâr (Utrâr) şehrine ulaşır. Şehrin valisi, Sultan Hârezmşah’ın tutuklanmalarını istediği tüccarları, casusluk ithâmında bulunarak öldürme kararı alır. Bu olaydan sonra Cengiz Han’ın durumu görüşmek için gönderdiği elçinin de öldürülmesi üzerine, Mâverâünnehir’in Moğollar tarafından istilası kaçınılmaz bir hâle gelir.18 1219’da Otrar’ı muhasara eden Moğollar, kuzey-doğu istikametinden güney- batı yönüne doğru hareketle 1221 yılının başlarında bütün Mâverâünnehir’i ele geçirerek Horasan sınırına kadar ulaşmışlardır. Beklenmedik bir zamanda ortaya çıkan ve süratle gelişen Moğol saldırılarına hazırlıksız yakalanan bölge halkı çok büyük bir yıkımla karşı karşıya gelmiştir. Otrar, Cend, Fenaket, Hocend, Buhâra, Belh, Semerkant, Nesef, Tirmiz, Merv ve Nişâbur gibi yüzlerce yıllık geçmişe sahip çok sayıda bilim ve medeniyet merkezi, Moğollar tarafından yıkılıp yağmalanmış; sayısız ilmî ve edebî eser yok edilmiş, müslüman halk katliâma mâruz bırakılmış ve pek çok bilgin bölgeden göç etmek zorunda kalmıştır.19 Cengiz Han’ın ölümü üzerine (1227) tahta çıkan oğlu Ögedey zamanında Mâverâünnehir’in idâresi, özellikle vergi toplamak gibi iktisâdî işlerin yönetimi, Mahmûd Yalavaç el-Hârezmî adındaki Türk kökenli bir valiye bırakılmıştır. Mahmûd Yalavaç (Yalvaç) bölgeye tayin edildikten sonra Hocend’e yerleşmiş ve bütün bölgeyi yardımcıları vasıtasıyla buradan yönetmiştir. Buhâra’da Mahmûd Târâbî adındaki bir şahıs önderliğinde gelişen ve Moğol istilâsından en çok etkilenen, fakir köylülerce desteklenen Târâbî isyânının Moğol ordusu tarafından bastırılmasının ardından Mahmûd Yalavaç, Çin (Pekin) valiliğine atanır ve yerine burada uzun yıllar görev yapacak olan oğlu Mesûd Bey getirilir.20 Mâverâünnehir, Yalavaçlar’ın umûmî valiliği döneminde Moğol tahribâtının izlerinden kurtularak, yeniden müreffeh bir ülke görünümü kazanmıştır. Örneğin Buhâra şehri nüfus, zenginlik ve ilmî gelişme bakımından diğer İslâm şehirleri arasında seçkin bir konuma yükselmiştir. Şehirde biri Mesûd Bey, diğeri ise Cengiz 18 Nesevî, Celâlüddin Harezemşâh (trc. Necip Asım Yazıksız), İstanbul 1934, s. 30. 19 Derya Örs, “Necmüddîn-i Râzî, Hayatı ve Eserleri”, Nüsha, sy. 6, 2002, s. 20; İbn Battuta, a.g.e., s. 178; Cüveynî, Târîh-i Cihân Gûşâ, s. 134-150. 20 Cüveynî, a.g.e., s. 137-141; Ganizhamal Kushenova, “Ögedey Kaan Devrinde Türkistan’da Teşkilat Yapısı”, Bilig, sy. 38, 2006, s. 187. 64 Han’ın küçük oğlu Tûluy’un hanımı Sorkoktani Bige tarafından yaptırılan iki medreseden her birinin bin kadar öğrencisinin bulunduğu belirtilmektedir. Bir Hıristiyan olan Sorkoktani Bige’nin Hâniye ve Mesûdiyye adındaki bu iki medreseye on biner bâliş bağışta bulunması dikkat çekicidir. Ayrıca Kâşgar’daki Mesûdiyye medresesinin de aynı dönemde kurulduğu kaydedilmektedir.21 Mesûd Bey’den sonra aynı görevi sürdüren oğulları da, 1223 yılından 1306’ya kadar şehirleri askerî müdâhalelerden uzak bir şekilde idâre etmeye çalışmışlardır.22 Her ne kadar Mâverâünnehir’de Yalavaçlar ailesi, doğrudan Moğol hükümdarı Ögedey’e bağlı olsalar da, bölgenin diğer idârecileri Çağataylar ailesidir. Nitekim Cengiz’in ölümü üzerine oğulları arasında ülke toprakları taksim edilmiş ve ikinci oğul Çağatay’a Türkistan bölgesi verilmiştir. 1306 yılından îtibâren Ögedey Devleti hâkimiyetinin sona ermesiyle çift başlı yönetim ortadan kalkmış ve ülkede Çağatay Hanlığı dönemi başlamıştır.23 C) Nesef (Karşı) Şehri Coğrafî konumu bakımından Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan “Nesef” şehri, Kaşka-Deryâ (Keşke-Deryâ) vâdisi üzerinde kurulmuştur. Şehrin asıl adı “Nahşeb”dir, ancak bölgenin İslâm idâresine girmesinden sonra bu kelimeden muharref olarak, Araplar tarafından “Nesef” adıyla anılmaya başlanmış ve bu isim giderek yaygınlık kazanmıştır. Buhâra’yı Belh’e bağlayan yol üzerinde yer alan Nesef, Buhâra’dan yaya olarak beş günlük (yaklaşık 150 km), Belh’den ise sekiz günlük mesafede bulunmaktadır. Yine o dönemde Nesef’ten Keş’e ulaşım üç, oradan da Semerkant’a iki günlük yolculukla mümkün olmaktadır.24 Ayrıca Nesef’ten, Keş yolunu takiben Tirmiz’e de ulaşılmaktadır. Tarihî yapısı îtibâriyle düz bir alan üzerine kurulmuş olan Nesef’ten Keş yönüne doğru iki günlük mesafede dağlık arazi başlamaktadır. Ceyhun nehrine doğru uzanan alan ise ıssız bir çöl görünümündedir. Keş sularının birleşmesiyle oluşan Kaşka-Deryâ 21 Cüveynî, a.g.e., s. 447; Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 501- 507. 22 Mustafa Kafalı, Çağatay Hanlığı, İstanbul 2005, s. 70. 23 Çağataylar’dan sonra Mâverâünnehir’e Timur Devleti hâkim olmuştur. XVI. yüzyıl başlarından itibaren Özbeklerin idâresine giren bölge topraklarının büyük bir bölümü bugün, S.S.C.B.’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan Özbekistan sınırları içinde yer almaktadır. bk. Seyfi Çelebi, L’ouvrage de Seyfi Çelebi: Historien Ottoman du XVIe Siecle (nşr. Joseph Matuz), Paris 1968, s. 123-133; Z. Velidi Togân, Umûmî Türk Tarihine Giriş, I, 64. 24 Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s.148. 65 nehri, şehrin tam ortasından geçerek civardaki köylere ulaşır, en sonunda Ceyhun’a yönelir, ancak ona kavuşamadan kumlar arasında kaybolur. Bazı seneler nehrin suları tamamen kurumakta, bu nedenle başka akarsuyu olmayan şehirde tarla ve bahçeler kuyu suyu ile sulanmaktadır.25 Nesef’e bağlı irili ufaklı pek çok köy ve nahiyenin bulunduğu kaydedilmektedir. Bunlardan Buhâra yolu üzerindeki “Kesbe” köyünün Nesef’ten daha büyük olup henüz on ikinci asırda bir cuma camiine sahip bulunduğu belirtilmektedir. Coğrafyacıların verdiği bilgiye göre, onuncu yüzyılda (h. IV yy.) Nesef’in bir kalesi ve bir dış mahallesi mevcuttur. Şehrin Neccâr (Buhâra), Semerkant, Keş ve Gûbdîn adlarıyla anılan dört kapısı vardır. Vilâyet sarayı nehir boyunda “Köprübaşı” denilen yerde inşâ edilmiştir. Cuma Camii, şehrin Guddîn Kapısı yanında; bayram namazlarının kılındığı namazgâh, Neccâr Kapısı civarında; çarşılar ise saray ile cami arasında bulunmaktadır.26 Doğu, güneydoğu ve Hindistan ile Buhâra arasında bir köprü vazifesi görmesi sebebiyle ticarî bakımdan büyük önem taşıyan, etrafındaki bozkırlar için aynı zamanda bir pazar vazifesi gören Nesef, tarihte halıları, semerleri, bıçak, kama, kılıç vb. silahları, bakırdan yapılan eşyaları, üzüm ve tütün gibi çeşitli zirâî ürünleriyle meşhûrdur.27 Emevî valisi Kuteybe b. Müslim döneminde İslâm idâresine giren şehrin halen kullanılmakta olan “Karşı” adını alması, Moğol istilâsı sonrasına dayanmaktadır. Cengiz Han, Mâverâünnehir şehirlerini ele geçirdikten sonra ordusundaki askerleri ve atlarını dinlendirmek üzere 1220 yılı yazını Nesef civarında geçirmiş, bu tarihten îtibâren Moğol beyleri Nesef ve civarını yaylak olarak benimsemişlerdir.28 Çağatay hanlarından Kebek (1318-1326), şehirden yaklaşık iki buçuk fersah mesafede (12-16 km) kendisi için bir köşk yaptırmış ve böylece şehre Moğolca “saray” anlamına gelen “Karşı” adı verilmiştir. Ünlü seyyâh İbn Battuta 1333 yılında Kebek Han’ın kardeşi Tarmaşirin Han (1326-1334) ile burada karşılaşmıştır. Putperest Moğol geleneğini terk ederek İslâmiyeti 25 Yakut el-Hamevî, Mu‘cemü’l-Büldân, V, 285; Hudûdü’l-‘âlem, s. 114; V. Minorsky, “Nahşeb”, İA, IX, 40. 