2015 Cilt 13 Sayı 1

Permanent URI for this collection

Browse

Recent Submissions

Now showing 1 - 13 of 13
  • ItemOpen Access
    Yenidoğan yoğun bakım hemşirelerinin preterm yenidoğanlara uygulanacak terapötik pozisyonlar hakkındaki bilgi düzeyi
    (Uludağ Üniversitesi, 2015-02-17) Aydın, Diler; Çiftçi, Esra Karaca
    Giriş: Preterm yenidoğanların yenidoğan yoğun bakım ünitesinde (YYBÜ) yoğun stres yaşadıkları ilk günlerde gelişimsel bakımlarında tüm sistemlerinin optimal düzeyde fonksiyonelliğinin sağlanması için çok özel pozisyonlarda yatırılmaları gereklidir. YYBÜ’de pozisyon yönetiminin temel amacı; bebeklerin tedavi/bakım girişimlerinin neden olduğu ağrı/acıdan ve çevreden kaynaklanan stresörlerden etkilenmesini azaltmak, aynı zamanda postürlerini koruyarak stresle baş etmeyi sağlamalarını kolaylaştırmaktır. Bu çalışma Türkiye’de yenidoğan yoğun bakım hemşirelerin preterm yenidoğanlara uygulanacak terapötik pozisyonlar hakkındaki bilgi düzeylerini belirlemek amacı ile planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırma Şanlıurfa ilinde YYBÜ’de görev yapan ve çalışmaya katılmayı kabul eden 52 yenidoğan hemşiresi ile Eylül-Aralık 2012 tarihleri arasında kesitsel ve tanımlayıcı tipte yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin %57,7’si intrauterin dönemde fetüsün fizyolojik fleksiyon pozisyonda bulunduğunu belirtirken; hemşirelerin sadece %11,5’i YYBÜ’ndeki preterm bebeklere uygulanabilecek terapötik pozisyonların prone, supine ve yan yatış pozisyonları olduğunu belirtmişlerdir. Hemşireler YYBÜ’nde preterm bebeklere doğru pozisyon vermenin yararları olarak bebeklerin stresle başetmelerini yükselttiği (%32,7), baş ve ekstremitelerin dış hat oryantasyonu kolaylaştırdığını (%28,8) belirtmişlerdir. Pretermlere yanlış pozisyon vermenin zararlarını olarak ise en çok motor ve davranışsal bozukluklara (%32,7) ve kalıcı postür bozukluklarına (%26,9) neden olduğunu belirtilmiştir. Amerikan Pediatri Akademisi’nin (APA) önerisi ile preterm bebeklerin yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) yattığı sürece verilecek pozisyona, hemşirelerin %44,2’si prone pozisyonu; taburcu olduktan sonra ise ani bebek ölümü sendromu (ABÖS) riskinin önlenmesi için verilecek pozisyona, hemşirelerin %25’i supine pozisyonu cevabını vermişlerdir. YYBÜ hemşirelerinin %67,3’ü preterm bebeklerin çevresel stresörlere en fazla duyarlı oldukları dönemin YYBÜ’ndeki ilk günler olduğu ve %61,5’i ise preterm bebeklerin gelişimleri için vücutlarının desteklenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Sonuç: YYBÜ’nde çalışan hemşirelerin, preterm yenidoğanların YBÜ’nde ve taburculuk sonrasında uygulanabilecek terapötik pozisyonlar hakkında bilgileri arttırılmalıdır.
  • ItemOpen Access
    Nekrotizan enterokolit ile karışabilen nadir bir umblikal venöz kateter komplikasyonu: Total parenteral nütrisyonun intraperitoneal ekstravazasyonu
    (Uludağ Üniversitesi, 2015-02-17) Akar, Selahattin; Topcuoğlu, Sevilay; Dincer, Emre; Sancak, Selim; Karatekin, Güner; Ovalı, Fahri
    Umblikal venöz kateter (UVK) ilaç tedavisi, tetkik için kan alma, exchange transfüzyon ve total parenteral nütrisyon (TPN) için özellikle çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerde sık uygulanan invazif girişimlerden biridir. TPN’nin intraperitoneal ekstravazasyonu UVK’nın nekrotizan enterokolit ile karışabilen nadir bir komplikasyonudur. Bu yazıda batına TPN ekstravazasyonu saptanan iki olguyu sunduk. Prematürelik nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesinde takip edilen iki olgumuzdan birincisinde postnatal 2. günde, ikincisinde postnatal 9. günde batın distansiyonu ve kusma şikayetleri olması üzerine nekrotizan enterokolit ön tanısıyla enteral beslenme kesildi, gastrik serbest drenaja alındı, antibiyotik tedavisi başlandı. Batın ultrasonografisinde serbest sıvı saptanan olguların parasentez sıvısının makroskopik ve mikroskopik değerlendirilmesi TPN ile uyumlu saptandı. Prematüre bebeklerde batın distansiyonu ve assit gelişen olgularda ayırıcı tanıda UVK komplikasyonu olarak total parenteral nütrisyonun intraperitoneal ekstravazasyonu olabileceği ve parasentez sıvısının makroskopik görüntüsünün ve biyokimyasal analizinin yol gösterici olabileceği unutulmamalıdır.