26 Makdisî, Ahsenü’t-tekâsîm fî ma‘rifeti’l-ekâlîm, Leiden 1967, s. 282-283; Yakut el-Hamevî, a.g.e., V, 285; Guy Le Strange, Büldanü’l-hilâfeti’ş-Şarkiyye (trc. Beşir Fransis), Beyrut 1985, s. 513-514. 27 Makdisî, a.g.e., s. 283; Şemseddin Sâmî, Kâmûsu’l-a‘lâm, V, 3510; R. Rahmeti Arat, “Karşı”, İA, VI, 364. 28 Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, s. 452; Cüveynî, a.g.e., s. 150. 66 seçen ilk Moğol hükümdârı olan Tarmaşirin, onu Türkçe ifadelerle samimi bir şekilde karşılamış ve kendi otağında misafir etmiştir.29 Moğol saraylarının nehrin güneyine yapılması nedeniyle şehir yavaş yavaş güneye kaymış, Timur’un (1370-1404) burada bir kale inşa ettirmesi ile kısmen bugünkü yerine kavuşmuştur. Buhâra Hanlığı döneminde nüfus bakımından, Buhâra’dan sonra hanlığın en kalabalık şehri olan Nesef’in yirminci yüzyıl başlarında binden fazla ev, on altı mescit, üç kervansaray ve on iki medreseye sahip olduğu dikkate alınarak, yaklaşık elli bin civarında bir nüfusu barındırdığı tahmin edilmektedir.30 İslâm tarihi boyunca Nesef şehri, “Nesefî” nisbesiyle anılan Hanefî-Mâtürîdî ilim geleneğine bağlı pek çok âlim ve düşünürün yetiştiği önemli bir ilim merkezi olmuştur. Bunlar arasında İbrâhim b. Ma‘kel b. Muhammed en-Nesefî (ö. 294/906), Ebû Ahmed Îsâ b. Hüseyin en-Nesefî (ö. 385/995), Ebü’l-Abbâs Ca‘fer b. Muhammed el- Müstağfirî en-Nesefî (ö. 432/1040)31 Ebü’l-Muîn Meymûn b. Muhammed en-Nesefî (ö. 508/1115) ve Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed en-Nesefî’nin (ö. 538/1142) isimlerini zikretmek mümkündür.32 Ayrıca burada yetişmiş olup şehrin daha önceki adına izâfeten “Nahşebî” nisbesi ile tanınan bazı bilgin ve düşünürler de mevcuttur. Sûfî Ebû Turâb en-Nahşebî (ö. 245/860), fakîh Ebû Bekir Muhammed b. Âsım en-Nahşebî (ö. 452/1060), Tûtînâme ve Silkü’s-sülûk gibi eserleriyle tanınan şâir ve mutasavvıf Seyyid Ziyâeddîn en-Nahşebî (ö. 751/1350) bunlardan bazılarıdır.33 II. Nesefî’nin Hayatı Ebü’l-Berekât en-Nesefî, günümüzde Özbekistan toprakları içerisinde yer alan Nesef (Karşı) şehrinde dünyaya gelmiştir. Doğum 29 “Sultan bana hitâben Türkçe: ‘Hoş musun, yahşi misin, kutlu eyüsün!’ Yani ‘nasılsın, iyi misin? Gelişin bize şeref verdi!’ deyip yaya olarak otağına gitti.” İbn Battuta, a.g.e., s. 280. 30 V. Minorsky, a.g.e., s. 40; R. Rahmeti Arat, a.g.e., s. 364. 31 Kaynaklar, döneminin önemli fakih ve muhaddisleri arasında yer alan Müstağfirî’nin Târîhu Nesef ve Keş adlı bir eserinden bahsetmektedir. Ancak bu eser günümüze ulaşmış değildir. bk. Sem‘ânî, el-Ensâb, V, 487; Zehebî, Târihü’l-İslâm ve vefeyâtü’l-meşâhir ve’l-a‘lâm, XXIX, 364; Leknevî, el- Fevâidü’l-behiyye fî terâcîmi’l-Hanefiyye (nşr. Ahmed Za‘bî), Beyrut 1998, s. 57. 32 Nesef’te yetişmiş, çoğunluğu fakîh ve kelâmcı olan bilginler hakkında geniş bilgi için bk. İbn Kutluboğa, Tâcü’t-terâcim, Bağdat 1962, s. 21 vd.; Ömer en- Nesefî, el-Kand fî zikri ulemâi Semerkand (nşr. Nazar Muhammed el-Fâryâbî), Riyad 1991, s. 26 vd.; Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, Ankara 2006, s. 32 vd. 33 bkz. Müstakîmzâde, Mecelletü’n-nisâb, vr. 421a; Rıza Kurtuluş, “Nahşebî”, DİA, XXXII, 309-310. 67 tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak onun, Hanefî fukahâsından Şemsüleimme el-Kerderî’nin (ö. 642/1244) talebesi olduğu dikkate alınarak, muhtemelen hicrî yedinci yüzyılın ilk çeyreğinde (620/1223 yılı civarında) dünyaya geldiği tahmin edilmektedir.34 Moğol istilâsının bütün tahrîbâtına rağmen, o dönemde İslâm dünyasının ve özellikle Hanefî mezhebinin en önemli ilim merkezlerinden biri olma niteliğini koruyan Buhâra’da tahsilini sürdürdüğü anlaşılan Ebü’l-Berekât en-Nesefî,35 Şemsüleimme el- Kerderî’nin yanı sıra devrin önemli bilginlerinden olan Bedreddîn Hâherzâde (ö. 651/1254) ve Hamîdüddîn ed-Darîr’den de (ö. 666/1268) ders almıştır.36 34 Bedreddin Çetiner, Ebü’l-Berekât en-Nesefî ve Medârik Tefsîri, İstanbul 1995, s. 30; Temel Yeşilyurt, a.g.e., s. 23; Murteza Bedir, “Nesefî”, DİA, XXXII, 567. 35 Kaynaklarda Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin hayatı hakkında verilen bilgiler son derece sınırlı, birbirini tekrar eder nitelikte ve ayrıntıdan yoksundur. Tabakât kitaplarında Nesefî’nin biyografisine ayrılan bölümlerde ise daha ziyâde kendisinin eserlerinden bahsedilmektedir. Bu nedenle onun Nesef’teki çocukluğu, Buhâra’ya gidişi ve oradan ayrıldığı tarih hakkında ne yazık ki kesin mâlumâtımız bulunmamaktadır. 36 Bazı kaynaklarda Nesefî’nin hocaları arasında Ebû Nasr Zeynüddin Ahmed b. Muhammed el-Attâbî’nin (ö. 586/1190) de adı geçmektedir. Buhâra’nın “Dârü Attâb” mahallesine nispetle Attâbî lakabıyla tanınan Ebû Nasr Zeynüddin Ahmed, Mâverâünnehir Hanefî bilginleri arasında seçkin bir yere sahiptir. Onun talebesi olan Şemsüleimme el-Kerderî’nin kendisinden, Şeybânî’nin ez- Ziyâdât adlı kitabına yazdığı Şerhu’z-Ziyâdât adlı eserini rivayet ettiği bilinmektedir. Attâbî, 586 (1190) yılında Buhâra’da ölmüş ve Kelâbâz’daki “Kudâtü’s-seb‘a” (Yedi Kadı) mezarlığına defnedilmiştir. Nesefî’nin h. 620 yılı civarında doğduğu dikkate alındığında, onun bu tarihten yaklaşık 34 yıl önce vefat etmiş olan bir şahsın talebesi olması mümkün gözükmemektedir. Buna rağmen “Bazı kaynaklar onu niçin Attâbî’nin talebesi olarak göstermekte ısrar etmektedir?” sorusuna verilen cevaplardan ilkinde, Attâbî’nin “Hâfızüddîn” lakaplı başka bir talebesinin bulunduğu ve bu şahsın tabakât müelliflerince Nesefî ile karıştırıldığı ifade edilmektedir. Bu görüşün doğru kabul edilmesi durumunda, söz konusu şahsın kimliği meselesi ortaya çıkmaktadır. Hâfızüddîn lakabını taşıyan bu ikinci şahsın yukarıda adı geçen Hâfızüddîn el-Kebîr Muhammed el-Buhârî olduğunu (İbnü’l-Hinnâî’nin Tabakâtü’l-Hanefiyye adlı eserinin tahkîkinde böyle bir tercih açıkça ortaya konulmaktadır) söylemek de bir hayli güçtür. Nitekim Buharî’nin biyografisini veren kaynaklar, onun doğum tarihi olarak h. 615 yılı üzerinde müttefiktir. Ayrıca onun hocası olarak Şemsüleimme el-Kerderî’nin dışında başka bir isim de zikredilmemektedir. Bu ihtimal bir kenara bırakılırsa, Nesefî’nin, Şerhu’z-Ziyâdât’ı hocası Şemsüleimme el-Kerderî’den, onun da hocası Attâbî’den okuduğunu, böylece aralarında dolaylı bir hoca-talebe ilişkisinin bulunduğunu söylemek daha isâbetli görünmektedir. Ancak Hediyyetü’l-‘ârifîn’de Şemsüleimme el- Kerderî’nin lakapları arasında “Hâfızüddîn” ifadesinin de zikrediliyor olması, problemin çözülebilmesi için eldekiler dışında yeni kaynaklara ihtiyaç bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir. bk. Kureşî, el-Cevâhirü’l- 68 Eğitimini Buhâra’da tamamlayan Nesefî, döneminde yaşanan siyasî istikrarsızlıklar sebebiyle,37 muhtemelen h. 671 (1273) yılında buradan ayrılarak daha güvenli bir yer olan Kirman’a yerleşmiştir.38 Kirman’daki Kutbiyye-Sultâniyye Medresesi’nde uzun yıllar müderrislik yaptığı bilinen Nesefî, bu görevi esnasında değişik eserler ve ders kitapları yazmış, bunlardan bazılarını talebelerine bizzât kendisi okutmuştur. Nesefî’nin yetiştirdiği çok sayıda talebe içerisinden yalnızca Muzafferüddîn İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1295), Hüsâmüddîn es-Siğnâkî (ö. 711/1311) ve “Sa’dü’l-mille ve’d-dîn” lakabıyla kaydedilen Mahmûd b. Ahmed ed-Dihlevî (ö. [ ? ])39 adlı bir şahsın isimleri zikredilmektedir. mudıyye, I, 299; II, 295; Bedreddin el-Aynî, Târîhu'l-Bedr fi evsâfi ehli'l-eser, Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 840, VIII, 60b; İbn Kutluboğa, Tâcü’t-terâcim, s. 30; Suyûtî, Tabakâtü'l-müfessirîn (nşr. Ali Muhammed Ömer), Kahire 1976, s. 32- 33; Taşköprüzâde, Tabakâtü’l-fukahâ (nşr. el-Hâc Ahmed Neyle), yy. 1961, s. 100; İbnü’l-Hinnâî, Tabakâtü’l-Hanefiyye, s. 241, 264-265; Temîmî, Tabakâtü's-seniyye fî terâcîmi'l-Hanefiyye, II, 72-73; Leknevî, el-Fevâidü’l- behiyye, s. 173; İsmail Paşa, Hediyyetü’l-‘ârifin, I, 87; II, 122; Temel Yeşilyurt, a.g.e., s. 26; Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, s. 55; Halit Ünal, “Attâbî”, DİA, IV, 93. 37 İlhanlılar ile Çağataylar arasında yaşanan hâkimiyet mücadeleleri neticesinde, h. 671 yılı ortalarında İlhanlı ordusu Buhâra’yı işgal etmişse de, kısa bir müddet sonra 7 Recep 671 (22 Ocak 1273) tarihinde Çağataylar, şehri tekrar ele geçirmişlerdir. Yaşanan hadiseler esnasında şehir, İlhanlılar tarafından yağmalanmış, çok sayıda insan katledilmiş, şehrin bütün âbideleri ve medreseleri ikinci kez tahrip edilmiştir. Hanefî fakihlerinden Lü’lüî adıyla tanınan Ebü’l-Mehâmid Mahmûd el-Buhârî’nin (ö.671/1272) de bu dönemde Moğollarca şehid edilen bilginler arasında yer aldığı kaydedilmektedir. bk. Kureşî, a.g.e., III, 450; İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 72; Kâtib Çelebi, Keşfü’z- zünûn, II, 1868; Berthold Spuler, İran Moğolları (trc. A. Cemal Köprülü), Ankara 1957, s. 82; Arminius Vambery, Târîhu Buhâra (trc. Ahmed Mahmûd Sâdâtî), Kahire ts., s. 196; Mustafa Kafalı, Çağatay Hanlığı, s. 114-115. 38 Muhtemelen Nesefî’nin Kirman’da bulunduğu h. 671 yılının (1272-1273) kışında bu şehre uğrayan Batılı seyyâh Marco Polo, ondan beğeniyle söz etmektedir. Polo’nun ifadesiyle “Kirman, değerli madenlerin çıkartıldığı, at koşumları ve silah imâlâtının yapıldığı refah içinde huzurlu bir yerdir. Buranın halkı sâkin, mütevâzı ve barışçıldır.” Nesefî’nin vefâtına yakın bir tarihe (706/1306) kadar İlhanlılar’a bağlı olarak Karahıtay asıllı Kutluğhanlılar hânedanı tarafından yönetilen Kirman’ın, özelikle Kutluğ Türkân Hâtun (1257-1283) döneminde çok müreffeh bir yer olduğu kaydedilmektedir. bk. Marco Polo, Dünyanın Hikaye Edilişi, I, 104-105; Cüveynî, a.g.e., s. 479; Berthold Spuler, a.g.e., s. 171-174; Marcel Bazin, “Kirman”, DİA, XXVI, 62. 39 Yalnızca Kefevî tarafından zikredilen bu şahsın kimliği hakkında herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. bk. Kefevî, Ketâibü a‘lâmi’l-ahyâr, vr. 288b. 69 Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Kirman’da ne kadar kaldığı,40 bu arada başka yerlere yaptığı ilmî seyahatler ve görüştüğü kimseler hakkında kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bununla birlikte Nesefî’nin 710 (1310) yılında Bağdat’a yaptığı ziyaret kayda geçmiştir. Kaynakların belirttiğine göre bu ziyaretten dönüş yolculuğunda rahatsızlanan Nesefî, Hûzistan eyâletine bağlı Îzec (Mâlülemîr) şehrinde 710 yılının Rebîülevvel ayında (Ağustos 1310)41 bir cuma gecesi vefat etmiş ve orada defnedilmiştir.42 A) Hocaları 1- Şemsüleimme el-Kerderî (ö. 642/1244) Döneminin önemli Hanefî fakihlerinden biri olan Ebü’l-Vecd Şemsüleimme43 Muhammed b. Abdüssettâr b. Muhammed el-İmâdî el-Kerderî, 559 (1164) yılında Hârizm bölgesine bağlı Kerder şehrinin Berâtekîn kasabasında dünyaya gelmiştir. Hârizm’de eğitimine başlayan Kerderî, burada Mutarrizî’den Arap dili ve belâgatıyla ilgili dersler almış, daha sonra Semerkant’a giderek Burhâneddîn el-Merğînânî’den kendi eseri el-Hidâye’yi okumuş, aynı sırada İmâmzâde Mecdüddîn es-Semerkandî’den fıkıh ve hadis dersleri almıştır. Tahsiline devam etmek üzere Buhâra’ya geçen Kerderî, burada Bedreddîn Ömer el-Versekî, Şerefüddîn Ömer el-Akîlî, Ömer b. Bekir ez-Zerencerî, Ömer b. Ebû Bekir ez- Zemahşerî, Ahmed b. Muhammed el-Attâbî, Kutbüddîn Muhammed es-Serahsî, Nûreddîn es-Sâbûnî ve Fahreddîn Kâdîhân gibi pek çok önemli bilginden fıkıh, usûl, hadis ve tefsir dersleri almıştır. 40 H. 689 (1290) yılında el-Kâfî adlı eserini Kutbiyye-Sultâniyye Medresesi’nde okuttuğu bilindiğine göre, Nesefî’nin Kirman’dan ayrılması daha sonraki bir tarihte gerçekleşmiş olmalıdır. bk. Kefevî, a.g.e., vr. 288b. 41 Kaynakların ittifak ettiği h. 710 (1310) yılından farklı olarak; Kureşî, İbn Hacer, İbn Tağrîberdî ve İbnü’l-Hinnâî gibi tabakât müellifleri, Nesefî’nin vefât tarihi olarak h. 701 (1301) yılını göstermektedir. Yine Taşköprüzâde, h. 751 tarihini verirken; Kâtib Çelebi ise h. 710 yılının yanı sıra 701 ve 711 yılını da zikreder. bk. Kureşî, el-Cevâhirü’l-mudıyye, II, 295; İbn Hacer, ed-Dürerü’l- kâmine, II, 352; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 73; Taşköprüzâde, Tabakâtü’l-fukahâ, s. 113; İbnü’l-Hinnâî, Tabakâtü’l-Hanefiyye, s. 266; Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zünûn, I, 119; II, 1168, 1640, 1675, 1867, 1922. 42 İbn Râfî, Târîhu ulemâi Bağdâd (nşr. Abbâs Azzâvî), Beyrut 2000, s. 53; Fîrûzâbâdî, el-Mirkâtü’l-vefiyye fî tabakâti’l-Hanefiyye, vr. 31a; İbn Hacer, a.g.e., II, 352; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 72; Leknevî, el-Fevâidü’l- behiyye, s. 182-183; İsmail Paşa, Hediyyetü’l-’ârifin, I, 464; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-müfessirûn, I, 304; Züheyr Zaza, Tertîbü’l-a‘lâm ale’l-a‘vâm, I, 452; Kehhâle, Mu‘cemü’l-müellifîn, VI, 32. 43 “Şemsüleimme” tâbiri Halvânî, Serahsî, Kerderî ve Zerencerî gibi Hanefî fıkhının önemli bilginlerinden bir kısmına müştereken verilmiş bir lakaptır. bk. Leknevî, en-Nâfiü’l-kebîr, s. 56. 70 Şemsüleimme el-Kerderî’nin yetiştirdiği talebeler arasında, Bedreddîn Muhammed el-Kerderî (Hâherzâde), Seyfeddîn el-Bâharzî, Hamîdüddîn ed-Darîr, Sirâcüddîn Muhammed b. Ahmed el-Karnebî, Fahreddîn Muhammed el-Maymerğî,44 Hâfızüddîn el-Buhârî ve Ebü’l- Berekât en-Nesefî45 gibi bilginler bulunmaktadır. 