  • ItemOpen Access
    Yanlış tanı almış intrakraniyal tüberkülom
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-05-06) Kılıç, Ömer; Ünver, Olcay; Laçinel, Sibel; Haşıloğlu, Zehra Işık; Uysa, Serap; Çokuğraş, Haluk; Camcıoğlu, Yıldız; Akçakaya, Necla
    Merkezi sinir sistemi (MSS) tüberkülozu nadir görülmesine rağmen tedavi gecikirse nörolojik sekellere ve mortaliteye yol açmaktadır. Dokuz yaşında kız hasta konvülziyon geçirme yakınmasıyla kliniğimize getirildi. Konvülziyonları devam ettiği için çekilen kranyal manyetik rezonans görüntüleme (MRG) görüntülemelerine göre akut disemine ensefalomyelit düşünülerek steroid tedavisi verilmiş. Konvülziyonlarının tekrarlaması nedeniyle tarafımıza getirilen hastanın muayenesinde bilateral papilödem dışında patolojik muayene bulgusu saptanmadı. Tüberkülin deri testi 19 mm bulundu. Tüberkülin deri testi pozitifliği, tüberkülozlu bireyle temas öyküsü, toraks ve kranyal görüntülemelerde tüberkülozla uyumlu bulgular, hastanın semptom ve muayene bulguları ile birlikte değerlendirilerek intrakraniyal tüberkülom tanısı kondu. Antitüberküloz tedavi ve deksametazon tedavisi başlandı. Hastanın iki yıllık izleminde herhangi bir komplikasyon gözlenmedi. İntrakraniyal tüberkülom MSS tüberkülozunun nadir rastlanan, morbidite ve mortalitesi yüksek bir formudur. Klinik, laboratuvar ve görüntüleme yöntemlerinin spesifik olmaması nedeniyle, MMS patolojilerinde ayırıcı tanıda akılda tutulması gerekir. Erken tanı ve tedavi iyi prognoz açısından önemlidir.
  • ItemOpen Access
    Oktreotid ile tedavi edilen konjenital şilotoraks olgusu
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-03-10) Özdemir, Özmert Muhammet Ali; Ergin, Hacer; Küçüktaşçı, Kazım; Şahin, Özlem; Çördük, Nergül; Karadağlı, Eda; Yıldırım, Başak
    Konjenital şilotoraks plevra boşluğunda şilöz sıvı birikmesidir. Yenidoğan döneminde plevral efüzyonun en sık sebebidir. Şilotoraksın geleneksel tedavisi konservatiftir. Konservatif tedavi göğüs drenajı, anne sütünün kesilmesi, orta zincirli trigliserid içeren formula veya total parenteral nutrisyon uygulanmasıdır. Son yıllarda şilotoraks tedavisinde uzun etkili somatostatin analoğu olan ve lenfatik sıvı üretimini azaltarak etki gösteren oktreotid, yeni tedavi seçeneği olarak kullanılmaktadır. Prenatal ultrasonografide sağ akciğerde plevral efüzyon saptanan term bebekte, doğum sonrası konjenital şilotoraks tanısı kesinleştirildi. Öncelikle göğüs tüpü uygulandı, daha sonra orta zincirli trigliseridden zengin formula başlandı. Şilöz sıvı birikimi azalmayan olguya subkutanöz oktreotid tedavisi uygulandı ve yan etki görülmeden şilotoraks tedavi edildi. İnatçı şilotoraks olgularında cerrahi uygulamaya alternatif, umut verici bir tedavi seçeneği olan oktreotid, yenidoğan bebeklerde güvenle kullanılabilmektedir.