9 Muharrem 642 (17 Haziran 1244) tarihinde vefat eden Kerderî, Buhâra yakınlarındaki Sebezmûn’a defnedilmiştir. Kaynaklarda Kerderî’ye ait Te’sîsü’l-kavâid (fî ismeti’l-enbiyâ), Hanefî fakihlerinden Hüsâmeddin el-Ahsikesî’nin (el-Ahsiketî) el- Müntehab fî usûli’l-mezheb (Muhtasaru’l-hüsâmî) adlı eserine yazdığı bir şerh ve Hallü müşkilâti'l-Kudûrî gibi eserlerin adı verilmektedir. Bununla birlikte Kerderî’nin günümüze ulaşan tek eseri, İmâm Gazzâlî’nin el-Menhûl adlı eserin sonunda İmâm Şâfiî ve mezhebinin üstünlüğünü vurgulamak amacıyla Ebû Hanîfe’ye ağır ithamlarda bulunulduğunu görmesi üzerine, buna cevap olarak yazdığı bir risâledir. Çeşitli kütüphanelerde yazmaları mevcut olan bu risâlenin nüshaları el-Hakku’l-mübîn fî def‘i şübehâti’l-mübtılîn, Risâle fî te’yîdi mezhebi Ebî Hanîfe, er-Red ve’l-intisâr alâ mezhebi İmâmi’l-eimme ve Sirâci’l-ümme; es-Seyfü’l-meslûl ve el-Fevâidü’l-münîfe gibi farklı isimler taşımaktadır.46 2- Bedreddîn Hâherzâde el-Kerderî (ö. 651/1254) Şemsüleimme el-Kerderî’nin kız kardeşinin oğlu olması sebebiyle “Hâherzâde” lakâbıyla da anılan Bedreddîn Muhammed b. Mahmûd b. Abdülkerîm el-Kerderî (ö. 651/1254), küçük yaşlardan itibaren dayısının yanında yetişmiş ve onun önde gelen öğrencileri arasında yer almıştır. Fıkıh ve Arap dili sahalarında derinleşen Bedreddîn Hâherzâde’nin yetiştirdiği öğrenciler arasında Nesefî’nin yanı sıra Ebü’l-Mehâmid Mahmûd b. Muhammed el-Buhârî’nin de adı zikredilmektedir. Hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip 44 Fahreddîn Muhammed b. Muhammed b. İlyâs el-Maymerğî’nin hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte bu şahıs, hocaları ve talebeleri bakımından Hâfızüddîn el-Buhârî’ye olan yakınlığıyla dikkat çekmektedir. Her iki bilginin de ortak öğrencileri arasında Maymerğî’nin yeğeni Alâuddîn Abdülaziz el-Buhârî ve Hüsâmüddin es-Siğnâkî’nin isimlerini saymak mümkündür. bk. Siğnâkî, Kitâbü’l-Vâfî fî usûli’l-fıkh, “neşredenin girişi”, I, 38; Kureşî, a.g.e., III, 318-319; İbnü’l-Hinnâî, a.g.e., s. 265; Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, s. 77. 45 Kureşî ve Leknevî, Şemsüleimme el-Kerderî’nin talebesi olarak Nesefî’nin yerine Fahreddîn el-Maymerği ile birlikte Hâfızüddîn el-Buhârî’yi zikretmektedir. bk. Kureşî, a.g.e., III, 230; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 291. 46 Fîrûzâbâdî, el-Mirkâtü’l-vefiyye, vr. 67a; Bedreddin el-Aynî, Târîhu'l-Bedr fi evsâfi ehli'l-eser, VIII, 113a; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü’z-zâhire, VI, 351; İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 64; İbnü’l-Hinnâî, Tabakâtü’l-Hanefiyye, s. 253; Kehhâle, Mu‘cemü’l-müellifîn, X, 167; Ahmet Özel, “Kerderî”, DİA, XXV, 277. 71 olmadığımız47 Bedreddîn Hâherzâde, h. 651 (1254) yılında vefat etmiş48 ve Buhâra’da dayısı Şemsüleimme el-Kerderî’nin yanına defnedilmiştir.49 Hâherzâde’nin kaynaklarda zikredilen el-Cevâhirü’l- manzûme fî usûli’d-dîn adlı kelâm ilmine dair muhtasar eserinin bir nüshası günümüze ulaşmıştır.50 3- Hamîdüddîn ed-Darîr (ö. 666/1268) Hamîdüddîn Ali b. Muhammed b. Ali ed-Darîr er-Râmüşî el- Buhârî (ö. 666/1268) Şemsüleimme el-Kerderî’den fıkıh, Cemâlüddin el-Mahbûbî’den hadis dersleri almış ve Hanefî fıkhı, fıkıh usûlü, tefsir ve cedel ilmi sahalarında döneminin Mâverâünnehir bilginleri arasında seçkin bir konuma yükselmiştir. Talebeleri arasında Ebü’l- Berekât en-Nesefî ve Ebü’l-Mehâmîd Mahmûd b. Muhammed el- Buhârî’nin adları zikredilmektedir. H. 8 Zilkâde 666 (20 Temmuz 1268) tarihinde Buhâra’da vefat eden Hamîdüddîn ed-Darîr, aynı yerde defnedilmiştir.51 el-Fevâid (Şerhü’l-Hidâye), Şerhü’l-Manzûmeti’n-Nesefiyye, Şerhü’n-Nâfî‘ ve Şerhü’l-Câmii’l-kebîr52 Hamîdüddîn ed-Darîr’in başlıca eserleri arasında yer almaktadır.53 47 Bu duruma işaret eden İbn Tağrîberdî, Hanefî ulemâsının tabakât ve tarih eserleri yazma hususunda ihmalkâr davrandıklarını, bu sebeple pek çok değerli bilginin biyografisinin birkaç satırla geçiştirildiğini söyler. bk. İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VIII, 189. 48 T. Yeşilyurt ve Heffening, Hâherzâde’nin vefat yılı olarak 1253 tarihini vermektedir. Ancak kaynaklarda geçen “Zilkâde ayının sonu” ifadesi dikkate alındığı takdirde, bu tarih 1254 olarak tashih edilmelidir. Zirâ hicrî 651 yılı Zilkâdesinin 10. günü, 1 Ocak 1254 miladî tarihine tekâbül etmektedir. bk. Kureşî, a.g.e., III, 363; Bedreddin el-Aynî, Ikdü’l-cümân fî târîhi ehli’z-zamân, I, 83; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, XI, 115. krş. Temel Yeşilyurt, a.g.e., s. 26; Heffening, “Nesefî”, İA, IX, 199. 49 Kureşî, a.g.e., III, 362-363; İbnü’l-Hinnâî, a.g.e., s. 263; Leknevî, el-Fevâidü’l- behiyye, s. 327-328; İsmail Paşa, Hediyyetü’l-‘ârifîn, II, 125. 50 bkz. Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 2449. 51 Kaynaklarda cenâzesinde yaklaşık elli bin kişilik büyük bir kalabalığın hazır bulunduğu, namazının talebesi Nesefî tarafından kıldırıldığı ve yine onun tarafından kabre konulduğu kaydedilir. bk. Kureşî, a.g.e., II, 597; İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 46; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VIII, 189. 52 Kaynakların zikrettiği bu eserlerin yanı sıra müellifin günümüze ulaşan Ta’lîka alâ Usûli'l-Pezdevî veya Hâşiye alâ Usûli'l-Pezdevî adıyla kayıtlı, fıkıh usûlüne dair bir eseri daha mevcuttur. bk. Beyazıt Devlet Ktp., Merzifonlu, nr. 280; Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 1319, 1321. 53 İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 46; İbnü’l-Hinnâî, a.g.e., s. 264; Kehhâle, a.g.e., VII, 217; Ahmet Özel, Hanefî Fıkıh Âlimleri, s. 69. 72 B) Talebeleri 1- Muzafferüddîn İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1295) Muzafferüddîn Ahmed b. Ali b. Tağlib b. Ebû Ziyâ el-Ba‘lebekkî el-Bağdâdî (ö. 694/1295) aslen Ba‘lebekli olup, h. 651 yılında Bağdat yakınlarındaki Dertenk’te dünyaya gelmiştir. Astronomiyle ilgilenen ve aynı zamanda Bağdat’ın Müstansıriyye kapısında saat imalâtçılığı yapan babasına nispetle “İbnü’s-Sââtî” lakâbıyla meşhûr olmuştur. Muzafferüddîn İbnü’s-Sââtî, Bağdat’ta eğitim görmüş, Zahîrüddîn Muhammed b. Ömer en-Nevcâbâzî ve Ebü’n-Nedâ el- Harrânî gibi bilginlerden ders almıştır. Kefevî’nin naklettiğine göre h. 683 (1284) yılında Kirman’a giderek Nesefî’den el-Vâfî adlı eserinin bir özeti olan Kenzü’d-dekâik’i okumuştur.54 Fıkıh, fıkıh usûlü, kelâm, Arap dili ve edebiyatı sahalarında uzmanlaşan İbnü’s-Sââtî, Bağdat’taki Muvaffakıyye ve Müstansıriyye medreselerinde uzun müddet hocalık yapmıştır. Tâceddîn İbnü’s-Sebbâk, oğlu Mecdüddîn İbnü’s-Sââtî ve Rükneddîn es-Semerkandî gibi isimler talebelerinden bazılarıdır. H. 694 (1295) yılında vefat eden İbnü’s-Sââtî, Bağdat’ta meşhur sûfî Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanına defnedilmiştir. İbnü’s-Sââtî’nin kaynaklarda adı geçen ed-Dürrü’l-mendûd fi’r- red alâ feylesûfi’l-Yehûd adlı eserinin dışında günümüzde mevcut olan ve üzerine pek çok şerh çalışması yapılan Mecmau’l-bahreyn ve mülteka’n-neyyireyn ile el-Bedî‘ (Nihâyetü’l-vüsûl ilâ ilmi’l-usûl) adlı iki eseri daha bulunmaktadır.55 2- Hüsâmüddîn es-Siğnâkî (ö. 711/1311) Hüsâmüddîn Hüseyin b. Ali b. Haccâc b. Ali es-Siğnâkî (ö. 711/1311), Hâfızüddîn el-Kebir Muhammed b. Muhammed el- Buhârî’nin56 yanı sıra Fahruddîn Muhammed b. Muhammed el- 54 Kefevî, a.g.e., vr. 288b, 290a; Heffening, a.g.e., IX, 199-200. 55 İbn Râfî, Târîhu ulemâi Bağdâd, s. 29; Fîrûzâbâdî, el-Mirkâtü’l-vefiyye, vr. 6b; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, I, 420-423; Taşköprüzâde, Miftâhü's-saâde, II, 187-188; Temîmî, a.g.e., I, 400-401; Kâtib Çelebi, a.g.e., I, 734; II, 1599; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 51; Ahmet Özel, “İbnü’s-Sââtî”, DİA, XXI, 190. 56 İnceleme imkânı bulduğumuz eski ve yeni bütün kaynaklar ittifakla Nesefî’nin talebeleri arasında Siğnâkî’nin ismini zikretmektedir. Bununla birlikte aynı kaynaklarda Siğnâkî’nin biyografisi verilirken hocası olarak Nesefî yerine, Hâfızüddîn el-Kebîr Mumammed el-Buhârî’nin adı geçmektedir. Bu durum Nesefî’nin aslında Siğnâkî’nin hocası olmadığı, fakat kaynakların biri tarafından Hâfızüddîn lakabı nedeniyle Muhammed el-Buhârî ile karıştırıldığı ve bu hatanın daha sonraki tabakât eserlerinde de tekrarlandığı kanaatini uyandırmaktadır. Şâyet bu kanaat doğru kabul edilecek olursa, sadece Nesefî’nin hayatının kaleme alındığı satırlarla sınırlı kalan bu yanlışlığın, bazen birkaç sayfa arayla kaydedilen Siğnâkî’nin biyografisine yansımaması ve birbiriyle çelişen bu iki bilginin günümüze kadar hiçbir müellifin dikkatini 73 Maymerğî, Alâeddîn b. Ebû Bekir es-Semerkandî gibi bilginlerden fıkıh, Gucdüvânî’den de nahiv okumuştur. Kaynakların verdiği bilgiye göre kendisine genç yaşta müftîlik ve müderrislik görevi verilen Siğnâkî, Mısır ve Habep’te bulunmuş, Bağdat’a giderek Hadariyyîn mahallesinde bulunan “Meşhedü Ebî Hanîfe Medresesi”nde ders vermiştir. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra 710’da (1310) Şam’a geçmiş ve 711 (1311) yılında Haleb’de vefat etmiştir.57 Hanefî fıkhı, fıkıh usûlü, nahiv ve kelâm sahalarında dönemin önemli isimleri arasında sayılan Siğnâkî’nin talebeleri arasında İbnü’l-Adîm, Kıvâmüddin Muhammed el-Kâkî ve Celâleddin el-Kurlânî, Şemseddin el-Kaşgarî gibi bilginlerin isimleri zikredilir. el-Hidâye’nin önemli şerhlerinden biri olan en-Nihâye, Kitâbü’l-Vâfî fî usûli’l-fıkh (Kahire 2003), el-Kâfî Şerhu’l-Pezdevî (Riyad 2001), Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin et-Temhîd adlı kitabına yazdığı şerh olan et-Tesdîd fî Şerhi’t-Temhîd,58 en-Necâhü’t-tâlî tilve’l-Merâh,59 Muvassal fi Şerhi’l-Mufassal, Dâmigatü’l-mübtediîn ve nâsiratü’l- çekmemesi hayli şaşırtıcıdır (Bu durumun aksine Taşköprüzâde, Siğnâkî’nin hocası olarak Nesefî’yi gösterir. bk. Tabakâtü’l-fukahâ, s. 119). Öte yandan tabakât müelliflerinin konu hakkındaki değerlendirmeleri de birbiriyle çelişir vaziyettedir. Meselâ Leknevî’ye göre, Şemsüleimme el- Kerderî’den ders almış olan Hâfızüddîn lakaplı iki bilgin bulunmaktadır; bunlardan ilki Ebü’l-Alâ’nın hocası Mumammed el-Buhârî, diğeri ise Siğnâkî’nin hocası Ebü’l-Berekât en-Nesefî’dir. Temîmî ise, Siğnâkî’nin Muvassal fi Şerhi'l-Mufassal adlı eserini h. 676 (1277) yılında Hâfızüddîn el- Buhârî’den okuduğunu kaydetmektedir. Yine Siğnâkî’nin Kitâbü’l-Vâfî adlı eserine neşredenin yazdığı girişte, Nesefî ile Siğnâkî’nin yaklaşık olarak aynı dönemde yaşamış olmaları, vefat tarihleri arasındaki yakınlık (710-711), eserleri arasındaki konu (isim) ve üslup bezerliği vb. hususlara dikkat çekilmekte ve Siğnâkî’nin aynı eserin hâtimesinde Nesefî’yi akranları arasında zikrettiği belirtilmektedir. bk. Siğnâkî, Kitâbü’l-Vâfî fî usûli’l-fıkh, “neşredenin girişi”, I, 42; Temîmî, a.g.e., III, 151; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 173. 57 Muhtelif kaynaklarda Siğnâki’nin haccettiği, ayrıca Mısır, Halep, Şam ve Bağdat’a gittiği kaydedilmektedir, fakat bu ziyaretlerinin kronolojik sıralaması üzerinde bir ittifak söz konusu değildir. Aynı şekilde bazı kaynaklar onun, ömrünün sonuna doğru memleketine geri döndüğünü, h. 711 veya 714 (1311-1314) yılında Merv’de vefat ettiğini belirtmektedir. bk. İbn Râfî, Târîhu ulemâi Bağdâd, s. 41; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, V, 164; Taşköprüzâde, Miftâhü’s-saâde, II, 266; Temîmî, a.g.e., III, 151; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 107. 58 Orta bir hacme sahip olan bu eserin muhtelif yazma nüshaları ülkemiz kütüphanelerinde mevcuttur. 59 Abdullah Osman Abdurrahmân Sultân tarafından Mekke Ümmülkurâ Üniversitesi’nde yüksek lisans tezi olarak tahkîki yapılan eserin (1993) bir yazması Antalya Elmalı İlçe Halk Ktp., nr. 3027’de kayıtlıdır. bk. Siğnâkî, Kitâbü’l-Vâfî fî usûli’l-fıkh, “neşredenin girişi”, I, 62. 74 mühtedîn60 Siğnâkî’ye nispet edilen başlıca eserler arasında yer almaktadır.61 II. Nesefî’nin Eserleri A) Fıkha Dâir Eserleri 1- el-Müstasfâ Ebü’l-Kâsım Muhammed es-Semerkandî’nin (ö. 556/1161) en- Nâfi‘ adlı eserine yazılmış bir şerhtir.62 Nesefî’nin, hocaları Kerderî ve Darîr’in derslerinde aldığı notlarla bu konuda mevcut bazı eserlerden derlenen bilgilerin bir araya getirilmesinden meydana gelen söz konusu çalışma, h. 665 (1267) yılında tamamlanmıştır. Nesefî, eserde geçen “allâme” sözüyle Şemsüleimme el-Kerderî’yi; “şeyh” veya “üstâd” nitelemeleriyle Hamîdüddîn ed-Darîr’i; “el-Mebsût” ifadesiyle ise Şemsüleimme es-Serahsî’nin (ö. 483/1090) ünlü eserini kastetmektedir.63 Bu eserin günümüze ulaşan muhtelif yazmaları arasında el-Mustasfâ fî Şerhi’n-Nâfi‘ adıyla Amasya Bayezid İl Halk Ktp., nr. 269 ve Beyazıt Devlet Ktp., Merzifonlu, nr. 212’de; el- 60 Yazmaları için bk. Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 153, Laleli, nr. 3648. 61 Kureşî, a.g.e., II, 114-116; İbn Hacer, a.g.e., II, 60; İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 25; İbnü’l-Hinnâî, a.g.e., s. 278-279; Temîmî, a.g.e., III, 150-151; Taşköprüzâde, Miftâhü’s-saâde, II, 266. 62 Nesefî’nin el-Müstasfâ’sının, bazı kaynaklarda el-Menâfi‘ adıyla zikredilmesinin bir karıştırmadan kaynaklanmış olabileceği söylenmektedir (Murteza Bedir, a.g.e., XXXII, 567). Ancak kaynakların pek çoğunda, müellifin el-Musaffâ adını taşıyan diğer eseri el-Müstasfâ adıyla kaydedildikten sonra, Semerkandî’nin en-Nâfi‘ isimli kitabına yazdığı bu şerhin el-Menâfi‘ adıyla zikredilmesi, bu kullanımın söz konusu iki eserin karıştırılmasını önlemek amacıyla bilinçli olarak tercih edildiğini göstermektedir (bk. Kureşî, a.g.e., II, 295; İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, II, 352; İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 72; İbn Kutluboğa, a.g.e., s. 30; Taşköprüzâde, a.g.e., II, 188; İbnü’l- Hinnâî, a.g.e., s. 266; Temîmî, a.g.e., IV, 154). Öte yandan Kâtib Çelebi ve Bağdatlı İsmail Paşa, Nesefî’nin el-Müstasfâ’sının yanı sıra en-Nâfi‘ adlı eserin, Ebû Hafs Ömer en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) oğlu Ahmed en-Nesefî’ye (ö. 552/1157) ait başka bir şerhinin daha bulunduğunu kaydetmektedir. el- Menâfi‘ fî fevâidi’n-Nâfi‘ adını taşıyan bu şerhe benzer şekilde Isparta Halil Hâmit Paşa Kütüphanesi’nde Hâfızüddîn müellif ismine kayıtlı, h. 799 (1396) tarihli, Fevâidü’n-Nâfi‘ adlı bir yazma bulunmaktadır. Söz konusu eserin adı geçen müellife mi, yoksa Nesefî’ye mi ait olduğu tetkik edilmeye muhtaçtır. bk. Isparta Halil Hâmit Paşa Ktp., nr. 1874. krş. Kureşî, a.g.e., I, 226; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1922; İsmail Paşa, a.g.e., I, 85. 