  • ItemOpen Access
    Congenital heart disease in an infant with 49,XXXXY syndrome
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-05-06) Argun, Mustafa; Akin, Mustafa Ali; Kurtoglu, Selim; Sarıca, Dilek; Özyurt, Abdullah; Pamukcu, Özge; Baykan, Ali
    49,XXXXY syndrome which is characterized with the addition of three extra X chromosomes to 46,XY is the rarest sex chromosome aneuploidy syndrome. Its classical findings were defined as a triad of mental retardation, hypogonadism and radioulnar synostosis. In 49,XXXXY syndrome, congenital heart defects like patent ductus arteriosus, atrial septal defect, ventricular septal defect, pulmonary stenosis, Fallot’s tetralogy have been reported. We present a case diagnosed in the newborn stage with low birth weight, short stature, dysmorphic craniofacial findings and hypoplastic male genitalia who was found to have severe pulmonary hypertension and medium patent ductus arteriosus when admitted at 4 months of age with heart failure and who underwent transcathater ductus closure with Amplatzer Duct Occluder I. To our knowledge, our case is the first reported 49,XXXXY syndrome with patent ductus arteriosus closed with the transcathater route.
  • ItemOpen Access
    Munchausen by proxy sendromu: Olgu sunumu
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-05-06) Uytun, Salih; Uytun, Merve Çıkılı; Altuner Torun, Yasemin; Ergül, Ayşe Betül; Altınel Açoğlu, Esma
    Munchausen by Proxy sendromu (MPS) hastalık semptomlarının ebeveyn tarafından oluşturulduğu bir istismar tipidir. Hastalığın dirençli olması, kliniğin net olmaması gibi nedenlerden dolayı çoğu kez gözden kaçabilmektedir. Çocuklarda nadir görülen bir hastalık olmasına rağmen ciddi sağlık sorunlarına neden olabileceği unutulmamalıdır. Bir yaş bir aylık erkek hasta, ishal ve kusma şikayeti ile acil servisimize başvurdu. Yapılan tetkiklerin normal olması ve yatışı sırasında şikayetleri olmayan hastanın daha önce de değişik şikayetlerle birçok kez yatış öyküsünün bulunması nedeniyle, hastada MPS düşünülerek hasta takibe alındı. Hastanın daha sonra gaitada kan görülmesi şikayeti ile yatışı yapıldı. Annenin çocuğun makatında termometreyle kanama oluşturmaya çalışmasının gözlenmesi üzerine hastaya MPS tanısı konularak sosyal hizmetlere bildirildi ve anne, değerlendirilmek üzere psikiyatriye yönlendirildi. Tekrarlayan hastaneye yatışlarda, etiyolojik bir nedenin bulunmadığı yakınmalar varlığında özellikle bu sendrom düşünülmeli ve ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır. Bu çocuklar failleri tarafından birçok kez hastaneye getirilerek istismar edildikleri için hastane personelinin bu tanıyı düşünmeleri açısından dikkatli olmaları gerekmektedir.
  • ItemOpen Access
    Normokomplementemik ürtikeryal vaskülitli iki olgu: Akla getirilmesi gereken diğer sebepler
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-02-13) Balcı, Onur; Işıkay, Sedat; Varan, Celal; Kılınç, Arda Mehmet; Almacıoğlu, Mehmet
    Ürtiker, deride aniden ortaya çıkan, kaşıntılı, kızarık ve deriden kabarık lezyonlarla giden bir hastalıktır. Akut ürtiker genellikle bir besin ya da ilaç alımını takiben ortaya çıkarken kronik ürtikerde daha uzun süreli, inatçı kaşıntıyla giden, deri lezyonları daha belirgin bir tablodan söz edilebilir. Ürtikeryal vaskülit ise, lezyonların en az 24 saat devam ettiği, kaşıntıdan çok ağrı ve yanmanın ön planda olduğu, histopatolojik olarak etkilenmiş damar yapıları ile basit ürtikerden ayrılan bir klinik durumdur. Biz burada iki adet normokomplementemik ürtikeryal vaskülit hastası sunduk.
  • ItemOpen Access
    Alerjen spesifik immünoterapi
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-09-05) Çekiç, Şükrü; Sapan, Nihat; Uludağ Üniversitesi/Tıp Fakültesi/Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı/Çocuk Alerji Bilim Dalı.