63 Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1922. 75 Müstasfâ fî Şerhi’l-Fıkhi’n-Nâfi‘ adıyla Beyazıt Devlet Ktp., nr. 2469’da kayıtlı bulunanları zikretmek mümkündür.64 2- el-Musaffâ Meşhur Hanefî fıkıh ve kelâm bilgini Ebû Hafs Necmeddîn Ömer en-Nesefî’nin (ö. 537/1142) Ebû Hanîfe ile İmâm Şafiî ve İmâm Mâlik arasındaki fıkhî ihtilâfları konu edinen el-Manzûmetü’n- Nesefiyye isimli eserinin bir şerhidir.65 Nesefî bu eserini, el- Müstasfâ’yı bitirdikten sonra yazmaya başlamış ve 20 Şâban 670 (22 Mart 1272) tarihinde tamamlamıştır.66 Yazmaları değişik kütüphanelerde mevcut olan eserin, Çorum İl Halk Kütüphanesi’ndeki el-Musaffâ Şerhu'l-Manzûme fi'l-hilâfiyyât li-Ebî Hafs en-Nesefî adıyla kayıtlı 303 varaktan oluşan, 690 tarihli nüshası, müellif hattı olarak gösterilmektedir.67 Eserin bazı yazmaları ise el-Mustasfâ adıyla kaydedilmiştir.68 3- el-Vâfî Kaynakların naklettiğine göre başlangıçta Burhâneddîn el- Merginânî’nin (ö. 593/1197) meşhur eseri el-Hidâye’yi şerh etmeyi düşünen Nesefî, daha sonra bu niyetinden vazgeçmiş ve el- Hidâye’nin üslûbuna uygun olarak el-Vâfî adlı eseri kaleme almıştır.69 Hanefî fıkhının genel bir özeti niteliğini taşıyan eserde Ebû Hanîfe ve diğer Hanefî bilginlerin yanı sıra Şâfiî ve Mâlikîler’in 64 Kâtib Çelebi, Nesefî’nin bu eseri Müstasfâ mine’l-müstevfâ adıyla kaydettiğini belirtmektedir. Nitekim Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu adla kayıtlı bir eser bulunmaktadır. bk. Süleymaniye Ktp., Turhân Vâlide Sultân, nr. 156. krş. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1867. 65 Bazı kaynaklarda müellifin, Ömer en-Nesefî’nin el-Manzûme’sini el-Müstasfâ adıyla şerh ettiği, daha sonra da aynı şerhin bir hülâsasını yazdığı kaydedilmektedir. Bursa ve Edirne’de bulunan el-Musaffâ fî muhtasari’l- Müstasfâ adıyla kayıtlı nüshaların gerçekten söz konusu esere ait olup olmadıkları incelenmelidir. bk. Bursa Bölge Yazmalar Ktp., Haraççıoğlu, nr. 487; Edirne Selimiye Ktp., nr. 734, 740. krş. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1867; İsmail Paşa, Hediyyetü’l-’ârifin, I, 464; Kays Âl-i Kays, el-Îrâniyyûn ve’l-edebi’l- Arabî, I, 408; Heffening, a.g.e., IX, 200. 66 Kefevî, a.g.e., vr. 288b-289a; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1867. 67 Çorum İl Halk Ktp., nr. 1406. 68 Süleymaniye Kütüphanesi’nde bu adla kayıtlı yirmi iki adet eser bulunmaktadır, ayrıca Edirne Selimiye Kütüphanesi’nde el-Müstasfâ adıyla kayıtlı iki eser daha mevcuttur. bk. Edirne Selimiye Ktp., nr. 375, 378; Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 1304, Cârullah, nr. 755, Fâtih, nr. 1841, Lâleli, nr. 979. 69 Nakledildiğine göre Nesefî, kendisinin de el-Hidâye üzerine bir şerh yazdığı bilinen dönemin önemli fakihlerinden Tâcüşşerîa Ömer b. Ahmed’in: “Bu onun şânına yakışmaz” demesi üzerine bu niyetinden vazgeçmiştir. bk. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1997; Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 173. 76 görüşlerine de yer verilmiştir. Eserde şahısları belirtmek amacıyla çeşitli rumuzlar kullanılmış; bu amaçla Ebû Hanîfe (ح), Ebû Yusuf ,(ك) İmâm Mâlik ,(ف) İmâm Şâfiî ,(ز) Züfer ,(م) İmâm Muhammed ,(س) Hanefîlerin görüşü ise (و) harfiyle remz edilmiştir.70 Eserin bizzât müellif tarafından yapılmış olan el-Kâfî fî Şerhi’l-Vâfî adlı şerhinin yanında, Ebü’l-Bekâ Muhammed b. Ahmed el-Mekkî (ö. 854/1450) tarafından da şerh edildiği kaydedilmektedir.71 4- el-Kâfî fî Şerhi’l-Vâfî Nesefî’nin el-Vâfî adlı eserine kendisinin yazdığı bir şerhidir. el- Hidâye’nin eksik ve muğlak yönlerini tamamlamak amacıyla kaleme alınan şerhin hazırlanmasında ez-Ziyâdât, el-Câmiu’l-kebîr, el- Câmiu’s-sağîr, el-Manzûme ve el-Mebsût gibi önemli Hanefî klasikleriyle bazı fetâvâ ve vâkıât kitaplarından yararlanıldığı kaydedilmektedir. 12 Ramazan 684 (11 Kasım 1285) tarihinde tamamlanan eserin72 ülkemiz kütüphanelerinde yüze yakın yazma nüshası bulunmaktadır.73 5- Kenzü’d-dekâik el-Muhtâr, el-Vikâye ve Mecmau’l-bahreyn ile birlikte Hanefî fıkhının dört mûteber kaynağından birini teşkil eden bu eser, Nesefî’nin el-Vâfî adlı eserinin bir özeti mâhiyetindedir. Mukaddimesinde de belirtildiği üzere, sıkça rastlanan olaylar hakkında verilen fetvaları kapsayan eser, Hanefî mezhebinde mûteber kabul edilen görüşleri genellikle delillerini zikretmeden özet bir tarzda sunmadaki başarısıyla dikkat çekmektedir. Müellif, eserin yazımında bu metodu kullanmasının sebebi olarak, insan psikolojisinin hacimli kitaplardan ziyâde bilgileri derli toplu veren muhtasar çalışmalara yönelmesini göstermektedir.74 İlim çevrelerinde büyük rağbet gören ve uzun yıllar Osmanlı 70 Eserin muhtelif yazmaları için bk. Adıyaman İl Halk Ktp., nr. 5; Beyazıt Devlet Ktp., nr. 2233; Çorum İl Halk Ktp., nr. 1427; Süleymaniye Ktp., Cârullah, nr. 902, Lâleli, nr. 1237. 71 Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1997; Kays Âl-i Kays, el-Îrâniyyûn ve’l-edebi’l-Arabî, I, 408. 72 Brockelmann, eserin 22 Ramazan 684 (21 Kasım 1275 [bu tarih 1285 olmalıdır]) tarihinde Buhâra’da tamamlandığını kaydetmektedir. Ancak kaynakların verdiği bilgiye göre Nesefî’nin zikredilen tarihte Kirman’da bulunduğunu söylemek daha doğru olacaktır. bk. Brockelmann, GAL, II, 251. krş. Kefevî, a.g.e., vr. 288b, 290a; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1378. 73 Adana İl Halk Ktp., nr. 357; Hacı Selim Ağa Ktp., nr. 356; Köprülü Ktp., Fazıl Ahmed Paşa, nr. 612; Manisa İl Halk Ktp., nr. 537; Millet Ktp., Feyzullah Efendi, nr. 850; Süleymaniye Ktp., Molla Çelebi, nr. 66’da kayıtlı nüshalar bunlardan bazılarıdır. 74 Ahmet Yaman, “Kenzü’d-dekâik”, DİA, XXV, 261. 77 medreselerinde ders kitapları arasında yer alan eserin, şerhleriyle birlikte XIX. yüzyılda Şam ve Kahire medreselerinde okutulduğu kaydedilmektedir.75 Eserin müstakil ve şerhleriyle birlikte yapılmış pek çok baskısı mevcuttur.76 Fahreddîn Ebû Muhammed Zeylâî’nin (ö. 743/1342) Tebyînü’l-hakâik (Leknev 1302, Kahire 1303, Bulak 1313), Bedreddîn el-Aynî’nin (ö. 855/1451) Remzü’l-hakâik (Bulak 1285, Kahire 1902) ve Sadrüşşerîf İbrâhim b. Muhammed es-Semerkandî el-Leysî’nin (ö. 907/1501’den sonra) Müstahlasü’l-hakâik (Delhi 1287, Leknev 1870, Cihanpûr 1882) adlı çalışması Kenzü’d-dekâik’in önemli şerhleri arasında sayılmaktadır.77 B) Fıkıh Usûlüne Dâir Eserleri 1- Menârü’l-envâr Kitap, Pezdevî ile Serahsî’nin el-Usûl adlı eserlerinden hareketle kaleme alınmış ve tertîbinde Pezdevî’nin tarzına sadık kalınmıştır. Nesefî’nin eserde bütün fıkıh usûlü konularını özet halinde vermesi ve Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşleri “sahîh”, “muhtâr” vb. ifadelerle belirtmesi eserin ilmî çevrelerce beğenilmesini ve üzerinde en fazla çalışma yapılan metinler arasında yer almasını sağlamıştır. Eser, müstakil olarak ve şerhleriyle birlikte pek çok defa neşredilmiştir. Bunlar arasında Delhi 1287, Bulak 1298, Agra 1320, İstanbul 1315, 1326, Kahire 1979, Beyrut 2001 ve Riyad 2005 tarihli baskılarını zikretmek mümkündür. Kıvâmüddîn el-Kâkî’nin (ö. 749/1348) Câmiü’l-esrâr fî Şerhi’l- Menâr (Riyad 1997), Mahmûd b. Muhammed Dihlevî’nin (ö. 891/1486) İfâdâtü’l-envâr fî idâeti usûli’l-Menâr (Riyad 2005) ve Zeynüddîn İbn Nüceym’in (ö. 970/1563) Fethü’l-gaffâr bi Şerhi’l- Menâr (Beyrut 2001) adlı eseri, Menârü’l-envâr’ın neşredilen şerhleri arasında yer almaktadır. Bunlar içerisinde en meşhûru ise Abdüllatîf İbn Melek (ö. 801/1398) tarafından kaleme alınan ve Usûl-i İbn Melek (İstanbul 1292, 1341) olarak da bilinen eserdir.78 75 Heffening, a.g.e., IX, 200. 76 Lahor 1870, Bombay 1877, Delhi 1306, Beyrut 1307, Leknev 1892, Kahire 1311 tarihli baskıları kaydedilmektedir. bkz. Brockelmann, GAL, II, 251. 77 Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1515-1516; Brockelmann, GAL, II, 251; Kays Âl-i Kays, el-Îrâniyyûn ve’l-edebi’l-Arabî, I, 405; Ahmet Yaman, a.g.e., XXV, 261. 78 Taşköprüzâde, a.g.e., II, 188-189; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1823; Brockelmann, GAL, II, 250; Ferhat Koca, “Menârü’l-envâr”, DİA, XXIX, 118-119. 78 2- el-Münevvir fî Şerhi’l-Menâr Kaynaklarda belirtildiğine göre Nesefî, el-Menâr üzerine biri kısa diğeri daha uzun olmak üzere iki şerh kaleme almıştır. Bunlardan ilki el-Münevvir’dir.79 Eserin günümüze ulaşan yazmaları arasında Brockelmann’ın kaydettiği tek nüshanın (Indian Office, nr. 313) yanı sıra, Çorum Hasan Paşa İl Halk Kütüphanesi nr. 1593’de kayıtlı bir nüshasının daha bulunduğu belirtilmektedir.80 3- Keşfü’l-esrâr fî Şerhi Menâri’l-envâr “Musannifin Şerhi” adıyla da tanınan eser, Nesefî’nin el-Menâr üzerine daha geniş olarak kaleme aldığı ikinci şerhtir. Eserin muhtelif baskıları yapılmıştır. Bunlar arasında Bulak 1316-1317 ve Beyrut 1986 tarihli neşirlerini zikretmek mümkündür.81 4- Şerhü’l-Müntehab fî usûli’l-mezheb Hüsâmüddîn Muhammed b. Muhammed el-Ahsiketî’nin (ö. 644/1246) fıkıh usûlüne dâir muhtasar eseri el-Müntehab fî usûli’l- mezheb üzerine yapılmış bir şerh çalışmasıdır.82 Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî’nin el-Esrâr fi’l-usûl ve’l-fürû’u, Pezdevî ve Serahsî’nin Usûlü’l-fıkh adlı eserleri, Ebü’l-Fazl Abdurrahman b. Muhammed el-Kirmânî’nin el-Îzâh fi’l-fürû’u gibi fıkıh usûlüne dair önemli pek çok eserden istifade edilerek meydana getirilmiş orta hacimli bir çalışmadır. Eserin giriş bölümünde “besmele, emmâ ba‘d, lafzatulah, salât vb.” kavramların mânaları açıklanmış; daha sonra edile-i şer‘iyye, kıyâs, naslarla fâsid istidlâlde bulunmak, vâcibin hükmü, akıl ve ehliyet bahisleri gibi konular ele alınmıştır. 79 Temîmî, eserin adını el-Atf mine’l-Keşf olarak kaydeder. Ancak bu durum, İbn Tağrîberdî’nin eserine düşülen bir kayıttan da anlaşıldığı üzere (“eltafü minhü” ifadesinin eserin “Sîn” nüshasında “el-kutf minhü” şeklinde yazıldığı belirtilir), “eltafü mine’l-Keşf” yani “el-Keşf’ten daha küçük hacimli bir eser” ibâresinin farklı okunmasından kaynaklanan bir hata olmalıdır. bk. İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 72; Temîmî, a.g.e., IV, 155. 80 bkz. Brockelmann, GAL, II, 250; Murteza Bedir, a.g.e., XXXII, 568. 81 Taşköprüzâde, a.g.e., II, 188; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1823; Brockelmann, GAL, II, 250; Kays Âl-i Kays, a.g.e., I, 407; Heffening, a.g.e., IX, 199. 82 Bazı kaynaklarda Nesefî’nin adı geçen eser üzerine, biri diğerinden daha uzun olmak üzere iki farklı şerh kaleme aldığı belirtilmektedir. bk. İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî, VII, 73; Temîmî, a.g.e., IV, 155; Leknevî, el-Fevâidü’l- behiyye, s. 173; İsmail Paşa, a.g.e., I, 464. 79 Salim Öğüt tarafından Ümmülkurâ Üniversitesi’nde doktora tezi olarak çalışılan eser (Mekke 1988) daha sonra ülkemizde yayımlanmıştır (İstanbul 2003).83 C) Tefsire Dâir Eseri 1- Medârikü’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl Müellifin olgunluk dönemi eserlerinden sayılan bu tefsir çalışması, büyük ölçüde Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) meşhur eseri el-Keşşâf’tan istifade edilerek meydana getirilmiştir. Dirâyet tefsirleri içerisinde yer alan eserde aynı zamanda hadislerle, sahâbe ve tâbiîn görüşlerinden oluşan rivâyet malzemelerine de yer verilmiştir. Nesefî, eserinde belirttiğine göre çevresindekilerin de teşvikiyle ne okuyucuyu usandıracak kadar uzun, ne de anlaşılamayacak kadar kısa olan, orta hacimde, i‘râb ve kırâat farklarını gösteren, bedî‘ ve işârât ilimlerini ihtiva eden, Ehl-i sünnet’in görüşlerini ortaya koyan ve ehl-i bid‘at inançlarından da uzak duran bir eser meydana getirmek maksadıyla böyle bir tefsir yazmaya karar vermiştir.84 Kolay anlaşılır ve akıcı bir üslûpla kaleme alınan eserde ağırlıklı olarak lafızların kırâat ve i‘râb özellikleri üzerinde durulmuş, yeri geldikçe fıkhî ve kelâmî meselelere değinilmiştir. Nesefî, eserinde ahkâm âyetlerini Hanefî mezhebine uygun olarak tefsir etmiş; kelâmî meselelerle ilgili âyetleri ise Mâtürîdiyye mezhebine uygun olarak yorumlarken, Eş‘arîliğe yönelik herhangi bir tenkitte bulunmamıştır. Ayrıca eserde Hasan Basrî, Mâlik b. Dînâr, İbrâhîm b. Edhem ve Fudayl b. İyâz gibi bazı ilk dönem sûfîlerine ait sözlerin nakledilmesi dikkat çekicidir.85 Eser pek çok defa neşredilmiştir. Bunlar arasında Bombay 1279, Kahire 1306, 1326, 1374, İstanbul 1317-1319, Bulak 1936 ve Beyrut 1989, 1996 tarihli neşirleri zikretmek mümkündür. Eser üzerine yapılmış muhtelif hâşiye çalışmalarının yanı sıra, Zeynüddîn Ebû Muhammed el-Aynî (ö. 893/1488) ve Burhâneddîn Muhammed en-Nesefî (ö. 687/1288) tarafından yapılmış iki de ihtisâr çalışması mevcuttur.86 Bedreddin Çetiner tarafından eser hakkında “Ebü’l-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefî ve Medârikü’t-tenzîl ve hakâikü’t-te’vîl Adlı Eseri” ismiyle bir doktora tezi hazırlanmış (Atatürk ÜİF 1983), ayrıca Halis Ören tarafından Keşşâf ve Nesefî Tefsirlerinde Hz. Mûsâ 83 Nesefî, Şerhu Hâfızüddîn en-Nesefî li Kitâbi’l-Müntehab fî usûli'l-mezheb (nşr. Salim Öğüt), İstanbul 2003, “neşredenin girişi”, s. 53-70. 84 Nesefî, Medârikü’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl, I, 13-14. 85 Mustafa Öztürk, a.g.e., XXVIII, 292. 86 Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1640; Ayâzî, el-Müfessirûn, s. 635; Kays Âl-i Kays, a.g.e., I, 404. 