    Alerjen spesifik immünoterapi (SİT), alerjik hastalıklarda kür sağlayabilen tek tedavi yöntemidir. Duyarlı olunan alerjenin belirli aralıklarla ve giderek artan dozlarda verilmesiyle bu alerjene karşı immüntolerans gelişmesi esasına dayanır. Alerjik hastalıkların tedavisinde, alerjenden korunma ve farmakoterapiden sonra gelir. İmmünoterapide klinik tablodan sorumlu, deri prik testi ya da spesifik immünglobulin E pozitifliği ile duyarlılığın gösterildiği alerjenler kullanılmalı ve tedavi alerji uzmanlarının yönetiminde yapılmalıdır. Çalışmalarda; immünoterapi ile astım bulgularında anlamlı iyileşme sağlandığı, hastalarda ilaç kullanımının azaldığı, rinitli hastalarda astım gelişimin önlendiği ve yeni duyarlanmaları azaltılabildiği gösterilmiştir. Önceki yıllarda sık görülen yan etkiler, standardize alerjen solüsyonlarının kullanıma girmesi ile azalmıştır. Ağır astımda kullanımı kontrendikedir, beta bloker ve anjiotensin konverting enzim (AKE) inhibitörü kullanımı olanlarda immünoterapiden kaçınılması önerilmekle birlikte mecbur kalınılan durumlarda fayda/zarar oranı dikkate alınarak başlanabileceği bildirilmektedir. En sık kullanılan subkütan ve sublingual yollar yanında, epikütan ve intralenfatik kullanım gibi yeni yöntemler geliştirilmektedir.
  • ItemOpen Access
    Kalıtımsal kistik böbrek hastalıklarına yaklaşım
    (Uludağ Üniversitesi, 2015-02-17) Taktak, Aysel; Çakar, Nilgün
    Kistik böbrek hastalıkları, kalıtımsal böbrek hastalıkları içinde en sık görülen grup olup, her biri farklı etiyoloji, patogenez, klinik prezentasyon ve prognoza sahiptir. Hastalığın tanısı aile öyküsü, klinik bulgular ve görüntüleme yöntemleriyle konulabilmektedir ancak bazı olgularda kesin tanı için genetik çalışma gerekebilir. Son on yıl içerisinde kistik böbrek hastalıklarının etyopatogeneziyle ilgili birçok yeni bilgi kazanılmıştır. Edinilen bilgiler özellikle primer siliyanın bozulmuş mekanik algılama fonksiyonu, artmış proliferasyon ve iletişim yolaklarının kist gelişiminin temelini oluşturduğunu işaret etmektedir. Bu derlemede kalıtımsal kistik böbrek hastalıklarının patogenezi, belirtileri ve tanıda genetik incelemenin yeri tartışılmıştır.
  • ItemOpen Access
    Akut romatizmal ateşli çocuklarda penisilin tedavisi: Yan etkileri, malpraktis ve anaflaktik reaksiyon
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-06-13) Çiftel, Murat; Süleyman, Ayşe; Ertuğ, Halil
    Akut romatizmal ateş (ARA) gelişmekte olan ülkelerde daha sıktır. ARA sistemik bir hastalık olup çocuklarda grup A streptokok (GAS) farenjitinden sonra gelişir. Romatizmal kapak hastalığı otoimmün cevap sonucu oluşur. Penisilin GAS ile oluşan tonsillofarenjitin tedavisinde, ARA’nın primer ve sekonder proflaksisinde kullanılmaktadır. Primer proflakside tek doz intramüsküler (İM) benzatin penisilin veya oral penisilin V (fenoksimetilpenisilin) 10 gün süre ile verilir. Romatizmal kapak hastalığı mevcut ise en az 40 yaşına kadar veya yaşam boyu benzatin penisilin ile sekonder proflaksi uygulamak gerekir. Penisilin İM enjeksiyonu çocuklarda korkuya ve ağrıya neden olabilir. İM enjeksiyon sırasında ağrıyı azaltmak için lidokain veya lidokain-prilokain (EMLA) krem kullanılabilir. Penisilinin en ciddi yan etkisi anaflaktik reaksiyondur. Anaflaktik reaksiyon penisilinin majör veya minör determinantı ile oluşabilir. Penisiline bağlı anaflaksiyi önlemek için penisilin alerjisini iyi sorgulamak ve deri testini uygun olarak yapmak ve yorumlamak gerekir. Penisilin alerji şüphesi varsa deri testi yapmadan hastaların pediatrik alerji tarafından majör ve minör determinant kullanılarak yapılan testler ile değerlendirilmesi ve penisilin alerjisinin aydınlatılması gerekir. Penisilin allerjisi olanlarda alternatif ilaç yokluğunda desensitizasyon yapılabilir. Penisilin uygulanırken deri testinin uygun şekilde yapılması ve yorumlanması, olası anaflaksi reaksiyona müdahale için gerekli malzemenin ve ilaçların hazırda bulundurulması ve anaflaksiye uygun müdahalenin yapılması tıbbi ve yasal açıdan önemlidir. Penisilin pediatri ve pediatrik kardiyolojide sık kullanılan bir ilaçtır.