80 ile İlgili İsrâiliyyât (MÜSBE 1988), Hasan Selbes tarafından Medârikü’t-tenzîl ve Hakâiku’t-te’vîl’in İsrâiliyyât Açısından Tahlîli (MÜSBE 1998), Recai Çetres tarafından Nesefî’nin “Medâriku’t-tenzîl” Adlı Eserinde Hadisin Rolü ve Hadislerin Tahrîci (Atatürk ÜSBE 2001) ve Harun Abacı tarafından Beyzâvî ve Nesefî’deki İ‘tizâl Etkilerinin İncelenmesi (MÜSBE 2006) adıyla dört farklı yüksek lisans çalışması yapılmıştır. Harun Ünal ve Şerafettin Şenaslan’ın “Nesefî Tefsîri” adıyla Türkçe’ye tercüme ettiği eser, Mustafa Kasadar tarafından on cilt hâlinde yayımlanmıştır (İstanbul 2003-2012). D) Kelâma Dâir Eserleri 1- el-Umde Necmeddîn Ömer en-Nesefî’nin el-Akâid adlı risâlesine benzer tarzda, fakat ondan biraz daha ayrıntılı olarak kaleme alınmıştır. Medrese öğrencileri için kelâma başlangıç bilgilerini içeren muhtasar bir çalışma mâhiyetindeki eser ilmî çevrelerde Ömer en-Nesefî’nin söz konusu risâlesi kadar meşhûr olamamıştır. Eserde kelâmî meseleler ele alınırken öncelikle Mâtürîdiyye mezhebinin görüşü kısa ve öz olarak aktarılmış, daha sonra muhâlif fırkaların görüşlerine yer verilerek bunlara çeşitli istidlâllerle cevap verilmeye çalışılmıştır. Bilgi problemi, Allah’ın varlığı ve sıfatları, nübüvvet bahsi, kulun fiilleri, rızık, îmân, sem‘iyyât ve imâmet gibi klasik kelâm konularının tamamını ihtivâ eden eser, sade bir dil ve anlaşılır bir üslûpla kaleme alınmıştır.87 Nesefî’nin kendi şerhi olan el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd yanında eser üzerine yapılmış pek çok şerh çalışması mevcuttur. Ahmed b. Oğuz Dânişmend el-Akşehrî’nin el-İntikâd fî Şerhi Umdeti’l-i‘tikâd; Cemâleddin Mahmûd b. Ahmed el-Konevî’nin (ö. 770/1368) ez-Zübde fi Şerhi’l-Umde; Halil b. Abdullah el-Buhârî, Ekmeleddîn Muhammed el-Bâbertî (ö. 786/1385) ve Şemsüddîn Muhammed en-Niksârî’nin (ö. 901/1496) Şerhu Umdeti’l-akâid adlı eserlerini bunlara örnek olarak zikretmek mümkündür. Ayrıca Ebü’l-Fezâil Ahmed b. Ebû Bekir el- Mer‘aşî (ö. 870/1465) tarafından da eser üzerine bir nazım çalışmasının yapıldığı kaydedilmektedir.88 W. Cureton tarafından The Pillar of Creed adıyla İngilizce’ye çevrilen eser, Arapça metniyle birlikte neşredilmiştir (London 1843).89 Yine Temel Yeşilyurt tarafından tahkîk edilerek Türkçe’ye 87 Ebü’l-Berekât en-Nesefî, İslâm İnancının Ana Umdeleri (trc. Temel Yeşilyurt), Malatya 2000, s. 9-20. 88 İbn Tağrîberdî, el-Menhelü’s-sâfî , VII, 72; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1168; Kays Âl-i Kays, el-Îrâniyyûn ve'l-edebi'l-Arabî, I, 409; Heffening, a.g.e., IX, 200. 89 Brockelmann, GAL, II, 253. 81 çevrilen eser İslâm İnancının Ana Umdeleri adıyla yayımlanmıştır (Malatya 2000). 2- el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd el-Umde üzerine müellifin kendisi tarafından kaleme alınmış bir şerh çalışmasıdır. Açık ve anlaşılır bir üslûba sahip olan eser klasik kelâm konularının tamamını ihtivâ etmektedir. Genel bilgiler, ilâhiyyât, nübüvvet, irâde, kaza ve kader, imân, sem‘iyyât, muhtelif bahisler ve imâmet meselelerinden müteşekkil sekiz kısımdan oluşan eserde toplam elli dört fasıl başlığı bulunmaktadır. Eserin telifi 26 Cemâziyelevvel 698 (1 Mart 1299) tarihinde tamamlanmıştır.90 Klasik dönem Mâtürîdiyye kelâm anlayışını özlü bir biçimde sunma amacıyla kaleme alınan el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd’ın temel kaynakları Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Tebsıratü’l-edille’si ile Nûreddin es-Sâbûnî’nin el-Kifâye fi’l-hidâye adlı eseridir. Bu bakımdan eserin, Tebsıra’nın bir özeti niteliğini taşıyan Kitâbü’t-Temhîd ile olan plan ve ibâre benzerlikleri dikkatten kaçmaz.91 Diğer taraftan eserde İmâm Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi müteahhirîn dönemi Eş‘ariyye bilginlerine de bazı atıfların mevcut olması, müellifin selefi Ebü’l- Muîn en-Nesefî’nin yaklaşımının aksine Mâtürîdiyye ile Eş‘ariyye’nin ayrıldıkları noktaları vurgulamaktan çok bu iki mezhebin ortak yönlerini öne çıkarma eğilimi taşıdığını göstermektedir.92 Eserin günümüze ulaşan muhtelif yazmaları içerisinde h. 721 tarihini taşıyan Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 3085’de kayıtlı nüshası, gerek hattının düzgünlüğü gerekse müellifin vefat tarihi olan h. 710 yılına yakınlığıyla dikkat çekmektedir.93 Muhammed Yazıcı tarafından yüksek lisans tezi çerçevesinde metin tahkîki yapılmış olmasına rağmen, maalesef el-İ‘timâd’ın neşri henüz gerçekleştirilmemiştir. Yukarıda adı geçen ve Ebü’l-Berekât en-Nesefî’ye nispetinde herhangi bir şüphe taşımayan eserler dışında, bir kısım kaynaklar tarafından ona atfedilen diğer bazı eserler de mevcuttur. Bunlar arasında Şerhü’l-Hidâye,94 el-Leâli’l-fâhira fî ulûmi’l-âhira,95 Fezâilü’l- 90 Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 1168; Temel Yeşilyurt, a.g.e., s. 57-58. 91 bkz. Muhammed Yazıcı, Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd Adlı Eseri (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk ÜSBE 1992), s. 67. 92 Ebü’l-Berekât en-Nesefî, el-İ‘timâd fi’l-i‘tikâd, Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 3085, vr. 34a vd. 93 Eserin diğer bazı nüshaları için bk. Beyazıt Devlet Ktp., nr. 2801; Çorum İl Halk Ktp., nr. 4078; Süleymaniye Ktp., Lâleli, nr. 2317, 2365, Reşid Efendi, nr. 323. 94 Taşköprüzâde, bir kısım müelliflerin böyle bir eserden habersiz olduklarını söylerken; Temîmî ve Kâtib Çelebi, Nesefî’nin el-Hidâye üzerine yapılmış bir 82 a‘mâl96 ve Fâide mühimme li-def‘i külli nâzile mülimme97 adıyla kaydedilen eserleri zikretmek mümkündür. Sonuç Tabakât müelliflerince yapılan değerlendirmelerde Ebü’l- Berekât en-Nesefî’nin sadece bir şârih veya derlemeci olmadığı vurgulanmaktadır. Özellikle fıkıh ilmindeki vukûfiyeti sebebiyle, bazılarınca farklı rivâyetler arasında zayıf olanı sağlam olandan ayırt edebilecek temyîz niteliğine sahip bir fakîh olarak değerlendirilirken; bazı müellifler onu taklîd ve temyîzin ötesinde fıkıhta içtihâd yetkisine sahip bir bilgin; kimileri ise mezhepte müçtehidlerin sonuncusu saymaktadır.98 Ömrünü Nesef, Buhâra ve Kirman gibi farklı ilim merkezlerinde geçiren Nesefî’nin telîfâtının çokluğu ve şöhretinin yaygınlığına rağmen hayatı hakkında kaydedilen bilgilerin sınırlılığı bir yana, tabakât müelliflerince nakledilenlerin kendi içerisinde çelişkili olması hayli dikkat çekicidir. Bu çelişkileri farklı kanallardan yola çıkarak aşmaya çalıştığımız araştırmamızda, öncelikle Ebû Nasr Zeynüddin el-Attâbî’nin, Nesefî’nin hocaları arasında yer almasının mümkün olamayacağı sonucuna ulaşmış bulunuyoruz. İkinci olarak da Hüsâmüddîn es-Siğnâkî’nin, Nesefî’nin değil kendisiyle aynı lakabı paylaşan Ebü’l-Fazl Muhammed el-Buhârî’nin öğrencisi olduğu kanaati ağırlık kazanmaktadır. Nitekim Ebû Hanîfe’ye ait Risâle adlı eserin rivâyet senedinde yer alan Siğnâkî’nin, bu eseri Hâfızüddin el- Buhârî’den okuduğunun belirtiliyor olması da aynı kanaati desteklemektedir.99 Diğer taraftan Nesefî’nin hayatı ve eserleriyle ilgili, biyografilerin aydınlatmakta yetersiz kaldığı diğer soruları ise, daha ziyâde onun eserlerinde yer alan satır arası bilgilerden hareketle cevaplayabilme imkânı bulunmaktadır. şerhinin bulunmadığını belirtmektedir. bk. Taşköprüzâde, Miftâhü’s-saâde, II, 188; Temîmî, a.g.e., IV, 155; Kâtib Çelebi, a.g.e., II, 2034. 95 bkz. İsmail Paşa, a.g.e., I, 464; Brockelmann, GAL, II, 253. 96 Kâtib Çelebi, a.g.e., I, 4, 446; II, 1274; İsmail Paşa, a.g.e., I, 464; Brockelmann, GAL, II, 253. Ayrıca bk. Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 3976/1. 97 Brockelmann, GAL, II, 253. 98 Leknevî, el-Fevâidü’l-behiyye, s. 172. 99 Ebû Hanîfe, “Risâletü Ebî Hanîfe ilâ Osmân el-Bettî”, el-Akîde ve ilmü’l-kelâm min a‘mâli’l-İmâm Muhammed Zâhid el-Kevserî içinde, s. 629. 83