  • ItemOpen Access
    Sivas, Cumhuriyet Üniversitesine başvuran Kırım-Kongo Kanamalı Ateş’li çocukların klinik ve rutin laboratuvar testleri yanında immünolojik açıdan değerlendirilmesi
    (Uludağ Üniversitesi, 2015-02-17) Demir, Mevlüt; Duksa, Fatma; Doğan, Melih Timuçin; Aygüneş, Utku; Kaya, Ali; Güven, Ahmet Sami; Cevit, Ömer
    Giriş: Çalışmamızda, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) tanısıyla izlenen çocuk hastaların klinik ve rutin laboratuvar bulgularıyla birlikte, serum immünglobulin ve kompleman düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Sivas, Cumhuriyet Üniversitesi’nde 2011-2012 tarihleri arasında, Enzyme-Linked Immunosorbent Assay (ELISA) veya polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) kanıtlı KKKA tanısı alan 72 hastanın tıbbi kayıtları geriye dönük incelenmiştir. Epidemiyolojik, klinik özellikleri ve laboratuvar verileri hakkındaki bilgiler kaydedilmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan yetmiş iki çocuk hasta (ortalama yaş; 11,95±3,95 yıl) Tokat, Sivas, Yozgat, Giresun ve Erzincan’dan geliyordu. Başvuru esnasında başlıca ateş (%94,4), kusma (%54,2), halsizlik (%52,8), iştahsızlık (%50), baş ağrısı (%47,2), üst solunum yolu enfeksiyonu bulguları (%41,7), daha nadir olarak peteşi-purpura-ekimoz, epistaksis, ishal, melena, makülopapüler döküntü, hematemez, hematüri, hepatomegali, splenomegali, lenfadenopati bulguları vardı. Başvuruda hastaların laboratuvar bulguları şu şekildedir: %80,6 trombositopeni, %70,8 lökopeni, %50 nötropeni, %73,6 yüksek aspartate transaminaz, %26,4 yüksek alanine transaminaz, %71,6 yüksek laktat dehidrogenaz, %68,1 yüksek keratin kinaz, %54,2 uzamış protrombin zamanı, %52,8 uzamış parsiyel tromboplastin zamanı saptanmıştır. Ayrıca düşük IgG, düşük IgA, düşük C3 ve düşük C4 sırasıyla 4, 3, 12 ve 1 hastada saptanmıştır. Tüm hastalar sıvı-elektrolit tedavisi alırken, bir kısmı kan ürünü almıştır. Dört hasta intravenöz immünglobulin (IVIG), 69 hasta ribavirin tedavisi almıştır. Sonuç: Çocuklarda KKKA klinik bulguları erişkinlerdekine benzerdir. Serum immünglobulinleri düşük bulunan hastalarda verilen intravenöz immünglobulin (IVIG) tedavisi dışında diğer tedaviler benzer bulunmuştur. KKKA’da immün yetmezlik araştırılması konusunda daha geniş çaplı çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • ItemOpen Access
    Iğdır’da annelerin süt çocuğu beslenmesi konusundaki bilgi ve davranışları
    (Uludağ Üniversitesi, 2015-02-17) Yetim, Aylin; Yetim, Çağcıl; Devecioğlu, Esra
    Giriş: Süt çocukluğu döneminde beslenmede yapılan hata ve eksiklikler, diğer yaş gruplarına göre çocuğun bedensel-zihinsel gelişimini daha fazla etkilemektedir. Bu çalışmada 20-36 ay arası çocuğu olan ve hastaneye başvuran annelerin bebeklerinin beslenmesi konusundaki uygulamalarını, düşünce ve deneyimlerini incelemek amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Araştırma Iğdır merkez ve Iğdır’ın Tuzluca ilçesinde yapıldı. Iğdır ve Tuzluca Devlet Hastanelerine Haziran-Temmuz 2012 tarihleri arasında farklı şikayetlerle ardı sıra başvuran, çalışmaya katılmayı kabul eden, 20-36 aylık çocuğu olan 203 anneye, 11 sorudan oluşan bir anket uygulandı. Sorular uzman doktor tarafından ayrıntılı olarak soruldu. Bulgular: Annelerin %70’i doğumdan sonra ilk 1 saat içinde, %92’si >1-24 saat içinde bebeklerini emzirmişlerdi. Tüm anneler, anne sütünün bebekleri için en iyi besin olduğunu düşünüyorlardı. Emzirme süresi ortalama 17,0±8,0 ay, tamamlayıcı besine başlama zamanı ortalama 6,4±2,4 ay (1-24 ay, median: 6) idi. Annelerin %22’si bebeğine 6. aydan önce, %51’i 6. ayda, %15,7’si 6-9 ay arasında, %11’i 9. aydan sonra tamamlayıcı besin vermeye başlamıştı. İlk tercih edilen tamamlayıcı besin birinci sırada ev yapımı yoğurt (%67), ikinci sırada hazır meyveli yoğurt (%47) idi. Sebze ve meyve püresi ilk tercih edilen tamamlayıcı besinler arasında yer almıyordu. Annelerin bebeklerini besleme konusunda genel olarak birden fazla kişi ve/veya kaynaktan bilgi edindikleri belirlendi. Anneler %63 oranında çevresindekilerden (anne, kayınvalide, elti, komşu vb.), %31 aile hekimliği merkezlerindeki sağlık personelinden, %27 çocuk hekiminden, %45 TV-reklamlardan, %9 gazete-kitaptan bilgi aldıklarını; %10’u ise hiç kimseden fikir almadığını belirtti. Sonuç: Iğdır ve Tuzluca’da annelerin tamamlayıcı beslenme konusunda danışmanlığa gereksinimleri vardır. Tamamlayıcı beslenmenin doğru şekilde ve evde bulunan doğal ürünlerle yapılabilmesi, güncel ve pratik bilgilerle donanmış sağlık çalışanlarının anneleri ve dolayısıyla onların yakınlarını doğru bilgilendirmesi ile mümkün olacaktır.
  • ItemOpen Access
    Pediatrik çölyak hastalarında homosistein, vitamin B12 ve folik asit düzeyleri
    (Uludağ Üniversitesi, 2014-12-25) Şanlı, Dilek Beker; Aliyazıcıoğlu, Yüksel; Kalaycı, Ayhan Gazi
    Giriş: Bu çalışmada amacımız çölyak hastalarında malabsorbsiyon nedeni ile gastrointestinal sistemden vitamin B12 ve folik asit emilimlerinin bozulmasının serum homosistein düzeyleri üzerine etkisini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Yaşları 2-17 arasında değişmekte olan 32 tedavi öncesi çölyak hastası, 14 tedavi sonrası çölyak olgusu ve 30 sağlıklı kontrolde homosistein düzeyleri araştırıldı. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası hasta grubunda ayrıca plazma vitamin B12 ve folik asit düzeyleri bakıldı. Bulgular: Homosistein için aritmetik ortalama±SD; tedavi öncesi hasta grubunda 22,87±1,69 µmol/L, tedavi sonrası hasta grubunda 17,31±1,94 µmol/L ve kontrol grubunda 15,21±1,69 µmol /L olarak belirlendi. Folik asit için ortalama±SD; tedavi öncesi hasta grubunda 7,04±0,74 ng/ml, tedavi sonrası hasta grubunda 12,95±1,9 ng/ml olarak bulundu. Folik asit ve homosistein için tedavi öncesi hasta grubu ile tedavi sonrası hasta grubu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Vitamin B12 için ortalama±SD; tedavi öncesi hasta grubunda 433,31±70,91 pg/ml, tedavi sonrası hasta grubunda 400,33±78,36 pg/ml olarak bulundu. İstatistiksel olarak iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Sonuç: Araştırmamızda tedavi öncesi çölyak hastalarında homosistein düzeyleri tedavi sonrası ve kontrol grubundan yüksek bulundu. Bu çalışmada gruplar arasında folik asit düzeyleri açısından anlamlı fark bulunması, folik asit düzeylerinin homosistein konsantrasyonlarındaki artışla daha fazla ilişkili olabileceğini göstermektedir.